Sosyalist işçi 591

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

591

8 Mart 2017 3 TL. sosyalistisci.org

KÜRTAJ YASAĞINA, OTORİTER YÖNETİMLERE, TECAVÜZE, CİNAYETLERE, SAVAŞA KARŞI

KÜRESEL KADIN DİRENİŞİ YOL GÖSTERİYOR 2017

MARKSİZM

19-23 NİSAN İSTANBUL CEZAYİR SALON


2

GÜNDEM

SAVAŞ SİYASETİ NEREYE KADAR? Türkiye ordusunun Suriye’de yürüttüğü harekât Menbiç’de durdu. Daha önce IŞİD’in elinden YPG tarafından alınan şehre ABD ve Rusya askerlerinin girmesi ile Türkiye ordusunun ilerlemesi engellendi. ABD açıkça YPG’yi koruma altına alırken, Türkiye’nin ne yapacağı belirsiz.

16 NİSAN’DA HAYIR 17 NİSAN’DA BİRLEŞİK MÜCADELE Kutuplaştıran özellikleri iyice belirginleşen bir referandum süreci yaşıyoruz. Fakat kutuplaşmacı üslubu öne çıkartan, esas olarak “Evet” cephesi. Çok gürültücü bir kampanya yapıyor “Evet”çiler. Sürekli bağırıyor, sürekli meydan okuyor, sürekli hakaret ediyorlar. Bir gün terörist ilan ediyorlar “Hayır”cıları, bir gün darbeci, ertesi gün hain, sonraki gün meclisi bombalayanlarla bir ve aynı olmakla suçluyorlar. Hakaret listesi uzadıkça uzuyor. Gazete köşelerinden, televizyonlardan, miting meydanları ve açılış törenlerinden sürekli olarak kızgınlık boca ediliyor. Bu kızgınlığın temel işlevi, kutuplaşmayı derinleştirmek. Bunu, iki temel tartışmayı öne çıkartarak yapıyorlar: Birisi “Hayır” oyu verenleri darbecilerle, 15 Temmuz’da meclisi bombalayanlarla eş tutmak; diğeri ise, 16 Nisan’da oylanan Cumhurbaşkanıymış gibi göstermek, referandumu Erdoğan’ın oylanmasına indirgemek. Böylece, 15 Temmuz darbesinin devirmek istediği Erdoğan’ı tartışmanın merkezine oturtarak, “Hayır”cılarla meclisi bombalayan darbeciler arasında kendiliğinden bir bağ kurulması sağlanıyor. Bütün bu yorumlar, zorlama ve hayali bağlantılar, “Hayır”cıları şeytanlaştıran vurgular, referandum sürecini gergin, kutuplaşmanın daha da arttığı bir koşula sürüklüyor. “Evet” diyenlerin liderliğini yapanların bu gerginliği tercih etmesi “Hayır” tercihinin sandıklarından çok daha geniş bir taban bulmuş olması olabilir. Ama sadece oy tercihlerinin oransal düzeyi bu gerginliği açıklamaya yetmiyor. “Hayır” oylarının “Evet” kampanyasını yapan liderliklerin beklediğinden daha yüksek olmasının yanı sıra, gerginliğin daha temelli nedeni, egemen sınıfın ve devletin ağırlıklı kesimlerinin, AKP, MHP ve hatta CHP liderliklerinin, Suriye’deki gelişmelerin seyrine bağlı olarak bir beka sorunu yaşandığı yönündeki hakim görüş. Sosyalist İşçi, cumhurbaşkanı tarafından ilk kullanılmaya başladığından beri, “yerli ve milli” olmak yönünde yapılan vurgunun tesadüfi olmadığını yazıyor. Bu, Suriye’deki gelişmeleri Türkiye iç siyasetine etkisi açısından ele alan ve Suriye’de Kürt kantonlarının bir tür devlet haline evrilmesini ölüm kalım meselesi olarak gören bir yaklaşım. Trump’la, Putin’le ve daha da önemlisi Esad’la ilişkileri belirleyen de bu beka algısı. Bu algının kısa sürede değişmeyeceği, dolayısıyla devletin beka sorununu merkezi, güçlü, birleşik, hızlı karar alan bir şekilde karşılama eğiliminin de bir çırpıda son bulacağını düşünmemek gerekiyor. Önümüzdeki dönem, “yerli ve milli popülizmin” kutuplaştırıcı politik ve sosyolojik vurguları temel sorunumuz olmaya devam edecek. Bu, aynı zamanda, 16 Nisan’ın bir son değil bir başlangıç olduğunu kavramamız gerektiğinin altını çizmek anlamına geliyor. Sosyalistlerin üç işin altından aynı anda kalkması gerekiyor: 1. 16 Nisan’da “Hayır” kampanyasının kazanması için çabalamak, 2. “Hayır” diyenlerin karmakarışık yapısını görüp, özgürlükçü, kutuplaştırıcı olmayan, yeni anayasa değişikliğine karşı eski rejimi değil demokrasiyi savunarak karşı çıkan, halkların eşit koşullarda kardeşliğini içeren yeni, demokratik bir anayasaya vurgu yapan, tüm özgürlükleri aynı anda savunan “Özgürlükçü bir hayır cephesi” inşa etmek. Bu aynı zamanda Suriyeli mültecileri ırkçı fikirleriyle aşağılayan ve suçlayan “Hayır”cılardan bambaşka bir politik içeriği savunduğumuzu göstermek demektir; 3. 16 Nisan’da gelişmelerin yönü nasıl seyrederse etsin, barışı, yoksulluğa karşı eşitlik ve adaleti, bugün “Hayır” diyen işçilerle “Evet” diyen işçilerin birlikte savunmak zorunda olduğunun altını sürekli ve kalın harflerle çizmek. İşimiz çok, kolları sıvayalım.

Trump’tan medet uman Erdoğan ve hükümet, ‘Kürtlerin varlığını kabul edin, birlikte harekat yapın’ tavrıyla karşı karşıya. Trump da Obama gibi, Suriye’de PYD’den vazgeçmiyor. Esad remi adına Suriye için hazırladığı anayasa taslağında Kürtlere özerklik veren Rusya da böyle düşünüyor. 6 Müslüman ülkenin vatandaşlarının ABD’ye girişini yasaklayan Trump’a AK Parti liderliğinin sesi hala çıkmıyor, belli ki Suriye’de gizli pazarlıklar devam ediyor. Bunun anti-emperyalizmle bir ilgisi yok. İncirlik Üssü, ABD ordusu tarafından kullanılmaya devam ediyor. Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş, ‘yanlış dış politikayı değiştireceğiz, dostluk kazanacağız’ dediğinde destek görmüştü. Dış politikada en problemli dönem Üzerinden birkaç ay geçtikten sonra oluşan tablo ise vahim. Türkiye’nin diplomatik ya da askeri anlaşmazlık içinde olduğu devletlerin sayısı artıyor: Suriye, Irak, İran, Yunanistan, Almanya, Avusturya, Hollanda.

Menbiç'e yerleşen ABD askerleri.

Kazana kazana bir tek Putin’in dostluğunu kazandılar, fakat onun da sınırları var. Rusya’nın önceliği, Suriye’de kendi çıkarlarının koruyucusu olacak Esad rejimin devamı. Türkiye’nin değişmez “dost ve müttefiki” Amerika ile işler ise flu. Temelinde silahlanma ve askeri rekabet olan yerli-milli siyaset sorundan ve istikrarsızlıktan başka bir şey üretmiyor.

REFERANDUM YAKLAŞTIKÇA TEHDİTLERİ ÇOĞALIYOR

CHP MÜDAHALE ETMESE, KILIÇDAROĞLU KONUŞMASA…

CHP’lilere “referandumdan sonra görüşürüz” demişti, HDP’lilere “kökünüzü kazıyacağız.” Şimdi “Türkiye kaynarsa Berlin yanar.” Referandum yaklaştıkça MHP lideri Bahçeli’nin, tehditlerinin dozu ve çapı büyüyor.

Suriyeli mültecileri hedef gösterdikten sonra sevimli pozitif bir kampanya başlatan Kılıçdaroğlu, çıktığı bir radyo programındaki yaptığı gafla rezil oldu. O da anayasa değişikliğinin maddeleriyle pek ilgilenmemişti.

Denilebilir ki ‘zaten evetçi milliyetçi ve muhafazakârlar, tehditleri dilinden düşürmüyor.’ Tehditler, kilit parti konumuna gelerek siyasetin merkezine oturmuş, 2014’ten bu yana başta HDP binaları olmak üzere 2 binden fazla saldırı ve linç girişiminde bulunmuş ülkücülerden geliyorsa tehlikelidir. Dövizin yükselişi, koltuğunu kaybetmekten son anda kurtulan Bahçeli’nin MHP meclis grup toplantısında ‘Getirsinler başkanlığı geçirelim’ demesi ile kurulan AK Parti-MHP ittifakıyla başlamıştı. İstikrarsızlık kaynağı olsa da Erdoğan, ülkücülerden vazgeçmiyor. Başkanlık koltuğu için Bahçeli’ye durmadan selam gönderip, idam talebini dile getiriyor. Başbakan Binali Yıldırım’ın bozkurt işareti yapmaktaki rahatlığı, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı mücadelenin gerekliliğini gösteriyor.

‘CHP bir şey yapmasa, Kılıçdaroğlu konuşmasa ‘hayır’ kazanacak’ espritüel bir saptama olmaktan, gerçekliğe evrildi.

Gaflar bir yana, ana muhalefetin ve hayır cephesinin sözcüsünün Kılıçdaroğlu olması kötü bir şaka gibi. 2007’de Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını eşi başörtülü diye engellemeye çalışan CHP, o günden bugüne Erdoğan’ı güçlendirmekten başka bir vazife görmedi.

OGAN’IN NAZİ DÜŞLERİ Hayır cephesindeki bazıları Bahçeli muhalifi MHP’lileri ortak kabul edip, ses çıkarmıyor. Muhalif ülkücülerin liderlerinden biri olan Sinan Ogan, “Suriyeliler sahilde Türk kızlarını dikizliyor” diyerek zaten ırkçı saldırılara maruz kalan mültecileri hedef gösterdi. Ardından tüm ırkçıların söylediği şeyleri tekrarladı: “Bunlar işimizi, kadınlarımızı elimizden alıyor, zaten hepsi IŞİD’çi.” İster ‘evet’ desin, ister ‘hayır’. Irkçı, ırkçıdır. Nefret suçundan, halkı kin ve düşmanlığa tahrikten yargılanmalıdır. Hayır cephesindeki ırkçılara ve faşistlere müsamaha gösterilemez.


