DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
596
3 Mayıs 2017 3 TL. sosyalistisci.org
1 MAYIS'IN İKİ MESAJI
m BİRLEŞİK MÜCADELE m KIDEM TAZMİNATIMA DOKUNMA! ABD'DE YÜZ BİNLERCE KİŞİ 'İŞ-İKLİM-ADALET' İÇİN YÜRÜDÜ sayfa 4-10
KÜRESEL KADIN HAREKETİNİN YÜKSELİŞİ sayfa 8
2
GÜNDEM
2019’U BIRAK, MÜCADELEYE BAK!
SINIR TEMİZLİĞİNDEN KALICI GERGİNLİĞE
Herkesi bir 2019 telaşı sarmış vaziyette. Daha 16 Nisan referandumunun üzerinden YSK gölgesi kalkmamışken, 2019'da kimin aday olacağı en sıkı tartışma konusu haline geldi bile. CHP sadece ulusalcı değil, bir de üstüne oldukça matrak bir parti. 16 Nisan referandumundan bir hafta sonra, yani 2017 yılında, 2019 yılında kimin başkan adayı olacağı tartışması etrafından bölünme sinyalleri veriyor. Baykal "Kılıçdaroğlu aday olmayacaksa istifa etmelidir" derken, Fikri Sağlar CHP’de tek adam iktidarı olduğunu iddia ediyor, Kılıçdaroğlu ise parti içinde kavga çıkartanları kapının önüne koyacağını söyleyerek son dönemlerin en sosyal demokrat demokrasi dersini vermekle meşgul. AKP liderliğinin 15 Temmuz’da darbeye karşı direnenlerin mücadelesine el koyup, buradan bir başkanlık rejimi çıkartmak istemesi ve başkanlığa karşı çıkanları 15 Temmuz darbecileriyle aynı cephede olmakla itham etmesi gibi, CHP de 16 Nisan referandumunda “Hayır” diyenleri kendi doğal tabanı ilan ederek, hayır kampanyasına el koymaya çalışıyor. Oysa denklem çok basit: Yerli-milli koalisyon sadece hükümet ve MHP ortaklığından ibaret değil. 16 Nisan’da “Hayır” diyen bir dizi liderlik de yerli ve milli bir çizgiye sahip. 16 Nisan’da “Hayır” diyenler arasında milletvekilleri dokunulmazlığını anayasaya aykırı bulsa da evet diyerek onaylayan, sınırötesi harekat tezkeresine “Evet” diyen, Kürt sorununda çözüm politikalarının devre dışı bırakılmasını canı gönülden alkışlayan siyasi liderlikler de var. Onların “hayır”ıyla bizim “hayır”ımız arasındaki fark o kadar derin ki, bırakalım bir ortak aday çıkartmayı, 2019 seçimlerine kadar bir dizi politik başlıkta, savaş, Kürt sorunu, işçi hakları, Suriyeli göçmenlerle dayanışma ve ırkçılığa karşı mücadele gibi temel meselelerde aynı safta durmadığımız çok net görülecek. Üstelik 1 Mayıs mitinglerinin gösterdiği gibi, işçi sınıfının yarına ertelenemeyecek çok önemli sorunları var.
Suriye sınırına örülen dünyanın üçüncü en büyük duvarı 700 kilometreyi buluyor.
Türkiye’deki çözüm sürecini yutan ve darbe girişimine zemin hazırlayan Suriye’deki savaş politikaları, sınırda kalıcı bir gerginliğe dönüşüyor.
Neden?
Türkiye savaş uçaklarının Suriye’nin kuzeyindeki YPG’lileri bombalamasının ardından, bölge ABD ve Rusya ordularının koruması altına alındı.
Asker sayısını 100 bine çıkarmaya çalışan YPG, “sahada” IŞİD’e karşı savaş kabiliyeti gösterebilen tek güç. Havadan kendileri, karadan YPG ve ona bağlı Arap gruplarla savaş stratejisini izleyen iki emperyalist devlet için de Türkiye’nin Rojava’da Kürtlerle savaşı bu stratejinin bozulması anlamına geliyor. Bu yüzden Türkiye hükümetinin, Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimini tanıdığı gibi Rojava’yı da tanımasını istiyorlar.
Sınırın bu tarafında ise Suriye’deki Kürt şehirlerine yönelik mevziler kazılıyor. Suriye’de bir Kürt yönetimine izin vermeyeceklerini yineleyen Cumhurbaşkanının, IŞİD’e karşı savaşta müttefiki olan Kürt güçlerini koruyan Trump’tan beklediği anlayışı bulamayacağı açık. Suriye’de büyük oranda belirleyici olan Putin de Trump gibi düşünüyor.
Suriye’ye müdahale eden iki emperyalist devlet için PYD liderliğindeki Kürt silahlı güçleri vazgeçilmez önemde.
Türkiye, ABD ve Rusya’ya rağmen Suriye’de YPG ile savaşabilir mi? Bu imkânsız. Askeri saldırıların yerini
sınırda kalıcı gerginlik ve düşmanlığa bırakması da buradan şekilleniyor. Oysa Fırat Kalkanı harekâtı Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlamak iddiasıyla başlamıştı. Bu kimin savaşı? Tanka, topa, bombalara tonla para harcanırken, sorun ve gerilimden başka bir şey yaratmayan Suriye’deki güç mücadelesinde ısrarın Türkiye’de yaşayan büyük çoğunluğun çıkarlarıyla bir alakası yok. İncirlik ve Diyarbakır üsleri ABD savaş koalisyonunun hizmetindeyken, Trump’tan anlayış beklemek, bu süre zarfında içeride milliyetçiliği diri tutmak için Suriye Kürtlerini hedef tahtasına oturtmanın emekçilere kazandırabileceği bir şey yok.
Kürt sorununda derinleşen çözümsüzlük politikaları var. OHAL koşulları devam ediyor. 2019’da kimin “Hayır” cephesinin adayı olacağını tartışmak yerine, bu temel sınıfsal sorunlar etrafında “Hayırcı” işçilerle “Evetçi” işçilerin birleşik mücadele dinamiklerini oluşturmak zorundayız. 2019’da sağcı bir ortak aday çabası değil, bugün birleşik bir işçi mücadelesi çabasıdır gerekli olan.
İLKESİZ SİYASET VE İTTİFAKLAR BİZE KAZANDIRMAZ CHP’nin devrik lideri Deniz Baykal buyurdu, “yüzde 49’u bir arada tutacak bir aday tespit edilmeli ve CHP başkanlığına getirilmeli”, “Abdullah Gül de olabilir.” 2019 seçimlerinde cumhurbaşkanı adayı olmak için 100 bin imza toplamak gerekiyor. Baykal gibi hayır cephesinde duran sermaye çevreleri de yüzde 49’u bir arada tutacak ve yüzde 51’den de oy alacak bir adayla Erdoğan’dan kurtulmanın peşinde. İtalya’da başarı kazanan 5 yıldız hareketinin komedyen lideri gibi burada da 100 bin imzalı bir ünlüyü Erdoğan’ın karşısına çıkartarak siyasi krizin çözülebileceğini düşünmek, Gezi Parkı ve Taksim iki gece elde tutulursa hükümetin otomatikman feshedileceği çocukça düşüncesine benziyor.
24 Nisan - 102. yılında 1915 kurbanlarını İstanbul'da andık.
İlkesiz ittifaklar ve Ak Parti seçmenini çekebilecek “onlardan” bir aday çıkartmanın işe yaramayacağı 2015’te
Erdoğan’ın karşısına koydukları Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aldığı yenilgiden belli. 16 Nisan’da birlikte tutum almış olsa da çok farklı ve zıt kesimleri içinde barındıran ‘hayırcıların’ bir arada tutulması isteğiyse değişmeyen toplum mühendisliğinin ifadesi. Yüzde 50 siyasetini karşı taraftan savunmak, işçilere ve ezilenlere hiçbir şey kazandırmaz. CHP tam da bu yüzden ne yüzde 49’u ne de solu temsil edebilir.
