DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
588
8 Şubat 2017 2 TL. sosyalistisci.org
IRKÇILIK İNSANLIK SUÇUDUR
DURDURALIM 12 EYLÜL ANAYASASI ÇÖPE! İLK DÖRT MADDE ARTIK DEĞİŞMELİ. BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ
#hayır
TRUMP’A KARŞI ENTERNASYONAL MÜCADELE sayfa 5'te
GÜNDEM
ONLARIN HAYIR’I BİZİM HAYIR’IMIZ!
Yılmaz Özdil, iki yıl önce HDP’yi hedef tahtasına oturtmuş ve HDP’ye verilen oyların kalaşnikofa şarjör olmak anlamına geldiğini yazmıştı. HDP lideri Demirtaş’ı ekranlara çıkartanlara liboş televizyonuclar diyordu. Geçtiğimiz günlerde, bu sefer sosyal medyada, HDP eğer referandumda hayır demekte samimiyse sesini çıkartmasın, HDP hayır diyor diye milletin evet diyeceğini yazdı. Şimdi o da hayırcı biz de hayırcıyız! Farkımızı koymayacak mıyız, onların “hayır”ıyla bizim “hayır”ımızın bambaşka içeriklere sahip olduğunu anlatmayacak mıyız? Doğu Perinçek, kendilerinin AKP’ye değil AKP’nin kendi siyasi çizgilerine yakınlaştığını söylediği röportajında, AKP’yle çözüm süreci yerine askeri çözümü tercih ettiği için aynı zeminde olduklarını da ekledi. Kendilerinin Esad rejimiyle dost olduğunu bilmeyen yoktu da AKP’nin de şimdi bu çizgide olmasını memnuniyetle karşıladıklarını söylüyor Doğru Perinçek. Ve Perinçek referandumda hayır diyecek. Onların “hayır”ıyla bizim “hayır”ımız arasındaki farkı anlatmak zorunda değil miyiz? Türkiye’de sorunun siyasal demokrasinin alanının bütünüyle daraltılması, özgürlükler mücadelesine açılan kapıların kapatılması ve barış sürecinin askıya alınması olduğunu değil de laikliğin gasp edilmesi olduğunu düşünenler de hayır diyor bizler de hayır diyoruz. Bu iki “hayır” arasındaki farkı açıklamadan sadece hayır deyip geçmek, ırkçıların, ulusalcıların, hayır cephesinin suskun bir parçası olmak anlamına gelir. Kemal Kılıçdaroğlu, referandum kampanyasına çözüm sürecine, ondan önce Oslo sürecine saldırarak başladı. AKP döneminde belki de siyaset alanında inşa edilen tek olumlu süreci milliyetçi hassasiyetleri okşayarak karalayan ve bunu hayır kampanyasının popüler bir vurgusuna dönüştüren CHP’nin “hayır”ıyla bizim “hayır”ımız arasında kuşkusuz devasa farklar var. Bekir Coşkun arka arkaya yine AKP tabanının makarnacı, kömürcü olduğunu ilimsel bir kesinlikle kanıtlayan yazılar yazdı. Bekir Coşkun “hayır”cı ve Anıtkabir’i savunmak için her şeyini verecek bir kuşağın ve ideolojinin son neferlerinden birisi. Bizim “hayır”ımızın Coşkun’un “hayır”ıyla hiçbir ilgisi yok. Biz, AKP tabanında duran, seçimlerde AKP’ye oy veren yoksul kitlelerin “hayır” demesinin sağlanmasını, bu tabanı aşağılayan, bu taban karşısında kültürel hegemonik üstünlüğün kendisinde olduğu fikriyle hareket eden, AKP liderliğinin sağcı politikalarının sorumluluğunu önce bu tabana sonra bütün bir Müslüman kitleye mal etmeye çalışanların kibirli hayır vurgusuyla bizim hayır vurgumuzun hiçbir benzer yanı yok. Hepimiz Ermeniyiz, Kürt halkına özgürlük diyenlerin, işçilerin her düzeyde birliğinin kurulması için çabalayanların, sadece Fethullahçı darbecilerin liderliğinde örgütlenen değil, tüm askeri darbelere karşı olanların, referandum sürecinde verilen mücadelenin referandum sonrasında verilecek mücadeleye hazırlık olduğunu kavrayanların “hayır”ının etkisinin, yaygınlaşmasının önemine bıkmadan vurgu yapmaya devam etmeliyiz. Bu hayırcı cepheyi bölmek değildir. Zaten bölünmüş olan hayırcı cephe içinde eski rejimi de referandumla vaat ettikleri AKP-MHP rejimini de istemeyen, dayanışma içinde bir arada yaşamanın garantisi olacak aşağıdan demokrasinin kurallarının kurumsal siyasetin işleyiş mekanizmaları haline gelmesi gerektiğini savunanların güçlenmesi gerektiğinin altının çizilmesidir.
VARLIK FONU A.Ş. EMEKÇİLER İÇİN NE ANLAMA GELİYOR?
Ekonomi Bakanı, Varlık Fonu A.Ş. 300 milyarlık bir büyüklüğe ulaşabileceğini söylüyor.
Büyük kamu şirketleri, Türkiye Varlık Fonu A.Ş.’ye devredildi. Başbakanlığın atadığı 5 kişi, sadece piyasanın denetimine bırakılmış ve özel imtiyazlarla donatılmış bu dev şirketi yönetecek. Ziraat Bankası, PTT, BİST, BOTAŞ, Çaykur, Eti Maden, THY ve Halkbank gibi büyük kamu şirketleri ve hisselerinin devredildiği Varlık Fonu nedir? İşçilerin çıkarları açısından ne anlama geliyor? Kamu denetiminden muaf dev kamu şirketi Varlık Fonu’nun kurulması geçen yıl yasalaşmıştı. Özelleştirme İdaresi’nin yönetiminde kamu şirket ve hisselerinin devredildiği fon ile uluslararası dalgalanmalardan etkilenmeyen, ekonomik büyüme ve istikrarın motor gücü olacak bir şirket kurulmuş oldu. Ticari sicil gazetesine göre Varlık Fonu A.Ş.’nin yönetim kurulu üyeliklerine Cumhurbaşkanı başdanışmanı Yiğit Bulut, Kerem Alkin, Himmet Karadağ ve Oral Erdoğan gibi siyasi iktidara yakın isimler atandı. Kamu varlıklarını istediği gibi kullanabilecek Varlık Fonu, tıpkı özel şirketler gibi Sermaye Piyasası Kanunu’nun belirlediği özel denetime tabi olacak. Sayıştay ya da başka bir kamu denetimi yok. Fon, gelir ve kurumlardan vergisinden muaf. İşlemlerinin bir bölümünden de KDV gibi vergiler alınmayacak. Büyüme mi yolsuzluk mu? Varlık Fonu, Türkiye’ye özgü bir yapı değil. 40’tan fazla ülkede benzer şirketler bulunuyor. Çin, Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ekonominin devlet kontrolünde idare edildiği ülkelerde varlık fonları ekonomik büyüme ve rekabet için bir silah vazifesi görüyor. Angola’da da varlık fonu var, fakat burada ekonomiyi büyütmek yerine kamu varlıklarının yolsuzluklarla yağmalanmasının bir aracı oldu.
Türkiye’de nasıl bir vazife görecek? Birçok ekonomiste göre hangi yöne evrileceği belirsiz. Fona yapılan en önemli eleştiri, kamu denetiminden bağımsız kılınmasının yolsuzluklara kapı açacağı. Çalışanlara ne getiriyor? İşçiler açısından patron devlet, özel ya da fon olmuş fark etmez. Ücretlerimiz ve haklarımız yeni durumda ne olacak sorusudur bizi ilgilendiren. Türkiye Varlık Fonu A.Ş.’nin bünyesine katılan dev kamu şirketlerindeki çalışanlara ne getireceği belirsiz. Fakat Türk Hava Yolları grevine yönelik baskı ve saldırı ile grev yasakları göz önüne alındığında, fon yöneticilerinin hakkını isteyen işçilere acımayacağı da ortada. Varlık Fonu’nun kuruluş amaçlarından biri olarak yapılacak yatırımlarla yüzbinlerce kişiye istihdam sağlanacağı söylense de bu yönde bir plan ya da hedef yok. Borsa yorumcusu milliyetçilerin eline verilen fonun neler getireceğini hep birlikte göreceğiz. Şimdiden açık olan ise kısa ve orta vadede çalışanların lehine bir şey getirmeyecek olması.
ÇIKTI, İSTEYİNİZ!
2
GÜNDEM
21 YIL SONRA YUNANİSTAN’LA YENİDEN ASKERİ GERİLİM
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
BARIŞ: HEM SİYASİ HEM DE SİYASET ÜSTÜ Kolombiya’da gerillaların barış sürecinin bir parçası olarak şehir merkezlerine dönmeleri ve siyasi alanda mücadele etmek için ilk adımları atmaları oldukça heyecan verici. Dünyanın bir ucunda bu heyecan verici gelişmeler yaşanırken, Türkiye’de referandum sürecine kilitlenen siyasal alanda, barış sürecinin esamesi bile okunmuyor. İdris Baluken serbest bırakılıyor, seviniyoruz ama hemen ardından Meral Danış ve Ayhan Bilgen tutuklanıyor, Ahmet Türk serbest bırakılıyor ama uzun soluklu sevinemiyoruz, “acaba şimdi hangi
Kardak Kayalıkları: Toplam 40 dönüm, savaş konusu.
