Sosyalist işçi 592

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Foto: Bülent Kılıç - AFP

592

15 Mart 2017 3 TL. sosyalistisci.org

16 NİSAN'DA ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR HAYIR! 2017

MARKSİZM

DSiP

19-23 NİSAN İSTANBUL CEZAYİR SALON


2

GÜNDEM

HAYIR, MİLLİYETÇİLERİN ÇIKARDIĞI KRİZİN FATURASINI ÖDEMEYECEĞİZ GERGİN DIŞ POLİTİKAYA SON! Almanya, Hollanda ve şimdi Danimarka’yla da yavaş yavaş ısınan olaylara yaklaşım, Türkiye’de kamuoyunun her zamanki gibi ikiye bölünmesine neden oldu. İnsanların bir bölümünün AKP’li bakanların Hollanda tarafından azarlanması ve aşağılanmasına, Hollanda’da yaşayan Türklerin ırkçıların ve polisin şiddetine maruz kalmasına “Oh olsun” dediği ortada. Bir diğer bölüm ise bütün Avrupa’yı ırkçı ve Nazi ilan etmiş vaziyette. Sadece Avrupa ülkelerini değil inekleri, portakalı ve hatta turuncu rengi ırkçı ve düşman ilan eden var. Her iki tutum da yanlış. Avrupa’da ırkçılık varsa ırkçılık karşıtları da var. Sadece Türkiyelilere değil Suriyelilere yönelik ırkçılığa karşı büyük bir hareket var. Bu hareket 18 Mart’ta bir kez daha başını kaldıracak. Avrupa merkez siyasetine sirayet eden ya da aşırı uç olarak öne çıkmaya çalışan ırkçılara, ırkçılık karşıtı hareket tarafından set çekilmeye çalışılıyor. Türkiye’de ise OHAL koşullarında düşünce, ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlükleri üzerinde, hatta bunlardan farklı gibi görünen iş güvencesi hakkı üzerinde ağır bir baskı var. Bu koşullarda sosyal medyada ırkçılık yapan birileri Hollanda’nın ırkçı tutumunu eleştirebiliyor! Biz Hollanda’da ırkçılık yapanları Hollandalı ırkçılık karşıtlarıyla dayanışmamızla eleştirirken, Türkiye’de ırkçılık yapanların başka ülkelerdeki ırkçı siyasetçilerin ve uygulamaların arkasına gizlenmesine de izin vermeyeceğiz. ***

MARKSİZM 2017: MÜCADELENİN FİKİRLERİ Marksizm 2017 toplantıları 19-23 Nisan’da İstanbul’da gerçekleşecek. Tam da referandumun hemen ardından düzenlenecek Marksizm’de, ırkçılık, Trump karşıtı mücadele, referandumdan sonra birleşik mücadele imkanları, Kürt sorunu, Müslüman olmayan halkların maruz kaldığı baskılar, işyerlerinde dayanışma, kadın sorununun çözümü için stratejiler, neoliberal uzlaşının sonunun ne anlama geldiği gibi çok sayıda başlık konuşulacak. Marksizm toplantıları sadece bir tartışma platformu değil. Bugüne kadar birçok eylemin hazırlık platformu olarak da öne çıktı Marksizmler. Bu açıdan referandumdan sonra, referandumun sonucu en olursa olsun mücadele devam edecek. Bazı kampanyalar yeni biçimler alsa da sürecek. Bir dizi dinamik yeniden mücadeleye atılacak. Sokakları bırakmayan kadın hareketi, ihraç edilen akademisyenlerin dayanışması, işyerlerinde süren irili ufaklı mücadeleler, ırkçılara karşı etkin bir kampanya, Marksizm’de tartışılacak. En önemlisi, mücadele etmek için örgütlenmenin öneminin altı ısrarla çizilecek Marksizm 2017’de. Gelin Marksizm’i birlikte örgütleyelim.

‘evet’in çıkmasını garantilemek. Bu sadece Avrupa’daki Türkiyeli seçmeni kazanmakla ilgili değil.

Suriye’de ABD ve Rusya engeli, Avrupa ile diplomatik kriz. Referanduma bir ay kala milliyetçi-muhafazakar evet ittifakı, Türkiye uluslararası alanda neredeyse izole etmeyi başarırken, içeride istikrarsızlığı körüklüyor.

basınç ortamında, Türkiye bir bela olarak görüldü ve itildi.

Avrupa ile ilişkiler kopuyor

Ak Parti hükümetinin toplantılarını yasaklayan Almanya’da ise hem dağılan Avrupa Birliği’ni koruma, hem de Eylül ayında yapılacak genel seçimlerin telaşı var. Orada ırkçılar yükselişte ve federal meclise ilk kez girecek gibi gözüküyorlar.

Evet’in bu topluma neler getireceği görülmüş oldu: Milliyetçi gerginlikler, diplomatik krizler, emekçileri etkileyecek ekonomik ve sosyal sonuçlar.

2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin yenilgisi üzerine kurulan Avrupa Birliği lideri ülkelerin Erdoğan tarafından Nazi ve faşist olmakla suçlanması, Suriyeli mültecilerin koz olarak kullandığı son pazarlık zeminini de yok etti.

Hükümet Hollanda’dan özür ve tazminat talep etse de, yaptırımlar tehdidinde bulunsa da asıl yaptırım Avrupa Birliği’nden gelecek.

Ak Parti hükümetinin Avrupa’da yapmak istediği ‘evet’ toplantıları önce Almanya’da sonra Hollanda’da iptal edildi. MHP’nin Belçika toplantısı da iptal edilirken Avrupa Birliği üyesi ülkeler tek tek Türkiye’ye tutum almaya başladı. Bu ülkelerin çoğu Türkiye kapitalizminin ortakları. Hepsi NATO üyesi. Düne kadar Ak Parti hükümetinin üyelik için kapısını çaldığı ve yüzünü döndüğü yerler. Kendi evinde ifade özgürlüğünü ve hayır kampanyasını baskı altına alırken, Avrupa’yı Nazizm ve ırkçılıkla suçlamaya devam eden Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki diplomatik ilişkiler an itibarıyla kopmuş ve yerini büyük bir anlaşmazlığa bırakmış gözüküyor.

Nisan sonunda Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Avrupa Birliği’nin tarihe karışmasını isteyen ırkçı Le Pen’in kazanma olasılığı yerleşik düzeni korkutuyor.

Tek sorun oranın ırkçıları değil. Darbe girişimi sonrası demokrasiye değil baskıya gidiş, OHAL’de ayyuka çıkan insan hakları ihlalleri, ifade özgürlüğünün engellenmesi ve siyasi baskılar, Türkiye hükümetinin önüne konuyor.

Ak Parti-MHP ittifakı, bir çıkış yakalamayan ve meşruiyet krizi yaşayan evet’i milliyetçi bir rüzgarla büyütmek istiyor.

Yaptırımlar kime?

Çifte vatandaşlığın kaldırılması hemen gündeme geldi. Türkiyeli göçmen işçilerin hayatı daha da zorlaştı. Türkiye’nin önüne ağır bir ekonomik fatura konabilir. Hollanda, Türkiye'ye en fazla doğrudan yatırım yapan ülke. 10 milyar dolarlık bir ticaret hacmi ortadan kalkabilir. Almanya da Türkiye en fazla yatırım yapan ülkelerin başında geliyor. Bir bütün olarak Avrupa Birliği’ni karşısına almayı başaran Ak Parti hükümeti, istikrarsızlık içindeki ekonomiyi büyük bir krize sürükleyebilir.

Bir ülkenin siyasilerinin başka ülkelerde siyasi toplantılar yapması uluslararası hukuka göre meşru kabul ediliyor.

Avrupa’da bir tek ırkçılar yok. Geniş antifaşist kesimler ve ırkçılığa karşı kararlı mücadele var. Fakat kendi halklarına baskı uygulayan ve referanduma OHAL ile giden Türkiye devletini savunabilen kimse çıkmıyor.

Fakat İngiltere’nin Brexit ile birlikte ayrılması ve Amerika’da ırkçı Trump’ın işbaşına gelmesi ile işler değişti.

Olay tek taraflı değil. Hollanda’da, Türkiye’de toplumsal gerginliğin kaynağı, şoven milliyetçilik ve ırkçılık.

Milliyetçilerin kavgasında kaybeden biz olmamalıyız. Avrupa ile Türkiye arasında patlak veren krizin Türkiye işçi sınıfına bir faydası olamaz. Tersine ekmeğimiz küçülebilir, işimizi kaybederiz.

Hollanda ile diplomatik kriz parlamento seçimlerine beş gün kala gerçekleşti. Seçimlerin favorisi olarak gösterilen ırkçı Wilders’ın yarattığı

Ak Parti’nin Avrupa’daki koşulları ve kendiyle ilgili sorunları bilmesine rağmen, büyük bir diplomatik kriz çıkartmasının amacı sandıktan

Ak Parti-MHP ittifakının maceracı politikalarının faturasını ödememek için işçilerin referandumdaki oyu hayır olmalıdır.

Neden?

SURİYE’DE SAVAŞTA ISRAR Ak Parti, MHP ve kemalist devlet ittifakının önü Suriye’de de kesildi. Trump PYD’yi seçti. Türkiye ordusunun ilerlemesini önlemek için Amerika ve Rusya askerleri Menbiç’i koruma altına aldı. Rejim askerleri köylere girdi. Şehri kontrol eden YPG’nin liderliğindeki Menbiç Askeri Konseyi, özerklik ilan etti. El Bab’dan sonra Menbiç ve ABD ile Rakka operasyonu yapma hayalleri suya düşmüş gözüküyor. Fakat

cumhurbaşkanı

Menbiç’in

kenarında bazı köylerin TSK tarafından alındığını belirterek Fırat Kalkanı harekâtının devam ettiğini söylüyor. Özerkliği tanımayacaklarını ekliyor. Yani ABD ve Rus askerlerinin araya girmesine rağmen Menbiç’te bir savaş olasılığı ortadan kalkmış değil. Her gün bir cephede yenilgi gelirken neden savaşta ısrar ediliyor? Türkiye’de barış sürecini yiyip bitiren, ordunun darbe yapmaya kalkmasına zemin kazandıran Suriye’de

savaş politikalarından vazgeçilmediği sürece yeni gerginlik ve çatışmalar kapıda olacak. Türkiye askerleri evlerine dönmeli. Suriye ile savaşa son verilmeli. Suriye’deki güç mücadelelerinin yok ettiği Türkiye’deki çözüm süreci tekrar başlatılmalı. Suriye halkına verilebilecek tek gerçek destek, mültecilerin haklarını tanımak, insanca yaşam koşullarına sağlamaktır.


