Sosyalist işçi 589

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

589

22 Şubat 2017 2 TL. sosyalistisci.org

HAYIR! 80 MİLYON 1'DEN BÜYÜKTÜR

MARKSİZM 2017 KÜRESEL DİRENİŞİN FİKİRLERİ

19-23 NİSAN İSTANBUL

IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELE BÜYÜYOR

sayfa 4'te


2

GÜNDEM

ABD DESTEKLİ DARBEDEN TRUMP'LA İŞBİRLİĞİNE 16 NİSAN’DAN SONRA Referandumdan hangi sonucun çıkacağını kestirmek mümkün değil. Bir dizi anket “Evet” oylarının, başka bazı anketler ise “hayır” oylarının burun farkıyla önde olduğunu iddia ediyor. Milyonlarca kararsızın varlığı birçok anketin ortak noktası. Bugün, evet mi hayır mı çıkacak diye zar atma günü değil. Anket sonuçları, Türkiye’de siyasetin alacağı biçimi kuşkusuz belirleyecek. Ama 16 Nisan hangi sonuç çıkarsa çıksın bir son değil. 16 Nisan, her halükârda bir başlangıç olacak. Mücadele açısından bir başlangıç. Referandumun sonucunu bilemeyiz ama bildiğimiz bir şey var: Bugünden mücadeleye hazırlanmak! Referandum sonuçlarına göre hızı tayin edilecek olan mü-

CIA başkanınının ardından ABD Genelkurmay Başkanı'yla da gizli savaş toplantıları yapıldı.

Darbe girişiminden "üst akıl" ABD'yi so-

rumlu tutan Erdoğan ve hükümet, sınırları dışında askeri saldırganlığı Trump'la ittifak kurarak artırıyor. 'Tam bağımsız Türkiye' milliyetçi sloganıyla sunulan Ak Parti yeni dış politikası, ABD ve Rusya'nın hamiliğini kabullenmiş durumda.

cadele döneminde, bir yandan barış, demokrasinin alanı-

El Bab'da durum ne?

nın genişlemesi, gasbedilen hakların iadesi gibi hedefler

Geçen Ağustos'un sonunda başlayan Fırat Kalkanı harekatında hayatını kaybeden askerlerin sayısı 68'e çıkarken ve yüzlerce yaralı varken, bağımsız insan hakları kuruluşlarına göre Türk savaş uçakları tarafından bombalanan yerlerde çok sayıda sivil hayatını kaybetti.

için, öte yandan işçilerin ekonomik haklarını ellerinden alan, her kararı, yasayı patronların çıkarlarına göre tanımlayan mekanizmanın yoksullaştırıcı etkisine karşı ses çıkartmaya devam edeceğiz. Sosyalist İşçi, başkanlık tartışması gündeme geldiğinden beri, yıllardır “hayır” diyor. Başkanlığı değil demokrasiyi öne çıkartıyoruz. Bugün, kutuplaşmaya karşı, AKP’yi geriletmenin yolunun bu partinin tabanındaki yoksulları kazanmaktan geçtiği yönündeki vurgular, aklı başında birçok birey ve kurum tarafından savunuluyor. Çok açık ki 16 Nisan’dan sonra “Hayır” oyu da “Evet” oyu da vermiş olsalar, işçi sınıfını bekleyen sorunlar ortak. İşsizlik, enflasyon, işten çıkartmalar, yoksulluk, bireysel emeklilik sistemi, iş cinayetleri, işçileri referandumda ver-

Erdoğan ve TSK'nın açıklamalarına bakılırsa El Bab'da sona yaklaşıldı. Şehrin etrafı kuşatıldı, bazı mahallelere girildi fakat kontrol henüz sağlanamadı. Devlete göre El Bab'ın %60'ı hâlen IŞİD'in elinde. Ordu "temizliğin" devam edeceğini söylüyor. Fakat şehri diğer taraftan kuşatan Suriye ordusu ile çatışma olasılığı karşısında askeri birlikler oldukları yerde kalmış durumda. İki tarafın çarpışmasını Rusya engelliyor.

dikleri oya göre etkilemeyecek. Bu yüzden, “hayır” kam-

Yeni hedefler

panyasının işçilerinin, referandumdan sonra “Evet” kam-

"El Bab'da daha derinlere inmeye gerek yok" diyen Erdoğan, yeni hedefin YPG kontrolündeki Menbiç ve IŞİD'in merkezi Rakka olduğunu söylüyor. Bu, Fırat

panyası yapan işçileri mücadeleye kazanması, birleşik bir işçi direnişinin örgütlenmesi, barışın hep birlikte savunulması açısından çok önemli.

KADIN HAREKETİ YOL GÖSTERİYOR ABD'de Trump'a karşı mücadelenin başını 21 Ocak'ta yaptıkları eylemlerle çeken kadın aktivistler, tüm dünyada 8 Mart'ta kadın grevi gerçekleştirilmesi çağrısı yapmıştı. Bu çağrı 8 Mart öncesinde 30 ülkede yankılandı. 8 Mart Uluslararası Kadın Grevi için “Silaıhımız dayanışmamızdır” diyen kadınlar, 8 Mart’ta sokaklara çıkacak. Türkiye’de de OHAL koşullarında en kalabalık eylemleri yaparak mücadele için tüm muhalefetin nefes almasını sağlayan kadın hareketi, 8 Mart’ta küresel dayanışma ağının bir parçası olarak sokağa çıkmaya hazırlanıyor. Bu hareketin parçası olmalıyız, parçası olacağız!

Kalkanı Harekatı'nın sınır güvenliğinden çok bir askeri maceraya dönüştüğünün de ifadesi. Irkçı Trump'ın telefonla aramasından sonra, katil ve darbeci ABD birden bire başlıca müttefik oldu. Türkiye devleti, Amerikan yönetiminin YPG ve Kürtler ile değil kendileriyle işbirliği yapmasını, Rakka'yı birlikte vurmalarını istiyor. Ancak Trump yönetimi, Suriye'deki başlıca müttefiki YPG'den vazgeçmeye niyetli değil. Bazı Ak Partili gazeteciler, pazarlığın ABD ve Türkiye'nin havadan vurması, ÖSO ve YPG'nin bulunduğu Suriye Demokrasi Güçleri'nin karadan Rakka'ya girmesi üzerine geliştiğini yazıyor. Blöflerin sonu Ak Parti'nin Ortadoğulu mazlumlar için anti-emperyalist bir seçenek olduğu lafları unutuldu. ABD emperyalizmi yine başlıca müttefik oldu. Türkiye hükümeti, bombaladığı 7 ülkenin vatandaşlarına vize yasağı uygulayan Trump yönetiminden kendisini seçmesini istiyor. Afganistan ve Irak'ta işlediği insanlık suçlarıyla IŞİD belasını yaratan ABD'nin derdi, Suriye halkına insani yardım değil kendilerinin büyük devlet olduğunun dünyaya ispatı. Dünya kendisini protesto ederken, Türkiye'de bulduğu büyük işbirliği isteği karşısında ırkçılar mutlu.

KAZANAN SİLAH TÜCCARLARI Maaşlarımızından kesilen vergiler silaha harcanıyor. İngiltere ile imzalanan 125 milyon dolarlık savaş uçağı anlaşmasından sonra şimdi Rusya'dan S-400 füze savunma sistemleri alma girişimi başladı. Son 10 yılda en fazla silahlanan bölge Ortadoğu. Türkiye silahlanma yarışında listelerin üst sırasında. Savaşın faturası ise işçilere ödetiliyor.

İRAN'LA GERİLİM Obama yönetimi ile İran arasındaki anlaşmayı gelir gelmez bozan Trump yönetimi, nükleer programını gerekçe gösterek ülkeyi Ortadoğu'da şeytan ilan etti. Trump’tan telefon alan Erdoğan, Bahreyn gezisinde İran’ın bölgesel etkinliğini “Pers milliyetçiliği” olarak niteleyip suçladı. NATO üyesi ülkelerin askeri yönelimlerini belirleyen Münih Konferasına bu yıl ırkçı Trump'ın saldırgan politikaları damgasını vurdu. Birleşmiş Milletlerin denetçileri İran'ın nükleer programının silah yapacak boyuta ancak 10 yılda ulaşabileceğini açıklamış, Tahran uluslararası anlaşmalara uyacağını söylemişti. Dün Irak'ın olmayan kitle imha silahları, bugün dünyanın en büyük nükleer silahlı gücünün, henüz nükleer silah üretemeyen bir devleti savaşla tehdidi... Münih'te İsrail ve Suudi Arabistan tarafından açıkça desteklendi. İsrailli, Suudi ve Türk bakanlar, İran'ı ağır bir şekilde eleştirdi. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun, "İran, Suriye ve Irak’ı iki Şii devleti haline getirmeye çalışıyor" sözlerine tepki gösteren İran Dışişleri Bakanlığı bu tavrın "yapıcı olmaktan" uzak olduğunu vurgulayarak "gerilimi artıranların oynadıkları kanlı oyunların sorumluluğundan kaçamayacaklarını" belirtti. İran hükümeti, Türkiye büyükelçisini çağırarak eleştirilerini resmi olarak da iletti. Suriye ve Irak gibi komşu İran'la da Türkiye’nin arası bozuldu.


GÜNDEM

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

16 NİSAN’DA #HAYIR – BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ! Referandum süreci tarihin 16 Nisan olarak kesinleşmesiyle resmen başladı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bir kez daha tarafsızlığını bozarak “Evet” için kampanya yapmaya başladı. “Hayır” oyu çağrısı yapan Sosyalist İşçi, bundan sonra her hafta “Evet” kampanyasının yalanlarını teşhir edecek.

REFERANDUMA EŞİT KOŞULLARDA MI GİDİLİYOR?