GÜNDEM

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ HERKESE LAZIM

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ile Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin Almanya’da yapmayı planladıkları referandum toplantıları iptal edildi. Hollanda hükümeti de Rotterdam’da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun da katılması beklenen referandum mitingine izin vermeyeceğini duyurdu. Tüm bunlar AKP hükümeti tarafından öfkeyle karşıladı. İfade özgürlüğüyle ilgili atılan nutuklara, son olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın “Ben Nazizmin Almanya’da bittiğini zannediyordum, meğerse halen devam ediyormuş. (...) Baktık ki Hollanda da aynı şekilde açıklama yapmış, vah zavallı vah. Bunlar kendi iradeleriyle hareket etmiyorlar” açıklamaları eklendi. Sosyalist İşçi olarak, faşist örgütlenmeler ve ırkçı fikirler hariç, herkesin dilediği gibi siyasi propaganda yapma hakkının yanındayız. Fakat devlet başkanları, başbakanlar ya da bakanların başka ülkelerde konuşma yapmalarının, o ülkeler açısından sadece ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğinin de altını çizmeliyiz.Ancak demokrasi ve ifade özgürlüğü konusunda iki taraf da muazzam bir tutarsızlık içinde. Almanya hükümeti, bundan bir sene önce, Suriyelilerin Avrupa’ya gelişini durdurmak üzere AKP hükümeti ile mültecilerin “geri kabul”ü üzerine ırkçı bir anlaşmaya imza atmıştı. Merkel’in “diktatörlük karşıtı” bir demok-

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

KÜRESEL İSTİKRARSIZLIK DERİNLEŞİRKEN BARIŞ İHTİMALLERİ Trump seçildiğinden beri, bildiğimiz dünya arkamızda kalmış gibi hisediyoruz. Aslında Trump’tan çok daha önce başlamıştı. Bildiğimiz Avrupa rejimi İngiltere’nin Brexit kararından sonra çökmüştü. Şimdi devamının geleceğinden endişe ediyor bildiğimiz Avrupa’yı savunanlar. Fransa’da, İtalya’da seçimlerden ırkçıların güçlenerek çıkması ihtimali çok sarsıcı. Ama dünyanın bildiğimizden daha farklı bir yere dönüşmeye başlamasının miladı, Arap Baharı’ydı belki de. Diktatörlüklerin birer ikişer hızla yıkılması tüm dünyada ezilenlere ilham verdi. Fakat Suriye’de ayaklanmanın iç savaşla sonlanması ve Esad rejiminin hunharca yöntemlerle iç savaşı derinleştirmesi ve bir aşamada IŞİD’in Suriye’nin üçte birini ele geçirmesi Ortadoğu’da dengeleri bütünüyle beklenmedik bir şekilde değiştirdi.

Erdoğan tarafından Alman ajanı ve PKK üyesi olmakla suçlanan tutuklu gazeteci Deniz Yücel.

rasi sevdalısı olduğuna inanmak için hiçbir neden yok. Erdoğan ve hükümeti ise bir yandan Türkiye’de demokratik gösteri yapma hakkını olanca gücüyle kısıtlıyor, diğer yandan Almanya’da kendilerine söz hakkı verilmemesine isyan ediyor. Referandumda “Hayır” kampanyasını yapmak isteyen farklı güçlerin toplantıların engelleniyor, bildiri dağıtan aktivistler gözaltına alınıyor. Buna rağmen Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli “Türkiye’de herkes özgürce istediği gibi konuşabiliyor” diyebiliyor.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ise “Hayır dediği için gözaltına alınmış biri varsa istifa ederim” demişti. Tayyip Erdoğan en son “Hayır” diyenleri “darbeci” veya “terörist” ilan etmeye çalıştı. Son olarak Türkiye’de tutuklanan gazeteci Deniz Yücel için “Gazeteci değil terörist” dendi, Alman ajanı ilan edildi. İfade özgürlüğü önemli ve herkes için gerekli. Ancak bunu her fırsatta bastırmaya çalışanların diğer yandan bu söylemleri dile getirmesinin hiçbir geçerliliği yok.

HER ŞEY ZAMLANDI, MAAŞLAR DA ARTIŞ YOK Türkiye İstatistik Kurumunun açıklamasına göre; tüketici fiyatları (TÜFE) Şubat ayında, bir önceki yıla göre yüzde 10,13 arttı. Türkiye'nin yılın ilk yarısını yüksek enflasyonla geçirmesi bekleniyordu, ama Mart ayında görülmesi beklenen 'çift hane' Şubat ayında gerçekleşti. Yıllık enflasyon, Nisan 2012'den bu yana ilk kez çift haneli seviyelere ulaştı. Böylece Ocak ayında kamu çalışanlarına, kamuda çalışan işçilere ve emeklilere yapılan ve hedef enflasyon oranı olan yüzde 3,75 zam, enflasyon karşısında şimdiden erimiş oldu. Yetkili sendikanın ve toplu sözleşmenin olmadığı özel sektör kurumlarında ise resmi enflasyon yüzde 10’u geçtiği halde ekonomik kriz bahane edilerek işçilere her hangi bir zam yapılmıyor. Fiyatlar tırmanışta TÜFE'de, bir önceki yıla göre alkollü içecekler ve tütün grubunda yüzde 22, ulaştırmada yüzde 18, çeşitli mal ve hizmetlerde yüzde 13, sağlıkta yüzde 13, eğitimde yüzde 10 artış oldu. Üretici fiyatları (ÜFE) ise, aylık yüzde 1,3 ve yıllık yüzde 15,4 arttı. Bu artışlar, önümüzdeki aylarda tüketici

fiyatlarının yani enflasyonun daha da yükseleceğinin göstergesi olarak kabul ediliyor. Dövizdeki artış enflasyonun ana sebebi. Özellikle sanayi üretiminde ve tarımda çok sayıda ithal malzeme kullanılması enflasyon artışında önemli bir etken oluyor. Dövizdeki artışı faizleri artırarak engellemeye çalışan hükümet, bu defa da yatırımların durmasına ve işsizliğe sebep oluyor. Ekonomideki bu kısır döngü, krizin daha da artmasına yol açıyor. Enflasyonun 2016 ve 2017 yıllarındaki aylık değişimi:

Bir başka açıdan 2008 krizi, neoliberalizmin görkemli merkezlerinde patlayarak hem bildiğimiz dünyanın hem de bu dünyaya dair burjuva efsanelerin sonunu getirdi. Krizin özellikle ABD’de patlak vermesi ve serbest piyasanın derhal banka ve şirketleri kurtarmak için devlet müdahalesine yönelmesi bildiğimiz dünyanın olmasa da artık alışageldiğimiz yalanların sonunu getirdi. Bildiğimiz dünyanın sonuna dair, ama kelimenin gerçek manada sonuna dair bir diğer gelişme ise küresel ısınmayla ilgili yaşananlar. 1970’lerde üretilen ve uygulamaya konan neoliberal yapılar ve politikalar teker teker çöküyor. Neoliberal politikalar krize küresel sermayenin bir yanıtıydı. Bugün küresel sermaye krize yanıtın krizine yanıt arıyor. Bu yanıtı bulmuş değil ama yanıtını ararken siyaseti otoriter, sağcı ve büyük ölçüde ırkçı liderliklerle sürdürmeye yönelmiş durumda. Bildiğimiz dünya, bir devlet başkanının uluorta kadın düşmanlığı yapmasına izin vermezdi. Bildiğimiz dünya, esasında, Beyaz Saray’dan ırkçı açıklamalar yapan bir başkanın göğsünü gere gere hava atmasına izin vermezdi. Bunlar kapalı kapılar ardından yapılırdı. Bütün gelişmeler, hiç zaman kaybetmeden, emperyalizmin küresel hegemonya sorunuyla ilişkilendi. Suriye’de, bütün Suriye’yi bir kenara bırakalım sadece Menbiç bölgesinde bile büyük bir kargaşa hâkim olmaya başladı. Suriye’nin bütününde vekalet savaşlarının sürdüğü söyleniyordu, bu vekalet savaşları şimdi Menbiç’e kadar indirgenmiş vaziyette. Trump, basına sızan yeni Suriye yol haritasına göre Suriye’de karada ABD askeri varlığından yana bir tutum alacak gibi görünüyor. Gerçekten de ABD sahaya bu anlamda geri dönmeyi düşünebilir. Emperyalist ve yayılmacı güçler için, içe kapanmak ve içte gövde gösterisi yapmak, hiçbir zaman “dışarıyı” içeriye benzetmek, dışta ezici bir şiddet dalgasını sürdürmekten bağımsız olamaz. Önümüzdeki dönemin küresel barış hareketi, bu gerçeklere göre örgütlenmek zorunda. Hem fırsatlar hem de bu fırsatları barış hareketinin lehine çevirme zorunluluğumuz var.


4

DÜNYA

GÜNEY KORE’DE BİR MİLYON KİŞİ YENİDEN SOKAKTA Kitlelerin taleplerini formüle etmekte başarılı olan İşçi Demokrasisi örgütünün değelendirmesi.

FRANSA: IRKÇILIĞIN YÜKSELİŞİ YUKARIDAN ÖNLENEBİLİR Mİ? Avrupa Birliği liderliği, birlik karşıtı ırkçı partilerin iktidara gelişini önleyebilir mi? Amerika’da Trump’ın işbaşına gelmesi başta Fransa’da ırkçı Ulusal Cephe olmak üzere kıtadaki ırkçı partilere güç verdi. Nisan sonunda ilk turu yapılacak Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde favori olarak gösterilen Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen’in işini kolaylaştıran sadece göçmen düşmanı Trump yönetimi değil. Merkez sağda art arda patlak veren yolsuzluk skandalları da ırkçıların önünü açıyor. Merkez sağın cumhurbaşkanı adayı Fillon’un ardından eski cumhurbaşkanı Sarkozy’nin de yolsuzluktan mahkemeye çağrılması, seçmenlerde büyük öfke yarattı. AB ve Fransız egemen sınıfından engel AB kendisini yıkmak isteyen Le Pen’i durdurmak için atağa geçti. Polis, partisinin binasını bastı. Avrupa Parlamentosu’ndan danışman olarak maaş alan fakat Le Pen’in korumasını yapan kişi üzerinden yolsuzluk soruşturması başladı. Avrupa Parlamentosu’nda, 2015’te Twitter’da IŞİD’in kafa kesme görüntüsünü paylaştığı için Le Pen’in dokunulmazlığı kaldırıldı. Bu müdahaleler Fransa’da ırkçıların yükselişini önleyebilir mi? Le Pen’i destekleyen kitleler, kendi ekonomik sorunlarının kaynağı olan Avrupa Birliği’nden nefret ediyor ve ondan gelecek her türlü müdahaleyi baştan reddediyor. Aynı zamanda merkez sol ve sağ, yozlaşmış neo-liberal yönetici sınıftan nefret ediyor.

Seul'de protestocular meydanları dolduruyor.