Kardak krizi, 27 Aralık 1995 tarihinde Ege Denizi'ndeki
Kardak Kayalıkları'nda karaya oturan bir Türk teknesinin Türkiye mi, yoksa Yunanistan tarafından mı kurtarılacağı meselesiyle başlamıştı. Her iki ülke, kayalıkların kendisine ait olduğunu iddia etmişti. Türkiye, 29 Aralık'ta verdiği bir notayla söz konusu adaların kendisine ait olduğunu belirtmişti. Yunanistan, bu notaya Kardak kayalıklarına asker çıkarıp bayrak dikmek suretiyle cevap vermişti. Bunun üzerine iki ülkenin deniz kuvvetleri, adanın çevresinde konuşlanmıştı. Dönemin başbakanı Tansu Çiller'in "O asker gidecek, o bayrak inecek!" demesinin ardından, 30 Ocak 1996 gecesi adaya asker çıkartılmıştı. Türkiye'nin SAT ve SAS Komandoları, Yunanistan'ın bayrak çektiği adanın yanındaki daha küçük bir adaya çıkarak bayrak çekmişlerdi. Aynı gece, kayalıklar üzerinde uçan bir Yunan helikopterinin düşmesi sonucu üç Yunan askeri ölmüştü. Üzerinde birkaç keçinin yaşadığı birkaç kayalık yüzünden –büyük toprak parçaları olsa da fark etmezdi- savaş çıkmasına ramak kalmışken, neler olup bittiğini anlayabilen devletlerin araya girmesiyle kriz aşılmıştı. Ancak Türk gazetelerinde nefret söylemleriyle dolu manşetler yayınlanmış, insan hakları ihlallerinde, yargısız infazlarda, işçi sınıfına, Kürt halkına saldırılarda hızlı bir artış yaşanmıştı. Suni bir kriz: Kardak Bundan 21 yıl önce Ege Denizi'ndeki kayalıkların kime ait olduğu tartışmasıyla başlayan kriz, özellikle Türkiye tarafından dönem dönem bir tehdit unsuru olarak kullanılmaya devam ediliyor. Geride bıraktığımız 29 Ocak günü, yani Kardak Krizi'nin yıldönümünde, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar "incelemelerde" bulunmak üzere Bodrum'dan Kardak kayalıklarına doğru giderken, önü Yunan gemileri tarafından kesildi. 1 Şubat'ta, yani Kardak üzerinde uçan Yunan helikopterinin düşmesi sonucu üç askerin öldüğü olayın yıldönü-
HDP SÖZCÜSÜ AYHAN BİLGEN TUTUKLANDI Referandum öncesinde HDP yöneticileri üzerindeki baskılar yoğunlaşırken, son aylarda HDP'nin en etkili seslerinden biri olan Kars milletvekili ve parti sözcüsü Ayhan Bilgen, skandallar eşliğinde tutuklandı. Bilgen, ilk olarak 29 Ocak'ta, İstanbul'a gitmek üzere bulunduğu Ankara Esenboğa Havalimanı'nda gözaltına alındı. Götürüldüğü Diyarbakır'da çıkarıldığı mahkemece adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Bilgen, serbest bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamada
HDP’li vekil tutuklanacak” diye kaygılanıyoruz.
münde, Yunanistan Savunma Bakanı Panos Kammenos Kardak’a çelenk bıraktı, "Ben kendi evimde dolaştım. Kimseye sormam gerekmez" dedi, ardından da Türkiye'nin tutumunu "Anadolu tipi kovboy hareketleri" sözleriyle eleştirdi. Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise Kammenos’u “aklını başına toplasın” sözleriyle uyardı. İlerleyen günlerde de her iki ülkeye ait askeri gemiler birbirlerini engelleme girişimleri içinde olmaya devam etti. Darbeci 8 askerin iadesi Genelkurmay Başkanı Akar'ın krizin yıldönümünde Kardak'a giderek yeni bir krize sebep olması, elbette bir tesadüf değil. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Yunanistan'a kaçan 8 darbeci askerin iadesi konusunda yapılan duruşma, 26 Ocak'ta askerlerin Türkiye'ye iade edilmemesi kararıyla sonuçlanmıştı. Türkiye devletinin bu karara tepkisi oldukça sert oldu. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, kararı sert bir şekilde eleştirdi ve AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması'nın dahi iptal edilebileceği tehdidini savurdu. Birkaç gün sonra gerçekleşen yeni Kardak krizi, büyük ölçüde darbeci askerlerin iade edilmemesi konusunda Yunanistan ve Avrupa Birliği'ne verilen bir mesaj niteliği taşıyor. Bu, içinde barındırdığı savaş içeriğiyle son derece tehlikeli bir mesaj. Bir anlık bir gafletle ateşlenecek bir silah, iki ülkenin yoksullarını, emekçilerini karşı karşıya getirecek bir felakete neden olabilir. Mülteci pazarlığı Üstelik mültecilerin hayatı, bu kriz üzerinden yeniden pazarlık konusu yapılıyor. Vize serbestisi için AB ile yapılan görüşmelerde bir koz olarak kullanılan milyonlarca mülteci, bu kez de Kardak krizi nedeniyle tehlikeye atılıyor. Suriye'deki savaştan kaçan milyonlarca Suriyeli, canını kurtarmak için AB'ye ulaşmaya çalışırken binlercesi Ege'nin sularında boğularak can vermişti. referandum çalışmalarının engellenmeye çalışıldığını söyledi ve dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin olarak “Bu belki de başkanlık hesabı çok önceden başladığı için, bizim çalışma yapmamız engellenmek için yapıldı” dedi. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'nın mahkeme kararına itiraz etmesi üzerine 1 Şubat'ta Ayhan Bilgen tutuklanması için yakalama kararı çıkarıldı. Meclisteki üçüncü büyük partinin sözcüsü Bilgen “terör örgütüne üye olmak” suçlamasıyla hapse konuldu. Bu süreçte skandal ise Bilgen'in tutuklanmasından önce, medya organlarından Ayhan Bilgen'in tutuklandığı haberlerinin geçmesi oldu.
Kolombiya, başarısız barış referandumunun ardından karamsarlığa telsim olmadı. Barış sürecinin arkasında duran, bugüne kadar savaşan güçler, çözümde ısrarcı olmaya devam etti. Türkiye’de cumhuriyet tarihi kadar eskiye dayanan Kürt sorununda daha önce gündeme gelen, denenen süreçlerden bambaşka bir şekilde devreye giren ve iki buçuk yıl boyunca toplumun geniş kesimlerine umut veren çözüm süreci, çok hızlı bir şekilde desteksiz bırakıldı. Çözüm sürecinin savunanı kalmadı, tek başına kaldı. Şimdi, neredeyse sanki böyle bir süreç yaşanmamış gibi davranılıyor. Referandum süreci tüm siyasi gelişmeleri ve son birkaç yılda yaşanan siyasi tartışmaları gölgede bırakıyor. Oysa, referandum sürecini de sonrasını da belirleyecek temel sorun alanı, Kürt sorununda çözüm sürecinin yeniden devreye sokulup sokulmayacağı olacak. Bugünden bakınca bu bir hayal gibi görülüyor. MHP ile yerli ve milli bir uzlaşma içinde Türk tipi bir başkanlık hedefine koşar adım yürüyen AKP liderliğinden, yeniden çözüm süreci yönünde bir adım beklenebilir mi? Hem de referandum sürecinde ya da referandumun hemen sonrasında! Böyle bir adımın atılması zor görünüyor. Ama Kürt sorununda çözüm yönünde atılan her adım atılmadan önce zor görülüyordu. Son çözüm süreci, açlık grevi yapan mahkûmlar ölüm sınırına yaklaştığı sırada beklenmedik bir şekilde ve beklenmedik bir ciddiyetle başlamıştı. Milyonlarca Kürt’ün kaderini, sadece Kürtlerin değil aynı zamanda Türklerin de geleceğini etkileyecek bir süreçten söz ediyoruz. Talepler, istekler, karşılanması imkânsız olmayan hedefler var. Suriye’de yaşanan ve yakın zamanda daha da belirgin hale gelecek olan gelişmeler var. Kaldı ki AKP-MHP koalisyonu sınırsız bir güce sahip de değil. Ellerinde merkezileşen tüm güce rağmen gümbür gümbür bir şekilde “Evet” geliyor diyememeleri de bunun kanıtı.
4
DÜNYA
ABD: TEMYİZ MAHKEMESİ MÜSLÜMAN ÜLKELERE YÖNELİK YASAĞI DURDURDU
AVUSTURYA: BAŞÖRTÜSÜ YASAĞINA HAYIR!
Radikal ırkçılığın merkez üssünde mücadele var.
Viyana’da dört bin kadın, başörtüsüne kısmi yasak getiren yasa tasarısını protesto etti. "Başörtüsü yasağına hayır", "Benim vücudum, Benim seçimim", pankartlarıyla yürüyen kadınlara, devrimci sosyalistler destek verdi. Yürüyüşü düzenleyen Müslüman Sivil Toplum Ağı’nın aktivisti Nasfiye Yunusi “İçerdiği kısmi başörtüsü yasağı ile kabul gören yeni yasa tasarısı, azınlıkları ikinci sınıf vatandaş statüsüne düşürmekle kalmıyor, aynı zamanda Avusturya'da yaşayan Müslüman azınlığı, özellikle de kadınları toplumun ve sosyal yaşantının dışına itiyor" diye konuştu.
New Yorklu Yemenliler vize yasağını protesto etti. ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ
fiki Suudi Arabistan yönetiyor.
ABD Başkanı Donald Trump’ın nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu yedi ülkeden gelenlerin ABD’ye girişini yasakladığı başkanlık kararnamesi pek çok yargıcın karara itiraz etmesinin ardından dondurulmuştu. ABD Adalet Bakanlığı’nın Temyiz Mahkemesine yaptığı kararın uygulanmaya devam edilmesi yönündeki itiraz kabul edilmedi. Mahkeme hem Adalet Bakanlığı’na hem de yasağa karşı çıkan Washington ve Minnesota eyalet yönetimlerine mahkemeye belge sunmaları için Pazartesi günü öğlen saatlerine kadar süre verdi.
Suriye: Karşı devrimin kıyımı yüz binlerce insanın canına mal oldu. Suriye halkı bir yandan Beşar Esad ve müttefiklerinin intikam almaya yönelik şiddetine diğer yandan IŞİD’in terörüne maruz kaldı. Şimdi buna Batı’nın ve Rusya’nın bombardımanı da eklendi.
ABD bombaladığı ülkelerden gelen mültecileri engelliyor Trump’ın yasağının kapsadığı ülkeler ABD bombalarının hedefi olan, ABD ordusu tarafından harap edilen ülkeler. Bu ülkelerde yaşayan milyonlarca insanın mülteci olmasının temel sebebi de ABD’nin askeri müdahalesi. Yemen: Geçtiğimiz Pazar günü ABD tarafından ülkede yapılan, füzelerin ve helikopterlerin kullanıldığı bir baskında en az on kadın ve çocuk öldürüldü. Yemen’e yapılan askeri müdahalede iki yılda, yaklaşık yarısı sivillerden oluşan 10.000 kişi öldürüldü. Yemen’deki savaşı ABD’nin mütte-
Sudan: Ülkenin başkanı Ömer El-Beşir’in etnik temizlik politikaları ve vahşi rejimi nedeniyle dünyadaki mültecilerin önemli bir kısmının kaynağını oluşturuyor. Bu yıla kadar ABD bu ülkeye yaptırım uyguluyordu ancak El-Beşir’in rejimini ABD’nin “terör karşıtı” operasyonlarında yanına alabilmek için Barack Obama bu yaptırımları iptal etti. Somali: ABD Somali’yi cehenneme çevirmek için on yıl harcadı. Önce ülkedeki diktatör General Muhammed Siad Barre’yi destekledi, sonra doğrudan ülkeyi işgal etti. Daha sonra ise ülkeyi işgal eden Etiyopya güçlerini destekledi. Libya: 2011 yılında ülkedeki diktatör Muammer Kaddafi’ye karşı patlak veren isyan, Irak’taki yenilgisinin ardından bölgeye geri dönmek isteyen Batı tarafından çalındı. İsyan Kaddafi’ye karşı gerçek bir alternatifi temsil ediyordu. Batı’nın askeri müdahalesi ise
kısa sürede dağılan bir kukla rejim kurmaktan öteye gidemedi. Bugün Libya’ya birbiriyle savaşan rakip devletçikler ve milisler hükmediyor. Onlardan bazıları AB’nin sınır politikaları nedeniyle insan kaçakçılarının eline düşen mültecilerin ülkeden çıkmasını engellemeleri karşılığında AB’den para alıyorlar. İran: Trump’ın yasağı İran-ABD arasında yavaşça gelişen ilişkilerin seyrini tersine çevirdi. On yıldan uzun bir süredir İran’a karşı uygulanan yaptırımlar yoksulların hayatını zorlaştırmış ve sürekli gündemde tutulan savaş tehdidi işlerin daha da kötüleşmesine neden olmuştu. İran devletleri ve onun milisleri muhalifleri hapse atıyor, işkence yapıyor ve öldürüyor. Rejim 2008 yılındaki muhalif bir kitle hareketini zorla bastırmıştı. Irak: ABD ve Britanya ordusu ile Irak ordusu ve çeşitli mezhepçi milisler Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’u IŞİD’den almak için savaşıyorlar. Çatışmalarda şu ana kadar 1000’den fazla insan ölürken Birleşmiş Milletler’e göre ölenlerin yarıdan fazlası sivildi. ABD’nin uyguladığı yaptırımlar ve 2003 yılındaki işgal bir milyondan fazla Iraklının öldürülmesine neden oldu ve Irak toplumunu bugün de devam eden şiddet dolu bir çöküşe sürükledi.