3

TRUMP’TAN MEDET UMMAK! Trump seçildiğinden beri, onun Obama’dan daha iyi, en azından daha açık sözlü olduğunu söyleyenlerden geçilmiyor. Trump gerçekten açık sözlü mü, onun açık sözlülükle karıştırılan terbiyesizliği neden Obama’nın diplomatik diline göre daha tercih edilir olsun? Bu sorulara farklı yanıtlar verilebilir ama Trump’ın göçmen düşmanlığını, Obama’nın sınır dışı ettiği göçmenlerin sayısını vererek gölgelemeye çalışmanın affedilir bir yanı yok. Obama savaş karşıtı hareketin rüzgarıyla, G. W. Bush karşıtı politik iklimin sonucunda iktidara geldi. Kuşkusuz ABD ana akım siyaseti (imparatorluk heveslisi, kibirli, yayılmacı) Obama döneminde değişmedi. Kuşkusuz Obama döneminde İsrail desteklendi; Rusya’yla ve Çin’le emperyalist gerilim derinleştirildi; ABD’de siyahlar öldürülmeye devam etti; Suriye sonuçsuz gibi görünen bir iç savaşa sürüklendi. Fakat, Obama sol gösterip sağ vurmadı ki sağ gösterip sağ vuracağı çok açık olan Trump’ı açıksözlülüğü nedeniyle el üstünde tutuyorsunuz! Yanlış anlaşılmasın, sadece hükümet ve hükümete yakın olanlar değil, Türkiye’de son on, onbeş yıldır anti emperyalist olduğunu iddia eden bir dizi hareket, Alper Görmüş’ün deyimiyle error verdi. Çıkarlarının ortaklaşma ihtimali belirdiğinde ABD ile ilişkilerini düzeltmeye çalıştı. Bugün, hükümete yakın gazetecilerin Trump hakkında bazen açıktan bazen örtülü bir şekilde övücü sözler

Hayır diyen aktivistler baskıyla karşılaşırken, Erdoğan başkanlığı için mitinglere başladı.

Başbakan Yıldırım, "'OHAL şartlarında referandum ya-

pıldı' gibi bir söz söyleme fırsatı vermeyiz" lafından bir ay sonra çark etmişti. Referanduma OHAL’de, insanların sosyal medya paylaşımları yüzünden tutuklanabildiği, demokratik gösteri hakkının neredeyse tamamen kısıtlandığı, üniversitelerde büyük bir tasfiye dalgasının başlatıldığı koşullarda gidiyoruz. Bu şartlar altında “Evet” ile “Hayır” kampanyalarının aynı olanaklardan yararlandığından söz etmek mümkün değil. Bekir Bozdağ bilmiyor olabilir ama bugüne kadar 100’e yakın kişi “Hayır” çalışması yürütürken polis tarafından gözaltına alındı. AKP içinden “iç savaş” tehditleri gelirken, Sedat Peker çizgisindeki faşistler “Hayır” diyenleri sokakta tabancayla bekliyor. Kürt illerinde referandumla ilgili görüş almak isteyen bir haber ajansı, “Hayır” diyenlerin demeç vermekten çekindiğini aktarıyor. Diğer tarafta, Tayyip Erdoğan ise devletin tüm olanaklarını kullanarak kampanya yapıyor. Seçim yasakları ona işlemiyor, YSK cumhurbaşkanına dokunamıyor. Erdoğan bu avantajlardan faydalanarak “Hayır” diyecekleri “15 Temmuz’un yanında”, “FETÖ’cü” ve “terörist” ilan edebiliyor. AKP’nin atadığı rektör, kaymakam ve diğer bürokratlar “Evet” kampanyasına katılıyor. Dolayısıyla bütün referandum süreci baştan eşitsiz, bir tarafın baskıcı bir OHAL rejimi altında hedef gösterildiği, gözaltına alınma veya işini kaybetme korkusu yaşadığı

söylemesinin nedeni bir beklenti içinde olmaları. Tür-

koşullarda gerçekleştiriliyor. Erdoğan’ın “Herkes fikrinde hürdür” açıklaması ise bu durumu değiştirmiyor. Vesayet odakları ortadan kaldırılıyor mu? Erdoğan “Milli iradenin tecellisi üzerinde kara bulut gibi dolaşan vesayet güçlerinin devri inşallah tamamen kapanıyor” diyor. Fakat referandumun “vesayetin sona ermesi” ile bir ilgisi yok. 2010 yılında referandumundan sonra yaptığı konuşmada “Her vesayetçi anlayış kaybetmiştir” diyen Erdoğan daha sonradan görüş değiştirmiş, o referandumda hata yaptıklarını ifade etmişti.

kiye’de devletin ve egemen sınıfların çeşitli kesimleri arasında uzlaşmanın ifadesi olan yerli ve milli politik eksenin sözcüleri, Trump’ın bu eksene uyumlu bir Suriye politikası geliştireceğini umuyorlar. Trump’ın belirgin özelliği açık sözlülüğü değil, açıktan bir ırkçı olması.

İktidara gelirken de geldiğinde de temel

vurgusu islami terörizmle hesaplaşmak olan birisinden söz ediyoruz. Böyle birisi, dünyanın en büyük şiddet aygıtının başına geçtiğinde beklenti, bu güçle uyum içinde çalışmak değil, bu devletin bu liderlikle yaratacağı yıkımın önüne geçmek olmalıdır. ABD’de mil-

Üstelik, bugün sunulan anayasa değişikliği paketi ve partili cumhurbaşkanlığı önerisi, herhangi bir “vesayet karşıtı” içeriğe sahip değil. Veya örneğin, Erdoğan idam vaadiyle kampanya yapıyor. Türkiye’deki en son idam uygulamasını 12 Eylül darbecileri gerçekleştirmişti.

yonlarca insan, “Hepimiz Müslümanız” diyerek Trump

Türkiye halkının büyük çoğunluğu, hem Ergenekon-Balyoz darbe davaları süreçlerinde hem de 15 Temmuz’a karşı duruşunu netçe ortaya koydu. Askeri vesayetçiler çoktan yenildiler. Askeri vesayeti geriletecek ve nihai olarak toprağa gömecek olan hükümet biçimleri değil, demokrasinin alanının genişletilmesidir. Demokratik alanın daralatıldığı koşullarda, derin yapılanmalar ve vesayetçi odaklar devreye girecek bir kanalı mutlaka bulurlar.

soruna yanıt vermek üzere kurguluyor. Bu da gösteri-

karşıtı gösterilerde bunun için çaba harcıyorlar. Türkiye, Kürtlerin Suriye’de attığı adımlarda beka sorunu görüp, yerel, bölgesel ve küresel ittifaklarını bu yor ki Türkiye, yerel, bölgesel ve küresel düzeyde tüm ezilenlerin üzerinde tepinmek üzere hazırlık yapan ABD savaş makinesiyle arasının iyi olacağını sananların belirlediği talihsiz bir dış politika bakış açısından muzdarip!


4

DÜNYA

IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELE BÜYÜYOR

'Göçmenlerden olmadan bir gün' eylemine katılan işçiler patronlar tarafından işten atılıyor. ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ

ABD: Ülkenin yeni başkanı Donald Trump’ın göçmen karşıtı politikaları, ABD’de önemli bir direniş dalgası başlattı. Geçtiğimiz hafta ABD’nin pek çok şehrinde sokakları dolduran binlerce kişi, Donald Trump’ın mültecileri ülkeden gönderme ve ABD-Meksika sınırına duvar örme planlarına karşı çıktı. Perşembe günü yapılan “Göçmenler olmadan bir gün” adı verilen eylem ve etkinliklerde göçmenler ve mülteciler, işe gitmeyerek veya dükkânlarını kapayarak Trump’ın politikalarını protesto ettiler. Los Angeles’ta bazı okullar boykot edilir-

ken Cuma günü, farklı şehirlerde farklı biçimlerde gerçekleşen bir “genel greve” gidildi. St Louis’te avukatlar eylem yaparken, Dakota’da yapılmaya çalışan boru hattına karşı olan eylemciler de sokağa çıktı. Cuma günü yapılan eylemlerin çağrısını sendikalar yapmamış olsa da sendika üyelerinden de eylemlere katılanlar oldu. Irkçılık karşıtları 1 Mayıs’ta bir genel grev ile 8 Mart’ta bir “Kadın grevi” yapmayı planlıyor. Yunanistan: Yunan okullarında eğitime başlayacak çocuklar, ırkçılık karşıtları tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Atina yakınlarında Pire’de öğretmenler, sendikacılar ve tüm sol partilerden temsilciler 500 mülteci çocuğu karşıladı. Hükümet ilk ola-

rak mülteci kamplarının içinde okullarda kurmayı düşünüyordu, ancak öğretmenlerin ve ırkçılık karşıtlarının başını çektiği kampanya sayesinde mülteci çocukların Yunan çocuklarla birlikte okullarda okuması sağlandı. Öğretmen sendikalarındaki sosyalistler bu kampanyaya katıldı ve pek çok sendika şubesi bu yönde karar aldı. Hükümet bir azınlık olan ve mültecileri istemeyen velileri gerekçe göstererek çok yavaş hareket ediyor. Atina’nın Peristeri ilçesindeki Muhafazakâr belediye başkanı mülteci çocukların okullara alınmasına karşı çıktı ama 300 kişi belediye binasını işgal edince fikrini değiştirdi. Irkçı Altın Şafak partisinin vekillerinden biri ise okul-

larda Yunan öğrencilerin aileleriyle yapılan bir toplantıya geldi ve insanlara saldırdı. Hükümet mülteci çocukların Yunan öğrencilerin dersi bittikten sonra derse gelmesini istiyor, öğretmenler ise onların birlikte eğitim görmesi gerektiğini savunuyor. İspanya: Barcelona’da yaklaşık 300 bin kişi, ülkeye daha fazla mülteci alınmasını talep ederek sokağa çıktı. 2015 yılında yapılan bir kota anlaşmasıyla İspanya 16.000 mülteci alacağını açıklamış olsa da ülkeye şu ana kadar yalnızca 1.100 mülteci geldi. “Evimiz evinizdir” sloganıyla örgütlenen eylem, pek çok mültecinin Avrupa’ya ulaşmak için geçmeye çalışırken boğulduğu Akdeniz’in kıyısında bitirildi.

