DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
593
22 Mart 2017 3 TL. sosyalistisci.org
IRKÇILIĞA DA BAŞKANLIĞA DA
HAYIR KADINLAR NASIL BU KADAR ÇOK ÖLÜYOR? DEVLET NE YAPIYOR? MELTEM ORAL YAZDI sayfa 5'te
İSTİKRARSIZLIK, MİLLİYETÇİLİK, IRKÇILIK RONİ MARGULİES YAZDI sayfa 7'de
ÇİN'DEKİ MÜCADELENİN ETKİSİ HER YERDE GÖRÜLÜYOR ALEX CALLINICOS YAZDI sayfa 10'da
2
GÜNDEM
MACERACILIĞIN SONU SURİYELİ OLMAK ÇOK ZOR! AKP ve MHP elele Avrupa fethine hazırlanıyorlar. Gerçeği hepimiz biliyoruz, böyle bir fethe hazırlanmıyorlar. Hazırlanıyormuş gibi yapıyorlar. Yerli ve milli bir çıkış, yerli ve milli bir meydan okuma, yerli ve milli vurgularla dolu batı düşmanlığı alttan alta derinleşiyor. Ama derinleşen sadece batı düşmanlığı olmuyor, batı düşmanlığı bir komplo teorileri zinciriyle elele gidiyor. Bu komplo teorilerinin ortak özelliği “yalnız biz”e karşı oyunlar oynayan güçler. Bu güçler her yerden devreye girebilirler. Her şekle bürünebilirler. Her hadiseyi kullanabilirler. Batı düşmanlığı, başlı başına büyük bir milliyetçi tehlike olsa da bu tehlikenin aynasında yansıyanlar sadece batıyla sınırlı kalmıyor. Bu kapışmada devreye hızla Suriyeliler giriyor. AB ülkelerine yönelik en önemli tehdit Türkiye’de yaşamak zorunda kalan en korunaksız, en örgütsüz, en zayıf, en dışlanmış kesim olan Suriyeliler oluyor. Bazen “Suriyeli kardeşlerimiz” olan ve yere göğe sığdırılamayan Suriyeli mülteciler, AB ülkeleriyle yaşanan her gerilimde pazarlık masasına yatırılan ilk koz olarak görülüyor. Öbür tarafta CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, referandum mitinginde yaptığı konuşmada eğer 16 Nisan referandumunda “Evet” oyu kazanırsa 3 milyondan fazla Suriyeliye vatandaşlık verileceğini söyleyerek, “Hayır” kampanyasına Suriyelileri hedef göstererek ırkçı bir temel kazandırmaktan geri durmadı. Sosyalist İşçi’nin bu sayısında “Hayır!” kampanyasının kamuoyunca tanınan, önde gelen CHP’li ve devrik MHP’li her figürünün Suriyeli göçmenlere düşmanlık konusunda acımasız bir yarış içinde olduğu yeterince anlatılıyor. Bir başka açıdan adını anmaya değmeyecek bir grup Trump solcusu, İstanbul’da yapılan bir konferansı basmaya çalıştı. Gerekçe, cihatçılarla birlikte düzenlenmesiydi bu konferansın. Oysa konferans Suriye devriminin ideallerine bağlı olan hem Esad rejimine, hem IŞİD politikalarına hem de Suriye’ye dışarıdan askeri müdahalelere karşı durmaya çalışan, Suriye’den kaçmak zorunda kalan ama hala politika yapmaya çalışan demokrat ve sosyalist Suriyelilerle DSİP tarafından düzenleniyordu. Dünyanın bir başka yerinde Trump her Müslüman’ı potansiyel terörist olarak gördüğü için vize yasağı uygularken, başka bir yerinde her Müslüman’ı “kafa kesen bir IŞİD”çi olarak algılayan Trumpist solcular Suriyelilere karşı ırkçı bir hezeyana kapılabiliyorlar. Trump solcusu olmak aşırı bir bilgisizliğe ihtiyaç duyduğundan, 18 Mart’ta İngiltere’de ırkçılığa karşı yapılan gösteriyi sevinçle aktaran bu gibi insanlar, burada öylesi bir gösterinin örgütlenmesinin önündeki engellerin başında kafalarındaki ırkçı fikirlerin geldiğini göremiyorlar. Türkiye’de Kürt olmak çok zor, Ermeni olmak çok zor. “Ne olmak zor değil ki?” diye sorulabilir bu günlerde. Ama bugünlerde Suriyeli olmak, misafir olduğunu düşündüğün bir evde sürekli düşmanca tutumlarla karşı karşıya kalmak daha da zor. Referandum kamplaşması açık ki Suriyelilerin hayatını daha da zorlaştıracak. Bugün, bu zorluğa karşı Suriyelilerle dayanışmanın, yalnız olmadıklarını somut olarak hissettirmenin tam zamanı. Irkçılığa karşı mücadele referandum sonrasına ertelenemez!
Hollanda seçimlerinde ırkçılar başa gelemese de, Almanya, Hollanda, NATO ve Avrupa Birliği yönetimleri itidal çağrıları yapsa da cumhurbaşkanı ve hükümet yangına körükle gidiyor. Ağır ekonomik bedellerle sonuçlanacak, diplomatik gerginlik politikasında neden ısrar ediyorlar? Daha bir yıl önce vizesiz seyahat vaatleri dağıtılırken, bugün Nazi suçlamalarıyla anılan Avrupa Birliği büyük bir krizde ve varoluş mücadelesi veriyor. Kendi içinde birlik karşıtı ırkçıların yükselişini durdurmak isterken,
Trump yönetiminin saldırısıyla karşı karşıya. Erdoğan’la ABD başkanının ortak bir noktasını geçen hafa gördük. İkisi de Merkel ve AB ile kavgalı. Avrupa Birliği ırkçı ve kötü de Trump pek makbul ortak mı? Seçildiği günden bu yana, ırkçı kararlara ses etmeyen Ankara, Avrupa ile kapışmanın ertesinde ABD yönetimi ile görüşerek Erdoğan'ın başkanlığına ve politikalarına destek arıyor. Suriye’de katliam yapan diğer ortak Putin ise Almanya ve Hollanda’nın füze kalkanı sistemlerini vermediği Türkiye’ye S-400 füzeleri satmanın
BARIŞ HEMEN ŞİMDİ Türkiye’nin Ortadoğu’daki tek müttefiki Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi. 1983’te ilk sınır ötesi harekât, bugün Türkiye ile birlikte tavır alan Peşmergelere karşı düzenlenmişti. Fakat Kürtler geri adım atmadı. ABD ve uluslararası güçler Kürt yönetimini tanıdı. Türkiye’de “Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti istemiyoruz” temel politikasını rafa kaldırmak zorunda kaldı. Suriye’nin kuzeyindeki şimdiki durum da buna benzi-
peşinde. Peki, bunun karşılığında ne alıyor? Hiçbir şey. Aylardır bağımsız Türkiye siyaseti olarak adlandırılan yerli-milli dış politika son duvarlara da Suriye’de çarpıyor. Rusya da Amerika gibi YPG yani Suriye Kürtleri ile iş yapmaktan, onları başlıca askeri yerel güçleri olarak kullanmaktan yana. Bu maceracılığın faturasını Türkiye’de çözüm sürecini kaybederek, fakirleşerek ödedik. Ak Parti-MHP ‘evet’ ittifakının daha fazla gerginlik, savaş ve yoksulluktan başka getirebileceği bir şey yok.
yor. ABD ve Rusya gibi Esad yönetimi de PYD yönetiminde Kürt şehirlerinin özerkliğini tanıyor. Bu tanıma sadece diplomatik değil, üç devletin askeri güçleri Menbiç’te konuşlanarak fiilen Fırat Kalkanı’nı durdurdu. Yarın bir gün Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin varlığı kabul edilecekse bugün Türkiye halklarına savaşı dayatmak niye? İçinde bulunduğumuz çılgınlıktan çıkış yolu, 2013’e geri dönülmesi. Türkiye’deki barış imkanlarının Suriye’deki savaşla yok edilmesine son verilmesi. Daha fazla ölüm olmadan askerler evlerine dönmeli. Çözüm süreci kaldığı yerden devam etmeli.
HAYIR’IN SESİNİ YÜKSELTELİM 15 Temmuz darbesi gerçekleşseydi, Türkiye Mısır’daki gibi bir askeri dikta tarafından yönetilecek, tüm demokratik haklar askıya alınacaktı. Darbe püskürtüldü fakat yerine konan şey bir başka baskıcı yönetim. Bugünkü referandum süreci ile 12 Eylül 2010 referandumuna giden günler arasında bir benzerlik yok. Her şeyin konuşulup tartışılabildiği, ezilenlerin ve toplumsal azınlıkların seslerini duyurabildiği bir ortamdan, her farklı sesin milliyetçilikle ya da yasal engellerle boğulduğu bir ortama geldik. Sokakta herkesin kendi fikrini özgürce açıklayıp, tartıştığı referandum kampanyalarından bugün söz edilemiyor.
tamdan bahsedilemez. Bu koşullarda özgürlükçü hayır aktivistlerinin önemi artıyor. Referanduma bir ay kala tabanda milliyetçiliğe ve 12 Eylül anayasasına eklenmiş başkanlık dayatmasına karşı hep birlikte mücadele edelim.
Başta OHAL devlete uygulanacak dendi. Alınan kararlar ise OHAL’i aşarak kalıcı hale getirildi. On binlerce kişi işini kaybetti, hapishaneler tıka basa doldu. Bu koşullardaki referandum sürecinin adil ve eşit işlediğinden kimse bahsedemez. Ak Parti’nin Evet otobüsleri ve stantları, şehirlerin en merkezi noktalarında dururken, hayır diyen sosyalistlerin bildiri dağıtımlarının bir bölümü polisin kimlik kontrolüyle geçiyor. Hakim medyada tek bir ses ver o da milliyetçiliğin sesi. Evet ve hayır diyen milliyetçilerle ırkçılar dışında konuşma fırsatı bulabilen yok. Referandumdan sonra da devam ettirileceği mesajları verilen OHAL son bulmadan demokratik bir siyasi or-
Kadıköy'deki hayır çalışması.
GÜNDEM
ALMANYA VE 15 TEMMUZ DARBESİ
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
MUHALEFET SORUNU SÜRÜYOR Murat Belge geçtiğimiz hafta yazdığı yazıda, muhalefet sorunundan söz etti ve bunun referandum sürecinde yaratacağı etkiyi ele aldı. Muhalefet sorunu, özellikle CHP’nin muhalefet etme sorunu, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri çok belirleyici bir mesele. Ama özellikle bir alan var ki, bu alanda yaşanan muhalefet sorunu toplumsal fay hatlarının olumsuz bir şekilde sarsılmasına neden oluyor. Bu sorun, hepimizin tahmin edeceği gibi, Kürt sorunu.
