Sosyalist işçi 594

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

594

29 Mart 2017 3 TL. sosyalistisci.org

4 KİŞİLİK BİR AİLENİN AÇLIK SINIRI 1481 TL ASGARİ ÜCRET 1404 TL, MiLYONLARCA İNSAN AÇ

ÇÖZÜM BAŞKANLIK DEĞİL MÜCADELE

HAYIR! 2017

MARKSİZM

DSiP

19-23 NİSAN İSTANBUL CEZAYİR SALON


2

GÜNDEM

SAVAŞ POLİTİKALARINA HAYIR “O İŞ BİTME”MELİ

Türkiye ordusunun Musul’da önü Irak hükümeti tarafından kesilmişti. Menbiç’te de ABD ve Rusya ordusu tarafından durduruldu. İki büyük ordu, askeri üsler kurarak Suriye’nin kuzeyine yerleşirken Fırat Kalkanı harekâtı için de bir gerekçe kalmadı. Buna rağmen askeri birlikler hala sınır ötesinde tutulurken, Cumhurbaşkanı ve hükümet hiçbir şey olmamış gibi referandum kampanyasına devam ediyor. Demek ki Suriye’de ve Irak’ta savaşın gerekçesi sınır temizliği değilmiş. Evet, Türkiye sınırları IŞİD’den temizlendi. Suriye’de hızla bir Kürt yönetimi şekillenip, ABD ve Rusya desteğiyle düzenli bir ordu kurmaya başlarken, eğer Türkiye müttefik olduğu iki büyük devletle savaşa girmeyecekse burada bir gerginlik hattının anlatılanlarla bir ilgisi yok. Savaş olduğu sürece ordu merkezde 15 Temmuz darbesi halk tarafından yenilmiş, ordunun tepeden tırnağa darbeye bulaşmış ve bürokrasinin güvenilmez olduğu bir noktada Fırat Kalkanı başlatıldı.

Cumhurbaşkanı Haber Türk’te yaptığı röportajda, çözüm süreciyle ilgili şunları söyledi: “Çözüm süreci geçmişte kaldı. Artık bu noktada oturup konuşacağımız kişi ortada yoktur, bitti o iş.” Halbuki “o işin bitmesi”nin bedeli bütün topluma çok pahalıya patladı. Binlerce insan öldü, askeri yatırımlar arttı, milliyetçilik ve ırkçılık geçer akçe haline geldi, şehirler yıkıldı, batıda da kent merkezlerinde bombalı saldırılarda yüzlerce insan yaşamını yitirdi, ekonomik olarak fakirleştik, binlerce insan yerinden yurdundan oldu, darbeciler kendilerine çatışma ortamında güçlü bir zemin buldu ve 15 Temmuz’da darbeye kalkıştılar. En kötüsü ise binlerce insanın ölmesi ve demokratik siyaset kanallarının tıkanması. Erdoğan, “Artık bu noktada oturup konuşacağımız kişi ortada yoktur” diyor. Oysa, 2013 yılında ilan edilen çözüm sürecinde oturulup konuşulan tüm aktörler, hala yerlerindeler. Tek değişiklik, HDP üyelerinden oluşan İmralı heyetinin ya hapiste olması ya da tutuksuz yargılanıyor olması. HDP defalarca ilan etti, üstelik son Newroz kutlamalarında 2013 ruhuna dönmek gerektiği konusunda Osman Baydemir de Ahmet Türk de vurgu yaptılar. Erdoğan konuşmasına, Kürt sorununu ekonomik kalkınma sorununa indirgeyen şu sözlerle devam etti: “İnşallah bundan sonraki süreçte devletin milletiyle bütünleşmesinin gerçekleştiği 16 Nisan adeta bir röntgen olacak. Çok daha hızlı ve farklı bir süreç devreye girecektir. Yatırımcı oraya girecektir.” Oysa Kürt illerinde sorun, oraya yatırımcının girip girmemesi değil, demokrasinin girip girmemesi. Kürt sorunu, ekonomik temelleri de olsa, esas olarak siyasi bir sorun ve Kürt halkının haklarının tanınıp tanınması tarafından belirleniyor. Bugün “bitti o iş” denerek uzaklaşılan çözüm süreci, tam da bu yönde atılan ve halkın ezici çoğunluğu tarafından desteklenen bir büyük siyasi adım olduğu için çok kıymetliydi. Yıllarca, Doğan Tarkan’ın deyimiyle, “denenmeyen tek şeyin barış” olduğunu söyledik. 90 kusur yıllık cumhuriyet tarihinde, sadece üç dört yıl, Oslo ve çözüm süreçlerinde ciddi bir deneme yapıldı. Bugün hala barış, çözüm ve diyalog dışında her şey deneniyor. “O iş bitmemeli”, barışı denemekten vaz geçemeyiz.

15 Temmuz çatı iddianamesinden görülüyor ki darbeciler TSK’yı neredeyse tamamen ele geçirmiş. F-16 savaş pilotlarının tamamının FETÖ’ye bulaştığı bugünlerde itiraf ediliyor. Halen Suriye ve Irak’ta bombardıman yapan pilotlar bunlar. Savaş politikaları devam ettiği müddetçe onlara ihtiyaç var. Bu ihtiyaç var olduğu sürece de Milli Güvenlik Kurulu siyaseti belirlemeye devam edecek. Darbe söylentileri ve evet’in krizi Geçtiğimiz günlerde önce Ankara, sonra Sakarya’da polis gece harekâtları yaptı. Ankara’da askeri birliklerde bir hareketlik olduğu söylentisi yayılırken yüzlerce kişi Beştepe’de toplandı. Bunlar olağanüstü durumlar için tatbikat olarak adlandırılsa da bir Ak Parti milletvekilinin “kontrol altında” sözleri durumun ciddiyetini gösteriyor. Bir durum var ki o kontrol altında. Fakat tıpkı kadın subaylara başörtüsü serbestisi sağlayan düzenlenmenin ardından İzmir’de kemalist subayların hareketlilik içine girdiği iddiası gibi bunlar hakkında hükümetten net bir açıklama yok. Ak Parti, 15 yıl boyunca istikrar denilen ekonomik uzlaşma politikalarıyla kitlelerden oy aldı. Ertesi günü işyerinin kapanmayacağını, işten atılmayacağını, sosyal yardımlarının kesilmeyeceğini düşünerek hükümeti des-

Fırat Kalkanı harekatının finansmanı, ödediğimiz vergiler karşılanıyor.

tekleyen yığınlar, şimdi bunların hepsinin Ortadoğu’da askeri girişimler yüzünden tehlikeye atıldığı gerçeğiyle karşı karşıyalar. Ak Parti ve MHP ittifakı kurulduğu günden beri istikrarsızlığın başlıca sebebi. Türkiye emekçi sınıflarını yoksullaştıran savaş politikaları 1990’lardaki koalisyonlar gibi bu ittifakın da sonunu hazırlıyor. Bu halk Irak tezkeresine karşı çıktı, çözüm sürecini destekledi. Fırat kalkanının başındaki milliyetçi toplumsal destek yerini kuşkulara bırakmış durumda. Demokratikleşme ve barış Darbelerin panzehiri savaş değil demokrasidir. Sınır güvenliliği ve toplumsal barışın garantisi on yıllardır yapılan ve hiçbir başarıya ulaşmayan askeri çözümün tekrarlanmasıyla sağlanamaz. Suriye’de ve Irak’ta savaş artık bitmeli. Türkiye’de toplumsal yıkım yaratan çözümsüzlük dayatmasından vazgeçilmeli. Referandumda evet ya da hayır dese de 12 Eylül anayasasına karşı olan ve 15 Temmuz’da darbeye karşı tutum alan büyük çoğunluğun çıkarı savaştan değil barıştan geçiyor.

2016’DA TİCARET VE SANAYİ BÜYÜMEDİ 2016 yılında Borsa’da işlem gören ticaret ve sanayi kuruluşlarının bilançoları yayınlandı. Açıklanan rakamlara göre ticaret şirketlerinin önemli bir kısmı zarar etmiş durumda. Bazı sanayi şirketleri biraz kârlı görünseler de bu kârları, dolardaki yüzde 20’lik, enflasyondaki yüzde 12’lik artışı karşılamaktan uzak. Bütün şirketlerin borçlanma oranlarında rekor artışlar söz konusu. Borsada işlem gören ticaret şirketlerinin toplam satış gelirleri 2016’da 67 milyar TL’ye yükseldi, satış gelirleri yüzde 12, maliyetleri yüzde 12, giderleri yüzde 15, borçları yüzde 19 arttı. Şirketlerin borcu özserma-

yelerinin yüzde 327’sine yükseldi. Ticaret şirketlerinin net kârlılıkları 2015’te yüzde 9,1 iken, 2016’da yüzde 3,4’e geriledi. 2016’da ticaret şirketleri büyüyemedi, cirolarını artıramadı. Borç yükleri ağırlaştı, büyük zararla karşılaşanlar oldu.

ramadı, ama borçlarını artırdı ve yılı ticaret şirketlerinden görece daha iyi tamamladı.

Sanayi şirketlerinin satış gelirleri 2016 yılında 210 milyar TL’ye yükseldi. Satış gelirleri yüzde 6, faaliyet giderleri yüzde 12, kârları yüzde 13, borçları yüzde 20 arttı. Sanayi şirketlerinde borcun özsermayeye oranı yüzde 130 gibi yüksek bir oran oldu. Borsa’da işlem gören 161 imalat sanayi şirketi, 2016’da üretimini ve satışını enflasyon oranında artı-

Borsa’da işlem gören ticaret ve sanayi şirketlerinin yaklaşık 75 milyar dolarlık bir cirosu var. Bu rakam Türkiye’nin en büyük şirketlerinin aslında ne kadar küçük olduğunu, bir türlü büyüyemediklerini bize gösteriyor. Türkiye ekonomisi inşaatla kendisini büyütmeye çalışıyor, ama bunun sağlıksız bir büyüme şekli olduğu her geçen gün kendisini gösteriyor.

Ticaret şirketleri ise borçlarını artırarak ayakta kalmaya çalışırken zarar etti, zarar etmeyenin kârlılığı çok geriledi.


GÜNDEM

YARGIDA TARAFSIZLIK DEĞİL TAM BAĞIMLILIK

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

NEWROZ’UN İKİ MESAJI

Diyarbakır Newroz’u yine yüzbinlerce insanın katılımıyla geçti. Kemal Kurkut’un arama noktasında öldürülmesi Newroz’u gölgeledi. Kürtlere ölümsüz bir Newroz kutlamasının yasak olduğunu bir kez daha kanıtladı.

Demokratik ve çoğulcu olmayan bir yargı sistemi, emekçilerin aleyhine işler.