MISIR: DİKTATÖRLÜK ALTINDA GREV Mısır’ın kuzeyinde bulunan Mahalla’da yaklaşık 3 bin tekstil işçisi maaşlarının arttırılması ve ikramiyelerin ödenmesi talebiyle greve gitti. İşçiler Sisi döneminde uygulanan kemer sıkma politikalarına dayanabilmek için asgari ücretin arttırılmasını talep ediyorlar. Bir kamuya ait bir fabrikada çalışmalarına rağmen diğer kamu çalışanlarının aldığı asgari ücreti alamıyorlar, üstelik bu ücret bile işçiler ve aileler için yeterli değil. İşçiler aynı zamanda işten atılan öncü işçilerin geri alınmasını ve patronların desteklediği sendika komitesinin geri çağrılmasını da istiyor, “sendika bizi temsil etmiyor” diyorlar. Mahalla işçilerinin grevi ülkedeki tek grev değil. Polis kısa süre önce Süveyş’teki IFFCO sabun fabrikasına bir

baskın yaparak burada ve ikramiyelerini almak için oturma eylemi yapan işçileri dağıttı. Farklı şeker fabrikalarında çalışan işçiler de geçen ay greve gitmişlerdi. Kahire’deki otobüs şoförleri ise 2014 yılında greve çıktıkları için verilen, önde gelen işçilere iki yıl hapis ve 25.000 liralık para cezasına karşı mücadele ediyor. Darbeci Sisi rejimi, Mısır kapitalizminin içinde bulunduğu krizden çıkabilmek için giderek daha fazla Körfez sermayesine ve IMF’ye dayanıyor. IMF’den alınan borçlar karşısında ülkeye “yapısal uyum programları” dayatılıyor. Greve giden tekstil işçileri Mısır’ın en büyük fabrikası olan Mısr İplik’te çalışıyorlar. Binlerce kişinin çalıştığı bu fabrikadaki eylemler 2008’deki büyük işçi eylemleri dalgasını başlatmıştı.

Mahalla, grevci işçiler Sisi yönetimine öfkeli.


RÖPORTAJ 5

'NİYET, ÜNİVERSİTEYİ KÖLELEŞTİRMEK' Son KHK ile gerçekleşen ihraçlar, OHAL koşulları ve okullarda başlayan direnişle ilgili Baskın Oran’la konuştuk:

Siz de 12 Eylül döneminde üniversiteden atılmıştınız. Bugünkü uygulamaya benziyor muydu? Baskın Oran: Ben üniversiteden ve memuriyetten, bütün ayrıntıları (davaları kazanıp tekrar atılmaları) katarsak, 4 kere atıldım. Özetlersek, 12 Mart’ta 1 kere ve 12 Eylül’de 3 kere. Benzeyen ve benzemeyen yerleri var. Benzemeyen yönleri: Benim zamanımdakiler sıkıyönetim yani askerî vesayet uygulamalarıydı. Bugünküler OHAL uygulamaları yani sivil vesayet atmaları. Benim zamanımda “sarı zarf” gelirdi, “şimdiye kadarki hizmetleriniz için teşekkür ederiz, atıldınız” denirdi. Şimdi ise bu kadar bir “kibarlık” da yok; tümüyle anayasaya aykırı bir OHAL kararnamesi çıkıyor, atıldığınız tebliğ bile edilmiyor; sen ekteki listeye bakacaksın. Ayrıca, ben atıldığımda gidip yurt dışında çalışabilirdin. Şimdi pasaportuna el konuluyor, gidip çalışamıyorsun. Yurt içinde kimse korkudan iş veremediği için de “pazarda limon satma” türünden şeyler dışında açlığa mahkum ediliyorsun (ben onları da yaptım ve kendimle büyük iftiharımdır).

Baskın Oran

Ayrıca, çok daha rezili, banka hesabına ve evine el koyuyorlar hangi hakla koyuyorlarsa. Askerî vesayette bu rezillik kesinlikle yoktu.

kuşî idari kararlar sonucu atılmak ve yargıya başvuramamak.

Meseleye sayısal olarak bakarsan: 12 Eylül’de 1402’yle üniversiteden 70 küsur hoca atıldı. Şimdi yaklaşık 5.000 hoca. Buradan anla.

Ama, 12 Eylül’de asistan arkadaşım, şimdi benim gibi emekli profesör Metin Günday’ın hatırlattığı gibi, “hukukun genel ve temel ilkeleri”nden bir tanesi şöyle diyor: Olağandışı dönemlerde verilen kararlar, o olağandışı dönem bitince kendiliğinden hükümsüz kalır. Nitekim biz 1402’likler, bulundukları şehirden sıkıyönetim kalkar kalkmaz dava açtık, biraz sürdü tabii, ama sonunda söke söke döndük. Hepimiz görevlerimize döndük ve dava açtığımız tarihten sonraki maaşlarımızı da aldık. Şimdi de söke söke öyle olacak. Buraya yazıyorum: Bekle ve gör. Söke söke.

Meseleye tepkiler açısından bakarsan: Bizler 12 Eylül’de (hele hele, 12 Mart’ta) atıldığımızda öğrencilerin gönlü bizimleydi ama kimsenin sesi çıkamadı. Çünkü kendi hayat tecrübeleri içinde ilk defa böyle bir şey oluyordu ve atılmalar sayısal olarak iyice sınırlıydı. Şimdi ise dalgalar halinde kitlesel atışlar oluyor ve gerek öğrenciler gerekse kamuoyu büyük tepki gösteriyor. Biz sessiz sedasız atıldık diyebilirim. Şimdi göğsüm iftiharla kabarıyor. Gelelim benzeyen yöne: Hiçbir hukuksal gerekçe ve yargı kararı olmaksızın kara-

Ayrıca, üniversiteyi köleleştirme niyeti.

Bu tasfiye karşısında "Türkiye'de akademi bitmiştir" yorumları yapılıyor. Ne dersiniz?

Baskın Oran: Hem doğru hem yanlış. Kısa vadede akademi tabii ki bitti. Lisans ve lisansüstü derslerini verecek hoca kalmadı. Şimdi Mülkiye gibi bilim kalelerine dışarıdan madde ithaline bile girişebilirler. Ama orta vadede üniversite bitmez; üniversiteyi bitirmek isteyen zavallılar biter. Nasıl 12 Eylül’ün sıkıyönetimi sonunda yenildiyse, şimdiki sivil vesayetin OHAL’i de çatır çatır yenilecek. Sebebi çok basit: Türkiye, böyle zavallı vesayetlerin kalıcı olması için fazla gelişmiş bir ülke. Afganistan veya Pakistan falan değil. Tasfiyede aslan payını neden Ankara Üniversitesi aldı? Rektör İbiş'in oynadığı rol hakkında ne dersiniz? Baskın Oran: Ne olduğunu henüz bilmiyorum ama, birtakım ödüller bekliyor ol-

manın yanı sıra esas olarak bir şeylerden çok korktuğundan yapıyor bunları İbiş Rektör. Bekleyelim ve görelim. Nasıl olsa fazla gecikmeden çıkar ortaya. Ne demişler, “Düğünde fazla oynayan ile cenazede fazla ağlayandan kork” demişler. Bunlar Anadolu’nun binlerce yıllık lafları. Boşuna yerleşmedi. Tasfiyeye karşı yürütülen mücadelenin genelleşmesi, sadece akademi içine sıkışıp kalmaması için neler yapılabilir? Baskın Oran: Kalmıyor zaten. O kadar aşırı gitti ki sivil vesayet, 17-25’i örtbas etmek için o kadar lüzumsuz aşırı gitti ki, Baba Diyalektik icabı kendi mezarını kazıyor. Bu söylediklerimi işkembe-i kübradan atılıyor diye almayınız; kısa zamanda her şey açıklığa kavuşacak. Karizma çizilince. Röportaj: Atilla Dirim


6 GÜNDEM

DAYANIŞMADAN BAŞKA ÇARE YOK Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden ihraç edilen öğretim emekçilerinden Nur Betül Çelik, bundan sonra yola nasıl devam edeceklerini Sosyalist İşçi’ye anlattı: “Şimdilik kesinleşmiş bir takvimimiz yok ama bir takım projelerimiz var. Kurduğumuz dayanışma ağını dağıtmadan, güçlendirerek devam etme niyetindeyiz. Türkiye’de ihraçlar sonrası işsiz kalanları nasıl bir araya getirebileceğimizi düşünüyoruz. Sokak Akademisi, Ankara Dayanışma Akademisi, Praksis dergisinin oluşturduğu akademi var. Bunları geliştirmek için şimdilik düşünme aşamasında olan ama çok sayıda yaratıcı fikir var. Özgür, alternatif akademinin olabilirliğine dair tarışmalar ortada.” Farklı şehirlerdeki üniversitelerden akademisyenlerle ortak hareket etme çabalarına değinen Çelik, bu çerçevede bir yıldır barış imzacısı akademisyenlerin oluşturduğu dayanışma ağını vurguladı: “Bunun dışında yeni ağlar oluşacaktır. Sendika burada öncü rol oynuyor tabii ki. Bilgiye ulaşmak isteyen herkese açık dayanışma akademilerinin örgütlediği dersler sürüyor. Farklı ağları geliştirecek kadar gücümüzü toplamış değiliz henüz. Bugün kampüse alınmadık ve ihraç edilmiş olduğumuzu, bizi nelerin beklediğini zamanla idrak ediyoruz. Birçok zorlukla karşı karşıyayız. Özellikle KHK’yla ihraç edilmiş olmaktan kaynaklanan ciddi engeller var. Sanırım zaman içinde hepsi oluşacak farklı ağları bir araya getirmek öncelikli hedefimiz. Olabildiğince dayanışmayı, küçük büyük her türlü araçla sürdürmekten başka çaremiz yok.”