GÜNDEM

15 TEMMUZ’U UNUTMADIK BAZILARI DEĞİL TÜM DARBECİLER YARGILANSIN

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

KADINLAR BARIŞI HAYKIRIRKEN Son üç büyük İstiklal Caddesi eyleminin üçü de kadınlar tarafından örgütlenen, kadın sorunlarının merkezinde yer aldığı eylemlerdi. Büyük derken de gerçekten on binlerce kadının katıldığı eylemden söz ediyorum. Son 8 Mart ise bu açıdan kelimenin tam anlamıyla görkemli bir eylemdi. Eylemin en belirgin özelliği, kadınların önüne geçilmesi mümkün olmayan bir sel gibi caddeye akmış olması değildi sadece. Aynı kadınların hep bir ağızdan “barış” diye haykırmasıydı. Barışa ekmek kadar su kadar ihtiyacımızın olduğu bir dönemde, barış mitinglerinin sönük geçtiği ya da örgütlenemediği koşullarda on binlerce kadının barış diye haykırması, “Jin, Jiyan, Azadî” sloganını on binlerce kadının haykırması muazzam bir hadise esasında. Önemli olan bu kalabalığın OHAL’de yasakları bir kez daha delmesi, sadece yasakları delmekle kalmayıp, barış istediğini, barışı tüm hücreleriyle talep ettiğini haykırması.

Davanın FETÖ üzerinden kısıtlanması sonucu darbeciler cezasız kalabilir, Ergenekon ve Balyoz'da olduğu gibi kumpas denilerek bu dava da düşürülebilir.

Ak Parti çevrelerinden bir itiraf yükseliyor: 15 Temmuz

darbecileri sadece Fetullahçılar değildi kemalist generaller de vardı. Fakat o an bunu yok sayarak, bile bile sadece FETÖ dedik. Bu itiraflar, Hürriyet’in “Karargah rahatsız” haberinin üzerine geldi. Bazı Ak Partili gazeteciler, kadın subayların örtünebilmesine sağlayan yasal değişiklikten rahatsız olan kemalist generallerin İzmir’de darbe girişimine kalkıştığını iddia ettiler. Erdoğan ve Ak Parti hükümetini FETÖ’ye karşı desteklediğini söyleyen kemalist generaller şimdi tam karşı tarafa geçmiş durumda. Onlarla uzlaşan Ak Parti çevreleri ise panikle suçlama yarışını girdi. Bu durum, Sosyalist İşçi’nin 15 Temmuz’dan bu yana yazdıklarının doğru olduğunu kanıtlıyor: 15 Temmuz sadece Fetullahçıların değil geniş bir koalisyonun işiydi. Ceza sadece FETÖ’ye kesildi. Hükümetin bu bilinçli politikası sonucu diğer darbeciler aklandı. 15 Temmuz darbe girişimi çatı iddianamesi de bu yaklaşımın bir ürünü. Darbe sadece 50 yıl önce orduya sızmaya başladığı söylenen FETÖ üzerine kurulmuş. Darbeci bazı subayların inatla ‘biz darbeciyiz ama FETÖ’cü değiliz ülkücüyüz, Atatürkçüyüz’ demelerine rağmen. Dava daha baştan kısıtlı Halkın direnişi ile engellenen kanlı darbe girişimi iddianamesine yansıyan durum şöyle: n 15 Temmuz'daki darbe girişiminde Genelkurmay Başkanlığında gerçekleştirildiği eylemlerle ilgili olarak toplam 221 sanık hakkında hazırlanan "çatı iddianamesi", Ankara 17. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. n Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın müşteki ve mağdur, Ge-

nelkurmay Başkanı Orgeneral Akar'ın da mağdur olarak ortaya çıktığı iddianamede, 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında FETÖ olarak adlandırılan Gülen Cemaati'nin bulunduğu, bu girişimle demokratik anayasal düzenin cebir ve şiddet kullanılarak ortadan kaldırılma teşebbüsünde bulunulduğu belirtiliyor. n Darbe girişimine 8 binden fazla askeri personel, 35 uçak, 37 helikopter, 74 tank ve 246 zırhlı araç katılmış, 4 bine yakın hafif silah kullanılmış. Yine iddianamede darbecilerin başta Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ve TBMM olmak üzere, devlet kurumlarına ait binalara saldırılar düzenleyerek teslim almaya çalıştıkları anlatılıyor. n İddianamede yer alan sanıklardan biri orgeneral, 3'ü korgeneral, 4'ü tümgeneral, 16'sı tuğgeneral, 3'ü tuğamiral, 26'sı albay, 27'si yarbay, 37'si binbaşı, 21'i yüzbaşı, kalanlar ise daha alt rütbelerden. Sanıklardan 12'si öğretmen, memur ve esnaftan oluşan sivil. Bu kişilerin 3'ü tutuklu, 2'si adli kontrol şartıyla serbest bulunurken, 7'si ise firari durumda.

Bu, kadın hareketinin kitleselliğinin bambaşka bir politik dinamikten de beslendiğini gösteriyor. Kadın eylemleri, uzun yıllardır, savaşın yarattığı acılara karşı mücadelenin özneleri tarafından örgütleniyor. Politikada direksiyonun “yerli ve milli” bir sağcılığa doğru büküldüğü koşullarda, kadın hareketi savaş karşıtı içeriğinden hiçbir taviz vermedi. Hatta diyebiliriz ki, son 8 Mart eylemi, “yerli ve milli” politik eksenin panzehirinin bizzat kadın hareketinin halkların eşit koşullarda kardeşliğini asla unutmayan politik içeriği olduğunu da gösterdi. Belki tek başına değil ama barışı arzulayan milyonların hareketini başlatarak bu işlevi yerine getirebilir kadın hareketi. Bu potansiyeli fazlasıyla taşıdığını bu 8 Mart’ta bir kez daha kanıtladı. Eylemin çok önemli bir yanı daha vardı: Örgüt üyesi olmayan binlerce genç kadının kitlesel coşkusunun yaratıcılığının yanı sıra, her gün sokakta olmasa da gerektiği zaman sokakta olacağını göstermesiydi. Savaş karşıtı bir içeriğe sahip olan bu hareket çok doğal bir enternasyonalist öze de sahip. Bu kesin bir tutarlılık. Trump’a karşı sokağa çıkan milyonlarca kadından esinlenen, öğrenen ve otoriter ve ırkçı siyasi dönüşlerin kadınların yaşamını cehenneme çevirirken ulusal sınırlara aldırmadığını bilen bir hareket. Bu harekete güvenmeliyiz. Önünün daha da açılması için çalışmalıyız.

n Sanıklar, "anayasayı ihlal", "cebir ve şiddet kullanarak TBMM'yi ortadan kaldırmaya teşebbüs", "cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs", "silahlı terör örgütü yönetmek ve üyesi olmak" suçlarının yanı sıra darbe girişimi kapsamında Türkiye'de işlenen "Cumhurbaşkanına suikast", "250 vatandaşı şehit etme", "2 bin 735 vatandaşı öldürmeye teşebbüs" ve "üst düzey komutan ve devlet yöneticilerinin hürriyetini sınırlama" suçlarından da yargılanacak. n Darbenin bir türlü tespit edilemeyen siyasi ayağına dair çatı iddianamesinde de bilgi verilmiyor. "Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu" Başkanı ve AK Parti Burdur Milletvekili Reşat Petek, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada "Meclis Araştırma komisyonunda 141 kişi dinlendi. Yurtta Sulh Konseyi 38 kişiden oluşmaktadır. Darbenin siyasi ayağı ise tespit edilemedi" demişti.

ÇIKTI!

BAYİLERDE VE SOSYALİST İŞÇİ SATICILARINDA


4

DÜNYA

HALK, BAŞKANI DEVİRDİ

AÇLIK: 1945’TEN BERİ EN CİDDİ İNSANİ KRİZ

Dünya ekonomisi tarihte görülmemiş bir zenginlik üretirken, insanlar açlıktan ölüyor.

Kapitalizm insanlığı bir kez daha büyük bir insani krizle karşı karşıya getirdi. Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Dairesi (OCHA) Başkanı Stephen O'Brien, dünyanın 1945'ten beri yüzleştiği en büyük insani kriz ile karşı karşıya olduğunu, Yemen, Güney Sudan, Somali ve Nijerya’da 20 milyondan fazla insanın açlık ve kıtlık ile mücadele ettiğini kaydetti. Güney Kore'de kazanan mücadele Asya halklarına yol gösteriyor.

Güney Kore’de aylardır her cumartesi devam eden kitlesel gösteriler, Başkan Park Geun-hye’nin sonunu getirdi. Anayasa Mahkemesi’ndeki 8 yargıcın oybirliğiyle, başkan görevinden azledildi. Ekim ayından beri, Güney Kore’de 19 kez başkana karşı eylem yapıldı. Son iki eylemde birer milyon kişi sokağa çıkarken, katılımın toplamda 15 milyonu bulduğu tahmin ediliyor. Park’ın buna karşılık kendi taraftarlarına yaptığı çağrı sonrası ise Seul’de ancak 100 bin kişi sokağa çıkabildi. Avukatı, mahkemede, azledilme durumunda “sokakta kan

döküleceğini” söyleyerek tehditler savurdu. Anketlere göre ise toplumun %80’i başkanın istifasını istiyordu. Kamu emekçileri sendikası KCTU, Anayasa Mahkemesi’nin parlamentoda alınan azil kararını bozması hâlinde genel greve gideceğini duyurdu. Bu devasa hareket, sağcı başkanın görevden alınmasını sağladı. Hareketin içindeki ılımlı unsurlar, başkanın devrilmesinden sonra gösterilerin sona ermesini savunuyordu. Bu, yapılacak başkanlık seçimlerinde, ana burjuva muhalefet partisi Demokratik Parti’nin adayı-

nın kazanmasını isteyenlerin seçimi. Hareketin devam etmesinin hem seçimlerde hem de daha sonra ülkeyi yönetmede kendilerine zorluk çıkaracağını düşünüyorlar. Park’a karşı gösterileri başlatan radikal sol ve emek hareketi ise işyerlerinde ve sokaklarda mücadelenin sürmesini istiyor. Kore’deki sosyalist örgüt İşçi Dayanışması, emek düşmanı reform yasasına karşı daha iyi çalışma koşulları ve daha yüksek bir ücret talebiyle, ABD’nin Kore’ye kuracağı füze savunma sistemine karşı, eğitim hakkını savunmak ve politik reformlar için mücadelenin süreceğini söylüyor.

SURİYELİ ÇOCUKLAR MUSUL HALKININ İÇİN EN KÖTÜ YIL BİTMEYEN TRAJEDİSİ UNICEF'in raporuna göre 26 farklı devletin hava saldırıları ve aşağıda şiddetlenen çatışmalarla 2016, Suriyeli çocuklar için en kötü yıl oldu.

Suriye'de 2,3 milyon çocuğun savaş nedeniyle ülkeden kaçtığı, ancak ulaşılması zor olan bölgelerde, 280 bini kuşatma altında olmak üzere toplam 2,8 milyon çocuğun bulunduğu belirtiliyor. Suriye'de çocukların üçte ikisi ya sevdiklerinden birini kaybetmiş, ya evlerinin bombalanmasına tanık olmuş ya da savaşta yaralanmış. Bir nesil savaşla yok ediliyor.

BM İnsani Yardım Dairesi başkanına göre, açlık sebebiyle kitlesel ölümleri durdurabilmek için 4 milyar 400 milyon dolara ihtiyaç var. Ancak bunun henüz yalnızca altıda biri toplanabildi. Diğer yandan, yalnızca ABD, 2015 yılında askeri harcamalara 596 milyar dolar kaynak ayırdı. O’Brien “kolektif ve koordine bir şekilde küresel düzeyde çaba sarfedilmezse bu insanlar açlıktan ölecekler” diyor. Açlığı durdurmak için gerçekten de kolektif ve küresel bir çabaya ihtiyaç var. Ancak bu kolektif çaba, en zengin 8 kişinin servetinin dünya nüfusunun yarısının mal varlığından fazla olmasına yol açan kapitalist sisteme karşı, işçi sınıfının vereceği birleşik ve enternasyonal mücadele olursa insani kriz sonlanabilir.

