DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
595
19 Nisan 2017 3 TL. sosyalistisci.org
İKİ KİŞİDEN BİRİ 'HAYIR' DEDİ
BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK İÇİN DAHA GÜÇLÜYÜZ
2
GÜNDEM
YERLİ, MİLLİ, KRİZDE
Baskı ve savaşla ‘evet’ kampanyası yapan Ak Parti-M-
“HAYIR”DAN BARIŞA GİDEN YOL
HP-BBP milliyetçi ittifakı, sistemi değiştirmeyi küçük bir farkla başarsa da, büyük miktarda oy kaybederek referandumdan krizle çıktı. Oyların yüzde 51,4’ünü alabilen yerli-milli cephesi, 1 Kasım genel seçimlerine göre toplamda yüzde 10,5 oy kaybetti. Bu 15 temmuz sonrası gelişen uygulama ve kararlarına, yerli-milli partilerin neredeyse herkesi "teörirst" ilan eden çizgisine bir tepki. Erdoğan ve Ak Parti liderliğinin dile getirdikleri beklenti, çok daha büyük bir ‘evet’ti. Onun yerine büyük fire geldi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan referandumdan sonra yaptığı konuşmada “idam” talebini gündeme getirdi. “Kitlenin gazını almak için” mi bunu yaptı yoksa 16 Nisan’dan sonra çizilen yol haritasının önemli başlıklarından birisi mi bunu zaman gösterecek. Avrupa Birliği ile ilişkileri bütünüyle askıya almayı devlet ve egemen sınıf ne ölçüde destekler bunu da zaman gösterecek. Fakat 15 Temmuz darbe girişimini engelleyen hareketin içinden “İdam” talebinin, idamı talep eden sloganların çıkması, darbe karşıtı hareketi töhmet altında bırakıyor.
YSK HESAP VER!
İdam önerisine, böyle bir tartışmanın yaptırılmasına her yerde karşı çıkmak ve idam yasasının geri getirilmesinin demokratik alandan elimizde kalan ne var ne yok her şeyin süpürülmesine tekabül edeceğini açıklamak zorundayız.
HDP bazı bölgelerde seçmenlere açık oy -gizli sayım dayatmasının yapıldığını gündeme getirdi.
Ama şunu da hatırımızdan tek bir saniye bile çıkartmayalım: İdam tartışması, aynı zamanda “Hayır cephesi”nin bölünmesi için de gündeme getiriliyor. Nasıl mı? Çok basit! Çünkü aslında bir “Hayır cephesi” yok. İlkeler etrafında kurulmuş, sınırsız özgürlükleri savunan, ırkçılık ve milliyetçilikten azade, Kürt halkının haklarının tanınmasını isteyenlerden oluşan, Erdoğan başkan olacak diye değil, yerli-milli bir otoriterliğin siyasal demokrasinin alanını daraltacağını düşündüğü için anayasa değişikliğine karşı çıkan bir “Hayır cephesi”nden söz edilemez. İdam tartışması gündeme geldiğinde bu cephenin hızla bölüneceği çok açık. Önüne gelen, olur olmadık her siyasi gelişmeyi faşizmle suçlayanların gerçek faşistlerle bir faşizme karşı birleşik cephe kurma ihtimali Türkiye’ye özgü bir gelişim olabilir ancak. Bunun abartılı bir yorum olacağını düşünenler, “Hayır” kampanyasının bazı sivri isimlerinin referandum boyunca Suriyeli göçmenlerle ilgili yaptıkları açıklamalara bakabilirler.
İstanbul ve Ankara’nın içinde olduğu batıdaki 16 büyükşehirdeki ‘evet’ oyları, 1 Kasım’daki Ak Parti oylarının altında kaldı. İşçi sınıfının büyük kısmını barındıran bu şehirlerde evet’in çıkış yapamaması Ak Parti seçmeni emekçilerin bir bölümünün hayır oyu verdiğini gösteriyor 16 Nisan gecesi ‘evet’in farklı galibiyetini bekleyen Erdoğan, toplumsal talep olmadığı halde gündeme getirip dayatttığı başkanlığı yasallaştırmayı başarsa da, bu her iki kişiden birinin istemediği şekilde sonuçlandı. Katılımın yüzde 85 gibi yüksek bir oranda gerçekleştiği referandumdan buruk ayrılan Erdoğan ve yerli-milli ittifakı partilerini zor günler bekliyor.
Yüksek Seçim Kurulu, oylama sırasında, kendi koyduğu kuralları değiştirerek mühürsüz oy pusulalarını geçerli kabul etme kararı ile referanduma şaibe bulaştı. YSK’daki Ak Parti temsilcisinin başvurusu üzerine gelişen karar, devletin referanduma açık müdahalesi olarak kabul edildi.
Referanduma yapışan şaibenin ortadan kalkmasının yolu tüm usulsüzlük iddialarının soruşturulması, haksızlıkların düzeltilmesidir. 16 Nisan’da kaç adet mühürsüz oy pusulası kullanıldı? Bu pusulalarda hangi tercihler bulunuyor? Bunlar halka açıklanmalı. Usulsüz oylar iptal edilmeli.
16 NİSAN'IN KAYBEDENİ Referandumun iyi sonuçlarından biri ülkücü faşist hareketin ikiye bölünmesi oldu. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası başkanlık sisteminin yasallaşma sürecini başlatan Devlet Bahçeli, 1 Kasım’da partisinin aldığı oyların büyük bölümünü kaybetti. Bahçeli muhalifi hayırcı MHP’lilerin partinin büyük çoğunluğunu oluşturduğu ortaya çıktı. Yenilen darbe girişimi sonrası, polis, ordu ve bürokrasideki gücüyle kilit konuma gelen Bahçeli, düşerken Ak Parti’yi de aşağı çekmeyi başardı.
Bu, 16 Nisan’da “Hayır” oylarının her iki kişiden birisinin tercih olmasının büyük bir başarı olduğu gerçeğini değiştirmez. “Hayır” diyenler, yönetim sisteminin daha demokratik olması gerektiğini savundular. Bazı liderliklerden bağımsız olarak, “Hayır” diyenlerin durduğu tarafın nesnel mantığı demokrasiye tekabül ediyordu. Ama “Hayır” diyen bazılarının öznel mantığı özgürlük, adalet ve eşitlik temelli bir “Hayır cephesinin” olmadığını gösteriyor.
Şimdi MHP’yi iç tartışma, daha fazla bölünme, belki de içinden ikinci bir partinin doğuşu bekliyor.
“Hayır”ın içinde iki hayır var: Birisi, halkların eşit koşullarda kardeşliğinden yana. Diğeri... diğerlerini görmek isteyenler, en sol görünümlü olan ama “Evet” sonucu çıkmasını, “Evet’in mimarı Kürtler” diye açıklayanlar.
Milliyetçi yaygara ve tehditlerle yapılan referandum kampanyasından ırkçı partilerin hezimet ve bölünmeyle çıkması, insanlık düşmanı fikirlerin yenilmesi için mücadele koşullarının da var olduğunu gösteriyor.
1990’ların başında MHP’den kopan diğer ülkücü faşistlerin kurduğu BBP de aynı sona uğradı. Liderliği ‘evet’çi olan BBP küçük miktardaki oylarının bir kısmını kaybetti ve o da bölünerek çıktı. MHP seçmenlerinin hayır oylarındaki yeri belli olsa da Sinan Ogan, Ümit Özdağ, Meral Akşenerlerin Suriyeli göçmenleri ve Kürt halkını hedef alan ırkçı fikirleri ve duruşları mazur görülemez.
REFERANDUMUN BAŞARANI Selahattin Demirtaş, milletvekilleri, binlerce üye ve yöneticisi tutuklanarak referandumda susturulmak istenen HDP’nin ‘hayır’ı Kürt illerinin birinci tercihi olarak gerçekleşti. 7 Haziran genel seçimlerindeki çıkışıyla, Ak Parti’nin anayasayı değiştirecek çoğunluğu ulaşmasını engelleyen Kürt seçmenler 16 Nisan’da savaş politikalarına da hayır demiş oldu. ‘Evet’in kılpayı zaferi, yerli-milli cephesi tarafından varlıkları ve dilleri inkâr edilen Kürtlerin bir kısmının oylarıyla mümkün olurken ırkçılığın anlamsızlığı da ortaya çıktı. HDP’nin onca baskıya rağmen ‘hayır’ı, siyasi çözümün yeniden ortaya çıkabilmesinin koşullarını da yaratmış oldu. Onca zorluğa ve şiddete maruz kalan Kürt halkı ve HDP üzerindeki baskılar sona ermeli.
GÜNDEM
SİSTEM DEĞİŞTİ FAKAT BAŞKANIN İŞİ ZOR
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
KÜRTLER BARIŞ İSTİYOR Bu, sadece 16 Nisan referandumunda Kürtlerin verdiği oyların dağılımından çıkan bir sonuç değil. Referandum öncesinde Diyarbakır’da Newroz kutlamaları sırasında kürsünden sık sık dile getirilen bir görüş. Kürtlerin çatışma yerine diyalog sürecine duyduğu özlemi ifade eden cümle, “2013 ruhuna dönelim” cümlesiydi ve Newroz kürsüsünden dile getirildi. 2013 ruhu, dönemin demokratik siyaset dönemi olduğunu vurguluyordu silahsızlanmayla tamamlanacak bir sürecin başladığını duyuruyordu. iki buçuk yıllık çözüm süreci bu yönde adımların atılacağına dair umutlar yaratsa da 2015 yılından itibaren çözüm süreci önce buzluğa kaldırıldı, bir süre sonra ise kimse süreçten söz etmez oldu. Sürecin sonlanmasıyla önce bazı şehirlerde, ardından bütün Türkiye’de kan dökülmeye başlandı. Diyalog dönemi-
‘Evet’ istediği sonuca yaklaşamasa da Ak Parti-MHP-BBP ittifakı sistemi değiştirmeyi başardı. Erdoğan’ın başkanlığının yasal boyuta geçmesiyle birlikte, 2019’a kadar nasıl bir hat izlemeli? Üç madde ne getirecek? Yapılan yasal değişikliğin ilk sonucu, Cumhurbaşkanı’nın partisine üye ve genel başkan olması. Bu tehlike mi? Hayır. Çünkü önceki cumhurbaşkanları da bir partinin üyesi olmasa da tarafsız değildi. Erdoğan fiilen başkanken, sorunları başkalarının üzerine atma şansı vardı. Şimdi yok. Her şeyden o sorumlu tutulacak, tüm eleştiri okları ona gidecek.