DERSİMİZ MÜC HAYIR GİTMİY

İktidara çok angaje gördüğü üniversite yönetimlerinin, kısa vadede herhangi bir geri adım atması ihtimalini zayıf bulan Çelik, rektörlerin ve dekanların iktidar adına uygulayıcı konumda olduklarını düşünüyor: “Belki ilerde hukuki kazanımlar bu süreci geri çevirir, hukukun önündeki engeller kalkarsa. Belki referandum kırılma noktası olabilir.”

BASKI, SİYASİ FIRSATÇILIK, TASFİYE VE KADROLAŞMA Son KHK’yla yaklaşık 5 bin kamu çalışanı ihraç edildi. Bunun yarısından fazlası, 2 bin 585’i Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı öğretmenler. Üniversitelerden ihraç edilenlerle bu rakam 3 bine yaklaşıyor. Bu rakamın büyüklüğü söz konusu ihraçların, devlet tarafından fırsatçılığa dönüştüğünü gösteriyor. Fırsatçılığın hem ekonomik hem de siyasi boyutu var. Atılan akademisyenlerin yarısından fazlası, 184’ü ‘bu suça ortak olmayacağız’ başlıklı bildiriye imza atarak barış talep edenler. Geçen yıl Cumhurbaşkanı’nın ‘gereği yapılsın’ diyerek hedef gösterdiği akademisyenler, sadece bir bildiriye imza attıkları için işsiz bırakılıyor. Ancak atılanlar arasında imzacı olmayan, tepkilerin ardından imzasını çeken, söz konusu metne imza vermeyen ama hedef gösterenlere karşı ifade özgürlüğünü savunan bir bildiriye imza atan, Eğitim-Sen’de aktif olan ya da sadece sendika üyesi olanlar da var. Yeni öğretmen atamalarında ‘sözlü mülakat’la işe alımların yapılacağının açıklanması da kamu işçilerine yönelik siyasi baskılar konusunda şüpheleri arttırıyor.

Ankara Üniversitesi'nde başlayan direniş diğer üniversitelere yayılıyor.

686 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yüzlerce öğretim elemanının görevinden ihraç edilmesi, 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana süren kamudaki haksız işten çıkarmalara karşı tepkileri yükseltti. Aylardır süren ihraçlara karşı, şimdiye kadarki en geniş tepki, Ankara Üniversitesi eğitim emekçilerinin mücadelesi sayesinde gelişti. Ankara’daki akademisyenlerden gelen ‘Hayır Gitmiyoruz’ ısrarı Marmara, Kocaeli, Boğaziçi, Eskişehir gibi üniversitelerde de mücadeleyi fişekledi. Akademisyenlerin mücadelesi, KHK’ların kamuda ‘cadı avına’ dönüşmesine karşı, farklı çevreleri de tepki göstermeye zorladı. Bugüne kadar ihraçların arkasında duran ve hükümetin her politikasına fanatik desteğiyle bilinen Cem Küçük bile durumu eleştirirken, ne rektörler ne de YÖK ihraçların sorumluluğunu üstlenmeye cesaret edebildi. Suçu birbirlerinin üstüne atmak zorunda kaldılar. Üniversitelerdeki ihraçların en fazlası, son yayınlanan KHK ile gerçekleşti. Yaklaşık 50 üniversiteden 330 öğretim görevlisi işinden atıldı. 72 akademisyenin ihraç edildiği Ankara Üniversitesi, en büyük tasfiyenin gerçekleştiği yer oldu. Ancak mücadele ve dayanışmanın büyüdüğü yer de

burası oldu. Öğretim elemanlarının polis şiddetine rağmen direnişi, son bir yıldır Ankara’da biriken kasvetli havayı da dağıtarak yerine umutlu bir mücadele iklimi doğurdu. Atılanlar etrafında, uluslararası çapta maddi ve politik bir dayanışma ağı örülüyor. Hükümet kararnameler aracılığıyla farklı kamu kurumlarında yapılan işten çıkarmaların gerekçesini, kurumları terör örgütlerinden temizlemek olarak açıklıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da son KHK hakkındaki yorumu “terör örgütleriyle iltisaklıysalar elbette bedel ödemelidirler” oldu. Tasfiye dalgası 15 Temmuz darbe girişiminin ardından başladı. Darbeye bulaşanların ortaya çıkarılması ve yargılanması çok önemli. Ancak özellikle eğitim öğretimdeki ihraçlar bu amacın çok ötesine düşerek, ‘yerli ve milli’ AKP-MHP işbirliğinin intikam aracına dönüştü. Binlerce kamu çalışanı herhangi bir soruşturma, yargı süreci, kanıt, ifade ve itiraz hakkı olmadan sadece rektörlerin veya okul müdürlerinin kanaatiyle işsiz bırakıldı. Yurtdışına çıkış engeli, emeklilik ve sigorta hakkının kaybı dayatılan haksızlıklardan bazıları.


GÜNDEM 7

CADELE YORUZ İŞİMİZİ GERİ ALACAĞIZ

1 Eylül’den beri çeşitli baskılara, mobbinge maruz kalan ve son KHK ile Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilen Merve Diltemiz, verdikleri mücadelenin YÖK’ü ve rektörleri korkuttuğunu düşünüyor. “Geçen hafta ODTÜ ve Boğaziçi için de KHK gelecek deniliyordu. Şimdiye kadar gelmediyse bizim mücadelemizin etkisi oldu bence. Rektör İbiş’in üzerine gitmemiz iyi oldu. Diğer rektörleri çekinceye sürükledi. Gerçi Erdoğan’ın açıklamasından sonra arka çıkan birkaç tanesi oldu. Ama yaranmak için coşkulu şekilde girdikleri yarışta biraz hız keseceklerini düşünüyorum.” “ ODTÜ’de bizim okuldan ihraç edilen hocaların vereceği dayanışma dersleri planlıyorlar. Şu an bizde geleneksel İnek Bayramı var. Erkene çekildi, bir hafta sürecek. Her yıl Panayır adıyla düzenleniyordu şimdi ‘PanHayır’ olarak yapılıyor. Sendikada dayanışma çok iyi gidiyor. Burada kalabalık olmamızla ilgili her şey. Örgütlülük yüksek, herkes çok moralli, kendimi çok rahatlamış hissediyorum. Direnişin bir parçası olmak çok mutlu hissettiriyor. Bu durum daha güzel bir aşamaya evrilebilir. Dayanışma akademileri beni çok heyecanlandırıyor. Doktoram burada ama ders alabileceğim hoca yok, buna üzülüyorum. ‘İyi ki burada’ diyebileceğimiz neredeyse hiç hoca kalmadı. Ancak ben geri döneceğimize çok eminim.”

GÜVENCESİZLİĞİN ÖNÜ AÇILIYOR OHAL fırsatçılığının ekonomik boyutu özellikle eğitimde açıkça görülüyor. KHK ihraçları okullarda ve üniversitelerde Eğitim-Sen üyesi olan sendikalı işçilere yönelik bir tasfiyeyi de içeriyor. Bu durum uzun süredir, kamuda güvencesizleştirmeyi hedefleyen hükümetin ekonomik politikalarının uygulanmasını kolaylaştırıyor. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası başlatılan “sözleşmeli istihdam”, darbenin yıllardır kamuyu güvencesizleştirme çabasına bahane edildiğini gösteriyor. Şimdiye kadar yaklaşık 40 bin öğretmen atıldı. MEB verilerine göreyse 100 bin kadar öğretmen açığı var. Milli Eğitim Bakanlığı ise ihraçların yerine yarısı kadar, yani 20 bin yeni öğretmenin atanacağını açıkladı. Personel sayısını düşürerek “kâra” geçen bakanlık yeni atanacak öğretmenlerin sözleşmeli olacağını söyledi. Sözleşmeli istihdam, kamudaki emekçilerin sahip olduğu iş güvencesinin gaspı demektir. İhraçlarla binlerce emekçinin ekonomik ve sosyal haklarını elinden alan devlet, yeni atanacak öğretmenleri de baştan bu haklardan mahrum bırakarak esnek, güvencesiz ve performansa dayalı çalışmayı dayatıyor. Haksız ihraçlara karşı çıkarken, herkese kadrolu ve güvenceli istihdam talebini de yükseltmek gerekiyor.