HEP BİRLİKTE 'EVET' DEMİŞLERDİ Başbakanlık, Kılıçdaroğlu ve bazı CHP'li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için fezlekeleri meclise gönderdi. Ak Parti hükümetinin Kılıçdaroğlu gibi kendisini güçlendiren burjuva muhaliflere bile tahamülü yok. Dokunulmazlıklarının kaldırılması kabul edilemez. Fakat Ak Parti-MHP ile birlikte, HDP'li vekillerin tutuklanmalarına 'evet' diyen CHP kendi kuyusunu da kazmış oldu.
GÜNDEM
İNSANCA YAŞAYACAK ÜCRET!
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
YANLIŞLIKLA KİTLESEL KATLİAM CENTOM, ABD Merkez Kuvvetleri anlamına geliyor. Bu CENTOM Suriye’de koalisyon güçlerinin sivilleri öldürmesine dair bir rapor yayınladı. Koalisyon güçlerinin yanlışlıkla 369 sivili öldürdüğünü açıkladı. ABD Merkez Kuvvetleri kuşkusuz derin bir üzüntü duyuyordur bu sonuçtan. Ama bu ilk değil. ABD’nin tarihi yanlışlıkla işlediği katliamların da tarihi aynı zamanda. Geriye doğru kısa bir bakış ABD’nin yanlışlıkla işlediği birçok cinayeti gösteriyor:
Toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşmazlık üzerine 4 rafineride iş bırakan Tüpraş işçileri.
İki yüz bine yakın kamu işçisi ile hükümet arasındaki toplu sözleşme pazarlıkları başladı. İşçi tarafını temsil eden Türk-İş yüzde 18 zam ile ücretlerde iyileştirme istiyor. Kamu işçilerinin toplu sözleşmeleri memurların ücretleri ve özel sektördeki genel ücretler için de belirleyici olacak. İşçiler ne istiyor? n Ücretlere yüzde 18 zam. Önümüzdeki yıl için enflasyon + yüzde 4 zam. n Düşük ücretli işçilere ek zam yapılsın. Brüt 2 bin 200 liranın altında ücret alan işçilere 400 lira, brüt 2 bin 250-2 bin 500 lira ücret alanlara 200 lira ve brüt 2 bin 500-2 bin 800 lira ücret alanlara da 100 TL iyileştirme zammı verilsin. n Vergi diliminden dolayı düşen ücretlerin telafisi için 500 liralık denge ödeneği bin liraya çıkarılsın, birinci ve ikinci yıl için yemek yardımı sırasıyla 15 TL ve 16 TL, aile ve çocuk yardımı da 400 TL ve 500 TL olsun. n Taşeron işçiler ile 20 bin geçici işçi kadroya alınsın.
n Kıdem tazminatları, işten atılanlara hemen ödensin. Fona hayır. Hükümet ne diyor? Hükümet, kıdem tazminatlarının fona çevrilmesi ve bu fondan sermayeye kredi aktarılmasında ısrarcı. Taşeron ve geçici işçilerin kadroya alınmasına sıcak bakmayan Ak Parti, 657 sayılı yasayı da değiştirerek memur statüsündeki kamu emekçilerinin iş güvencesini toptan yok etmeye hazırlanıyor. Ücretler konusundaki politikaları ise açlık sınırını altında asgari ücrette ısrarlarından belli. İnsanca yaşayacak ücret, kıdem tazminatları ve iş güvenliği işçilerin ortak talepleri, işyerleri bunları savunmaya hazır. Sendikacılar ne yapacak? İşçilerin haklı taleplerinde ısrarcı olacaklar mı? Hükümetin “kaynak yok”, sendikanın “mücadeleye istek yok” bahanelerinin inandırıcı olamayacağı bu koşullarda, eğer aşağıdan mücadele verilirse bu talepler kazanılabilir. Kamu işçileri kazanırsa tüm emekçiler kazanacaktır.
İŞYERLERİNDE MÜCADELE NASIL KAZANIR? Barış İçin Akademisyenler bildirisin imzaladıkları için Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilen Merve Diltemiz ve Can Irmak Özinanır, Marksizm 2017 toplantılarının “İşyerlerinde mücadele nasıl kazanır?” başlıklı oturumunda, KHK ile atıldıktan sonra neler yaşadıklarını anlattılar. Merve Diltemiz, son bir yılın pek çok deneyim biriktirdikleri bir dönem olduğunu söyledi. Cebeci Kampüsü’nde Eğitim Sen olarak verdikleri mücadeleleri ve bu mücadeleler sonucunda görece demokratik bir ortam oluşabildiğini vurgulayarak, KHK’lar ile bu demokratik ortamın da hedef alındığını söyledi. Diltemiz, bu mücadelenin başını çoğu zaman asistanların çektiğine işaret etti. Eskiden kendilerini güvenceli hisseden profesörlerin dahi KHK ile atıldığı bir ortam oluştuğunun altını çizen Diltemiz, ihraç edildikleri KHK’dan sonra Cebeci Kampüsü’nde
gerçekleşen direnişin çok etkili olduğunu anlattı. Diltemiz’in vurgularından biri de KHK ile beraber müthiş bir dayanışma ortamı oluşmasıydı, akademik hiyerarşinin mücadele ve dayanışma sayesinde gerilediğini söyleyen Diltemiz, işyerinde daha önceki dönemlerde verilen mücadelelerin son mücadelenin de zeminini hazırladığını anlattı. Daha önceki direnişler sayesinde Sokak Akademisi, Ankara Dayanışma Akademisi gibi dayanışma ağlarının ortaya çıktığı da Diltemiz’in konuşmasının önemli yanlarından biriydi. Can Irmak Özinanır ise 2008 yılında başlayan ekonomik krizin günümüzde neoliberalizmin politik ve ideolojik olarak dağıldığı bir momentte yaşadıklarını söyleyerek başladığı konuşmasında bu krize önce Arap Baharı, İspanya, Yunanistan direnişleri ve Ocuppy Wall Street gibi hareketlerin eşlik ettiğini, sonrasında
ise otoriter popülist sağ liderliklerin öne çıktığını söyledi. Türkiye’deki OHAL koşulları ve KHK’ların biraz da bu otoriter yönelimle ilgili olduğunu vurgulayan Özinanıır, KHK’lar ile hükümetin kıdem tazminatını kaldırma ve kamu çalışma rejimini güvencesizleştirme çabasının bir ve aynı saldırının parçaları olduğunu söyledi. Eğitim Sen’in ihraç edilen üyeleriyle müthiş bir dayanışma sergileyerek büyük bir iş başardığını belirten Özinanır, bunu işyerlerinde daha iyi anlatmak gerektiğini ve ihraç edilenleri işe döndürmenin ancak kamudaki güvencesizleştirmeye ve kıdem tazminatının ortadan kaldırılmasına karşı işyerlerinde verilecek mücadele ile mümkün olabileceğini vurguladı. İrili ufaklı pek çok mücadele olduğunu ve bu mücadelelerin bir kısmının OHAL’de bile kazanımla sonuçlanabildiğini söyledi.