15 temmuz gecesi, darbeci askerler protestoculara ateş açarken.
Almanya Federal Haberalma Servisi (BND) Başkanı Bruno Kahl Der Spiegel gazetesine verdiği röportajda, 15 Temmuz darbesiyle ilgili açıklamalarda bulundu. Darbenin arkasında Fethullah Gülencilerin olup olmadığı yönündeki soruya Bruno Kahl’ın verdiği yanıt şöyle: “Türkiye farklı seviyelerde bizi bu konuda ikna etmeye çalıştı. Ancak bu şu ana kadar mümkün olmadı.” Arkasından darbenin bir mizansen olup olmadığı yönündeki soruya ise “Darbe devlet tarafından başlatılmadı. Zaten 15 Temmuz’dan önce hükümet tarafından bir temizlik dalgası başlamıştı. Bundan dolayı ordunun bir bir kısmı bu dalga kendilerine ulaşmadan önce hızlı bir şekilde darbe yapmaları gerektiğini düşündüler. Ancak çok geçti ve onlar da bu süreçle temizlendi.” yanıtını veriyor. Alper Görmüş’ün değindiği gibi, eğer kendilerine yönelik bir operasyon başlayacağı için hızla darbeye kalkışanlar varsa, kim bunlar? Ordu içinde Fethullahçı darbecilere ilişkin bir temizlik harekatının gerçekleşeceği fısıltı şeklinde dile getiriliyordu. Bu durumda BND başkanının temizlik dalgası kendilerine ulaşmadan harekete geçtiğini söylediği askerlerin Fethullahçılar olması gerekiyor. Her konuda olduğu gibi bu konuda da siyasal kutuplaşmaya göre tutum alındı. Öncelikle Hollanda kriziyle
YENİ İŞTEN ÇIKARMALARA HAYIR
Barış isteyen ve akademik savunan üniversite çalışanlarının ihraç edilmesinin haksızlığı geniş kesimler tarafından kınanırken, hükümet yeni bir kanun hükmünde kararname çıkartma hazırlığında. OHAL’de ekmeğinden olan on binlerce kişi, yeni KHK’den işine iade çıkmasını isterken, hükümet bu konudaki başvuruların BİMER’e yapılmasını söylüyor. Binlerce başvuru olduğu bilinirken, çok daha büyük bir kalabalığın zaten kendisini işten çıkaran hükümete başvurması anlamsız. Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak başvurular ise ancak birkaç yıl sonra görülebilir. Bir haksızlık yapılırken ona karşı hukuki savunma yolları da ortadan kaldırılmış oluyor. Adaletsizlikleri yıllar içinde düzeltme vaadi değil bugünden ortadan kaldırmasını istiyoruz. Daha fazla insan işini kaybetmemeli.
zirve yapan AB düşmanlığı BND başkanının nezdinde daha da tırmandırıldı. Almanya’nın FETÖ’ye arka çıktığı tezleri işlendi. Almanya Federal Haberalma Servisi’nin yorumunda her şeyden önce gerçek dışı bir saptama var: 15 Temmuz darbesinde aktif bir şekilde yer alan bir dizi ismin Fethullah Gülen yapılanmasıyla bağlantısı kesin. Akıncı Üssü’nde yer alan Adil Öksüz ve tankın içinden çıkartılıp yakalanan eski polis şefi gibi. Fakat BND başkanının açıklaması, bir yandan gerçeği çarpıtıyor. Ama öte yandan darbenin sadece Fettullahçıların girişiminin ürünü olduğunu söyleyen resmi bakıştan farklı bir içeriğe daha gönderme yapıyor olabilir. Bunu yaparken, Fettullahçıların darbedeki açık olan rolünü bütünüyle inkâr etmesi Almanya-Türkiye arasındaki ilişkilerde yeni bir gerginlik kapısını daha araladı.
Kürt sorunu, sadece iktidar bu sorunu bir araç olarak görüp Suriye’deki gelişmelere göre askıya alıp devreye sokabileceği bir saha gibi değerlendirdiği için değil, aynı zamanda Oslo’da gelişen süreçle yeni bir aşamaya ulaşan soruna muhalefetin milliyetçi yaklaşımı nedeniyle de bugünkü duruma savruldu. Oslo’da Kürt hareketiyle devlet arasında görüşmelerin basına sızdırılmasıyla beraber, bir muhalefet partisi olarak CHP, Kürt sorununun masada ve diyalogla çözülmesi yönündeki bir girişim olan Oslo sürecine, bu sürecin bir parçası olarak Habur’dan PKK’lilerin Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye’ye gelmelerine yüksek sesle itiraz etmişti. Oslo sürecinin bütün sorumlularının yargılanması gerektiğini ilan etmişti. Sürecin sonlanmasının ardından, Kürt sorununun çatışma yöntemleriyle çözülemeyeceğinin bir kez daha görülmesiyle, 2013 yılında ilan edilen ve bugüne kadar Türkiye tarihinde görülen en çarpıcı adımların atıldığı çözüm süreci, yine karşısında muhalefet sorununu buldu.
Sosyalist İşçi en başından itibaren bu darbenin bir darbe koalisyonunun işi olduğunu söylüyor.
CHP çözüm sürecine şu ya da bu vesileyle sürekli olarak karşı çıktı.
Omurgasını ve planlanmasının önemli bir bölümünü Fettullahçı darbeciler yapmış olsa da başka gerekçelerle hükümetten nefret eden, Erdoğan’dan kurtulmak isteyen askerlerin de bu darbe girişiminde yer alma ihtimalleri oldukça yüksek.
Çözüm sürecinin bir aşamasında, bu köşede daha önce aktardığım gibi, Selahattin Demirtaş sürecin en önemli yanını özetlemişti. Bu, Kürt sorunun tüm düzeyleriyle tartışılmaya başlanması. Gizli kapaklı olan tüm başlıklar, gündeme gelmiş ve Kürt sorunu bir öcü olmaktan çıkmıştı.
MAZLUM-DER’E DEVLET MÜDAHALESİ
Muhalefet sorunu, bu sürecin her bir aşamasına ürettikleri itirazda açığa çıkmıştı. Akil İnsanlar grubu oluşturulmuş ve bu grubun toplantıları ulusalcılar, ırkçılar ve milliyetçiler tarafında basılmıştı. Muhalefet sorunu burada bir kez daha açığa çıkmıştı: Kadim bir sorunun çözümüne en iyi ihtimalle karşı olmak, en kötü ihtimalle tüm enerjisiyle ve her türden demokrasi dışı yöntemle sürecin gelişmesini engellemeye çalışmak! Bu muhalefet sorunu halledilmeden, Kürt sorunun barışçıl çözümü zor. Çünkü işçi sınıfının, muhalefetin Kürtlere verdiği desteğin önünde engel oluşturuyor.
Kürt sorununda demokratik çözümde ısrar eden insan hakları örgütü Mazlum-Der hükümetin içerinden kayyum atamasıyla adeta devletleştirildi. Çoğu Kürt illerinde olmak üzere derneğin 16 şubesi işbaşına gelen yönetimin topladığı genel kurulda kapatıldı. Bugün Mazlum-Der yönetiminde insan hakları savunucuları değil hükümetin resmi çizgisinin savunucuları var. Şovenist baskı Mazlum-Der’e yapılan müdahale ve kapatmalar, sadece HDP’nin değil her görüşten Kürt vatandaşın temel haklarının hedef alındığının bir göstergesi. Mazlum-Der aktivistleri karara öfkeli fakat “bu mücadele Mazlum-Der’le başlamadı” diyerek insan hakları ve barış çalışmalarına devam edeceklerini söylüyorlar.
ÇIKTI!
BAYİLERDE VE SOSYALİST İŞÇİ SATICILARINDA
4
DÜNYA
#M18 AVRUPA IRKÇILIĞA KARŞI AYAĞA KALKTI İŞGALCİ İSRAİL’İN
YANINDALAR
Yunanistan göçmenler ve sosyalistler, ırkçılığa karşı omuz omuza!
Birkaç yıldır her 18 Mart’ta Avru-
pa’da ırkçılık karşıtı gün olarak birçok ülkede eş zamanlı gösteriler gerçekleştiriliyor. Geçtiğimiz hafta sonu da birçok ülkede mültecilerle dayanışmak için eylemler yapıldı. İngiltere’nin başkenti Londra’da 30 bin kişi yürürken, Cardiff ve Glasgow’da da gösteriler vardı. Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk (Stand Up To Ra-
cism) tarafından çağrısı yapılan yürüyüşe birçok sol parti, sendika ve demokratik kitle örgütü destek verdi. İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn, İslamofobiye ve ırkçılığa karşı mücadele etmenin çok önemli olduğu bir zamandan geçildiğini belirten bir mesaj yolladı. Gösteride Trump karşıtı hava baskındı. Yunanistan’ın başkenti Atina’da ise
HOLLANDA’DA MERKEZ PARTİLERİN ÇÖKÜŞÜ
KEERFA’nın başını çektiği gösteride 15 bin kişi mültecilerle dayanışmak için yürüdü. Ülkede 8 ayrı kentte daha gösteriler yapıldı. Katalonya’da aynı gün içinde 6 ayrı ırkçılık karşıtı etkinlik yapıldı. İrlanda’nın Dublin kentinde, Amsterdam’da, Viyana’da, Polonya’da 8 ve Danimarka’da üç şehirde eylemler vardı.