GÖRÜŞ Roni Margulies

MUTSUZ SEÇMEN Şu anda 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen öncesine benzer bir dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. En azından şu açıdan: AKP seçmenlerinin önemli bir kısmı, kendi partilerinden rahatsızlık veya memnunsuzluk duydukları bir ortamda oy sandığına gidecek. Haziran seçimlerinde, hatırlatmak gerekirse, AKP’nin oyları %50’den %40’a düşmüş, yani parti seçmenlerinin beşte birini kaybetmişti. Kalıcı bir kayıp değildi bu. AKP’nin “mutsuz” seçmenleri, başka bir seçenek göremedikleri ve koalisyon istikrarsızlığından korktukları için Kasım seçimlerinde tekrar AKP’ye dönmüştü. Bugün de, çok sayıda AKP’li başkanlık sisteminden rahatsız ve oy kullanmaya ayaklarını sürüyerek gidecek. Kaç kişi olduklarını, referandum sonuçlarını ne ölçüde etkileyeceklerini bilemiyoruz. Kamuoyu yoklamalarına, anketlere hiç güvenmemek gerek, çünkü “hayır” oyu vermeyi düşünen bir AKP’li bunu bir anketöre bile itiraf etmeyecektir. Rakamını bilmiyoruz, ama böyle bir kitle olduğunu biliyoruz. Bu kitlenin önemli bir unsuru, muhafazakâr Kürt seçmenlerinden oluşuyor. Aynen 2015 Haziran’ında olduğu gibi. O zaman, Kürt sorununun çözümünde AKP’den adımlar bekleyen ve beklediklerini bulamayan muhafazakâr Kürt seçmeni ya HDP’ye oy vermiş ya da oy kullanmamıştı. Bugün aynı seçmen, beklediğini bulmak bir yana dursun, AKP’nin bir buçuk yıldır savaşı tırmandırdığını ve MHP ile işbirliği yaptığını görüyor. Mutsuz olduğundan kuşkum yok. Ne ölçüde mutsuz olduğunu 16 Nisan’da göreceğiz. Bu Kürt seçmeninin “hayır” oyu vermesini sağlamak için, oylanan anayasanın barış ve çözüm sürecinin önünü keseceğini anlatmamız gerek. Yapmamamız gereken ise, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı. Üç hafta önce, şunları yazdı CHP başkanı: “Sayın Binali Yıldırım, Habur'da seyyar mahkemeleri kim kurdu? Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerini teröristlerin ayağına kim götürdü?” “İmralı'daki masaya kimler oturdu? Terör örgütü lideriyle başkanlık pazarlığını kimler yaptı? Adaya MİT müsteşarını kim gönderdi?” “Oslo'da terör örgütüyle masaya kimler oturdu? Masaya oturulması talimatını kim verdi? Türkiye'yi seviyorsan önce bu sorulara cevap ver.” Bunları okuyan bir Kürt vatandaş, ister muhafazakâr olsun, ister başka bir şey, herhalde AKP’ye sempati duymaya başlar! Benzer bir şey Fırat’ın batısında da geçerli. AKP tabanının mutsuz kesimini kazanmak için, AKP ve Erdoğan hakkında laf etmek değil, ne istediğimizi anlatmak gerek. Demokrasi istiyoruz, barış istiyoruz, özgür basın ve üniversite istiyoruz. Ve bu anayasa Türkiye’yi bunların hepsinden daha da uzaklaştıracak. Bunu anlatalım, seçmene güvenelim.


8

GELENEK 1917-2017 EKİM DEVRİMİ

EKİM DEVRİMİ VE BOLŞEVİKLER

1917 Ekim Devrimi'nin ardından kadınlar ve çocukların sorunlarını çözmek için çalışan Bolşevik parti üyeleri.

İsyanlar ve ayaklanmalar tarih boyunca pek çok kez patlak verse de, onlar genelde başarıya ulaşmazlar. Rusya’daki Bolşevik Parti, sosyalist örgütün devrimin başarıya ulaşmasında ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Şubat 1917’de devrim başladığında Bolşeviklerin yalnızca 10 bin üyesi vardı. Kasım 1917’ye gelindiğinde ise üye sayıları 250 bine çıkmıştı. Bolşevik Parti’nin liderliğinde iktidara el koyan işçi sınıfının büyük bir çoğunluğu bu partiyi desteklemişti. Çünkü Bolşevikler devrimin başarıya ulaşması için iktidara el koymak gerektiğini ve sosyalist örgütün bunun gerçekleşmesi için çok önemli olduğunu biliyorlardı.

diler ve yeni kapitalist demokrasiyi “savundular.” Oysa Bolşevikler savaşa derhal son verilmesini istediler. Artık Rusya’da geçici hükümet iktidarda olsa da savaşın hala emperyalist bir kıyım olduğunu savundular. Geçici hükümet dağılmakta olan bir toplumu bir arada tutmaya çalışıyordu ve Sovyetler onun otoritesini tehdit ediyordu. Sosyalist Devrimciler ve Menşevikler geçici hükümete katılıp Sovyetler karşısında ona destek verdiler, işçi hareketi bu hükümetin ötesine geçtiğinde bile tutumları değişmedi.

Bu tutum onları diğer iki büyük sol partiden, yani Sosyalist Devrimcilerden ve Menşeviklerden ayırıyordu. Hem Sosyalist Devrimciler hem de Menşevikler devrime katılmışlardı ancak onlar işçi sınıfının iktidarı ele geçirebilecek kapasitesi olduğuna inanmıyorlardı. Onların vizyonu kapitalist parlamenter bir demokrasinin kurulmasıyla sınırlıydı. Ancak Bolşevikler işçilerin kurduğu konseylerin, yani Sovyetlerin bir işçi hükümetinin temelini oluşturabileceğini savundu. Sonuçta Bolşeviklerin tutumu Devrimci Sosyalistlere veya Menşeviklere göre çok daha netti.

Bolşevikler ise büyüyen işçi hareketinin safındaydı ve böylece işçilerin radikal talepleriyle bağ kurup geniş kitleleri Sovyet iktidarı sloganına kazanabildiler. Bolşeviklerin başarısının nedeni yalnızca doğru fikirlere sahip olmaları değildi. Kendisine “uzman” sıfatını yakıştıran pek çok kişi Bolşeviklerin fırsattan yararlanarak kendilerini dayattıklarını iddia ediyor. Onlar, Bolşevikleri işçi hareketinin öfkesinden faydalanarak darbe yapanlar olarak göstermeye çalışıyor. Oysa Bolşeviklerin işçi hareketine liderlik edebilmesinin nedeni işçi hareketinin bir parçası olmalarıydı. Bolşeviklerin üyelerinin çoğunluğu işçiydi ve fabrikalarda ve işyerlerinde diğer işçilerle yan yana mücadele etmişlerdi. Onlar bu

Şubat ayında Çarlık yıkıldığında Sosyalist Devrimciler ve Menşevikler, Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılımını destekle-

Parti işçi hareketinin bir parçası

mücadele içinde işçi sınıfının güvenini kazandıkları için harekete liderlik edebildiler. İşçiler 1917’de radikalleştiklerinde giderek daha fazlası Bolşeviklere katıldı. İşçi sınıfı içinde daha güçlü bağlara sahip oldu ve işçi kitleleriyle daha sıkı bağlar geliştirdi.

birinin içinde olmalıydı ama aynı zamanda merkezi olmalıydı. Yerel gruplar kendi deneyimlerini, örgütün seçilmiş liderliğine aktarıyorlardı. Böylece örgüt hızlı bir şekilde harekete geçebiliyor ve bütün örgüt birlikte davranabiliyordu.

Bolşevik partinin lideri Vladimir Lenin, 20. yüzyılın başında böyle bir örgütlenme hayal etmişti. Bu dönemde Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi yeni kurulmuştu ve devrimciler hala nasıl örgütleneceklerini tartışıyorlardı. Lenin “her zaman her eylemi destekleyecek ve onu mutlak mücadeledeki güçleri yoğunlaştırmak için kullanacak” bir örgüte ihtiyaç duyulduğunu yazdı. Yalnızca ücretler gibi dar ekonomik talepler üzerinden devrimcileri eleştiriyordu. Bu devrimciler küçük kazanımlar için yürütülen mücadelenin işçilerin otomatik olarak sisteme karşı çıkmasına neden olacağını savunuyorlardı.

Lenin’in önerileri Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nde Bolşevikler ve Menşevikler olmak üzere iki kanadı doğuran bir bölünme yarattı. Lenin kendini adamış devrimcilerden oluşan sıkı bir üyelik isterken Menşevikler daha gevşek bir örgütlenmeyi savunuyorlardı. Ancak Bolşevik örgüt çok esnek bir yapıdaydı. 1905 Devrimi sırasında Lenin “partinin kapılarının açılmasını” savunmuştu, böylece devrimle radikalleşmiş olan yeni işçi tabakaları partiye kazanılabildi.

Oysa Lenin işyeri mücadelelerinin yeterli olmadığını, devrimcilerin siyasal mücadelenin de içinde olması gerektiğini savundu. Bu aynı zamanda “nerede ortaya çıkarsa çıksın, toplumun hangi sınıfını veya tabakasını etkiliyor olursa olsun” tüm ayrımcılıklara karşı çıkmak anlamına geliyordu. Mesele tüm bu farklı mücadeleleri bir araya getirmek ve onları üreten sisteme karşı yürütülen mücadelede birleştirmekti. Bunu yapacak olan örgüt, bu mücadelelerin her

Devrimin yenilmesinin ardından Bolşevikler büyük bir baskıyla karşılaştılar. Liderlikleri sürgüne gitmek zorunda kaldı ve parti sıkı bir gizlilik içerisinde işledi. 1917 Devrimi’ne gelindiğinde Menşevikler daha kalabalık olan gruptu. Ancak Bolşevikler hızla değişen olaylara tepki doğru tepki verebildiler. Ekim ayı geldiğinde geniş işçi yığınları Bolşevik partiye sempati duyuyor veya ona katılıyorlardı. Bütün ülkedeki Sovyet seçimlerinde Bolşevikler kazanamaya başladı. Sonunda işçileri geçici hükümeti devirme fikrine kazandılar. Onların örgütlüğü zaferin anahtarı olmuştu.


İŞÇİNİN SESİ

YA İŞÇİNİN PATRONDAN İNTİKAMI? Üç milyondan fazla Suriyeli, savaştan kaçarak geldikleri Türkiye’de yoksulluk ve ırkçılıkla boğuşuyor. Hükümet sığınmacıların mültecilik statüsünü tanımıyor. Suriyeliler en temel insan haklarından yoksun bir şekilde yaşamaya, mümkünse başka ülkelere kaçmaya çalışıyorlar. Irkçılar ise sürekli olarak Suriyelileri hedef gösteriyor, saldırıyor. Son olarak, Fırat Kalkanı Operasyonu’nda TSK askerlerinin ölümleri üzerine Suriyelilerin ülkelerine zorla geri gönderilerek savaşmaları yönünde ırkçı kampanyalar yürütülüyor.