İZLANDA: EŞİT İŞE EŞİT ÜCRET! 8 Mart’ta 56 ülkede kadın grevi, daha da fazla sayıda yerde cinsiyetçiliğe karşı kitle gösterileri yapıldı. İstanbul’da olduğu gibi dünyanın birçok yerinde eylemler kalabalık ve coşkulu geçti. Son bir senedir Polonya, İzlanda, Arjantin gibi yerlerde gerçekleşen kitlesel kadın grev ve eylemleri, Trump’a karşı kadınların öncülük ettiği 21 Ocak gösterilere milyonların katılmasıyla kadın hareketinde muazzam bir ivmeye yol açtı.

Birleşmiş Milletler Çocuk Yardım Fonu raporuna göre en çok çocuk ölümü geçen yıl gerçekleşti. Resmi rakamlara göre en az 652 çocuk hayatını kaybetti, bu çocukların 255'i bir okulun yakınındaydı. 2015'e göre ölümler yüzde 20 arttı. Gerçekte rakamların daha yüksek olduğu tahmin ediliyor.

O’Brien’ın aktardığına göre, acilen müdahale edilmezse, çok sayıda insan açlık ve çeşitli hastalıklar nedeniyle ölecek. Özellikle Yemen’de 7 milyon kişinin bir sonraki öğünü nasıl geçireceğinin bilinmediği belirtiliyor.

Irak ordusu, ABD ve müttefiklerinin Musul'u IŞİD'in elinden alma harekatınının üçte biri tamamlanırken bölgede sosyal yıkım da büyüyor. Harekat başladıktan bu yana 99 bin 852 kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Ekim ortasından bu yana Musul'un doğusundan 175 bin sivil kaçtı. Batıda ise kontrol hala IŞİD'in elinde ve ağır bir savaş yaşanıyor. Şehirde ve Irak Kızılay'ının kurduğu sığınmacı kamplarında gıda ve ilaç krizi yaşanıyor.

Mücadele eden kadınlar İzlanda’da kazandı. 330 bin nüfuslu ülkede bu ay parlamentoya getirilecek yasa tasarısıyla, 25’ten fazla işçi çalıştıran tüm işyerlerinin kadınlarla erkekler arasında ücret farkı olmadığına dair bir sertifika alması gerekecek. İzlanda, Dünya Ekonomik Forumu'nun hazırladığı cinsiyet eşitliği listesinde ilk sırada. Ancak buna rağmen İzlandalı kadınlar hâlâ erkeklerden ortalama yüzde 14 ila 18 daha az kazanıyor. Ülkede geçen yıl Ekim ayında binlerce kadın işçi, saat 14:38'te iş bırakmış ve cinsiyetler arası ücret eşitsizliğini protesto etmişti. Kadınların erkeklerle karşılaştırıldığında 14:38'den sonraki mesai saatlerini bedavaya çalıştığı hesaplanmıştı.


YORUM 5

EĞER ROBOTLAR İŞLERİMİZİ ALACAK OLSA ONLARI GERÇEKTEN YAPABİLİRLER Mİ? İngiltere’de Bilim Müzesi’nin yeni Robotlar sergisini gezen Joseph Choonara sergilenen robotlar üzerinden kapitalizm altında otomasyon gerçekliğini analiz ediyor. Robotlar işleri ele alıyor. Bu, en azından

ana akım medya tarafından verilen bir izlenim. Son haftalardaki başlıklar şunları içeriyor: “Robotlar 250.000 Kamu Çalışanının İşini Yapabilecek” (Independent), “Amazon, Sadece Üç İnsanın Çalışacağı, Robotlar Tarafından İşletilen Dev Bir Tesisi Açıyor” (Daily Mail) ve “AB Komitesi Robotlara İnsan Statüsü Vermeyi Tartışıyor” (Guardian). Bugün robotlar hakkındaki olağanüstü curcuna göz önüne alındığında, Bilim Müzesi yeni Robotlar sergisinde biraz garip bir açıdan bakmayı tercih etti. Sergilenen 100'ü aşkın robot, insanların kendilerini mekanik biçimde nasıl yeniden oluşturduklarına odaklanıyor. Aydınlanma, hem insan biyolojisini bilimsel bir temele oturtmaya yönelik girişimleri hem de daha ayrıntılı mekanizmaları yaratabilecek erken kapitalist üretimin yükselişine eşlik eden yeni teknolojik gelişmeleri yansıtan bu gibi meraklara artan bir ilgi getirdi.

Fabrikada bir robot.

Ne yazık ki, bilim müzesinde bu günlerde görülebilen şeylerin çoğunda olduğu gibi, izleyiciler bilim hakkında çok az şey öğrenebilecekler çünkü müze her zamanki gibi teknolojiye odaklanmış durumda. Robotlar hakkında en ilginç olan şey, ne kadar insana benzediklerinden çok ne yapabildikleri ve yapamadıkları.

olasılığını yaratırsa, işler çok farklı olurdu. Robotlar insanlardan bağımsız olarak kendilerini yeniden üretmeyi, tıpkı insanlar gibi kendilerini ve diğer robotları kapitalist işyeri dışında yaratmayı, yetiştirmeyi ve beslemeyi öğrendiğinde, kapitalizmin toplumsal ilişkilerinin gerçek bir dönüşümünden söz edebilirdik.

Benim bir robotla ilk karşılaşmam, birkaç yıl önce Socialist Workers gazetesinin üretimini taşımayı konuşmak için gittiğim büyük bir matbaayı gezerken gerçekleşti. Söz konusu robotlar, rulo kâğıtlarını fabrika içerisinde yerleştiren oldukça etkili araçlardı. Belli rotalarda ilerlemek üzere önceden programlanmışlardı, ancak zekâ konusunda en etkileyici özellikleri, birine çarpmadan birkaç adım önce durabiliyor olmalarıydı. Middlesex Üniversitesi'nde robotlar konusunda yakın zamanda yaptığı bir konuşmada, hem konuşmacı Martin Upchurch hem de izleyicilerden bazıları, çağdaş robotların sınırlılıkları üzerinde durdu. En iyi bilinen örnekler, her ne kadar Mercedes gibi bazı imalatçılar artık insan emeğine doğru kayıyor olsa da, robotların uzun süredir kullanıldığı otomobil endüstrisinde bulunuyor. Günümüzdeki çalışmaların önemli bir kısmı bu noktada, endüstriyel robotların hâlâ eksikliği olan yaratıcılık ve uyum yeteneğini sağlayan insan işçilerin yanında güvenle bir arada bulunabilen "cobotlar" yaratmak üzerinde ilerliyor. Tabii ki, yapay zekânın gelecekteki gelişimi, robotların insanlar gibi “düşünme"

Fantezi Şu an için, bu uzak bir fantezi olmaya devam ediyor. Yapay zekanın bu seviyede sofistike bir gelişime yaklaştığına dair çok az kanıt var elimizde. Bu yalnızca robotların nicel anlamda yeterli hesaplama gücünün olmamasından değil, niteliksel olarak da bu seviyede olmamasından kaynaklanıyor. En etkileyici bilgisayarların bile insanlardan farklı bir şekilde düşünebildiğine dair henüz hiç bir kanıt yok. Bilgisayarlar, insanların zorlandığı bazı görevlerde oldukça iyiler, ancak bu sergide de açıkça görüldüğü üzere, insanların iki yaşına geldiklerindeki gibi iki ayak üzerinde yürümelerini sağlamak hâlâ son derece zor bir iş. İnsanların yerlerini alan robotlara duyulan korku, kapitalizmin doğduğu dönemden beri var aslında. İngiltere'de 19. yüzyılın başlarında dokumacılardan oluşan bir grup olan Luddites, geçim kaynaklarını mahvetmekte olan otomatik tekstil makinelerini parçalarlardı. Marx'ın Kapital’de yazdığı gibi, "İşçilerin, makineleri ve onun sermaye tarafından istihdamını ayırmayı öğrenmesi

ve saldırılarını, maddi üretim araçlarına karşı değil, kullanıldıkları biçime yönlendirmeleri hem zaman alacak hem de deneyim kazanmaları gerekecekti.” Boş zaman Marx önemli bir noktaya dikkat çeker. Akılcı bir dünyada, işçilerin, otomasyonla herhangi bir problemleri olamaz. Böyle bir dünya, emekçilerin maddi ihtiyaçlarını karşılama imkanlarını zayıflatmaksızın boş zamanlarını artırarak, koşullarını iyileştirebilir. Uygulamada, kapitalizm altında, otomasyon, işçi sınıfının bir bölümünü iş dışında bırakmak ve kalan işçilerin durumunu makine ile başa çıkmak için çok daha zor bir hale getirmek anlamına geliyor. 1933 yılı kadar geri bir tarihte Amerikalı ekonomist Stuart Chase, "otomatik süreç sürekli olarak el işçisinin yerini aldığında" fabrikalarda "örgütlemek için kimse kalmayacak” diye yazmıştı. Sol görüşlü Fransız kuramcı Andre Gorz, bunu 1980'de yazdığı “Elveda İşçi Sınıfı” kitabında öngörmüştü. Oysa gerçek şu ki, otomasyonun eşi benzeri görülmemiş gelişimine rağmen, küresel olarak ücretli istihdam rekor seviyesine ulaşmış durumda. Tarihte ilk kez ücretli işçiler, kendi hesabına çalışan çiftçilerin ve köylülerin yerini alarak, tüm dünyada çalışanların çoğunluğu haline geldiler. İngiltere'de de istihdam, şimdiye kadarki en yüksek seviyesine, 32 milyona yaklaşı-

yor. Otomasyon, üretimin daha az işçi ile gerçekleşmesine izin verdiği için imalat sanayinde işler azalırken, hizmet sektöründe ve kamu sektöründe istihdam artıyor. Aynı zamanda imalatta kullanılan modern makineleri tasarlamak, korumak ve onarmak için yeni alanlar da yükseliyor. Fakat kapitalizmin uzun vadeli gelişimi, otomasyon yükseldikçe geri dönüşü olmayan kitlesel bir işsizliğin meydana geleceğine dair tahminlerin nasıl sıklıkla tam tersinin gerçekleştiğini gösteriyor. Bununla birlikte, öngörülerin doğru olduğu kanıtlansa bile ve kapitalizmin son iki yüzyıl boyunca yeni ihtiyaçlar ve yeni pazarlar yaratma biçimi sona ermiş olsa da, kapitalizm için büyük bir alt üst oluş ve kriz yaşanacaktır. Kısmen bu, işçilerin işlerini kaybetmeleri nedeniyle taleplerde yaşanacak şoklar nedeniyle olacaktır. İstihdamın, fiyatların ve kâr oranlarının her zamankinden daha düşük seviyelere çekilmesinin sonucu olarak büyük krizler patlak vermeden, kapitalizm altında tamamen otomatikleşen bir ekonomiye geçmek mümkün değil. Marx'ın erken yazılarından birinde belirttiği gibi "Eğer ücretli emekçiler sınıfı makineler tarafından yok edilecek olursa, bu sermaye için ne kadar korkunç olurdu çünkü ücretli emek olmaksızın sermaye, sermaye olmaya devam edemez!” Tabi böyle bir süreç gerçekleştiğinde işçi sınıfının bir isyan patlaması ile buna yanıt vermeme ihtimali de olamaz.