Her türden başarısızlığı da partisine yazılacak. Cumhurbaşkanının 30 günde Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeliklerine atama yapması bekleniyor. Bu kendi yargılarını kurmaları anlamına geliyor? Erdoğan ve Ak Parti’ye bağlı yargı mensuplarının o koltuklara oturtulacağı açık. Fakat hukuku belirleyen siyasettir ve o da mevcut güçler dengesi tarafından belirlenir. Yargı biz emekçiler ve ezilenler için dün de bugün de adaletsizlikler üreten bir kurum. Önümüzdeki dönemde yargı kararları, önceki dönemler gibi tepki ve mücadeleyle karşılaşacak. Üstelik bu kez tarafsız ve bağımsız oldukları da iddia edilmeyecek,
oklar yine başkana dönecek. Askeri yargının kaldırılması ise çok gecikmiş bir karar. 2010 referandumunda darbe anayasasına son verilmesini isteyen yüzde 58 zaten askeri yargının gayri-meşruluğunu tarihe yazmıştı. Ortaya bir garabet koymayı başardılar, ama bunun altını da boşalttılar. Partili cumhurbaşkanı Erdoğan ve adamlarının yeni dönemde işi zor. Her iki kişiden birinin istemediği başkana, 2019’a kadar rahat yok. Devletin tüm imkanlarını kullanıp MHP’yi de yanına almasına rağmen 16 Nisan’dan istediğini tam olarak alamadan çıkan Erdoğan’ın ‘evet’ oylarını koruma mücadelesi bekliyor.
nin yerini, ölüm, bombalama, canlı bomba ve yıkım haberleri almaya başladı. Bu iklimden de destek bulduğu apaçık olan 15 Temmuz darbe girişimi sonrası gündeme gelen OHAL koşulları Kürt siyasileri de hedefleyen bir devlet refleksi olarak yansıdı. Milletvekilleri ve belediye başkanlarının tutuklanması, belediyelere atanan kayyımlar demokratik siyaset alanının bütünüyle darlaşmasına neden oldu. 16 Nisan referandumunun hangi koşullarda gerçekleştiğini unutmamak lazım. Referandumdan sonra sanki birleşik bir 'Hayır' cephesi varmış gibi Kürt oylarının bir 1 Kasım seçimlerine göre AKP’ye yönelmiş olmasını Kürtlerin ihaneti olarak gören yorumcuları okudukça kendime hakim olmakta zorlanıyorum. Yılmaz Özdil gibi Kürtleri bir bütün olarak aşağılayan
CHP YÜZDE 48’İ TEMSİL EDEMEZ Selahattin Demirtaş’ın tutuklanması ve HDP üzerindeki baskılar sonucu ‘hayır’ın başlıca sözcülüğü Kemal Kılıçdaroğlu’na kalmıştı. Yüzde 48’lik ‘hayır’ın CHP ve bu seçenekten yana olan partilerin temsiliyet gücünden çok daha fazla olduğu ortada. Bazı ‘hayırcılar’ Kılıçdaroğlu’nun referandum akşamı YSK sonuçlarını tanımayıp halkı sokağa çağırmadığı için gitmesi gerektiğini söylüyor. Bazı ‘hayırcılarsa’, Erdoğan ve Ak Parti’nin şiddetli eleştirisi, baskı ve engellemelerine rağmen CHP’nin ‘hayır’ın sesini duyurmayı başardığını, bunda Kılıçdaroğlu’nun payının büyük olduğunu söylüyor. Bu yaklaşımlar eksik ve yanlış. CHP, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ‘evet’ diyerek 7 Nisan’da ‘hayır’ın başlıca lideri olduğunu kanıtlayan HDP’nin saf dışı bırakılmasına destek oldu. 12 Eylül rejimine başkanlığı ekleyen Ak Parti’ye karşı, demokrasi ve özgürlükleri değil eski cumhuriyet rejimini savundu.
insanların, Kürtler hakkında atıp tutan liderler tarafından sürdürülen kampanyaların durumunu biliyoruz. Bırakalım Kürtlere güven vermeyi, zorunluluklardan
Tek adamın karşısına Mustafa Kemal’i çıkardı.
Türkiye’ye kaçan Suriyeli göçmenleri aşağılama yarı-
Kılıçdaroğlu, MHP tabanına seslenmekte ısrar ederken sık sık ırkçılık yaparak Suriyeli göçmenleri hedef aldı.
şına giren liderliklerle olduydu “Hayır” kampanyası.
Yerli-milli koalisyonuna karşı en yerli-milli devlet partisinden başka bir tavır alması da beklenemezdi.
yana gelmesiyle kurulan “Hayır platformlarında bile
Muhalifleri Kılıçdaroğlu’nu yeterince demokrat ve özgürlükçü olmadığı için değil yüzde 50’ye karşı yüzde 50’nin sokağa dökülmesini sağlamadığı için eleştiriyor.
bir yaklaşım söz konusuydu. Herkes kıyısından geçti
Referandum kampanyası göstermiştir ki sadece Kılıçdaroğlu değil köhnemiş partisi de demokratikleşme isteyen milyonlar için alternatif ve umut olamaz. Hayır oylarının özgürlükçü potansiyelini temsil edecek yeni bir muhalefet ortaya çıkacak mı? 2019’da Erdoğan’ın karşısına yine Kılıçdaroğlu ya da başka bir kemalist CHP’li mi çıkacak? Hayır diyen emekçilerin çıkarı CHP ya da bu partiyle ittifak ve benzeşme değil farkını ortaya koyan bir siyasal seçeneğin doğmasındadır.
Ama sadece bu değil, daha demokratik öğelerin yan ne Kürt halkına bir mesaj ne Kürtlere güven verecek Kürt sorununun. Herkes arkasını döndü Kürtlere. Herkes yalnız bıraktı Kürtleri. Şimdi Kürt illerinde AKP Kürtlerden 1 Kasım seçimlerine göre yüzde 10 daha fazla oy aldı diye Kürt halkına ipe sapa gelmez şeyler söyleyen cümleten ulusalcılara söylenecek tek bir şey var: Aynaya bakın ve görmekte zorlandığınız milliyetçiyi kilometrelerce uzak durmaya çalıştığınız Kürtler kilometrelerce uzaktan bir bakışta tanıyorlar.
4
DÜNYA
102. YILDÖNÜMÜNDE ERMENİ SOYKIRIMI KURBANLARINI ANIYORUZ
KABUL ET ÖZÜR DİLE ONAR! 24 NİSAN 19:15 TÜNEL MEYDANI
TRUMPLI DÜNYA DAHA İSTİKRARSIZ
ABD askeri güç gösterileriyle hegemonya kurmasını istiyor. KEMAL BAŞAK
Trump’ın, Amerikan egemen sınıfının adayı Clinton’a karşı seçim başarısından sonra ABD’nin artık “içe kapanacağını” düşünenler Suriye ve Afganistan’ın Pentagon’un elinde bulunan ve nükleer olmayan en büyük bombalarla vurulmasıyla afallamış olabilir. Ama benzeri bir saldırı, Trump tarafından sarf edilen “belasını arıyor” lafı ile birlikte düşünüldüğünde, Kuzey Kore’ye yapılırsa artık kimse şaşırmayacak. Gezegenin açık ara en büyük askeri gücü yeniden “sahalara döndü”. Clinton’ı destekleyen egemen sınıfın üyeleri “derin devlet” ile birlikte Trump’ın ırkçı-sağcı-saldırgan kişiliğinin arkasında bütünleşmiş durumda. Hedeflerinde, yeniden küresel bir güç olma stratejisini Suriye üzerinden Orta Doğu’da hayata geçirmeye çalışan Rusya ve her zaman için birincil önceliği verdikleri Pasifik egemenliğini tehdit eden Çin var. Süper güç ABD’nin kendisinden sonra gelen iki büyük askeri güç olan Rusya ve Çin ile arasında sertleşen diplomasi, Ortadoğu ve Pasifik bölgelerindeki bölgesel güçler arasında süre gelen sürtüşmeleri alevlendiriyor. Aralarında Türkiye gibi her iki tarafa aynı anda yanaşmaya çalışanlar da olsa, bu ülkeler ya ABD’nin, ya da Rusya-Çin bloğunun yanında saf tutuyorlar. Suriye’de değişen güç dengeleri, Gezegenin bütününün sinir uçlarını etkiliyor. Rusya’nın Esad rejimine verdiği büyük askeri destek, iç savaşın ilk döneminde ortaya çıkan “Esad karşıtlığını” nötralize etmeyi sağlamış ve Rusya’nın yeniden bir süper güç adayı olarak belirmesine yol açmıştı. Trump’ın başkanlığı ile Esad’ın yeniden hedef tahtasına konması ve ABD’nin aslında Rusya’yı püskürtmek adına yaptığı bombardıman “bildiğimiz Dünya”nın sonunu işaret ediyor. Emperyalistler ve onların ardında saf tutan bölgesel güçlerin arasındaki gerilimler her an bir sıcak çatışmayı tetikleyebilecek boyuta ulaştı. Trump’ın gelişi, zaten sağcı-dikta rejimlerinin hüküm sürdüğü ülkeler kadar, “demokratik” Avrupa’da da ibreyi sağa çevirdi. Zaten, 2008 krizi ve ardından büyük bir hızla yükselen işsizlik oranları, Avrupa’nın bütününde ırkçı-aşırı sağcı (kimi yerlerde faşist) partileri güçlendiriyordu. Trump faktörü bu sağcı yükselişe ivme kazandırmış durumda. Hollanda örneğinde görüldüğü gibi
artık kimi ülkelerde seçim yarışları ırkçı partiler ile daha ırkçı partiler arasında yaşanıyor. Irkçılığın Avrupa ülkelerinde Müslüman düşmanlığı biçiminde yaygınlaşıyor olmasının gerisinde ise Arap devrimlerinin yenilgiyle sonuçlanmasının yarattığı büyük bir mülteci akını bulunuyor. Suriye’de, bir taraftan Esad rejiminin, diğer taraftan IŞİD’in vahşetinden kaçan milyonlarca insan kendisini “daha güvende” hissedeceğini düşündüğü Batı Avrupa’ya girebilmek için çırpınıyor. Avrupa kalelerinden içeri girebilenler mülteci düşmanlığının türlü eziyetlerine maruz kalıyor. Bütün bu karamsar gelişmelere rağmen pek çok ülkede bu karamsarlığı yaymaya çalışan güçlere karşı mücadele ediliyor. Trump, seçim kampanyasında doğrudan hedef aldığı kesimlerin başkan seçilmesiyle sineceğini, kendisine biat edeceğini düşündüyse eğer, ne kadar yanıldığını anlaması uzun zaman almadı. Ezilenler için kâbus vaat eden Trump’ın, kendi sonunu getirecek olan kitle hareketleri ile tanışarak gerçek kâbusun ne olduğunu anlaması da öyle. Hem seçimin ertesinde 10 Kasım 2016 tarihinde, hem de Beyaz Saray’daki koltuk değişikliğinden sonra 17 Şubat 2017 tarihinde ABD başta olmak üzere Dünya’nın pek çok yerinde kadınların öncülük ettiği Trump karşıtı devasa kitlesel gösteriler yapıldı. Trump karşıtlığı üzerinden sağlanan bu mobilizasyon bitmiş değil, yeni taleplerle devam ediyor. Türkiye’nin referandum sonucuna kitlendiği 16 Nisan 2017 tarihinde ABD’nin 150 şehrinde Trump’ın ne kadar vergi ödediğini açıklamasını isteyen on binlerce kişi gösteri düzenledi. İşte şimdi, tek tek ülkelerde ortaya çıkan bu kitle hareketlerini, küresel bir savaş karşıtı hareket içinde birleştirmek için adım atma zamanı. Bu hareket hem Esad rejimine karşı çıkmalı hem de Suriye’de halkların kendi kaderini tayin hakkını da savunan bir içeriğe de sahip olmalı; hem IŞİD’in yayılmasına, hem de Müslüman düşmanlığına karşı mücadele etmeli. Trump’ın kişiliğinde simgeleşen neoliberal kibir ve saldırganlığın diğer ülkelerdeki iz düşümleri tabi ki sadece askeri hareketlilik ve ırkçılıkla sınırlı değil. ABD’li antikapitalistlerin iklimden çevre sorunlarına, enerji politikalarından iş güvenliğine kadar her alanda sürdürdükleri anti-kapitalist mücadeleyi gezegenimizin bütününe ve bu arada Türkiye’ye yaymak için kolları sıvamalıyız.