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

İŞÇİ SINIFI BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ İSTİYOR İşçi sınıfı ve yoksulların çıkarı "Hayır!" kampanyasındadır. Türk-İş başkanı 'değişiklik paketinde bizim taleplerimiz yok' dedi. Anayasa değişikliği işçi sınıfının lehine değil. Zira demokrasiden yana bir değişim değil. 12 Eylül Anayasası ile 35 yıldır yönetilen Türkiye’de temel hak ve özgürlükler konusunda sorun yaşadığımız açık. Örgütlenme ile ilgili pek çok engel anayasada mevcut. İşçinin, emekçinin, siyasete katılım imkânı çok sınırlı. Basın ve ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, farklı kimlik ve kültürlerin eşit haklarla varlığının güvenceye alınması gibi temel demokratik hakların kullanılmasının önünde pek çok anayasal engel var. Temel hak ve özgürlüklerimizin güvenceye alındığı, demokratik bir Anayasa hepimizin ihtiyacı. Ancak ortaya konulan değişiklik, gündeme getirilme biçimi ve içeriği bakımından uygun değil.

Diğer yandan, Suriyeliler, teksil ve inşaat başta olmak üzere birçok sektörde ucuz işgücü kaynağı olarak ağır sömürü koşullarında, güvencesiz ve kayıt dışı koşullarda çalıştırılıyorlar. İzmir’de Şafak K. adlı bir patron, işe geç kalan Suriyeli işçiyi döverken çektiği fotoğrafı “Türk'ün Suriyeliye intikamı” notuyla sosyal medyada paylaştı. Bu kare, Türkiye’de emekten, demokrasiden ve özgürlükten yana olan herkesin durması gerektiği yeri açıkça gösteriyor. Suriye’nin yoksulları, gelip yerleştikleri Türkiye’de işçi sınıfının düşmanı değil, organik bir parçası ve müttefikidir. Irkçılığın ve sömürünün el ele ilerlediği koşullarda, tüm emek örgütlerinin ve sosyalistlerin görevi, patronlara karşı her ulustan işçilerin birleşik mücadelesinin örgütlenmesine yardımcı olmaktır.

9

Gündeme getirilme biçimi bakımından uygun değil; çünkü Anayasa değişikliği önerileri hakkında işçiler, emekçiler, sendikalar, üniversiteler, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri her hangi bir tartışma yapamadı, OHAL koşullarında böyle bir siyasal atmosfer oluşturulmadı. Grev, gösteri, yürüyüş, toplantı vb yasak, medya üzerinde ağır bir baskı var. Bu yasakların gölgesinde sağlıklı bir toplumsal tartışma yapılamayacağı aşikar.

İzmir'de Suriyeliye işçiye eziyet eden patron büyük tepki topladı.

FABRİKALARDAN, OFİSLERDEN, İŞYERLERİNDEN HABERLER

İçerik bakımından uygun değil. Bu anayasa değişikliğinin işçilere, emekçilere getirdiği herhangi bir şey yok. İş cinayetleri, işten atılmalar, hayat pahalılığı, yoksullaşma artarak devam ediyor, ama yeni anayasada bu konularda getirilen herhangi bir düzenleme yok. Yeni anayasa emekçilerin hiçbir derdine derman getirmiyor. Yeni anayasada Kürt halkı yine yok sayılıyor, eşit yurttaşlık diye bir kavramın sözü dahi edilmiyor. İstikrar ve huzur için yapıldığı söylenen anayasa değişikliği ile şunlar hayatımıza girecek: Tüm yetkiler tek elde toplanacak. Milletvekilleri, bürokratlar, yargı tek kişi tarafından belirlenecek. Yasaların yerine geçecek Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) tek elden çıkarılacak. Bütün bu geniş yetkilere rağmen, yetkiyi kötüye kullanmayı engelleyecek mekanizmalar olmayacak. İşte önerilen sistem bu. Halkın bu düzenlemeye ‘Evet’ demesi isteniyor. Tüm yetkilerin tek elde toplandığı bir sistemden demokrasi çıkmaz. Bu nedenle sendikalar bu anayasaya hayır demeli, başkanlık değil demokrasi istemelidir.

Direnişteki Migros işçileri.

n Gebze Şekerpınar’da bulunan Migros depoda Ocak ayında işten atılan 13 işçi ve onların mücadelesine destek verdikleri için Şubat ortasında işten atılan 13 işçinin katıldığı direniş sürüyor. n Mersin’in Tarsus ilçesinde TCDD’ye bağlı demiryolu inşaatında çalışan işçiler, 4 aylık ücretlerinin gasbedilmesine karşı direnişe geçti. n İzmir’in Çiğli ilçesindeki organize sanayi bölgesinde kurulu olan Senkromeç Fabrikası'nda maaşlarını alamayınca iş bıraktıkları için işten çıkarılan Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin direnişleri sürüyor. n Antalya Büyükşehir Belediyesinde taşeron olarak çalışan 23 işçi, maaşlarının tam ve zamanında yatırılmadığı gerekçesi ile 4 gün iş bırakarak alacaklarını tahsil ettiler. n KHK’larla ihraç edilen kamu emekçilerinin direnişi sürüyor. Geçtiğimiz hafta İstanbul’da Kadıköy, Kartal, Küçük-

çekmece, Gaziosmanpaşa ve Bakırköy’de, İzmir Karşıyaka’da, Aydın’da, Çorlu’da, Malatya’da ve daha birçok yerde Eğitim-Sen ve KESK’li emekçiler eylemler düzenledi. n Kadıköy Khalkedon Meydanı’nda direnişe başlayan Betül Celep’in ve Düzce’de Alev Şahin’in direnişleri sürüyor. n Mersin-Adana arasında devlet-özel şirket ortaklığında devam eden hızlı tren yolu inşaatında çalışan 40 işçi, 4 aydır ücretlerini alamıyordu. Direnişe geçen işçiler, 6 gün sonra jandarma zoruyla fabrikadan çıkarıldı. n İstanbul’da Eroğlu Skyland inşaatında çalışan DİSK/Dev Yapı-İş sendikası üyesi 30 işçi, ağır çalışma koşullarına karşı iş bırakarak direnişe geçti. n Petrol İş sendikası Bandırma şubesi üyesi yaklaşık 300 işçi, Eti Maden İşletme Müdürlüğü'nün Varlık Fonu'na devredilmesini protesto etti.

ÇIKTI!

BAYİLERDE VE SOSYALİST İŞÇİ SATICILARINDA


10

SİNEMA

MİLİTARİST BİR VİCDANİ RED HİKÂYESİ: “HACKSAW RİDGE”

TOPLANTI DUYURULARI

23 Şubat Perşembe 19:00 ŞİŞLİ

FİLM GÖSTERİMİ: FREE STATE OF JONES VE AMERİKAN İÇ SAVAŞI HAKKINDA SOHBET

Nakiye Elgün sokak, İkbal Apt., No: 32/3 OSMANBEY

24 Şubat Cuma 19:00 FATİH FERİT SANİ

Desmond Doss, Pearl Harbour sonrasında pek çok yaşıtı gibi gönüllü olup askere yazılır. Ancak Desmond “normal” bir asker değildir. Dini inançları ve aile içinde yaşadığı şiddet deneyimi nedeniyle şiddetsizliği benimsemiş, bir vicdani retçi olmuştur. Böylece Desmond silah taşımayan, savaşmayı reddeden, öldürmeyip hayat kurtaran bir asker olacaktır. Mel Gibson’un yönettiği “Hacksaw Ridge”, Desmond Doss’un bu kelimenin gerçek anlamında sıra dışı hikâyesinden yola çıkıyor. Filmin ilk bölümünde Desmond’un Birinci Dünya Savaşı’nın dehşetini yaşadıktan sonra bir türlü kendini toplayamayan babasının itirazlarına rağmen gönüllü oluşu aktarılıyor. Ordu bir vicdani retçiyi bünyesine öyle kolay katmıyor elbette. Andrew Garfield’ın canlandırdığı Desmond orduya bir sıhhiyeci olarak hizmet etmek istiyor. Ancak onun hiç silahlı eğitim almamak ve silah taşımamak konusundaki ısrarı, askeri otoritelerin gerçekten sert tepkisiyle karşılaşıyor. Dayak yiyor, taciz ediliyor, hücreye tıkılıyor. Ancak Desmond ısrar ediyor, direniyor. Şiddet karşıtı tutumundan vazgeçmiyor ve orduda kalmak, savaşa gönderilmek için ısrar ediyor. Sonunda da bunda, şimdi burada detayına girmenin gereksiz olduğu bir “torpille” başarılı oluyor. Filmin ikinci bölümünde artık “silahsız” bir asker, bir sıhhiyeci olan Desmond’u, Okinawa adasında Japon ordusuna karşı girişilen operasyonda görüyoruz. Desmond silah taşımak ve kimseye ateş etmek istemese de savaş makinesinin bir parçası olmak ve “silah arkadaşlarının” saygısını kazanmak için yanıp tutuşuyor. Belki kimseyi öldürmüyor, ancak öldürenlerin işini kolaylaştırmak ve savaş