“ABD Suriye'de destek verdiği Suriye Demokratik Güçleri'ni yanlışlıkla bombaladığını SDG mensubu 18 personelin öldüğünü duyurdu.” Bu 13 Nisan 2017 tarihli bir haberden 10 Aralık 2016 tarihli bir haber ise şöyle: “Musul operasyonuna hava saldırılarıyla destek veren ABD savaş uçaklarının yanlışlıkla Irak askerlerini vurduğu ileri sürüldü. 90 Irak askerinin öldüğü saldırı Cuma günü gerçekleşti.” Yemen. 2015 yılı. ABD ordusu tarafından yapılan açıklamada, "Yemen'de ABD komandoları tarafından yapılan saldırıda siviller ve çocukları da öldürmüş olabiliriz" ifadeleri kullanıldı. 4 Ekim 2015'te "Taliban ile mücadele" gerekçesiyle Afganistan'ın Kunduz eyaletinde bir hastaneyi vurarak katliam yapan ABD, tam bir yıl sonra aynı eyalette yine sivil katliamı yaptı. 33 kişiyi öldürdü. ABD 4 Mayıs 2009'da B-1 bombalarıyla Afganistan'da düzenlediği saldırıda 140 kişinin ölümüne neden oldu. ABD Afganistan’da 2007 yılında da 133 sivili öldürmüştü. ABD 1999 yılında Belgrad’ı bombaladığında yanlışlıkla Çin Halk Cumhuriyeti büyükelçiliğini vurdu ve üç Çinli gazeteci öldü. Burada altı vurgulanan kelime, “yanlışlıkla.” Oysa ortada bir yanlışlık yok! Ortada emperyalist bir gövde gösterisinin kaçınılmaz sonuçları var. ABD, dünyanın istediği her hangi bir yerini istediği zaman istediği şekilde bombalayacak kudrette olduğunu düşünüyor. Bu yüzden “yanlışlıkla” diye açıklanmaya çalışılan ölümler, yanlışlıkla gerçekleşmiyor. Sistematik küresel askeri müdahalelerin kaçınılmaz, önceden tahmin edilebilir ve zaten tahmin edilip ABD tarafından tolere edilen kayıplar bunlar. Ortadoğuluların, ABD’nin çıkarları için kolayca öldürülebileceğinin ve bu cinayetlerin hesabının sorulmasının imkânsız olduğu fikrinin ürünü olan kibrin ürünü olan katliamlar. Sadece ABD değil Rusya da. Bölgesel çıkarları için müdahale eden tüm alt emperyalist güçler de aynı. Ama aralarında sicili en bozuk olan ABD. CENTOM’un son açıklamasından hemen sonra Airwars isimli güvenilir bir kurum gerçek sayıyı 3164 olarak düzeltti. Bu korkunç sayı bir kitle katliamının kanıtı. Hesap vermeyeceği konusunda hiçbir şüphesi olmayanların işlediği bir cinayetin ifadesi. Bu nedenle kitlesel ve küresel bir savaş karşıtı hareketin örgütlenmesi çok acil bir görev.
4
DÜNYA
ABD’DE YÜZBİNLERCE KİŞİ İKLİM İÇİN YÜRÜDÜ
KUZEY KORE - ABD GERGİNLİĞİ BÜYÜYOR Bir süredir ABD ile Kuzey Kore arasında sert açıklamalar ve karşılıklı militarist tacizler yaşanıyor. Kuzey Kore ilk nükleer silah denemesini 2006 yılında gerçekleştirmişti. 2016’da ise ilk kez atom bombasından çok daha güçlü olan hidrojen bombası denemesini başarıyla gerçekleştirmişti. Kuzey Kore Şubat ayında, orta menzilli, nükleer başlık da taşıyabilen balistik füze denemesi gerçekleştirdi. Bunun üzerine ABD'nin bir nükleer denizaltısı Güney Kore’deki Busan limanına Nisan ortasında demirledi, USS Carl Vinson uçak gemisinin başını çektiği taarruz filosu ise Kore Yarımadası'na yakınlarına gönderildi. Uçak gemisi ve beraberindeki savaş gemileri, Güney Kore ve Japonya'nın katılımıyla büyük bir tatbikat da gerçekleştirecekler. Kuzey Kore bu gelişmeler üzerine ABD ile savaşa hazır olduklarını ilan etti. Nisan ayı sonunda ise ABD Güney Kore’nin Kuzey Kore sınırına 200 adet uzun menzilli savunma füzeleri yerleştirdi. Bu hamleler Çin’in ABD’yi protesto etmesine yol açtı ve ABD'nin füze savunma sistemine yeni tür silahları deneyerek karşılık vereceğini ilan etti. Rusya, ABD'yi provokasyonda bulunarak Kore yarımadasını savaşa sürüklemekle suçladı. Kuzey Kore ise yüzlerce topçuyu sahil sınırına yığarak ABD’ye meydan okudu.
İklimi değişikliğine önlem, herkese iş, sosyal adalet protestoların başlıca talepleri.
ABD Başkanı Trump Başkanlık kol-
tuğuna oturuşunun 100. gününde gerçekleşen Halkların İklim Yürüyüşü ile protesto edildi. Trump, küresel ısınma hakkında Fox News’a verdiği bir röportajda “kimse gerçekten olup olmadığını bilmiyor” demişti. En başından beri küresel ısınmanın gerçek olmadığını söyleyen Trump’ın asıl amacı karbon salımını sınırlandıran Paris Anlaşması gibi uluslararası anlaşmaların sınırlılıklarından kurtulmak. Trump, bu anlaşmaların, en büyük rakibi Çin’e rekabet avantajı sağladığını iddia ederek hem bu sınırlandırmalardan ABD’yi kurtaracağını hem de serbest ticaret anlaşmalarını tekrar gözden geçirerek sanayinin ülkeye geri dönmesini sağlayacağını iddia ediyor. Trump’ın Başkan olduktan sonra ilk yaptığı işlerden biri Beyaz Saray’ın web sitesindeki iklim değişikliği bölümünü kaldırmak olmuştu. Daha sonra Çevre Koruma Ajansı bütçesini kısıtladığını ilan etti. “Benim başkanım değil” Ancak Trump’ın Başkanlık koltuğunu oturduğu günden beri ABD’de sokaklar boş kalmadı. Trump Başkan olur olmaz onbinler sokaklarda “benim başkanım değil” eylemleri yapmıştı, Kuzey Dakota Erişim ve Keystone XL boru hattı projelerinin devam etmesine onay verdiği gün binlerce insan sokaklara çıkmıştı, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde yüz-
binlerce kadın Trump’ı protesto etmişti, çeşitli Ortadoğu ülkelerinden ülkeye girişi durdurduğunda binlerce insan havaalanlarına giderek “göçmenler hoş geldiniz” eylemleri yapmıştı. Başkanlık koltuğunun 100. günü için ise Halkların İklim Hareketi dev bir yürüyüş çağrısı yapmıştı. 29 Nisan’da başkent Washington’da, Beyaz Saray’ın da etrafını dolaşan bir güzergâhta 300.000 kişi sokakları doldurdular. ABD’de iklim hareketi önceki yıllarda da yüzbinleri sokağa dökmeyi başarmış ve Obama yönetiminin küresel ısınma konusunda küçük de olsa bazı adımları atmasını sağlamıştı. Hareketin baskısı sayesinde Obama Paris Anlaşması’nı imzalamıştı. İş-iklim-adalet İklim hareketinin bu yılki ana sloganı “İklim, İş ve Adalet İçin Yürü” oldu. Küresel ısınmanın bir adalet ve sınıf meselesi olduğuna vurgu yapan slogan etrafında organize edilen yürüyüşte bu nedenle en ön kortejler yerli halklara ve göçmenlere verildi. Ardından da sendikalar ve çevreci örgütler yürüdü. Yürüyüş, merkezi olarak Washington’da yapılmış olsa da gelemeyenler 300 kadar şehir ve bölgede de yürüyüşler gerçekleştirdiler. Hareketin websitesi iklim ve adalet mücadelesinin iç içe geçtiğini en iyi şu cümle ile ortaya koydu: “Yönetime karşı halkın gücünün ne ka-
dar etkili olduğu defalarca gördük: Trumpcare? (Trump’ın Obama döneminde sağlık alanında yapılan reformlara karşı uygulamaları anlamına geliyor) Geri çekildi. Müslüman yasağı? Durduruldu.” Göstericilerin taşıdıkları dövizler arasında “İklimi kurtar, Başkanı değiştir”, “Yerli topraklarına saygı gösterin” gibi sloganlar yazılıydı. Eylemcilerin ana pankartları ise yükselen direnişe atıfta bulunan ve oldukça kararlı bir şekilde mücadeleye çağrı yapan sloganlardan oluşuyordu: “Okyanuslar yükseliyor, bizler de öyle”, “Direnen biz, inşa eden biz, yükselen biziz”. Trump ise o gün Pensilvanya’da destekçileri ile büyük bir gösteri ve kongre düzenledi. Yaklaşık bir saat kadar süren bir konuşma yapan Trump, iklim için yürüyüş yapanları küçümseyen ifadeler kullanmaya devam etti: “Washington'un bataklığından 100 mil uzakta olmaktan, akşamımı hepinizle ve çok daha büyük bir kalabalık ve çok daha iyi insanlarla geçirmekten daha heyecanlı olamazdım, öyle değil mi?" Trump konuşmasında Çin ve Rusya’ya ile rekabete ve medyanın yalancılığına yer veren bildik söylemlerini tekrarlamış olsa da 100 gündür arka arkaya yaşanan sokak eylemleri ve iklim yürüyüşündeki kararlı mücadele çağrıları Trump’ın işinin hiç de kolay olmayacağını gösteriyor.