Basın açıklamasının ardından protestocular, “Bakan, elini kız kardeşimin üzerinden çek", “Benim vücudum, benim seçimim" sloganları atarak, Dışişleri ve Entegrasyon Bakanlığının da bulunduğu Azınlıklar Meydanı'na yürüdü. Göstericiler burada Dışişleri ve Entegrasyon Bakanı Sebastian Kurz'u, uyum yasası kapsamında hükûmet programına dahil ettiği burka ve kısmı başörtüsü yasağı nedeniyle protesto etti.
ROMANYA’DA HALK YOLSUZLUĞA AF YASASINI ENGELLEDİ Romanya’da 4 Ocak 2017’de Başbakanlık görevine gelen Sorin Grindeanu’nun başkanlık ettiği hükümetin ülkedeki hapishanelerin kalabalık olması ve bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden ceza almamak için reform yapılması bahanesiyle öne sürdüğü yasa değişiklikleri toplumun geniş kesimlerinin tepkisiyle karşılaştı. Yasaya karşı çıkanlar bu yasayla hükümette yolsuzluk yapmanın suç olmaktan çıkarıldığını ve daha önce bu suçtan ceza alanlarla hâlâ bu suçtan yargılananlara af getirdiğini vurguladılar. Yasa değişikliği, iktidarın kötüye kullanımı durumunda eğer yolsuzluk yapılan miktar ancak 200.000 lei’yi (Romanya para birimi) geçiyorsa hapis cezası öngörüyordu. 18 Ocak günü 5.000 kişi sokaklara çıkarken, ülkede yolsuzluğa tepki göstererek sokağa çıkanların sayısı hızla arttı. 5 Şubat’ta yapılan eylemlere ülke genelinde 600.000 kişi katıldı, böylece bu eylemler 1989’da ülkedeki diktatör Çavuşesku’nun devrildiği dönemde yapılan gösterilerden sonra gerçekleşen en büyük eylemler oldu. Sonuçta hükümet yasayı geri çektiğini ilan etse de Pazar günü yapılan gösterideki talepler yasanın çekilmesinden fazlasını içeriyordu. Göstericiler Adalet Bakanı’nın istifasını, Kabine’nin istifasını ve yeniden seçimlere gidilmesini talep ediyorlar. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2016 yılında yayınladığı Yolsuzluk Algısı listesine göre Romanya Avrupa Birliği içinde yolsuzluğun en yaygın olduğu beşinci ülke.
RÖPORTAJ 5
TRUMP’A KARŞI ENTERNASYONAL MÜCADELE Trump karşıtı gösteriler tüm hızıyla sürerken, dünyanın farklı yerlerinde sokağa çıkan hareketin içinde yer alan sosyalist aktivistlere görüşlerini sorduk:
Londra'da 40 bin Trump'ı ve Başbakan Theresa May'i protesto ediyor.
Alex Callinicos (Sosyalist İşçi Partisi, İngiltere): Donald Trump’la ilgili sorun yalnızca başına buyruk olmasıyla ilgili değil; krizin tüm politik yapıları istikrarsızlaştırmasının bir yansıması olarak görülmeli. Dünya nüfusunun çoğunluğu için sorun cinsiyetçi, ırkçı, emperyalist olması ve gerici politikaları. Egemen sınıfların bakış açısından, Trump, ABD’nin inşa ettiği “uluslararası liberal düzen”e karşı duruyor ve onu istikrarsızlaştırıyor. Obama’nın da rekor sayıda mülteciyi sınır dışı ettiğini ve bu konuda bir devamlılık olduğunu söyleyebilirsiniz; ancak yine de çok daha bariz bir biçimde ırkçı ve “düşüncesiz” siyasi tavrı da egemen sınıf açısından bir sorun. Yetkisi olmayan konularda bile “başkanlık emri” kullanmaya çalışıyor. Amerikan egemen sınıfı, büyük şirketler ve bankalar, bir yandan onun yaptıklarından rahatsızlık duyuyorlar ve bununla nasıl başa çıkacaklarını bilmiyorlar; ancak diğer yandan da yaptıkları (mali teşvik, finansal serbestlik ve vergi indirimleri) sayesinde para kazanmayı umuyorlar. Trump bunlarla Amerikan kapitalizminin kısa vadedeki acil ihtiyaçlarına sesleniyor ve onlara zenginlik vadediyor. ABD işçi sınıfına, siyahlara, LGBTİ+ bireylere ve tüm ezilenlere karşı ise genel bir savaş açmış durumda ve tüm kazanımlarını geri almak istiyor. Bir yandan da, Trump’ın yaptıkları, savaş karşıtı hareketten beri gördüğümüz en büyük kitlesel mücadelenin potansiyelini ortaya çıkardı. ABD’deki 21 Ocak gösterilerinin boyutu etkileyiciydi. İngiltere’de iki haftadır gösteriler sürüyor. Bu dinamik, Avrupa’da içinde bulunduğumuz ırkçılık karşıtı hareketleri yeni bir seviyeye taşıyabilir. John Molyneux (Sosyalist İşçi Partisi, İrlanda): Trump fenomeni ve ona karşı direniş, uluslararası düzeyde
gerçekleşmekte olan kutuplaşmayı gösteriyor. İrlanda’daki istikrarsızlaştırma efekti şöyle oldu: Başbakan Enda Kenny, önce Trump’ı ülkeye davet etmek istediğini söyledi. Bir gün sonra ise bunu reddetti. Kuzey İrlanda’da ise eski başbakanlar Arlene Fosterve Martin McGuinness’in benzer bir girişimde bulundukları ortaya çıktıktan sonra, SinnFein (McGuinness’in partisi) bundan geri adım atmak zorunda kaldı. Dolayısıyla hükümetler ne yapacaklarını bilmez hâldeler. Trump’a karşı direnişi, ABD’de daha önceden var olan Occupy hareketi, yerlilerin Standing Rock direnişi ve Siyahların Hayatı Önemlidir eylemleriyle birlikte düşünürsek, ciddi bir radikalleşmenin olduğunu söyleyebiliriz. Bu örgütlü bir forma henüz bürünmese de, özellikle gençler arasında güçlü bir sol gelişiyor. Trump göreve başladığında, İrlanda’da solun başını çektiği bir gösteri düzenlendi ve yüzlerce kişi buna katıldı. Asıl olarak sosyal medyadan örgütlenen kadın yürüyüşü ise 5 bin kişiyi sokağa çıkardı. Seyahat yasağı getirildiğinde ise başını çektiğimiz Irkçılığa Karşı Birleş kampanyası, Dublin’de binden fazla kişiyle birlikte ABD Konsolosluğu önüne yürüdü. Eylemlerde herkesin birbirine sahip çıkması gerektiğinin vurgulandığı bir birlik havası hakimdi. Carolyn Egan (Enternasyonal Sosyalistler, Kanada): Washington’daki gösteriye katılan yoldaşlarımız, beklenenin çok üstünde katılımın, eylemde yer alan herkese inanılmaz bir güven aşıladığını aktarıyorlar. İnsanlar, umutsuzluk hâlinden çıktılar ve Trump’a karşı kendileri gibi mücadele etmek isteyen ne kadar büyük bir kalabalık olduğunu gördüler. İlk günkü gösterilerin etkisi, devam eden eylemler ve kalabalık toplantılar ile sürüyor.
Kanada’da, Toronto’da 60 bin kişilik, oldukça büyük bir gösteri gerçekleşti. Mitingde sendikal hareketten, siyahlardan ve Müslüman toplumundan temsilciler çok iyi konuşmalar yaptılar. ABD’de 21 Ocak’tan bir hafta sonra seyahat yasağına karşı havaalanlarında başlayan kendiliğinden eylemler, iki haftadır sürekli protestoların devam etmesi ve bunun sonunda Trump’a bazı konularda geri adım attırılabilmesi, aktivistler arasında mücadele edildiğinde kazanımların geleceği hissiyatını güçlendirdi. Bütün bunlar çok heyecan verici. Ancak hareket içerisinde hangi politikaların kazanacağı da önemli. Birçok insan avukatlara veya Demokrat Parti’ye güvenemeyeceklerini ve sokakta olmaya devam etmeleri gerektiğini düşünüyor. Çok dinamik bir durumla karşı karşıyayız, CNN’de bunun Vietnam savaşı döneminden beri görülen en büyük hareket olduğu ifade ediliyor. Büyüleyici bir dönemden geçiyoruz. Panos Garganas (Sosyalist İşçi Partisi, Yunanistan) Syriza liderliği değil ancak hükümetteki ortakları, Trump’tan oldukça memnun ve onun Ortadoğu politikalarının Yunanistan’ın çıkarlarına uygun olacağını söylüyorlar. 18 Mart’ta birçok ülkede mültecilerle dayanışmak için yapacağımız ırkçılık karşıtı eylemler, Donald Trump’ın gelişinden sonra daha da büyük önem kazandı. Avrupa’daki siyasetçiler kendilerini Trump’tan ayrıştırmaya çalışıp “medeni” olarak sunsalar da, ırkçılık Avrupa’da da gündemde olmaya devam ediyor. Malta’daki son Avrupa Birliği zirvesinde gündem, Libya’dan Akdeniz yoluyla Avrupa’ya geçen göçmenleri durdurma planlarıydı. 18 Mart’taki eylemlerde Avrupa’da da güçlü bir ırkçılık karşıtı hareket olduğunu gösterirsek, bu ABD’de sokağa çıkan insanlara da en iyi destek olacaktır.
6 GÜNDEM
EŞİTSİZ HAYATA DA AŞKA DA HAYIR!