RÖPORTAJ 5
“EVET-HAYIR KUTUPLAŞMASINI AŞAN BİR MÜCADELE DÖNEMİNİN KAPISI ARALANDI” DSİP sözcüleri Meltem Oral ve Şenol Karakaş'la referandum sonuçları ve yeni dönem hakkında konuştuk.
1 Mayıs 2010, Taksim.
Önemli bir sandık süreci geride kaldı. Referandumun sonucunu genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Yüzde 51,4 Evet’in siyasi anlamı nedir sizce? Meltem Oral: 17 Nisan itibariyle demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesinin yeni bir safhasındayız. Referandum sonuçları birçok açıdan derinlemesine analiz edilmeyi hak ediyor. İlk olarak referanduma giden süreçteki politik iklimin sandığa nasıl yansıdığını anlamak çok önemli. Küresel istikrarsızlığın yükseldiği, Suriye’deki savaşın etrafında uluslararası politik krizin derinleştiği, Türkiye devletinin bu savaşa bağlı olarak ‘beka’ kaygısına düştüğü ve Evet cephesinin bu kaygı nedeniyle referandumun neticesini kendisi açısından ölüm-kalım meselesine çevirdiği bir süreçte referanduma gittik. Sonucu tek cümleyle özetlemek gerekirse; Erdoğan teknik olarak kazandı ama politik olarak kaybetti. Çıtayı kendisi yüzde 60 oranında, ‘anlamlı’, ‘sandıkları patlatacak’ bir Evet olarak koymuştu. Erdoğan’ın özelinde 1994’ten beri göz bebeği olan İstanbul’u kaybetmesi başta olmak üzere AKP’nin Ankara, Adana, Mersin gibi yerlerde, bir dizi büyükşehirde yani işçi sınıfının yoğun olduğu kentlerde ciddi bir kaybı var. Daha önemlisi sadece Erdoğan’ın değil, yerli milli koalisyonun da kaybı bu. 1 Kasım sonuçlarına göre AKP ve MHP’nin oylarında yüzde 10’a varan bir düşüş var. Bu koalisyonun hükümet açısından anlamlı bir Evet çıkartamamış olması kendileri için büyük bir kriz anlamına geliyor. Bahçeli’nin MHP’si için çok açık bir yenilgi bu durum. Bu ittifakın nasıl devam edececeği, ne kadar zamanlık bir geleceği olduğu büyük bir soru işareti. En azından kutuplaştıran, milliyetçiliği arttıran yerli milli koalisyonu çatırdatmak için bizim elimize önemli bir fırsatın geçmiş olduğunu, koalisyonun
daha zayıf bir hale geldiğini söyleyebiliriz.
sından işlerin zorlaşacağına işaret ediyor.
Şenol Karakaş: Sonuçlara dair şaibe tartışmalarına rağmen, bu haliyle bile, otoriter politikalara ve süreklileşmiş OHAL koşullarına toplumun iki kişiden birisinin Hayır dediği ve bu Hayır’a AKP’nin kendi seçmenlerinin de dahil olduğu açığa çıktı. Bu çok önemli bir kazanım. DSİP olarak referandum tartışmaları başladığı andan beri, Sosyalist İşçi sayfalarında ve içerisinde olduğumuz Hayır çalışmalarında, Evet’in mümkün olduğunca düşük, burun farkıyla çıkmasının demokrasi, barış, özgürlük için Hayır diyenler açısından önemli bir kazanım olacağını vurguladık. Mevcut anayasadan bile daha anti demokratik uygulamalar geçmiş oldu ama o kadar da kazanamadılar. Üstelik artık hükümetin hiçbir bahanesi de kalmamış oldu. ‘İki başlılıkla olmuyor’ diye kendi sorumsuzlukları hakkında topu taca atma şansları yok artık. Yerli milli koalisyonun savaşla beslenen otoriter politikalarını dağıtmak için çok avantajlı bir noktadayız. Moral üstünlük Hayır diyenlerde. Bir dizi alandaki baskıcı politikaların uygulanmasında artık daha büyük bir dirençle karşılaşacak olması ihtimali var.
Mevcut sonuçları meşru varsayan açıklamalar yapıyorsunuz . Ancak YSK’nın kararı seçim sonuçlarının meşruiyeti konusunda önemli bir tartışma başlattı.
Üstelik çok eşitsiz koşullarda geçen bir yarıştı. Son düzlükte bir ölçüde daha rahat propaganda yapabilmiş olsak da OHAL koşullarının yarattığı baskı atmosferinin toplamı “hayır” kampanyası sürdürenlerin başının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıp durdu. OHAL sürecinde kampanya yapılmış olmasının dışında devletin bütün olanaklarının Evet için seferber edildiği, medya, sokak, mitingler açısından Hayır kampanyalarının görünürlüğünün neredeyse olmadığı, Hayır diyenlerin düşman ve terörist ilan edildiği, adeta tek kalede oynanan maçın sonunda yüzde 48,5 Hayır skoru, önümüzdeki dönemde hükümet açı-
Şenol Karakaş: YSK’nın mühürsüz zarf ve pusulaların geçerli sayılması yönündeki son dakika kararı, elbette seçim sonuçlarına gölge düşürmüştür. Bu kadar yakın farkla sonuçlanan bir referandumun ardından insanlarda şaibe şüphesi oluşması çok doğal. YSK bu şüpheyi gidermekle yükümlüdür. Ne kadar mühürsüz pusulanın kabul edildiği, bunların tercih dağılımları YSK tarafından açıklanmalıdır. Bu şüpheler giderilene kadar insanların oylarına sahip çıkması haktır. Şaibe konusundaki şüpheler 16 Nisan gecesi itibariyle toplumun karpuz gibi ortadan bölündüğü, gümbür gümbür bir Evet’in çıkmamasıyla yerli milli koalisyonun krizinin başladığı, istikrarsızlığın devam edeceği ama muhalefet saflarının avantajlarının olduğu yönündeki politik okumayı değiştirmiyor. Referandum sonrası dönemde yerli milli koalisyona karşı mücadele edenleri neler bekliyor? Muhalefet nasıl dersler çıkartmalı? Meltem Oral: Genel değerlendirme içinde mutlaka vurgulanması gereken noktalardan birisi de HDP’nin başarısı olmalı. Referandumun kazanan bir partisi varsa, o HDP’dir. Kürt illerinde “Hayır” kampanyası yapan HDP, eş genel başkanları ve milletvekilleri, belediye başkanları, parti yönetici ve üyeleriyle binlerce kadrosu tutuklu olmasına ve ağır baskı koşulları altında kampanya yapmasına rağmen, 1 Kasım seçimlerine göre kayba uğrasa da bir kez daha büyük bir badireyi atlatmayı başardı. Üstelik hem bölgede hem de İstanbul gibi illerde, bir ölçüde kan kaybına uğramış
olsa da, sanıldığı ya da çözümsüzlükte ısrar edenlerin arzuladığının tersine HDP, yüzde 10 barajının altına düşmediğini de kanıtladı. Savaşın tahribatına rağmen HDP’nin bitip gitmediği, Kürt halkının barışta ısrarcı olduğu görülüyor. Evet’e kayan oylar tartışılırken, katılım oranlarındaki düşüklük, yani sandığa gidemeyen seçmen durumu da hesaba katılmalı. Şenol Karakaş: Sonuçlar, Kürt sorununda yeniden diyalog yolunun, çözüm kapısının aralanmasının ne kadar acil ve zorunlu olduğunu gösterdi. Kürt illerinden çıkan oy aynı anda iki mesajı birden veriyor. Kürt halkının büyük çoğunluğu anayasa değişikliğine karşı. Sadece anayasa değişikliğine değil, 2015 yılında bölgede hayata geçirilen uygulamalara, yıkıma ve şiddete de tepkili. Öte yandan, örneğin Diyarbakır’da olduğu gibi “evet”e çıkan oyların AKP’ye yönelen oylar olduğunu varsayarsak, referandumun Kürt illeri açısından bir sonucu da çözüm sürecinin yeniden devreye girmesi talebinin dile getirilmiş olmasıdır. Meltem Oral: Sol muhalefet, AKP tabanından Hayır’a kaymış olanları barış, demokrasi, özgürlük taleplerine kazanacak bir çizgide ısrarcı olmalı. Başkanlığı reddetmiş, AKP’den kopmaya hazır olduğunu 7 Haziran’da göstermiş kesimleri Evet seçeneğine iten bir muhalefet tarzının kazandırıcı hiçbir yanı yok. Mücadele uzun soluklu ve devam ediyor. Şenol Karakaş: AKP’yi bir dizi sıkıntının beklediği bir dönem başlamışken, solun önünde önemli olasılıklar var. Mücadelemiz yeni bir döneme giriyor. Evet-Hayır kutuplaşmasını aşan kampanyaları ve kitlesel bir siyasî alternatifi inşa etmeliyiz. Emekçi, yoksul, değişimden yana ama alternatifsiz kitlelere seslenebilecek siyasî bir odağı örgütlemek için harekete geçmeliyiz.