Anayasa değişikliği paketinin meclisi kuvvetlendireceği ve yargıyı tarafsız kılacağı iddiaları gerek iktidar partisi AKP, gerekse cumhurbaşkanı tarafından çeşitli vesilelerle dile getiriliyor. Oysa bunun gerçek olmadığını tespit etmek için hukukçu olmaya gerek yok. Referandumda evet oyunun fazla çıkması durumunda, "Yüksek" sıfatı kaldırılan "Hakimler ve Savcılar Kurulu"nun başkanlığını Adalet Bakanı yapacak. Adalet Bakanlığı Müsteşarı da kurulun doğal üyesi olacak. Yani iki isim doğrudan iktidar partisinden olacak. Geri kalan üyelerin 4'ü de doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek. Dolayısıyla 13 üyeli kurulun 6 üyesi, doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanmış olacak. Yani yarıdan bir eksiği. HSK'nın kalan 7 üyesi ise Meclis tarafından seçilecek. Adaylık başvuruları Meclis Başkanlığına yapılacak, oradan da Anayasa ve Adalet Komisyonları üyelerinden oluşan Karma Komisyona gönderilecek. Komisyon her bir üyelik için üç adayı, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğuyla

belirleyecek. Karma Kurul içinde iktidar partisi milletvekillerinin ağırlığının bariz olacağını ayrıca belirtmeye gerek bile yok. Bu 7 üye de fiilen iktidar partisinin genel başkanı da olan Cumhurbsaşkanı tarafından atanmış olacak. Anayasa Mahkemesi’nde ise 15 üyesinden 12’si Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Kalan 3 üye Meclis’teki iktidar çoğunluğu tarafından seçilecek. Böylece, kanunları denetleyecek, Cumhurbaşkanı’nı, yardımcılarını ve bakanları yargılayacak Yüce Divan üyelerinin tümü iktidar tarafından seçilmiş olacak. Esas görevi yürütmenin yaptığı işleri denetlemek olan Danıştay’ın üye sayısı 90’a düşürülecek, bu üyelerin dörtte birine karşılık gelen 23’ü, yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek. Geri kalan üyeleri de Cumhurbaşkanı’nın kontrolündeki HSK seçecek. Yargıtay Başsavcısı’nı ve Başsavcıvekili’ni, Cumhurbaşkanı seçecek. Yargıtay üyelerini de Cumhurbaşkanı’nın kontrolündeki HSK belirleyecek.

GÖZ GÖRE GÖRE KATLEDİLDİ Diyarbakır'da yapılan Newroz kutlamalarında, Kemal Kurkut isimli bir gencin alana girerken polis tarafından vurularak öldürülmesi bir kez daha hepimizi dehşete düşürdü. Malatya İnönü Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü öğrencisi olan Kurkut'un öldürülme anı kare kare gazetelere yansıyarak, valiliğin yalanlarını açığa çıkardı.

CHP’liler, MHP’den atılan Meral Akşener grubu aynı dedikoduyu yayıyorlardı. Newroz alanı bu dedikoduları yayanlara sert bir yanıt oldu. Alanın ilk mesajı, net bir “Hayır”dı. Referandumda “Hayır” oyu verileceği, sadece Diyarbakır’da değil Newroz kutlaması yapılan tüm şehirlerde Kürtlerin öncelikli mesajlarındandı. Newroz sadece dedikodulara son vermekle kalmadı, Kürtlerin çözüm sürecinin bitmesinin ardından yaşananlara rağmen hükümete destek olacağını düşünen ve umanlara da kitlesel bir yanıt oldu. Hakan Tahmaz’ın Newroz izlenimlerini anlattığı yazısında yazdığı gibi: “Kürdler referandumda anayasa değişikliğini oylamayacaklar. Ak Parti’nin Kürd politikalarını oylayacaklar.” Parti başkanlarının tutuklanması, belediye başkanlarının tutuklanması, belediyelere kayyum atanması, binlerce siyasinin gözaltına alınması, tutuklanması, ölümler, yaralanmalar, yasaklara hangi oyla yanıt verileceği belli. Newroz alanının başka bir mesajı daha vardı. Bu mesaj 2013 ruhuna dönmek arzusu idi. 2013 yılının Newroz’unda Abdullah Öcalan’ın mesajı, çözüm sürecine ivme kazandırmıştı.

Valilik tarafından yapılan açıklamaya göre Kurkut arama noktasında elinde bıçak ve bir sırt çantasıyla gelmiş, çantasında bomba olduğunu ve herkesi öldüreceğini söyleyerek bıçakla etrafa saldırmaya başlamıştı. Oysa bunun böyle olmadığı, Kurkut'un üzerinde Kürdistan yazılı bir tişört bulunduğu, polislerin tişörtü çıkarttırması üzerine Kurkut'un sinir krizi geçirdiği, yakınlardaki bir kasaba girerek bir bıçak aldığı, sonra da kaçarken polisler tarafından vurularak öldürüldüğü net bir şekilde anlaşılıyor. Tepkiler üzerine gözaltına alınan iki polis memurundan biri, ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı. Diğeri ise tutuklanma istemiyle sevk edildiği Sulh Ceza Hakimliği tarafından adli kontrol şartı ile serbest bırakıldı. Polislerin ikisi de valilik kararıyla görevden uzaklaştırıldı. Katillerin hak ettikleri cezaya mutlaka çarptırılmaları gerekiyor. Uygulanan cezasızlık politikalarını değiştirecek olan, bu konudaki ısrarlı kitlesel mücadeledir.

Newroz alanında verilen mesajlardan ilki çok açıktı. Kürtler referandumda “HAYIR” diyeceklerdi. Aylardır, hem HDP, hem DBP, hem de tanınmış tüm Kürt siyasetçileri, milletvekilleri “Hayır” kampanyası yapacağını söylemiş olmalarına rağmen, HDP’nin referandumda “Evet” diyeceği ya da “boykot” tutumunu alacağı yönünde dedikodular almış başını yürümüştü.

Kürt sorunun diyalog yöntemiyle çözülmesi arzusu, bu yıl Newroz’da bir kez daha ifade edildi. Çatışmanın, şiddetin olmadığı, yeniden diyalog yollarının açıldığı, demokratik siyasetin önündeki tüm engellerin kaldırıldığı döneme yönelik özlem, aynı meydanda başka bir mitingde açılan ‘savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz’ sloganıyla da ifade edilmişti.

Üniversite öğrencisi Kemal Kurkut'un vurulma anı.

Bu sloganın ne kadar isabetli olduğu bir kez daha görüldü.


4

DÜNYA

DÜNYANIN BİR NUMARALI TERÖRİSTLERİ İTİRAF ETTİ

MÜCADELE TRUMP’I ZORLUYOR

ABD’nin başına Donald Trump’ın gelmesi, milyonlarca kişinin sokağa döküldüğü gösterilere yol açmıştı. Müslümanların ülkeye girişine yönelik uygulamak istediği yasak, on binlerce kişinin havalimanlarını işgal etmesi sonucu hukuk tarafından bozuldu. Trump’ın yumuşatarak geçirmek istediği yasa da yargıdan döndü. Kitlesel mücadele, Trump’ın yapmak istediklerini durdurmayı başarıyor. Son olarak, Obama döneminde getirilen sağlık sigortasına saldıran Trump, milyonlarca yoksulun sağlık hizmetlerine ulaşma hakkını kısıtlamak istiyordu. Fakat bu girişim de püskürtüldü. Irkçı lider, kendi partisi içerisinde dahi yeterli desteği bulamayınca saldırısını geri çekmek durumunda kaldı.

Geçen hafta 200 sivil hayatını kaybettiği hava saldırısı sonrası Musul.

Donald Trump’ın Obama döneminde ABD’nin Ortadoğu

bombardımanlarında sivillerin ölmesini engellemeye yönelik “hassasiyetlerini” kaldırma girişimleri sonuç verdi. ABD’nin gerçekleştirdiği hava saldırıları Irak ve Suriye’de halkı katletmeye devam ediyor. Musul’a yönelik tek bir hava saldırısında 230 kişinin ölmesinin ardından, sivil kayıplarının artması nedeniyle operasyonun durdurulduğu açıklandı. ABD, önce katliamın incelendiğini duyurdu, daha sonra hava saldırısını kendilerinin gerçekleştirdiğini kabul etti. Sonunda katliamla ilgili soruşturma başlatmak zorunda kaldılar. Ortadoğu’da hava saldırılarını inceleyen bir STK olan airwars.org sitesi, son dönemde yaşananlar sebebiyle, gözlemleme konusundaki kaynaklarını Rusya’dan ABD’ye kaydırdığını duyurdu. Örgütün aktardığına göre ABD bombaları Mart ayında Irak ve Suriye’de toplamda bin sivili öldürdü. Bu, Rusya’nın Suriye’deki katliamlarının en kötü dönemlerinde yakaladığı sayılara denk.

2003 yılındaki Irak işgalinden önce tüm dünyada sokaklara çıkan milyonlarca kişi, terörle mücadele ettiğini iddia eden George Bush’u “dünyanın bir numaralı teröristi” ilan etmişti. Arap Baharı’nı boğmak için Mısır başta olmak üzere birçok ülkede karşıdevrimci güçleri destekleyen ABD, 2014 yılında bir kez daha, bu kez IŞİD’e karşı “terörle mücadele” başlattı. Ancak başına ırkçı ve cinsiyetçi, trilyoner bir kapitalist olan Donald Trump’ın geldiği ABD, hem askeri harcamalarını artırıyor hem de Ortadoğu’nun yoksullarını öldürmeye devam ediyor. IŞİD’i durduracak olan ABD veya Rusya gibi büyük emperyalistler ve onlarla işbirliği hâlinde davranan yerel güçler değildir. Ancak 2011 yılındaki gibi kitlesel isyanlar, mezhepçiliğin ve savaşın boğduğu bölgede özgürlükçü bir ihtimali yeniden gündeme getirebilir. Ortadoğu halklarından yana olan herkes, tüm ülkelerin Irak ve Suriye’den ellerini çekmesini savunmalı ve bölgedeki diktatörlere karşı aşağıdan verilen mücadelelerle dayanışmalı.

Trump’ın “Önce Amerika” başlıklı bütçe tasarısı, saldırıların süreceğini gösteriyor. Buna göre, Trump, Çevre Koruma Ajansı’nın bütçesinde %31’lik bir kesintiye gidiyor. 19 ajans ve 61 programdan yapılacak 54 milyar dolarlık kesintilerin 44 milyar doları ABD ordusunun güçlendirilmesine harcanacak. Sosyal yardımlar ve yoksulların yararlandığı programlardan artırılan para, Ortadoğu’nun yoksullarını öldüren bir ordunun teçhizatları için kullanılacak. Trump’ın zenginlerin ödedikleri vergi oranlarında ise indirime gitmesi bekleniyor. Ancak bütün bunları yapan Trump, bir yandan da popülaritesini kaybediyor. CNN’in yaptığı bir araştırmaya göre, ülkedeki her üç kişiden ikisi, hiçbir evrağı bulunmayan göçmenlere ABD vatandaşı olma şansının sunulmasını istiyor. Gallup firmasının anketine göre ise Trump’a destek %37 civarına gerilemiş durumda. ABD’de 1953’ten beri başkanların, seçildikten iki ay sonra buldukları desteğin ortalaması %63 civarında seyretmiş. Bazı bahis şirketleri, Trump’ın ilk dönemini tamamlayamamasına ilişkin oranları son derece düşük tutmaya başladı. 2007-2008’de başlayan ekonomik krizin siyasi krize dönüştüğü ve istikrarsız bir dünyada otoriterleşme eğilimlerinin arttığı bir süreçten geçiyoruz. Ancak sağın ve ırkçılığın yükselişine karşı her yerde mücadele edenler var. Trump’a karşı büyüyen kitle hareketi, onu yenmenin mümkün olduğunu da gösteriyor.