ALMANYA’DA MÜLTECİLERE IRKÇI UYGULAMA
Hollanda seçimlerini, Başbakan Mark Rutte’nin partisi, muhafazakâr-sağcı VVD %21 oy ile kazandı. Fakat iktidar partisi bir önceki döneme göre 8 milletvekili kaybetti. Irkçı Geert Wilders’in aşırı sağcı partisi PVV ise %13 oy alarak ikinci oldu. Yeşil Sol Parti %9.1 oy ile meclisteki koltuk sayısını 4’ten 14’e çıkarttı. Tayyip Erdoğan’ın “Nazi” olmakla suçladığı Hollanda’da seçim barajı olmadığı için parlamentoya tam 13 farklı parti girdi. Hollanda seçimleri, kamu hizmetlerini ve işçi haklarını neoliberal politikalarla talan eden merkez sağcı ve solcu hükümetlerin çöküşüne şahit olduğumuz bir diğer örnek oldu. Rutte’nin koalisyon ortağı sosyal demokrat İşçi Partisi, 39 milletvekilinden 9 milletvekiline düşerek çöktü. Rutte ise seçimleri kazanmak için Wilders’in yükselttiği ırkçılığa oynadı, göçmenlere “ya normal olun ya da gidin” dedi. Seçim sonrasında ise “yanlış tür popülizme” karşı zafer ilan etti. Rutte için AB’yi destekleyen çizgide ırkçılık yapmak “doğru tür popülizm”. Hollanda onun döneminde işçi sınıfına yönelik saldırıların sonucunda “emek piyasası esnekliği” konusunda Avrupa liderliğine yükseldi. Solda durum Merkez solda İşçi Partisi’nin yanı sıra yine göç-karşıtı bir pozisyonda duran Sosyalist Parti de oy ve koltuk kaybetti. Mültecilerle dayanışan Yeşil Sol Parti ise oyunu dörde katladı. İşçi Partisi’nden ayrılan eski vekillerin kurduğu ırkçılık karşıtı parti Denk de üç koltuk kazandı. Politizasyona yanıt verebilmek Seçimlere %82 ile 1981’den beri görülen en büyük katılım sağlandı. Ekonomik krizin yarattığı korku ve acı, onun sonucu olarak aşırı sağın ve ırkçılığın güçlenmesine karşı yanıt, ekonomik krizi yaratan neoliberal sistem partilerinde değil. Sol, ırkçılığa taviz verdiği değil, ona karşı mücadelenin başını çektiği ölçüde güçlenebilir.
Birleşmiş Milletler'e (BM) bağlı Batı Asya Ekonomik ve Toplumsal Komisyonu (ESCWA) tarafından hazırlanan bir raporda, İsrail, Filistinliler üzerinde apartheid rejimi kurmakla suçlandı. Rapor BM içinde tartışmalara sebep oldu. ABD rapora karşı çıkarken, BM başkanının baskılarıyla ESCWA başkanı istifa etmek zorunda kaldı. Rapor, BM’nin internet sitesinden kaldırıldı. Öte yandan, ABD Dışişleri Bakanlığı, ABD Başkanı Donald Trump'ın 2018 için önerdiği bütçenin İsrail'e yapılan yardımları azaltmayacağını duyurdu. Diğer ülkelere yapılan tüm yardımlar yeniden incelenirken, ABD’nin bölgedeki en büyük müttefiki olarak nitelenen siyonist rejim bundan etkilenmeyecek.
BOMBARDIMAN TRUMP'LA SÜRÜYOR Geçtiğimiz hafta medyada yer alan haberlere göre, Donald Trump’ın, Obama döneminde ABD’nin savaş politikalarında sivil ölümlerini azaltmak için alınan önlemleri kaldırmak için girişimlerde bulunduğu aktarılıyordu. Trump’ın Ortadoğu politikalarındaki bilinmezlik de böylece yavaş yavaş azalıyor. Irkçı ve cinsiyetçi trilyoner kapitalist, ABD’nin yıllardır bombaladığı ülkelerde ölümleri tırmandıracak.
Avrupa Birliği ülkeleri bir yandan mültecilerin denizden ve karadan göç etmesini engellemeye çalışıp binlerce insanın ölümüne neden olurken, diğer yandan zor yollardan geçerek bu ülkelere ulaşan göçmenleri içeri almamak için de yeni uygulamaları devreye alıyor. Almanya, yanlarında bir belge olmadan ülkeye giriş yapan göçmenlerin uyruğunu anlamak için yeni bir ses tanıma sistemini devreye sokmaya hazırlanıyor. Yeni uygulamanın öncelikli amacı, Arapça konuşan ancak Suriyeli olmamasına rağmen sığınma başvurusunun kabul edilme şansını artırmak için Suriyeli olduğunu iddia eden göçmenleri saptamak. Avrupa’da ana akım partilerin bu ve benzeri ırkçı uygulamaları, aşırı sağcı partilerin güçlenmesine zemin oluşturuyor. Bir zamanlar “demokrasi” ve “özgürlük” kavramları üzerinden tanımlanan Avrupa Birliği, şimdi çoğunlukla Batılı ülkeler tarafından bombalanan ülkelerden kaçan mültecileri kabul etmemek için elinden geleni yapıyor. AB, bu kapsamda Türkiye hükümeti ile ırkçı bir geri kabul anlaşmasına imza atmıştı. Göçmenlere ve herkese seyahat özgürlüğü! Sınırlara, ırkçılığa ve faşizme karşı mültecilerle dayanışmaya, sınırların açılsın! Türkiye’de ise mültecilerin statüsü ve hakları tanınsın!
Nitekim geçtiğimiz hafta Halep’te “El Nusra yöneticilerinin toplantı yaptığı” iddia edilen bir bölge bombalandı, insan hakları örgütlerinin raporladığına göre camiye yönelik bombalamada 49 sivil yaşamını yitirdi. Pentagon, caminin vurulmadığını, başka bir binada teröristlerin öldürüldüğünü iddia ediyor. Ancak Suriye içi kaynaklar, enkazdan sivillerin çıkarıldığı görüntüleri yayımlıyor. Bir yandan mültecileri ABD’ye sokmamaya çalışan Trump, diğer yandan o mültecilerin geldikleri ülkeleri bombalayarak katliam yapmaya devam ediyor. Halep’teki saldırıyla birlikte, Suriye’de ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyon tarafından öldürülen sivillerin sayısı 1000’i buldu.
KADIN 5
KADINLAR NASIL BU KADAR ÇOK ÖLÜYOR? DEVLET NE YAPIYOR? MELTEM ORAL
Yukarıdaki soru başlığının en kısa yanı-
tı: çünkü devlet hiçbir şey yapmıyor. 65. hükümet programında esas politika ‘aile kurumunun güçlendirilmesi ve çocuk sayısının arttırılması’ olarak açıklanmıştı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bu hedef doğrultusundaki icraatlarının sonucu olarak, 2016 faaliyetlerinin raporunu yayınladı. İsminden ‘kadın’ çıkartılan ve yerine ‘aile’ getirilen bakanlığın adına yaraşır bir şekilde, raporda 449 kere aile denirken, kadın ifadesi 268 defa geçiyor. Raporun özeti, kadın cinayetleri, şiddet, tecavüz ve tacizin vahim boyutlarda ulaştığı ve ciddi bir toplumsal vaka haline geldiği bir ülkede, devletin bu durumu hiçbir şekilde önemsemediği. Raporun girişinde tariflenen görev tanımları içerisinde kadına sıra, ailenin bütünlüğünün korunmasından ve sosyal politikalardan sonra geliyor. Öncelik “sosyal ve kültürel dokudaki aşınmalara karşı aile yapısının ve değerlerinin korunarak gelecek nesillere sağlıklı biçimde aktarılmasını sağlamak”. Ailenin güçlendirilmesinin anlamı, evliliği teşvik eden politikaların yanı sıra boşanmayı zorlaştıran önlemlerin geliştirilmesi. Öncelik bu olunca, kadın cinayetlerinin önüne geçilememesi normal. Kadınlar en çok ailelerindeki erkekler tarafından şiddete uğruyor, öldürülüyor. Önlemenin yolu, bakanlığın stratejik hedefinin ilk maddesindeki gibi aile yapısını güçlendirmekten değil kadını güçlendirmekten geçiyor. Kadınlara dair stratejik hedefler arasında cinayet, şiddet, taciz ve tecavüze dair hiçbir şey yok. Devlete göre cinayetler yok Bakanlığın 2016 bütçesi 22.079.932.656 tl. Raporda geniş şekilde yer alan mali tablolara göre, bakanlığın esas faaliyeti ve yatırım alanı yardımlar. Gelir düzeyi düşük olan birçok haneye, barınma, gıda, yakıt gibi yardımlar yapılması önemli. Ancak kadınların hayatını kolaylaştıracak yardımlar bu çeşitlilik içinde çok sınırlı. Barınma yardımı adına TOKİ işbirliğiyle konut yapımı var ama sığınak veya kreş hedefleri ihtiyaç karşısında sadece komik. Bakanlığa bağlı 101 ‘kadın konukevi’ var. 2016’da 2 kreş tamamlanması hedeflenmiş, Balıkesir ve Malatya’ya yapılmış. Bakanlık yüzde 100 başarısı için mutlu. Hedefte iki kreş için de temel atmak varken, bütçe kısıtlılığı gerekçesiyle yapılmamış. Her üç kadından biri kocasının şiddetine uğrarken, bakanlık 5 kadın konukevi açmayı planlamış. Ve hiç açmamış. Niğde’de bütçe olmadığı için, diğer hedef illerde ise ‘bina bulunamadığı’ için. Kadınlara ve çocuklara yönelik kurumların
denetlenmesi ve ilgili personelin kadınlar-çocuklar lehine eğitimi gibi konularda ne yazık ki bakanlığın önceliğinde değil. Taşradaki bakanlık personeli ağırlıkla erkekler. Eğitim ve öğretim hizmetlerindeki 1483 personelin yalnızca 466’sı kadın. Bakanlık değerlerin aktarılmasında ailenin rolü, evlilik öncesi eğitimleri vb. veriyor. Söz konusu personele yıl boyunca 491 tane eğitim verilmesi hedeflenmiş. Yapılan personel eğitimi sayısı ise sıfır. Gerekçesi 15 Temmuz darbe girişimi. Personel dağılımında dikkat çekici diğer noktaysa bakanlık personelinin hizmet sınıflandırmasında din hizmetleri kategorisinin olması. Bu sınıflandırmada merkezde istihdam edilen hiçbir personel bulunmazken taşrada 14’ü kadın 120 personel var. Kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında yapılan tek iş, teknik takip pilot projesi. Ne yaptığı belli olmayan bu projenin bütün yıl boyunca incelediği vaka sayısı kadar neredeyse her gün kadın ölüyor. Aile içi şiddete dair yapılan şeyler, basketbol ve futbol maçlarında «Kadına Şiddete Karşı Buradayım De» yazılı pankartlar asılması, ‘dünyayı turuncuya boya’ kampanyası kapsamında 25 Kasım’da Çanakkle Truva Atı ve İzmir Saat Kulesi’nin turuncuyla aydınlatılması. Kadınlara dönük bakanlık faaliyeti, rapor yazmak, araştırma yaptırmak ve yine rapor yazmaktan ibaret. 8 Mart’ta başta ‘Cumhurbaşkanı ve Eşleri Hanımfendinin’ düzenlediği resepsiyon olmak üzere, çeşitli devlet erkanının katıldığı ‘toplantılar’ bakanlığın doğrudan kadınlara dönük en ‘ciddi’ performansı. Kadınlar olarak gündelik hayatta yaşadığımız gerçeklikle, devletin bu konuda muhatap olabilecek tek kurumu olan bakanlığın dünyası bambaşka. İşte bu yüzden son dönemde eylemlerde gördüğümüz gibi, kadınlar çok öfkeli. 2016’da her 4 kadından biri boşanmak istediği için öldürüldü. Şiddet neredeyse en çok boşanma gerekçesi. Devlet boşanmak isteyen kadınlara, hukuki destek sağlamalı, barınma ve maddi gelir olanakları tahsis etmeli, çocuk bakım yükünü azaltmalı, kolaylaştırmalı, sağlık güvencesi gibi sosyal hizmetler sunmalı. ‘Aile bütünlüğünü korumak’ önceliği olan bir devlet elbette bunları yapmıyor. Şiddet önleme merkezleri, sığınak, kreş hedefleri yok denecek kadar az. Ancak üçüncü çocuğunu doğurana aylık 600 lira verilmesi için bütçe ayrılabiliyor. Evlilik teşviki, süt parası gibi yardımlar yapılıyor. Yani kadın devlet için evli olduğu ve çocuk doğurduğu müddetçe anlamlı. Devlet yardımı kapsamında kadının eline ne kadar gelir geçeceği ise yine çocuk doğurma performansına bağlı.