25 Şubat Cumartesi günü Güney Kore’nin başkenti Seul’da sokağa çıkan bir milyon kişi Başkan Park Geunhye’nin derhal istifa etmesini istedi. Bu eylem, geçen yılın Ekim ayında hareketin patlak vermesinden bu yana yapılan 17. Cumartesi eylemi. Bu eylem 2017 yılında gerçekleşen ilk bir milyonluk eylem. Eylemin bu kadar kitlesel olmasında Kore Sendikalar Federasyonu (KCTU)’nun eyleme ülke çapında katılım çağrısı yapması etkili oldu. KCTU’nun geçen yılın Kasım ayında yaptığı eylem çağrısı ilk bir milyon kişilik eylemin yapılmasına neden olmuş ve Park’a karşı mücadeleyi siyasetin merkezine yerleştirmişti. Örgütlü işçiler kesinlikle hareketin öncüsü durumunda. Şu ana kadar hareket Park Geun-hye’yi makamından etti, batıl inançları olan “danışmanını” hapse attırdı ve hatta başsavcının devasa Samsung grubunun “veliaht prensi” Lee Jae-yong’u tutuklamasını sağladı. Ancak Park’ın görevden alınmasının uygulanması için Anayasa Mahkemesi tarafından onaylanması gerekiyor. Mahkeme nihai kararını 13 Mart’tan önce vereceğini açıkladı. Hareketin basıncı mahkemenin kararını erteletmeye çalışan Park ve destekçilerinin

basıncından daha fazla. Mahkeme kararının açıklanması yaklaştıkça mücadele de sertleşiyor. Park Geunhye destekçilerini sokaklara çıkmaya davet ederken, avukatı da mahkemede eğer yargıçlar görevden alma kararını onaylarsa “sokaklarda kan döküleceğini” söyledi. Park’ın destekçileri mahkeme kararını durdurmak için açıkça “olağanüstü hal” ilan edilmesi çağrısı yapıyorlar. Onlar bütün bunları “demokrasiyi korumak” adına meşrulaştırıyor. Burjuva muhalefet partileri kendi demokrasi anlayışlarıyla hareket ediyorlar; konuyu devlet aygıtının ve parlamentoya bırakmak gerektiğini anlatıyorlar. Dolayısıyla bu partiler, hareketin şu an fiilen başkan gibi davranan ve Park tarafından atanan başbakanın devrilmesi talebiyle aralarına mesafe koyuyorlar. Burjuva muhalefet partileri aynı zamanda halkın mahkemenin kararı ne olursa olsun onu kabul etmesi gerektiğini, yani eğer mahkeme görevden almayı reddederse ve başkanı göreve iade ederse bunun kabul edilmesi gerektiğini anlatıyorlar. Geçtiğimiz hafta başkanlık sarayını saran bir milyon kişinin aklındaki demokrasi ise çok daha farklıydı. Onlar mahkeme ne derse desin Park’ın tutuklanması gerektiğini, işçilere sal-

dıran politikalarının iptal edilmesini, ABD ve Japonya ile askeri bağlara öncelik veren dış politikasının değiştirilmesi gerektiğini savundular. Göstericiler “Halkın iradesi bu yöndedir” dediler. Son olarak hem Financial Times, hem de Guardian gazetelerinde Güney Kore hakkında çıkan başyazılarda değişime ve demokrasiye ihtiyaç duyulduğu vurgulandı. Ancak demokrasinin anlamı farklı güçler ve sınıflar için değişiyor ve bunu belirleyen de siyasal mücadele. O yazılar var olan mücadeleden bahsetmiyorlar bile ve olayın özünü kaçırıyorlar. Şu an bile Park’ın çetesi işçilere ve harekete karşı koymaya çalışıyor. Başbakan savcılığın araştırmasını durdurmaya çalışıyor, çünkü Park’ın ve diğer iş dünyası liderlerinin tutuklanmasını engellemek istiyor. Aynı zamanda hükümet, iki ay boyunca greve giderek hareketi ilk döneminde güçlendiren 89 demiryolu işçisini işten çıkartacağını açıkladı. Siyasetçilere veya soyut demokrasi ilkelerine dayanmak yerine, sıradan işçiler bu saldırılara karşı kolektif itirazlarını duyurmak için gösteri yapıyorlar. İşçi Dayanışması Örgütü

Merkez partilerin çöküşü ve AB’nin müdahaleleri, Ulusal Cephe’nin oylarını konsolide etmesine neden olmaktan başka bir sonuç yaratmaz. Fransız egemen sınıfının Le Pen’i parçalamak için yapacakları da aynı kapıya çıkıyor. Babası nasıl yenilmişti? Fransa’da faşistlerin yükselişini, aşağıdan birleşik mücadele durdurabilir. 2002 seçimlerinde, Ulusal Cephe’nin kurucusu Jean-Marie Le Pen, yüzde % 16,86'lık oy oranıyla cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2. turuna çıkmıştı. Irkçılık karşıtı büyük bir kampanyanın sonunda merkez sağın adayı Chirac yüzde 82 oyla seçilmiş, Ulusal Cephe gerilemiş ve baba Le Pen’in siyasi hayatı bitirilmişti.

Ulusal Cephe'ye protestolar artıyor.

Bugünkü tehdit, çok daha büyük. Bu cumhurbaşkanlığı seçiminde merkez sağ, ırkçılardan ürken geniş kitlelerin desteğiyle koltuğu vermemeyi başarsa da ırkçıların ulaştığı güç, göçmen düşmanlığıyla büyüyen ırkçı hegemonyanın kurulmasına yol açacak ve bir sonraki fırsatı kaçırmayacaklardır. Hırsız olarak anılan merkez sağdan nefret eden kitlelerin büyüklüğü, siyasete hâkim olan ırkçılık parlamenter denklem içinde bir çözümü imkansız kılıyor. Fransa’da ırkçıların yükselişini Amerika’da olduğu gibi işçilerin, kadınların, öğrencilerin aşağıdan mücadelesi ve Avrupa Birliği’ne meydan okuyan antikapitalist sol alternatif önleyebilir.


YORUM 5

FAŞİZMİN KİTLE RUHU kapitalizmin krizinin ekonomik, politik, sosyolojik ve psikolojik tüm düzeylerde sert bir şekilde yaşandığı koşullarda gündeme gelebilir ancak. Kriz, devletin olağan şiddet yöntemleriyle, moda deyimle hatta otoriter popülist yöntemlerle baş edilebilecek boyutları aştığında, egemen sınıf, güvenilmez, maceracı, savaşçı ve pahalı bir rejim olan faşizme meyledebilir.

RIFAT SOLMAZ

MHP lideri Devlet Bahçeli, grup toplantısından sonra basının sorularını yantıladı. MHP’den ayrılan Sinan Oğan’ın konuşma yapmak istediği kürsüye geçtiğimiz hafta içinde bir saldırı yapılmıştı. Saldıryı yapan MHP’li olduğunu ifade eden sloganlar atmıştı. Devlet Bahçeli, bu saldırganın ülkücü olmadığını şu cümleyle ifade etti: “Konuşma yapılan kürsü dağılmış ama kimseye bir şey olmamış. Ülkücü başladığı işi yarıda bırakmaz.” Sol içinde yıllardır faşizm ve faşist partinin karakteri hakkında bir tartışma sürdürüyoruz. Bu, Türkiye’ye özgü olmayan bir tartışma, Türkiye’de başlamadı, fakat Türkiye’de bu tarihsel kökenlere sahip olan tartışma daima çok önemli oldu. Bu tartışmanın bir yanı, faşizmin tanımlanmasıyla alakalıyken, diğer yanı ise faşizme karşı mücadelede izlenmesi gereken taktikler. Faşizm, sanıldığı ve solun geniş kesimleri tarafından üzerinde anlaşıldığı gibi, baskıcı rejimlerle özdeşleştirilecek bir devlet örgütlenmesi değildir. Devletin uyguladığı şiddetin düzeyiyle belirlenmez faşizm. Çekilen acıların yaygınlığı da faşizmi tanımlamakta bir ölçüt olamaz. Acıların yoğunluğu, şiddetin sürekliliği ve artan dozu değilse, faşizmi belirleyen nedir? Demokratik bir burjuva devlet mi Şiddet burjuva devlet aygıtının, üstelik en demokratik burjuva toplumunu da düşünerek kesin bir şekilde söyleyebiliriz ki, doğasında vardır, varoluşsal özelliğidir. En demokratik görünen cumhuriyet bile, bireylerin ve ezilen toplumsal kesimlerin hakları yasalar tarafından güvence altına alınmış da olsa, devletin yasalara aldırış etmeyen ve “gerekli olduğu yer ve zamanda” doğrudan zor kullanmak üzere örgütlenmiş bir yapı olmak zorundadır. Devlet, özetle, bir örgütler toplamıdır. Bu örgütlerin bir kısmı yasalara bütünüyle uyumludur; ama bazı başka örgütler yasaların radarının dışındadır. Devletin yasalara uygun olarak örgütlenen ve işleyen kurumları da zaman zaman yasaların radarının dışında çıkar. Şiddetin ve yasal devletin işleyişinde yasadışılığın ne düzeyde hakim olacağının sınırını üç etken belirler. Birincisi, devleti kendi komitesi gibi gören ve bu komitenin kendi genel çıkarlarını savunduğundan emin olmak isteyen ve başka ülkelerin egemen sınıflarının baskısını her zaman hisseden egemen sınıfın iç rekabetinin ve bölünmüşlüğün düzeyi. İkincisi, kapitalist üretimin kar oranlarının azalmasına bağlı olan krizinin derinliği ve krize karşı alınan önlemlerin düzeyi ve yeterliliği. Şiddetin düzeyini belirleyen etkenlerin en başında ise “insan faktörü”, diğer bir

Madrid, 1936. Faşizme 'geçit yok.'

deyişle krizin etkisini günlük yaşamında yaşam standartlarında radikal bir düşüş şeklinde yaşayan işçi sınıfı ve yoksul kitlelerin tepkisinin düzeyi. Demokrasinin özü Uğruna tüm yaşamımızı adadığımız siyasal demokrasinin özü, aslında budur. Egemen sınıfların devlet aracılığıyla uyguladığı şiddete karşı mücadelede, örgütlenme, düşünce, ifade ve gösteri özgürlüklerinin ne kadar genişletilebildiği, siyasal demokrasinin de sınırlarını belirler. Demokrasinin her bir kazanımı, işçi sınıfının kapitalizme ve devlet aygıtına karşı verdiği mücadelede, dişiyle, tırnağıyla kazandığı haklar toplamdır. Faşizm, bu yüzden baskıyla özdeşleştirilemez. Baskıcı olmayan burjuva devlet henüz icat edilmedi zira.