2017 yılının ilk yıllarında yaşanan bu gerilimin elbette bir arka planı var. Kuzey Kore ağır ekonomik sorunlar geçirdiği 2002 yılında Bush yönetimi tarafından “şer eksenini” oluşturan ülkeler arasında ilan edilmişti. ABD’nin şer ekseni içerisinde ilan ettiği Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi üzerine Kuzey Kore nükleer silah geliştirme programına başladı ve 2006’da başarılı oldu. ABD ise buna ambargo ile yanıt verdi. Obama döneminde de ABD’nin birincil meselesi artık Ortadoğu değil Çin’in Pasifik Okyanusu’nda inşa ettiği askeri limanlar, donanma ve silahlanma oldu. Kore yarımadası Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi iki büyük emperyalist gücün bir kez daha kapışma alanına dönüştü. Bu gerginliğin Trump’ın başkanlığı döneminde ortaya çıkmasının ise esas nedeni iç meseleler. Seçim kampanyasında dünyaya daha az müdahalede bulunacağını, daha çok içe döneceğini söylüyordu Trump. Ancak ilk 100 günlük Başkanlık döneminde iç politikada her adımı kitlesel tepkiyle karşılandığı için başarısız oldu. Trump, bu iç başarısızlığı önce Suriye’yi bombalayarak, ardından Afganistan’da “tüm bombaların anası” dediği imha gücü çok yüksek olan bir bomba kullanarak ve son Kuzey Kore kampanyasını kullanarak içeride milliyetçi bir hezeyan yaratma amacı taşıyor.
FRANSA: İŞÇİLER LE PEN'E KARŞI BİRLEŞTİ Fransa'da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin öncesinde yapılan 1 Mayıs gösterileri, faşist Ulusal Cephe'nin adayı Marine Le Pen'e karşı devasa protestolara dönüştü. Sendikalar, ikinci tura kalan adaylardan Emmanuel Macron ile ilgili ikiye bölünse de, aşırı sağcı diğer aday Marine Le Pen’e karşı birleşti. Ülkenin en büyük işçi konfederasyonu CGT ile İşçi Gücü sendikası FO, “Le Pen’i engellemek” sloganı altında bir araya geldi. Macron’u doğrudan destekleyenlerse başkentin farklı bir noktasında toplandı. 1 Mayıs eylemlerinde "Ne Le Pen ne Macron" diyen, seçimi boykot edeceğini vurgulayan birçok döviz ve pankart taşındı. Faşist Le Pen ise işçilere karşı "Bu, artık sokaklarımızda görmek istemediğim türden bir karışıklık" diye tweet attı.
DÜNYA 5
21. YÜZYILDA EMPERYALİZM VE SAVAŞA KARŞI MÜCADELE
Musul'da koalisyon güçlerinin sivil yerleşimlere bombardımanıyla oluşan yıkım. JOSEPH COONARA
Geçtiğimiz iki haftada Donald Trump’ın yaptıkları, bize emperyalizmin ne anlama geldiğini iyi gösteriyor. Trump önce Suriye’ye 59 füze attırdı. Bunun için onu motive eden şeyin Esad rejiminin elinden ölen güzel çocuklar olduğunu söyledi. Fakat bu çocuklar Akdeniz’de göç etmeye çalışırken ölen çocuklarla, Trump’ın Amerika’ya girmesini engellemeye çalıştıklarıyla aynı çocuklar. Ayrıca geçtiğimiz bir ay Amerikan bombardımanının Suriye ve Irak’ta zirve yaptığı ve 1700 kişinin ölümüne neden olduğu bir zaman dilimi. İkinci olarak Amerika Afganistan’a Hiroşima ve Nagazaki’den beri kullanılmış en ölümcül bombayı attı. Bu bomba, düştüğü bölgenin bir buçuk kilometre yarıçapındaki herkesi öldürebilecek güçteydi. Üçüncüsü Trump Kuzey Kore’ye bir uçak gemisi gönderdi. Fakat sonra anlaşıldı ki gemi 5000 kilometre uzakta ve ters yönde gidiyormuş. Trump’ın dış politikasının ne olduğunu anlamak ve anlatmak zor. Çünkü büyük ihtimalle böyle bir politikası yok. Ama Trump zaten istikrarsız olan uluslararası bir sorunu daha da istikrarsız duruma getiren unsurlardan biri. Ve son iki haftada Amerika dışında yaptığı bu faaliyetler Amerika’nın iç politikasıyla ilgili şeyler. Yerleşik Cumhuriyetçi Parti anlayışına karşı yürüttüğü başkanlık yarışı sırasında Amerika’nın dünyaya daha az müdahil olacağı vaadiyle başa geldikten sonra kabinesini oluşturmakta büyük güçlükler yaşadı. Sonunda oluşturduğu kabineyse milyarderlerle, generallerle ve çatlak iş adamlarıyla doluydu. Bütün bunların sonucu iç politikada büyük bir kaosa yol açtı ve ilk yüz gününde vadettiği hiçbir şeyi gerçekleştiremedi. İlk olarak Müslüman ülkelerden gelenlerin Amerika’ya girişini engelleme çabası boşa çıkarken Obama’nın sağlık alanında yaptığı reformlarını kaldırmayı da başaramadı. Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atadığı Michael Flynn’in -bizzat Ameri-
kan gizli servisleri tarafından ortaya çıkarılan- Ruslarla görüştüğü bilgisi onun kısa sürede istifa etmesine yol açtı. Dünyanın geri kalanında askerî saldırıya geçmek bu iç sorunlara kısmi bir tepki niteliğindeydi. Bütün bu kaotik duruma rağmen Trump’ın Suriye’ye saldırması hem Hillary Clinton’ın hem de Avrupa Birliği’nden liberallerin desteğini kazanmasını sağladı. Ama onun bütün bu yaptıkları Amerikan emperyalizminin zayıf bir durumda olduğunu gösteriyor. Amerika Taliban rejimini devirdikten 15 yıl sonra niçin hala Afganistan’ı bombalamak zorunda kalıyor? Amerika niçin Obama’nın “ben artık buradan çekilmek istiyorum” dediği Ortadoğu’ya daha müdahil olmak durumunda oluyor? Kuzey Kore’deyse Trump sert bir dil kullansa da aslında Çin’in bu sorunu çözmesini istiyor.
rekabet sistemi haline geliyor. Üçüncüsü Lenin’in de işaret ettiği gibi kapitalizm her yerde eşit gelişmeyen bir sistem. Dolayısıyla zaman zaman yeni kapitalist güçler büyüyerek dünyadaki güç dengelerini değiştiriyorlar. 20. yüzyıldaki iki büyük savaş Almanya’nın büyük bir güç olarak ortaya çıkmasının birer sonucuydu. Bugün Çin’in yükselişiyle benzer bir duruma tekrar tanık oluyoruz. Bu durumda Amerika’nın gücünün de göreli olarak azaldığını görüyoruz. 1945’te Amerika dünyanın toplam üretiminin %35’ine hâkimken bugün bu oran %20 ’den daha az. Bu zaaf Amerika’nın dünyayı kendi çıkarlarına göre şekillendirmesini sınırlayan bir unsur. Amerika’nın son büyük süper güç olarak bütün dünyayı egemenliği altına alma çabasında olması bu sorunları daha da önemli kılıyor.