8 Mart, İstanbul.
6 GÜNDEM HAYIR! BAŞKANLIK DEĞİL DEMOKRASİ!
ONLARIN “HAYIR”I,
Nisan ayında yapılacak referandumda oyumuz hayır olacak. Hayır, çünkü demokrasi istiyoruz. Hayır, çünkü OHAL koşullarında demokratik bir yarış mümkün değildir. Hayır, çünkü yasama-yargı ve yürütmenin birbirini denetlemesi ve frenlemesi mekanizması önerilen anayasa paketinde yer almıyor. Hayır, çünkü, eski rejimin karşı olduğumuz bütün anti demokratik öğeleri, başkanlık önerisi tarafından sahipleniyor. Hayır, çünkü partili cumhurbaşkanlığı adı altında dayatılan bir başkanlık modeli ve bu model siyasi gücü başkan seçilecek kişinin ellerinde yoğunlaştırıyor.
8 Mart, Zonguldak.
Hayır çünkü bir tek kişinin inisiyatifi, iradesi ve niyetine bağlı bir siyasal yapı demokratik olamaz.
Başkanlık tartışması ilk gündeme geldiği andan itibaren,
Hayır çünkü bu değişiklik işçiler, yoksullar, kadınlar, dışlananlar ve tüm ezilenler için ne demokrasi vaat ediyor ne de demokrasinin kapısının aralanmasına hizmet ediyor. Bu değişiklik, düşünce, ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü yönünde atılan bir adım değil. Bu değişiklik otoriter bir siyaset anlayışının toplum tarafından onaylanması için gündeme getiriliyor. Hayır! Biz, demokrasi istiyoruz, barış istiyoruz, kardeşlik istiyoruz, adalet istiyoruz, eşitlik istiyoruz, özgürlük istiyoruz. Hayır, çünkü yıllardır darbelere karşı çıkan milyonlarca insan, otoriter bir rejim için mücadele etmedi. Hayır, çünkü 15 Temmuz’da tankların karşısına dikilen, ölen, yaralanan darbe karşıtları, vesayetçilere zemin hazırlayan koşullar için değil, siyasal demokrasi için mücadele etti. Hayır, çünkü 80 milyon bir kişiden büyüktür! Hayır, çünkü, önerilen model referandumda evet diyenlerin demokratik alanlarını da daraltacak. Sadece referandumda hayır demeyeceğiz; referandumu bir meydan muharebesine çevirmek isteyen, evet ya da hayır oyu verenleri düşmanlaştıran, korku atmosferini güçlendirmeye çalışan, kutuplaşmacı yaklaşımların tümüne de hayır diyoruz. Demokratik olan hayırdır. Herkesi #demokratikhayır kampanyasında buluşmaya çağırıyoruz. Başkanlık değil demokrasi ANTİKAPİTALİSTLER
7 Haziran 2015 seçimleri sürecinde, ısrarla ve altını çizerek, “Başkanlık değil! Demokrasi” başlığını öne çıkarttık. Bunda, Erdoğan’ın tüm yaşamı boyunca başkan kalmasını amaçlayan ve tam da bu yüzden demokrasiyi hallaç pamuğu gibi atacak olan düzenlemenin, işçilerin, kadınların, hakları çiğnenen halkların ve toplum kesimlerinin aleyhine olacağının bizim açımızdan kesinlik taşıması belirleyici oldu. Ne çevre açısından yaşananlar, ne asgari ücretin düzeyi, ne kadınların maruz kaldığı baskı, ne iş cinayetlerinin dur durak bilmemesi, ne Kürtlerin maruz kaldığı baskılar AKP’yle başlayan sorunlar değil; ama AKP’yle düzelen meseleler de değil. Tersine, her bir sorun daha derinleşerek yeniden karşımıza çıkıyor. Yargı alanında yaşananlar, geçmişte yaşananları bazen aynen tekrarlıyor, zaman zaman mumla aratıyor. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından toplumda demokrasi yönünde oluşan birlik ruh halini, idam sloganlarını teşvik eden bir siyasi hedefe yönlendiren politik hamlelerin ve OHAL ilanının ardından, ezilenlerin bir dizi demokratik kanalı tıkanmış durumda. Her alanda uygulanan baskıya maruz kalanların sayısı on binlerle bile ölçülemiyor. Haksız tutuklamalar, gözaltı süreleri, hakkında bir iddianame bile yazılmadan aylarca hapse tıkılmalar, iş ve mülkiyet hakkına bir KHK ile bir gecede son verilmesi, toplumun ezici çoğunluğunun hemfikir olduğu darbecilerle hesaplaşma hamlesi olmayı ilk günden itibaren aştı. Başkanlık hedefi o hedefe hangi yolla gidildiğince de belirleniyor. OHAL koşullarında gidilen başkanlığın demokratik bir model olacağını iddia etmenin inandırıcı hiçbir yanı yok. “Partili Cumhurbaşkanı”na verilen OHAL ilan etme yetkisinin bugün uygulanan OHAL koşullarından farklı
olacağına dair hiçbir işaret yok. Tüm anayasa değişikliği paketi içinde, en tehlikeli olan madde, başkana verilen OHAL ilan etme yetkisi. Bunun siyasal demokrasinin her bir kanalı üzerinde nasıl bir baskı yarattığını ilk elden yaşıyoruz. Bu yaşadıklarımız, başkanlık sürecinin bir fragmanı. Tersini düşünmek için hiçbir sağlam neden yok! “Hayır”lar arasında bir “hayır” Yine de bu durum, başlangıçta, iyimser bir şekilde oluşturulan “Hayır cephesine” övgülerle katılmak ve “Hayır” diyenlerin arasına bölünmüşlük ekmemek için yeterli de değil gerekli de. Öncelikle, birleşik bir “Hayır cephesi” yok! Böyle bir cephe kurulamaz da. “Evet” kampanyası yapan liderliklerle siyasi derdi olduğu kadar bazı “Hayır” kampanyası yapanlarla da uzlaşmaz fikirlere sahip olduğumuz çok net. Bir ırkçıyla, bir darbeciyle, bir kemalistle, bir cinsiyetçiyle, bir Ermeni düşmanıyla ne “Hayır”da anlaşmak mümkün ne de toplumsal sorunların her hangi birisinde. “Hayır”cıların bazıları bariz ırkçı. Örneğin, MHP’den ihraç edilen Ümit Özdağ. Ümit Özdağ çoğu Türk milliyetçisi gibi söz konusu Suriyeliler olduğunda şunları söylüyor: “Suriyelilere vatandaşlık verilmesi, Avrupa Birliği’ne teslim oluş ve Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin insan çöplüğü haline getirmektir.” Aynı konuda yine MHP’den ihraç edilen Sinan Oğan şunları söylüyor: “Suriye'deki savaş ve burada yaşayan Suriyeliler için, 'Benim Anadolu’da yetişen delikanlım, kınalı kuzum, askerim gidecek El Bab’da şehit düşecek, Suriye’de terörle mücadele edecek, Taşı sıksa suyunu çıkaracak herifler gelecek sahillerde nargile fokurdatacak. Yok öyle bir şey.” Bu sadece MHP’den ihraç edilenlere, dolayısıyla faşistlere
GÜNDEM 7
BİZİM “HAYIR”IMIZ
GÖRÜŞ Roni Margulies
İSTİKRARSIZLIK, MİLLİYETÇİLİK, IRKÇILIK Irkçılığa ve milliyetçiliğe karşı 18 ve 19 Mart günleri Kanada'dan Güney Kore'ye, dünyanın dört bir yanında gösteriler yapıldı. Dünya ekonomisi 2007-8 krizinden bu yana toparlanabilmiş değil. Zaman zaman bazı önemli ülkelerden toparlanma işaretleri gelirken, bir başka önemli ülke veya bölge duraklamaya giriyor, düşüşe geçiyor, krizden çıkışı engelliyor. On yıl oldu. Siyasî alanda ise, ekonomik krizin daha öncesinden, yaklaşık 2000 yılından beri, dünya sürekli direniş patlamalarına sahne oluyor: 2003'te Amerika'nın Irak saldırısıyla başlayan devasa uluslararası barış hareketi; Arap devrimleri; İspanya ve Yunanistan'da Podemos ve Syriza'nın yükselmesini sağlayan hareketler ve grevler; New York'tan Madrid'e, Madrid'den Kahire'ye yayılan işgal hareketleri... ve daha niceleri. Bir yandan ekonomik kriz, bir yandan direniş hareketleri, geçtiğimiz 15 yılın yoğun bir istikrarsızlık dönemi olmasına yol açtı. Bir iki yıldır bu durum daha da belirginleşti. İngiltere'de Avrupa Birliği'nden çıkma kararı veren referandum ve bunun yarattığı karmaşa, Amerika'da Trump'ın seçilmesi, ABD-Çin itişmesinin keskinleşmesi, bir dizi ülkede aşırı sağın parlamenter açıdan yükselişe geçmesi... Bütün bunlar kriz ve istikrarsızlığın en belirgin görüntüleri.
Kamu emekçileri savaşın faturasını ödemeye hayır diyor.