Olağanüstü bir devlet biçimi olarak faşizm Faşizmin “olağan dönemlerin şiddetinden farklı” olan yanı, olağanüstü dönemlerin ürünü olmasıdır. Olağan dönemlerde, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, faşist partiler örgütlenebilir, geniş kitle tabanları da bulabilir, seçimlere katılıp milletvekili çıkartabilir. Bu gelişmelerin her biri özgürlükleri tehdit eden hamlelerdir. Ama olağanüstü bir rejim değişikliği dönemine geçmek ve devlet örgütlenmesini tepeden tırnağa değiştirmek için egemen sınıfın faşist harekete ikna edilmesi gerekir. Sadece egemen sınıf değil ordunun da, devlet bürokrasinin, o “devlette süreklilik esastır” lafına toplumsal temel olan devlet aklının taşıyıcılarının, devasa bürokratik aygıtın akıl hocalarının ve memurlar ağının da ikna olması gerekir. Böyle bir ikna süreci,

Kriz orta sınıfları dağıttığında, küçük mülk sahibi milyonlarca insan mülksüzleşmeye başladığında, bu kitleler kültürel bir çöküşe sürüklendiğinde, alışıldık dini, ahlaki normlar yaşadıkları altüst oluşu açıklayamaz, dolayısıyla alıştıramaz hale geldiğinde kitlelerde radikalleşme başlar. Orta sınıflarda bu radikalleşme, aşırı uç denilen fikirlere yönelik arayış başladığında, işçi sınıfı ve onun umudu anlatan ve örgütleyen fikirleri kendisini kanıtlamış bir şekilde bir kitlesel parti olarak örgütlenmiş durumda değilse ve aynı koşullarda kitlesel, ilk kadro birikimini örgütlemiş, liderliğini şekillendirmiş bir faşist parti alternatif olabilir. Faşist alternatif, kitleselleşmeye başladığında, milyonlarca insanın kitlesel karamsarlığının, hatta çılgınlığının gövdesi haline geldiğinde, yaşananların tüm sorumluluğunu o ülkede yaygın milliyetçiliğin kökenlerinde yatan bir düşmana havale edebilir. Bu Almanya’da önce Yahudiler, sonra ve Yahudi olarak da suçlanarak Komünistlerdi. Türkiye’de, bu yaygın milliyetçiliğin köklerinde önce Ermeniler, sonra zaman zaman Ermeni olmakla itham edilen Kürtler ve bütün melaneti üzerinde toplayan sol olabilir. Faşizm, şiddeti devlet tekelinden çıkarttığı oranda bağımsız bir güç gösterisi yapan bir siyasi alternatif haline gelebilir. Bu açıdan, faşizm, sivil bir kitle hareketidir, temel amacı krizi egemen sınıf lehine çözmek olan ama bunu, ancak bir kitle hareketi olduğu ölçüde işçi sınıfı kitlelerini, onun tüm derneklerini, partilerini, basınını, dağıtarak atomize edebilirse başaran bir siyasi harekettir. Bu süreç, bildiğimiz devlet aygıtının aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı, faşist bir temelde örgütlenmesiyle elele gider. Faşist hareketler, şiddet ve baskıyla eş tutabileceğimiz “hödük” hareketler değildir. Toplumu ve devleti tüm hücrelerine kadar işgal etmek, kendilerini burjuvaziye kanıtlamak, örgütlenmelerinin her bir evresinde profesyonelce adımlar atmasını gerektiren modern ve soğukkanlı hareketlerdir. Bu nedenle, faşist hareketler, ilk adımlarını atmaya başladıklarında en zayıf, en korunaksız, zaten geleneksel sağ tarafından düşmanlaştırılmış toplumsal kesimlere saldırarak işe başlar. Burada kadrolaşır, örgütlenir, güç gösterisiyle eleman toplar. Türkiye’nin son 40 yıllık tarihi bu derslerle doludur.


6 GÜNDEM

AŞIRI HIZLI KARARLAR DOĞAYI ÖLDÜRÜYOR

EVET'İN ÇEVRE KARNESİ

Yırca köylüleri zeytinleri kesen Kolin Holding'i protestoda.

Merkezi hükümetin kendisine göre tüm engelleri atlayarak aldığı hızlı kararlar sonucu bugüne kadar birçok büyük felaketler yaşandı. Sadece son yıllarda yaşadığımız olayları hatırlamakta fayda var. 2014’ün Mayıs ayında hükümete yakın bir şirket olan Soma Holding’e ait Soma madeninde meydana gelen patlamada 301 işçi hayatını kaybetti. Katliam sonrası yapılan incelemelerde maden ocağının güvenlik önlemleri almamış olmasına rağmen hükümete olan yakınlığı sayesinde her türlü izni kolayca alabildiği ortaya çıkmıştı. Maden faciası tüm ülkede protestolara neden olmuştu. Yine Soma ilçesinde, 2014 yılının Kasım ayında Yırca’ya yapılması planlanan termik santral köylülerin direnişi ile karşılaşmış ve Kolin Grubu’na ait güvenlik görevlileri köylülere saldırarak 6 bin zeytin ağacını birkaç saat içerisinde kesmişti. Ertesi gün ise Danıştay projeyi durdurma kararı almıştı. Güvenlik güçlerinin köylülere uyguladığı şiddet ve binlerce ağacın kesilmesi yine eylemlere ve protestolara neden olmuştu. 2016 yılının Şubat ayında ise Artvin’in Cerattepe ilçesinde maden şirketine karşı verilen mücadele ülke gündeminin birinci sırasına yerleşmişti. Hükümete yakınlığı ile bilinen, birçok tartışmalı HES ve baraj projesi gerçekleştirmiş olan Cengiz Holding Cerattepe’de maden izni aldı. 2015 ortasında şirkete karşı başlayan direniş, Şubat ayında şirketin güvenlik güçlerini de yanına alarak yaptığı saldırı sonucu tüm ülkeye yayıldı. Ağaçlarını, ormanı ve suyunu korumak isteyen Artvin halkının direnişi bir ölçüde başarılı oldu ve şirketin mahkeme süreci tamamlanana kadar inşaata geçmemesi üzerine anlaşıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Carettepe protestocuları için o dönem "Geziciler neyse, bunlar da yavru Gezicilerdir." demişti. Referandumdan sonra muhtemelen durdurulan bu tür projeler hızla yeniden yapılmaya başlanacak ve direnişçiler üzerinde baskı uygulanacaktır. Yani Evet’in çıkması istikrar anlamına gelmeyecek.

Cerattepe'de ormanlık alandaki madenciliğe karşı direnen halk.

Referandumda kamuoyuna sunulacak 18 madde arasında doğrudan çevreyi ve ekolojiyi ilgilendiren bir madde bulunmuyor. Ancak eğer Evet kazanırsa, kurulacak olan fiili Başkanlık rejiminde, Başkan tarafından alınacak kararlar hepimizin yaşamını ve hatta tüm canlıların yaşamını ilgilendirecek.

AKP hükümetlerinin geçtiğimiz 14 yıl içerisinde izlediği ekonomi politikalarının en önemli sonucu çevre felaketleri olmuştu. Merkezi hükümet tarafından hiçbir sivil toplum kuruluşunun görüşü alınmadan uygulanan projeler çevre felaketlerinin yanı sıra, büyük toplumsal patlamaların da nedeni olmuştu. AKP ekonomik kalkınma hamlelerini en başından beri inşaat sektörü üzerine kuruyor. Otoyollar, köprüler, hidroelektrik santralleri (HES), termik santraller, barajlar, maden ocakları, toplu konutlar, yüksek binalar vesaire. Her türlü inşaat ise bulunduğu çevrede mutlaka olumsuz etkiler yaratıyor. Bu nedenle projeler için Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreci işletilir. Hükümet ise ÇED süreçlerinin yatırımların önünde engel olduğunu söyleyerek sık sık Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üzerinden projelere “ÇED gerekli değildir” kararı veriyordu. 1993-2015 yılları arasında olumsuz ÇED raporu verilen proje sayısı zaten sadece 43

oldu. Buna rağmen 2011 yılında ÇED yönetmeliğinde yapılan bir değişiklik ile birçok enerji santrali ve mega projeler ÇED süreci dışında bırakılmıştı. Böylece, Sinop ve Akkuyu Nükleer Santralleri, Amasra Termik Santrali, İstanbul’daki üçüncü boğaz köprüsü, Ilısu Barajı, akarsu havzaları arasında su transferi, 10.000 m2 ve üzerindeki deniz dolguları, 10MW ve üzeri nehir tipi hidroelektrik santraller ve birçok maden ocağı ÇED’den muaf tutuluyordu. Zaten işlemeyen ÇED süreci bu haliyle bile rahatsızlık yaratmış olacak ki OHAL fırsatçılığının bir sonucu olarak kamuoyunda “madde 80” diye bilinen bir değişiklik yapıldı. Böylece yatırımların bütün lisans, izin ve ÇED süreçleri Bakanlar Kurulu Kararı’na bağlandı. Yani hızlı karar almak ve yatırımların önünü açmak adı altında bu projelerin neden olacağı çevresel ve sosyal yıkımlar artık önemsenmiyor. Referandumda ise zaten hükümetin eline verilmiş olan yetkiler doğrudan Başkan’ın elinde merkezileşecek. Başkan artık sınırlı olan yasal mevzuatları, ÇED ve mahkeme süreçlerini de atlayarak örneğin İstanbul’a yapılacak çılgın kanal projesi gibi projeleri rahatça onaylayabilecek. Bu kararın neden olacağı felaketleri ise hep beraber proje gerçekleştikten sonra göreceğiz ama artık geri dönüş ihtimali de olmayacak.

NÜKLEERE #HAYIR Nükleer santraller ekolojik değildir. Öncelikle santrallerin yarattığı radyoaktif atıklar doğada yok olmadıkları için yüzlerce yıl saklanmaları gerekir. Bu atıklar doğa ve canlı yaşamı için büyük bir risktir. Nükleer santraller için gereken hammaddelerin çıkarılması ve hammaddelerin taşınması süreçlerinin de doğaya büyük zararları vardır. Nükleer santrallerde çok sık kazalar ve sızıntılar yaşanır. 1952 ile 2006 yılları arasında nükleer santrali bulunan 11 ülkede toplam 106 kaza meydana gelmiştir.

Üstelik kazaların bir kısmı Fukushima’da olduğu gibi doğrudan santral kaynaklı değil deprem, tsunami gibi doğa olaylarının sonucudur. Nükleer santrallerde üretilen enerji yüzlerce kilometrelik elektrik hatları ile şehirlere taşınırken önemli kayıplar oluşur. Ayrıca nükleer santraller genellikle nükleer silah üretiminin ilk adımlarıdır. Nükleer santrallere ekolojik nedenlerin yanında savaş karşıtı bir çizgi üzerinden de karşı çıkmak gerekir.


GÜNDEM 7

İNDE SADECE YIKIM VAR

GÖRÜŞ Roni Margulies

DEVLET VE AKP Siz Süleyman Demirel'in Leninist olduğunu bilmezdiniz, değil mi? Öyleydi. Bütünüyle değilse de, en azından devlete bakışı açısından öyleydi. Lenin, devlet hakkında, en basit şekliyle, "Emirlerinde hapishaneler vs olan özel silahlı adam müfrezelerinden oluşur" der. Demirel'in ne dediğini de eski Radikal yazarı Murat Yetkin şöyle anlatır: "Bir defasında Fikret Bila mirel’in üzerine 'Nedir bu gittiğimizde 'Derin devlet kadar, daha fazla bir şey

ile birlikte Süleyman Dederin devlet?' diye fazla askerdir' deyivermişti; o söylememişti."

Daha sonra CNN'de bir programda, 2005 yılında, şöyle demişti Demirel: "Derin devlet, devletin kendisidir. Askerdir, derin devlet. Cumhuriyet'i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Halk bazen sağlanan hakları suistimal eder, yürüyüş hakkı verildiğinde gidip cam çerçeveyi indirerek, polisle çatışır. Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden kaynaklanır." "Derin devlet, devletin kendisidir." Bunun derin olanı, sığ olanı filan yoktur, tektir. Bizim "derin" dediğimiz, görünür olanın gayrimeşru işler yapmak görevini yürüten unsurlarıdır sadece.

BİZ NEYİ SAVUNUYORUZ?