KADINLAR DÜNYAYI Y
OHAL'de gerçekleşen kitlesel kadın mücadelesi nefes aldırıyor.
Bu yıl 8 Mart, küresel çapta Trumpgiller saldırdıkça karşısında direnişin yükseldiği iklimin, Türkiye’de de referandum sürecinin tam ortasında. Son iki yıldır 8 Mart gösterilerinin Türkiye’de demokrasi ve özgürlük için mücadele eden herkese nefes aldıran etkisi ortadayken, bu yılki gösterilerin daha da önemli bir rolü olacak. Farklı talepleri birleştiren, sokaklara yayılmaya çalışılan tedirginlik havasını silip süpüren, sahip olduğumuz gücü bize hatırlatan, referandum yaklaştıkça muhtemelen kızışacak olan, iktidarın ateşlediği bazı muhalif kesimlerin de körükle karşıladığı kutuplaşmayı söndüren bir etkisi olabilir. Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu’nun bu sene 8 Mart’ı bütün kadınların yan yana geleceği bir kampanya olarak örgütlenmesi çağrısı, bu yüzden çok önemli. Geçen haftasonu bu çağrıyla bir araya gelen yaklaşık iki yüz kadın, hayatlarımıza ve kazanımlarımıza sahip çıkmak için güçlü bir başlangıç yaptı. “Kadınlar Birlikte Güçlü” şiarıyla yola çıkan kadınlar, her daim boca edilen cinsiyetçi söyleme, kadın cinayetlerine, her alandaki eşitsizliğe, şiddete, tacize, tecavüze, istismara, evde, ailede, sokakta, işte, okulda, mecliste, medyada üretilen kadın düşmanlığına karşı Şubat ayı boyunca çeşitli etkinlikler yaparak, 8 Mart’a hazırlanmayı planlıyor. Kadınlar 14 Şubat’ta 19:30’da Beşiktaş’ta buluşacak. Cinsiyetçiliği yeniden üreten ‘sevgililer günü’ne karşı, ‘eşitlik olmadan sevgi olmaz’, ‘sahte sevginize hayır’ gibi sloganlarla yan yana gelinecek. Kadınların mücadele takviminde, Şubat ayının sonunda farklı illerde eş zamanlı gösteriler yapmak ve Mart ayında tüm Türkiye’den kadınları biraraya getirecek bir konferans örgütlemek var. 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nün çağrısı ise yapılmaya başlandı bile. Haftasonu gerçekleştirilmesi planlanan mitingin yanı sıra, her yıl olduğu gibi gece yürüyüşü de yapılacak. Kadınlar 8 Mart Çarşamba 19:30’da Beyoğlu’da buluşmaya çağırıyor.
Kadınların yürüyüşü, Washington. MELTEM ORAL
mücadelesinde deneyimliyoruz.
Yeni ABD Başkanı trilyoner Trump’ın cinsiyetçiliğine karşı
Kadınlar OHAL koşullarındaki eylem yasaklarını, kitlesellikleriyle ve azimleriyle delmekle kalmadılar. Aynı zamanda her kadın eylemi çatışma koşullarında barışın ve çözümün gerekliliğinin binler tarafından haykırıldığı gösteriler oldu. Üstelik hangi koşulda olursak olalım mücadele edersek kazanabileceğimizi geçen aylarda istismar yasasına karşı yapılan kitlesel eylemlerle gördük. Hükümetin geçirmekte çok kararlı olduğu yasa, sokak gösterilerinin gücü ve kadınların taleplerinin bizi sıkıştırmaya çalıştıkları kutuplaşmayı alaşağı eden karakteri sayesinde püskürtüldü.
dünyanın birçok kentinde sokağa çıkan milyonlarca kadın, içinden geçtiğimiz istikrarsızlık koşullarında kadın özgürlüğü mücadelesinin belirleyici faktörlerden birisi olduğunu gösterdi. Egemen sınıfların küresel istikrarsızlık karşısında çözüm olarak gördüğü baskıcı politikalar, kadınların kazanılmış haklarına saldırırken, otoriter siyasetin muhafazakar dili cinsiyetçiliği körüklüyor. Ancak kadınların Trumpgillerin ayrımcı söylemlerini işitmeye ve haklarından taviz vermeye hiç niyeti yok. Kürtaj hakkı için kadınların sokaklara taştığı ve hükümete geri adım attırılan Polonya, yine kürtaj hakkı için son on yılın en büyük yürüyüşünün gerçekleştiği İrlanda, eşit işe eşit ücret için kadınların iş bıraktığı İzlanda geçen yılın kitlesel kadın eylemlerinden sadece birkaçıydı. ABD merkezli büyük kadın yürüyüşü ise, Washington 500 bin, New York 400 bin, Chicago 250 bin gibi yüzbinlerle ifade edilen rakamlara ulaşarak dünya çapında birikten kadın öfkesinin şimdilik sokağa taşan zirvesi oldu. İrlanda’da kadınlar 8 Mart’ta kürtaj hakkı için greve gitmeye hazırlanıyor. Kadın eylemleri, tüm dünyada hayatlarımıza yönelik her türlü saldırıya karşı öfkemizi ve kararlılığımızı ortaya koyduğumuz mücadele zeminleri aynı zamanda. Bunu Türkiye’de özellikle son yıllarda farklı bir ivme kazanan kadın
8 Mart neden önemli? Kuşkusuz kadınların kendi sözü var. Her yıl kadınların, kadın oldukları için uğradıkları gündelik veya genel baskılara karşı tepkisinin adresi olan 8 Mart, öncelikli olarak bu sözün dillendirileceği bir alan. Diğer yandan özgürlüklerin ve demokratik hakların kısıtlandığı son dönemin siyasi iklimi, kadınların hayatlarını da hedef alıyor. Daha önce kazanılan yasal hakların geriye döndürülmesi kadar savaşın yarattığı tahribat, OHAL kararnameleriyle işten çıkarmalar, derneklerin kapatılması, mülteci politikaları gibi bir dizi adım kadınlarla doğrudan ilgili. Dolayısıyla kadınların talepleri aynı zamanda demokrasi mücadelesinin bir parçası. Yaz aylarında yayınlanan Boşanma Komisyonu Raporu, nafaka, miras, boşanma gibi konularda 2001’deki medeni
GÜNDEM 7
YERİNDEN OYNATACAK
GÖRÜŞ Roni Margulies
YENİ BİR HAREKET DOĞARKEN Amerikan egemen sınıfı beni şaşırttı doğrusu. Trump’ın başkan olmasına izin vereceklerini hiç düşünmüyordum. Seçimlerde yasal bir yolunu bulup Cumhuriyetçi Parti adayı olmasını engellemelerini ya da aday olduktan sonra adamın geçmişinde karanlık skandallar bulup seçilememesini sağlamalarını bekliyordum. Niye bekliyordum? Amerika’da aşırı sağcı salaklar seçilmemiş midir? Elbette seçilmiştir. Reagan da, oğul Bush da kafası çalışmayan aşırı sağcı salaklardı. Ama Reagan, Amerika politika sahnesinde pişmiş, ne yapıp ne yapamayacağını bilen, kontrol edilebilir bir salaktı. Küçük Bush ise, tüm aptallığına rağmen, Amerikan egemen sınıfının önde gelen ailelerinden birinin oğlu olarak kendisine verilen talimatları anlayabilen bir adamdı. Trump farklı. Düşünceleri, ırkçılığı, cinsiyetçiliği, İslam düşmanlığı, azgın milliyetçiliği değil farklı olan. Bunların hepsi Amerikan egemenlerinin şöyle veya böyle paylaştığı şeyler. Obama’nın da bu konularda pek farklı düşünceleri olduğunu sanmam. Irkçı değildi belki; ama Obama’nın iki dönem başkanlığı sonucunda Amerika’da siyahların hayatında en ufak bir değişiklik olmadı. Hilary Clinton’ın da bu konularda Trump’tan farklı düşünceleri olduğunu sanmam. Kuşkusuz Clinton başkan olsaydı, o da İslamofobik politikalar uygulamaya devam edecekti. Ama ani bir kararla yedi Müslüman ülkenin vatandaşlarını hedef almak ve böylece hem dünyada hem bizzat Amerika’da faşistler hariç herkesin tepkisini çekmek Trump’a özgü bir davranış.
kanun’la kazanılan bir dizi hakkı kadınların aleyhine yeniden düzenlemeyi öneriyordu. Yine bu süreçte yürürlüğe giren kiralık işçi uygulaması, aile ve çocuk bakımı omuzlarına yüklenen işçi kadınları, çalışma hayatında dezavantajlı kılıyor. OHAL kararnameleri, uzun süredir varolan kamu sektörünü güvencesizleştirilme ve daraltılma isteğini hayata geçirmenin bir vesilesi oldu. OHAL fırsatçılığıyla, maliyetleri düşürmek için iş yerlerinden eleman çıkarmanın aracına dönüşen süreçte, kadınlar ilk gözden çıkartılanlar oluyor. Bu süreçte işsiz kaldığı için temizlik işçiliğine başlayan bir kadın, çalışırken camdan düşerek öldü. Emeklilik zamanı geldiğinde atılan kadınların tüm hakları gaspedildi. İki haftadır Kadıköy’de, KHK’yla işten atılan Betül Celep’in başlattığı direniş, OHAL mağduriyeti yaşayan tüm kadınların ortak sesi oldu. Hakların kısıtlandığı her durum, kadınları ‘kadın’ olarak ayrıca etkiliyor. Süreklileşmiş OHAL koşullarını dayatan anayasa değişikliği teklifinin, bu etkiyi katmerlendireceğini tahmin etmek zor değil. Bu yüzden önümüzdeki 8 Mart, ‘anne olmayan yarım kadındır’ söylemlerine, kadın haklarının tırpanlanmasına, geceleri kadınlar için ‘tekinsiz’ kılanlara, cezasız şiddete, tecavüze ve çatışmanın, OHAL’in, otoriterliğin hayatlarımızdan çalmaya çalıştığı her şeye karşı eşitlik, özgürlük ve demokrasi taleplerinin ortak mücadelesi olabilir.
2016’DA EN AZ 261 KADIN ÖLDÜRÜLDÜ Geçen yılın kadın cinayetlerine dair rapor yayınlandı. Her ay medyaya yansıyan haberlere dayanarak, kadın cinayetlerinin çetelesini tutan bianet’in geçen yıla dair genel değelendirmesinin yer aldığı rapora göre; 2016’da her dört kadından biri boşanmak istediği için öldürüldü. Cinayetler yüzde 10’dan fazlası sokak, alışveriş merkezleri gibi kamusal alanlarda gerçekleştirildi. Kadınlar en çok, sırasıyla kocaları, eski partnerleri, akrabaları ve sevgilileri tarafından öldürüldü. Katiller arasında cezaevinden kaçan veya izinle çıkarak cinayet işleyenler de var. Geçen yıllardan bildiğimiz gibi, pek çok kadın şikayet etmiş olmasına veya koruma kararına rağmen öldürüldü. En az 417 kız çocuğunun yarısından fazlası öğretmeni tarafından istismara uğradı. Bilindiği kadarıyla 6 Suriyeli kadın öldürüldü. 2016’da öldürülen 261 kadının yanı sıra, 31 tane faili meçhul kadın cinayeti gerçekleşti. Şiddete karşı hayatlarını korumaya çalışan ve bu yüzden cezaevinde olan kadınların sayısı 2016’da arttı. Bu kadınlardan Yasemin Çakal’ın davası, 9 Şubat’ta gerçekleşecek duruşmayla devam edecek.