özgü bir ırkçılık değil, örneğin “Hayır” kampanyasının en çok görünen siyasi yüzü olan CHP de Suriyeli göçmenler konusunda bir ve aynı yaklaşıma sahip. CHP’nin Dış Politikadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz Şubat ayında yaptığı bir konuşmada şöyle söylemişti: “Türk askerleri Suriye El Bab’da şehit olurken, Türkiye’de askere alınabilecek yaşta Suriyeliler Türk kızlarıyla geziyor.” Sanki El-Bab’da Türk askeri olmasının sorumlusu iç savaştan ve zulümden kaçan Suriyelilermiş gibi CHP’nin bu önde gelen temsilcisi, Suriyelileri hedef gösterebiliyor.
ğıyla korkutarak sürdürüyor: “"Eğer parlamentoya 4 parti girerse, hatta 3 parti girse dahi kriz olur. Bunun için seçim kanunu değiştirmeleri lazım. Daraltılmış bölge sistemi gittikleri zaman parti sayısı otomatik olarak ikiye düşer. Diyarbakır'ı 13 bölgeye dönseniz, 13'ünden de HDP çıkar. Dar bölgede ana muhalefet partisi HDP oluyor. Dört maddeye dokundurtmayız diyorlar ama yarın 2019 seçim yapıldı, dar bölge sistemi geldi ve parlamento iki partiye indi. İktidarda AKP muhalefette HDP.”
Ya Kürtlere bakış!
“Yerli-milli hayırcılar”
“Hayır” kampanyasının içinden bazı “hayır”cılar, Kürt sorununda da benzer bir yaklaşıma sahip. AKP liderliğinin en net biçimde 2015 yılında kullanmaya başladığı “yerli ve milli” bakış açısına hevesle sahip çıkıyorlar.
Milletvekillerinin dokunulmazlık dosyası gündeme geldiğinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Anayasaya aykırı olmasına rağmen evet oyu vereceğiz” demişti. Ardından eklemişti: “Dokunulmazlık kalktıktan sonra bizi hapse atacaklarsa atsınlar. Gerçek demokrasiyi bu ülkeye getirmek için, gereken tüm bedeli ödemeye hazırız.”
Bunlar arasında Doğu Perinçek, hem anayasa değişikliğine karşı çıkıyor ama hem de HDP’ye! İki yıl önce “HDP, Türkiye topraklarının bir bölümü üzerinde bir başka devletin kurulmasını amaçladığını genel başkanının ve genel merkez yöneticilerinin ağzından ilan etmiştir ve bu yöndeki faaliyetin odağı haline gelmiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, HDP hakkında Anayasa Mahkemesine kapatma davası açma sorumluluğu ve göreviyle karşı karşıyadır." diyen Perinçek, geçtiğimiz sene de “HDP PKK’nın meclise soktuğu bir canlı bombadır." demişti. Aynı Doğu Perinçek, referandum kampanyasını hangi politik güdüyle örgütlemeye çalıştığını attığı şu tweetlerle kanıtladı: “Vatanseverlik rüzgârını arkasına alan, Halk Oylamasını kazanacaktır. Hayır için en güçlü enerji, vatanseverlik rüzgârıdır. Bu açıdan HDP ile işbirliği yapmak Türkiye’ye karşı da cinayettir, Halk Oylamasına karşı da cinayettir.” Başka “hayırcılar” da var Kürtlere ateş püsküren. Yine Sinan Oğan “Hayır” kampanyasını insanları HDP’nin varlı-
CHP evet oyu verdi ve bedeli ödeyenler HDP milletvekilleri, eşbaşkanları oldu. Hürriyet gazetesinden Ahmet Hakan, “Hayır” kampanyasının en etkili beş figürünü yazdı. Bu isimler, Deniz Baykal, Metin Feyzioğlu, Muharrem İnce. Dördüncü sırada Ergenekon ve balyoz davalarından yatan askerler, beşinci sırada da MHP’den ihraç edilenler var. En az “Evet” liderliği kadar “yerli ve milli” olan, HDP’ye, Kürtlere bakışı, Ermeni soykırımı meselesine yaklaşımı bu liderlikten daha farklı olmayanlarla vereceğimiz oy dışında hiçbir ortak noktamızın olmayacağını söylemek, “Hayır” kampanyasını bölmek değildir. “Özgürlükçü bir hayır” için kampanya yapanlar zaten bu cephenin bir parçası değildir.
Trump ve Brexit oyu, dönemin bir "sağa kayış" dönemi olarak yorumlanmasına yol açıyor, ama bu eksik bir yorum. Trump'a oy verenler de, Avrupa'dan çıkalım diyen İngilizler de, sistem karşıtı bir ses çıkarmayı amaçlıyordu. Egemenler Clinton'ı istiyordu, Avrupa'dan çıkmamak istiyordu. Yoksulların, sisteme yabancılaşan milyonların tepkisi şöyle oldu: "Öyle mi? O zaman biz de tersine oy kullanırız!" Kriz ve istikrarsızlık dönemlerinde, sistemin kendilerine hiçbir şey vermediğini, hiçbir gelecek vaad etmediğini algılayan büyük kitleler ne yapar? Örgütlü bir mücadeleyle krizi kendi çıkarları doğrultusunda çözmek için harekete mi geçerler? Evet, bazen öyle. Ama bazen tersi de olur. Umutsuzluk ve çaresizlik duygularıyla, iyice geri, iyice sağcı çözümlerden medet umanlar da olur. Çoğu zaman da, kısmen öyle, kısmen öyle olur. Günümüzün tanımlayıcı özelliği bu. Sağdan, Trump'tan, Fransa ve Hollanda'da faşist partilerden medet umanların sayısı az değil. Bu nedenle sosyalistler Kanada'dan Güney Kore'ye, her yerde ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı gösteriler düzenliyor. Sağa kayan kitlelere, başka bir alternatif olduğunu göstermek için. Biz Türkiye'de neyle karşı karşıyayız? Milliyetçilik temelinde bir AKP-MHP ittifakı. Suriyeli göçmenlere ırkçılık yapan bir CHP. Asıl biz ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı gösteriler yapmalıyız!
8
GELENEK
APARTHEİD REJİMİNİ TARİHE GÖMEN SİYAH ÖFKE
Soweto protestoları, 16 Haziran 1976. ÇAĞLA OFLAS
Güney Afrika tarihinin uzun bir dönemi “Aparthaeid” adı verilen, beyazlardan oluşan azınlığın ülkenin geniş bir kesimini oluşturan siyahlar üzerinde ekonomik, sosyal ve politik güç kullandığı ırk ayrımcı bir rejimden oluşmakta. Güney Afrika’ya gelen Hollanda asıllılar, İngilizler ve Kıta Avrupa’sından gelen sömürgeci güçler, ganimetleri ülkelerine taşımak yerine bölgeye yerleştiler. Kendilerini Afrikanerler olarak adlandıran beyazlar ülkenin zengin topraklarını ve madenlerini işlettiler. Aynı süreçte İngiltere ve Afrikanerler arasında yapılan savaş sonucunda 1910 yılında Güney Afrika Birliği kuruldu. 1961’de yeni anayasa ile Güney Afrika Cumhuriyeti ilan edildi. II. Dünya Savaşı'nın ardından ülkede azınlıkta olan beyazlar, hakimiyetlerini Ulusal Parti önderliğinde genişletti. 1948 yılında iktidara gelen Ulusal Parti Apartheid politikalarını uygulamaya koydu. Bu politikalar doğrultusunda parlamentodan pek çok ırkçı yasa kabul edilerek hayata geçirildi. Karma evlilikler yasaklandı. Tüm siyahlar için kimlik benzeri belge taşımak zorunluluğu getirildi. 3,5 milyon siyah yaşadıkları yerlerden sürülerek, ekonomik ve sosyal altyapıları olmayan bölgelerde yokluk içinde yaşamaya zorlandı. Eğitimde fırsat eşitsizliği kural haline getirildi. Siyahların eğitimi için beyazlara oranla daha az bütçe ayrıldı. Güney Afrika ulusal mücadelesi Çeşitli yerli topluluklarının şeflerinden, toplumsal örgütlerin ve kilise temsilcilerinden oluşan Güney Afrika Yerli Kongresi
1912 yılında kuruldu. 1923 yılında Afrika Ulusal Hareketi(ANC)’ne dönüştü. ANC yerli halkın topraklarından kopartılarak madenlerde çalıştırılması için çıkartılan arazi kanununa karşı siyahların dolaşım hakkını kısıtlayan pasaport kanununa karşı mücadele yürüttü. Madenci grevlerine destek verdi. ANC tarafından düzenlenen şiddet içermeyen geniş katılımlı protesto kampanyaları, sivil itaatsizlik eylemleri, rejimin ırkçı politikalara hız vermesi sonucu radikalleşmeye başladı. Özellikle Nelson Mandela, Oliver Tambo ve Walter Sisulu gibi isimler hareketin içinde sivrildiler. Hareket, grevler, boykotlar temelinde gelişen mücadele ve sivil itaatsizlik kampanyalarıyla kitleselleşti. Hintli, Asyalı ve melez işçilerden oluşan geniş işçi sendikaları ANC ile ortak eylemler düzenlediler. Irkçı rejime karşı beyazlara ait örgütlerin katılımıyla toplanan Halk Kongresinde kabul edilen Özgürlük Sözleşmesi siyah hareketin temel metnini oluşturdu. Irkçı rejime meydan okuyan kongrede; topraksızlara toprak verilmesi, siyah halka ikamet ve serbest dolaşım hakkı, iş ve can güvenliği, ırk ve milliyet ayrımı olmaksızın parasız ve zorunlu eğitim, asgari ücret belirlenmesi ve çalışma saatlerinin kısaltılması gibi pek çok talep sözleşmede yer aldı. Kongre sonrasında 156 ANC lideri devlete isyan ettiği gerekçesiyle tutuklandı. Grevler ve boykotlar Sharpeville Katliamı sonrasında yaşanan gelişmeler ANC için bir dönüm noktası oldu. Pasaport yasasını protesto etmek için düzenlenen gösteride kalabalığa ateş açılması sonucunda 69 kişi yaşamını kaybetti. Sonrasında binlerce insan tutuklandı ve