Lenin’in emperyalizm teorisi
Amerikan emperyalizminin fay hatları
Dünyada ne olup bittiğini anlamak istiyorsak Lenin, Buharin ve arkadaşlarının geliştirdiği klasik emperyalizm teorisine dönüp bakmamız gerek. Bu isimler için emperyalizm tarihin belirli bir dönemiyle ilişkili bir olguydu. Özel şirketler o kadar dev bir boyuta ulaşmışlardı ki, bu şirketlerin çıkarlarıyla devletlerin çıkarları iç içe geçmeye başlamıştı. Bu ortamda jeopolitik rekabet ve ekonomik rekabet de aynı durumdaydı. Ekonomik güç, devletlerin askeri güçlerini büyütmelerini sağlayarak sonrasında bu kendi çok uluslu şirketlerinin çıkarına olacak şekilde dünyanın çeşitli yerlerini kontrol etme imkânı veriyordu.
2008’de Amerika’da başlayan ekonomik kriz dünyadaki düzeni yeniden şekillendirdi. Amerikan emperyalizmi açısından gelişmekte olan üç fay hattından söz edebileceğimiz bir durum ortaya çıktı. Bunlardan ilki Ortadoğu’da devam etmekte olan sorun. Bush’un 2003’te Irak’ı işgal etmesi, Amerika’nın içinde olduğu ekonomik güçsüzlüğü örtbas etme amacını taşıyordu. Rusya ve Çin gibi Ortadoğu petrollerine ihtiyaç duyan ülkeleri Amerika’ya bu konuda tâbi bir hale getirmek hedeflenmekteydi. Ancak bu işgalin başarıya ulaşamamış olması hem Irak’ta hem de Suriye’de -Esad’ın yaptıklarına neden olarak- kaosun derinleşmesin sebebiyet verdi. Bu kaosun sonucunda bölgesel ve küresel ölçekte birçok ülke buraya müdahil olabilme imkânı buldu.
Emperyalizmin bu gelişmesinin üç önemli sonucu var. Birincisi savaş kapitalist sistemin kaçınılmaz bir özelliği haline gelmiş oluyor. Çünkü savaş ekonomik rekabetin bir uzantısı haline geliyor. İkincisi emperyalizmi büyük ve güçlü ülkelerin küçük ve zayıf ülkelere tahakkümü olarak görmek doğru değil. Çünkü emperyalizm bu güçlü ülkelerin birbirleri arasında rekabet etmeleri anlamına yani emperyalistler arası
Amerikan Emperyalizminin ikinci büyük fay hattı ise Rusya sınırlarında. Avrupa Birliği doğuya doğru hem kendi adına hem de NATO adına bir yayılma hedefindeydi. Ancak Gürcistan, Ukrayna ve Kırımda Rusya kendi açısından imtiyazlar elde ederek bölgede güçlendi. En önemli fay hattı ise Doğu
Asya. Burası Amerika ve Avrupa’yla birlikte dünyanın üç önemli üretim alanından biri. Çin’in yükselişi emperyalist sistemi çok büyük ölçüde istikrarsızlaştırdı. Şimdi bu bölge bu iki büyük gücün çatışma alanı haline geliyor. Buna Japonya, Güney Kore, Hindistan ve Vietnam da dâhil. Çin ikinci büyük ekonomi olmasının yanı sıra bölgedeki birçok ekonomiyi de nüfuzu altına almış durumda. Ayrıca Çin askerî harcamalarda Amerika’yla arasındaki makası kapatarak bu alanda da gücünü arttırıyor. Emperyalizme karşı mücadele Lenin emperyalizm teorisini Birinci Dünya Savaşı sırasında geliştirdi. Bunun sonucunda kendi hükümetini destekleyen ana akım sosyalistlerle ve altı boş bir biçimde barış çağrısı yapan siyasi anlayışla yolunu ayırdı. Lenin’in sloganı “Emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürelim” idi. Bu savaşın felaketini yakalayıp bunu kendi egemen sınıfına karşı kullanmak anlamına geliyordu. Bugün bunun yolu ilk olarak bütün emperyalizmlere karşı olmaktan geçiyor. Amerikan Emperyalizmine ve onun çıkarlarına karşı olmak Putin’i de bizimle beraber anti emperyalist yapmıyor. Putin Çeçenistan’da katliamı örgütleyen, çocukların üzerine varil bombaları atan bir rejimle müttefik olan bir devlet adamı. İkinci olarak emperyalizmi ve şovenizmi zayıflatabilecek mücadele ve direnişleri sosyalizm bayrağı altında mücadele etmiyor dahi olsalar desteklemek gerekir. Üçüncüsü kendi ülkelerimizde şovenizme ve ırkçılığa karşı durmamız gerekiyor. İngiltere’de bugün şovenizmin en güçlü biçimi İslamofobi. Bu türden fikirler ve akımlar işçi sınıfının bir kısmının kendi egemen sınıfına bağlanmasına neden oluyor. Dördüncü olarak asıl düşmanın evde yani kendi ülkemizde olduğunu anlamak gerekiyor. Kendi ülkemizde kendi hükümetimizle ve egemen sınıfımızla mücadele en etkili olan mücadeledir.
6 GÜNDEM
HDP, KÜRTLER VE REFERANDUM Referandumdan sonra sıkça tartışılan konulardan biri de Kürt bölgelerindeki durumun “Evet”in kazanmasında etkili olduğuydu. Referandum sonrasında, devlet tarafından yaratılan mağduriyetlerin giderileceğine dair propaganda, bazı yerlerde seçim sandıklarına HDP’lilerin alınmaması sonucu yaşanmış olabilecek usulsüzlüklerin yanı sıra; 7 Haziran’da HDP’ye koşullu destek olarak verilen oyların bir bölümünün geri döndüğü iddiası küçük oranlarda da olsa geçerlilik taşıyor. Ancak örneğin KONDA’nın yorumuna göre, “özellikle kayyum atanan HDP belediyelerinin olduğu ilçelerde, katılımın düşük, geçersiz oylarında ortalamaya göre hayli yüksek olmasından dolayı, bu durumun tercih değişiminden öte nüfus dinamikleriyle ilgili bir değişime de işaret ediyor olabilir.”
'HAYIRCI'-'EV MÜCADELEDE
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra uygulanan onca savaş politikasına, birçok şehirden toplu göçler yaşanmasına rağmen, HDP’nin olağan koşullarda güçlü olduğu seçim bölgelerinden güçlü “Hayır” oranları çıktı. Tüm ülkede “Evet” ile “Hayır” arasında hem sokak faaliyeti, hem medyada görünme anlamında büyük bir eşitsizlik vardı. Bu, Kürt bölgelerinde daha da derindi. Üstelik HDP’nin eş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları ve çok sayıda kadrosu hapse atılmıştı. Buna rağmen Kürt bölgelerinde %60’lara yakın “Hayır” çıktı. Kürt hareketi, 2014’te Demirtaş’ın aday olduğu başkanlık seçimlerine kadar %5-6 civarında seyrediyorken, o günden beri %10-13 arasına yükseldi. Bu bant içinde kayıplar yaşansa da HDP’nin bu güç seviyesine kalıcı olarak yerleştiğini söylemek mümkün.