6 GÜNDEM
HER YERDE GÜÇLÜ BİRLEŞİK 1 MAYIS! İşçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı bazı şehirlerde ‘hayır’ın çıkışı, emekçi kitleler içinde Ak Parti politikalarına karşı muhalefetin büyüdüğünün bir kanıtı. İşçilerin, çoğunluğun çıkarlarını garanti altına alacak bağımsız seslerini duyurma şansı yok. Mevcut kitlesel parti ve liderlikler burjuvazinin çeşitli kanatlarından oluşuyor. Fakat işçilerin kendi ellerinde çok güçlü bir araç var: Birleştikleri takdirde uygulayabilecekleri üretimden gelen güç. İster parlamenter ister başkanlıkla yönetilsin, burjuva demokrasisinde işçilerin haklarını almasının tek aracı grevdir.
SAVAŞA, IRKÇILIĞ KARŞI UMUT KÜR
2019’da kazanmak için kolları şimdiden sıvayan Erdoğan’ın gündeminde işçilerin talepleri yok. Güçlü bir devlet için yapılan ‘evet’ kampanyası sırasında ne iş cinayetleri ne taşeron kölelik sistemi ele alındı. İşsizlik tırmanırken, kendisinden daha fazla istihdam talep eden işçilere referandum kürsüsünden haddini bildiren Erdoğan, esas olarak Türkiye hakim sınıflarının kendisini destekleyen kanatlarının ekonomik çıkarlarını uygulamakla ilgilenecek. Peki, biz işçiler ne yapmalıyız? Evet ile hayır oyu veren işçilerin işyerindeki sorunları ortaktır. Her görüşten işçilerin sorunları ve toplumsal çıkarları da ortak. Referandum geride kaldığına göre önümüzdeki dönem ortak talepler etrafında mücadeleci işçi kesimleri yan yana gelmelidir. Kanun hükmünde kararnamelerle işten atmalara karşı gelişen dayanışma hareketini olası ekonomik saldırılara karşı büyütmeliyiz. Toplumun en güçlü ve kalabalık sınıfı olan işçilerin belirleyici olmasının tek yolu sendikalar aracılığıyla örgütlenerek mücadele etmeleri. Geçmişte, farklı fikirlerdeki sendikaların bir araya geldiği Emek Platformu, sendikalı ve sendikasız işçilerin ortak taleplerini duyurmasına ve kazanmasına yardımcı olmuştu. Bugün de Türk-İş, DİSK, KESK ve diğer sendikalar birlikte mücadele etmeli. Devlet ve patronların uzantısı sendika yönetimlerinin dayattığı bürokratik düzen artık sona ermeli. Önümüzdeki 1 Mayıs bunun için bir ilk adım olabilir. Meydanlar işçilere açılsın! Her yerde birleşik 1 Mayıs! Emekçilerin sorunları ve taleplerini güçlü bir şekilde duyuralım!
İDAMA HAYIR! Türkiye’de çözüm bekleyen onca acil sorun varken ilk partili cumhurbaşkanının meselesi ölüm cezası! İdam cezası askerlerin bir daha darbe yapmasını engeller mi? 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri idam cezası uygulanır ya da yürürlükteyken gerçekleşmişti. Darbeciler için idam başlıca araçlardan biriydi ve silah tekeline sahip olanlar için caydırıcı olmadı. İdam cezası “terörü" engeller mi? Türkiye devletine karşı silahlı isyanlar, idam cezası uygulanırken ve yürürlükteyken gerçekleşti. Onca infaza rağmen bu ceza, silahlı saldırı ve çatışmalar için caydırıcı olmadı. İdam cezası tecavüzü engeller mi? Engellemiyor, idam cezasının uygulandığı ülkelerde de kadınlara saldırılar devam ediyor. Cinayetlerin devam ettiği gibi. Cinayetin cezası cinayet olamaz. Geçmişi darağaçlarıyla dolu, oralarda asılanlara üzülen milyonların yaşadığı bir ülkede idamın geri getirilmesine var gücümüzle karşı çıkmalıyız.
Başkanlığın başlıca örneği olan ABD’de Trump’ın işi zor. Latin Amerika’da solcu ve sağcı başkanların da işi zor. Patronlar ve toplumlar Türkiye’deki gibi oralarda da ikiye bölünmüş durumda. Başkanlar büyük kitle hareketleriyle karşı karşıya. Bu mücadele darbecilere, diktatörlere, krallara, şeyhlere, emirlere ya da neo-liberal siyasi elitlere karşı mücadele eden milyonlarınki ile birleşiyor. Kapitalizmin krizi, düzenin çürümüşlüğünü ortaya koyduğu gibi yeni krizlerin ortaya çıkmasına da kapı aralıyor. Öfkeli kadın ve erkek işçilerin, öğrencilerin, her sınıftan ve kesimden özgürlük isteyenlerin protestolarıyla belirlenen dünyada mücadelemiz milliyetçi değil enternasyonalist olmalı. Antikapitalistler, küresel direniş hareketinin bir parçasıdır. Savaşları, iklim değişikliğini, açlığı ancak küresel kapitalizme son vererek durdurabiliriz. Önümüzdeki dönemde, küresel eylem dalgalarını ve protestoları burada da büyütmek kolları sıvamalıyız. SAVAŞA VE İŞGALE HAYIR! Suriye, Irak, Ukrayna. Savaşlar yayılıyor. Ortadoğu’dan Asya’ya dünyada gerginlik artırıyor. Devletler hızla silahlanıyor. Türkiye, Suriye’de ve Irak’ta savaşın bir parçası olması,
üslerini ABD savaş koalisyonuna açması ve Suriye rejimini ayakta tutan Putin’le müttefik olmasıyla, militarist eğilimin tüm yönlerini sergiliyor. Trump, Suriye ordusunu ve Afganistan’da IŞİD karargâhını yerle bir etti, savaş gemilerini Kuzey Kore’ye yolladı. Katiller bahane. Bu tüm dünyaya, baş katil ABD’nin gücünü göstermek, gözdağı vermek ve onun çıkarları temelindeki düzeni zorla kabul ettirmek için yapılmış bir hamle. ABD savaş koalisyonunun Ortadoğu’dan çekilmesi, Türkiye’nin Suriye ve Irak savaşlarının bir parçası olmaktan çıkması için mücadeleyi büyütmeliyiz. KÜRTLERE ÖZGÜRLÜK, DEMOKRATİK ÇÖZÜM Kürtlerin eşit hakları tanınmadıkça, Türkiye’nin büyük sorunu varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bu Türkiyeli işçilerin de sorunudur çünkü grevler “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanmaktadır. Türk olmayanların varlığını tanımayan tekçi evet, iki kişiden birinin desteğini alamamışken, ulusal baskı ve inkârda ısrardan vazgeçilmelidir. Emekçilerin çıkarı Kürt sorununun gerçek muhataplarıyla çözüm sürecinin yeniden başlatılmasıdır. IRKÇILIĞI YENECEĞİZ Referandum süreci, ırkçılık yarışına sahne oldu. Suriyeli göçmenleri hedef alan ırkçı koro, evetçisi ve hayırcıyla
GÜNDEM 7
ĞA, YOKSULLUĞA RESEL DİRENİŞTE
GÖRÜŞ Roni Margulies
İSTANBUL, REFERANDUM VE SOVYET DEVRİMİ Rusya'da 1917 yılının öncesinde iki büyük şehir vardır. Başkent Moskova ve adı sonradan Leningrad olacak olan Petersburg. Bu ikisinin toplam nüfusu üç milyonu ancak bulmaktadır. Ülkenin bütününün nüfusu ise 150 milyon kadardır ve hemen tümüyle köylülükten oluşmaktadır. Başka büyük şehir yok denebilir, nüfusu bir milyonu bulan başka şehir yoktur. Moskova ve Petersburg dışında işçi sınıfının sayısı sıfıra yakındır. Böylesi bir ülkede, tarihin ilk muzaffer işçi sınıfı devrimi yaşanmıştır! Köylülük değildir önemli olan: Devrim bu iki şehirde başlar, gelişir ve sonuca ulaşır. Çarlığı devirmeye iki şehirdeki gelişmeler yetmiştir. Yetmiştir, çünkü önemli olan bu iki şehirde ne olup bittiğidir. Teşbihte hata olmaz. Ben de zaten Rus Devrimi ile referandum ve sonrası arasında bir benzetme yapmak niyetinde değilim. Şunu vurgulamak istiyorum sadece: Ülkelerin tarihini, siyasetini, kültürünü büyük ve dinamik şehirler belirler. Kırsal bölgeler değil, taşra değil, küçük kentlerle kasabalarda olup bitenler değil. Türkiye'yi İstanbul belirler. Bu referandumda AKP 2002'den beri ilk kez İstanbul'u kaybetti. Hatta daha öncesinden beri. Millî Görüş hareketinin (ve Erdoğan'ın) siyaset sahnesine gerçek anlamda çıkışı Erbakan'ın Konya milletvekili seçilmesiyle değil, Erdoğan'ın 1994'te İstanbul belediye başkanlığını kazanmasıyla başlar. İstanbul'u kaybetmek AKP için sonun başlangıcıdır. Sadece İstanbul değil üstelik. Büyükşehir belediyelerinin birçoğunu da kaybetmiş olmak, Erdoğan ve AKP'nin ülkenin belirleyici, yönlendirici alanlarında artık iktidarını kaybetmeye başladığını gösterir. Bu süreç zaten 7 Haziran seçimlerinde kendini gös-
Kürtleri hedef almakta birleşti. Irkçılık sözde kalmadı, göçmenler birçok ilde saldırıya uğradı, uğruyor. İşçilerin düşmanı Suriyeli göçmen işçiler değil, hem kendilerini hem de onları düşük ücretle çalıştıran patronlardır. Suriyeli göçmenleri hedef gösterip, ‘işimizi ekmeğimizi çalıyorlar’ diyenler kölelik ücretiyle işçi çalıştıran patronların sömürüsünü gizliyor. Eşit işe eşit ücret talebinin kabul edilmesi tüm işçilerin çıkarınadır. İşçileri patronlarla mücadeleden alıkoyan ırkçı fikirlere karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz. Dünyada ırkçılar varsa, oldukları her yerde onlara karşı çıkan kalabalıklar da var. Bu kalabalıkların sesini yükseltelim. HERKESE GÜVENLİ İŞ, İNSANCA ÜCRET! Ağır toplumsal sorunları çözebilecek, çoğunluğun çıkarlarını hakim kılabilecek tek güç işçi sınıfıdır. Yüzde 50 siyasetini ve tüm suni bölünmeleri reddederek işçilerin ortak taleplerini duyurmak geleceğimiz açısından belirleyicidir.
CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI ARALIKSIZ MÜCADELE! OHAL baskıları kadınlarının kitlesel yürüyüşleriyle aşıldı. Hayır’ın en büyük ve gerçek sesi, 8 Mart’ta sokakları dolduran kadınlar tarafından yükseltildi. Erkek şiddetine, tacize, tecavüze, kadın cinayetlerine, yargının adaletsizliğine, devletin kadın bedenine müdahalelerine, cinsiyetçiliğin bayraktarlığını yapan sağcı ahlakçılığa karşı gelişen kadın hareketi Türkiye’de özgürlükçü demokratik muhalefeti ayakta tutmaktadır. Trump’ın başkan olmasının ertesinde görüldü ki tüm dünyada da durum aynıdır. Yeni bir dünya isteyenler her alanda cinsiyetçiliğe karşı savaş açmalı. Kadınların mücadelesi desteklenmeli ve önü açılmalı.
İrili ufaklı her işçi mücadelesini desteklemek, dayanışmak, kazanmaları için yardımcı olmak.
Kadınları mücadeleden alıkoyan her türden engel, kadın ve erkek aktivistlerin mücadelesiyle aşılmalı.
Bu mücadeleleri diğer işçi kesimlerine taşımak, hep birlikte büyütmek. Her bir işçi mücadelesi için de küresel direnişin deneyimlerini ve genel çıkarlarımızı ele alarak sosyalist alternatifi yaratmak hepimizin görevi.
Tarihteki bütün devrimlerin odağından kadınların mücadelesi vardır. Devrimden yana olan her erkek bu mücadelenin kazanmasından yana tutum almalıdır.
termiş, AKP oyları yüzde 50'den yüzde 40'a düşmüş, Erdoğan desteğinin beşte birini kaybetmişti. Sonrasında çeşitli manevralarla kayıp oyları büyük ölçüde geri kazanması geçici bir kazanımdı. Referandum bunu kanıtladı. Ama "sonun başlangıcı" başka şeydir, "son" başka. AKP yine de yüzde 50'ye yakın oy aldı. Yapılması gereken, mutsuz, memnunsuz AKP seçmenine hitap etmek, konuşmak, siyasî bir alternatif sunabilmektir. Oylarda hile olduğunu kanıtlamaya çalışmak, benim Beşiktaş'ta tanık olduğum gibi bütün gece "Yaşa Mustafa Kemal Paşa" diye hoparlörlerden yayın yapmak ne AKP seçmenine ne de kafası çalışan başka herhangi bir kişiye hitap eder. AKP'nin alternatifi Mustafa Kemal Paşa değildir ve olamaz. Alternatif, demokrasi ve hukuk talep ederek, Kürt illerinde ve Suriye'de savaş değil barış isteyerek, giderek sıkışan ekonomik koşulları gündeme getirerek inşa edilir. İşimiz artık daha kolay.
8
GELENEK
ABD’NİN SURİYE SALDIRISININ ARKA PLANINDA NE VAR? Alex Callinicos, geçen hafta Donald Trump’ın Suriye üssüne hava saldırısı emrine egemenler tarafından çoktan methiyeler düzüldüğünü yazdı.
Denizden karaya, Suriye rejiminin askeri havaalanını atılan Tomahawk füzeleri.
Donald Trump, ABD’de başkanlığı rakibi Hillary Clinton’ın ve eşi Bill’in şöhretini ayaklarının altına alarak kazandı. Ancak geçen hafta Suriye hava üssüne gerçekleşen Tomahawk seyir füzesi saldırısı tam da klasik Bill Clinton usülüydü. Çoğunluğu Bill Clinton başkanlığında geçen 1990’larda Saddam Hüseyin’in Irak’ına ABD 228.000’den fazla hava saldırısı gerçekleştirmişti. O dönemdeki ABD Hava Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanı bunu bir “hava işgali” olarak tanımlamıştı. 1998’in Ağustos’unda Clinton, Afganistan’daki El-Kaide üslerine ve sözde kimyasal silah ürettiği iddia edilen Sudan’daki bir fabrikaya seyir füzesi saldırıları gerçekleştirdi. Bu taarruzlar hiçbir şeyi çözmedi. Bu saldırılar, kendi üstünlüğüne meydan okuyan bir odağın bulunmadığı zamanda ABD’nin küresel gücünün ispatı oldu. Ancak şimdiki bağlam çok farklı. ABD hem Irak savaşında hem de yaşadığı finansal iflasla güç kaybetmiş durumdayken aynı zamanda Rusya ve Çin gibi iddialı rakiplerle uğraşıyor. Trump, ABD kaynaklarının yurtdışına aşırı genişlemiş olmasına karşı kampanya yaparken
diğer yandan ilişkilerin Rusya ile iyileştirilmesini gözetiyor. Durum böyleyken bu Clinton-vari güç kullanımı niye? Kurulu Düzen Bu kararı yorumlamanın bir biçimi bunu ulusal güvenlik düzeninin bir zaferi olarak görmek. Trump, istihbarat teşkilatıyla süregelen bir mücadele içinde. Bu teşkilat Trump’ın ilk ulusal güvenlik danışmanı General Michael Flynn’i Rusya ile ilişkilerini ifşa ederek görevden indirtti. Flynn’in yerine çok daha geleneksel bir ordu mensubu olan HR McMaster geçti. Öyle görünüyor ki HR McMaster başka bir savunma bakanı olan James Mattis ile ABD’nin küresel siyasetini idare ediyor. Acaba füzelerin fırlatıldığı geçtiğimiz Perşembe gecesi generallerin gecesi miydi? Bunu destekleyen gelişmelerden biri hemen öncesinde alternatif sağın ideologlarından Stephen Bannon’ın Ulusal Güvenlik Konseyi’ndeki üst düzey kademesinden ihracıydı. Füze saldırıları Atlantik’in iki tarafında da yer alan batıcılar tarafından hevesle karşılandı. Önceden Trump’a gayet düşman olan gazeteler “Suriye’de bir Saldırı Dünyada Güvenilirliğimizi Yeniden Kurar” (New York Times) ve “Donald
Trump’ın ‘ABD Liderliği Hoş Geldin’ Şovu” (Financial Times) gibi manşetlerle çıkış yaptılar. Şüphesiz ki Trump, askeri bakımdan Suriye savaşına Beşşar Esad karşıtı müdahalede bulunarak Hillary Clinton ve ABD Güvenlik Konseyi bürokrasisindeki çoğu ismin yıllarca savunduğu şeyi yaptı. Barack Obama, Suriye’de ABD müdahalesini sınırladığı için çok eleştirilmişti. Mazbut Trump’ın generaller tarafından mağlup edildiğine şüpheliyim. Bannon, Trump’ın damadı Jared Kushner ile yaşadığı çatışma sonucu saray politikasının kurbanı olmuş gibi görünüyor. Trump bu kararı kendisi aldı ve kararın nedeni sadece ABD’ye girişini yasakladığı “güzel bebeklerin” Suriye’de acı çekiyor olması değildi. Tarihçi Greg Grandin, The Nation dergisinde daha makul bir açıklama sundu. “Trump’ın Tomahawk’larının hedefi Suriye’nin gaz uygulama kapasitesi değildi,” diyor ve ekliyor “Trump’a karşı direnişlerini tamamen onun Putin ile çok yakın olması sebebiyle Amerikan karşıtı olduğu ve çift partili rejimin insani askeri müdahaleciliğinin bir haini olduğu öncülüne dayandıran yerli liberal rakipleriydi.” Trump ayrıca saldırıların
emrini verdiği sırada onu ziyaret eden Xi Jingping’in başkanlığını yaptığı Çin’e de mesaj veriyor olabilir. Çinli bir akademisyen, Financal Times’a “Önceden onu bir kağıttan kaplan olarak görüyor olabilirdik, ama artık onunla daha ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor.” dedi. Saldırılar hemen ardında büyük sorular bırakıyor. Trump kendi yönetiminin ilk politikasını tersine çevirip Esad’ı indirmeye mi karar verdi? Bunu söylemesi yapmasından çok daha kolay. Obama’nın Suriye üzerindeki tedbiri, başka bir Irak bataklığı oluşmasını engellemenin zorluklarını ve mecburiyetini yansıttı. En büyük zorluk Rusya’nın Esad’ı desteklemesinden ve bölgede var olmasından kaynaklanıyor. Rusya’nın bu varlığı, ona Suriye’nin hava sahasının çoğunda denetim sağlayan bir hava savunma sistemini de içeriyor. Generallerin gösteriyi yürüttüğünü düşünmesem de, Mattis ve McMaster Rusya’ya karşı çekilen sert çizgiyi kayıtlarda desteklediler. Yani Trump küçümsediği eski yönetimi Suriye üzerinde sendeleyerek ve Rusya’ya zıt düşerek taklit ediyor. Çeviri: İdil Ügüt
İŞÇİ GÜNDEMİ
9
FAKİRLEŞİYORUZ, BİRLEŞİP DİRENELİM!