ANC yasaklandı. Bu olay sonrasında ANC liderliği silahlı mücadele başlattı. ANC'nin silahlı kanadının liderliğini üstlenen Mandela kısa sürede yakalandı. Ömür boyu hapis cezasına mahkûm edildi. 1970’li yıllarda ekonomik krizin de etkisiyle grevler ve öğrenci isyanları patlak verdi. 1973’de Durban Grevi sendikal hareketin gelişmesine yol açtı. Soweto’da 20.000 kişi büyük bir protesto yürüyüşü başlattı. Polisin kalabalığa ateş açması tüm ülkede büyük bir öfkeye ve geniş çaplı gösterilere yol açtı. Gösteriler bastırıldı. Ancak bu olay siyahların mücadelesine yeni bir direniş ruhu kazandırması açısından dönüşüm başlattı. Rejimin tüm saldırıları ve katliamlarına rağmen sokak gösterilerinin ardı arkası kesilmedi. Grev ve boykotlarda siyasi iktidarı hedefleyen talepler yer almaya başladı. Siyahların yaşadığı bölgelerde belediye ve devlet binaları basıldı. 300 bin maden işçisinin greve çıkması ve buna diğer sektörlerdeki kitle grevlerinin eşlik etmesiyle birlikte ırkçı rejimin de sonu geldi.1990 yılında ANC ve diğer siyasi örgütler üzerindeki yasaklar kaldırıldı ve müzakereler başladı. Nelson Mandela ve diğer liderler serbest bırakıldı. Irkçılık kaybetti, özgürlük kazandı Kuşkusuz ulusal hareketlerin benzer yönleri olmakla birlikte birbirinden ayrılan pek çok özellikleri var. Ancak her ulusal mücadeleden öğrenilmesi gereken tek bir ders var. Başka ulusları ezen ulusların emekçileri, ezen-ezilen ilişkisi ortadan kalkmadan özgürleşemez. Güney Afrika’da her türlü baskı ve zulümüm kaynağı olan ırkçı reji-
min yıkılması demokratikleşme açısından büyük bir kazanım oldu. Özgürlük ve demokrasi mücadelesinin öncülüğünü yapan ANC, tüm dünyada ezilen uluslara önemli bir emsal oldu. 1994 yılında işçi sendikalarının da desteklediği ittifakla iktidara geldiğinde ezilen tüm halkların simgesi haline dönüştü. 27 yıl hapiste yatan, terörist olmakla yaftalanan hareketin lideri Nelson Mandela Cumhurbaşkanı seçildi. Güney Afrika’nın siyah halkı günlerce coşkulu kutlamalar yaptı. Öte yandan Güney Afrika Ulusal mücadelesinin önderliğini oluşturan ANC ve liderliğinin mücadelesi azınlık olan beyazların egemenliğindeki ırkçı rejime karşıydı. Mücadele zaman zaman sistemi hedeflese de asıl olarak ırk ayrımcılığına karşıydı. Siyahlarla beyazlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı ırkçı rejim yıkılmıştı. ANC’nin iktidara gelmesiyle birlikte siyahlar ve beyazlar eşit haklara sahip oldular. Eğitim, sağlık ve konut olanaklarına kavuştular. Ancak kapitalizmin temel sorunu eşitsizlik ve yoksulluk sona ermedi. Hükümete gelen ANC liderliği Özgürlük Sözleşmesini hızla unuttu ve yeni liberal politikaların uygulayıcısı haline dönüştü. Güney Afrika'da bugün nüfusun üçte ikisi yoksulluk sınırının altında yaşıyor, eşitsizlik açısından dünyanın sondan ikinci ülkesi, nüfusun yüzde 25'i işsiz. Buna karşılık 2012 yılında ülke büyük grevler ve işçi eylemleriyle sarsıldı. ANC hükümeti grevci maden işçilerine saldırdı ve çok sayıda madenciyi öldürdü. Dünyanın en ırkçı rejimini yıkan işçi sınıfı şimdi ANC hükümetiyle karşı karşıya.
İŞÇİ GÜNDEMİ
AKBANK ÇALIŞANLARININ GREVİNE DE YASAK
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
ASIL KRİZ İŞSİZLİKTE AKP Hükümeti işsizlikte rekor kırmaya devam ediyor. Özellikle 2016 Temmuz ayından itibaren OHAL ilanı ile birlikte işsizlik sürekli artıyor. 2016 yılında 700 bin kişi işsiz sayısına eklendi. Hâlbuki 2015 yılında işsiz sayısı sadece 60 bin kişi artmıştı. 2015 Aralık ayında işsiz sayısı 3,2 milyondu. 2016 Aralık ayında 3,9 milyona yükseldi. Çalışmak isteyen her 4 gençten biri işsiz. Genç işsiz sayısı 1,2 milyon oldu. Kadınlar arasında işsizlik oranı çok yüksek, işsiz kadın sayısı 1,5 milyona (yüzde 16) yükseldi. Yüksek öğrenim görmüş işsiz sayısı 1 milyona yaklaştı. 2006 Aralık ayında 2,1 milyon olan işsiz sayısı krizin etkisiyle 2009 Mart ayında 3,4 milyona (yüzde 12,6) tırmanmıştı. Daha sonra 2011 yılında 2,2 milyon seviyesine (yüzde 9) kadar gerileyen işsiz sayısı 2016 Aralık ayında rekor kırarak 3,9 milyona (yüzde 12,7) yükseldi. Son 10 yılda işsiz sayısı 1,8 milyon arttı. Bütün bu rakamlar dar anlamda işsizlik sayıları. Bir de iş aramadığı halde “iş bulsam çalışırım” diyen, iş bulmaktan ümidini kestiği veya çok kısa süreli olsa da çalıştığı için işsiz sayılmayan, sayısı 3 milyona yakın önemli bir kesim var. Bu kesimi de rakamlara dâhil ettiğimizde işsiz sayısı 7 milyona yaklaşıyor.
Grev kararı bir çok ilde şubelere asıldı.
OHAL’de işçi haklarını çiğneyen ve
patronların çıkarlarına hizmet eden hükümet bir yasağa daha imza attı. 1,5 yıldır zam ve sosyal haklarını alamayan Akbank çalışanlarının grevi, Bakanlar Kurulu kararıyla 60 gün ertelendi. Fiili grev yasağının gerekçesi, “ekonomik ve finansal istikrarı bozucu görünmesi.” Türkiye’nin en büyük 4. bankasında grev kararı, 22 gündür süren toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşmazlığın üzerine işyerlerine asıldı. Banksis sendikasında örgütlü olan Akbank çalışanlarının talepleri şunlardı: n Hiçbir yöneticinin keyfi tutumuyla işten atılmak istemiyoruz.
n Toplu sözleşmeden tüm Banksis çalışanları yararlanmalıdır. n Akbank çalışanları, bankayı Türkiye’nin en karlı ve verimli bankası yapmıştır. Performans adına işten atılmak değil insanca bir refah payı istiyoruz. 1,5 yıldır yapılmayan maaş zamlarını ve yerine getirilmeyen sosyal hakları talep ediyoruz. n Tehdit ve cezaya dayalı performans yönetim sistemini reddediyoruz. n Kişi başına karlılıkta birinci olan Akbank çalışanları, işyerine bağlılık ve mutlulukta ilk dört sırada bile değildir. Bunların hepsi insanca bir yaşam isteyen işçilerin hakkı. Fakat hükümet işçi maaşlarına zam yapılmasını ve iş güvenliğinin sağlanmasını ekono-
mik istikrarın bozulması olarak görüyor. Bu ekonomik istikrarın, düşük maaşlar, güvencesiz çalışma yani işçi sınıfının sömürüsü ve baskı üzerinde yükseldiğinin de bir itirafı. Sabancı Holding’e ait Akbank, çalışanlar sırtından devasa karlar elde ederken, onlara insanca yaşayacak bir ücreti çok ve tehlikeli görüyor. Hükümet her işyeri mücadelesinde olduğu gibi Akbank’ta da patronlardan yana. Metal fabrikalarındaki grev de hükümet tarafından 60 gün ertelenerek fiilen yasaklanmış, fakat işçiler yine de grev yaparak haklarını kazanmıştı. Akbank’ta da çözüm aynı: Grev yasağı, grev yaparak aşılır.
Aralık 2016 işsiz sayısı, kriz dönemi dâhil Türkiye’deki en yüksek işsiz sayısıdır ve bu sayının 2017’de de artması beklenmektedir. İşsizlik sigorta başvurularının 2016’da aylık 123 bin iken, 2017 Ocak ayında 158 bine yükselmesi bunu göstermektedir. Hükümetin OHAL ilan etmesi ve uyguladığı baskı politikaları bugün yaşanan ekonomik krizin ve işsizliğin artmasının önemli sebeplerinden biridir. İşsizlik rakamlarının OHAL ilanı ile başlayan istikrarlı yükselişi bunu açıkça göstermektedir. İşsizlik sorununa karşı işçi sınıfının tüm kesimleri birlikte mücadele etmelidir. Ücretler düşürülmeksizin işgünü kısaltılmalı, fazla mesailer kaldırılmalıdır. Herkese en az bir ay ücretli yıllık izin hakkı tanınmalı, kamuda personel açığı derhal kapatılmalıdır. Kadın istihdamının artırılması için işgücü piyasalarındaki cinsiyetçi uygulamalara son verilmelidir. Sendikalar işsizlerle dayanışma sağlamalı, hükümetin OHAL’i bir an önce sonlandırması için baskı yapmalıdır.
İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Petrol-İş Sendikası İstanbul 1 No’lu Şube’nin örgütlü olduğu Polimer Kauçuk’ta (eaton) iş sözleşmesi görüşmelerinin tıkanması üzerine grev kararı sendika yöneticileri tarafından fabrika ilan panolarına asıldı.
ve 52 günlük ikramiye teklifini oyluyor.
n Göztepe’deki Emaar Square şantiyesinde taşeron firmada çalışan 5 işçi tazminatsız işten atılınca, aynı şantiyede sendika üyesi 44 işçi iş bırakarak direnişe geçti.
n Sosyal medya üzerinden örgütlenerek Ankara'ya gelen taşeron işçileri Sakarya Meydanı'da bir açıklama yaparak kadro talep etti.
n Balıkesir’de Esas Holding’e ait AVM inşaatında çalışan işçiler, ödenmeyen ücretleri için iş bırakınca işveren tarafından işten atıldılar. Polimer Kauçuk işçileri, grev ilanını asarken.
n İzmir’de grev sürecindeki İZENERJİ işçileri, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin yüzde 13 zam
n İstanbul Tabip Odası ve TTB öncülüğünde 14 Mart Tıp Bayramı vesilesiyle düzenlenen yürüyüşte, hekimler referandumda sağlık politikalarına karşı “Hayır” diyeceklerini söyledi.
n KESK üyeleri ihraçlara karşı Türkiye’nin birçok yerinde eylemlerini sürdürdü. Kamu emekçileri Aydın’da polis saldırısına uğradı. n Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'nın ihraçlara karşı açlık grevindeki 9. gününde gözaltına alındılar.