RUSYA VE BELARUS’TA PROTESTOLAR Doğu Avrupa’daki iki ülke geçtiğimiz hafta kitle gösterileriyle çalkalandı. Belarus'ta hükümetin yılda altı aydan az çalışanlardan yıllık 230 dolar vergi alma kararını protesto için yapılan gösterilerde yüzlerce kişi gözaltına alındı. Şaibeli seçimlerle ülkeyi yöneten Cumhurbaşkanı Aleksander Lukaşenko, haftalardır devam eden protestoların ardından 9 Mart'ta vergileri bu yıl için askıya almıştı. İşçi düşmanı başkan Lukaşenko, "sosyal parazit vergisi" adını taktığı verginin "çalışmak istemeyenleri disipline edeceğini" ve 2015'te çıkardığı bir kararnameyle uygulanan verginin kaldırılmayacağını açıkladı. Rusya'da ise iktidar yolsuzluklar nedeniyle protesto ediliyor. Başkent Moskova'da binlerce kişinin katıldığı eylemde en az 750 kişi gözaltına alındı. Ülkede 100 noktada yapılan gösterilerde Başbakan Dmitry Medvedev ve Devlet Başkanı Vladimir Putin hedef alınıyor. Eylemciler "Kahrolsun Putin", "Putinsiz Rusya" sloganları attı. Moskova'daki eylem perşembe günü polis tarafından "provokatif" ve "yasadışı" ilan edilmişti. Benzer bir açıklama daha sonra da Kremlin'den yapılmıştı.

Protetstolar, işsizlere vergi koymaya kalkan Belarus Cumhurbaşkanı Lukaşenko için sonun başlangıcı olabilir.


RÖPORTAJ 5

“BARIŞ İÇİN HAYIR DİYENLERİN SESİ GÜR ÇIKMALI” Diyarbakır Newroz’unda kutlama alanında onbinlerce insan bir araya geldi yine. Alanda demokrasi, özgürlük ve çözüm sürecine olan özlemi ve referandum sürecine nasıl bir yaklaşımın hakim olduğunu Barış Vakfı sözcülerinden Hakan Tahmaz’la konuştuk.

Diyarbakır'daki kitlesel Newroz kutlaması medyanın sansürüne uğradı.

Newroz'daki izlenimleriniz nasıldı? Newroz bu sene pozitif anlamda geçen senekiyle kıyasalanamaz bir atmosfere sahipti. Geçen sene büyük bif öfkeyi yansıtıyordu. Bu kez Kürtler nereye yöneldiklerini ve ne istediklerini çok iyi biliyorlardı. Büyük bir siyasi irade gösterdiler. Hükümetin her türlü yasağına yanıt üreten bir biçimde duruş sergiledi. Newroz'un kutlanmasını zorlaştıran faktörler de vardı. Otobüsler, dolmuşlar çalışmıyordu, afişlemede ve bildiri dağıtımında güvenlik güçleri tarafından dünya kadar zorluk çıkarılmıştı. Daha da önemlisi HDP'nin yöneticileri ve KESK'e bağlı sivil toplum örgütlerinin yöneticilerinin hemen hemen hepsi gözaltına alınmıştı. Daha önceki Newrozlara kıyasla sokak kampanyaları çok daha cılız olmasına rağmen geniş bir katılım vardı. Ben kendi adıma bunun sebebinin Kürt hareketinin süreçle bağlantısını iyi kurmuş olması olduğunu düşünüyorum. Bu politize olmuş halin en görünür olduğu an kitlelerin Ahmet Türk'ün konuşmasına tepki verdiği andı. Ahmet Türk genel olarak referandumla alakalı konuştu ve o meydandan "Hayır" naraları hiç eksik olmadı.

Kürtler milliyetçilerin "Hayır"ları konusunda ne düşünüyor? Bu, bizim gibi özgürlükçü, ırkçılık karşıtı olup hayır diyecek olanları çok ilgilendiren bir mesele. Kürtlerin hayır demekle alakalı herhangi bir tereddütleri yok. Ama hayır kampanyalarının yürütülüşü ile ilgili kaygıları var, kırgınlıkları var. Bu durumu bir İHD yöneticisi şöyle tarif etti: "Bizim evde yangın var ve kimse bunun farkında değil. Kİmse sesini çıkarmıyor. Sorunların ne zaman ve nasıl çözüleceği konuşulmuyor bile." Bu kırgınlık yaratan noktalardan bir tanesi. Tabi ki en büyük problem hayır ve evet cephelerinin milliyetçi söylemlerde ortaklaşmaları. Barış sözünden gittikçe daha da uzaklaşmaları ve konuyla alakalı hiç bir şekilde konuşmamaları. Bu hayır diyeceklerin büyük bir problemi. 7 Haziran seçimlerinde HDP'nin aldığı oyların neredeyse üçte birinin barış umuduyla verildiğini düşünüyorum. Bu insanları etkilemeye ve hayır demeye ikna etmeye çalışmamanın çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Bölgede benim gördüğüm Ak Parti'nin kendi seçmeni dışında sandığa gidecek olan herkes hayır diyecek. Kürtlerin şu an Kürt hareketi dışında herhangi bir siyasi unsurdan umudu kal-

mamış. Bu ilk defa oluyor. Hayır bloğunun bunu gören bir yerden hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak kimse bu durumu konuşmuyor. Oysaki bana göre sandıktan hayır çıkmasını sağlayacak şey umuda oy verenlerin oylarıdır. Kampanyalar barışı vaat etmiyor. Ancak barışsız bu iş olmaz. Kitlesel boykot ihtimali ile ilgili dedikoduları da her zamanki gibi milliyetçiler çıkartıyor. Bu durumu yorumlayabilir misiniz? Kitlesel boykot ihtimali diye bir şey yok. Türkiye basınında, kamuoyunda ve solunda konuşuluyor ancak Kürtlerin gündeminde değil. Bugün boykotun tek adresi vardı o da KDP siyasi çevresiydi, sandığa gitmemeyi ve böylelikle pasif boykot yapmayı düşünüyorlardı. Ancak şu anda onlar evet demeye karar vermişler gibi görünüyor. Bu zaten gerçekçi bir senaryo değildir. Irak, İran veya Suriye Kürdistan'ı olsun, bunların hepsinde Kürt hareketinin tek bir amacı var: Suriye konusunda hükümetin elini zayıflatmak. Dolayısıyla boykot, Kürt hareketini bileşenleri için ayakları yere basan bir seçenek olmaktan çıkıyor. Boykot konuşanlar geçmişe gönderme yapıyorlar ancak o zamanki süreçle

bugünkü süreç çok farklı. O zamanlarda Kürt hareketi yeni bir cephe yaratmaya çalışıyorlardı. Statükocuların veya Ak Parti'nin peşine takılmak istemiyorlardı. Şu anda ise zayıflamış ve belki de iktidardan düşmüş bir Ak Parti görmek hedefiyle bir strateji izliyorlar. Dolayısıyla Kürtler gidebildikleri kadarıyla sandığa gidecek ve hayır diyecek. Ancak şu an OHAL var, sandıklar korucu köylerine taşınıyor, zorla yerinden edilenlerin ve bu sebepten değişen nüfus dağılımının sandığa ne kadar taşınacağını bilemiyoruz. Batıdan barışın sesini yükseltecek bir hayır diyecek sesin çıkması bizim işimizi kolaylaştıracaktır. Bu, Kürtlerin daha içten ve güvende hissederek sandığa gitmesini sağlayacaktır. Özellikle baskılara, polis şiddetine karşı direnme gücü kazandıracaktır. Bu gündemi yaratmak ise bu tarafta, yani Fırat'ın batısını kastediyorum, kalan sosyal demokrat, liberal, sol özgürlükçü kesimlerin seslerini yükseltmesine bağlı. Bunun olmaması oradaki insanların kırılmasına sebep oluyor. Kürtler kendilerini yalnız hissediyor ve barışın sesini batıdan da duymak istiyorlar. RÖPORTAJ: RUMEYSA ÖZÜYAĞLI


6 GÜNDEM MARKSİZM 2017: KÜRESEL DİRENİŞİN FİKİRLERİ Referandum ertesi sonuçlar ve birleşik mücadelenin tartışılacağı ilk büyük platform.Dünya, Türkiye ve sosyalizm hakkında 17 toplantı! 19 NİSAN ÇARŞAMBA

17:00-18:30

19:00-20:30

Bildiğimiz dünya düzeni tarihe karışırken

Referandumun ardından: Yeni dönemde birleşik mücadele Bekir Ağırdır - Emine Uçak Şenol Karakaş 20 NİSAN PERŞEMBE 17:00-18:30 1917-2017 Devrim ezilenlerin şenliğidir Mehmet Mutlu - Özdeş Özbay 19:00-20:30 15 Temmuz ve darbeler zinciri Ahmet Faruk Ünsal - Alper Görmüş Roni Margulies 21 Nisan Cuma 15:00-16:30 1917-2017 Ekim Devriminden Arap Baharı’na Can Irmak Özinanır Deniz Güngören - Rumeysa Özüyağlı 17:00-18:30 Metaların fetiş karakteri ve din Sinan Özbek 19:00-20:30 Çözüm sürecine dönüş mümkün mü? Cuma Çiçek- Necmiye Alpay Yıldız Önen 22 Nisan Cumartesi 11:00-12:30 Yayınlanışının 150. yılında Karl Marx’ın Kapital’i

Ferda Keskin - Ümit Solmaz Otoriterleşme dalgası, emekçilerin tepkisi ve gelecek Ozan Tekin - Sevinç Doğan Ufuk Uras 19:00-20:30 21. yüzyılda emperyalizm ve savaşa karşı mücadele Joseph Choonara 23 NİSAN PAZAR 11:00-12:30 Sinemada kapitalizmin eleştirisinin imkanları ve sınırları Bülent Somay - Kutlukhan Kutlu 13:00-14:30 İşyerlerinde dayanışma ve mücadele nasıl kazanır? Can Irmak Özinanır - İshak Kocabıyık Merve Diltemiz Ömer Faruk Gergerlioğlu 15:00-16:30 Suriye’de savaş ve yıkım nasıl sonlanacak? Canan Şahin - Foti Benlisoy Jamal Hammour

Gebze'deki grevci metal işçileri, 2015. - İşçiler haklarını kazanması, her koşulda kendi birlik ve mücadelelerinden geçer.

17:00-18:30

MELTEM ORAL

Sonuç ne çıkarsa farketmez mi?

Küresel istikrarsızlığa karşı küresel direniş!

Referandumunun nasıl sonuçlana-

Sonucun Hayır olması veya Evet oylarının ne kadar düşük çıkacağı başka bir açıdan daha öneme sahip. Toplumu kutuplaştıran, otoriter ve anti demokratik politikaların yarattığı moralsiz havanın dağıtılması ve demokrasiden, özgürlüklerden yana muhalefetin önüne yeni mücadele fırsatları yaratması bakımından da sandıktan Hayır çıkması önemli.