aygıtının iyi ve pürüzsüz işlemesi için de elinden geleni ardına koymuyor. Onun “vatanseverliğini” ve hatta “erkekliğini” sorgulamış olanlara inat hayatını defalarca tehlikeye atıyor. Böylece film, bir vicdani retçiden bir savaş kahramanı yaratmak gibi eşine az rastlanır bir işe soyunuyor. Yani “Hacksaw Ridge”, ordularla ve onların yürüttükleri savaşlarla hiçbir derdi olmayan, hatta savaşları meşrulaştıran milliyetçi sembol ve söylemleri ferah feza benimseyen bir garip “vicdani red” filmi olarak karşımıza çıkıyor. Desmond’un şahsında cisimleşen Hıristiyan köktenciliğiyle modern savaşa has katliamı biraraya getirmek tam Gibson’ın dişine göre bir iş olmuş. Mel Gibson’un “The Passion of the Christ” (2004) ve “Apocalypto” (2006) gibi eski filmlerinde de sere serpe sergilediği kan ve dehşet tutkusuna bu “vicdani red” filmi de bir istisna değil. Savaş sahneleri, sanki Desmond’un şiddet karşıtlığını “telafi etmek” istercesine öyle sert ki bazen İkinci Dünya Savaşı’nda geçen bir korku filmini andırıyor. Havada uçuşan uzuvlar, dağılan iç organlar ve elbet bol bol kan. Öyle ki bir kez yetmiyor film izleyiciye iki kez kan banyosu yaptırıyor. Gibson adeta Desmond Doss’un tutmak istemediği silahı alıyor ve etrafa kurşun ve ateş yağdırıyor. Hedefteyse ölmek ve öldürmek için neredeyse birbirleriyle yarıştıklarını gördüğümüz, Amerikan askerlerinin tersine herhangi bir bireysel hususiyetleri olmayan bir sürü olarak gösterilen Japon askerleri. Aslında şaşırtıcı olan Mel Gibson’un Japonların “bizimkiler” gibi “normal” askerler olmadıklarına dair Amerikan ırkçı klişesini akıl almaz bir rahatlıkla yeniden üretmesi değil, filmin bu haliyle altı Oscar ödülüne aday gösteriliyor olması. Bu “vicdani retçi” vatanseverlik ve savaş övgüsünde esir Japon askerlerini infaz eden, parmak

ve kulaklarını keserek hatıra eşyası olarak memlekete gönderen Amerikan askerleri yok elbette. Ayıplanması muhtemel bu tür hal ve tavırlar, Asyatik ve dolayısıyla barbar (ya da hiç değilse “bizim” medeni standartlarımıza ters) düşman askerlerine özgülenmiş.

TÜRKİYE'NİN İNŞAASINDA SERMAYENiN TÜRKLEŞTİRİLMESİ

Desmond’un beyaz perdedeki öyküsü, onun şiddet karşıtlığına karşın hiçbir şekilde bir savaş karşıtı bir anlatı değil. Desmond’un hikâyesiyle bir başka askerin, Paul Baumer’in öyküsünü kıyas etmek yeter. Erich Maria Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”unun ana karakteri Paul Baumer, sınıf arkadaşlarıyla birlikte Birinci Dünya Savaşı başladığında coşkuyla gönüllü olur. Hemen hepsi için savaş, dışında kalamayacakları, zenginleştirici bir deneyim, erkekliklerini ispat edebilecekleri bir inisiyasyon töreni ve gündelik yavanlığın ötesine geçme imkânı taşıyan, eşi benzeri olmayan bir serüvendir. Romanın gerisi Baumer ve arkadaşlarının savaş içerisinde uğradıkları hayal kırıklığına, maruz kaldıkları maddi ve manevi tahribata dairdir. Baumer, 1920’lerin ikinci yarısındaki savaş edebiyatı patlamasından Holywood’un Vietnam Savaşı filmlerine, hayal kırıklığına uğramış, travmatize olmuş kurban-askerin arketipi sayılabilir. Bu anlatı formunda askerler fail değil mağdurdurlar, savaş onları bedenen ve ruhen kötürüm eder. Desmond’un öyküsüyse örgütlü savaş karşısında asker bireyin duyduğu çaresizlikten ziyade “kahramanımızın” savaş aracılığıyla bedenen ve ruhen yücelişine, kendini tamamlayışına, ispat edişine dair. Yani savaş karşıtı olmaktansa savaş deneyimini ululayan, ürkütücü derecede çiğ bir militarist anlatı söz konusu. Mel Gibson’a da zaten böylesi “yakışır” değil mi?

Konuşmacı: RONİ MARGULİES EhhibaCafe, Haydar Bey Caddesi, Fatih

BEYOĞLU

CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ VE MÜCADELE STRATEJİLERİ Leylek Cafe, İstiklal Caddesi, Küçükparmakkapı Sok. No:15 D:3

2 Mart Perşembe 19:00 KADIKÖY

NEOLİBERALİZM VE ÜNİVERSİTELER Konuşmacı: ESRA AKBALIK

Serasker Caddesi, No:88, Kat:3, Nergis Apt. (Merve İletişim'in üst katı) TOPLANTILAR HERKESİN KATILIMINA VE KATKISINA AÇIKTIR.


AKTİVİZM 11

KÖMÜR SANTRALLERİNİ DURDURABİLİRİZ

Mücadele kazandırıyor Ama bu olumlu gelişmenin çok kısa sürede elde edilmediğini, bu mahkeme kararının ardında on yıllardır yılgınlığa düşmeden inatla, azimle verilen bir mücadele olduğunu bilmek gerekir. Dava 2010 yılında açılmasına rağmen termik santral 2014 yılında hukuksuz bir biçimde çalışmaya başladı. 350 MW’lık İzdemir işletmeye alındığı tarihten itibaren her yıl 1 milyon ton kömür yaktı ve atmosfere 2,5 milyon ton karbondioksit saldı, denizden 400 bin metreküp su çekti, kirlenmiş suyu Hayat Deresi'ne bırakırken, kül barajında depolanan tonlarca kömür külü ile birlikte çevresindeki yaşamı adeta yok etti. Bütün bu olumsuzluklar yaşanırken bölgede yaşayanlar asla pes etmeyip kömür santrallarının inşasına ve hukuksuz işletmesine karşı sürekli eylemlilik içinde oldular. Mayıs 2016’da Kömürden Kurtul etkinliği ve benzer nitelikteki irili ufaklı eylemler en nihayetinde olumlu sonuçlar vermeye başladı. Bölgede sadece İzdemir’in ÇED iptali değil, bölgede planlanan bir diğer proje olan 800 MW’lik ENKA termik santral projesinin ÇED raporu Aralık 2016’da iptal edildi, yine Ekim 2016’da Azerbaycan Devlet Enerji Şirketi SOCAR, 672 MW’lık projesinden vazgeçtiğini duyurdu. Bu peş peşe gelen olumlu kararları ve mücadeleleri daha da önemli kılan ise bu kararların AKP

HAVADA DEĞİŞEN BİR ŞEYLER VAR: #HAYIRGİTMİYORUZ 7 Şubat akşamı benim de içlerinde bulunduğum yüzlerce akademisyen daha önceki KHK’lar ile ihraç edilen arkadaşlarının yanına katıldı. Kampüslerimizden, odalarımızdan, öğrencilerimizden koparılmaya çalışılmamız elbette hüzünlü ancak hüzünden başka şeyler de var.

AKP’den şirketlere “kılçıksız yatırım” vaadi

İhraç edildikten sonra her üniversitede çeşitli etkinlikler yapıldı, özellikle sonuncusu olmak üzere KHK’lar ile ağır bir yara alan Ankara Üniversitesi’nde de 10 Şubat’ta, tam da “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attığımız için üniversitenin bizi soruşturmaya çağırdığı günün yıldönümünde, Cebeci Kampüsü’nde sendikamız Eğitim Sen’in öncülüğünde bir açıklama yapacaktık. #HayırGitmiyoruz demiştik. Üniversiteden kopartılamayacağımızı, yapılan haksızlık karşısında sessiz kalmayacağımızı, işimize sahip çıkacağımızı anlatacaktık. Sabah erkenden giden arkadaşlarımız kampüse girmeyi başardılar ancak benim gibi pek çok kişi saat 10.00’dan sonra girmeye çalıştığımız kampüse alınmadı. Kapıda polis vardı, yıllar boyunca her sabah kapısından girdiğimiz, bizim için sadece işyeri değil adeta ikinci bir ev olan kampüsümüze, eşyalarımızın bulunduğu odalarımıza gitmeye çalıştığımız için polis tarafından durdurulduk. Önce dışarıdaki bizlere “dağılın” dedi polis, gaz sıkarak üzerimize geldiler. Bunun sonucu, Ankara’da çok uzun zamandır olmayan bir şeyin gerçekleşmesi oldu. Akademisyenler ve öğrenciler kalabalık bir grup hâlinde Ankara’nın merkezi Kızılay’a yürüyüşe geçtiler. Ankara’nın buza kesen soğuğu o gün kendisini gizlemişti biraz, hava serindi tabii ama havada değişen bir şeyler vardı. Gezi günlerine benzer bir his peyda oldu, tanıdık bir slogan sesi bu hissi daha da arttırdı: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”. Başkanlığa karşı ilk güçlü eylem polisin ittirmesiyle, kendiliğinden bir şekilde akademisyenler ve öğrenciler tarafından yapılmış oldu. Uzun zamandır sokaklara hâkim olan korku ve yılgınlığın tam tersi bir rüzgâr esiyordu, yüzler gülüyordu, herkes kararlıydı. Evlerin camlarından gelen alkışlar ve arabalardan kornalar ile gelen destekler eşliğinde Kızılay’a vardık.

AKP Hükümeti 2023 yılına kadar tüm yerli kömürün son damlasına kadar kullanacak sayıda ve hatta daha fazlasını içeren kömürlü termik santral yapımını planlamakta. 2002-2010 yılları arasında kömürden enerji üretimini kırka yakın kömürlü termik santralle %70 oranında arttıran hükümet, buna 80 adet yeni santral eklemeyi hedefliyor. Enerji Bakanı Albayrak’ın da sık sık ifade ettiği gibi “20 milyonluk pazar” alanı dediği kömüre şirketlerin yatırım yapması için tıpkı İzdemir’de olduğu gibi her türlü hukuksuz yönteme başvurulmasına, şirketlere türlü imtiyazlar verilmesine olanak tanınıyor. ÇED, kamulaştırma ve imar planı gibi izinlerin tamamının Elektrik Üretim AŞ (EÜAS) tarafından alındığı ve böylelikle yatırımcıya maliyet yüklenmediği anlaşma yöntemleri ile şirketlere “kılçıksız yatırım” vaat ediliyor.