Haziran 2015, direnişteki otomotiv işçileri. FARUK SEVİM
Darbe girişimi sonrası siyasal sistemde yaşadığımız bozulma, hızla ekonomik sisteme de yayıldı. Özellikle OHAL ilanı ve Eylül ayında Moddys’in not indirimi ile birlikte Türkiye kapitalizmi için alarm zilleri çalmaya başladı. Eylül sonunda 2,96 TL seviyesinde olan dolar, bugün 3,8 TL seviyesinde, yani 7 ayda TL’nin değer kaybı yüzde 30 oldu. Bunun ekonomiye etkisi, enflasyonun yani pahalılığın daha da artması demektir. Sadece dövizdeki yükselme nedeniyle altı ay içinde yüzde 5 yoksullaştık. Durgunlaşan ekonomiyi canlandırmak için hükümetin piyasaya sürdüğü karşılıksız paraların yarattığı yoksulluk ise en az yüzde 10 olarak tahmin ediliyor. Yani son yedi ayda yüzde 15 fakirleştik. n İşsizlik son on yılın rekorunu kırıyor
hepsinden daha uzun saatler çalışıyor. Haftalık çalışma süresi İş Yasası’na göre ise 45 saattir ve bir işçi yılda en fazla 270 saat fazla mesai yapabilir. Bu durumda bir işçinin haftalık çalışma süresinin 50 saati aşmaması gerekir. Oysa emekçilerin haftalık ortalama çalışma süresi 2016 yılında 52 saate ulaştı.
lışanı işten çıkarıldı, eğitim kurumları, hastaneler, sendikalar, dernekler, vakıflar kapatıldı. OHAL’de medya ve sosyal medya susturuldu, gazeteciler tutuklandı, toplantı ve gösteriler yasaklandı. OHAL’de yüzlerce şirkete, binlerce kişinin mal varlığına el konuldu, ekonomi kötüleşti, işsizlik arttı, TL değer kaybetti.
Yasalara göre haftalık 45 saati aşan çalışmalar fazla çalışma kapsamına girer ve bu çalışmanın zamlı ödenmesi gerekir. Ancak her iki kişiden birinin yasal sürelerin de üzerinde fazla mesai yaptığı Türkiye’de sendikalı işyerleri ve büyük ölçekli işletmeler dışında fazla çalışmalar için hiçbir ek ücret ödenmez.
OHAL döneminde iş cinayetleri artmaya devam etti. 2016 yılında en az 1970 işçi, 2017 yılının ilk üç ayında ise 441 işçi, iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu hayatını kaybetti.
Bütün bu haksızlıkların patronlar tarafından rahatça yapılmasını sağlayan güvencesiz çalışma sistemleridir. Özellikle taşeron ve kiralık işçilere yaptırılan ücretsiz, angarya çalışmalar, en önemli hak kayıplarından birisi olmakta.
Mart 2017’de yayınlanan istatistiklerde, işsizlik yüzde 13, işsiz sayısı 3,9 milyon olarak açıklandı. İş aramaktan umudunu kesenler ve kısa süreli işlerde çalışanlar dahil edildiğinde işsiz sayısı 7 milyonu buluyor, bu sayının 2,5 milyonunu genç işsizler oluşturuyor. Bu rakamlar 2008’den beri gördüğümüz en yüksek işsizlik sayıları. Türkiye ekonomisi her yıl ortalama 700 bin yeni iş üretirken, 2016 yılında üretilen yeni iş sadece 60 bin oldu.
n Sendikaların üzerindeki baskılar giderek artıyor
Kadınlar arasında da işsizlik oranı çok yüksek, işsiz kadın sayısı 2,8 milyona yükseldi. Yüksek öğrenim görmüş işsiz sayısı 1 milyonu geçti.
İşçi sendikaları uzun süredir grev yapamıyor. Sendikalar muhalif olmakla suçlanırız korkusuyla toplu sözleşmelerde patronları sıkıştıramıyorlar, anlaşmazlık durumunda en tabii hakları olan grev haklarını kullanmakta tereddüt ediyorlar. AKP Hükümeti Petlas, Şişecam, Pirelli, Erdemir, Çayırhan, Asil Çelik, MESS işyerleri, EMİS işyerleri ile devam eden grev yasaklarına Akbank ile devam etti. Sendika üyelerine yönelik kimi savcılık soruşturmalarında “Neden sendika toplantısına gittin?” ya da “Neden greve katıldın?” gibi sorular soruluyor.
n Gıda ürünlerine zam yağıyor, asgari ücret eriyor Enflasyon uzun yıllardan sonra çift haneye yükseldi, Mart ayı enflasyonu yıllık yüzde 11,3 olarak açıklandı. Ocak-Şubat-Mart aylarında sadece gıda enflasyonu yüzde 5 oldu, ulaşım, sağlık, eğitim, giyim, kira vb. kalemlerdeki artışları da göz önüne aldığımızda yılbaşında asgari ücrete yapılan yüzde 7 zam şimdiden eridi, yılsonuna kadar gelecek zamlar cebimizdeki paranın daha da azalmasına yol açacak. n Haftalık iş süresi ve güvencesiz çalışma artıyor Türkiye’de emekçiler, Avrupa Birliği ve OECD ülkelerinin
Sendikaların çalışma koşulları giderek kötüleşiyor. Kamu çalışanlarının üyesi olduğu sendikalardan Memur-Sen AKP desteği ile müdürler, yöneticiler tarafından hızla büyütülürken, muhalif kesimin sendikası KESK her türlü baskıya maruz kalıyor. Binlerce KESK üyesi KHK’lar ile işlerinden atıldı, emekçiler aileleri ile birlikte mağdur edildi.
n OHAL’de her şey daha kötü, iş cinayetleri artıyor OHAL dönemi Türkiye tarihindeki en hukuksuz dönemlerden biri olarak kayıtlara geçti. OHAL’de hukuksuz uygulamalar arttı, cezaevlerinde, karakollarda işkence iddiaları yaygınlaştı. OHAL’de on binlerce kamu ve özel sektör ça-
n Hükümet kıdem tazminatını kaldırmaya kararlı Kıdem tazminatıyla ilgili her hangi bir hak kaybı, işçilerin gelecekle ilgili her türlü planının alt üst olmasına yol açar. 2 bin lira maaş alan bir işçi için Sosyal Güvenlik Kurumuna 164 lira kıdem tazminatıyla ilgili para yatırılır ve 30 yıl çalışan işçi emekli olurken 150 bin lira para alır. 2 bin lira alan bir işçinin ayda ortalama 200 lira para biriktirmesi mümkün olmadığından, kıdem tazminatı işçi için çok önemlidir. OHAL adı altında uygulanan baskıcı, otoriter yönetim koşullarında istediği her şeyi KHK’larla yapmaya alışan hükümetin, bir gün ansızın kıdem tazminatı ile ilgili KHK yayınladığını görürsek şaşırmayalım, mücadele için hazırlıklı olalım. n Yaşasın işçilerin birleşik mücadelesi Bugün yapmamız gereken bıkmadan usanmadan AKP’nin patronlardan yana bir parti olduğunu işçi sınıfına anlatmaktır. İşçi sınıfının mücadeleci unsurları asgari ölçüde bilinçlenmeden ve örgütlenmeden sınıfın birliği sağlanamaz. İşçi sınıfının birliğini sağlamak için, AKP’ye oy vermiş işçiler dâhil tüm öncü ve mücadeleci işçileri kazanmak üzere sabırlı bir faaliyet yürütmek gerekir. Sosyalistlerin ezilenlerin birliğini öne çıkaran dili, kendisini aynı zamanda dindar ve muhafazakâr gören işçilerde karşılık bulacaktır. Krizin faturasını işçiler ve emekçiler ödememeli. Bunun için şimdiden işçi ve emekçileri birleşik mücadeleye çağırmalıyız.
10
DÜNYA
ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMİN KÜRESEL MÜCADELE HATTI: IRKÇILIĞI DURDURALIM!
Trump'ın başkanlığı dünyada ırkçılara cesaret verirken Amerika'da başlayan mücadele antifaşistlere örnek oluyor. ÖZDEŞ ÖZBAY
ABD’de Trump’ın başkan seçilmesinin ardından 8 Mart’ta dünyanın birçok ülkesinde kadınların cinsiyetçiliğe karşı sokağa çıktığına şahit olduk. 8 Mart bir yandan kadınların Trump’ın yükselttiği ırkçılığa karşı da bir eylemdi. Meydanlarda yapılan mitinglerde Filistinli, Müslüman, siyah kadınlar konuşmalar yaptılar. 29 Nisan’da ise yani Trump’ın Başkanlığı’nın 100. gününde Washington’da yapılacak büyük İklim Yürüyüşü’nde ana slogan “İklim için, iş için, adalet için yürüyoruz” olacak ve eylemi örgütleyen Halkların İklim Hareketi çağrılarında açıkça ırkçılığa ve sosyal adaletsizliklere karşı yerel toplulukları ve işçileri mücadeleye çağırıyorlar. Önümüzdeki dönemde ekonomik krizden bir çıkış yolu bulamadığı için politik bir krize giren neoliberalizmin ırkçılığın daha da yükselmesine neden olacağını öngörmek zor değil. İşsizlik arttıkça suçu kapitalizmde değil göçmenlerde bulan ırkçı sağ hareketler destek buluyorlar. Suriye’de iki emperyalist gücün gerçek bir savaşın ucuna gelmiş olması Ortadoğu’dan Batı ülkelerine göçü arttırıyor. Tarihin en sıcak yılı olmaya şimdiden aday olan 2017, bu yıla Afrika’da 15 milyon kişinin aşırı kuraklık nedeniyle açlık tehdidi ile karşı karşıya olduğu haberleri ile başladı. BM gibi uluslararası örgütler emperyalist ülkeler arası rekabetin bir sonucu olarak işlevsiz hale gelmiş durumdalar. Bu durumun bir sonucu olarak Afrika’dan Avrupa’ya yoğun bir göç dalgası bekleniyor. Ancak göçmen-
leri Akdeniz’in sularında ölümler, insan kaçakçılarının neden olacağı cinayetler ve eğer ulaşabilirlerse gidecekleri ülkelerde maruz kalacakları ırkçı saldırılar bekliyor. 2017 yılını belirleyen en önemli mücadele alanı ırkçılıkla ve militarizmle mücadele olacak. Kapitalizmin krizi ile birlikte daha yoğun olarak karşımıza çıkan bu tehditlere karşı küresel bir direniş ile yanıt vermemiz gerekiyor. Tüm dünyada ırkçılık karşıtları kendi ülkelerindeki ırkçı partilere ve ırkçı söylemlere karşı sokaklara çıkarak göçmenlerle, Müslümanlarla, siyahlarla dayanışma eylemleri düzenliyorlar. Bizler de bu mücadelenin Türkiye ayağını oluşturmak için daha fazla zaman kaybetmeden kolları sıvamalı ve Irkçılığa Hayır ağlarını örmeye başlamalıyız. Irkçılık nedir? Irkçılık sanılanın aksine çok eski bir ideoloji değildir. Tarihte sınıflı toplumlarla birlikte farklı insan gruplarına yönelik düşmanlık besleyen ideolojiler olagelmiştir. Örneğin kölelik insanları ırk veya ten rengine bakmaksızın ayıran çok eski bir sistemdir. Ya da Antik Yunan ve Roma İmparatorluğu dönemlerinde “Barbarlar” kavramı ırkçılıkla bağlantısı olmayan, “istilacı” gruplara verilen bir isimdir. Ancak ırkçılığın kökeni kapitalizmin kökeninde aranmalıdır. Kapitalizm öncesinde sömürü özgür olmayan emeğin üretimine el koymak şeklinde gelişirken, kapitalizmin gelişmeye başladığı dönemde artık sömürü, emeğini “öz-
gürce” kapitaliste satan işçilere dayanıyordu. Fakat bir de “özgür olmayan emek” var olmaya devam ediyordu. Amerika’nın ve Afrika’nın yerli halkları bilimsel olduğu iddia edilen gerekçelerle yarı insan veya insan olmayan aşağı türler olarak etiketlenip köleleştiriliyordu. Kölelik daha önce de var olan bir sistem olmakla birlikte dünya pazarları için geniş plantasyonlarda yapılan üretimin yaygınlık kazanması kapitalizme özgüydü ve bu plantasyonlarda çalıştırılan köleler ilk kez “bilimsel” gerekçelerle köleleştiriliyordu. Yani ırkçılık, ücretli ve özgür emeğin yükselmekte olduğu bir çağda köleliği meşrulaştırmak için kullanılıyordu.