Ama bir açıdan yanılıyor Demirel. Evet, Avrupa'da devletin derin yanları gerçekten de ülke yönetilemez hâle geldiğinde, mevcut düzen tabandan gelen bir tehditle karşılaştığında devreye girer, halka karşı şiddet kullanılır, "özel silahlı adam müfrezeleri" sahneye çıkar. Devlet, kapitalizmin, mevcut egemen sınıfın bekasını korur.

n Küresel ısınmayı daha da arttıran fosil yakıt kaynaklı enerji üretimine derhal son verilmeli. Karbon salınımı en düşük olan rüzgâr ve güneş enerjilerine yönelmeliyiz. n Çok sık kazaların ve radyoaktif sızıntıların yaşandığı nükleer enerji santralleri yapma girişimleri durdurulsun.

Türkiye'de de devletin "derin" unsurları aynı görevi yerine getirir elbet. Ama görev tanımı daha geniştir. "Mevcut düzeni korumak", sömürüye karşı ayaklanan yoksul emekçi kitleleri bastırmanın yanı sıra, "İslam sorunu"nu ve "Kürt sorunu"nu da içerir. Bizde devletin görevi üçtür: kapitalizmi, laikliği ve Türklüğü/ bölünmezliği korumak.

n Yerel halkın katılımının sağlanmadığı ve etkin bir ÇED sürecinin işletilmediği projelere onay verilmemeli. n Su yaşamın temel kaynağıdır. Su hakkı bir insan hakkı olarak anayasal güvence altına alınmalı, böylece suyun metalaştırılması ve ticarileştirilmesi engellenmeli. n Tüm bunların gerçekleşebilmesi ise her daim şirketlerin çıkarlarını savunan devletlere karşı “kârdan önce insan” diyen antikapitalist bir mücadele ile ancak mümkün olabilir.

Derin/sığ devlet ile AKP hükümetinin yıllarca itişmesi devletin AKP'yi "İslam sorunu" olarak görmesinden, laikliğe karşı tehdit olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Kapitalizmi ve Türklüğü/bölünmezliği koruma açısından aralarında bir anlaşmazlık yoktu. Artvin.

KİRLİ ENERJİ ŞİRKETLERİNE KAZANDIRDILAR

Sonra, 2010'ların ortalarında, AKP-Gülen ittifakının bozulmasıyla, Rojava'nın ortaya çıkması ve AKP'nin barış sürecini terketmesiyle, devlet ile AKP daha kolay anlaşabilir hâle geldi. Ve anlaştılar. Anlaşmanın siyasî yansıması AKP-MHP ittifakı. Simgesel yansıması Yenikapı mitingindeki dev Atatürk portresi.

AKP döneminde (2002-2016) açılan elektrik santralleri:

Bu anlaşma, memleketteki boğucu havanın temel nedeni.

Hidroelektrik santrali: 919

Kalıcı mı peki? Sürebilir mi bu anlaşma?

Termik santral: 565

Erdoğan ve AKP ilelebet sürmesini ister elbet.

Nükleer santral projesi: 3

Ama devlet, "İslam sorunu"nu ilelebet görmezden gelmeyi kabul edebilir mi? Devletin sesi olma özelliğini her zaman koruyan Hürriyet gazetesi, ünlü manşetiyle gösterdiği gibi, edemeyeceğini düşünüyor. Haklı.


8

GELENEK 1917-2017 EKİM DEVRİMİ

İŞÇİ SINIFININ YARATICILIĞI

Devrimden sonra yapılan işçi ve asker konseyleri kongresi. ŞENOL KARAKAŞ

Yaklaşan Birinci Dünya Savaşı, sürgündeki Rus devrimci Lenin’i çok kötü etkilemişti. Dönemin bütün devrimcileri gibi Lenin de savaşın on yıllardır sürdürülen mücadelenin tüm kazanımlarını bir çırpıda imha edeceğini düşünüyordu. Savaşın başlamasıyla, kalbi ve beyni Almanya’da dev bir yapı haline gelen Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) olan II. Enternasyonal’e üye olan partiler, savaş öncesi tüm enternasyonalist vurgularına rağmen kendi devletlerinin milliyetçiliğini destekleyen tutumlar almıştı. SPD’nin Alman devletini destekleyen tutumu Lenin tarafından Alman genelkurmayının sosyalist hareket içinde bozgun havası yaratmak için tertiplediği bir oyun olarak görülmüştü ilk bakışta. Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin de benzer bir şekilde derin bir bunalıma girmişti. Savaşın her bir evresi, işçi hareketinin savaş öncesi on yıllar içinde ve mücadeleyle şekillenen tüm kazanımlarının üzerinden buldozer gibi geçti. On yıllar içinde oluşan enternasyonal dayanışmanın yerini, savaş cephesine giden üniforma giymiş işçilerin söylediği milliyetçi marşlar aldı. Savaş milyonlarca işçinin ölümüne neden oldu. Açlık, hastalık ve kıtlık sadece cephede değil, cephe gerisinde, şehirlerde de yıkıcı bir etki yarattı. Lenin bir yandan karamsarlıkla mücadele ederken, öte yandan da savaşın karakterini analiz edip, savaşa karşı II. Enternasyonal liderliğinden bambaşka bir tutumun yine enternasyonal ölçekte kavranması ve kabul görmesi için mücadele etmeye de başlamıştı. Bir avuç sosyalist, solun bütün saflarına da sirayet etmiş bulunan milliyetçi fikirlere karşı işçilerin küresel, antikapitalist daya-

nışmasının örgütlenmesi için çabalamaya başlamıştı. Yine de çabaların yarattığı yorgunluk ve akıntıya karşı mücadele ediyoruz duygusu Lenin’de bile yılgınlık yaratmıştı. 1916 yılının sonlarında, yazdığı bir mektupta kendi kuşağının bir devrim daha göremeyeceğini söylüyordu. Ama sınıf mücadelesi, tüm ömrünü bu mücadeleye adayan bu devrimciye şok edici bir şakaya hazırlanıyordu. “Devrimler yapılmaz olur” 1917 yılının başlarında, savaşın cephede ve cephe gerisinde yarattığı yıkım bir isyan duygusunu da biriktirmiş durumdaydı. Fabrikalarda grev sayısında artış başlamıştı. Petrograd’da kadınların başlattığı yürüyüş, hızla tüm işçi sınıfının desteğini almıştı. Dönemin bolşevik liderleri dahi Şubat 1917’de başlayan bu eylemlerin, Çarlık rejimiyle nihai bir hesaplaşma anlamına geldiğini henüz kavramamıştı. Troçki Rus Devriminin Tarihi adlı eserinde ayaklanmanın sadece derinleşen yoksunlukla açıklanamayacağının altını çiziyor: “Gerçekte, yoksunluklar ayaklanmayı açıklamaya yetmez; yoksa kitleler sürekli ayaklanma halinde olurlardı. Toplumsal rejimin bariz aczinin bu yoksunlukları hoş görülemez kılması ve yeni koşullar ile yeni fikirlerin devrimci bir çıkış yolu perspektifinin önünü açmaları gerekir. Büyük bir davanın söz konusu olduğunun bilincinde olan kitleler iki kat, üç kat yoksunluklara bile katlanabilirler.” (Troçki, Rus Devriminin Tarihi, 2. cilt) Dünya savaşının sonuna doğru, Çarlık rejiminin acz içerisinde olduğu su götürmez bir gerçekti. Öte yandan hem 12 yıl önce yaşanan 1905 devriminin anıları, hem yüzyılın

başından beri işçi direnişlerinin içinde inşa edilen sosyalist geleneğin deneyimlerinin bizzat öncü işçiler tarafından biriktirilmiş olması, “yeni koşullar ve yeni fikirlerin devrimci bir çıkış yolu perspektifinin gelişmesini” kolaylaştırıyordu. Böylece, içinde yer alan aktif öğelerin tek tek bilincinden hem bağımsız ama hem de bu bilinçten etkilenen bir süreç olarak, beklenmedik bir anda, beklenmedik bir hızda, beklenmedik bir güçle Şubat devrimi patladı. Yine aynı eserinde Troçki şunları yazıyor: “Devrimler bazı yasalara uygun olarak gerçekleşirler. Bu, eylem halindeki kitlelerin devrimin yasalarından açık seçik haberdar oldukları anlamına gelmez; bunun anlamı kitlelerin bilincindeki değişimlerin rastlantısal olmayıp kuramsal bir aydınlatmaya ihtiyaç gösteren ve bu yolla öngörüde bulunmak ve rehberlik etmek için bir temel yaratan nesnel bir zorunluluğa bağlı olmalarıdır.” (Troçki, Rus Devriminin Tarihi, 2. cilt) Bolşevizm işçi sınıfının fikri geleneğidir Şubat devrimiyle, böylece, hem bir yandan işçi sınıfının tüm Avrupa’da gericiliğin kalesi ve devasa bir devlet aygıtı olan Çarlık rejimini beş gün içinde devirme yeteneği açığa çıkarken, öte yandan işçilerin daha aktif, mücadelenin yarınını da düşünen, devrimin sürekliliğinin sağlanması için gereken taktikleri şekillendirmeye çalışan kesiminin örgütlüğüne duyulan ihtiyaç da hızla açığa çıkmıştı. İşçi sınıfı sadece devrimi gerçekleştirmekle yetinmemişti: “Petrograd grevinin genel greve dönüşmesinden bir kaç gün sonra, yeni düzenin örgütsel biçimleri oluşmağa başladı. Siyasi cephede, İşçi ve Asker Delegeleri Konse-

yi kurma çabaları ile burjuva demokratik partilerin geçici bir hükümet kurma etkinlikleri rekabet ediyordu. Bu iki siyasi güç merkezi arasındaki dinamizm, 1917 devrim sürecini tanımlayacaktı. Ekonomi cephesinde ise işçiler Rusya’nın dört bir yanındaki sanayi bölgelerinde fabrika komiteleri kuruyorlardı. Bunların kurulması da büyük ölçüde kendiliğindendi; çoğunlukla grevi yönetmek için kurulan komitelerden doğmuşlardı. Lenin Nisan Tezleri adlı yapıtında sanayide ikili yönetimi (sovyet konseyleri ile) savunduğunda pek çok yerde bu zaten gerçekleşmişti (...)” (Carmen Siriani, İşçi Denetimi veSsosyalist Demokrasi/Sovyet Deneyimi kitabı) İşçi sınıfının burjuvaziyle, Sovyet’in Geçici Hükümet’le, işyeri konseylerinin fabrika patronlarıyla mücadelesi Şubat devriminden Ekim devrimine kadar geçen her bir günde ve saatte devam etti. Devrimin her bir ayı, Haziran, Temmuz olayları, Kornilov darbesi girişiminin püskürtülmesi gibi hadesiler bir yandan işçi sınıfının devrime sahip çıkma kararlılığıyla, öte yandan da işçi hareketinin kararlı devrimci zemininde işçi sınıfı mücadelelerinin tarihine yaslanan kitlesel bir işçi partisinin neredeyse öncü işçileri blok olarak birleştirme yeteneğinin üst üste gelmesi sayesinde atlatıldı ve işçi sınıfı tarihte ilk kez siyasi iktidarı bütünüyle kendi ellerinde toparladı. Rosa Lüksemburg “Gelecek her yerde Bolşevizmin” derken, Ekim Devrimi’nin bu her hatırlandığında egemen sınıflara korku salan etkisine, cesaretine, burjuvaziyi politik olarak tarih sahnesinden silme ve ekonomik olarak mülksüzleştirme gücünü kendisinde bulmasına atıf yapıyordu.