Can Irmak Özinanır - Fatma Işık İdil Ügüt - Jamal Hammour Joseph Chooonora - Meltem Oral Merve Diltemiz - Şenol Karakaş

Cemal Yardımcı 13:00-14:30 1915: İnkârdan yüzleşmeye Atilla Dirim - Ferhat Kentel Tatyos Bebek 15:00-16:30 Kadınların direnişi ve özgürlük stratejisi Diren Cevahir Şen - Fatma Bostan Ünsal Meltem Oral İklim krizine ve doğanın tahribine antikapitalist çözüm Nuran Yüce - Ömer Madra

16 NİSAN

Toplantılar Cezayir Salon’da yapılacaktır. Adres: Firuzağa Mahallesi, Hayriye Caddesi, No: 12 - Beyoğlu (Galatasaray Lisesi’nin arkası) Programdaki güncelleme ve olası değişiklikler, facebook.com/ MarksizmGunleri adresinden duyurulacaktır. İletişim ve basın akreditasyonu için bizi arayın: 05554237407 05556372450 facebook.com/MarksizmGunleri Twitter: @marksizmgunleri www.marksizm.biz

cağı elbette çok önemli. “Sonuç ne olursa olsun hiçbir şey değişmeyecek” veya “Hayır çıkması otoriterliği geriletmeyecek” diye düşünmek doğru değil. Öncelikle Hayır’ın kazanması veya Evet oylarının düşük bir farka sahip olması önemli. Bu durum AKP ve yerli-milli ittifak için ciddi bir sandık yenilgisi demek. “7 Haziran’da da yenildi ancak zorla seçimi tekrarlattı” diye düşünüp referandum sonucunun önemli olmayacağını söylemek biraz eksik bir görüş. 7 Haziran’da AKP’nin oyları bir önceki genel seçimlere göre ciddi oranda düşmüştü. Ancak yüzde 40,9 oranıyla yine birinci partiydi ve tek başına hükümet olma şansını yitirmişti. O dönem AKP oylarındaki düşüş de elbette önemliydi. Ancak referandumda Hayır’ın kazanması, 7 Haziran’dakinden daha ciddi bir sandık yenilgisini ifade ediyor.

Çünkü Hayır’ın iktidardaki yerli-milli ittifakta yaratacağı yenilgi sadece rakamsal değil politik bir yenilgiyi de ifade ediyor. Son derece eşitsiz bir yarış sürecinin ardından, Hayır çalışmalarının gerek hükümet tarafından gerekse hükümetten motivasyonu alan işgüzarlarca engellenmeye çalışılmasına rağmen, Meclis’teki üçüncü büyük partinin neredeyse tutuklanmayan hiç yöneticisi kalmamasına rağmen referandumda Hayır diyenlerin kazanması nın politik anlamı çok büyük. Referandumda hükümetin yaşama-

sı muhtemel yenilgi elbette, savaş, otoriterlik, OHAL kararnamelerinin tırpanladığı haklar ve daha bir dizi konunun bir anda çözüleceği anlamına gelmiyor. Yaşadıklarımız aynı zamanda tüm dünyadaki küresel istikrarsızlığın bir parçası. Bu anlamda referandum, Ortadoğu ve özellikle Suriye’deki uluslararası çekişmeyi çözecek bir sihirli değnek değil. Memnun olmadığımız gidişatı değiştirmek için mücadele etmek gerekiyor. Üstelik mevcut durumda demokrasi, barış, işçi sınıfı mücadelesi bitmiş, mutlak bir yenilgi almış değil. Son iki yıldır yaşanılanlara, savaşın bütün tahribatına, ölümlere, saldırılara, yükselen milliyetçiliğe, HDP’nin üzerindeki baskılara rağmen Newroz’da Diyarbakır’da alanı dolduran yüzbinlerce insan veya OHAL baskıcılığına rağmen Batı’da kadınların onbinler haline sokaklara çıkması, bu zor koşullarda dahi mücadelenin sürdüğünün son örnekleri.


GÜNDEM 7

SON MU?

GÖRÜŞ Roni Margulies

HAYIR’IN EN ETKİLİ BEŞ İSMİ "Evet’in ve hayır’ın en etkili beş ismi" başlıklı bir yazısında Ahmet Hakan, iki hafta kadar önce, hayır'ın başta gelen isimlerini şöyle saydı: Deniz Baykal, Metin Feyzioğlu, Muharrem İnce, kumpas mağduru askerler ("FETÖ’nün kumpasına" maruz kalan bir grup asker, 'hayırlı konvoy' adını verdikleri bir konvoyla Anadolu’yu dolaşıyormuş) ve MHP'li muhalifler (Meral Akşener, Sinan Oğan, Ümit Özdağ, Koray Aydın, Yusuf Halaçoğlu vs). Yani CHP'liler, MHP'liler ve askerler. Yani devletin, derin devletin, Kemalizm'in siyasî sözcüleri ve silahlı güçleri. Yani "Hiçbir şey değişmesin, mevcut devletimiz mükemmeldir" diyenler. Acil bir işi için uzaya gitmiş olsaydım ve epeydir THX1138 gezegeninde kalmış olup yeni dönmüş olsaydım; durumun ayrıntılarından pek haberim olmayıp "hayır" kampanyasının en etkili beş ismini dinlediğimde nasıl oy kullanırdım? Epeydir uzaya gitmediğim için emin olamıyorum, ama herhalde bu heriflerin (ve Meral Akşener'in) istediğini yapmamak gerektiğini düşünürdüm, "hayır" demezdim. Acaba Evet'çiler ne diyor diye merak edip bakındığımda, MHP'nin astığı büyük flamalar çarpardı herhalde gözüme: "Evet - Anayasa'nın ilk dört maddesi değişmeyecek!" Allah Allah diye düşünürdüm, niye itişiyor o zaman bunlar? Hayır’ın en etkili beş ismi de ilk dört maddenin değişmesini istemiyor, Evet'çiler de istemiyor! Hayır’ın en etkili beş ismi de Anayasa'daki "Türk" vurgusunun muhafaza edilmesini istiyor, Evet'çiler de istiyor!

HAYIR’IN ÖNEMİ Hayır veya ancak burun farkıyla kazanabilmiş Evet demek, 17 Nisan’dan itibaren memnun olmadığımız şeyleri değiştirmek için yürüttüğümüz mücadeleye çok daha moralli, çok daha güçlü devam etmek demek. Güçler dengesinde avantajlarımız ve mücadele fırsatlarımız artacak demek. AKP ve MHP’nin giderek sağcılaşan, pervasız, kutuplaştırıcı yerli-milli ittifakının yaşayacağı kriz, başkanlık değil demokrasi diyenleri referandumdan sonra daha avantajlı kılacak faktörlerden biri. Geçen hafta Başbakan Binali Yıldırım’ın AKP’li eski bakanlarla yaptığı kahvaltıda ortaya çıkan eleştiriler hükümetin kendi içindeki çelişkileri ortaya koydu. Birçok eski bakan, partisinin anayasa değişikliği teklifini, MHP’yle kurulan ittifakı, kutuplaştırıcı dili doğru bulmadığını ifade etti. Hayır’ın kazanması kuşkusuz bu çelişkileri daha da derinleştirecektir. Hayırların farkı Referandumdan sonra bizi çok boyutlu bir mücadele dönemi bekliyor. 16 Nisan’dan sonra sadece AKP-MHP ittifakının baskıcı politikalarına karşı mücadele devam etmeyecek. Zaten hiçbir zaman yekpare olmamış

‘Hayır’ cephesinde de mücadele devam edecek. Sosyalist İşçi sayfalarında pek çok kez ‘onların Hayır’ı bizim Hayır’ımız’ diyerek referandum sürecindeki ayrımımızı ortaya koyduk. ‘Önemli olan Hayır çıkması’ veya ‘oylar bölünmesin’ diyerek kutuplaştırıcı dille, ayrımcılıkla, nefret söylemiyle, milliyetçilikle Hayır diyenlerden farkımızı tartışmaktan geri durmadık. Referandumda Hayır propagandası yapan ancak iktidarın yerli-milli çizgisinden farkı olmayan, yerli-milli ‘şemsiyenin’ altına giren, milliyetçilik söz konusu olduğunda hükümetin arkasına dizilen, ona payanda olan kesimlerle mücadele 16 Nisan’dan sonra da devam edecek. Hükümete muhalefeti onu daha da sağından ‘sıkıştırmak’ olan, Suriye’deki savaş heveslerinden Hollanda gerilimine hükümetin gerginlik ve çatışma üreten politikalarına destek veren Hayır’cılarla, OHAL’in yarattığı mağduriyetlerin son bulması, demokrasi, barış, grev hakkı için Hayır diyenler arasında hiçbir ortak nokta yok. Referandum süreci boyunca Hayır’lar arasındaki bu kritik ayrımların üzerine örtülmeye çalışılan sunî örtü 17 Nisan’da kalkacak. Kutuplaşma, düşmanlık ve milliyetçilik üretenler, bu konularda bir farklarının olmadığı hükümetin liderliğini yaptığı yerli-milli koalisyondaki yerlerine geri dönecekler.

Beş isim de Kürt sorununun barışçıl ve demokratik bir yöntemle çözülmesini istemiyor, Evet'çiler de istemiyor! Suriye'de savaşmak konusunda bir görüş farklılığı var mı aralarında? Yok. Suriyeli göçmenlere karşı ırkçı yaklaşım açısından fark var mı? Yok. "Tek adam" meselesinde mi ayrı düşüyorlar? Türkiye tarihinin tek hakiki tek adamı olan Mustafa Kemal hakkında Deniz Baykal'ın veya " kumpas mağduru" askerlerin herhangi bir olumsuz düşüncesi olduğunu sanmıyorum! Belli ki Evet'çilerin de yok. Önde gelen Hayır'cılar ile Evet'çilerin tek farkı, Başkan'ın kim olacağıyla ilgili. Mesela "Başkanlık sistemine geçilecek ve Baykal Başkan olacak" denilse, önde gelen Hayır'cıların hepsi o saniye Evet'çi olur! Her iki tarafın da önde gelenleri yerli ve millî, Türkçü ve savaşçı. Her iki tarafın da temel kaygısı devletin ve Türklüğün bekası. Ne demokrasiyle alakaları var, ne barışla, ne özgürlükler ve adaletle. Hayır da çıksa, Evet de çıksa, referandumdan sonra demokrasi, barış, özgürlük ve adalet için mücadele ediyor olacağız.