6 GÜNDEM

KADINLAR TÜM DÜNYADA SOKAĞA DÖKÜLDÜ

Bu yıl dünya çapında, yakın tarihin en heyecanlı ve politik 8 Mart’ı gerçekleşti. Arjantin’deki kadınların ‘bir kişi daha eksilmeyeceğiz’ sloganıyla başlattığı grev çağrısına 40’tan fazla ülkeden kadınlar dahil oldu. ABD, Pakistan, Yemen, Makedonya, Lübnan, Mısır, Nijerya, Meksika, Brezilya, Polonya, İngiltere, İtalya ve daha bir dizi ülkeden kadınlar sokaklara döküldü. Trump’ın işbaşına geçtiği gün ABD’de milyonlarca kadının sokağa dökülmesi hâlâ etkisini sürdürürken, 8 Mart’ta bir kez daha eşit işe eşit ücret ve kürtaj hakkı gibi talepler dünyanın gündemine oturdu. ABD’de bazı okullar ücret eşitsizliğine karşı kapalı kaldı. İrlanda’nın Dublin şehrinde kadınlar, kürtajı tamamen yasaklayan 8. Maddenin yürürlükten kaldırılması için trafiği durdurdu. Avustralya’da kreş ve çocuk bakım sektöründe çalışanların yüzde 97’sini oluşturan ve ülkedeki en düşük ücretleri alan kadınlar greve çıktı. Senegal’de kadınlar ‘silahımız dayanışma’ pankartıyla sokaktaydı. Lübnan’da tutuklamalara ve işkencelere dikkat çekildi. Brezilya’da son sekiz yılda kadın cinayetlerinin yüzde 78 artmasına karşı sokağa çıkıldı. Fransa’da erkeklerden yüzde 26 oranında düşük ücret alan kadınlar, sembolik olarak ücret kesintisinin başladığı saatte iş bırak çağrısı yaptı.

UMUDUM ARTTI Günlük yaşantımda sıklıkla karşılaştığım sözlü/fiziksel taciz, kadının nasıl olması, ne yapıp ne yapmamasıyla ilgili birçok cinsiyetçi düşünceden yaka silkecek kadar sıkılmış olmam, ülkenin sık değişen gündemi ve bu değişikliklerle ilgili alınan her kararın hukuksuz ve adaletsiz olması beni eyleme götüren şeylerdi. Barışın önünü devamlı olarak baltalayan kararlar alınmasından şikayetçi olan binlerce kadın görmek fazlasıyla mutlu etti. Öyle ki uzun zamandır görmediğimiz ve motivasyon olması açısından ihtiyacımız olan böylesi bir eylemi kadınların yapması, üstelik İstiklal Caddesi’ni bir ucundan bir ucuna boylamış olmamız, atılan her sloganın kararlılıkla ve değiştireceğimiz inancı ile atılmış olması, geleceğe, barışa ve eşitliğe olan umudumu arttırdı. Esra Argış

SUSMUYORUZ, K

İTAAT ETM

8 Mart 2017, gece yürüyüşü, İstanbul. MELTEM ORAL

8 Mart’ta İstanbul’da düzenlenen ‘feminist gece yürüyüşü’, son iki yılın sert politik koşullarında oynadığı rolü yine hayata geçirdi. Kitleselliği, coşkusu ve kararlılığıyla nefes aldırdı.

vüze, cinsiyetçiliğe, savaşa karşı slogan ve dövizlerle, on binlerce kadın ‘susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz’ dedi. Öfke birikiyor

On binlerce kadın, uzun zamandır herhangi bir yürüyüşün olmadığı İstiklal Caddesi’nin tozunu attırarak, sel oldu aktı. Sadece en kalabalık gece yürüyüşlerinden biri değildi. Aynı zamanda İstiklal’deki en kalabalık yürüyüşlerden biriydi.

İktidarın milletvekilleri ve bakanları 15 yıldır, birçok kez kadınların bedenlerini, kimliklerini, emeklerini hedef alan açıklamalar yaptı. Son yıllarda kadınların iş hayatındaki istihdamı giderek düşerken, hükümetin ‘aile politikası’ 3 çocuk hedefleri, evlilik teşvikleri, çocuk bakımı gibi bir dizi noktada kadınların omuzlarındaki yükü arttırdı.

Artık gelenekselleşen gece yürüyüşleri, son birkaç yıldır kar topu gibi büyüyor. Örgütsüz ve genç kadınlar yoğun olarak katılıyor. Beşerli onarlı gruplar halinde, kendi dövizlerini, sloganlarını hazırlayarak gelen liseli, üniversiteli binlerce kadın eylemdeydi. “Dünyayı yerinden oynatacağız”, “Hayır hayır demektir” gibi sloganların yanı sıra “Jin jiyan azadi” de gece boyunca en çok ve hep bir ağızdan atılan slogan oldu. Kadınlar cinsiyetçiliğe karşı tepkilerinin yanı sıra barış taleplerini de dillendirdi.

Otoriterleşmenin ve yükselen sağ söylem, genel politik saldırılarının yanı sıra kadınların gündelik hayatına ciddi olarak etkiliyor. Medeni Kanun’da yapılan değişikliklerle, kazanılmış haklar elimizden alınmaya çalışılırken, kamu hastanelerde fiili kürtaj yasağı, getirilmeye çalışılan ama mücadeleyle püskürtülen istismar yasası gibi hamlelerle sürekli yeni saldırılar deneniyor. Militarizmin ve milliyetçiliğin yükseltildiği siyasi iklim, cinsiyetçi söylem ve pratikleri olağanlaştırıyor, kızıştırıyor.

Ahlakçılığa, eşitsizliğe, kadın cinayetlerine, tacize, teca-

Kadınların bedenlerine, emeklerine, kimliklerine dönük


GÜNDEM 7

KORKMUYORUZ

MİYORUZ! saldırgan muhafazakar ve neoliberal politikalar son yıllarda arttı. Ancak diğer yandan sokaktaki kadın mücadelesi, bu saldırıları ve devletin tepesinden toplumun içine yerleşen cinsiyetçiliğin yarattığı iklimi dağıtarak ilerliyor. 2012 yazında kürtaj hakkını hukuken yasaklama girişimine karşı yapılan kitlesel gösteriler veya Özgecan cinayetinin ardından 35 ile yayılan büyük protestolar son yıllarda kadın mücadelesinin önemli eylemleriydi. Mücadele giderek kitleselleşen eylemlerinin yanı sıra kazanımlar da elde ederek ilerliyor. En son kamuoyunda istismar yasası olarak bilinen yasaya karşı birçok ilde yapılan gösteriler, “ne olursa olsun bu yasayı geçireceğiz” diyen hükümete geri adım attırdı. Sokaktaki kadın mücadelesinin toplumsal meşruiyeti, hükümetin cinsiyetçi politikalarına karşı farklı kesimlerden tüm kadınların tepkisini gösterebilmesini olanaklı kılıyor. AKP’nin tabanındaki kadınlar ve bazı kadın milletvekilleri, son istismar yasası sürecinde olduğu gibi kadınlara yönelik politikalarda pek çok kez toplumsal tepkilerin parçası oldu. Kadın mücadelesi çoğu zaman hızlı refleks gösterebiliyor. Kadın müşteriyi taciz eden dükkanın kapısına dikilip eylem yapıyor, kadın cinayeti davalarını takip ediyor, taciz-tecavüz davaları olan kadınların yanında duruyor, Çilem Doğan gibi hayatına sahip çıkan kadınları yalnız bırakmıyor ve cezaevinden çıkarmayı başarıyor, getirilmeye çalışılan cinsiyetçi yasaları püskürtüyor. Saldırılara karşı hızlı cevap verme ve kazanım elde edebilme yeteneği hareketi, özellikle genç kadınlar için daha ilgi çekici kılıyor. Mücadele içinde mücadele Gece yürüyüşünün kitleselliği, coşkusu ve çeşitliliği, 5 Mart’ta Bakırköy’de yapılan mitingten açık ara farklıydı. Mitinge esas kalabalığı ve çeşitliliği katan, her yıl olduğu gibi HDP’li kadınlardı. Gece yürüyüşünün genel havası ve yürüyüşü organize eden kadınların söylemi, laik-dindar kutuplaşması yerine kapsayıcı bir dile ve sloganlara sahip. Yürüyüşteki çeşitlilikte bunun da etkisi var. Ancak buna rağmen yürüyüşe ‘ataerkiye ve kemalizme’ karşı döviziyle katılan, sosyal medyada fotoğraflarını paylaşan başörtülü aktivistlere yönelik İslamafobik tepki gösterildiği de oldu. Her kitlesel harekette olduğu gibi, kadın hareketinde de bir dizi farklı fikir mevcut. Başörtülü kadınların taleplerinin görünür olması ve Islamofobiye karşı olanların birlikteliğinin arttırması ayrımcı fikirlere karşı mücadele etmek için çok önemli. Böylesi biraradalık, kadın hareketini de güçlendirecektir.

İSLAMOFOBİNİN ÜZERİ ÖRTÜLMEMELİ

GÖRÜŞ Roni Margulies

UYVAR ÖNÜNDE TÜRK GİBİ KUVVETLİ Mustafa Kemal, 1924 yılı Ağustos ayında Kastamonu’da asker koğuşlarını ziyaret etmiş. Çıkarken duvarda “Bir Türk, on düşmana bedeldir” yazılı bir levha görmüş. Subaya levhayı göstererek sormuş: “Öyle midir?” Cevap, “Evet Paşam.” “Hayır, çocuğum," demiş, " bence öğle değildir. Bir Türk dünyaya bedeldir." Çok sevdiğim bir laftır. Ve tabii ki doğrudur. Bir de, daha eski, "Uyvar önünde Türk gibi kuvvetli" vecizesi vardı. Uyvar, Avusturya'da bir kale. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa kaleyi 1663 yılında almış. İnsan düşünmeden, hayıflanmadan edemiyor. Türkler Viyana'yı iki defa kuşatmış. Birincisi 1529 yılında, ikincisi de 1683'te. İkisi de başarısızlıkla sonuçlanmış. Uyvar önünde oldukları gibi olamamışlar, hezimete uğramışlar. Ya birinden biri başarılı olsalarmış! Ah ulan, ah... Viyana, Avrupa'nın geri kalanının kapısı gibiymiş o zamanlar. Batı'ya doğru geniş ve engelsiz bir vadi uzanıyormuş. Viyana alınsaymış belki de bütün Avrupa Türk topraklarına katılabilecekti! Almanların da Hollandalıların da millî müziği Mehter Marşı olacaktı; mıhlama, mantı filan yiyor olacaklardı; futbol takımları şike yapacaktı...