İŞÇİ GÜNDEMİ

KADINLAR DAHA ÇOK ÇALIŞIYOR DAHA AZ KAZANIYOR DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası’nın 8

Mart dünya emekçi kadınlar günü için hazırladığı rapor, büyük eşitsizliği ortaya koyuyor.

n Kadın istihdamını artırmak için tam zamanlı ve güvenceli istihdam olanakları yaratılmalı.

Resmi ekonomik verilerden çıkan sonuçlara göre:

n Kadınların işe alım ve yükselmelerinde cinsiyetçi politikalardan vazgeçilmeli.

n Kadın işsizliği artıyor: Geniş tanımlı kadın işsizlik oranı yüzde 28

n Kadın ve erkek arasında yaşanan ücret eşitsizliği giderilmelidir.

n Ücret eşitsizliği devam ediyor: Erkekler, kadınlardan 2,5 kat daha fazla ücret alıyor

n Ücretli ebeveyn izni, kadın ve erkek ayrımı yapılmadan bir hak olarak tanınmalı.

n Her 4 kadından 3’ü ücretsiz çalışıyor

n İşyerlerinde kadınlara yönelik şiddet ve tacizde kadının beyanı esas alınmalı

n Kadınlar, ev ve aile bakımına erkeklerden 5 kat fazla zaman harcıyor n Kadınlar Örgütsüz: Sendikalı kadın işçi oranı yüzde 7,6 Peki, bu adaletsizlik nasıl düzeltilebilir? Genel-İş Sendikası şunları öneriyor:

nSendikalar, kadınların yoğun olduğu iş kollarına yönelik örgütlenme modelleri geliştirmeli. n Sendikalı kadın işçilerin özgün sorunlarına yönelik toplusözleşmeler yapılmalı. n Kadınlara özgü görülen ev içi so-

rumlulukların çözümü için kamu politikaları hayata geçirilmeli. Özellikle kamu kurumları ve yerel yönetimler tarafından kreş, gündüz bakım evi, hasta ve yaşlı bakım evleri gibi merkezler açılarak tüm kadın ve erkeklerin ücretsiz yararlanabileceği bir hak olarak tanımlanmalı. n Kadınların sürekli eğitim olanaklarına kavuşmaları için eğitim politikalarının cinsiyet eşitliği temelinde yeniden düzenlenmeli ve fırsat eşitliği sağlanmalı.

OHAL’DE ÖLÜMLER ARTTI: İŞ CİNAYETLERİNE #HAYIR

az 1036 işçi hayatını yitirdi. OHAL dönemi olan 21 Temmuz 2016 ile 20 Şubat 2017 arasında ise bu sayı 1180’e yükseldi.

Darbe girişiminden bir-

kaç gün sonra ilan edilen OHAL, birçok baskıcı uygulamayla birlikte, iş cinayetlerinde %9’luk artışı da beraberinde getirdi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin raporuna göre, OHAL’in ilk 7 ayında en az 1180 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.

Sorumlusu hükümet İş cinayetlerinin sorumlusu, neoliberal bir programla sermaye lehine uygulamaları arka arkaya getirmeye çalışan AKP hükümeti. OHAL sürecinde bir yandan da zorunlu bireysel emeklilik sistemi, kiralık işçilik gibi bir dizi uygulamayla işçilerin hakları gasbedilmeye çalışılıyor.

Türkiye zaten işçi ölümlerinin çok fazla olduğu, bu alanda Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü olan bir ülkeydi. OHAL’de otoriterleşme politikaları bu “liderlik” konumunu perçinledi. İSİG’in raporunda 2013 yılında en az 1235, 2014 yılında en az 1886, 2015 yılında en az 1730, 2016 yılında en az 1970 işçinin iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiği hatırlatıldı. Her yıl tırmanıyor Öte yandan, OHAL dönemine ilişkin istatistikle

önceki yılların verilerinin karşılaştırılması, iş cinayetlerinin her yıl arttığını ortaya koydu. Buna göre, 21 Temmuz 2013 ile 20 Şu-

bat 2014 arasında en az 815 işçi, 21 Temmuz 2014 ile 20 Şubat 2015 arasında en az 996 işçi, 21 Temmuz 2015 ile 20 Şubat 2016 arasında en

16 Nisan’daki referandumda aynı zamanda, işçilerden yapılan kesintilerle oluşturulan fonların patronlara aktarılması girişimlerine, kıdem tazminatının gasbı çabalarına, sefalet zamlarına ve işçi ölümlerine karşı #HAYIR diyeceğiz.

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Can Irmak Özinanır

SURİYELİLERE MÜLTECİ STATÜSÜ VE ÇALIŞMA İZNİ VERİLMELİ CHP Genel Başkanı, geçen hafta partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada Suriyeli mülteciler hakkında hoş olmayan ifadeler kullandı. Kaçak işçi olarak çalıştırılan Suriyeliler için, “sigortasız çalışıyorlar, bizim çocuklarımız işsiz kalıyor” dedi. Bu söylem, sanki Suriyeli işçiler buraya kendi istekleriyle geliyormuş gibi bir algıya yol açıyor. Suriye’deki iç savaştan canını kurtarmak için kaçan, burada da aç kalmamak için bulduğu her işte çalışan işçilerden söz ettiğimizi unutmamalıyız. Suriyeli işçilerin Türkiye’de sigortasız, düşük ücretle ve insanlık dışı koşullarda çalıştırıldıkları bir gerçek. Ama bu gerçeğin sebebi Suriyeli işçiler değil. Bu durumun sorumluları, ucuz işçilik sağlamak için onları bu koşullarda çalıştıran Türkiye’deki patronlardır. Devlet kurumları ise bu gerçeğin farkında olduğu halde, Suriyeli işçilerin her ilde ve her sektörde yasa dışı koşullarda çalıştırılmasına göz yummaktadır. Kapitalistlerin ucuz işçilik için yapmayacakları dalavere yoktur. Bir kapitalist her zaman işçileri sigortasız ve düşük ücretle çalıştırmak ister. Türkiye işçi sınıfı uzun yıllar süren mücadele süreci içinde sigortalı çalışma hakkını kazandı. Sendikalar yetki aldıkları her işyerinde ücret zammından önce sigortalı çalışma kuralını işverenlere öğrettiler, öğretmeye devam ediyorlar. Ama Suriyeli işçilerin Türkiye’de çalışma izinleri olmadığı için sigortalı olma hakları yok. Çünkü hükümet Suriyeli mültecilere, mülteci statüsü vermiyor, onları misafir, yani turist kabul ediyor. Yıllardır Türkiye’de yaşamaya çalışan milyonlarca mültecinin nasıl karnını doyuracağı ise hiç gündeme gelmiyor. Sigortasız, düşük ücretle işçi çalıştırılması sorununun temelinde Suriyeli işçilere mülteci statüsü tanınmaması ve çalışma izni verilmemesi yatmaktadır. Bu izinler verilse, yasal olarak Suriyeli işçiler de haklarını arayabilecekler, en azından sigortalı olabilecekler, asgari ücret alabilecekler. Peki, bu sorun nasıl çözülecek? Öncelikle sendikaların bu konuyu ele alması gerekir. Aksi halde Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de ırkçı söylemler artar, Suriyeli işçilere düşmanlık çoğalır. Irkçılık işçileri böler, ezme-ezilme ilişkisini süreklileştirir, işçilerin gerçek sorunlarının göz ardı edilmesine yol açar. Suriyelileri ve tüm mültecileri kardeş gören, onlara mülteci statüsü ve çalışma izni verilmesi konularını öne çıkaran bir kampanya, işçi sendikaları açısından temel görevlerden birisi olmalıdır.

8 MART'A GİDİYORLARDI Bursa'dan Ankara'ya 8 Mart kutlamasına giden Türk Metal-İş üyesi kadın işçileri taşıyan yolcu otobüsü devrildi. 7 kadın işçi hayatını kaybeder-

ken, 34'ü yaralandı. İşçiler servis kazalarında hayatlarını yitirken, bu kez haklarını istemeye giderken ölüme yakalandılar.


10 KİTAP ÇİZGİLERLE ROSA Rosa Luxemburg’un resimli yaşam öyküsü, Kızıl Rosa başlığıyla ve Kate Evans’ın çizgileriyle yayınlandı. Epos Yayınları’ndan basılan kitap, 20. yüzyıl marksizminin ve işçi sınıfı mücadelesinin en önemli aktörlerinden birisi olan Rosa Luxemburg’un küçük yaşlardan itibaren mücadeleyle geçen hayatını, her türlü otoriteye karşı kendine güveni ve inadını, bir kadın olarak gerek siyasette gerekse ilişkilerinde karşılaştıklarını çarpıcı bir biçimde aktarıyor. Diyaloglardaki ifadeler Luxemburg’un yazılarından ve mektuplarından, kendi sözlerine dayanarak oluşturulmuş. Luxemburg’un hayatı kapitalizme, hiyerarşiye, savaşa, dünya işçi sınıfının mücadelesine dair bir okul gibi. 1919’da katledilmesinin ardından mirasının Stalinizm tarafından nasıl düşman ilan ediliği Kate Evans’ın kaleme aldığı sonsözde açıklıkla ortaya konuyor. “İnsanları gök gürültüsü gibi etkilemek istiyorum, zihinlerini tahayyülümün genişliği, inancımın sarsılmazlığı ve hitabetimin gücüyle tutuşturmak istiyorum”diyen Rosa ölümünün üzerinden geçen yaklaşık bir asırın ardından devrimci marksistlere hâlâ seslenmeyi başarıyor. “Kızıl Rosa” başarılı çizgileri ve titiz bir çalışmanın ürünü olduğu belli içeriğiyle, Rosa Luxemburg okuluna yeni başlayanların mutlaka okuması gereken bir kaynak.

FATİH

TÜRKİYE'DE KİMLİK İNŞASI Konuşmacı: RONİ MARGULİES EhhibaCafe, Haydar Bey Caddesi, Fatih

Konuşmacı: ESRA AKBALIK

Serasker Caddesi, No:88, Kat:3, Nergis Apt. (Merve İletişim'in üst katı)

ŞİŞLİ

MÜLTECİ KADINLARIN MÜCADELESİ Konuşmacı: SURİYELİ AKTİVİST HEAVEN JACKALY Nakiye Elgün sokak, İkbal Apt., No: 32/3 OSMANBEY

LEON TROTSKIY

GEORGES SİMENON

GEORGES SİMEON'UN TROÇKİ İLE MÜLAKATI Polisiye edebiyatın Arthur Conan Doyle ve Agatha Christie gibi kurucu isimlerinden olan, Georges Simenon’nun 1933’te Türkiye’ye yaptığı seyahatinden geriye kalan roman, öykü, röportaj ve fotoğraflar ‘Georges Simenon Türkiye’de’ başlığıyla yayınlandı. Everest yayınlarının bastığı kitapta Ahmet Ümit’in bir önsözü de yer alıyor.