Biz yürürken, az önce bizi kovan polislerin kampüsteki arkadaşlarımıza ve hocalarımıza gaz kapsülleri attığını, bazı arkadaşlarımızın kampüs içinde gözaltına alındığını duyduk. Sonradan öğrendik ki direnişin büyüğü kampüsteymiş. Yıllardır haksız bir şekilde fildişi kuleden bakmakla itham edilen hocalarımız kapıda polisin karşısına dikilmişler, cüppelerini yerlere sermişler, polisler üstlerine basmış. Öğrenciler köpeklerle kampüse giren polisin karşısında delici bakışlarla durmuşlar. 12 Eylül’de üniversiteden kovulan Korkut Boratav da oradaymış, Baskın Oran da… Ertesi gün kampüse asılan bir pankartta dediği gibi cesaret hızla herkese bulaşmaya başlamış. Kampüsteki direnişin sonucu devasa bir forumun toplanması oldu. Dışarıda kalan bizler kampüse geri döndüğümüzde Baskın Hoca kürsüden “söke söke döneceksiniz” diye konuşma yapıyordu.

Ama şu gerçekler kurulmak istenen ve halen işleyen termik santrallerin çevresinde açık ve net bir biçimde görünüyor. Kömür: iklimi değiştirirken, civa kirliliğine, asit yağmurlarına yol açıyor, insan sağlığını tehdit ediyor, suları tüketiyor ve kirletiyor. Ve bunların hepsi geçimini topraktan, sudan sağlayan başta bölge insanını olumsuz etkilerken hepimizin, tüm canlı yaşamın geleceğini tehdit ediyor. Bu gerçekler karşısında “kimse kusura bakmasın, isteseler de istemeseler de biz bu kömürü kullanacağız” söylemi etkisini gittikçe yitirirken Türkiye’de ve dünyada kömürü toprakta bırak talebi ile mücadele büyüyor ve kazanımlar elde ediyor.

Dayanışmanın tadını bir kere aldık, devam ediyoruz.

Yatağan termik santrali ölüm saçıyor.

Geçtiğimiz hafta Aliağa’dan insanlık ve gezegen için hayırlı ve hepimizi sevindiren bir haber geldi. İzdemir termik santralinin ÇED Olumlu Kararı’na karşı açılan davada mahkeme, dava konusu ÇED kararını yetki, şekil, sebep yönlerinden hukuka aykırı bulduğu gibi, kamu yararı dışında bir amaçla verildiğini de ifade ederek, iptalini istedi. Mahkemeden çıkan bu kararın anlamı: Termik santralin faaliyeti hemen durdurulmalı!

ÖNE ÇIKAN Can Irmak Özinanır

hükümetinin her açından güçlü olduğunu düşündüğü ve şirketlere kirli enerji alanında yatırım yapmaları için sınırsız imtiyazların tanındığı bir dönemde gerçekleşiyor olması.

Marmara, Boğaziçi, ODTÜ, Kocaeli, Anadolu gibi üniversitelerden de #HayırGitmiyoruz sesleri yükseldi. Oradaki arkadaşlarımızdan güç aldık, oralara güç vermeye çalıştık. Her gün bir açık dersle, bir dayanışma etkinliğiyle karşılaşıyor, beraber örgütlüyor veya davet ediliyoruz. Sendikamızda, dayanışma akademilerinde, sokak akademisinde emek sürecimize sahip çıkışımız sokakta ve kampüste güçlü bir sese dönüştü. Dört duvardan bir süreliğine kopabiliriz ama #HayırGitmiyoruz. Sokaklardan, dayanışma akademilerimizden, omuz omuza mücadele etmekten, dünyayı anlamaya, anlatmaya, değiştirmeye çalışmaktan gitmiyoruz.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

HAYIR! KRİZİN FATURASINI PATRONLAR ÖDESİN Hükümetin emeklilere promosyon ödemesi, ÖTV ve KDV indirimleri gibi “müjdeli” haberleri referandum öncesi “evet” oylarının güçlenmesine yönelik hamleler olarak görünebilir. Ancak piyasaları canlandırmaya dönük bu hamleler kaşıkla verip, kepçeyle almaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Türk-İş Ocak 2017 raporuna göre; dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.479 TL, yoksulluk sınırı 4.818 TL iken, işçilere reva görülen asgari ücret 1,404. TL. İşsizlik fonu, asgari geçim indirimi kesintilerinin dışında Bireysel Emeklilik Sistemine asgari ücretten yapılacak 53 TL’lik kesintiyle birlikte asgari ücret 1.351 TL’ye denk geliyor ki, asgari ücretle geçinenler için bu ücret açlık anlamına gelmekte. Siyasi baskılar, işten çıkarmalar “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” misali, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında OHAL koşullarında KHK’lar ile emekçilere yönelik bir dizi düzenleme, partili cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin emekçilerin günlük yaşamında neleri değiştireceğine ilişkin pek çok göstergeyle dolu. KHK'ler ile 100 binin üzerinde kamu çalışanının işten atılmasıyla kamu çalışanlarının yaşamlarının nasıl bir kararnameye bağlı olduğunu bilmeyen kalmadı. Bunun

dışında hükümet, OHAL sürecinde sermayeyi aşağıdan yukarıya aktaracak, bir dizi düzenlemeyi KHK’lar aracılığıyla hayata geçirdi. Zorunlu BES soygunu Zorunlu hale getirilen Bireysel Emeklilik Sistemiyle kademeli olarak 14 milyon çalışandan yüzde üç oranında kesinti yapılarak sermayeye aktarılacak. Ziraat Bankası, Halk Bankası, BOTAŞ, TPAO, PTT, Borsa İstanbul Eti Maden, ÇAYKUR, THY gibi en köklü işletmeler bir çırpıda Varlık Fonu’na devredilerek Sayıştay ve meclis denetiminden muaf tutuldu. Şubat ayında yayınlanan KHK ile İşsizlik Sigortası Fonundan patronlara ödeme yapılmasını sağlayan bir yasa çıkarıldı. Patronlar 2017 yılı sonuna kadar işe aldıkları her bir işçi için sigorta prim desteği alacak, gelir vergisi ve damga vergisi gibi vergilerden de muaf tutulacak.2002 yılından bugüne işsizlere sadece 14,3milyar lira ödeme yapan işsizlik sigortası fonundan patronlara 12 milyar ödeme yapılacak. Kıdem tazminatının fona devredilmesiyle birlikte milyonlarca işçinin kıdem tazminatı hakkını gasp eden düzenlemenin ise referandum sonrasında emekçilerin önüne getirileceği söyleniyor.

REFERANDUMUN ARDINDAN Referandum öncesinde kadın hareketinin ve “hayır” kampanyası etrafında mücadele eden kesimlerin dışında işçi hareketinde de küçük de olsa kıpırdanmalar başladı. Önce metal sektöründe 2 bin işçi hükümetin koyduğu grev yasağını tanımayarak greve devam etti. Grev sonucunda EMİS’e bağlı işverenler sözleşme yapmak zorunda kaldı. Ardından KHK ile akademisyenler ve öğretmenlerin ihraç edilmesine karşı yükselen mücadele ve dayanışma hareketi şekillendi. Referandum sonucunda “evet” ya da “hayır” çıkması OHAL sürecinde hız kesmeden devam eden emekçilere yönelik saldırıların durmasına yol açmayacak. Referandum sonrasında da işçi sınıfı taşeronlaştırma sistemine, iş cinayetlerine, yoksulluğa ve güvencesiz koşullarda

çalışma koşullarına karşı mücadeleye devam edecek. Üstelik bunun dışında Bireysel Emeklilik Sistemi kesintisi, kıdem tazminatının gaspı, işsizlik fonunun yağmalanması, varlık fonu gibi pek çok saldırının püskürtülmesi gerekiyor. Demokrasinin olmadığı koşullarda eşitlik ve adalet olmayacağı gibi, refah ve mutluluk da olmaz. Bu referandum halkın iradesinin tek bir kişiye devredilip devredilmeyeceğinin dışında ekonomik krizin faturasının kimin ödeyeceğine ilişkin mücadele açısından önemli bir eşik. Referandum sonucunda “Hayır” oylarının kazanması halinde, hem siyasal demokrasinin genişletilmesi hem de yeniden kımıldamaya başlayan hareketin özgüven duyması açısından önemli bir viraj başarıyla dönülmüş olacak.

DIŞ MİHRAKLAR MI SORUMLU? Hükümet sözcüleri TL’nin değer kaybetmesi, cari açık, işsizlik rakamlarının artması gibi ekonomik gelişmelerden olağan şüphelileri; dış mihrakları ve faiz lobilerini sorumlu tutmaya devam etsin. Rakamlar ve gerçekler ortada. Türkiye’nin yaklaşık 400 milyar dolar dış borcu var. Dolardaki yükseliş hızı son günlerde kesilse de ödenecek dış borcun TL bazında katlanması sorunu ortadan kalkmış değil. Sermayenin borç yükünün ağırlaşmasıyla ve ithal girdi fiyat-

larının yükselmesiyle maliyetler artmış vaziyette. Türkiye’nin uluslararası kredi kuruluşları tarafından kredi notunun düşürülmesiyle birlikte yatırım yapılamaz ülke ilan edilmesi, giderek derinleşen bir krizin sinyalini vermekte. Önümüzdeki süreci “İstiklal mücadelesi” olarak değerlendiren Erdoğan, Türkiye’nin ekonomide ilk ona girme hedefini de yenileyerek işverenlere istihdam seferberliği çağrısı yapıyor. Ancak ekonomik durgunluk koşullarında devletin sermaye desteği bir işe yaramadığı ortada. Şubat ayı işsizlik rakamları yüzde 12’ye yaslanmış vaziyette.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.