10 YORUM
ÇİN’DEKİ MÜCADELELERİN ETKİSİ HER YERDE GÖRÜLÜYOR
TOPLANTI DUYURULARI
23 Mart Perşembe 19:00 KADIKÖY
İŞSİZLİĞE ÇÖZÜM BAŞKANLIKTA MI? Konuşmacı: ERDAL BAYRAKTAR Serasker Caddesi, No:88, Kat:3, Nergis Apt. (Merve İletişim'in üst katı)
ŞİŞLİ
APARTHEİD REJİMİNİ YIKAN SİYAH ÖFKE Konuşmacı: ÇAĞLA OFLAS Nakiye Elgün sokak, İkbal Apt., No: 32/3 OSMANBEY
24 Mart Cuma 19:00
Fabrikalardaki mücadelenin sokağa taştığı yıl 2016. Kadın işçiler insanca yaşam için protestoda. ALEX CALLİNİCOS
Küreselleşme, ücretlerin dünya çapında en yoksul ülkelerdeki ücret düzeyine çekildiği bir “dibe doğru yarış” anlamına mı geliyor? Ekonomist Richard Freeman’ın analizi çoğu kez bu fikri desteklemek için kullanılıyor. On yıl kadar önce “Büyük İkiye Katlanma” adını verdiği bir olgu hakkında bazı makaleler yazmıştı. Freeman bununla Çin, Hindistan ve eski Sovyetler Birliği devletlerinin dünya pazarıyla tam bütünleşmesi ile artan küresel emek gücünü kastediyordu. Eğer onlar sistemin dışında kalsalardı 2000 yılında küresel emek gücü 1,46 milyar kişi olacaktı. Onlarla birlikte ise bu rakam ikiye katlanarak 2,92 milyara ulaşıyordu.
bütün Latin Amerika ülkelerinden daha fazla ve Avro bölgesinin zayıf ülkelerindeki ücretlerin %70’i düzeyinde.” Yani Freeman makalelerini paylaştığından beri, 2005-1016 döneminde Çin’in üretim sektöründeki ortalama saatlik ücretler üç katına çıktı. Ancak ücretler Brezilya, Meksika, Güney Afrika ve en hızlı şekilde olmak üzere Portekiz’de azalarak saatlik 5,15 sterlinden 3,68 sterline geriledi. Bu durum üç sürecin birleşiminin sonucuydu.
Onun vardığı sonuç bu gelişmenin “küresel emek gücünün iki katına çıkmasının, şirketler için yeni, düşük ücretli çalışan arzı yaratarak hem gelişmiş ülkelerdeki hem de pek çok gelişmekte olan ülkedeki işçinin pazarlık gücünde bir zayıflamaya neden olduğuydu.” Ancak araştırma grubu Euromonitor’in son zamanlarda yaptığı bir çalışma, çok daha karmaşık bir sürecin yaşandığını gösteriyor.
İlk olarak Çin küresel imalatta, en önemli merkez hâline geldi. Bu durum kısmen uluslararası şirketlerin doğrudan dış yatırım yapıp, Çin’de iştirakler kurmasından kaynaklandı. Ancak John Smith’in önemli kitabı 21.yüzyılda Emperyalizmde işaret ettiği gibi, uluslararası şirketler çoğu zaman Küresel Güney’deki üretimlerinde diğer şirketleri taşeron olarak kullanmayı tercih ettiler. Amaç maliyetleri alt yüklenicilere ve işçilere yüklemekti. Tayvan şirketi Foxconn klasik bir örnek. Şirket Apple ürünlerinin montajını yapan işçilere davranış şekli yüzünden epeyce eleştiri aldı.
Araştırma sonuçları Financial Times gazetesinde özetlendi; “Çin’deki maaşların üç katına çıkmasını sağlayan on yıllık bir büyüme döneminin ardından, Çin’deki ortalama ücretler Brezilya ve Meksika gibi ülkelerdeki seviyenin üzerine çıktı ve giderek Yunanistan ve Portekiz’in seviyesine yaklaşıyor. Çin’in bütün emek gücü ele alındığında, saatlik ücretler Şili hariç
Çinli işçilerin böyle koşullara karşı direnişi maaşların artmasına katkıda bulundu, bu artış sadece imalatta değil tüm sektörlerde gerçekleşti. Ancak Çin sanayisi de giderek daha gelişmiş hâle geliyor, verimlilik ücretlerden daha hızlı artıyor. İmalat sanayi artık her zaman aşırı düşük işçi ücretlerine bel bağlamak zorunda değil. Şirketler çoğu kez daha eğitimli işçileri-
ni tutabilmek için onlara daha fazla ödemeyi daha kârlı buluyor. İkincisi, Çin’in gelişimi Brezilya ve Güney Afrika gibi daha gelişmiş Güney ekonomileri üzerinde bir basınç yaratıyor. Buradaki firmalar daha ucuz ve daha verimli Çinli rakipleriyle rekabet edebilmek için ücretleri sıkıştırıyorlar. Son olarak benzer bir süreci Güney Avrupa’da da görüyoruz. Buradaki imalat sanayi giderek artan bir şekilde Çin ve diğer “gelişmekte olan pazar ekonomileri” ile rekabet ediyor. Ücretler üzerindeki bu aşağı yönlü basınç, avro bölgesinin egemen güçlerinin Yunanistan ve Portekiz gibi ülkelere dayattığı kemer sıkma politikaları tarafından da pekiştiriliyor. Portekiz imalat sektöründeki ücret düşüşüne, kronik kitlesel işsizlik ve talep eksikliği de katkıda bulunuyor. Patronların Batılı ve Çinli işçileri birbirine düşürmesini engellemek istiyorsak, hem kalkındırma hem de yoksullaştırma içeren bu karmaşık süreci anlamak önem taşıyor. Çinli işçilerin maaşlarını on yılda üç katına çıkarmaları dünya işçi sınıfının tümü için ileri bir adım. Bu hiçbir şekilde kaçınılmaz değildi. İşçilerin basıncı olmasaydı Çin devleti ve patronlar harekete geçmeyecekti. Aynı şekilde ücretlerin baskılanmasına karşı direnmekte başarısız olan başka yerlerdeki işçi hareketlerinin durumu da kaçınılmaz değil. Birbirimizden ne kadar çok şey öğrenirsek, o kadar güçlü bir şekilde saldırıya geçebiliriz.
FATİH
TÜRKLEŞTİRME DÖNEMİ: MÜBADELE, TRAKYA OLAYLARI, 6-7 EYLÜL Konuşmacı: RONİ MARGULİES Ehhiba Cafe, Haydar Bey Caddesi, Fatih
ONLİNE HABER YORUM TEORİ MARKSİST.ORG
AKTİVİZM 11
G20’DEN İKLİM İÇİN YİNE BİR İRADE ÇIKMADI
G20 liderlerinin umursamadığı iklim değişikliği yoksulları vuruyor.
Dünya ekonomisinin %80’ini oluşturan devletlerin bir araya geldiği G20 zirveleri uzun zamandır ekonomik ve ekolojik krize çözüm bulmaktan uzak bir şekilde sonuçlanıyor. 17 Mart’ta Almanya’da biraraya gelen Maliye Bakanları zirvesi de küresel ısınma krizi yönünde hiç bir somut karar alamadan sona erdi. Bu seferki zirvenin özelliği, zirveye, iklim değişikliğine inanmadığını ve çevre meselelerine ayrılan finansmanı kısacağını söyleyen ABD Başkanı Trump faktörüydü. Devletler iklim değişikliği ile mücadelede finansman ayırma konusunda bir karar alamadılar. Önceki yıl yapılan zirvenin aksine iklim değişikliği konusunda küresel bir mücadele çabası olarak ortaya çıkan Paris Antlaşması’na da herhangi bir atıfta bulunulmadı. Kapitalizm 2008 yılından beri ekonomik krizden bir çıkış yolu bulamıyor. Devletler arası rekabet Trump gibi serbest ticaret karşıtı birinin ABD Başkanı olması ile daha da kızıştı. Trump açıkça Çin ile rekabeti engelleyen iklim değişikliği antlaşmalarından çıkacağını ve serbest ticareti sınırlandıracağını söyleyerek korumacı politikalara dönüşten söz ediyordu. G20 zirvesinde bu nedenle her devletin kendi ulusal sanayilerini korumaya yönelik ted-
birler almasını engelleyecek hiç bir karar alınamadı. Almanya Maliye Bakanı Schaeuble bu konuda gelen eleştiriler üzerine "Korumacılığa karşı olduğumuz konusunda tamamen anlaşamamış değiliz. Ancak korumacılığın her bakan için ne anlama geldiği çok açık değildi" diye konuştu. Bakanlar ekonomi ve küresel ısınma ile mücadele konusunda uzlaşmaya varamezken, 59 yıldır karbondioksit salınımı oranlarını açıklayan Çevresel Sistem Araştırma Laboratuvarı, 2015 ve 2016 yıllarında milyonda 3 parçacık ile rekor salınım gerçekleştirildiğini duyurdu. Geçtiğimiz sene Eylül ayında bilim insanları atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun milyonda 400 parçacık eşiğini geri dönülemez bir şekilde geçtiğini duyurmuştu. Bu küresel ısınmanın artık durdurulamayacağı anlamına gelmesine ragmen en azından sıcaklığın daha fazla artmaması konusunda devletler hala hiç bir somut atamıyor. Kapitalizmin rekabete dayalı sistemi, insan yaşamı ve doğadan çok kâr oranlarını ve sermaye birikimini temel alıyor. Bu nedenle gezegenin ve tüm canlıların yaşamını savunmak kapitalizme karşı mücadele etmekten geçiyor.