8

GELENEK

NİSAN TEZLERİ: DEVRİMİN DÖNÜM NOKTASI ŞENOL KARAKAŞ

Rusya’da 1917 yılının Şubat ayında Çarlık rejimi işçilerin yaklaşık bir haftalık mücadelesinin sonunda yıkılmış, işçi sınıfının ordu içindeki askerleri devrime kazanabilmesi sayesinde Rusya tüm dünya ezilenlerine ilham veren bir özgürlük döneminin kapısını aralamıştı. Şubat devriminin belirleyici öğesi, Sovyet’ti. Gerçekten de grevi örgütlemek, diğer grevlerle bağlantı kurmak ve ulusal çapta bir grev liderliği inşa etmek için örgütlenen grev komitelerinden, bir ayaklanma organı, işçi sınıfının kitlesel hareketinin koordinatörü doğmuştu. Bu kadar da değildi. Sovyet, aynı zamanda, mevcut devlet aygıtının yerine geçecek olan işçi devletinin ilk haliydi de. Çarlık, kısa sürede devrilmiş olsa da, “şimdi hangi adımı atmak gerektiği” konusunda işçi sınıfının en geniş kesimleri arasında devrimci bir yönelimde uzlaşma sağlanmış değildi. Çarlık rejiminin yerine hızla Geçici Hükümet kuruldu. Şubat devrimi, açlığa, yoksulluğa, adaletsizliğe ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaşa yönelik tepkilerin yığınsallığının üzerinden, Rus işçilerinin başka bir çıkış yolu arayacak mücadele olgunluğuna erişmiş olmasının ürünü olsa da işçi sınıfı bütün iktidarı kendi ellerinde toparlayacak cesareti bulamamıştı. Hareket içinde reformist liderlikler, Geçici Hükümet’le uzlaşmanın hayati olduğunu, Sovyet’in ise hükümetle teknik bir işbölümü temelinde uyumla çalışması gerektiğini, hükümetin devrimin taleplerine sırtını dönmediği sürece desteklenmesi gerektiğini iddia ediyorlardı. Bu sadece reformist liderliklerin değil, Rusya’da devrimci mücadelenin içinde derin kökleri olan Bolşeviklerin de tutumuydu. “Eski bolşevikler” Lenin’e karşı Şubat devrimi işçilerin savaşa son verilmesi isteğinin ürünüydü. Geçici Hükümet, savaşa derhal son vermedi. Bu yönde hiçbir eğilime sahip değildi. Ama devrimden sonra sürgünden dönen ve Bolşeviklerin gazetesinin başına geçen Stalin ve arkadaşları da savaş konusunda benzer tutuma sahiplerdi. Geçici Hükümet’in desteklenmesi ve savaşa hemen son verilmemesi konularında Bolşevik Partisi’nin liderliği sağ bir çizgi izliyordu. 28 Mart’ta partinin konferansında Stalin Geçici Hükümet üzerine raporunda şöyle diyordu: “İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti ayaklanan halkın devrimci lideridir; Geçici Hükümet üzerinde bir kontrol organıdır. Diğer yandan, Geçici Hükümet,

Lenin, siyaseti tepeden değil her dönemeçte işçi sınıfıyla tartıştırarak belirleyen bir siyasi aktivistti.

devrimci halkın kazanımlarının pekiştirici organı olma rolünü üstlenmiştir.” Bu konferans savaş konusunda hiçbir karar almamış ama sağcı ve milliyetçi görüşler, devrimci ve süslü lafların arkasına gizlenerek ifade edilmişti. Sağ bolşevik delegelerden birisi, “Devrimci demokratik Rusya ne bir santim yabancı toprağı, ne de bir kuruşluk yabancı mülk arayışı içindedir. Ancak bizden de ne bir santim toprak parçası, ne de bir kuruşluk mülk alınabilir... Barışa ulaşılmadığı sürece bütünüyle silahlanmış olarak kalmalıyız (...) Devrimci ordu güçlü ve fethedilemez olmalı.” Konferans Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde Lenin ve arkadaşlarının çizdiği yol haritasından, bu politik keskinliğe sahip devrimci yenilgicilik hedefinden sağa doğru çubuğu bükmek anlamına geliyordu. Bolşevikler, ortalamacı, Rusya’da mevcut siyasi güçlerin hemen hepsinin üzerinde anlaştığı politik çizgide ısrar ederken, kendilerini, Lenin’in 1905 yılında olgunlaştırdığı Rusya’da devrimin birinci aşamasının işçi sınıfı ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü biçimini alacağı yönündeki görüşüne yaslıyorlardı. Özetle, Rus devriminin bir burjuva devrimi olacağı ve “devrimin bir yandan kapitalizmin üretici güçleriyle, diğer yandan ise çarlık, toprak sahipleri ve feodalizmin diğer kalıntıları arasındaki çatışmadan” doğacağını düşünüyorlardı. Böyle olmadı! Şubat devrimi köylülerin ve askerlerin desteğini alan işçi sınıfı tarafından gerçekleştirildi ama iktidar burjuva sınıfına teslim

edildi. Bu durum, Lenin’in “eski bolşevik” görüş dediği analizin değiştirilmesine ve gerçekliğin zenginliğine ve karmaşıklığına uygun bir yeni teorinin ve buna uygun politikanın belirlenmesine yol açmak zorundaydı. Bu değişiklik yaşanmadan, Şubat devrimini gerçekleştiren ama değişimin sona ermesinden, savaşın devam etmesinden ve köklü bir işçi devriminin sonucunda iktidarın burjuvalar tarafından merkezileştirilmesinden rahatsız olan işçilerin öncülerinin, Şubat’tan çok daha etkin, çok daha yaygın, çok daha büyük ve eski dünyayı arkada bırakmaya sağlayacak yeni bir devrimci atılım için toparlanması çok zor olacaktı. “Parlamenter değil sovyet demokrasisi” Lenin Rusya’ya döner dönmez, bir ay önce yolladığı ama sadece birisi yayınlanan beş mektubunda anlattığı politikaları çok daha özlü bir şekilde anlatmaya başladı ve bolşevikler hummalı bir tartışmaya girdiler. Lenin başlangıçta tek bir parti üyesi tarafından bile desteklenmese de, bir ay içinde bolşevikleri Nisan Tezleri adıyla anılan yeni programa kazanmayı başarabildi. Nisan Tezleri, burjuva hükümetle işçi hükümetinin aynı anda barış içinde bir arada yaşamasının imkansız olduğunu, Geçici Hükümet’in savaşı sürdürme tutumunun tesadüf olmadığını ve iktidarın hemen işçi ve asker sovyetlerine geçmesi gerektiğini anlatan uzlaşmaz bir politik hattı. Lenin’in, 12 sene önce yazılmış tezleri değil işçi kitlelerinin güncel mücadelelerinin derslerini özümsemenin önemli olduğunu ve devrimin ihtiyaçlarına yanıt vermek için, bolşevik geleneğin devrimci kabuğunu bir yana

bırakıp devrimci özünü korumanın gerekli olduğunu anlatarak bütün partiyi çok kısa bir sürede ikna etmeyi başarmasının nedeni, liderliğin dışında Şubat devrimine aktif olarak katılan öncü işçiler arasında Lenin’in Geçici Hükümet ve savaş konusunda savunduklarını hemen hemen aynı kelimelerle savunan işçi gruplarının olmasıydı. Lenin’in Rusya’ya dönmesinin ardından bolşeviklerin içinde yaşanan tartışmanın sertliği, başka bir gerçeğe daha işaret ediyor. Ne kadar yanlış eğilimlere de sahip olsalar, zaman zaman sağa savrulan politikalar da izleseler, mücadele dolu günler, aylar ve yıllar içinde şekillenen ve işçi sınıfının hergünkü eyleminin içinde yer edinmeye çalışan bir devrimci partinin varlığı yaşamsal bir öneme sahip. Troçki, Lenin Rusya’ya dönmeden önce bolşeviklerin yaşadığı kafa karışıklığını şöyle yorumluyor: “Raporları okurken... sık sık şaşkınlığa düşmemek elde değil: Bu delegelerin temsil ettiği bir partinin bundan yalnızca yedi ay kadar sonra demir bir pençeyle iktidarı ele geçirmesi nasıl mümkün olabilir?” Azınlıkta kalmayı, hatta zaman zaman dalga geçilmesini önemsemeyen Lenin, bolşevik liderliği görüşlerine kazandı. Bu görüşler, Şubat devrimini gerçekleştiren işçilerin özlemlerinin de ifadesiydi aynı zamanda. Parti, bir bütün olarak yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun bir politik hatta oturunca, Mayıs ayından Ekim ayına kadar yaşanan hızlı, çalkantılı ve sert dönemde işçi kitlelerinin aşağıdan eylemine önderlik etti, öncü işçileri birliğini sağladı ve öncü işçilerin sınıfın geri kalanını yönlendirme yeteneği kazanmasında belirleyici oldu.


İŞÇİ GÜNDEMİ

MİLYONLARCA KİŞİNİN İŞİNİ KAYBETMESİNE HAYIR!

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

REFERANDUM BÖLÜNMESİ DEĞİL İŞYERİ ÖRGÜTLENMESİ

İşçi sınıfının karşı karşıya kaldığı sayısız ve ağır sorun var.

Almanya ve Hollanda başta olmak üzere, Avrupa'ya ihracat yapan işkollarında çalışanların ekmeği tehlikede. VOLKAN AKYILDIRIM

Milliyetçi maceracılık

Referandum sayısı ikiye çıktı. Cumhurbaşkanı başkanlığa ‘evet’ deyin arkasından ‘Avrupa ile müzakereleri bitirip bitirmemeyi halka soracağız’ diyor. Referandum konusu yaptığı iki şey de işçilerin aleyhine.

Avrupa Birliği ile ilişkileri hızla düşmanlık boyutuna taşıyanlar, bu durumun ekonomik bedeli hakkında hiçbir şey söylemediği gibi, ikinci referandum çıkışıyla köprüleri atmayı öneriyor.

‘Türkiye’yi şirket gibi yönetmek’ ile tarif edilen partili cumhurbaşkanlığı sistemi, ekonomik kararların hiçbir tartışma ve denetim olmaksızın hızlıca uygulanmasını öngörüyor.

En değerli kamu kuruluşlarının, Türkiye Varlık Fonu AŞ’de toplanması ve başına Erdoğan’ın başdanışmanı Yiğit Bulut’un getirilmesi gibi.

Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı ülkeler Rusya ve Çin değil. 2016 yılında 131 milyar 676 milyon dolarlık ihracat gerçekleşti. Bu ihracatın 24 milyar 838 milyon dolarını tekstil-hazır giyim sektöründe gerçekleşti. Bu sektördeki ihracatta AB, %64,5 paya sahip. 2016 resmi verilerine göre tekstil-hazır giyim sektöründe 500 bin işçi kayıtlı olarak çalışıyor. Bu rakam, fason ve yan işler de katıldığında 5 milyona varıyor.

15 yıllık iktidarında bürokrasiyi şirketler lehine aşmanın birçok yolunu bulan ve uygulayan Ak Parti hükümeti bu referandumda işçiler için hiçbir şey vaat etmiyor. Kıdem tazminatlarına da gözünü dikmiş durumda.

Aynı durum, otomotiv sektörü için de geçerli. 23 milyar 890 milyon dolarlık ihracatın %78,7 AB’ye yapılıyor. Otomotiv sektöründe çalışan işçi sayısı 200 bin. Yan işlerle sektörde çalışanların sayısı 1 milyona yaklaşıyor.

Şirket gibi yönetmek

Elektrik-elektronik ve iklimlendirme sektöründe ihracatın %53,5’ü, 5,5 milyar dolarlık demir-çelik ürünleri ihracatı yanında 5,1 milyar dolarlık da kimyevi madde ihracatı, kuru meyvede de ihracatın %69,4’ü yine Avrupa Birliği ülkelerine. Sanayiden tarıma milyonlarca işçi eğer Erdoğan ve Ak Parti’nin istediği yoldan gidilirse işlerini kaybedebilir. İşçilerin çıkarı hayır da Sosyalistler, Avrupa Birliği üyeliğine başından beri karşıdır, milliyetçilerden farklı sebeplerle. Avrupa kapitalistlerinin çalışanlara dayattığı ekonomik politikalara karşıyız. Avrupalı işçiler de aynı gerekçelerle karşı. Fakat Trump ve Putin’e tutunmaya çalışarak AB’ye meydan okuyan hükümet, ne üyelik kısmında işçilerin çıkarlarını düşünüyor ne de müzakereleri bitirirken. Ekmeğimizi ve işimizi tehdit eden milliyetçi maceracılığa hayır! Diplomatik gerginlik ve çatışma siyaseti son bulmalı.