AÇIKLANAMAYAN GEÇERSİZ OYLAR Referandumun en çok tartışılan konularından birisi de mühürsüz pusulaların geçerli sayılmasıyla başlayan şaibe tartışmalarıydı. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) bunlarla ilgili halkı tatmin edecek bir açıklama yapamadan olayın üstünü örtmeye girişti. CHP bunların toplam sayısının 1,5 milyon olduğunu, bunların 300 bininin “Hayır”, 1 milyon 200 bininin “Evet” oyu olduğunu iddia ediyor. Bunların tümü iptal edilse dahi “Evet” oyu ufak bir farkla referandumu kazanıyor. Fakat önemli olan 16 Nisan referandumuna YSK müdahalesiyle gölge düşürülmesi ve bu gölgeyi kaldırması gereken YSK’nın açıklamalarının ve kesinleşmiş kararının, tersine referandum sonuçları hakkındaki şüpheleri derinleştirmesidir. KONDA ise referandum sonuçlarıyla ilgili “açıklayamadıkları bir durum” tespit etti. Türkiye seçimler tarihinde geçersiz oyların “eğitimsizlik” gibi konularla açıklanamadığını belirten kamuoyu araştırma şirketi, bunların üçte birlik bir bölümünün protesto oyu olduğunu tahmin ediyor. Ancak bunun dışında, Orta Anadolu ve Karadeniz’de “Evet” oylarının yüksek olduğu yerlerde geçersiz oyların oranı Türkiye ortalamasının bir hayli altına düşerken, “Hayır”ın güçlü olduğu Kürt illerinde aynı oran Türkiye ortalamasının üstünde gözüküyor. KONDA bu durumun ellerindeki verilerle açıklanamadığını söylüyor.
Kamuda iş güvenliği yok edilirse tüm emekçiler kaybeder. OZAN TEKİN
Referandum öncesi süreçte, birçok fabrikadan işçiler, işyeri temelli meselelerde birlikte davrandıkları arkadaşlarıyla referandum üzerinden ayrıştıklarını, kutuplaştırdıklarını dile getiriyordu. 1 Mayıs gösterileri, işçi hareketinde bu sorunun acilen giderilmesinin kaçınılmaz olduğunu gösterdi. Hükümet kıdem tazminatının “fona devredilmesi” (yani gasp edilmesi) konusundaki hazırlıklarda sona gelindiğini belirtiyor. Erdoğan, referandumdan hemen önce, memurların iş güvencesini tehdit ederek 657 sayılı yasada değişiklik yapılması gerektiğini belirtmişti. Cumhurbaşkanı diğer yandan Zonguldak’ta TTK’ya işçi alımı yapılması için slogan atan işçileri de azarlamıştı. Türkiye’nin her yerinde, toplamda yüz binlerce işçinin sokağa çıktığı 1 Mayıs mitinglerinde, sendikalı işçilerin çoğunluğu bu problemleri öne çıkarttı. Yalnızca DİSK ve KESK’in önderliğini yaptığı gösterilerde değil, Türk-İş ve Hak-İş’in eylemlerinde de güvencesiz çalışmaya, taşeron çalışmaya karşı talepler alandaydı. İşçi sınıfının gücü birliğinden gelir. Hükümetin yapmayı planladığı saldırıların püskürtülebilmesi için, bazı şehirlerde 1 Mayıs’ta başarılabildiği gibi, tüm sendika konfederasyonlarının ortak mücadelesi sağlanmalıdır. Farklı görüşlerden işçiler, ortak talepleri uğruna yan yana geldiklerinde kazanabilirler. Bunun için sendikaların liderliklerini böylesi bir tutuma zorlayacak, tüm işçilere seslenecek kampanyalar inşa edilmelidir. Referandumda “Evet” oyunun işçi kentlerinde bir hayli zayıflaması, bazı yerlerde AKP’nin tek başına aldığı oyun dahi yakalanamamış olması, böylesi bir çabanın karşılığının olacağını göstermektedir. Irkçılığa karşı mücadele Referandumun sonuçlarından bir diğeri ise yerli-milli koalisyonun istediğini elde edememesiydi. AKP ile MHP, 1 Kasım’da aldıkları oyun %10’unu kaybettiler. Yani hükümet, her konu başlığında son 10 senede elde et-
tiğimiz bütün kazanımlara saldırarak, Kürt meselesinden Ermeni meselesine, her konuda Türk milliyetçiliğinin en pespaye argümanlarının palazlandırılmasıyla girdiği bir süreçten, kendi oyuna ek neredeyse hiçbir şey kazanamadan çıktı. Ancak Süleyman Soylu yerli yerinde duruyor. Kürt sorununda hem içeride hem dışarıda savaş politikaları uygulanmaya devam ediyor. Yerli-milli ittifakın yaşadığı büyük oy kaybını, tepedeki bu ittifakı çatırdatacak gerçek bir mücadele fırsatına çevirmeliyiz. Bunu yapmanın ilk yolu, ırkçılığa karşı her başlıkta mücadele edecek bir hareket inşa etmek. Suriyeli mültecileri hem hükümetin politikalarına hem CHP-MHP’nin ırkçılığına karşı koşulsuz savunacak, 19 Ocaklarda ve 24 Nisanlarda sokaklara çıkanları bir araya getirecek, Kürt sorununda çözüm politikalarına geri dönülmesini savunan aktivistleri harekete geçirecek bir siyasi kampanya, toplumda anaakım partiler eliyle kurulan milliyetçi konsensüse karşı güçlü bir çıkışı örgütlerse AKP-MHP ittifakını dağıtabilir. OHAL’e karşı adalet ve özgürlük talebi Referandum sonrası “Hayır”ın mücadelesini “Evet”in bir bölümünü de kapsayarak güçlendirebilecek bir diğer konu başlığı ise Olağanüstü Hal ve bu dönemdeki KHK’ların yarattığı adaletsizliklere karşı birleşik bir mücadele perspektifi olacaktır. Abdulkadir Selvi, referandum sürecine girildiği ilk günlerde, AKP tabanında bu uygulamalar sebebiyle mağdur ve kırgın olan seçmen sayısının %9’ları bulduğunu söylüyordu. Hükümet, referandumun ardından yayınladığı KHK’larla, benzer politikaları sürdüreceğini gösteriyor. Bu, on binlerce insanın daha işini kaybetme korkusuyla yaşayacağını gösteriyor. Barış akademisyenleri başta olmak üzere haksız ve hukuksuz bir biçimde işlerinden olan herkesi savunacak, bütün basının baskı altına alınmasına karşı çıkacak, yüzlerce derneğin tek bir KHK kararıyla kapatılmasına itiraz edecek bir ses, hükümete olan muhalefeti her iki kişiden biri olmanın ötesine taşıyabilecektir.
GÜNDEM 7
VETÇİ' İŞÇİLER E BİRLEŞİRSE
GÖRÜŞ Roni Margulies
EVLİLİK-AİLE-ÇOCUK VE AKP Ben doğrusu AKP'nin evlilikten yana olduğunu sanıyordum. Memlekette (ve herhalde dünyada) ilk "Aile Bakanlığı" bu hükümetin döneminde yaratıldı. Sayın Cumhurbaşkanı çok çocuk yapmanın ne kadar iyi bir şey olduğunu her fırsatta anlatır, hepimizin en az üç çocuk sahibi olmasını ister. Ben de bunlardan yola çıkarak evlilik-aile-çocuk denkleminin AKP için kutsal olduğunu sanırdım. Galiba değilmiş. Önce, televizyonlardaki evlilik programlarının KHK ile yasaklandığı açıklandı. Sonra, ertesi gün, şöyle bir haber okudum: "Esra Erol ve Zuhal Topal'ın kendi ismiyle sürdürdüğü izdivaç programı ve aynı zamanda Evleneceksen Gel adlı evlilik programları KHK kararı ile yayından mı kaldırıldı? sorusu gündemde... Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) yetkilileri OHAL kapsamında 690 sayılı KHK ile evlilik programlarının yasaklanmadığını, yaptırımların ağırlaştırıldığını açıkladı." Sonuçta ne olduğunu ben de bilemiyorum. Bu programların sıkı bir izleyicisi olmadığım için, devam edip etmeyecekleri pek de ilgimi çekmiyor. İlgimi çeken, başka bir şey. Geçtiğimiz şubat ayında CNN'de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya, evlilik programlarının "toplumu yozlaştırdığı" görüşünü dile getirmiş ve buna izin verilmemesi gerektiğini söylemişti. Yanılıyor. Televizyon toplumu yozlaştırmaz. İçinden çıktığı toplumu yansıtır. O toplumdan bazen biraz ileri, bazen biraz geri olabilir, ama dışarıdan gelip toplumu yozlaştıran bir güç değildir, olamaz. Toplumun istemediği bir şeyi topluma dayatamaz. Aksine, genellikle o toplumun mevcut değerlerini, inançlarını, yargılarını
Kıdem tazminatı işçilerin kırmızı çizgisidir.
pekiştirir. Aksini yapsa zaten izlenmez.