8 Mart gece yürüyüşü, motive edici, kadın dayanışmasını hissedebileceğim bir atmosfer. İstiklal Caddesi’nde başka bir zaman, o saatte yürüdüğünde güvende hissetmezsin ama yürüyüşte binlerce kadınla birlikte acayip güvende hissediyorsun. Kadına Şiddete Karşı Müslümanlar’ın çağrı yapmış olması, aktivizm tecrübesi olmayan kadınlara eyleme katılmak için cesaret verdi. Genel olarak başörtülü kadınların eyleme katılmaya çekindiğini düşünüyorum. Fotoğraflara malzeme olup, sosyal medyada saçma muhabbetlerin dönmesinden çekinen kadınlar var. Gece yürüşünde veya LGBTİ’lerle birlikte yürümek istese, fotoğrafları bir yerlerde çıkarsa kendi mahallesinden tepki görmekten veya sekülerlerin ‘başını aç öyle gel’ tepkisinden çekiniyorlar. Ben alıştım artık, ama bu yıl beraber yürüdüğüm arkadaşlarımda tedirginlik gözlemledim. Kendi mahallemizde marjinalize edilmiş bir grubuz, bu kaygıları dillendiren arkadaşlarımız oldu. Bir arkadaşımıza sözlü saldırı oldu; “oraya kemalizm yazmışsın ama niye islam yazmadın” diye. Bizi çelişki yumağı içinde kadınlar sanıyorlar, “sen çelişiyorsun dininin ne olduğunu bilmiyor musun” diye. Ama bu tarz deneyimler, bir dizi kadın arkadaşı geri çekecektir. Bu kaygıları dillendirdiğimizde, bazen ‘şimdi sırası mı’ veya ‘garip alınganlık’ diye tepkilerin olması kötü. Bu tarz şeylerin hasıraltı edilmemesi gerekir. Kadın hareketinin, hepimizin zararına bir durum aslında. Aynı anda bu tartışmalar yürütülmeli. Referandum gibi, ‘hayır’ diyen herkesle aynı değilim. Mücadele arkadaşı olacaksak, omuz omuza yürüyeceksek karşılıklı adım atmalıyız. Rana Öztopaloğlu

Ve en önemlisi, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan bugün belki de bütün Avrupa'nın Cumhurbaşkanı (ve müstakbel Başkan'ı) olacaktı. Bu kimin kaybı? Avrupalıların elbette. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa 1683'te Viyana kapılarında biraz daha becerikli olsaydı, biz Türkiyelilerin bütün avantajlarını bugün Avrupalılar da paylaşıyor olabilirdi: Kendilerine Türk diyebilmenin mutluluğu, siyasî istikrar, huzur ve barış, mükemmel bir ekonomik durum. Olmadı. Bu güzelliklerden yararlanamıyor Avrupalılar. Ve bu nedenledir ki, bizi kıskanıyorlar, bizden nefret ediyorlar, Türkiye'yi parçalamaya, zayıflatmaya çalışıyorlar. En başta da bütün bu avantajları bize sağlayan biricik Cumhurbaşkanımızı devirmeye çalışıyorlar. *** Tahminimce, yukarıdaki anlatımı çok ikna edici bulmayanlar olacaktır. İtiraf ederim, zaten değil. Ama hem Almanya ve Hollanda'da hem Türkiye'de yöneticilerin, devletin, politikacıların anlattıklarından daha saçma değil yukarıdaki anlatım. Ve en azından ikiyüzlü değil. Avrupalıların AKP'li bakanların toplantılarını engellemesi, hiçbir şekilde izah edilemez, kabul edilemez. Irkçılıktır ve kendi ülkelerindeki ırkçılara sempatik görünme, oy kazanma çabasıdır. Türkiye'de de AKP politikacıları, AKP basını, aynı şekilde ikiyüzlüdür! Almanya'ya toplantı yasakladığı için Nazi derken, Türkiye'de nelerin yasaklandığını hiç mi düşünmez Sayın Cumhurbaşkanımız? Al birini, vur öbürüne!


8

GELENEK

KOMÜNARLARIN CESARETİ NEREDEN KAYNAKLANIYORDU? 1871 yılının Mart ayında Parisli işçiler ayaklandı. Savaşa, aşağılanmaya ve sömürüye karşı harekete geçti. Tarihte ilk kez işçiler, iktidarı ellerinde toparladılar. Komün o gün bugündür egemen sınıfların korkulu rüyası. İşçi sınıfının hazır devlet makinesine el koymakla yetinemeyeceğini gösteren ve Marx’ın ifadesiyle “emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayabilecek olan en sonunda keşfedilmiş siyasal biçim” olan Komün hakkında Rus devriminin liderlerinden Lenin’in Devlet ve Devrim kitabındaki bölüm güncelliğini hala koruyor. Kısaltılarak özeti: Bilindiği gibi Marx, Komün'den birkaç ay önce, 1870 sonbaharında, Parisli işçileri uyardı ve hükümeti devirme girişiminin umutsuz bir budalalık olacağını kanıtladı. Fakat 1871 Mart’ında, işçilere kesin savaş dayatılıp, onlar bunu kabul ettiğinde, ayaklanma bir olgu haline geldiğinde, uğursuz işaretlere rağmen Marx, proleter devrimi en büyük coşkuyla selamladı. Ancak Marx, kendi ifadesiyle "gökyüzünü fethetmeye" kalkan Komünarların kahramanlığına hayran olmakla yetinmedi. Hedefine ulaşmamış olmasına rağmen devrimci kitle hareketinde, muazzam önemde bir tarihsel girişim, proleter dünya devriminde ileriye doğru belli bir adım, yüzlerce program ve mülahazadan daha önemli olan pratik bir adım görüyordu. Bu girişimi tahlil etmek, ondan taktik için dersler çıkarmak, bu girişime dayanarak teorisini gözden geçirmek - Marx'ın önüne koyduğu görev buydu. Marx, "Komünist Manifesto"da yapmayı gerekli gördüğü biricik "düzeltme"yi, Parisli Komünarların devrimci deneyimleri temelinde yaptı. "Komünist Manifesto"nun yeni Almanca baskısına iki yazar tarafından imzalanmış en son önsöz 24 Haziran 1872 tarihlidir. Bu önsözde yazarlar, Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto'nun programının "bugün yer yer eskidiği"ni açıklıyorlar. "Özellikle -diye devam ediyorlar- Komün, 'işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip, onu kendi amaçlan için harekete geçiremeyeceğini' kanıtlamıştır. " Bu alıntıdaki tek tırnak içindeki sözleri yazarlar, Marx'ın "Fransa'da İç Savaş" eserinden almışlardır. Böylece Marx ve Engels, Paris Komünü'nün asıl ve temel dersine tek başına öylesine büyük bir önem biçtiler ki, onu özsel bir düzeltme olarak "Komünist Manifesto"ya eklediler. Tam da bu özsel düzeltmenin oportünistler tarafından tahrif edilmiş olması ve "Komünist Manifesto" okurlarından onda

Marx, 'işçi devleti nedir?' sorusunun yanıtının Komün olduğunu söylüyordu.

dokuzunun, belki de yüzde doksan dokuzunun bunun anlamını kesinlikle bilmemesi son derece karakteristiktir. Şimdilik, Marx' ın aktardığımız ünlü ifadesinin mutat, bayağı "yorum"unun, Marx'ın burada, iktidarı ele geçirmenin tersine tedrici gelişim düşüncesini vurguladığı vs.' den ibaret olduğunu belirtmekle yetinelim. Gerçekte tam tersi söz konusudur. Marx'ın düşüncesi, işçi sınıfının "hazır devlet mekanizmasını" parçalamak, paramparça etmek zorunda olduğu ve kendisini sadece onu ele geçirmekle sınırlayamayacağı yolundadır. 12 Nisan 1871 'de, yani tam Komün sırasında Marx Kugelmann'a şöyle yazıyordu: "18. Brumaire'imin son bölümüne bakarsan, Fransız devriminin bir sonraki girişimi olarak, artık şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu paramparça etmeyi (altı Marx tarafından çizilmiştir) ifade ettiğimi göreceksin, ve bu kıtadaki her gerçek halk devriminin önkoşuludur. Kahraman Parisli parti yoldaşlarımızın girişimi de budur.” Bu sözlerde: "bürokratik-askeri mekanizmayı paramparça etme" sözlerinde, kısaca ifade edilmiş haliyle, proletaryanın devrimde devlet karşısındaki görevlerine dair Marksizmin ana dersi içerilmiştir. Ve tam da bu ders sadece unutulmakla kalmamış, aynı zamanda Marksizmin egemen Kautskyci "yorumuyla" doğrudan tahrif edilmiştir! Marx'ın "Onsekizinci Brumaire"e yaptığı atıfa ilgili değerlendirmesinden iki noktayı vurgulamak ilginç olacaktır. Birincisi, çıkardığı sonucu kıtayla sınırlıyor. İngiltere'nin henüz, saf kapitalist bir ülke örneği olduğu, ve fakat militarizmin ve büyük ölçüde bürokrasisinin olmadığı 1871'de bu

anlaşılır bir şeydi. Bu yüzden Marx, "hazır devlet mekanizması"nı yıkma önkoşulu olmadan da bir devrimin ve hatta bir halk devriminin o sıralar mümkün göründüğü ve olduğu İngiltere'yi dışta tutuyordu.

landılar, devrimin tüm seyrine kendi taleplerinin, yıkılacak olan eskinin yerine kendi tarzlarında yeni bir toplum kurma yönünde kendi girişimlerinin damgasını vurdular.

Şimdi, 1917 yılında, ilk büyük emperyalist savaş çağında, Marx 'ın bu sınırlaması geçersizdir. Dünyada, militarizmin ve bürokratizmin varolmaması anlamında Anglosakson "özgürlük"ün en büyük ve son temsilcileri olan gerek İngiltere gerekse de Amerika, her şeyi kendine tabi kılan, her şeyi ezen bürokratik-askeri kurumların genel Avrupai pis, kanlı bataklığına tamamen batmışlardır. Şimdi hem İngiltere hem de Amerika için, (orada 1914-1917 yıllarında "Avrupai", genel emperyalist yetkinliğe erişmiş olan) "hazır devlet mekanizması'nın paramparça edilmesi, parçalanması "her gerçek halk devriminin önkoşulu" nu oluşturur.

1871 yılı Avrupası'nda kıta üzerinde proletarya hiçbir ülkede halkın çoğunluğunu oluşturmuyordu. Gerçekten de halkın çoğunluğunu hareketin içine çeken bir "halk" devrimi ancak, hem proletaryayı hem de köylülüğü kapsadığında böyle bir "halk" devrimi olabilirdi. İşte bu iki sınıf o zaman "halk"ı oluşturuyordu. Her iki sınıfın ortak yanı, "bürokratik-askeri devlet mekanizması"nın onları köleleştirmesi, ezmesi, sömürmesidir. Bu mekanizmayı parçalamak, paramparça etmek - "halkın", onun çoğunluğunun, işçilerin ve köylülüğün büyük bölümünün gerçek çıkarı burada yatar, en yoksul köylülerin proletaryayla özgür ittifakının "önkoşulu", budur ve böyle bir ittifak olmadan demokrasi kalıcı olamaz ve sosyalist dönüşüm olanaksızdır.