dönemde Türk-Sünni bir ulus ve burjuvazi yaratmak amacı ile gerçekleştirilen Ermeni soykırımı sonrasında yaklaşık bir milyon kişinin öldürülmesi veya sürülmesini, tüm mal varlıklarına el konulmasını meşrulaştırmak için kullanılan bir ideolojiydi. Irkçılık, Varlık Vergisi gibi birçok ırkçı uygulama, Dersim katliamı gibi Kürt-Alevilere yönelik baskılarda meşrulaştırıcı bir devlet ideolojisi görevi gördü. Irkçılık resmi devlet söyleminde en net ifadesini 1930’larda Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” sözlerinde bulmuştu.
Irkçılık, kapitalist devletler arası rekabet arttıkça emperyalist işgallerin de bir gerekçesi olmaya başladı. Ekonomik kriz dönemlerinde işsizliğin sorumlusu olarak göçmen işçilerin gösterildiği bir ideoloji olarak varlığını sürdürdü. Farklı ülkelerde, farklı veçhelerde ortaya çıkan ırkçılık küresel bir sistem olan kapitalizme karşı dünya işçilerinin ve ezilenlerinin uluslararası mücadelesini engelleyen en önemli düşman ideolojilerden birisidir.
Başka ülkelerden kitlesel bir göç dalgasına daha önce fazla maruz kalmamış olan Türkiye, son yıllarda Suriye’den gelen göç dalgası ile birlikte bu sefer ilk kez Batıdakine benzer bir ırkçı dalganın içerisinden geçiyor. Ekonomik sorunlar ağırlaştıkça bu sorunların nedeni olarak hükümet politikaları, savaş ve kapitalizm değil göçmenler gösteriliyor. CHP lideri bu nedenle referandum kampanyası sırasında Suriyelileri geri göndermekten bahsediyordu. Kılıçdaroğlu, Türk sermayesinin ucuz emek gücü haline gelen yoksul Suriyeliler için "Şu anda Suriyeliler 1. Sınıf, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı 2. sınıf vatandaş.” diyebiliyorken, Suriye’ye asker gönderilmesine onay veren CHP’nin bir diğer ırkçı vekili ise Suriyeliler için “Suriyeli erkekler Türkiye’de kafelerde, pub’larda Türk kızlarıyla geziyor. Bizim Mehmetimiz Suriye’de şehit oluyor” diyebiliyor.
Türkiye’de Irkçılık Türkiye’de ırkçılık, kapitalist bir ulus devlet kurmak gerektiğini savunan asker-sivil devlet bürokrasisi ve çeşitli entelektüellerin, dağılmakta olan Osmanlı imparatorluğu yerine önerdikleri devlet sisteminin bir ayağı olarak ortaya çıktı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetime el koyduğu
AKTİVİZM 11
KİMYASAL SIZINTI, NÜKLEER SIZINTI: KAPİTALİZMİN FITRATINDA VAR
ÖNE ÇIKAN Can Irmak Özinanır
MİLLİYETÇİLİKLERİN TARİH ÜZERİNE KAVGASI Her iktidar kendisini bir tarih anlatısı ile birlikte var eder. Milliyetçilik, “milletin üyelerine” ortak ve şanlı bir geçmiş sunmak ister. Ancak milliyetçiliklerin hepsi tornadan çıkmış gibi değildir. Rakip milliyetçilikler ve buna bağlı olarak rakip tarih anlatıları arasında bir rekabet de vardır. Referandum dönemi çeşitli tarihi göndermelerin sıkça yapıldığı bir süreç oldu. AKP’liler Mehter Marşı’nı, Kemalistler ise İzmir Marşı’nı çaldılar. Hatta solun bir kısmı 1908 Devrimi’nin sloganlarını devralarak “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diye bağırdı. İzmir Marşı-Mehter Marşı kavgası, ulusun geçmişini 1923’ten başlatan Kemalist tarih anlatısı ile milletin geçmişini Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihine yaslamak isteyen milliyetçi-muhafazakâr tarih anlatısı arasında cereyan ediyor. Bu milliyetçilikler kapışması televizyon dizilerine de yansımış durumda. Bir tarafta Osmanlı geçmişini bugünün iktidarı ile özdeşleştiren TRT’nin Payitaht Abdülhamid dizisi, diğer tarafta ise Kemalist tarih anlatısını yeni bir tarzda diriltmeye çalışan Vatanım Sensin dizisi var. Her hafta kendisini bir hashtag ile duyurmaya çalışan bu dizilerin takipçilerine sosyal medyada baktığımızda her iki tarafın da milliyetçilik, ayrımcılık, çoğu zaman açıkça ırkçılık içeren iletilerini görmeniz mümkün.
Çerkezköy'de yana reçine fabrikası. NURAN YÜCE
Tekirdağ'ın Çerkezköy ilçesinde tekstil fabrikalarına kimyasal üreten reçine fabrikası Boytek’in kimyasal kazanlarından birinde patlama oldu. Patlamanın ardından çıkan yangının dumanları rüzgarın etkisi ile kimyasal kirliliği Çerkezköy’den Çorlu’ya kadar yaydı. Yerleşim alanları tehdit altında. 40 işçi zehirlenme nedeniyle hastaneye kaldırıldı, kadın çalışanlara bebeklerinizi emzirmeyin sütünüzü sağıp atın, elbiselerinizi ayrı yıkayın, duş alın uyarılarının yapıldığı bölgede kırmızı alarm ilan edildi. Kazaları önemsizleştirme Daha öncede kimyasal atıklarını güvenli bir biçimde uzaklaştırması gerekirken bir okulun rögarına boşaltan, bunu saklayan, çevresel kirliliği ve çocukların sağlığını hiç düşünmeyen Boytek patlamanın ardından bir açıklama yaptı. Yayınladıkları metinde “üretim bölümünün sınırlı bir bölümünde, toksik etki yaratmayan, işçilerin basit solunum sıkıntıları sebebiyle hafif tedavi altına alındığı, herhangi bir can kaybı olmadığı” gibi olayı önemsizleştiren kelimeler özenle seçilmiş durumdaydı. Açıklamalarının sonunda ise bu kadar önemsiz bir kaza olmasına rağmen sadece “konuya ilişkin oluşan endişeler sebebiyle” “özür dileriz” demişler. Kazaları önemsizleştirme insanlara ve ekosisteme verilen zararları yok sayma kapitalist sistemin bir parçası olduğu için Boytek’in açıklamalarının gerçekliğe tekabül etmediğini çok iyi biliyoruz. Buna benzer nitelikte kazalar ve hatta daha da büyükleri bile sistemin işleyişi için sıradanlaştırılıyor, olağanlaştırılıyor. Fukuşima nükleer felaketine kadar yaşanan en büyük nükleer kaza Çernobil’di. Bu kaza Rus yetkililerce Rus halkından, dünya kamuoyundan günlerce saklandı. Radyoaktif yayılmayı önleme faaliyetine katılan temizlik işçisi denilen 500 bin gönüllünün büyük çoğunluğu iki hafta içinde büyük acılar çekerek öldü. 8 milyondan
fazla insan radyasyona maruz kalırken, 150,000 km2 ( İtalya’nın yarısı kadar) alan kirlendi, Danimarka’dan biraz daha büyük tarımsal alan ekilemez hale geldi. Ukrayna’nın ormanlarının %40’ı kirlendi. Rus yetkililerin günlerce insanlardan sakladıkları ve hala girilemeyen bölgelerin olduğu Çernobil felaketinin insani ve doğal maliyeti işte bunlardı. Türkiye’de o dönemde Çay-Kur Genel Müdürü çayda radyasyon var iddialarını “batı tezgahı” diyerek, Sanayi Bakanı Cahit Aral ise çay içerek yalanlamışlardı. Fukuşima nükleer santralindeki felaketin boyutları ise Çernobil’i de geride bırakacak nitelikte devam ediyor. Santralden hala Pasifik Okyanusu’na radyoaktif atıklar sızıyor. Şimdiye kadar 760 bin tondan fazla radyoaktif madde suya karıştı. Günde 300 ton radyoaktif maddenin 4 sene boyunca suya karışmaya devam edeceği de söyleniyor. Hala kontrol altına alınamayan radyoaktif sızıntı tüm Pasifik okyanusuna yayıldı, deniz ekosistemini ve kıyıları tehdit eder durumda. Fukuşima’daki nükleer patlamanın ardından ise Başbakan Tayyip Erdoğan nükleer santrallerdeki kazaların yaratacağı felaketin boyutlarını “tüp gaz da patladığında çevreye zarar verir” diyerek önemsizleştiren, kaza olma riskini de “uçaklar da düşüyor napalım uçağa binmeyeli mi” sözleri ile sıradanlaştıran sözler sarf etmişti. Kaza değil cinayet Şirketler, pazarda mallarını en hızlı ve kârlı bir biçimde satıp, rakipleri karşısında rekabet etme güçlerini artırmaya çalışan unsurlarken, devletler de kalkınma, büyüme söylemleri ile şirketlerin sözcüsü durumundalar. Edindikleri tüm rekabet edebilme koşulları ise işçilerin emeğinin, doğanın kaynaklarının sömürülmesine ve kirletilmesine dayanıyor. Daha fazla kâr elde etmek için iş güvenliğini hiçe sayarak kazalara, ölümlere yol açan da atıkları toprağa, suya bırakarak tüm yaşam varlıklarımızı yok ederek bizleri yine açlığa yoksulluğa sürükleyen de bu sistem.