SESİNİ DUYURMAK DA YASAK Başlamadan yasaklanan Akbank grevi hakkında haber yapmak mahkeme kararıyla yasaklandı. Yayın yasağının gerekçeleri “Akbank’ın servet ve şöhretinin korunması”, “milli güvenlik”, “kamu düzeni”, “toprak bütünlüğünün korunması.” İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği’nin haber yasağı kararı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Kaçakçılık Narkotik ve Ekonomik Suçlar Soruşturma Bürosu tarafından gazetelere gönderilen yazıyla duyuruldu. Yasak, Akbank çalışanlarının sendikası Banksis’in Sabah gazetesine verdiği grev ilanı üzerine Akbank avukatlarının açtığı davadan geldi. Kârına kâr kattığı halde 1,5 yıldır çalışanlarının maaşlarına zam yapmayan bankanın, bu ilanla itibarını zedelediğini, servet ve şöhretine zarar vermeyi hedeflediğini iddia eden Akbank yöneti-

mine destek BDDK’dan geldi

Bankacılık Devlet Denetleme Kurulu, sendika hakkında suç duyurusuna benzer açıklamasında “grev sürecinin yatırımcı nezdinde dikkate alındığı ve BANKSİS tarafından yapılan ve yapılabilecek kamuoyu açıklamalarının bankanın mali durumunu etkileyebilecek önemli bir olay olarak görüldüğü, söz konusu ilanın müşteriler nezdinde etkilerinin olabileceği, Bankacılık Kanunu’nun 74. maddesinde tehlike suçu unsuru olarak düzenlenen ‘itibarın zedelenmesi’ suçunun maddi unsurunun ortaya çıktığı”nı ileri sürdü. Türkiye’nin en büyük bankalarından birinde çalışanların grevi hükümet tarafından yasaklanırken, sendikanın sesini duyurması da yargı tarafından yasaklanmış oldu.

İşsizlik artıyor, geçen yıldan bu yıla işsiz sayısı 3,2 milyondan 3,9 milyona yükseldi. Kısa süreli (haftalık, aylık) işlerde çalışanları ve işi olmadığı halde iş bulmaktan ümidi olmadığı için iş aramayanları da kattığımızda 7 milyon kişi işsiz. Yani 35 milyon çalışabilir nüfusun yüzde 20’sinin her hangi bir geliri yok. Ücret seviyeleri 2 yıldır aşağı yukarı aynı, hâlbuki her yıl en az yüzde 10 enflasyon var, bu yıl enflasyonun yüzde 15’i bulması mümkün. Enflasyon sürekli artıyor, hayat pahalılaşıyor, ama işçilerin gelir düzeyi yükselmiyor. Kriz bahanesi ile patronlar yıllık enflasyon farkı kadar bile ücretlere zam yapmaya yanaşmıyorlar. İşçi sınıfı düşen alım gücüne karşı toplu sözleşmelerle ücretlerini korumaya çalışıyor, ama grevler hükümet tarafından erteleniyor. En son geçen hafta Akbank grevi ertelendi. Sendikalar muhalif olmakla suçlanırız korkusuyla toplu sözleşmelerde patronları sıkıştıramıyorlar, anlaşmazlık durumunda en tabii hakları olan grev haklarını kullanmakta tereddüt ediyorlar. İşçilerin en önemli güvencesi olan kıdem tazminatı muhtemelen referandum sonrası ortadan kaldırılacak, kıdem tazminatı almak hayal olacak. Ama sendikalardan yine malum korkular nedeniyle çıt çıkmıyor. Hâlbuki korkunun ecele faydası yok. Hayat pahalılığı artarken, işsizlik artarken, çalışma koşulları kötüleşirken, kıdem tazminatına el konulması gündemdeyken işçi sendikaları hiçbir şey yapmadan oturdukları yerde oturamazlar. Eğer otururlarsa bir gün işçi sınıfı öyle bir patlar ki, ne sendikacı kalır, ne işyeri temsilcisi. Referandum süreci öyle ya da böyle sonuçlanacak, elbette “hayır” çıkarsa işçi sınıfı mücadelesinin önü açılacak, patronların işçilerin haklarına el uzatmaları zorlaşacak. Ama “evet” de çıksa işçiler için haklarını kazanmak, eldeki hakları korumak için mücadeleden başka bir yol yok. 16 Nisan’dan sonra mücadeleyi daha kendine güvenli bir şekilde sürdürmek için bir yandan “hayır” kampanyasının kazanması için mücadele etmeliyiz, öte yandan referandum sonrasında işçi sınıfının birliği için işyerlerinde dayanışmayı örgütlemeliyiz. İşyeri örgütlenmelerini güçlendirmeli, referandum sürecinde ortaya çıkan bölünmüşlüğü gidermeliyiz. Referandumda nasıl oy kullanmış olursa olsun işçi sınıfı olarak haklarımız için birlikte mücadele etmemiz gerektiğini bütün işçilere anlatabilmeliyiz.


10

DÜNYA

GÜNEY KORE: İMPARATORLUKLAR İÇİN İNŞA EDİLMİŞ BİR ÜLKE SİMON BASKETTER

Güney Kore’de patlayan Samsung telefonlar, ülkenin gözden düşmüş başkanı Park Geun-hye’nin yüksek irtifa rahatsızlığı için ayrılan parayla Viagra almasından daha büyük bir kriz teşkil etmiyor. Ama her iki olay da Güney Kore devletinin merkezindeki gerçek bir krizin ifadesi. Kitlesel eylemler, siyasal destekler karşılığında milyonlarca poundluk rüşvet aldığını kabul eden Park Geunhye’nin istifa etmesini sağladı. Şaman bir tarikatın lideri olan Choi Soon-sil, Park ile olan bağlantılarını farklı şirketlerin Park’ın “yardım vakıflarına” 60 milyon pounddan fazla para göndermesini sağlamak için kullanmakla suçlanıyor. Samsung’un akıllı telefon ve gemi inşa imparatorluğunun fiilen başında bulunan Jay Y Lee Ocak ayında bir geceyi hapishanede geçirdi. Samsung’un resmi patron olan Lee Kun-hee, 10 milyar poundluk servetiyle Güney Kore’deji en zengin insan. Onun oğlu Jay Y, iki Samsung iştirakinin birleşmesini kolaylaştırmak amacıyla Park’a 30 milyon pound vermekle suçlanıyor. Samsung ekonomiyi egemen olan ve “chaebol” olarak bilinen holdinglerin en büyüğü. Yaşlı Lee, rüşvet suçlamasından iki kez mahkûm olmuştu. Hapis cezası alsa da başkan tarafından affedildiğinden hapiste yatmadı. Park 1974 yılında o dönemde Güney Kore’nin diktatörü olan babası Park Chung-hee’yi hedef alan ve annesinin öldürüldüğü bir suikast teşebbüsünün ardından Choi ailesiyle içli dışlı olmaya başladı. Bir tarikatın lideri olan Yaşlı Choi Park’ın annesinin ruhu ile iletişim kurduğunu iddia ediyordu. Onun kızı olan Choi Soon-sil, Yaşlı Choi’nin 1994’deki ölümünün ardından bu görevi devraldı. Park’ın babası 1979 yılında Kore’deki CIA’in başı olan Kim Jae-gyu tarafından öldürüldü. Mahkemede cinayeti işlerken amaçladıklarından birinin, liderin Choi’nin yozlaştırıcı etkisini engellemekte başarısız olması olduğunu söyledi. O buna bir son vermek istiyordu. Aynı zamanda onun yaptıklarına odaklanan ve hükümeti devirme tehdidinde bulunan kitlesel eylemler de oluyordu. General Park Chung hee iktidara 1961 yılında bir darbe ile geldi. Hem Park hem de Kim 1946 yılında ABD’deki bir askeri okuldan mezun olmuşlardı. 1945’den beri süren ABD müdahalesi kritik önemdeydi. Güney Kore’nin ilk başkanı olan Syngman Rhee 35 yılını Amerika’da geçirmişti ve ABD tarafından onaylanmıştı. CIA onu Seul’a ABD’li General MacArthur’un özel uçağıyla getirdi. 14 Ağustos 1945’te ABD Başkanı Harry Truman, Kore boyunca uzanan hayali bir çizgi olan 38’inci paralelin güneyindeki askerlerin ABD’ye teslim olması gerektiğini açıkladı. Hattın kuzeyindeki askerler ise Rusya’ya teslim oldular. Devlet ikiye bölünmüştü ve sıradan insanlara söz hakkı verilmiyordu. Japon emperyalizminin sona ermesiyle ülkedeki ABD ve Rusya egemenliği başladı. Hem Rusya hem de ABD emperyalizmi her tür direnişi ezmeye çalıştı ve yarımadanın kendi bölümlerinde kendilerine sadık rejimler kurdular. Bir süre sonra süper güçler tarafından seçilen her iki diktatörün de, kendilerine ne söylenirse onu yapacak olan kuklalar olmadığı ortaya çıktı. Rus lider Joseph Stalin’in onayını alan Kuzey Kore lideri Kim İl Sung 1950’de bir savaş başlattı. ABD, kendi müda-

2017'ye damgasını vuran büyük mücadele, kitleler sokakta.

halesinde BM’nin de desteğini aldı ve ülkeye 1,5 milyon asker gönderdi. 63.000 Britanya askeri de başka ülkeleri askerleriyle birlikte bu ülkeye gönderildi. Çin hükümeti Kuzey’i desteklemek için asker gönderdi. Savaş müdahil ülkelerin çıkarlarına göre gelişti. Savaşta dört milyon Koreli öldü veya yaralandı ve 20 milyon Koreli mülteci durumuna düştü. 2 milyon Koreli sivil ölürken Güneydeki nüfusun yarısı evlerini kaybetti. Savaşın zirvede olduğu 1951’de ABD Kuzey Kore’nin başkenti Pyongyang’a sahte nükleer bombalama uçuşları gerçekleştirdi. Kore savaşının üç yılında on yılda Vietnam’a yağdırdığı napalmdan daha fazlasını bu ülkeye attı. Üç yılın sonunda taraflar bir çıkmaza girdiler, her iki taraf da süper güçler arasında açık bir mücadeleyi tetiklemeden daha fazla savaşı sürdüremez hale geldi. Nihai sınır çizgisi, savaş başlamadan önce olan ile aynıydı. Bu anlamsız ve barbarca savaş Soğuk Savaş’ı özetliyordu. ABD’nin varlığının yarattığı doğrudan ve dolaylı ekonomik faydalar Kore’nin büyümesinde motor gücü teşkil etti. Güney Kore muazzam miktarda ABD yardımı aldı. Aynı zamanda bu ülke ucuz emek arayışında olan Japon şirketlerinin tercih ettiği bir imalat merkezi haline geldi. ABD’nin onayladığı darbenin ardından Park Chunghee’nin rejimi ekonomiyi sıkı bir kontrol altına aldı ve büyümeyi planladı. Aynı zamanda devlet, bankalar ve sanayi arasında yakın bir ilişki kurdular. Geçişken küresel politikalar sürdürüldü. Güney Kore’deki sağcıların 2014 yılında Sewol feribot kazasında hayatını kaybedenlerin ailelerini “Kuzey Kore yanlısı komünistler” olarak etiketlemesi çarpıcıdır. Bu felakette 250’si lise öğrencisi olan 300 kişi hayatını kaybetmişti. Park geçen yıl ülkeye, ABD yapımı bir füze savunma sistemi kurmaya karar verdi. Onun görevden alınmasına rağmen, Başkan vekili olarak görev yapan Hwang Kyo-ahn bu planı sürdürüyor. Füzeler bu ay yerleştirilmeye başlanacak. Bu durum ABD’nin Çin ile olan ilişkilerinin bozulduğunu gösteriyor.