Bill Clinton’ın kadınlar hakkında ne düşündüğü herkesin malumuydu. Ama durum ortaya çıktığında, Clinton özür diledi. Trump ise düşüncelerini göğsünü gere gere ilan ediyor; bütün kadınları küçümsemekten, düşman etmekten zerre kadar rahatsız olmuyor. Amerikan egemen sınıfı kâr hırsı ile korku arasında sıkışmış durumda. Trump vergi oranlarını düşüreceğini ilan ettiğinde zenginlerin gözleri parlıyor. Ama aynı zamanda Trump’ın tüm ırkçılık/cinsiyetçilik/homofobi/savaş karşıtlarını seferber etmekte olduğunu görüyorlar, korkudan ödleri patlıyor. Kâr hırsı hakkında bir diyeceğim yok, ama korkmakta haklılar. Trump’ın başkan olduğu gün dünyanın 670 şehrinde yaklaşık beş milyon kişi gösteri yaptı. Örneğin, Londra’da o gün 100 bin kişi, geçen hafta Pazartesi günü 50 bin kişi ve geçen Cumartesi 40 bin kişi sokaklardaydı. Dünya çapında böyle devasa rakamların seferber olması en son 15 şubat 2003’te Irak savaşına karşı gerçekleşmişti. Ve ardından muazzam bir savaş karşıtı hareket doğmuştu. Emin olamayız henüz. Ama bugün yeniden dünya çapında bir hareketin, üstelik daha geniş kapsamlı, sadece savaşı değil bizzat sistemin kendisini hedef alan bir hareketin doğumuna tanık olduğumuzu hissediyorum.
8
GELENEK 1917-2017 EKİM DEVRİMİ
İŞÇİLER BASKICI ÇARLIK REJİMİNE NASIL SON VERDİ?
Şubat 1917, işçiler Çar'ın sarayını kuşatıyor. Z.SONER DINÇ
100 yıl önce tam da bugünlerde Rusya’da muazzam kitlesel bir hareketlilik dönemi yaşanıyordu. 1917 yılının, Rusya’da kullanılan takvime göre 23 Şubat’ında, Gregoryen takvimine göre ise 8 Mart’ında güne özel bir eylem planı yapılıyordu. Dünya Emekçi Kadınlar Günü için diğer yıllarda olduğu gibi toplantılar, yürüyüşler vb. şeylerin yapılması planlanıyordu. Çok kanlı bir biçimde devam etmekte olan Dünya Savaşı’nın kasveti ve siyasal anlamda gerginliği hemen herkesin üzerinde hissediliyor, siyasal alan savaşın yaydığı tedirgin ve gergin ruh hali tarafından domine ediliyordu. 23 Şubat eyleminin ana örgütleyicisi olan komite, sakin bir eylem olabilmesi, grev çağrısı gibi ‘radikal’ durumların oluşmaması için özen gösteriyordu.Henüz böylesi bir çatışmalı döneme girmek için uygun bir dönem olmadığı konusunda bir uzlaşı vardı, ayrıca savaş durumundaki ordunun çok sert ve kanlı bir biçimde yanıt vereceği de rahatlıkla kestirebilir bir şeydi. Devrimin kökenleri Kadınlar Günü eylemi öncesinde genel hava ve beklenti böyle olsa da, eylem günü pek çok kimsenin beklemediği siyasal gelişmeler yaşandı. Başını tekstil işçilerinin çektiği on binlerce işçi iş bıraktı ve çeşitli iş kollarındaki işçilere de grevle dayanışma çağrısı yaptı. Sonu gelmeyen ekmek kuyrukları, üç yıldır süren kanlı Dünya Savaşı, yoksulluk, ezilmişlik… gibi çok çeşitli nedenler bir araya gelince, herkesi etkileyen koşulların yakıcı tetikleyiciğiliyle aşağıdan yükselen bir isyan dalgası oluştu. Greve çı-
kanların sayısı kadın ve erkeklerden oluşan 90 bin kişilik bir kitleye ulaştı, Petersburg varoşlarında ve çeşitli yerlerde çatışmalar yaşandı. “Ekmek istiyoruz” talebi ana talepti, Rus Duma’sına doğru yürüyüşe geçen kitle son derece siyasallaşmış bir kitleydi, yalnızca bununla yetinmedi, bu ana talebin yanında otokrasiye ve savaşa karşı olduklarını da belirten pankartlar ortaya çıkmıştı, ‘ekmek’ oldukça bereketliydi… Kadınlar Günü hareketliliğinin ve haliyle kadın eylemcilerin başını çektiği gün, herkesin tedirgin olduğu herhangi bir büyük saldırıya maruz kalmadı, gün coşkulu ve son derece politik bir biçimde kutlandı, sonrasında gelecek dalganın ilk işaretleriydi. Ertesi gün sokakların geri çekilmesi bir yana, daha da hareketlenmeye başladı, kadınların kararlı mücadelesi, mücadele içindeki herkese esaslı bir cesaret ve moral kaynağı olmuştu: Petrograd sanayi işçilerinin neredeyse yarısı (bir rapora göre 150 binden fazla, 131 işletme/fabrika) greve gitmişti, her zaman olduğu gibi sabah erken saatlerde fabrikalarına gelmiş, ancak bu sefer başka türlü bir ‘iş’e koyulmuşlardı. Fabrika alanları miting alanına dönüşmüştü ve hep birlikte kent merkezlerine doğru yürüyüşe geçmişlerdi. En baştaki slogan yine “Ekmek”ti, ancak “Kahrolsun otokrasi” ve “Kahrolsun savaş” sloganları da kitlesel bir biçimde karşılık bulmuştu: Ekmek gibi ‘sıradan’ bir talep ile başlayan bir siyasal hareketin içinden, Çarlık rejimine ve rejimin bir parçası olduğu Dünya Savaşı’na karşı yönelen bir öfke patlaması yaşanmıştı, böylesi bir noktadan bu büyük siyasi noktaya gelineceği önceden kimse-
nin kestiremeyeceği, ancak kitle hareketinin içinde kendine zemin bulabilecek olan bir durumdu. Kentte devasa eylemlerin üçüncü gününde Çar’dan sert bir emir geldi ve o ana değin kitlenin üzerine ateş etme konusunda ‘gönülsüz’ olan ordu bu kez ateş etmeye başladı, aralarında Bolşevik Partisi üyelerinin de olduğu 100’e yakın insan o akşam tutuklandı. İlk bakışta Çar/rejim kazanmış gibiydi, ancak ülkenin dört bir yanına yayılan huzursuzluk askerler arasında da yaygındı, askerler kendi aralarında yaptıkları tartışmalar sonrasında bir daha kitlelerin üzerine ateş açmayacağız kararı almışlardı, Çar’ın emrine uymama kararı radikal bir karardı ve bu önemli bir kırılma anına işaret ediyordu. Hatta öyle ki kışlalarını terk edip, eylemlere katılan on binlerce asker olduğu, kalanların bile Çar’ın işçilere saldırın emrini uygulamak konusunda en azından isteksiz oldukları görülmekteydi diye yazar dönemin tarihçileri. Bu koşullar altında 28 Şubat’a gelindiğinde, Çarlık rejiminin askerleri teslim olmuş ve tutuklananların tutulduğu kaleler, kan dökülmeden alınmıştı. Kendiliğinden bir hareket Şubat Devrimi çok uzun yılların birikimiyle oluşan siyasal öfkenin açığa çıktığı bir andır. Çarlık rejimini/Romanov hanedanlığını tarihin çöplüğüne gönderen 1917 Şubat Devrimi, en başta savaşın sebep olduğu ekonomik koşullar altında yoksul emekçilerin, ödenen bedelin paylaşımında açıkça görülen eşitsizliğe karşı topyekûn çileden çıkan bir halkın kendiliğinden isyanıydı.
Devrimci süreç aynı zamanda Çarlık otokrasisi değil başka türlü bir yönetim modeli arzulayan binlerin kolektif eylemiydi. Fabrikalardan ve temsil edilmesini istenen her iş alanından her görüşe temsilcileri müthiş bir çeşitlilikle barındıran sovyetlere uzanan çoğulluk durumu bugünün dünyası için de oldukça kıymetli siyasal imkanlar sunmaktadır. Lenin, Troçki gibi Sovyet Devrim tarihinde merkezi öneme sahip isimler mücadele içinde öne çıkmış olmalarına rağmen, asıl belirleyici olan yapının ne olduğu herhangi bir şüphe yaratmayacak kadar açıktır: İşçi sınıfının kitlesel eylemliliği. Devrimci parti işçi sınıfının siyasal hareketleri karşısında onunla birlikte hareket ederek Şubat Devrimi özelinde tahtı devirmişti. Troçki Rus Devriminin Tarihi’nde; Tony Cliff Rus Devrimi Tarihi için eşsiz bir kaynak olan Lenin seri kitaplarında ve Edward Carr üç ciltlik Bolşevik Devrimi kitaplarında, büyük Ekim Devrimi’nin bir anlamıyla habercisi olması bakımından da, Şubat Devrimini detaylı olarak ele alır ve önemini ısrarla vurgularlar. Vurgulardaki ortak nokta Şubat’ın son derece aşağıdan ve işçi sınıfının içinden yükselen bir devrimci dalga olduğudur. 100 yıl sonra bile bu vurgu hala kıymetini korumakta, işçi sınıfı içinden yükselen ‘sıradan’ tepkilerin içinde potansiyel olarak ‘büyük’ siyasal iddiaların daima barındığını göstermektedir. Dünyayı değiştirme potansiyeli de denilebilecek olan bu siyasal güç ve miras, sahip çıkılması gereken bir geçmişe olduğu kadar, aynı zamanda ondan daha çok başka türlü bir geleceğe de hitap etmektedir.