İkincisi, Marx'ın, bürokratik-askeri devlet mekanizmasının parçalanmasının "her gerçek halk devriminin önkoşulu"nu oluşturduğu yönündeki olağanüstü derin ifadesi özel bir dikkati gerektiriyor. (…) Örneğin 20. yüzyıl devrimleri alındığında, doğal olarak gerek Portekiz gerekse de Türk devrimini burjuva devrimler olarak kabul etmek gerekecektir. Fakat bunlardan ne biri ne de diğeri bir "halk" devrimidir, çünkü halk kitlesi, halkın muazzam çoğunluğu ne birinde ne de diğerinde, herhangi bir hissedilir biçimde aktif, bağımsız, kendine ait ekonomik ve politik taleplerle ortaya çıkmıyor. Buna karşılık 1905-1917 Rus burjuva devrimi, Portekiz ve Türk devrimlerine zaman zaman nasip olan "parlak" başarılar gösterememiş olsa da, hiç kuşkusuz "gerçek bir halk devrimi" idi, çünkü halk kitlesi, onun çoğunluğu, toplumun köleleştirilmiş ve sömürülen en alt katmanları bağımsız olarak ayak-

Bilindiği gibi, bir dizi iç ve dış nedenlerden dolayı hedefine ulaşamayan Paris Komünü, kendisine böyle bir ittifaka yolu açıyordu. Dolayısıyla Marx, "gerçek bir halk devrimi"nden söz ettiğinde, küçük-burjuvazinin özelliklerini asla unutmaksızın (bunlardan çokça ve sık sık söz ederdi) 1871 yılında Avrupa'nın çoğu kıta devletlerinde sınıfların gerçek güçler dengesini titizlikle göz önünde bulundurdu. Öte yandan ise, devlet mekanizmasının "parçalanması"nın hem işçilerin hem de köylülerin çıkarları doğrultusunda zorunlu olduğunu, onları birleştirdiğini, onların önüne "parazitleri" bertaraf etme ve yerine yeni bir şey koyma ortak görevini koyduğunu saptıyordu.


İŞÇİ GÜNDEMİ

MUAYENE SÜRESİ EN AZ 20 DAKİKA OLMALI

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

KIDEM TAZMİNATINI SAVUNMAK İÇİN BİRLEŞİK MÜCADELE ŞART Çalışma hayatının pek çok sorunu var. Yüz binlerce taşeron işçi kadro bekliyor. Milyonlarca işçi sigortasız, her türlü iş güvencesinden yoksun çalıştırılıyor. Her yıl 2 bin işçi iş kazalarında ya da meslek hastalıklarında ölüyor. Mevsimlik işçilerin sorunları sürekli gündeme geliyor. Ama hükümet bütün bu sorunlarla ilgilenmiyor, dönüp dolaşıp kıdem tazminatını gündeme getiriyor. Kıdem tazminatı, işçiler için yıllık 30 gün veya maaşının yüzde 8,33’ü olarak hesaplanmaktadır. Yani 2 bin lira maaş alan bir işçi için Sosyal Güvenlik Kurumuna 164 lira kıdem tazminatıyla ilgili para yatırılmakta ve 30 yıl çalışan işçi 150 bin lira para alabilmektedir. 2 bin lira alan bir işçinin ayda ortalama 200 lira para biriktirmesi mümkün olmadığından, kıdem tazminatı işçi için çok önemlidir. Kıdem tazminatıyla ilgili her hangi bir hak kaybı, işçilerin gelecekle ilgili her türlü planının alt üst olmasına yol açar.

2015'te yapılan sağlıkçılar grevinin başlıca talepleri, iş yükünün azaltılması ve kaliteli sağlık hizmetiydi.

Kamu hastanelerinde bir süredir randevuların arasındaki süre azaltıldı. Hekimlerin aynı zamanda randevusuz olarak gelen, diğer bölümlerden gönderilen hastalara da bakması gerektiğinden bir hastaya ayırabildikleri süre 3-5 dakikaya kadar düştü.

Bu kadar kısa bir sürede hastanın kaydını yapmak, şikayetlerini dinlemek, muayene etmek, tetkik istemek, sonuçlarını değerlendirmek, neyi olduğunu anlamak, tedavisini düzenlemek ve tedavisi hakkında bilgi vermek gerekiyor. Bunun mümkün olamayacağı açık. Bu sürede çoğu zaman hastanın derdini anlatması bile mümkün değil. Hasta leb demeden hekim leblebiyi anlayarak tedavi düzenleyecek. Hekimler muayene etmeden ya da sadece hedef bölgeyi muayene ederek teşhis koyma yolunu tercih etmek zorunda kalacaklar. Oysa ki genel bir muayene birçok

hastalığın teşhisinde önemli ip uçları vermektedir. Bu da teşhislerdeki hata olasılığını arttıracaktır. Zaten döner sermayeli sistemde hekim ile hasta arasındaki ilişki insani bir ilişki olmaktan ziyade mekanik bir hal almaya başlamışken, bu durum artacaktır. Hekim karşısındakini derdine derman arayan bir insan olarak görmekten giderek uzaklaşacaktır. İlgisizlik istem dışı ancak kaçınılmaz bir davranış olarak kendisini gösterecektir. Koruyucu sağlık hizmetlerinin giderek zayıfladığı, iş güvenliğinin hemen hiç gelişmediği, bakılan hasta sayısı üzerinden garanti verilerek yaptırılan yap işlet devret şehir hastaneleri ile övünülen bir ortamda hasta sayıları daha da yükselecek, hastalar ilgisizlikten daha fazla şikayet edecek, artan memnuniyetsizlik sağlık personeline yönelik şiddeti körükleyecektir. Bir

çok hastalıkta hastanın memnuniyeti tedavi şansını yükselttiğinden, hastalar iyileşemedikleri gerekçesiyle (ki çoğu zaman haklı olarak) daha sık gelmeye başlayacaklar, hastanelerin ve sağlık personelinin yükü daha da artacaktır. Yoğunluk ve yorgunluk hata olasılıklarını, iş kazalarını, ölümleri arttıracaktır. Bu durum kamu hastanelerindeki hizmetin kalitesini düşürürken hastalar özel hastaneleri tercih etmeye başlayacaktır. Gerek özel hastanelerin kullanılması gerekse de hastalıkların iyileşememesi sebebi ile sağlık harcamaları da artacaktır. Tabipler Birliğinin bir hasta için önerdiği muayene süresi 20 dakikadır. Bu sürenin aşağıya çekilmesi hastaları da sağlık çalışanlarını da olumsuz etkileyecektir.

İşçi sendikaları kıdem tazminatına dokunulmasını engellemek zorundadır. OHAL adı altında uygulanan baskıcı, otoriter yönetim koşullarında istediği her şeyi KHK’larla yapmaya alışan hükümetin, bir gün ansızın kıdem tazminatı ile ilgili KHK yayınladığını görürsek şaşırmayalım, ama mücadele için hazırlıklı olalım. Özellikle 16 Nisan referandumu sonrası gelmesi muhtemel olan kıdem tazminatı tasarısı için işçi sendikaları uzun süredir “kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir, genel grev sebebidir” diyorlar. Türk-iş 2015 yılında kıdem tazminatı konusunu genel kurul karan ile "kırmızı çizgi" olarak ilan etti. Genel kurulda, kıdem tazminatında yapılacak en ufak bir değişikliğin genel grev nedeni sayılması karara bağlandı. Aynı şekilde Hak-İş Başkanlar Kurulu, Nisan 2016 tarihli toplantısında, kıdem tazminatında kazanılmış hakların korunmasını ve yeni güvencelerle geliştirilmesini istedi. DİSK malum, kıdem tazminatı konusunda işçilerden yana en net duruşa sahip. Kıdem tazminatı işçiler için nefes almak gibi, hayat gibi önemli bir konudur. Kıdem tazminatı konusu, önümüzdeki günlerde işçiler ve bütün toplum için en önemli mücadele başlıklarından birisi olmaya adaydır. Referandum bölünmesine aldırmadan tüm işçilerin şimdiden birleşik mücadeleye hazırlanması gerekir.

İHRAÇLARA VE KHK’LARA KARŞI DİRENİŞ SÜRÜYOR n KHK'larla ihraç edilen Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) üyesi emekçilerin direnişi devam ediyor. Pazartesi ve Çarşamba günleri 13.00-18.00 arası, Cumartesi günleri ise 14.00-16.00 arası Bakırköy Özgürlük

Meydanı ve Kadıköy Altıyol’da oturma eylemlerine devam eden kamu emekçileri, işlerine dönme talebini yükseltiyor. n KESK İzmir Şubeler Platformu, Bornova Meydan’da basın açıklaması gerçekleştirerek son dönemde kamu

emekçilerine yönelik yapılan saldırıları protesto etti. n İstanbul Kartal’da “KHK’lar gitsin biz kalacağız!” başlığıyla, ihraç edilen kamu emekçileriyle dayanışma etkinliği gerçekleştirildi.

n İhraç edilen KESK üyeleri, Ankara’da işsizlik ödeneği başvurusu için gittikleri İŞKUR İl Müdürlüğü önünde polis saldırısına uğradı. n Malatya ve Didim’de ihraçlara karşı nöbet tutan kamu emekçileri de polis saldırısıyla karşılaştı.

Bakırköy Özgürlük Meydanı'nda adalet nöbeti.


10 KİTAP

MARX BEYAZ PERDEDE

TOPLANTI DUYURULARI

16 Mart Perşembe 19:00 KADIKÖY

28 ŞUBAT'TAN GÜNÜMÜZE KADINLARIN GÖZÜNDE AKP Konuşmacı: KÜBRA ŞAMİLOĞLU Serasker Caddesi, No:88, Kat:3, Nergis Apt. (Merve İletişim'in üst katı)

ŞİŞLİ

YERLİ-MİLLİ DIŞ SİYASETİN KRİZİ Konuşmacı: DENİZ GÜNGÖREN

Genç Karl Marx'ın Türkiye'deki sinemalarda ne zaman gösterime gireceği, henüz belli değil. BRUNO LEİPOLD

Bir grup köylü, ormanda temkinli

nı konu ediniyor. Prusya sansürünün yazdığı gazeteyi kapatmasının ardından Marx Paris’e taşınma ve orada yeni bir gazetecilik serüvenine atılma fırsatını yakalıyor. Yeni evlendiği Jenny ile şehrin sosyalist muhitine dalıyor.

den yarıda bırakılmıştı.

Kısa zaman sonra Friedrich Engels ile tanışıyor ve filmin en güçlü sekanslarından birinde ikilinin başlangıçtaki düşmanlıklarını aşarak yeni yoldaşlıklarını kutlamak için Paris sokaklarına dalışını izliyoruz. Film bundan sonra ikilinin çeşitli sosyalist liderlerle, Komünist Manifesto’nun yazılışıyla zirvesine varacak mücadelelerine odaklanıyor.

Böylece Marx’ın biyografisinin beyazperdeye aktarılması için 1965 yılına kadar beklemek gerekecekti. İki bölümlü God kak zhizn (Bir yıl bir ömür gibidir) adlı film, Marx’ın 1848-9 yılındaki hayatını aktarır. Film adeta bir “rüya takımını” toplamıştı: Rusya’nın en önemli aktörlerinden Andrei Mironov Engels’i, meşhur Igor Kvasha ise Marx’ı canlandırıyordu. Filmin müziği Dmitri Shostakovich’e aitti. Ancak bu zengin kadroya karşın filmin uzun erimli etkisi olmadı ve film müziği de Shostakovich’in en az bilinen eserlerinden biri olarak kaldı.