Ancak şimdi Çin hem mallar hem de hammaddeler açısından ithalat üssü olduğundan Kore ekonomisi için büyük bir öneme sahip. Kuzey Kore ile yürütülen ekonomik işbirliği bölgesinin kapatılması da ABD’nin bölgede yürüttüğü güç mücadelesinin dolaysız bir parçasıydı. Ancak imparatorluğun manevralarına ve egemen sınıfın yozlaşmışlığına karşı Kore işçi sınıfının gücü ve militanlığı her zaman güçlü bir alternatif sunuyor. 1945 ile 1950’de Kore Savaşı’nın patlak vermesi arasındaki yıllar çalkantılıydı. Hem kuzeyde hem de güneydeki işçiler daha önce Japon kapitalistlerinin sahip olduğu fabrikaların kontrolünü ele geçirdiler. Tüm ülkede yeni demokratik araçlar kuruldu, onların adı halk komiteleriydi. Ağustos ve Eylül 1945’te Seul’da bir Kore Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Bu cumhuriyet ülkenin her yanında kurulan halk komitelerine dayanan geçici bir hükümetti. ABD ve Rusya halk demokrasisini ifade eden her şeyi ezip geçtiler. Ancak sanayileşme güçlü bir işçi sınıfı yarattı. 1960’da öğrencilerin yolsuzluk karşıtı eylemleri polis tarafından zor kullanılarak bastırılınca, gösteriler büyüdü ve başkan devrildi. 1970’lerin sonunda yine aynı şekilde başkan görevi bırakmak zorunda kaldı. 1987’de öğrenciler ve orta sınıfın bazı kesimlerinin katıldığı eylemler askeri rejimi sarsarak onu bir derede serbestleşmeye gitmek zorunda bıraktı. Bunu 1988 yılındaki büyük grevler izledi. Grevler ancak işçiler iki haneli rakamlarda ücret zammı aldıklarında sona erdi. Geride bıraktığımız yirmi yılda Kore işçileri baskıyla karşılaştıklarında örgütlendiler ve devasa militan eylemlerle direndiler. Park Kore’deki işçi hareketini ezmeye çalıştı. Geçen yılın Ekim ayında yirmiden fazla sendika lideri ve eylemci hapse atıldı. Ancak aynı zamanda Hyundai işçileri greve gitti ve önemli bir oranda zam aldılar. Son harekete hız veren şey, demiryolu işçilerinin greviydi. Park’ın devrilmesini sağlayan milyonlarca insan sokaklara çıkıp neredeyse aralıksız bir şekilde seferber olmasıydı. Generallerden, casuslardan ve holding patronlarından iktidarı da onlar alacak.


AKTİVİZM 11

365 GÜNDE 315 FELAKET NURAN YÜCE

Dünyada risk yönetimi, sigorta ve reasürans brokerliği konularında faaliyet gösteren Aon şirketinin geçtiğimiz hafta “2016 Küresel İklim ve Felaket Raporu” yayınlandı. Basında “365 günde 315 felaket” başlığı ile yer alan raporda dünya çapında meydana gelen iklim ve doğal afetlerin ekonomik maliyetleri hesaplanmış. Raporlanan veriler çok ürkütücü...

ÖNE ÇIKAN Can Irmak Özinanır

BAŞKA BİR DÜNYA İÇİN MÜLTECİLERLE OMUZ OMUZA Mülteciler ve mültecilik, dünyanın pek çok yerinde politik tartışmaların birinci gündem maddesi. Savaşın şiddetini arttırması sonrası ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeliler bu tartışmalarda ayrımcılığa en çok

2016’daki ekonomik kayıp 210 milyar dolar

maruz kalan kesimi oluşturuyor. Türkiye’de de mülteci-

Rapora göre, 2016’da iklim değişikliği ve doğal afetlere bağlı 210 milyar dolarlık kayıp yaşanmış. Bu son dört yılda gerçekleşen en büyük kayıp olurken, tarihte kayıtlara geçen en büyük 7. kayıp olarak tespit edilmiş. Ayrıca 2013 yılından bu yana 200 milyar dolarlık eşiğin ilk kez aşıldığı söyleniyor. Ekonomik kayıplara neden olan toplam 315 farklı olayın yüzde 70’lik bölümünü sel, deprem ve ağır hava olayları oluşturuyor. Ekonomik olarak 1 milyar dolardan fazla zarara yol açan doğal afetlerin sayısı ise 34. Yine raporda son 10 yılda en çok artış gösteren tehditlerin deprem, su baskınları ve kuraklık olduğu belirtiliyor. 2016’da meydana gelen doğal afetlerin 14’ü Amerika Birleşik Devletleri’nde, 11’i Asya-Pasifik ülkelerinde, 3’ü Avrupa, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde ve 2’si ise Latin Amerika’da meydana geldi. Yani dünyanın dört bir yanı bu doğal afetlerden etkilenmiş. Kayıpların oluşmasında ana neden tabii ki iklim değişikliği ama bu raporu hazırlayan bir sigorta şirketi ve asıl kaygısı sigorta şirketlerinin bu felaketlerin artması ile uğrayacağı zararlara dikkat çekmek. Rakamsal verilerin ardında ise gerçek insanlık dramları yaşanıyor.

ler referandum kampanyalarından, Avrupa Birliği ülke-

Afrika’da öldüren kuraklık Afrika son yılların en kötü kuraklığını yaşıyor. Etiyopya’da aylardan beri yağmur yağmıyor, son 30 yılın en kötü kuraklığı olarak ifade edilen bu dönemde BM’nin verilerine göre 10 milyondan fazla insan acil gıda yardımı bekliyor. Bu rakamın çok kısa süre içinde iki katına çıkabileceği uyarıları yapılırken, yetersiz beslenme nedeniyle tedavi gören çocuk sayısı 400 bin olarak belirtiliyor ve bu sayı da her geçen gün artıyor. Afrika kıtasında

leri ile yaşanan krize kadar tüm sistem partilerinin diEtiyopya'da kuraklık ve su krizi, halkı vuruyor.

linde. Ya istenmeyen ilan ediliyorlar ya da bir pazarlık kozu olarak görülüyorlar. 18 Mart’ta birinci yılını dol-

ki diğer ülkelerde de durum farklı değil “Su yok, ot yok, hayvanlarımız ölüyor” Afrika’daki durum bu. İklim değişikliğinin bizler açısından anlamı kuraklık ya da seller, fırtınalar, orman yangınları, açlık, salgın hastalıklar, susuzluk, yüksek gıda fiyatları, yaşam olanaklarının ortadan kalması ile çatışma ortamları, göç… Ve maalesef iklim değişikliğini durdurmak için daha radikal adımlar atılmaz ise bu felaketlerin sayısı artacak.

duran AB-Türkiye mülteci anlaşması bugünlerde Türkiye

Artık yeter

karşı “Hıristiyanların cephe devleti” olarak anlatırken

17 Mart tarihinde dünya ekonomisinin %80’ini oluşturan G20 ülkelerinin zirvesi yapıldı. Bu zirvede ne geçtiğimiz yıl Paris’te varılan iklim anlaşmasına bir atıf ne de iklim değişikliğini durdurmak için somut adımlar vardı. Dünyanın en zengin ülkeleri kuraklık ve açlıkla kırılan ülkelere vaat ettikleri insani yardımları bile yerine getirmediler. İklim krizinin insani ve ekolojik maliyetinin her geçen gün artacağı uyarısı yıllardan beri yapılıyor ve bu maliyetlerin arttığına tanık oluyoruz. Ekonomik ve ekolojik krizin tüm maliyetini dünyanın en yoksulları yaşamları ile öder hale geldi. Ekonomik ve ekolojik krizden sorumlu olanlar maliyeti sosyal haklarımıza saldırarak ekolojik krizin yarattığı yoksulluk ve ölümlere duyarsız kalarak bize ödetmeye çalışıyorlar. “İkisini de ödemeyeceğiz!” diyeceğimiz güçlü bir hareketi acilen yaratmamız gerekiyor.

yetkilileri tarafından iptal edilebilir denilerek AB’ye karşı bir tehdit malzemesi olarak kullanılıyor olsa da hâlâ yürürlükte ve en büyük zararı hiçbir tartışmanın öznesi olmasına izin verilmeyen mültecilere veriyor. Son olarak Bulgaristan seçimlerinde mülteciler yine seçim malzemesi yapıldı. Son seçimde barajı aşmaya başaran Vatanseverler İttifakı, Bulgaristan’ı mültecilere sınırlarda “mülteci avına” çıkan gazi askerlerden oluşan bir birliğin ve bir güreşçinin haberleri medyada yer aldı.

Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinin

gösterdiği gibi mülteci düşmanlığı aynı zamanda otoriterizmin yükselişinin de zeminini oluşturuyor. Mültecilerin yaşamlarını son derece yakından etkileyen bütün bu tartışmalar bir “mülteci krizi” başlığı etrafında yapılıyor oysa krizin sorumlusu mülteciler değil kapitalizm! Kapitalizmin 1970’lerde girdiği kriz, “Refah devleti” olarak anılan uzlaşının sonu olmuş ve yerine kamusal hizmetlerin tamamen piyasalaşmasının hedeflendiği bir birikim rejimi olarak neoliberalizm devreye sokulmuştu. Her birikim rejimi bir takım kültürel ve ideolojik uzlaşılara yaslanır, toplumu bütün düzeylerde dönüştürmeyi hedefler. Neoliberalizm etrafında oluşan

DOĞAYI KORUMA KAYGISI KAPİTALİST KALKINMANIN FITRATINA AYKIRI

ya çıkmıştı. Bu arazilere yapılan inşaatların bir kısmında bugün şunlar bulunuyor: Zorlu AVM, Starcity Outlet Center (Bahçelievler), Ora AVM (Bayrampaşa), Forum İstanbul (Zeytinburnu), Ataköy Konakları (Bakırköy), Selenium Plaza (Beşiktaş)

ÖZDEŞ ÖZBAY

Yine deprem nedeniyle “1.Derece Acil Ulaşım Yolu” olarak belirlenen 562 caddenin ise neredeyse tamamı otoparka dönüşmüş durumda.