İŞÇİNİN SESİ
BANKALARI BES-LEME! İşçilerin emeklilik hakkını yöneltilen saldırıya karşı kampanya başladı. Yılbaşında yürürlüğe giren zorunlu
Emeklilik hakları saldırı altında Türkiye 1980 darbesiyle yeni-liberal düzene uyumlu hâle getirilirken, emeklilik haklarına kapsamlı kısıtlamalar getirildi. Emeklilik ücretleri düşürüldü. Emeklilik yaşları kademeli olarak yükseltildi. Sosyal Güvenlik Kurumu’nda yapılan değişikliklerle de sosyal güvenliğin özelleştirilmesinin yolu açıldı. Bireysel Emeklilik Sistemi, özel sigorta sistemi olarak 2001 yılında gönüllülük esasına dayalı hayata geçirildi. 2016 yılına kadar 6,4 milyonun üzerinde katılımcıya ulaştı. Yapılan yeni düzenlemeyle de gönüllülük esasından “zorunlu” hâle getirilerek piyasaya açıldı. Çalışandan alıp sermayeye vermek Emeklilik sistemi işçi sınıfının en temel kazanımlarından biri. Bütçedeki en büyük kalemi oluşturan emeklilik giderleri, giderek artış gösteren yaşlı nüfusun hayat standartlarının korunması açısından da önemli. Bu nedenle emeklilik hakları tüm dünyada kesintiler ve kapsamlı kısıtlamalarla saldırı altında. Dünya Bankası tarafından 1994 yılından beri yayınlanmakta olan Yaşlılık Krizini Engelleme raporu yeni emeklilik sistemindeki ilkelerin belirlenmesinde önemli rol oynamakta. Buna göre emeklilik sisteminin özelleştirilmesi, riskin bireyselleştirilmesi yoluyla, sermayenin aşağıdan
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
SENDİKALAR TOPLU ÇIKIŞI ÖRGÜTLEMELİDİR İşverenler krizden çıkmak ve bunun faturasını bir şekilde emekçilere ödetmek için çeşitli planlar yapıyorlar. 1 Ocak’ta yürürlüğe giren Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) de bunlardan birisi.
BES uygulamasında ilk ödemeler 1 Şubat’ta yapıldı. 6740 sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu’na eklenen 2. ek madde ile kamu ve özel sektörde çalışanların 1 Ocak 2017 tarihinden itibaren işverenlerin bireysel emeklilik sözleşmesiyle emeklilik planına dâhil edilmesi zorunla hâle getirildi. Bireyse Emeklilik Sistemi'nde (BES) ilk etapta bin kişi ve daha fazla çalışanı olan özel işletmeler sisteme dâhil edilecek. Ardından 1 Nisan 2017 tarihinde, memurlar ve 250-1000 arası çalışanı olan özel işletmeler sisteme katılacak. Ocak 2019 tarihine kadar devam edecek kademeli geçiş ile birlikte 14 milyon çalışan sisteme dâhil edilecek. Sistemde kalmak istemeyenler, iki ay içerisinde cayma hakkına sahipler, ancak tekrar girmek istediklerinde iki yıl beklemek durumundalar. 1972 ve üstü doğumlu çalışanların dâhil olduğu sisteme göre; en düşük prim aylık 53 TL olacak şekilde çalışanın toplam prime esas kazancın %3’ü kesilerek (ilgili kanunda Bakanlar Kurulu’nun %3 primi yükseltme yetkisi de var) işverenin belirlediği bir şirkete aktarılacak.
9
3 ay önce Şili'de yarım milyon insan bireysel emeklik sisteminin kaldırılması için sokaklara dökülmüştü.
yukarıya doğru yeniden dağıtımı hedeflenmekte. Bireysel emeklilik sistemi uygulamaları ilk kez Güney Amerika ülkelerinde görüldü, Şili’de darbe sürecinde başlayan bireysel emeklilik süreci, Kolombiya, Arjantin ve Peru gibi ülkelerde sürdürüldü. Ancak bu uygulamalar ciddi sosyal ve ekonomik çöküntüye yol açtı. Kamusal emeklilik sistemi süreç içerisinde zayıfladı ve bireyler riskler karşısında yalnızlaştı. Çalışan öder Bireysel emeklilik, sosyal güvenlik uygulaması olmayıp, kamu yararından çok şirket yararını gözeten bir uygulama. Bireysel emeklilik sisteminin zorunlu hâle getirilmesi kamusal güvencenin ortadan kaldırılmasına yönelik bir hamle ve gelecekte de emeklilik maaşlarının tamamen mali piyasalardan elde edilecek gelire bağımlı hale geleceğinin göstergesi. Bu yolla bireylerin hastalık, geçici, sürekli sakatlık ve yaşlılık durumları gibi riskler ve sorumluluklar kolektiflikten bireysele dönüşürken, bireylerin kişisel tasarrufları ileriki yaşlardaki güvenlikleri için daha önemli hâle gelecek.
BES’ten çıkma hakkını kullan Doğumdan ölüme herkesin kaygılanmadan geleceğini güvence altına almak, ancak kamusal bir sağlık sistemiyle mümkün. Çalışandan alıp bankalara aktaran BES, bir sosyal güvence olmaktan çok, çalışanlara dayatılan zorunlu bir tasarruf sistemi; ancak günün sonunda bankaların yararına, çalışanların zararına bir uygulama. Tam da bu nedenle tüm çalışan kesimler, dayanışma yerine “çalışan öder” ilkesini dayatan bu sisteme “dur” demeli ve çıkma hakkını kullanmalı. Kamu çalışanları, sendikasız, özel, mavi, beyaz yakalı çalışanlar, bankaları beslemekten başka bir hedefi olmayan Bireysel Emeklilik Sistemi’nin iptal edilmesi için kampanya başlattık. Sendikaların böyle bir soygun karşısındaki sessizliğinin bozmasının yolunun aşağıdan yükselecek mücadele olacağından hareketle, çalışanların sisteme ilk kesinti yapıldığı tarihten çıkma hakkını kullanabilecekleri iki ay boyunca en geniş çalışan kesime ulaşarak bu soygun sistemini anlatacağız. Kampanya ile ilgili ayrıntılı bilgiye şu adresten ulaşabilir: https://beslemeblog.wordpress.com/
Hem işçileri hem de kamu çalışanlarını kapsayan bu uygulama ile kademeli olarak 15 milyon çalışanın ücretinden her ay yüzde üç kesinti yapılacak ve bu paralar işverenin seçtiği bireysel emeklilik şirketlerinden birine aktarılacak. Hükümetler her zaman işçilerden topladıkları paraları sermaye kesimine kaynak olarak aktardılar. Tasarruf teşvik fonu, konut edindirme fonu, işsizlik sigortası fonu gibi fonlarda biriken paralar böyle kullanıldı. Şimdi Zorunlu BES de böyle kullanılacak. Zorunlu BES’te işverenin herhangi bir katkısı yok. İşçinin, devlet katkısından yararlanabilmesi için 10 yıl sistemde kalması ve 56 yaşını doldurmuş olması gerekiyor. Sistemin adı sizi yanıltmasın, bu sistem aslında bir sosyal güvenlik sistemi olmaktan ziyade, çalışanlardan alıp sermaye kesimine kaynak aktarmanın yeni bir yolu. Daha da vahimi kıdem tazminatı ve emeklilik hakkına ciddi bir saldırı. Hükümet ve patronlar yıllardır işçilerin kıdem tazminatı hakkını ortadan kaldırmak için planlar yapıyorlardı. Ama işçi sendikaları her zaman “kıdem tazminatı kırmızıçizgimizdir, gerekirse genel grev yaparız” dediği için şimdiye kadar bunu gerçekleştiremediler. Eğer işçi sendikaları bugün Zorunlu BES uygulamasına izin verirse kıdem tazminatının da ortadan kaldırılması için sermaye kesimine fırsat vermiş olur. Sosyal Güvenlik Kurumunun özelleştirilmesinin ve kamusal emekliliğin tasfiye edilmesinin yolu açılır. Zorunlu BES yasa tasarısı herkesten gizlendi, bir gün içinde komisyondan geçti, ertesi gün TBMM genel kurulunda kabul edildi. Tasarı komisyonda görüşülürken sendikalara herhangi bir söz hakkı verilmedi. Ama yasa meclisten geçti diye, yapılacaklar bitmiş değil. Devlete ve sermayeye kaynak aktarmak anlamına gelen BES’e karşı mücadele sendikaların merkezi işlerinde birisi olmalıdır. Çalışanların Zorunlu BES’e dâhil edildikleri tarihten itibaren hiçbir kayıp yaşamadan 2 ay içerisinde cayma hakkı bulunuyor. İşçilerin zorunlu BES’ten cayma hakkı bireysel düzeyde kalmamalı, bu saldırıya karşı emekçilerin tepkisi toplu olmalı, sendikalar BES’ten toplu çıkışı örgütlemelidir.
İŞYERLERİNDEN HABERLER n Kocaeli/Başiskele’de kurulu bulunan Kartonsan Fabrikası’nda 5 Aralık’tan beri süren toplu iş sözleşmesi görüşmesinin tıkanmasının ardından grev kararı alan Selüloz-İş üyesi işçiler, grev kararını fabrikaya astı. n İzmir’de Genel İş üyesi Karabağlar Belediyesi işçileri 4 günlük grevle kazandı. İşçilerin maaşları ilk yıl için yüzde 9 artacekken, bütün iyileştirmelerle birlikte zam oranı yaklaşık yüzde 20. Grev, teklifteki zam oranını ikiye katladı. n Skyland İstanbul inşaatındaki kölelik koşullarına karşı iş bırakan bine yakın işçi taleplerini kazandı. n KESK üyeleri ihraçlara karşı İstanbul, Ankara, İzmir, Malatya ve daha birçok şehirde eylemler yapmaya devam ediyor. n Manisa’nın Alaşehir ilçesinde bulunan S.S. 40 Nolu Motorlu Taşıyıcılar Kooperatifi, zam talebiyle iş bırakarak greve çıktı. n Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 6 Ocak tarihinde İstanbul Kalkınma Ajansı’ndaki işinden ihraç edilen Betül Celep, yaşanan hukuksuzluğa karşı taleplerini dillendirmek amacıyla Kadıköy Kalkedon Meydanı’nda başlattığı oturma eylemine devam ediyor. n Bolu Çimento Fabrikası’nın nakliye işini yürüten taşıyıcı kooperatif ile anlaşmasını bitirmesi üzerine kamyoncular lastik yaktı. n Konya Büyükşehir Belediyesi’nde fazla mesai ücretlerini talep eden ve işten atılan, taşerona bağlı çalışan otobüs şoförleri direnişe başladı.
10 KİTAP
TUHAF DÜNYAYI ANLAMAK İÇİN DÖRT KİTAP VOLKAN AKYILDIRIM
Kapitalizmin üçüncü küreselleşme döneminin
sonunu da gördük. Küçük bir azınlığın elinde muazzam bir servetin birikmesine, iklim ve kapitalizmin çifte krize girmesine yol açan 40 yıllık dönem sona ererken kar oranlarını yükseltmek için her türlü saldırıyı yapabilecek otoriter yönetimlere karşı direniş yayılıyor.
kim olan bu düzen hakkındaki gerçeklerden oluşuyor. Tek başınıza okuyabileceğiniz gibi bir grup oluşturup tartışarak kolektif okumalar da yapabilirsiniz.