ÇIKTI!

19:00

NEOLİBERALİZM VE ÜNİVERSİTELER

GECE NE KADAR KARANLIKSA, YILDIZI O KADAR PARLAK OLUR

BAYİLERDE VE SOSYALİST İŞÇİ SATICILARINDA

9 Mart Perşembe

KADIKÖY

TROÇKİ BİYOGRAFİSİ

Tony Cliff’in 1990’larda yazdığı dört ciltlik Troçki biyografisinin dördüncü ve son cildi, “Gece ne kadar karanlıksa, yıldızı o kadar parlak olur” adıyla yayınlandı. 464 sayfa ile biyografinin en kalın kitabı olan bu ciltte Troçki’nin 1927 ile 1940 arasındaki hayatı ve mücadelesi anlatılıyor. Kitapta Stalin’in zorunlu kolektifleştirme politikaları ve tam bir baskı politikasıyla sürdürülen sanayileşmeyi, SSCB’deki Troçkist muhalefeti, Nazilere karşı mücadeleyi ve Troçki’nin “Faşizme Karşı Mücadele” kitabını yazmasını ele alıyor. Kitap farklı Avrupa ülkelerindeki sol muhalefetin örgütlenmesini, Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasını ve başarısızlığının nedenlerini, İspanya’daki devrim ve iç savaşı da anlatıyor. 1936 Moskova Mahkemeleri ve Troçki’nin öldürülmesiyle sona eren kitap hem dönemi anlamak için hem de Troçki’nin yazdıklarına bir arka plan sağlaması açısından çok önemli bir eser. “Troçki 4: Gece ne kadar karanlıksa, yıldızı o kadar parlak olur” Marksizm 2017’de okurlara ulaşacak.

TOPLANTI DUYURULARI

Kitabı ilgi çekici kılan şeylerden bir tanesi, henüz 30 yaşındaki Simenon’un İstanbul seyahati sırasında Büyükada’da sürgünde olan Troçki’yle Paris-soir gazetesi için yaptığı röportaj. Zaten seyahatin esas amacı budur. 7 Haziran 1933’te Pera Palas’tan Büyükada’daki Troçki’nin evine doğru yola koyulan Simenon’nun hem dönemin İstanbul’una hem de Troçki’nin gündelik hayatı-

16 Mart Perşembe 19:00

na dair aktarımlarını okumak en az mülakatın kendisi kadar ilgi çekici. Simenon’ya göre pek kimseyle görüşmeyi kabul etmeyen Troçki’nin mülakatı reddetmemesinin nedeni, sorduğu üç sorunun o sıra kafasını hayli meşgul eden, yükselen faşizmle ilgili olmasıdır belki. Ahmet Ümit’in ifadesiyle ‘Simenon’nun zeki sorularına verdiği yanıtlar 10 yıl içinde olacakları öngörmektedir’.

KADIKÖY

Yazar tarafından çekilen İstanbul, Büyükada, Ankara, Troçki fotoğrafları, detaylı tasvirleri, İstanbul’un ‘suç dünyasına’, Galata, Pera, Eyüp’ün arka sokaklarına dair izlenimlerin yer aldığı öyküleri, bir polisiye yazarının 30’lu yılların Türkiye’sindeki maceralarına eşlik etmek isteyenler için oldukça keyifli.

Konuşmacı: KÜBRA ŞAMİLOĞLU

28 ŞUBAT'TAN GÜNÜMÜZE KADINLARIN GÖZÜNDE AKP Serasker Caddesi, No:88, Kat:3, Nergis Apt. (Merve İletişim'in üst katı) TOPLANTILAR HERKESİN KATILIMINA VE KATKISINA AÇIKTIR.


AKTİVİZM 11

KÜRESEL SALDIRIYA KÜRESEL TEPKİ

ÖNE ÇIKAN Can Irmak Özinanır

REFERANDUM BİR SON DEĞİL Anayasa değişikliği referandumunda pek çok anket “Hayır” oylarının önde gittiğini gösteriyor. Bazı hükümet yanlısı yazarlar dahi referandumda beklenen desteğin sağlanamayabileceğini öngören yazılar yazıyorlar. Sokaktaki muhalefet ise tüm baskı ortamına rağmen birkaç ay öncesine oranla daha kendine güvenli, daha canlı. Sokaklarda farklı “Hayır” kampanyaları örgütleniyor. Bu canlanma önemli ancak canlanmanın yanısıra referandum sonrasına ilişkin çeşitli felaket se-

Washington'da Trump'ın yeminin ertesi, direnişi başlatan kadınlar.

Önceki yıllardan farklı olarak bu 8 Mart için birçok ül-

keden birleşik bir eylem çağrısının yapılması, tüm dünyada bir şeylerin değişmekte olduğunun ipucu. Arjantin başta olmak üzere Avustralya, Bolivya, Brezilya, Şili, Kosta Rika, Çek Cumhuriyeti, Ekvador, İngiltere, Fransa, Almanya, Guatemala, Honduras, İzlanda, Kuzey İrlanda, İrlanda Cumhuriyeti, İsrail, İtalya, Meksika, Nikaragua, Peru, Polonya, Rusya, Salvador, İskoçya, Güney Kore, İsveç, Togo, Uruguay ve ABD’den kadınlar 8 Mart’ta uluslararası grev çağrısı yaptı. Arjantin’den gelen çağrının hızla dünyaya yayılmasında, Trump’ın ilk iş gününde son yılların en büyük ve küresel protesto rüzgarını estiren hareketin etkisi var kuşkusuz. Çağrıyı yapan Arjantin’de geçen sene kadın cinayetlerine karşı bir saatlik grev gerçekleşmişti. Bu küresel çağrıya ilk olarak İrlanda, İzlanda, Polonya gibi ülkelerden destek gelmesi de bir tesadüf değil. Söz konusu ülkelerde geçen sene kitlesel kadın gösterileri yapıldı. 3 Ekim’de kürtaj hakkına yönelik saldırılara karşı greve çıkan ve hükümetin yasa tasarısını geri çektiren Polonyalı kadınlardan iki hafta sonra, İzlanda’da kadınlar eşit ücret için iş bıraktı. Son yıllar Türkiye’deki kadınlar açısından da kitlesel protestolarla geçti.

naryoları da dolaşıma girmiş durumda. Sonucun “Evet”

Kadınlar sağcıların hedefinde Bir dizi ülkede kürtaj, eşit işe eşit ücret, kadın cinayetlerinin durdurulması gibi, çoğu kez ‘hâlâ bunu protesto ettiğime inanamıyorum’ dedirten taleplerle protestoların gerçekleşmesi, kadınların temel haklarına dönük küresel bir saldırganlığın ürünü. Yani bu durum tüm dünyada otoriter-sağ politikaların yükselişinden bağımsız değil. Kadınların kazanılmış haklarına, bedenlerine, emeklerine saldırılar, otoriter siyasetçilerin ajandalarının üst sıralarında yer alıyor. Otoriter, muhafazakar, sağcı siyasetçilerin cinsiyetçi söylemleri söz konusu saldırgan politikalar eşlik ediyor. “Kadınlara bok gibi davranacaksın” diyen ABD Başkanı Donald Trump’ın iş başına gelir gelmez kürtaj karşıtı icraatlara imza atması dünyada yükselen trendin ve bizi bekleyen mücadelenin neye karşı olduğunun özetlendiği bir fragman gibi. Gerçi Polonyalı Avrupa Parlamentosu üyesi Korwin Mikke’nin ücret eşitsizliğini savunmak için “tabi ki kadınlar daha az kazanmalı çünkü daha güçsüz, küçük, daha az zekiler” sözleri Trump’ın sıkı rakipleri olduğunu kanıtladı.

olması durumunda bir kâbusa uyanacağımız konusunda neredeyse bir mutabakat varken, “Hayır” oylarının kazanması durumunda da çok kötü gelişmeler olacağı sık sık konuşuluyor. Elbette, felaket senaryolarının biri veya birden fazlası gerçek çıkabilir ancak felaket senaryolarının çoğu zaman kendi kendilerini doğrulayan kehanetler olduğunu ve bu kehanetlerin kitleleri ittiği umutsuzluk ve ataletin sonucu olarak ortaya çıktığını akılda tutmak gerekiyor. Kendi kendini doğrulayan kehanetlerden kaçınmak için “Hayır” kampanyasını referandumdan sonraki mücadelelere de hazırlayacak şekilde yürütmek büyük önem taşıyor. Referandumun sonucu ne olursa olsun otoriterizmin geriletilmesinin ve yenilebilmesinin temel yolu mücadeleden geçiyor. Referandum bir son değil. AKP’nin iktidar olduğu 2002’den bu yana en istikrarlı olduğu konu işçi sınıfını bütün katmanlarıyla güvencesizleştirmek. Politik kutuplaşmayı bir disiplin ve rıza mekanizması olarak örgütlemeyi başaran AKP, bugüne kadar işçi sınıfına dönük bu saldırganlığını bir “halkçılık” propagandası arkasına gizlemeyi ve işçi oylarının

15 YILDA KADINLAR

hizmetini kamusal bir hak olarak uygulamak yerine bireylere, aslında kadınlara yüklüyor.

AKP’nin iktidarda olduğu son 15 yılda ‘kadınlar’ hep gündemdeydi. Toplumu bölen laik-dindar kutuplaşmasında, özgürlüğün veya baskının kriterleri hem iktidar hem de muhalefet tarafından hep ‘kadınlar’ üzerinden değerlendirildi.

OHAL ve sonrası

Hükümet partisinin tabanında kadınlar, geniş bir alanı oluşturuyor. İktidar yoksul mahallelerde özellikle ev kadınlarını kendi siyaseti çerçevesinde yoğun bir şekilde mobilize ederken, başörtüsü gibi pek çok hakkın kazanımını kendisinin bir lütfu olarak sunan bir dil tutturdu. 28 Şubat döneminden itibaren süren, Müslüman kadınların mücadelesi silikleştirildi. Mücadeleyle elde edilen kazanımların yanı sıra bir takım sosyal politikalar, temel haklar olarak değil, AKP’nin hükümetteki varlığına tabî politikalar olarak uygulandı. Bu durum aynı zamanda devletin üstlenmesi gereken bir dizi uygulamanın ‘özel alanlara’ havale edildiği, kadınların omuzlarına yüklendiği neoliberal politikaların alanını genişletti. Evlilik teşvikleri, doğum izinleri, çocukbakım yardımları, emzirme izni vb. alanlardaki uygulamalar aile kurumunu güçlendirme perspektifiyle çoğu zaman işçi kadınların çalışma hayatındaki haklarını törpülerken, birer hediye gibi sunuldu. Torunlarına bakan kadınlara bağlanacak ‘büyükanne maaşı’ uygulaması önemli bir örnek. Ücretsiz kreşlere yatırım yapmak yerine, bakım

15 yılda iktidar partisinin ‘yüksek düzeydeki’ siyasetçileri tarafından pek çok kez kadınların bedenlerine, temel haklarına, kahkahalarına, kırmızı rujlarına saldıran cinsiyetçi açıklamalar yapıldı. Yükselen ve önlenmesi için hiçbir somut adımın atılmadığı kadın cinayetleri, taciz, tecavüz konusunda devletin yargı olmak üzere tüm kurumları kadınların aleyhine politikalar izledi. Tersi örnekler her zaman kadın özgürlük mücadelesinin yaratmayı başardığı toplumsal tepki sayesinde gerçekleşti. Kürtaj hakkının kısıtlanmasına dair girişimin püskürtülmesi ve istismar yasasının geri çekilmesi, kadınların toplumdaki kutuplaşmayı aşan mücadelesi sayesinde oldu. OHAL’le birlikte bir dizi alanda olduğu gibi kadın konusunda da baskı politikaları arttırıldı. 2000’li yılların başında değiştirilen medeni kanundaki kazanımlar bu dönemde geri alınmaya çalışılıyor. Uzun yıllardır uygulanmaya çalışılan ve OHAL fırsatçılığıyla hız kazanan neoliberal güvencesizleştirme politikalarıyla kadınlar çalışma yaşamında daha da dezavantajlı kılınıyor. Mücadele alanındaysa OHAL döneminde damgasını vuran kadınlar oldu. 8 Mart ve 25 Kasım yürüyüşleri, istismar yasasına karşı protestolar son yılın en umut verici kitlesel eylemleri oldu.