Erdoğan geçtiğimiz hafta katıldığı bir toplantıda “Bizim bir iktisat ahlakımız var. Tüm çalışmalarımızı ona göre yürütüyoruz” diye konuştu. Gecekonduların şehirleri istila eden beton, çelik ve cam yığını binalardan daha kişilikli, daha şahsiyetli, daha özgün olduğunu da vurguladı. Bu binaların insan fıtratına uygun olmadığını belirtti. Oysa AKP hükümetleri 15 yıldır uyguladıkları politikalarla şehirlerin beton yığınına dönmesinin ana sorumlusu. İstanbul’da beklenen büyük deprem nedeniyle yıllardır riskli alanlar ve binalar belirlenerek kentsel dönüşüm gerçekleştiriliyor. Ancak AKP tarafından yürütülen bu projeler yıllardır inşaat şirketleri açısından rant kapısına çevrilmiş durumda. Çoğunlukla projeler binalarda kalan dar gelirli grupları çıkararak orta ve üst gelir gruplarına yönelik konut ve alışveriş merkezlerine dönüştürülüyor. 1999 depreminden sonra İstanbul’da 'Afet Toplanma Alanı' olarak ayrılan 480 deprem toplanma alanından 300 tanesinin yapılaşmaya açıldığı önceki yıllarda orta-

Erdoğan çevre ve ekoloji hakkında, orman alanlarına ceviz, kestane, badem, zeytin dikeceklerini ve bunların kullanımını orman köylülerine bırakacaklarını söylerken konuya hiçbir şekilde vakıf olmadığını da belli ediyor. Aynı şekilde “81 ilde tabiat turizmi seferberliği başlatıyoruz.” derken de. Bu açıklamaları yapmak ancak ekolojinin mümkün olduğunca dengesi bozulmaması gereken bir sistem olduğunu görmemekle mümkün olabilir. İnsanların doğa ile uyumlu bir kentleşmeye ve üretime geçmedikleri takdirde doğa ile birlikte kendilerini de yok etmekte olduğunu göremiyor. Bu nedenle hem zehir saçan termik santralleri açmakta ısrar ediyor hem de Cerattepe’de olduğu gibi ormanların içine altın madeni açılmasına izin veriyor. Kanal İstanbul gibi bir beton yığınını inşa etmekte ısrar ediyor.

uzlaşı 2008 yılındaki ekonomik bunalım ile dağılmaya başladı. 2010’lu yılların başından beri ise bu uzlaşının dağılması kendisini politik bir kriz ile ifade ediyor. Bu kriz hâli geleceğin sadece işçi sınıfı ve ezilenler açısından değil egemen sınıflar açısından da öngörülemez olması anlamına geliyor. Bu tür durumlarda Lev Troçki’nin faşizmin yükselişi ile ilgili verdiği sarkaç örneğini (elbette tarihsel bağlamını unutmadan ve mutlaklaştırmadan) hatırlamak gerekir. Troçki’ye göre: “Geç kapitalist toplum derinden sarsıldığı zaman, sarkaç daima önce sola gider, ancak işçi sınıfı hareketi başarısızlığa uğradıktan sonra sağın vakti gelir”. Arap devrimlerinden, İspanya, Yunanistan, ABD başta olmak üzere pek çok yerdeki kitle hareketlerine sarkacın sola vurduğu evreyi, mülteci düşmanı popülist sağın yükseldiği bir evre izledi. Ancak mücadele bitmiş değil. Mülteci düşmanlığı sarkacı sağda tutmanın, işçi sınıfının tümüne dönük saldırıyı arttırmanın en temel ayaklarından biri. Kapitalizmin krizinin işçi sınıfına çıkarılmasını engellemek isteyenlerin ırkçılığa karşı mültecilerle omuz omuza mücadele etmesi bugünkü kriz ortamında küresel olarak sarkacın tekrar sola vurmasını sağlayacak en önemli adımlardan biri.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

GÖÇMENLER BAŞIMIZIN TACIDIR! Referandum kutuplaşmasının esas kay-

bedeni çok açık ki Suriyeli mülteciler. Hükümet referandum kampanyasında dozunu artırdığı batı düşmanlığında mültecileri bir koz olarak masaya yatırıyor. Başını CHP’nin çektiği muhalefetin ise referandumda ırkçı yaklaşımları Suriyeliler söz konusu olduğunda bütünüyle belirginleşiyor. Kılıçdaroğlu her gün Suriyelilerle ilgili yalanlar söylüyor. Hükümet mültecilerin yaşam standardını yükseltmek için kaynak ve olanak ayırmıyor. Ulusalcı muhalefet bütün Suriyelileri ya Cihatçı ya AKP seçmeni sanıyor! Suriye’de yıkım! Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği savaşın yedinci yılına girilirken 12 mart 2017 günü yayınladığı bildiride Suriye savaşı hakkında şu bilgileri verdi: “Suriye’de, 13,5 milyon kişi insani yardım ihtiyacı içinde; 6,3 milyon kişi ülke içinde yerinden edilmiş durumda; yüz binlercesi sığınacak yer arayışında tehlikeli deniz yolculuklarına çıktı; beş yaşın altındaki yaklaşık 3 milyon Suriyeli savaş dışında bir şey görmeden büyüdü; kadın ile çocukların çoğunluğunu oluşturduğu 4,9 milyon Suriyeli ise komşu ülkelerde ev sahibi toplulukları sosyal, ekonomik ve politik sonuçları omuzlarken muazzam bir güçlük altında bırakarak mülteci durumunda”. Türkiye’de Suriyeliler Mart 2017 itibariyle resmi rakamlara göre 2 milyon 941 bin 102 Suriyeli Türkiye’ye sığınmış durumda. Sığınmacıların yaklaşık 1 milyonu resmen kayıtlı. Toplam sığın-

YALANLAR VE GERÇEKLER Yalan: Suriyeliler Türkiye’de çok mutlu. Gerçek: Suriyeliler Türkiye’de mutlu değiller. Dünyanın hangi ülkesine giderlerse gitsinler yine mutlu olmayacaklar. Sadece yaşamaya çalışıyorlar. Evlerinden, barklarından kopmak zorunda kalan, her biri bir yakınını iç savaşta kaybetmiş, işkence görmüş ve şimdi başka bir ülkede horlanarak tacize uğrayarak, dışlanarak, şeytanlaştırılarak, ırkçı saldırılara maruz kalarak yaşayan insanların keyfinin yerinde olması mümkün değildir. Geçen yıl Türkiye’nin batıya açılan sınır kapılarına yapılan kitlesel yürüyüşler bunun kanıtıdır. Botlarla

Suriyeli mültecilerin sınırdışı edilmesini isteyenlerin, gitmelerini istediği yer.

macıların yaklaşık 350 bin kişilik bir bölümü kamplarda yaşıyor. Kayıtlı olmayan ve kamplarda da yaşamak istemeye Suriyeliler Türkiye’de tam bir can pazarı koşulunda yaşıyorlar. Hiçbir güvenceleri yok. Sağlık sisteminden faydalanamıyorlar. “Misafir” değil mülteci Türkiye Suriyeli sığınmacılara 'misafir' kavramıyla yaklaşıyor. HAMİŞ Suriye Kültür Evi’nden Şenay Özden’in de vurguladığı gibi, “Suriyelilere yaygın olarak “misafir” kavramıyla bakılması ile sığınmacı haklarının söz konusu olması ile koruma altına alınması gereken kişiler olarak

ölümü göze alarak Ege’nin karşı kıyısına gitmeye çalışmalarının nedeni de budur Ege denizinde ölmelerinin nedeni de. Yalan: Savaşmak yerine kaçıyorlar Gerçek: Dünya nüfusunun ezici çoğunluğu savaşçı değildir ve savaş, iç savaş gibi koşullardan kaçarlar. Suriyelilerin de ezici çoğunluğu savaşçı değil, işçi, köylü, öğretmen, mühendis, öğrenci kadın ve erkekler. Yalan: Suriyelilere vatandaşlık verilecek. Gerçek: Son beş yılda her seçimde dile getirilen bu yalan, seçim ve referandum kutuplaşmalarında kullananlara ne kazandırıyor bilinmez. Bu yalanı kullananlar sadece ve sadece ırkçılıklarıyla baş başa kalıyorlar. Üstelik, bir demokrat, bir solcu, bir sosyalist olmak gerekmez, vicdan sahibi olan herkes, Suriyelilerin Türkiye vatandaşlarıyla aynı haklara sahip olması

bakılmamaları sonucu doğuyor. Misafir kavramı ile mülteci ve sığınmacı olarak tanınan hakların görülmez hale gelmesi durumu doğuruyor.” Böylece Geçici Koruma Statüsü adı verilen durum Suriyeli sığınmacıların “misafir” olarak kabul görmesiyle el ele gidiyor. Örneğin El-Bab harekâtının amaçlarından birisi, o bölgedeki Suriyelilerin istikrarın sağlanmasıyla evlerine geri dönmesi olarak tarif ediliyor. Özetle, “misafir”i evine geri yollamak için acele ediliyor. Suriyelilerin “misafir” değil sığınmacı olduğunu kabul etmek ve sığınmacı bireyler olarak tüm haklarının tanınmasını

gerektiğini en baştan kabul eder. Suriyelilerin bugüne kadar “Misafir” olarak görülmesine, “Geçici Koruma Statüsü”nde tutulmalarına karşı çıkmamız gerekir. Yalan: Suriyeliler oy kullanacak. Gerçek: Halkların Köprüsü kampanyasının çok başarılı bir şekilde anlattığı gibi, oy kullanmak bir vatandaşlık hakkıdır, Suriyeliler ise vatandaşlık hakkına sahip olmadıkları için oy kullanamazlar. Suriyelilere hem seçimden sonra vatandaşlık verilecek deyip hem de bu seçimde oy kullanacaklarını söyleyenler ise sadece ırkçı değil yalancı da. Bir de bütün Suriyelilerde IŞİD zihniyetinin taşıyıcısını gören bir bakış açısı var var ki, bu çevreler hem aralıksız bir şekilde nefret söylemini güçlendiriyorlar hem de Suriyelilere yönelik ırkçı saldırılara katkıda bulunuyorlar. Suriye devrimini,

sağlamak çok önemli. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin bir dizi dernekle birlikte 2014 yılında yaptığı açıklamada değinildiği gibi, “Suriyeli mülteciler hak sahibi olan ve haklarına riayet edilmesi gereken bireylerdir. Dolayısıyla bu tip hukuksal temelden yoksun tanımlamaların kullanılmasına son verilmelidir.” Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe kampanyasının, Suriye halkıyla dayanışma eylemlerinde dile getirdiği yürüyüş talebini kazanana kadar, mültecilerle dayanışmaya ve mülteci düşmanlarının ırkçılıktan mustarip olduğunu anlatmaya devam edeceğiz: “Mülteci hakkı insan hakkıdır!”

devrimin başlangıcındaki birleşik halk inisiyatifini Esadçı bir yaklaşımla görmezden gelen ve hakir gören bu çevreler, Arap halklarını medeniyetten yoksun olarak kodlamış olan ırkçı yaklaşımın taşıyıcısı durumundalar. Suriye’de yaşananlara, Türkiye’deki kutuplaşmanın penceresinden bakarak devrimin iç savaşa dönüşmesiyle hem Suriye’de hem de tüm dünyada allak bullak olan Suriyelileri AKP’li olarak kodlayan bu yaklaşıma karşı ses çıkartmak tam da ırkçılığa karşı mücadelenin en önemli alanlarındandır. Kuşkusuz, bir yandan ırkçılığa karşı mücadele ederken bir yandan da Suriyelileri batıyla pazarlık unsuru olarak gören hükümetin mülteci politikalarının radikal bir şekilde değişmesi için mücadele edeceğiz. Mevcut mülteci politikası Suriyelilerin en temel sorunlarının başında geliyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.