Küreselleşme döneminin sonunda savaşların yerini kalıcı barışa bıraktığı, insanlığın bolluk ve refah içinde yaşadığı, doğaya ve insan haklarına dayalı, sınırların kalktığı bir dünya toplumuna ulaşacağımız iddia edilmişti.
Karl Marx’ın düşüncesi, pratiğin teorisiydi. Sınıf mücadelesinin genel ders ve deneyimlerini elde ederek kapitalizmden kopmanın yolu içinde bulunduğumuz toplumun derininde olan bitenleri kavramak, bütünlüklü bir açıklama sunmaktır. Sorunlara dönemsel değil tarihsel bakmak materyalizmin yöntemidir. Aktivistlerin bugün olan bitenleri kavraması ve ‘kazanmak için ne yapmalıyız’ sorusuna pratik yanıtlar üretmesi için başvurulması gereken dört kaynak.
1
Kapital - Karl Marx
2008 küresel ekonomik krizi karşısında burjuva iktisatçılar ‘Marx haklı çıktı’ dedi. Kapitalizmin kendi iç yapısı ve işleyişi ile yapısal krizler yaşayan bir düzen olduğunu söyleyen Marx’ın işçilere bu sistemin işleyişini anlattığı Kapital, yayınlanmasının üzerinden 150 yıl geçmesine rağmen açıklama ve eleştiri gücünü koruyor. Kapital, kalın bir cilt olarak yayınlandığı için uzak durulan bir kitap. Anlaşılması güç olduğu önyargısı da bu durumu güçlendiriyor. Oysa Marx fasikül fasikül yani kısa broşürler halinde sermayenin eleştirisini yayınladı. Değer’i ele aldığı ilk bölümler soyut ve biraz üzerinde çalışılması gereken özellikte olsa da geri kalan bölümler 150 yıl önce İngiltere’de işçi sınıfının başına gelenler ve dünyada ha-
20. Yüzyıl Kısa Tarihi (1914-1991 Aşırılıklar Çağı) – Eric Hobsbawm
'20. yüzyılın kazananlarının kurduğu dünya düzeni bitti' deniyor. Bu düzen neydi? Ne pahasına kuruldu ve kimlerin çıkarları üzerine inşa edildi? İmparatorluklar nasıl tarihe karıştı? 1929 ekonomik bunalımı, nasıl bir dünya yarattı? Topyekûn savaş tercihi nasıl bir yıkım getirdi? İkinci Dünya savaş sonrası nasıl bir uluslararası durum ortaya çıktı. Hobsbawm’ın kitabı tüm bu sorulara yanıt verirken, baş döndürücü olaylarla dolu geçen yüzyılı da ortaya koyuyor. Tek problem, stalinist devlet kapitalisti rejimleri ‘reel sosyalizm’ olarak tanımlamış olması.
Gelinen nokta ise en büyük silahlı ve ekonomik güç ABD emperyalizminin önüne geleni tehdit ettiği, Suriye’deki savaşın yayıldığı, tüm devletlerin yeni silahlanma yarışına girdiği, milliyetçilik ve mezhepçiliklerin kabardığı, yoksulluğun derinleştiği bir dünya. Burjuva ekoller gibi akademik Marksizm de, 2007-2008 ekonomik krizi ve Trump’la biten küreselleşme dönemine yüzeysel olarak baktı. İşçi sınıfının artık maddi varlığı ve öznel gücünü yitirdiği, ABD emperyalizminin ve ona karşı mücadelenin tarihe karıştığı, yeni dönemin devrimci mücadelesini kimlik öznelerin vereceği, devrimci parti ve örgütlü mücadelenin de anlamını yitirdiği, olayların gelişmelere göre bir araya gelen gevşek otonom yapıları gerektiği gibi fikirler sınıf mücadelesinin gerçekliğinde atmosfere karışıyor.
3
2
Birinci Dünya Savaşı, emperyalist devletlerin kendi çıkarları için cepheye sürdüğü milyonların kırıldığı büyük bir vahşetti. Kitleler ve siyasi partiler milliyetçilik kıskacı içinde, kendi devletlerinin kazanması için savaşı desteklerken savaşa bir avuç devrimci sosyalist karşı çıktı.
Dehşetin hüküm sürdüğü sırada, “vatan haini” ilan edilen devrimci sosyalistlerin eleştirisi iki yıl sonra milyonların sesi olacak ve Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi ile iktidara gelen Bolşevikler Birinci Dünya savaşını bitirecekti. Lenin’in broşürü, savaşlar ve yeni silahlanma yarışına karşı tutum alan sosyalistler için perspektiflerle dolu.
9 Şubat Perşembe 19:00 KADIKÖY
NEOLİBERALİZMDE BİREYSEL ÖZGÜRLÜK MİTİ Konuşmacı: TOLGA TÜZÜN Serasker Caddesi, No:88, Kat:3, Nergis Apt. (Merve İletişim'in üst katı)
BEYOĞLU
LİBERAL DEMOKRASİNİN KRİZİ, TRUMP'A KARŞI DİRENİŞ
Sosyalizm ve Savaş – V.I. Lenin
Savaş karşıtı sosyalistlerin sözcüsü pozisyonundaki Lenin, Temmuz-Ağustos 1915’te bir broşür yazdı. Broşürde savaşın ne demek olduğu, nasıl meydana geldiği, sosyalistlerin savaşlar karşısında nasıl bir tutum izlemesi gerektiğini ele alan Lenin, militarizme ve emperyalizme karşı anti-kapitalist mücadelenin gerekliliğini ortaya koyuyordu.
TOPLANTI DUYURULARI
Konuşmacı: SELDA KEMALOĞLU İstiklal Caddesi, Küçükparmakkapı Sok. No:15 D:3, Beyoğlu/İstanbul
FATİH 4
Anti-kapitalist Manifesto Alex Callinicos
Stalinist Rusya ve Doğu Bloku’nun yıkılması ile zaferini ilan eden küresel kapitalizm, Berlin Duvarı’nın yıkılışından 10 yıl sonra dünyada güçlü bir muhalefetle karşı karşıya kaldı. Alex Callinicos, anti-kapitalist hareketin argümanları ve taleplerini ele aldığı bu kitapta yeni hareketin perspektiflerini ortaya koyuyor. 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü protestolarından bugün küresel Trump karşıtı gösterilere uzanan anti-kapitalist hareketi anlamak için başvurulması gereken bir kaynak.
LİBERAL DEMOKRASİNİN KRİZİ Konuşmacı: BESİM DELLALOĞLU EhhibaCafe, Haydar Bey Caddesi, Fatih
10 Şubat Cuma 19:00 ŞİŞLİ
CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ VE TOPLUMSAL ROLLER Konuşmacı: İDİL UGUT Nakiye Elgün sokak, İkbal Apt., No: 32/3 OSMANBEY TOPLANTILAR HERKESİN KATILIMINA VE KATKISINA AÇIKTIR.
AKTİVİZM 11
‘KÜRESEL ISINMA YALANDIR’ DİYENLERİN YÖNETTİĞİ ABD VE İKLİM KRİZİ
1884
2015
Ekteki resimlerde beyaz renk dünya ortalamasını, koyu mavi ortalamadan daha soğu yerleri, turuncu yerler ise ortalamadan yüksek sıcaklıkları gösteriyor. ÖZDEŞ ÖZBAY
mamının ısınmış olduğu resimlerden görülebiliyor.
ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump göreve başladığı andan beri kürsel ısınma ile ilgilenmediğini açıkça söyleyerek bugüne kadar ABD’de atılan sınırlı adımları dahi geri almaya başladı. Trump’ın ilk yaptığı işlerden biri Beyaz Saray’ın web sitesindeki iklim değişikliği bölümünü kaldırmak olmuştu. Ardından imzaladığı ilk kararnamelerden bir tanesi de toplumsal muhalefet nedeniyle durdurulan Keystone XL ve Dakota boru hattı projelerine yeniden başlanması talimatı vermek olmuştu.
Trump’ın agresif bir şekilde küresel ısınmayı reddetmesinin arkasında kapitalizmin işleyiş biçimi var. Sermaye grupları hem bir birleri ile hem de ulusal devletler etrafında örgütlenen farklı devletler olarak bir biri ile rekabet halindeler. Zaten Trump da konuşmalarında açıkça çevreyi korumaya yönelik yasal düzenlemelerin çok daha zayıf olduğu Çin ile rekabeti öne çıkarıyor. Yani kendi deyimi ile ABD’yi “yeniden muhteşem yapmak” için sermayenin önündeki ufak engelleri dahi kaldırarak vahşi bir kalkınma hamlesi gerçekleştireceğini ilan ediyor. Tabi bu vahşi kalkınmanın otoyollar, köprüler, madenler, boru hatları ve benzeri projelerle çevreye geri dönülmez zararlar vereceğini biliyor ve bunu umursamadığını belirtmiş oluyor.
Trump’ın birçok boru hattı projesine imza atan Energy Transfers şirketinde hisse sahibi olduğu da biliniyor ayrıca yeni kabinesinde Exxon Mobil isimli dev petrol şirketinin eski CEO’su Rexx Tillerson’a da koltuk verdi. Trump elbette iklim değişikliği gerçeğini redderken hiç bir bilimsel veriye dayanmıyor. ABD’nin resmi kurumu olan NASA’nın geçen hafta yayınladığı küresel ısınma haritaları Trump’ın bütün inkâr çabalarına rağmen küresel ısınma gerçeğine yeni kanıtlar ekledi. NASA 1884 yılından beri dünya sıcaklığını binlerce farklı noktadan ölçüyor. Buna göre 1884’te ortalama sıcaklığın üzerinde olan bölgeler son derece sınırlı iken, 2015 yılında, yeryüzünde dünyanın olması gereken sıcaklıkta neredeyse hiçbir yer kalmamış durumda. Dünyanın ta-
Bu politikalar Trump’a özgü uygulamalar değil. Türkiye’de AKP iktidarı, Rusya’da Putin ve daha birçok ülkede sermaye temsilcileri özellikle 2008 küresel krizinden beri toparlanamayan ekonomiyi sermaye çıkarlarına göre yeniden düzeltebilmek için benzer politikalar uyguluyorlar. Oysa sadece sermayenin çıkarını önemseyen bu politikalar hem dünyayı rekabetin kızışması nedeniyle hızla otoriterleştiriyor hem de tüm canlıların yaşamını tehlikeye atıyor.