AKP-MHP: KAYBEDENLER KULÜBÜ AK Parti, referandumda yıllardır elinde tuttuğu en büyük şehirleri, yanı sıra birçok büyük işçi kentini kaybetti. İstanbul’da 1 Kasım seçimlerinde %57.3 olan AKP+MHP oranı, referandumda “Evet” cephesi için %48.6’ya düştü. Ankara’da %63 olan aynı oran, referandumda %48.8’e indi. Antalya, Bursa, Denizli, Eskişehir gibi şehirlerde “Evet” oranı, AKP’nin 1 Kasım’da tek başına aldığı oy oranını bile yakalayamadı. AKP’nin kalesi olan ve “Evet”in açık ara farkla kazandığı Konya’da bile durum böyleydi. Balıkesir, Çanakkale, Antalya, Manisa, Mersin, Denizli, Eskişehir, Ankara, İstanbul, Zonguldak, Uşak, Adana, Hatay, Bilecik, Artvin, Ardahan; AKP’nin 1 Kasım’da kazandığı tüm bu şehirlerde referandumda “Hayır” kazandı. Toplamda 30 büyükşehrin 17’si “Hayır” dedi. Kürt illerinde onca baskıya ve yıkıma rağmen çok yüksek oranlarda “Hayır”lar çıktı. CHP’nin güçlü olduğu kıyı
bölgelerinde “Hayır”lar, “Evet”e fark attı. 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’a yüzde 50 ve üzerinde oy veren Ankara, Artvin, Bilecik, Uşak, Zonguldak ve Yalova’da başkanlık sistemine destek %50’nin altına indi. Öte yandan, referandumda ilk kez oy kullananların %58’i “Hayır” dedi. Buna karşı, 65 yaş üstü seçmende “Evet” oyu %59 idi. Erdoğan, İç Anadolu ve Karadeniz dışında, bütün büyük kent merkezlerini kaybetmiş, buralardaki işçi tabanını kendisine yabancılaştırmış, genç nesiller arasında popülerliğini yitirmiş, kırsal bölgelerin desteğiyle liderliğini devam ettiren bir lider olarak çıktı referandumdan. MHP ise tabanının yaklaşık %60’ının “Hayır” oyu vermesiyle sarsıldı. Faşist partide 15 Temmuz darbe girişimi öncesi görünen çatlak ve kapışma, tekrar meydana çıktı.
Mesele "yozlaştırma" meselesi değil. Tüm muhafazakâr parti ve kişiler gibi, AKP ve AKP'liler de kendi hayat tarzlarını, kutsallarını, değerler bütününü değişmez ve dokunulmaz zannediyor. Ve topluma dayatmaya çalışıyor. Oysa, hiçbir hayat tarzı ve değerler bütünü değişmez ve dokunulmaz değildir, tüm zamanlar için geçerli değildir. Toplumla birlikte bunlar da değişir. Hiçbir kanun veya kararname bunu engelleyemez. Türkiye gibi dinamik ve genç nüfuslu bir ülkede bunu engellemeye çalışmak iyice beyhude bir hayaldir. Engellemeye çalıştıkça, anne ve büyükannelerinden öğrendiklerini bu topluma dayatmaya çalıştıkça, Erdoğan ve AKP kendi kuyusunu kazıyor. Referandumda bütün büyük şehirleri kaybetmeleri bunu gösteriyor. Anlaşılan göremediler. Toplum göstermeye devam edecek.
8
KADINLARIN KURTULUŞU
KÜRESEL KADIN HAREKETİNİN YÜKSELİŞİ
Hindistan'da tecavüzlere karşı mücadele eden kadınlar. MELTEM ORAL
Son iki yılın kadın eylemliliği, üzerine düşünülmesi gereken soruları da beraberinde getiriyor. 10 Ekim katliamından 4 ay sonra 8 Mart’taki kitleselliğiyle kadınlar, sokaktaki tedirginlik havasının kırılmasında önemli bir rol oynamış, OHAL’de gündeme getirilen ‘istismar yasası’na karşı bir dizi kentte sokağa çıkarak yasayı geri püskürtmüş, 25 Kasım’da Kadına Şiddete Karşı yine OHAL’e rağmen Taksim’deki yürüyüş yasağını kitlesiyle aşmış ve son olarak da bu yıl 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nde 40 bin kişilik gücüyle son dönemin Taksim’deki en kalabalık eylemlerinden birini gerçekleştirmiş durumda. Kadın hareketi OHAL’e rağmen sokağa çıkmakla kalmayan, kazanım elde edebilen, saldırıları püskürtebilen güçte ve toplumsal meşruiyette. Türkiye’nin batısında başka hiçbir hareket, örgütlülük, toplumsal güç böylesi bir eylemliliği neden gerçekleştiremiyor? Kuşkusuz bunda birçok faktör etkilidir. Giderek yoğunlaşan otoriter, sağ söylemin toplumun tepesinden gündelik hayata dek yansımasının kadınlar açısından anlamı, OHAL fırsatçılığıyla tırpanlanan haklar, küresel kadın hareketinin son dönemde kazandığı ivme Türkiye’deki kadınların öfkesini biriktiren ve sokağa çıkmasında belirleyici olan önemli etkenler olarak sıralanabilir. Türkiye siyasetinde iktidar ve muhalefet eliyle sürekli derinleştirilen suni kutuplaşma, genellikle kadınlar üzerine bir söylemle inşa ediliyor. Feminist Gece Yürüyüşü’nün yıllardır çağrıcılığını yapan, istismar yasasına karşı eylemlerin çekirdek gücü olan Acil Önlem Grubu gibi feminist çevrelerin, bu kutuplaşmayı benimsemeyen, iktidar ve ana muhalefetin
bizi sürekli farklı “mahallelere” sıkıştırmaya çalışmasının karşısında, mahalle sınırlarını yok saydığını söyleyebileceğimiz politik duruşu da yürüyüşlerin birleştiriciliğinde etkili. Küresel hareket yeni bir dalga mı? Polonya, İzlanda, Arjantin, ABD, İrlanda son yıllarda kitlesel kadın eylemlerinin gerçekleştiği ülkelerden sadece birkaçı. Üstelik bu eylemlerin ana talepleri, hâlâ ‘bunu’ protesto ettiğime inanamıyorum diyebileceğimiz türden. 50 yıl önceki ikinci dalga kadın hareketinde öne çıkan eşit işe eşit ücret veya kürtaj hakkı gibi talepler, bugün yeniden küresel hareketin esas gündemi haline gelmiş durumda. Polonya’da 2016 Ekim’inde 60 şehirde milyonlarca kadın greve çıkarak, kürtajın tamamen yasaklanmasına dair yasa tasarısını geri çektirtti. Aynı günlerde İzlanda’da kadınlar ‘eşit işe eşit ücret’ talebiyle greve çıktı. İzlanda hükümeti, eşit işe eşit ücreti zorunlu kılan yasa tasarısını parlamentoya getirmek zorunda kaldı. Dünyanın baş belası Trump’ın ABD Başkanı olarak karşılaştığı ilk protestoyu sokağa çıkan milyonlarca kadın gerçekleştirdi. Bu seneki 8 Mart’ta uzun yılların ardından belki de ilk defa bu kadar küresel çapta, kadınların kitlesel olarak sokağa çıktığını gördük. Bu hareketliliğin ‘4. dalga’ olup olmadığını söylemek belki aceleci bir yorum olur. Ancak son yıllarda gördüğümüz kadın hareketinin, dünyadaki istikrarsızlığın derinleştiği, emperyalist bloklar arasındaki hegemonya mücadelesinin sertleştiği, AB’nin krizinin onu dağılma aşamasına getirdiği, tüm bu belirsizlik ortamında sağ popülist söylemin her yerde yükseldiği ve otoriter politikaların yaygınlaştığı siyasi durumla doğrudan ilgili olduğunu pekala söyleyebiliriz. Otoriter sağ politika her yer-