önemli bir bölümünü kazanmayı sürdürdü. OHAL koşullarında bu saldırı daha da derinleşti. KHK’lar ile on binlerce kişi işsiz bırakıldı. OHAL öncesi çeşitli öneriler tepkiden çekinilerek bir süreliğine geri çekilip sonra yeniden masaya sürülürken bugün kıdem tazminatının kaldırılması, özel istihdam büroları kurulması, zorunlu bireysel emeklilik sistemine geçilmesi gibi konularda çok daha hızlı adım atılıyor. Hükümet şimdiden referandum sonrası kamu çalışma rejimini yeniden düzenleyeceğini, yani güvencesizliği kamuda da bir norm hâline getireceğini açıkladı. İşçi eylemleri Soma’da yaşanan madenci katliamı sonrası bir yükselişe geçmişti. 2015 Temmuz’undan başlayarak savaş ortamı bu eylemlerde bir gerilemeye yol açsa da, geçtiğimiz hafta Sosyalist İşçi’de DİSK Genel-İş Örgütlenme Uzmanı Gökhan Keskin’le yapılan söyleşide de belirtildiği gibi irili ufaklı eylemler yayılıyor, örgütlenme düzeyi yavaş da olsa yükseliyor. Otoriterizmin en büyük korkusu işçi sınıfının birleşik mücadelesi. Referandumda örgütleyeceğimiz “Hayır” da işçi sınıfını birbirine (bu arada özellikle göçmen işçilere) karşı kışkırtmaya, kutuplaştırmaya çalışan dilin tamamen karşısında, işçilerin beraber mücadele etmesine yönelik özgürlükçü bir “Hayır” olmak zorunda.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM SAĞLIĞA ZARARLIDIR Sağlık bakanı Recep Akdağ 2016 yılının sonbahar aylarından beri sağlıkta dönüşümün birinci fazının tamamlandığını 2017’den itibaren ikinci faza geçileceğini, dönüşümün 3 yıl içinde tamamlanacağını söylüyor. Birinci faz uygulamaları ve sonuçları Sağlık ocaklarının yerine 2005 yılından itibaren aile hekimliği uygulamasına geçilmeye başlandı. Önceden sağlık ocaklarında bir ekip halinde verilen hizmet şimdi bir aile hekiminden ve bir yardımcı sağlık personelinden bekleniyor. Muayenelerinin yanında çok sayıda takibi yapmaları, raporu düzenlemeleri gerekiyor. Hekim başına düşen kayıtlı kişi sayısının fazla olması, malzemenin ve personelin eksik olması gibi sebeplerle hizmetin kalitesi vaat edilen seviyelere gelemedi. Aile hekimlerinin artan iş yükü bir yandan da koruyucu sağlık hizmetlerinin yeterince verilememesine sebep oluyor. Örneğin Sağlık Bakanlığı verileri gizlemeye çalışsa da TÜİK’in verilerinden görüldüğü üzere 2010’dan 2015’e bebek ölüm hızı değişmemiş hatta bir miktar yükselmiştir. Artan iş yükünün altında iş başında hayatını kaybeden sağlık çalışanlarının sayısı da artarken, verilen hizmetin arzulananı karşılayamaması sebebiyle aile hekimliklerinde muayene sayısı düşmeye başladı, acillerde yığılma arttı. Acillere başvuran hastaların %80’i acil olmamasına rağmen performansın yükselmesi umuduyla hepsine bakılmaya çalışılıyor. Acillere başvuru oranı gelişmiş ülkelere göre 6-7 kat daha fazla. 2004 yılından beri uygulanan performansa dayalı bir sistem olan döner sermaye sistemi ile yavaş yavaş Sağlık Bakanlığı hastaneleri birer işletme haline getirildi. Hastaneler kendi kendine yetmek zorunda bırakıldılar. Sayıştayın 2015 yılındaki denetim raporu Sağlık Bakanlığı hastanelerinin finansal olarak sürdürülebilir olmadığını ortaya koydu. Hastaneler kısa vadeli borçlarını ödeyemez hale geldiler. Zararları giderek artmaktaydı.

Benzer durum Üniversite hastaneleri için de geçerliydi. Döner sermaye sistemi performans uygulaması ile beraber hastanelerdeki hasta sayısını, ameliyat sayısını arttırdı. Randevular arası 5 dakikaya kadar düşmeye başladı. Bir hekim günde 80-100 hasta bakmaya zorlandı. Artan iş yükü personel açığını ve hastaların sağlık personeline yönelik şiddet eğilimini de arttırdı. Hasta sayısı arttıkça azalması beklenen hastanelerin borç yükü daha da arttı. Dönüşüm ve finsansman Sağlıkta dönüşümün bir başka ayağı da finansmanıyla ilgiliydi. Çalışanların maaşından kesilen sigorta primi emeklilik ve sağlık olarak ikiye ayrıldı. 2012’den bu yana uygulamaya giren sağlık sigorta primini ödeyemeyen milyonlarca insan var. Zaten ödeme zorluğu olmasına rağmen bir de sağlık hizmetlerinden muayene katkı payı, ilaç katkı payı, reçete bedeli gibi 15 farklı işlemden katkı payı alınıyor. Muayene katkı payları 2017’ye girerken %20-60 arasında arttırıldı. Tüm bunlar yaşanırken toplam sağlık harcamaları 2002’den 2014’e kadar 5 kat, kişi başına sağlık harcamaları da 4 kat arttı. Ancak anlaşıldığı gibi bu harcamaların artışı sağlık hizmetini sunan sağlık çalışanlarına da, hizmeti alan kişilere de anlamlı bir şekilde yansımadı. Şimdi artan bu sağlık harcamalarının getirdiği borç yükü ile başa çıkabilmek amacıyla sağlıkta dönüşüm programının ikinci fazı başlatılıyor. Aile hekimliğinin bu işin başında tüm sağlık çalışanı örgütlerinin belirttiği gibi gerektiği seviyede hizmet verememesi sebebiyle kayıtlı kişi sayısı 3500-

4000’den 2500’lere indirilecek. Bu sebeple yeni aile hekimlikleri açılmaya çalışılıyor. Ancak çoğu yere talep yok. Kişilerin kendi yatırımlarıyla açacakları bu aile hekimliklerine talep az. Boş bölgeler ve yardımcı sağlık personeli olmayan hekim sayısı artıyor. Aile hekimliği sisteminin kalitesi düşmeye devam ediyor. Döner sermaye sisteminin sürdürülebilir olmaktan çıktığı devlet hastanelerinin yerlerine de şehir hastaneleri gündeme geldi. Burada temel hedef kamu – özel ortaklığı. Yap işlet devret modeliyle sağlık hizmetleri 25 yıl süreyle devlet güvencisiyle özel sektöre devrediliyor. Özel sektöre kira ödemeleri şehir hastanelerinin döner sermayelerinden karşılanacak. Devlet, hastanelerde %70 doluluk oranı vaat etmekte ve eksik kalan kesim devlet tarafından şirketlere ödenecek.17 şehir hastanesi için açılan ihale bedeli 10 milyar dolar iken, 25 yılda ödenecek bedel 27 milyar dolar civarında tahmin ediliyor. Şehir hastaneleri işletmeye açıldıktan sonra şehir merkezindeki hastaneler kapatılacak, hastaların sağlık hizmetine ulaşmaları zorlaşacak. Şehir hastanelerinde hekimler üzerinde daha çok hasta bakma, tetkik isteme, ameliyat etme baskısı olacak, para getirmeyecek hastaların başka yerlere sevk edilmeleri gündeme gelecek. Sağlıkta dönüşümün birinci fazında kamu hastaneleri işletme haline getirilmişti, ikinci fazında da tamamen şirketlerin yönetiminde olan kamu özel ortaklığı söz konusu olacaktır.

HEMŞİRE AÇIĞI Bir üniversite hastanesi çalışanı, "hastanemizde 400 hemşire açığı varken, 40 kişiyi işe aldılar. İşe girenlerin yarısı birkaç hafta içinde iş yükü sebebiyle işi bıraktı" diyor.

İngiltere'de geçen hafta yüzbinlerce kişi sağlıkta özelleştirme ve kesintileri protesto etti.

HATA DOKTORDA DEĞİL SİSTEMDE Yakın zaman önce açılan Mersin Şehir Hastanesinde hekimlerin en büyük yakınması, hastanenin ortak alanlarına gösterilen cömertliğin ne yazık ki poliklinik odalarına ve kendi dinlenme alanlarına gösterilmemiş olmasıydı. Yanlarında kayıt ya da başka bir işlem yapmak için gerekli bir personelin bulunmasına olanak verecek düzenleme yapılmamıştı. Hekim bir yandan muayene yapmaya, bir yandan da kayıt yapmaya çalışırken, hastalar da haliyle "doktor yüzüme bile bakamadı" diyerek, memnuniyetsizliklerini şimdiden dillendirmeye başlamışlardı.

DÖNÜŞÜM DEĞİL, SAĞLIĞA BÜTÇE Sağlıkta dönüşümün faz sayıları ne olursa olsun tek amacı sağlık sisteminin piyasanın hizmetine sunulmasıdır. Bu dönüşüm sağlık çalışanlarının iş yükünü, stresini, şiddete maruz kalma olasılığını, iş başında ölümlerini arttırırken, hastaların beklentilerinin karşılanması olasılığını da zayıflatacaktır. Sağlık hizmetlerinin piyasalaşması arttıkça kâr getirmeyen hizmetler daha çok aksayacağından Sağlık Bakanının söylediğinin aksine koruyucu sağlık hizmetleri de aksayacak, sağlık giderleri giderek artmaya devam edecek, bütçede delikler arttıkça kişilerden talep edilecek katkı miktarları daha da artacaktır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.