MARKSİZM 2017 KÜRESEL DİRENİŞİN FİKİRLERİ
19-20-21-22-23 NİSAN İSTANBUL
ÖNE ÇIKAN Can Irmak Özinanır
TRUMP KARŞITLIĞI YETERİNCE RADİKAL DEĞİL Mİ? Trump karşıtı gösteriler, AKP’li kalem erbabı tarafından ya görmezden gelindi ya da ikiyüzlülükle suçlandı. Argüman şu minvalde: Bugüne kadar Obama’nın veya Clinton’un suçlarına ses çıkarmayan insanlar bugün Trump’a karşı sokağa çıkıyorlar, dolayısıyla asıl dertleri Müslümanların ABD’ye girişinin yasaklanması vb. değil. AKP, artık görevde olmayan Barack Obama’yı hedef tahtasına oturtuyor hatta anti-Obamacılık üzerinden Trump aklaması yapıyor. Yıllardır Müslümanların duyarlılıklarını kitleleri kendi iktidarı etrafında konsolide etmek üzere kullanan AKP, son bir yıl içinde buna benzer pek çok çark ediş yaşadı: İsrail-Mavi Marmara meselesi, Rusya ile yakınlaşma vb. Kendi iktidarları ile uyuşmayan her şeye kolayca monte ettikleri İslamofobi şimdi gayet somut biçimde ayrımcılık üretirken ise İslamofobiye karşı harekete geçen kitleleri karalıyorlar. Trump karşıtı gösterilere AKP’nin gösterdiği tepki kendi iktidar perspektifi ile ilgili ancak benzer eleştiriler tüm dünyada kapitalizme karşı farklı alternatifler arayanların saflarından da yükseliyor. Kimi Trump’a karşı ABD’de başlayan ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın pek çok yerine sıçrayan gösterileri yeterince radikal bulmuyor. Bu harekete katılanların Black Lives Matter (Siyah Hayatları Önemlidir) veya savaş karşıtı hareket gibi hareketlere yeterince duyarlı olmadığı, kişiye odaklı bir muhalefet yürütüldüğü gibi eleştiriler yükseliyor. Bunun Türkiye’deki en net örneklerinden biri Cumhuriyet’te Nuray Mert tarafından yazılan “Amerika’nın ‘aydınlık yüzü’” başlıklı yazı. Mert, yazıda sokaktaki hareketin Amerikan istisnacılığına yani Trump’ın Amerikan değerlerine yakışmadığı yönündeki bir itiraza dayandığını söylüyor. Toplumsal hareketler içinde her zaman farklı görüşlerden insanlar yer alır, bu görüşler çoğunlukla sistemin sınırları içindedir ancak eylemeye başlayan insanlar hareket içinde daha radikal fikirlerle hem karşılaşma şansına sahip olurlar hem de bu fikirlere daha açık hâle gelirler. Bu eylemleri küçümseyenlerin atladığı bir nokta daha var. Trump’a karşı sokağa çıkan hareket bir süredir geri çekilmekte olan toplumsal hareketlerin yeniden sokağa çıkması yönünde küresel bir ivme yaratma, dolayısıyla antikapitalistler için yeniden bir toparlanma sağlama potansiyeline sahip. ABD’nin ardından İngiltere’deki gösterilerin de son derece kitlesel olması bunu bir düzeyde ortaya koyuyor. 15 Şubat 2003’te Trump’ın seleflerinden Bush’a karşı dünya tarihinin en büyük eylemleri yapılmıştı, o harekete de katılan bütün insanlar ortak bir sistem karşıtlığı taşımıyordu ancak daha sonraki pek çok mücadelenin dayandığı deneyimi yaratmışlardı. Şimdi de mesele Trump’tan ibaret değil. Bu gösteriler mültecilerle dayanışmayı, ırkçılık karşıtlığını merkeze oturtuyorlar. Kapitalizmin daha fazla ırkçılık ve otoriterizm üretme eğiliminde olduğu bu dönemde böyle bir politik hat çok önemli. AKP’nin bu konudaki tutumu da tabanındaki ezilenler ile parti liderliği arasındaki çelişkiyi derinleştirebilir. Elbette dünyayı değiştirmek için bu gösteriler yeterli değil ama Trump’a karşı gösterilerin küreselleşmesi bugünün mücadelesinde yeni bir sıçrama tahtası olabilir.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK İÇİN HAYIR'IN SESİNİ YÜKSELTELİM!
Bu referandum 15 Temmuz darbe girişimin-
den sonra demokratikleşme mücadelesi açısından kritik bir aşama. Çünkü söz konusu referandumda tankların önüne çıkarak, canı pahasına darbeyi durduran, meydanlarda demokrasi nöbetleri tutan milyonlarca insanın iradesinin tek bir kişiye verilip verilmeyeceği oylanacak. Yıllardır çözüm ve barış isteyenlerin, din ve inanç özgürlüğünü savunanların, kadınların, lgbti bireylerin özgürlüğü için mücadele edenlerin, daha mutlu, daha refah bir yaşam için mücadele eden emekçilerin önünde referandumdan önce ve sonra yürüyecekleri mücadele dolu günler var. AKP ve medyadaki kalemşorları tarafından büyük demokratik bir adım olarak değerlendirilen teklife yakından baktığımızda karşımızda 1930 model, Türk tipi bir başkanlık sistemi duruyor. Teklif edilen sistemde neredeyse tüm güçler tek bir kişinin elinde toplanıyor. Üstelik mevcut sistemde bulunan vesayet odakları ortadan kaldırılmıyor. Anayasa mahkemesi, YÖK, Milli Güvenlik Kurulu, RTÜK, gibi kurumlar güçlendirilmiş bir şekilde varlıklarını koruyorlar. Vesayetin odağının değiştirildiği sistemde toplumun geniş kesimlerinin siyasete katılımını ve etkinliği artırılmıyor. Örneğin: valileri halk seçmiyor. Yerel yönetimler güçlendirilmiyor. Aksine tüm güçler denetlenemeyen ve den-
gelenmeyen bir kişinin inisiyatifine bırakılmakta. Üstelik o kişi partili Cumhurbaşkanı. Öyle geçmiş zamanlara filan bakmaya da lüzum yok: Trump’ın icraatlarına bakıp, bu kadar yetkinin bir kişinin elinde olduğunu düşününce bu tekliften demokrasinin çıkmayacağı gayet açık. Öte yandan anayasa teklifi OHAL koşullarında meclisten geçti. Tartışmaların önü kesildi. Basın ve medya kuruluşları susturuldu. HDP’li vekiller, il, ilçe başkanları, yönetim kurulu üyeleri, belediye başkanları ve meclis üyeleri tutuklandı. Grev, toplantı ve gösteri hakları ya kaldırıldı ya da sınırlandı. Başbakan “PKK, FETÖ, HDP ‘Hayır’ dediği için “Evet” diyoruz. Hayır’cılara bakın ona göre kararınızı verin” dedi. Başbakan “Hayır” diyenleri kriminalize ettiğinde, devletin polisi de durumdan vazife çıkarmakta, “hayır” bildirisi dağıtanlar gözaltına alınmakta. Sedat Peker sosyal medyadan “hayır” diyenlere tehditler savuruyor. Ne anayasa teklifinin ne de Başbakanın açıklamalarının, ne de referanduma giden süreçte yaratılan atmosferin demokrasiyle ilgisi var. Hayır ama nasıl? Referandum ile birlikte muhalefet güçleri yan yana gelip kampanya yapmaya başladılar. “Hayır” kampanyasını örgütlemek üzere yan yana gelen pek çok yapı, AKP’ye
oy veren ve “evet” vermesi muhtemel emekçi kesimlerin kazanılması konusunda hem fikir. Bu noktadan hareketle kutuplaştırıcı olmayan, emekçilere güven veren kapsayıcı bir “hayır” kampanyası yapılması gerektiği ortak bir fikir haline geldi. Gelinen bu durum olumlu. Ancak tüm “hayır” diyenlerle ortak bir cephe kurma fikrinin riskleri var. Her şeyden önce “hayır” diyenler homojen değil. Başından beri barış ve demokrasi meselesine devletin bekası açısından bakan CHP, MHP’den kopan Meral Akşener kanadı, Saadet Partisi, Yılmaz Özdil gibi ırkçılar, Vatan Partisi gibi ulusalcılar referandumda “hayır” diyecekler. Söylenin aksine bu durum “hayır”ın güçlü değil, zayıf tarafını oluşturmakta. Irkçı ve vesayetçi tüm bu odaklar demokratik olmayan mevcut anayasanın değişmesini istemeyen, Kürt sorununda demokratik bir çözümün karşısında olanlar. Mevcut anayasa ve önerilen değişiklikler Kürt sorununun demokratik çözümümün önünü açmayacak. Vesayetçilerle, ırkçılarla “hayır” kelimesinin dışında hiçbir ortak yanımız yok. Onların hayır’ı ile bizim hayır’ımız aynı anlama gelmiyor. Tam da bu nedenle ırkçılarla, ulusalcılardan bağımsız bir “hayır” kampanyası yapmalı, barış ve demokrasi için “hayır”ın sesini güçlendirmeliyiz.
BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ Anayasa değişikliği paketi savuncularının anlattığı gibi bir demokratikleşmeyi hedeflemiyor. Aşağıda ele aldığımız değişiklik maddelerinin içyüzü de de bunu kanıtlıyor. 1-Yapılan değişiklikte yasama (meclis) cumhurbaşkanı karşısında tümüyle edilgen hale getiriliyor. Aynı zamanda kendi partisinin de başkanı olan Cumhurbaşkanı istediği an Meclis’i feshederek seçime gidebilirken, Meclis bunu ancak beşte üç oyla yapabiliyor. Buna Cumhurbaşkanına KHK çıkarma yetkisi ve Meclis’in bütçeyi denetleyememesi eklenmekte. Bu durumda Meclis cumhurbaşkanının sözünden çıkamayacağı gibi, onun iradesine uygun kanun çıkartabilir. Aksi durumda zaten cumhurbaşkanının veto yetkisi var. 2-Yargı cumhurbaşkanına bağımlı hale geliyor. HSYK Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın doğal üyeliği, cumhurbaşkanının doğrudan ya da meclis yoluyla çoğunluğu seçeceği bir yapıdan oluşuyor. Meclis yoluyla çoğunluğunu seçeceği ve bu tercihleri denetleyecek hiçbir mercinin olmadığı bir HSYK ve zaman içinde cumhurbaşkanının seçtiği bir Anayasa Mahkemesini oluşturuyor. 3- Cumhurbaşkanının tüm üst düzey bürokratları atama yetkisi kimse tarafından denetlenemiyor ve bürokrasi cumhurbaşkanının emrine veriliyor. 4-Cumhurbaşkanı OHAL ilan edebiliyor ve Meclis’in onaylama süresi üç ay. Eğer partisi Meclis’te çoğunluğu elde tutuyorsa, pratikte süresiz hale gelen bir OHAL düzeni üretilebiliyor ve cumhurbaşkanı kendi kanaatine dayanarak özgürlükleri ve siyasi faaliyeti kısıtlayabilen KHK çıkartabiliyor. 5-Atanmışların yetkileri arttırılırken, dokunulmazlık zırhıyla korunuyor: Cumhurbaşkanının yanında, seçimle gelmemiş yardımcıları ve bakanlar da Meclis kararı olmadan siyasi tasarruflarından ötürü yargılanamıyorlar. Bu da Meclis çoğunluğuna sahip bir cumhurbaşkanı söz konusu olduğunda, yürütmenin tümüyle ve ömür boyu yargı dışı kalacağını ima ediyor.