Payitaht Abdülhamid dizisi #UluHakan, #VatanBölünmez gibi hashtagler ile Türk-İslam sentezini yansıtırken, sürekli “Osmanlı’yı bitirmek isteyen” Yahudiler resmederek antisemitist bir atmosfer yaratıyor. Dizinin, iktidarın “üst-akıl“ lafzı ile uyumlu biçimde sürekli bugüne de gönderme yaptığını söylemek yanlış olmaz. Bir bölümde Abdülhamid’in kendisini protesto eden öğrencilere dönük yaptığı konuşmayı, herhangi bir Erdoğan konuşması ile yan yana koyarak okumak pek çok benzerlik gösterecektir. Vatanım Sensin ise #ÖnceVatan, #VatanSevdamız gibi hashtagler kullanan bir millî mücadele dizisi. Rumların ve Türklerin bir arada yaşaması, arkadaşlık etmesi, savaşa karşı çıkan Yunan askerleri gibi ayrıntılara yer verse de buram buram milliyetçilik pompalayan dizide yine bir Türk-İslam sentezi var ama bu sefer Müslüman’ın değil Türkün altı çizili. Bu dizideki kahramanlar sonuna kadar Müslüman olsalar da daha seküler bir hayat tarzına sahipler. Dizide antisemitizm ana tema olmasa da dizinin tek Yahudi karakterinin çıkarcı, korkak ve sinsi bir banker olması manidar. Dizinin “iyi Rumları” olsa da yine de Yunan karakterlerin daha zalim resmedildiği Kemalist bir milliyetçilik diziye hâkim. Zaten dizinin en büyük çıkışı da 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk’e selam yolladığı bir bölüm ile gerçekleşmişti. Her ikisi de milliyetçi olan bu tarih anlatılarına, İzmir Marşı’na da, Mehter Marşı’na da ihtiyacımız yok. Sol, çatışan bu iki milliyetçi tarih anlatısının karşısında ezilenlerin, sıradan insanların, aşağıdan mücadelelerin tarihsel anlatısıyla çıkmak zorunda. Walter Benjamin’in söylediği gibi: “Tarihsel bilginin öznesi, kavga eden, ezilen sınıfın kendisidir.”
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
“HAYATI VE ÖZGÜRLÜĞÜ İSTİYORUZ”
8 Mart 2017, gece yürüyüşü, İstanbul. ÇAĞLA OFLAS
21 Ocak’ta kadın düşmanı Trump’a karşı dünyanın hem her yerinde kitlesel kadın gösterileri gerçekleşti. Ardından 8 Mart’ta uluslararası düzeyde, yüz binlerce kadının katılımıyla gerçekleşen gösteriler ve yürüyüşler yapıldı. Tüm bu gelişmeler “yeni bir kadın mücadelesi dalgasının” başlangıcına işaret etmekte. Trump karşıtı eylemler öncesinde kadınlar kitlesel eylemler gerçekleştirdiler. Polonya’da kürtaj yasağına karşı 6 milyon kadın grev yaptı. Latin Amerika’da kadına karşı şiddete karşı kitlesel yürüyüş ve grevler gerçekleşti, İzlanda’da ise kadınlar eşit işe eşit ücret hakkı için iş bıraktı. Geçen yıl İtalya’da kadınlar kitlesel protesto gösterileri düzenlediler. Güney Kore ve İrlanda’daki kürtaj hakkını savunmak üzere grev gerçekleşti. Tüm bu gelişmeler kadınların uluslararası bir seferberlik halinde olduğunu göstermekte.
KADINLARA KARŞI SAVAŞ Trump ve Le-Pen gibi otoriter, faşist figürlerin saldırıları dışında kadınların kazanımları son 40 yıldır saldırı altında ve kadınların durumları istikrarlı olarak kötüleşmekte. Son 10-15 yılda kadınlara ilişkin veriler de yeni liberal kapitalist sistemde kadınların konumunun ne kadar sorunlu olduğunu ortaya koymakta. Kadınlar işgücü piyasasında erkeklere kıyasla daha fazla eşitsizlikle karşılaşıyor. Bir-
Ancak bu seferberlik halini daha önceki kadın mücadelesi dalgasından ayıran pek çok özellik var. Devasa eylemler ve gösteriler kadınların yaşamını cehenneme çeviren cinsiyetçiliğin kaynağını, yeni liberal ve emperyalist politikaları hedef almakta. Dolayısıyla antikapitalist bir öze sahip olan bir hareket. “Talepler bizi harekete geçiriyor” 8 Mart’taki uluslararası kadın grevi kadına yönelik şiddete karşı çıkma, kendi bedenine ve kimliğine sahip çıkma hakkının kapitalizmle ilişkisini ortaya koydu. Hareket kadına karşı şiddete, ücret eşitsizliğine karşı verilen mücadeleyi, ırkçılığa, göçmen düşmanlığına, homofobiye, transfobiye karşı mücadeleleri birleştirme yeteneğini gösterdi. Bu perspektif aynı zamanda kadın hareketinin gücünü ortaya çıkardı.
leşmiş Milletler Raporuna göre kadınlar dünyadaki işin yüzde 66’sını yapıyor, gıdanın yüzde 50’sini üretiyor ancak gelirin yüzde 10’unu kazanıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun 2016 verilerine göre, Türkiye'de erkeklerin istihdam oranı yüzde 70 civarındayken, kadınların iş gücüne katılım oranı yüzde 30.Kadınların siyaset alanındaki temsil gücünde de bariz gerileme var. Dünya genelinde 2015 Ocak ayı itibarıyla parlamenterlerin sadece yüzde 22’sini kadınlar oluşturuyor. Türkiye'de ise kadın milletvekili oranı yüzde 14,5. Bahsi geçen rakamlar üzerinden kadınların başta yaşam hakkı
2008 krizinin ardından, 2011’de Tunus, Mısır ve Libya’da diktatörlüklerin yıkılmasına yol açan, Ortadoğu’daki devrimlerin etkisiyle tetiklenen “Occupy Wall Street” hareketi, Paris, Londra, Yunanistan, İspanya, Wisconsin ve dünyanın pek çok yerinde yeni liberalizme karşı devasa hareketler ortaya çıktı. Meydan işgalleri ve kitlesel eylemlerde kadınlar hareketin en önünde yer aldılar. Tarihsel anlamda gelişmiş bir sınıf hareketinden henüz bahsedemeyiz. Ancak iklim hareketi, ırkçılık karşıtı mücadele, sosyal haklar hareketi içerisinde yer alan işçi sınıfından kadınlar, hareketin önünde yer almaktalar. Grevin yeniden etkili bir mücadele yöntemi olarak gündeme gelmesi hareketin sınıfsal niteliği hakkında da ipuçları vermekte. Eşitsizlik, ırkçılık ve cinsiyetçiliği içeren on yıllardır süren yeni liberal politikalara karşı, çoğunluk ve en savunmasızlar için hareketin sloganı: “
olmak üzere, sağlık, eğitim vb. kamusal hizmetlere ulaşım hakkından mahrum bırakıldığını tahmin etmek zor değil. Günümüzde 700 milyon kadın çocuk yaşta, 18 yaş altında evlendiriliyor. Bu gruptaki her üç kadından birini 15 yaş altındaki kadınlar oluşturuyor. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre dünyada her üç kadından biri yaşamının bir döneminde dövülüyor, tecavüze uğruyor. Her beş dakikada da bir kadın cinsel tacize veya şiddete maruz kalıyor. Kadın erkek eşitsizliğinde 134. sırada olan Türkiye ise kadına yönelik şiddet sıralamasında üst sırada yer alıyor. 2016 yılında Türkiye’de 265 kadın öldürüldü.
%99 feminizm”. Arjantin’deki “Bir kişi eksik olmayacağız” ittifakı 8 Mart’ta güvencesiz, kayıtsız, yarı zamanlı çalışmaya, devlet ve şirket şiddetine, eşitsiz ücrete karşı, kürtaj hakkı için alanları doldururken, tüm bu olumsuzlukların kaynağı kapitalizmi hedef gösterdi. Yeni liberalizm geniş çaplı krize girmesi sonucunda oluşan otoriterleşme ve buna paralel artış gösteren cinsiyetçi uygulamalar, işçi sınıfına saldırılar yoğunlaşırken, pervasızlığa karşı kadınların dünya çapında direnişi umudun mücadele olduğunu göstermekte. Kapitalizmin derin tarihsel krizlerinden birini yaşadığımız çağımızda işçi sınıfının zafer kazanması bu umudu büyütmekten geçiyor. Bu aynı zamanda işçi sınıfının yarısını oluşturan kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesine omuz vermek anlamına gelmekte. Kadınların olmadığı bir antikapitalist mücadele olamaz!
BİRLİKTE DAHA GÜÇLÜ Türkiye’de kadın hareketi, dünyadaki hareket gibi, etkili ve güçlü. Toplumsal muhalefetin baskılar karşısında sokağa çıkma yeteneğinin törpülendiği, OHAL koşullarını da içeren iki yıllık süreçte kadınların mücadelesi ilham verici. 8 Mart feminist gece yürüyüşünde on binlerce kadın OHAL yasaklarını deldi geçti. Her türlü kutuplaştırma siyasetine rağmen yüzde 99’u kapsamayı hedefleyen kadın mücadelesi 2012’deki kürtaj yasağı girişimini durdurdu. Kadın cinayetlerine karış aralıksız mücadele veren kadınlar, 2015 yılında Özgecan Aslan cinayeti ardından sokaklara taştı. O günden sonra sokakları terk etmedi. Tacizciyi öldüren Nevin Yıldırım’ı, hayatta kalmak için kocasını öldürmek zorunda kalan Çilem Doğan’ı yalnız bırakmayarak, kadın dayanışmasını mahkemelere, sokaklara taşıdı. Son olarak istismar yasası kadın hareketinin kararlılığıyla çektirildi. Kadınlar, hükümetin kadınların üzerinde kurduğu her türlü baskıya karşı, yaşamları ve özgürlükleri için mücadele ediyor, cinsiyet eşitliğinin yanında, barışı savunmaktan vazgeçmiyor. Sokağa her çıktıklarında kadınlara ilişkin taleplerin yanında barışı da savunuyorlar.