MARKSİZM 2017 KÜRESEL DİRENİŞİN FİKİRLERİ
19-23 NİSAN İSTANBUL
TOPLANTILAR CEZAYİR SALON'DA YAPILACAKTIR. HAYRİYE CADDESİ NO: 12 - BEYOĞLU
ÖNE ÇIKAN Can Irmak Özinanır
DEMOKRASİ EZİLENLERİN KAZANIMIDIR Modern devletin gelişimi, kapitalizmin gelişimi ile el ele gitmiş. Bu gelişim çoğu zaman kapitalizm ile demokrasi arasında kopmaz bir bağ var gibi görünmesine, “normal” koşullarda burjuvazinin aslında demokrasi istediği gibi bir yanılsamaya yol açmış. Oysa burjuvazinin, kendisinden önceki egemen sınıfla iktidarı paylaşma isteği, daha sonra da iktidarı bütünüyle kendisine talep etmesi dışında ciddi bir demokrasi talebi olduğundan bahsetmek mümkün değil. Biz sosyalistlerin “burjuva demokrasisi” dediğimiz sistem içinde genel oy hakkından, kadınların oy kullanmasına, sekiz saatlik iş gününe demokratik bir içeriğe sahip olan tüm yasalar ve uygulamalar aşağıdakilerin, yoksulların, dışlananların mücadelesi ile kazanıldı. Egemen sınıf aşağıdakilerin bu baskısının olmadığı koşullarda burjuva demokrasisine dâhi tahammül edemediğini bugünlerde pratikte gösteriyor. Türkiye’de ve dünyadaki otoriter yönelim aynı zamanda kapitalizmin kendi krizini ezilenlerin kazanımlarını yok etme yönündeki çabasını da gösteriyor. Türkiye’de otoriterizmin, milliyetçiliğin ve ırkçılığın gündeme oturduğu, doğallaştığı bu yerli-millî atmosfer geçmişteki kazanımların kökeninin ne olduğu üzerine yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Geriye dönük 10 yıllık bir süreçte Ermeni soykırımının sokaklarda kitlesel olarak anılabilmesi, LGBTİ+ Onur Yürüyüşlerinin kitleselleşmesi, barış süreci gibi bir sürecin başlayabilmiş olması, Kürt sorununun her yerde açıkça konuşulabilir olması gibi ezilenlerin hareket alanını genişleten gelişmeler iktidarın bir lütfu muydu? Bu soruya duraksamaksızın “Hayır” cevabını vermek lazım. Demokrasinin en ufak zerresi bile muktedirler tarafından bahşedilmedi. AKP iktidarı, 27 Nisan muhtırasından, 367 kararına kadar kendisine dönük devletin içinden (çoğu bugünkü müttefiklerinden) gelen çeşitli antidemokratik girişimleri göstererek demokrasinin alanını genişleten çeşitli adımları kendi hanesine yazmaya çalıştı. Bunda büyük oranda başarılı da oldu. Oysa asıl kazanımlar 2003’te AKP’ye rağmen Irak Savaşı’na direnenler, 2007’de Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından “Hepimiz Ermeniyiz” diye yürüyüp ardından ırkçılığı ve milliyetçiliği her düzeyde teşhir etmeye çalışanlar, Ermeni soykırımına karşı “Özür Diliyoruz” diyerek sokağa çıkanlar, yıllarca kimlikleri bile tanınmazken tanınma ve barış mücadelesi veren Kürtler, 1990’lı yıllardan bu yana “buradayız, varız” diyen LGBTİ+ aktivistleri, bu toplumun dışlananları ve yoksulları tarafından elde edildi. AKP’nin böbürlene böbürlene anlattığı başörtüsü serbestisi de AKP’li erkekler kendilerine “henüz zamanı değil” derken yıllar boyu var olma mücadelesi veren kadınların kazanımıydı. AKP’nin ilk fırsatta ezilenlerin bu kazanımlarına karşı kendisine Bahçeli gibi ortaklar bularak saldırması demokrasinin gerçek sınıfsal niteliğini gösteriyor. Bu sadece Türkiye’de böyle değil. ABD’de savaştan bıkan kitlelerin oyunu alarak daha “incelikli” bir emperyalist strateji izlemek durumunda kalan Obama’dan, bugün sivillerin de savaşta hedef alınabileceğini açıkça savunan Trump’a gelen çizgi aşağıdakilerin demokrasi mücadelesinin sürekliliğinin önemini gösteriyor. Demokrasi ezilenlerin kazanımıdır, ezilenler tarafından savunulmalı ve ezilenlerin demokrasisini kurmayı hedeflemelidir.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
YAŞAM İÇİN HAYIR
Kazdağları köylüleri, maden şirketini protestosunda. NURAN YÜCE
Daha geçtiğimiz hafta Yeni Zelanda’da Whanganui isimli bir nehir ‘canlı varlık’ olarak tanınarak hukuki statü verildi. Nehrin hakları mahkemelerde temsil edilebilecek ve şimdiye kadar uğradığı zararlar için de 80 milyon dolar tazminat ve temizlenmesi için 30 milyon dolar fon ayrılmasına kararı verildi. Doğal bir varlığa hukuki bir şahsiyet kazandırmak, haklarını tanımak buradan bakınca neredeyse imkansız, hatta düşünmesi bile mümkün olmayan bir durum değil mi? Oysa bu kararın alınmasında rol alan gerekçe çok sağlam: “Whanganui’nin iyiliği insanların iyiliğidir”. Öncelikle bu kararın alınmasını sağlayanların ellerine sağlık. Çok önemli ve doğru bir karar. Eğer soluk alınabilecek temiz hava, içilebilecek su, ekip biçilecek toprak yoksa yaşayamayız. Bu temel ve inkâr edi-
lemez bir gerçeklik ve kendimizin, çocuklarımızın bir geleceği olsun istiyorsak bunun tek yolu ağacın, suyun, kurdun, kuşun hakkını kendi hakkımız gibi korumak, kollamak, garanti altına almak. Ama Türkiye’de işler tam tersi yönde ilerliyor. Geçtiğimiz 14 yıllık AKP hükümetleri sırasında çevresel açıdan uğradığımız yıkımın boyutu çok büyük. Bu yıkımı daha da hızlandıracak, oldu bittiye getirecek yeni düzenleme ise referandumla getirilmeye çalışılıyor. AKP yeni anayasa önerisini gerekçelendirirken sistem tıkanıyor, hızlı karar almamız önünde engel oluşturuyor derken çevre alanında doğayı koruyan ÇED’lerin, itirazların ekonomik yatırımların önünü tıkadığından şikâyet ediyor. Oysa AKP’nin 14 yıllık hükümetleri döneminde olup bitene kısaca bir bakalım, ormanın, suyun, toprağın şirketlerin emrine
BİR GECEDE 6 BİN AĞACA KIYDILAR 2014 yılının Kasım ayında Yırca’da termik santral yapımı için bir gece yarısı tam 6 bin zeytin ağacını kestiler. Termik santral projesinin durdurulmasına ilişkin dava açılmış olmasına rağmen, mahkemenin kararını beklemeden, ağaçları korumak isteyen köylülere Kolin şirketinin güvenlik görevlileri saldırdı ve ağaçları kestiler. Ertesi gün açıklanan mahkeme kararında projeyi durdurun, ağaçları kesemezsiniz diyordu. 16 Nisan günü evet çıkması işte bu durumun çok daha yaygınlaşması yol açacak. Zeytin o bölgedeki insanların geçim kaynağı ama sadece geçim kaynağı değil, kendi elleri ile diktikleri büyüttükleri çocukları gibi gördükleri ağaçlar aynı zamanda çocuklarının gelecekleri demek. Aslında sadece orada yaşayanların çocuklarının değil hepimizin geleceği demek.
nasıl verildiğini hatırlayalım. Kadük parlamentoyu daha da kadük hale getirecek yeni anayasa ile şirket gibi çalışan bir devlet mekanizması, mekanizmanın başında da Tayyip Erdoğan yer almak istiyor. Bu değişiklik sadece devlet organları arasında yetki dağılımı değişikliği değil, vatandaşlar olarak sözümüzün hiç kale alınmaması anlamına geliyor. 80. Madde Başkanlığın özeti gibi OHAL koşullarında KHK ile Madde 80’i geçirdiler. Madde 80 ile hükümetin stratejik yatırım kabul ettiği projelere (bunlar maden, nükleer, termik santral, köprüler olabilir) istendiği yerde tüm denetim mekanizmalarının dışında tutularak, şirketlere her türlü maddi teşvik sağlanarak yapabilme yetkisi veriyor. OHAL’i ilan ettiklerinde “OHAL vatandaşa değil, devlete karşı uy-
KÖMÜR KARASINA BOĞDULAR Dünya Sağlık Örgütü hava kirliliği için “görünmez katil” diyor. Akciğer kanserine bağlı ölümlerin yüzde 36’sı, KOAH’a bağlı ölümlerin yüzde 35’i, inmeye bağlı ölümlerin yüzde 34’ü ve kalp hastalıklarına bağlı ölümlerin yüzde 24’ü hava kirliliği yüzünden. Hava kirliliği ölçümlerinde Dünya Sağlık Örgütü, AB ve Türkiye Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın standart değerleri olmak üzere 3 farklı standart var. Örgütün standart değerlerine göre Türkiye’de havası temiz tek bir şehir, AB kriterlerine göre 18, Bakanlık kriterlerine göre ise 41’e çıkıyor. Bu verilerden de anlaşılacağı üzere Türkiye’de havası temiz demek için kriterler aşağıya çekilmiş durumda. Ama nerden bakarsanız
gulanacak” demişlerdi. Acaba Madde 80 ile hangi darbecinin yakalanacağı, darbe koşullarının nasıl bertaraf edileceği düşünülüyor? Bu maddenin ne darbecilerle ne de darbe koşullarının geriletilmesi ile bir ilgisinin olmadığı çok açık. Şimdi yeni anayasa ile KHK çıkarma yetkisi Cumhurbaşkanı’na veriliyor. Tayyip Erdoğan “tek bir dikili ağaçları yok, kalkıp bize çevrecilik taslıyorlar, asıl çevrecinin daniskası biziz” diyerek doğayı ve doğrudan ister kentte olsun ister kırda kendi yaşam hakkını savunanları yok saymaya çalışıyor. 16 Nisan referandumunda evet çıkması halinde başında Tayyip Erdoğan’ın olduğu ‘kalkınma’ projeleri çevresel yıkım daha da artıracak. Ama bu yıkımları durdurmak için zaten yetersiz olan, ÇED süreçlerine dahil olma, dava açma gibi itiraz mekanizmalarımız iyice elimizden alınmış olacak.
bakın ülkenin şehirlerinin havası kirli. Türkiye’de yalnızca kömürlü termik santrallerin neden olduğu hava kirliliği nedeniyle her yıl en az 2 bin 876 erken ölüm, 4 bin 311 hastaneye yatış ve 637 bin 643 işgünü kaybı yaşanıyor. Termik ile Yırca’daki zeytinler, Ilısıu barajı ile Hasankeyf, maden ile Cerattepe ve daha çoğu yok ediliyor. Bütün bunlara göz yummak istemiyorsak yeni anayasa değişikliğine hayır demek bir başlangıç olacak. Bu ülkede Whanganui nehrinin tanınan hakları gibi ormanın, suyun, canlıların yaşam haklarını tanıyan düzenlemeler maalesef yok. Yok ama daha fazla yok edilmesine izin vermeyelim. Doğal varlıklar ve biyoçeşitlilik yoksa bizimi de olmayacağımızı fark ederek daha fazla yaşam demek için “Hayır!” diyelim.