Karl Marx hakkında bir filmden 19. yüzyılın sefil endüstriyel koşullarında sömürülen işçilerle açılmasını bekleriz. Raoul Peck’in Genç Marx adlı filmini, böyle pastoral bir sahneyle açması aslına uygun bir biyografik dokunuş. Marx’ın gazeteciliğe ilk dalışlarından biri (dış ses bu pasajlardan alınmıştır) Rhineland’da odun hırsızlığına dairdir. “Maddi çıkarlar olarak bilinen şeyleri tartışmak zorunda kılan” diye hatırlar “utanç verici bir konumdur”.

Genç Marx “ihtiyar” hakkında çekilmiş bir elin parmaklarını geçmeyen filmlerden. Bu, Marx başka bir dizi büyük düşünüre göre gerçekten ilgi çekici bir yaşam sürdüğünden aslında şaşırtıcı. Marx bir devrime bilfiil katılmış, üç gazetesi kapatılmış ve dört kez sürgüne zorlanmıştı. Jenny ile olan ilişkisi, yedi çocuklarından dördünün erken ölümü ve Marx’ın (olası) sadakatsizliği ile gölgelenmiş olsa da hakiki bir aşk hikâyesi. Hangi senaryo yazarı olsa bol bol malzeme bulurdu. Ancak bildiğim kadarıyla Marx’ın hayatının uzun metrajlı üç sinema yorumu var.

Bir sonraki girişim, 1968’te Doğu Alman yapımı, popüler çocuk romanına dayanan siyah beyaz dramaydı. Bu şaşırtıcı ölçüde tatlı film, Marx’ın Londralı iki çocuk işçi Becky ve Joe ile kurgusal dostluğunu ve zalim bir fabrikatöre karşı onlara yardım edişini aktarır. Marx filmde, yoksul olsa da Londra çocuklarına yardımdan sakınmayan bilge ve nazik bir amca olarak temsil edilir. Yakın tarihli bir eleştiride “beklenmedik bir ihtişam ve güzelliğe” sahip olduğu belirtilen film, genç Doğu Almanların Marx algısının biçimlenmesinde belirleyici rol oynamıştır.

Tarihsel detaylar filmin bütününü karakterize eden bir özellik. Sonuç, genç Marx’ın eğlendirici ve şaşırtıcı ölçüde komik bir portresi. Film Marx’ın yirmili yaşlarının ikinci yarısına denk düşen 1843-1848 yılları-

Sovyet yönetmenler Grigori Kozintsev ve Leonid Trauberg 1940’ların başında ilk girişimde bulunanlardı. Ancak prodüksiyon, yönetmenlerin Marx ve Engels’e “yeterli saygıyı” göstermedikleri gerekçesiyle ani-

Son adaptasyon ise SSCB ve Doğu Alman ortak yapımı 1980 tarihli bir dizi olan Karl Marx: Erken Yıllar’dır. Bir saatlik yedi bölümden oluşan dizide Marx, 1835-1848 yılları arasındaki gençlik yıllarına geri döner.

bir biçimde odun toplamaktadır. Yoksulluk ve umutsuzluk yüzlerinden okunmaktadır. Bir dış ses, hayatta kalmaya dönük bu basit eylemin yasayla odun hırsızlığı, yani kanun dışı bir eylem olarak tanımlandığı hususunda bizleri uyarır. Köylüler, bir tehlikeyi sezerek etraflarına huzursuzca bakarlar. Ufukta uğursuz süvariler belirir. Dış ses, Montesquieu’yu alıntılayarak bize iki tür yolsuzluk olduğunu anlatır: biri insanların yasaya aykırı davrandığı durumlarda diğeriyse yasanın insanları yozlaştırdığı durumlarda. Süvariler köylülere doğru saldırıya geçer ve onları kılıçtan geçirir.

Bu adaptosyanların hiçbirinin, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki izleyiciler üzerinde hemen hemen hiç etkisi olmadı. Bildiğim kadarıyla hiçbirinin İngilizce altyazılı versiyonları yok. Eski tabirle “Birinci Dünya” sinemasının konuyu bütünüyle gözardı ettiği söylenebilir. Genç Karl Marx önceki bu adaptasyonlardan açıkça bir adım önde. Raoul Peck çok sayıda sol kanat filmin başarılı yönetmeni olarak biliniyor. August Diehl’in canlandırdığı Marx, Peck’in yönetiminde daha önceki filmlerde hiç olmadığı somutlukta yaşama döndürülüyor. Yüksek entelektüel ve siyasal aktivistin ötesinde bu filmde Marx sigara ve içki içerken, kusarken ve seks yaparken gösteriliyor. Diehl Marx’ın engin dehası, enerjisi, tutkusunu olduğu kadar öfke patlamalarını ve kibrini de aynı zamanda yakalayıp yansıtmayı başarıyor. Genç Karl Marx büyük bir ihtimalle solcu sinemaseverlere bütün dünyada hoşça vakit geçirtecek. Daha az politik sinemaseverlerin Marx’ın mizahından etkilenmesi ve böylece suratsız sakallı ihtiyar adam imgesinin bir ölçüde kırılması mümkün olabilir. Filmin ayrıca Marx üzerine derslere refakat ederek eğitsel bir rol oynayacağını da tahmin ediyorum. Peck’in Marx’ın hikâyesini daha geniş bir izleyici bir kitlesine aktarmak istediği ve bunda da başarılı olduğu açık. (Bu yazı Jacobin.com’dan kısaltılarak çevrilmiştir)

Nakiye Elgün sokak, İkbal Apt., No: 32/3 OSMANBEY

17 Mart Cuma 19:00 FATİH

METALARIN 8 KARAKTERİ VE DİN Konuşmacı: SİNAN ÖZBEK Ehhiba Cafe, Haydar Bey Caddesi, Fatih

6. YIL DÖNÜMÜNDE: SURİYE DEVRİMİ İLE DAYANIŞMA KONFERANSI 18 MART CUMARTESİ 11.00-13.00 Suriye Devrimi'nin Hedefleri ve Kitlesel Direnişler Fouad Azzam (Yazar ve Gazeteci) Heaven Jackl (Gazeteci ve Aktivist) Roni Margulies (AltÜst Dergisi Editörü) 14.00- 16.00 Film Gösterimi ve Söyleşi: "Özgürlük, Onur ve Adalet Devrimi" Yönetmen Mulham Samir ile Söyleşi 16.00 - 18.00

Birleşik Mücadele Perspektifleri Yıldız Önen (DSİP) Jamal Hammour (Suriye Sivil Toplumu) 18.00-19.00 Müzik Dinletisi Cezayir Salon Firuzağa Mahallesi, Hayriye Cd. No:12, Beyoğlu


AKTİVİZM 11

YIKICI ENERJİ POLİTİKALARI, YIKICI PROJELER

ÖNE ÇIKAN Can Irmak Özinanır

YERLİ-MİLLİ VS ENTERNASYONAL DAYANIŞMA Dünyanın önemli merkezlerinde olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçilik ve bu zemin üzerinden yükselen ırkçılık, kapitalizmin çok boyutlu krizinin hem bir semptomu hem de otoriterizmin sürdürülebilirliği için tutkal vazifesi üstlenen bir politik motivasyon olarak öne çıkıyor. Pek çok farklı veçhe ile karşımıza çıkan ırkçılıklar, zaman zaman birbirlerini besleyen bir hâl alıyor. Kuşkusuz dünyanın pek çok yanında ırkçılığın merkezine savaşlardan, yoksulluktan veya iklim felaketlerinden kaçan mülteciler oturuyor. Özellikle Suriye başta olmak üzere Ortadoğu olarak tanımlanan ülkelerden Avrupa’ya göç etmek zorunda kalanlar gittikleri yerlerde İslamofobik tepkilerle karşılaştılar. Bir süre önce Pegida türü sokak örgütlenmeleriyle kendisini ifade eden ırkçı tepkileri, seçimlerde ırkçı partilerin yükselişe geçişi izledi. ABD’de Trump’ın iktidara gelişi, Fransa’da Le Pen’in, Hollanda’da Wilders’ın oylarının yükselişe geçişi takip etti. Irkçılığın bu yükselişinin temelinde kapitalizmin krizi ile bu krize tepki olarak soldan yükselen kitle hareketlerinin göreli geri çekilişi yer alıyor. Solun krize karşı alternatif olamadığı yerlerde boşluğu doldurmaya aşırı sağ aday oluyor.

Genç Karl Marx'ın Türkiye'deki sinemalarda ne zaman gösterime gireceği, henüz belli değil. NURAN YÜCE

Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın gün geçmiyor ki Türki-

ye’nin enerji hedefleri ve kaynaklarına ilişkin açıklamalarını duymayalım. Birbiri ardına yapılan bu açıklamaların her birinde Türkiye’nin enerji hedefleri büyürken, bu hedeflere ulaşmanın gerekçeleri de bu hedeflere ulaşmak için kullanılacak kaynaklar da çeşitleniyor. Albayrak geçtiğimiz ay yaptığı açıklamalarda “Yeni teknoloji ile daha çevreci ve verimli hale gelen kömür santralleri için düğmeye basıldığı, bulunan yeni 7 milyar tondan fazla kömür rezervin verimliliğinin eski rezervlerin iki katı olduğu, bu durumun ithal kömür miktarını azaltacağı, geri dönüşü yüksel kazan sistemleri ile AB standartlarının bile üstünde çevresel olanaklara Türkiye’nin sahip olduğunu” söyleyerek kömür alanında Türkiye’nin atılım içinde olduğundan bahsetmişti. Kömürün 20 milyar euroluk pazar büyüklüğü olduğu da konuşmasının önemli vurguları arasındaydı. Şimdi de petrol ve doğalgaz Albayrak, geçtiğimiz hafta ABD’de yapılan 2017 Enerji Konferansı sırasında bu sefer de petrol ve doğalgaz aramalarına ilişkin açıklamalar da bulundu. Dünyadaki petrol ve doğalgazın yüzde 60'ından fazlasının Türkiye'ye yakın bölgede bulunduğuna dikkati çeken Albayrak, "Dört bir tarafında birçok enerji kaynağı ve zenginlikler bulunan Türkiye'nin, bölgesindeki en istikrarlı ve güçlü ülke olmasının getirdiği sorumluluk ve enerji arz güvenliğinde oynadığı rolü itibarıyla, ülkemiz gelecek dönemde de kararlı ve yoğun çalışmaya devam edecek." diye konuştu. Petrol ve doğalgaz arama çalışmalarına daha hız verdiklerini söyleyen Albayrak yine yabancı yatırımcıların Türkiye'ye ilgisinin "çok iştahlı" olduğunu söylemiş. Kömür, petrol ve doğalgaz AKP hükümetinin enerji yatırımları için öne sürdüğü

gerekçeler “enerjiye ihtiyacımız var, enerjiyi kaynaklarını çeşitlendirmemiz gerekir, enerjide dışa bağımlılığı azaltmalıyız”. Oysa bu gerekçeleri biraz kurcalamaya başladığınızda gerçeklikle hiçbir bağlantısı olmadığı açığa çıkıyor. Enerji alanında gerçekleşen enerji talep verileri ile tahminleri karşılaştırdığımızda gerçekleşmenin en muhafazakar artışın bile çok altında kaldığını görüyoruz. Bunun anlamı ise söylendiği ya da öngörüldüğü kadar enerjiye ihtiyacımızın olmamasıdır. Özetlemek gerek,rse, Akkuyu nükleer santrali yapılmaz ise elektriksiz kalmayız. Enerjide dışa bağımlılığı azaltacağız argümanı ise kömür ve nükleer alanındaki hamlelerele birlikte düşünüldüğünde hemen çöküyor. Çünkü ne Albayrak’ın söylediği gibi Türkiye’nin 80 kömür santralini çalıştıracak kömür rezervi ne de nükleer santralleri çalıştıracak uranyum rezervleri var. Bu iki enerji kaynağını çalıştırmak için de hammadde ithal etmek zorunda. AKP hükümeti enerji kaynaklarını çeşitlendirmemiz gerekir derken ağırlığı fosil yakıtlara vermiş durumda. Bu ise Türkiye’nin her sene seragazları emisyonlarının artışına yol açıyor. Türkiye’nin 2014 seragazı emisyon envanterine göre 2014 yılında toplam seragazı emisyonu 467,6 Mt CO2 eşdeğeri oldu. 2014 yılı toplam seragazı emisyonu 1990 yılına göre %125 artış gösterirken kişi başı CO2 emisyonu 3,77 ton/kişiden, 2014 yılında 6,08 ton/ kişiye ulaştı. Bu büyük artışın gündelik hayatımızda anlamı kuraklık, sel ve tabi ki tarımsal üretimde düşüş ve daha fazla yoksulluk demek. AKP hükümetinin yıkıcı enerji politikalarını belirleyen 20 milyar euroluk kömür pazarı, petrol ve doğalgaz şirketlerinin iştahını kabarttığı söylenen Akdeniz’de arama çalışmaları. Hükümet bölgesel güç olma hedefini her daim dile getirirken, bu gücü elde etmek için daha rekabetçi bir politikaya enerji alanında yıkıcı projeler eşlik ediyor.

Türkiye’de ise köklü bir geçmişe sahip olan her türden ırkçılık, çözüm sürecinin sona ermesi, içeride ve dışarıda uygulanan savaş politikalarıyla birlikte yükselişe geçti. AKP’den MHP’ye eskiden anlaşamayan pek çok gücü Tayyip Erdoğan etrafında “yerli ve millî” bir uzlaşı ile bir araya getiren bir ittifak oluştu. Milliyetçiliğin son derece baskın hâle geldiği bu yerli ve millî uzlaşı aynı ırkçılara da hareket zemini yarattı. Hükümet de, CHP’nin başını çektiği muhalefet de milliyetçi bir zeminde hareket etmeye başlayınca ırkçılık gündelik politikanın doğal bir parçası gibi görünmeye başlıyor. Kürtlere, Ermenilere, Yahudilere, Suriyelilere dönük ırkçılık AKP’den CHP’ye kadar tüm politikacıların dilinde ve pratiklerinde ortaya çıkıyor. Son günlerde referandum tartışmaları dolayısıyla MHP ve BBP’nin ciddi bir kriz yaşadığı ortaya çıktı. Irkçı partilerin birbirlerini yiyor olması elbette üzücü değil ancak bu çatışmanın bu kadar gündeme oturmasında başta AKP olmak üzere merkez tabir edilen partilerin dümeni sürekli milliyetçiliğe ve ırkçılığa kırmasının yer aldığını görmek lazım. Elbette dünyada sadece ırkçılık yükselmiyor, Trump’ın seçilmesinin arkasından gelen ve kısa sürede dünyanın pek çok yanında sol muhalefete moral veren eylemler ırkçılık ve cinsiyetçiliği hedef tahtasına oturtmuştu. Bugün dünyada kapitalizmin krizi ve istikrarsızlıkla karakterize olan politik atmosferde ibrenin otoriter bir kapitalizme değil eşit ve özgür bir dünyaya dönmesi için göçmenlerle, azınlıklarla, ezilen uluslarla dayanışan ırkçılık karşıtı mücadele büyük önem taşıyor. DSİP’in de parçası olduğu Uluslararası Sosyalist Akım 18 Mart’ta tüm dünyada ırkçılığa karşı eylemler örgütleme çağrısı yaptı. Bu küresel düzeyde önemli bir adım. Burada da ırkçılığın her veçhesine karşı mücadele etmek dünyadaki ırkçılık karşıtı mücadelenin parçası olmak için adım atmak gerekiyor.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

“EVET”İN GEREKÇELERİ ÇÜRÜK Dünyadaki ve bölgedeki gelişme-

ler milliyetçiliğe ve savaşa karşı uluslararası düzeyde kitlesel bir hareket inşa etmek emekçi sınıflar açısından hayati öneme sahip. Bu nedenle sadece “hayır”ın kazanması için değil, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı, Suriyeli mültecilerle dayanışan, her koşulda barışı ve özgürlükleri savunan bir “hayır”ın kazanması için mücadele etmeliyiz. Sosyalist İşçi hem “Evet” kampanyasının çürüklüğünü hem de “Hayır” kampanyaları arasındaki farkları tüm sayılarında işliyor. Devletin tüm olanaklarıyla örgütlenen “Evet” kampanyası, gerçekten de çok zayıf temellere sahip. Gerçeğin sadece bir kısmını söyleyerek, gerçeğin büyük kısmının görülmesini engellemeyi amaçlayan bir kampanya yapıyorlar. “Evet”çilere göre 16 Nisan’da “Evet” oyu kazanırsa Türkiye bir cennete dönüşecek, istikrarsızlık son bulacak, darbeler dönemi sona

erecek. Güzel temenniler ama bu cennete doğru evrilmenin tek bir kişinin denetlenmesi hemen hemen imkansız olan başkanlığına neden bağlı olduğu hiçbir şekilde anlatılmıyor. Bakan Çavuşoğlu Fransa’da yaptığı toplantıda yaklaşık olarak şunları söyledi: “‘Önümüzde iki yol var.. Ya cumhurbaşkanının yetkilerini sembolik hale getireceğiz. Almanya’daki gibi, Avusturya’daki gibi olacak. Parlamenter sistemi güçlendireceğiz. Ya da başbakanlığı kaldırarak tüm yetkiyi cumhurbaşkanına vereceğiz.” Evet. AKP-MHP koalisyonu, mevcut sistemin partili cumhurbaşkanlığı sistemine dönüşmesiyle ve gündeme getirilen anayasa değişikliği paketinin hangi özelliği nedeniyle Türkiye’nin her düzeyde ileriye fırlayacağı konusunda hiçbir açıklama yapamıyor. Bu yüzden bu tartışmayı yapmak yerine “hayır” oyu verenleri aşağılıyor, hakaret ediyor, suçluyor.

İDDİALAR BAŞKA, GERÇEKLER BAMBAŞKA Evet kampanyası bir taraftan kutuplaştırıcı dili öne çıkarırken diğer yandan da anayasa değişikliğinde yer alan maddelere olduğundan başka anlamlar yüklemekte. Bunların arasında en çok öne çıkan iddia Cumhurbaşkanının yargılanabileceği iddiası. Oysa konuyla ilgili maddede yapılan değişiklikte cumhurbaşkanın yargılanması neredeyse imkansız. Partili olması sonucunda kendisine yüce divana götürecek milletvekillerinin çoğunluğu kendi partisinden oluşmakta. Oysa Cumhurbaşkanı hakkında, bir suç işlediği iddiasıyla vekil sayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir. Soruşturma açılabilmesi için 400 vekilin oyu gerekmekte. Aynı zamanda kendisini yargılayacak olan anayasa mahkemesinin üzerinde büyük bir ağırlığı var, HSYK üzerinde etkisi de %18'den %31'e çıkarıldı. Bu şartlarda nasıl bir yargılama olacağı tartışılır. Yüzde 51 oyla seçilen cumhurbaşkanının toplumun birleştirici bir işlevi olacağı iddiası var ki, Trump sonrası ABD’de yaşanan kutuplaşma her kesin malumu.

YARGI TARAFSIZ VE BAĞIMSIZ MI? 93 yıllık tarihte yargı hiçbir zaman tarafsız ve bağımsız olmadı. Yeni yapılan düzenlemede de yargı bu anlamıyla istikrarını korumakta. Üstelik yürütmeye bağlanmakta. Düzenlemede Cumhurbaşkanı’nın HSYK ve Anayasa Mahkemesi üzerindeki etkisi arttırıldı. Ayrıca kürsü seçimi, yani hakim ve savcıların üst kurullarında görev alacak üyelerin bir kısmını seçebilmelerinin yolu kapatıldı. Hakim ve savcılar yönünden demokratik seçim usulü tarihe karıştı. Hakim ve Savcılar Kurulu üyelerinin yarısını Meclis ve diğer yarısını Cumhurbaşkanı seçecek, Cumhurbaşkanının bağlı olduğu siyasi partinin Mecliste ağırlığının olduğu durumda da, Meclisin seçeceği HSYK üyelerinin bir kısmı üzerinde de Cumhurbaşkanının etkisi olacaktır.

Hükümet işçilerin kıdem tazmina da göz dikti. Başkanlıkla, patronların her istediğinin, denetimsiz bir şekilde uygulanacağı bir düzen getirilmek isteniyor.

PARLAMENTER SİSTEM İSTİKRARA ENGEL Mİ? Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet sözcüleri parlamenter sistemlerin istikrarsızlık getirdiğini, bunun da beraberinde ekonomik ve soysal sorunlara yol açtığını iddia etmekteler. Cumhuriyet tarihinin 93 yılık tarihi aynı zamanda darbelerden oluşmakta. Üstelik kuruluşundan itibaren siyasetin üzerinde vesayet varlığını korudu. Vesayet sistemi ise her zaman gücünü demokratik alanların sınırlı olduğu zamanlarda pekiştirdi. Türkiye’de 15 Temmuz dâhil tüm darbeler aynı zamanda siyasal alanların sınırlandığı zamanlara denk düşmesi bir tesadüf değil. Teklifte sunulan partili cumhurbaşkanlığı sistemi gücü tek merkezde toplamakta siyasal alanları sınırlamakta. Biz darbelerin panzehirinin başkanlık değil demokrasi olduğunu düşünüyoruz. Rakamlar ortada Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler, Uluslar arası Çalışma Örgütü(İLO) uluslar arası yapılan araştırmalara sonucunda Türkiye dünya endeksleri açısından vasatın altında yer almakta. Türkiye işsizlik oranlarında 170 ülke arasında 113. sırada, kişi başına düşen 192 sağlık çalışanı sayısı bakımından 98. sırada, tutuklu ve mahkûm oranı bakımından 194 ülke arasında 146. sırada, gelir eşitliğinde 161 ülke arasında 89. sırada, yer alıyor. Rakamlardan anlaşılacağı gibi başkanlık sistemi toplumsal huzur ve barışı sağlamak bir yana mevcut sorunları daha da derinleştirecektir. Üstelik kutuplaşma ve çatışma üzerine kurulan siyaset istikrarsızlığı derinleştirecektir. Bu durum siyasi ilişkilerin çok daha kırılgan hale gelmesine yol açacaktır. Tam da bu noktada Türkiye’nin kırılgan devletler endeksinde 178 ülke içinde 90. Sırada yer aldığını da belirtmekte fayda var.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.