de ilk olarak kadınların kazanılmış haklarına saldırıyor. Türkiye’deki kadınlar da kuşkusuz bu küresel durumun bir parçası. Başka ülkelerde kadınlar sokağa çıktı diye kimse sokaklara dökülmüyor elbette, ama küresel manzaranın güçlü hissettirdiğini ve ivme kazandırdığını söylemek mümkün. Türkiye’deki kadınlar Türkiyedeki güncel durum için birkaç temel başlığı sıralayabiliriz. Birincisi, 2000’li yılların başında kadınların mücadelesiyle medeni kanunda yapılan olumlu değişikliklerin geriye döndürülmesi veya kürtaj hakkının fiilen gasp edilmesi gibi mevcut kazanımları kaybetme endişesi. İkincisi, İstismar yasası gibi yeni saldırıların denenmesi. OHAL bahane edilerek kadınların şiddet başvurularının ciddiye alınmaması. Son olarak iktidardaki yerli-milli koalisyonun nefret dilinin kadınların hayatına ‘otobüsteki tekme’ olarak aynen yansıması. 15 senede kadınların hayatında birçok şey değişti. İşçi sınıfından kitlesel destek alan AKP, yoksul mahallelerdeki kadınları kendi politikaları etrafında mobilize ederek siyasi aktör kılmayı ‘başardı’. Bunu yaparken 28 Şubat ve sonrasındaki kadın mücadelesini silikleştirdi ve sosyal politikaları temel haklar olarak değil hükümetin varlığına tabî lütuflar olarak hayata geçirdi. AKP döneminde aynı zamanda devletin üstlenmesi gereken uygulamalar, kamusal haklar ‘özel alanlara’ havale edilerek neoliberal ekonomik politikalar yaygınlaştırıldı. ‘3 çocuk’ politikasının görünen muhafazakar yüzünün ardında da sermaye sınıfının iş gücü talebi yatıyor. Kayıt dışı istihdamın, part-time, esnek ve
güvencesiz çalışmanın ilk muhatabı kadınlar oldu. Kadınların iş gücüne katılımı erkeklerden düşük olsa da bu yıllarda artış gösterdi. Ancak TÜİK’in son raporlarına göre ekonomideki büyüme rekorları kırma döneminin sona erişiyle kadınların işgücüne katılımı da değişti. AKP dönemindeki ekonomi politikaların kadınların hayatlarında yarattığı değişimler önüne geçilemez bir döngü yaratmış durumda. İşgücüne katılım, boşanma ve kadın cinayetlerindeki eş zamanlı artış, kadınların gündelik hayatta kat etmek zorunda bırakıldığı yolu ve karşı karşıya olduğumuz toplumsal durumu görmek için çok çarpıcı bir veri sunuyor. Hükümetin kadınları hem işe hem eve çekiştiren politikaları aynı zamanda kendisini, ‘değerler mi ekonomik kalkınma mı’, ‘yeni işçilerin üretimi mi kadınların istihdamı mı’ gibi seçeneklerin arasına sıkıştırıyor. Muhafazakar sağ siyasetle ekonomik politikalar arasındaki kıskaç, en iyi şekilde Ekonomi Bakanı’nın büyükanne parası hakkındaki sözlerinde ifade edildi: “Babanneye torununa baktığı için para vermek doğruma gelmiyor. Ama anneleri iş hayatına kattığı için de pozitif bir uygulama.” Kadın hareketinin saldırılara direnme ve yeni kazanımlar elde etme potansiyeli, bu çelişkileri açığa çıkaran bir siyasetle artabilir. Bunun yolu bazı ‘solcu erkeklerin’ feministleri sosyalist olmaya ‘davet eden’ aklıevvelliğinden değil, solun kendisinin bu hareketten öğrenmesinden, kadın meselesinin ‘başıklardan biri’ değil giderek daha merkezi bir küresel mücadele olduğunun fark edilmesinden, antikapitalist hareketin kendisini kadın mücadelesinin öznesi olarak görmesinden geçiyor.
1 MAYIS
1 MAYIS: REFERANDUMDAN ÖFKE VE KARARLILIKLA ÇIKILDIĞININ KANITI
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
KIDEM TAZMİNATI İÇİN BİRLEŞİK MÜCADELE ŞART İşçi sınıfının pek çok sorunu var. Fakirlik ve işsizlik aldı başını gidiyor, enflasyon yüzde 15’e, işsizlik yüzde 20’ye yükseldi. Gıda ürünlerine zamlar peş peşe yağarken, asgari ücrete yapılan 100 TL’lik zam 3 ayda eridi gitti. Taşeron işçilere hükümet tarafından verilen kadro sözü yerine getirilmezken, OHAL bahanesi ile sendikalaşma ve grev hakları budanmaya devam ediyor, memurlar her türlü hukuk ayaklar altına alınarak işten çıkarılıyor, 657 sayılı yasanın göstermelik de olsa getirdiği iş güvencesinin tümüyle ortadan kaldırılmasına çalışılıyor. İşçi sınıfına yönelik saldırılar içinde en günceli olan “kıdem tazminatını fona devri” için AKP hükümeti 13 yıldır fırsat kolluyor. 1 Mayıs günü 2 işçi iş cinayetinde yaşamını yitirirken kimsenin kılı kıpırdamıyor, ama kıdem tazminatı hakkının fona devri için Çalışma Bakanlığı harıl harıl çalışıyor. Bakan, işçilere sanki 1 Mayıs müjdesi verir gibi, “kıdem tazminatı konusunun 2-3 ay içinde halledileceğini” açıkladı. Ama işçi sınıfı, 1 Mayıs gösterilerinde de görüldüğü gibi kıdem tazminatına yapılacak saldırıyı cevapsız bırakmayacak. Başta Türk-İş olmak üzere DİSK, KESK ve tüm emek örgütleri gösterilerde özellikle kıdem tazminatı konusunu öne çıkardılar. Türk-İş hükümete mesajını daha güçlü vermek için bu yıl 1 Mayıs’ı Ankara’da kutladı.
OHAL'de 1 Mayıs, baskılara rağmen, kitlesel olarak kutlandı.
İşçi sınıfı, ancak tüm işçilerin birleşik direnişiyle püskürtebileceği bir saldırıyla karşı karşıya. Bir yandan hayat pahalılığı ve işsizlik, öte yandan OHAL koşullarında kazanılmış haklara yönelik saldırılar işçi sınıfı için zor günlerin gelmekte olduğunu gösteriyor. İşte 2017 1 Mayıs’ına bu olumsuz koşullarda girdik. Ama 16 Nisan referandumunda “başkanlık değil demokrasi” diyerek elde edilen başarı, 2017 1 Mayıs’ının önceki birkaç yıldan daha coşkulu geçmesini sağladı. 1 Mayıs’ta, Türkiye’nin dört bir yanında işçiler alanları doldurdu, yürüyüşler düzenledi. İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü, 2017 yılında, son yılların en etkili kutlamalarına sahne oldu. Konfederasyonlar farklı alanlarda kutlama kararı almış olsa da pek çok ilde, işçiler 1 Mayıs’ı birlikte kutladılar. İş-
çiler, bu 1 Mayıs’ta, emeğin, alın terinin, kardeşliğin önemli olduğunu, birlikte mücadele edilirse kazanılabileceğini, eylemlere ortak katılım sağlayarak anlatmaya çalıştılar. AKP iktidarının işçilere bir kıdem tazminatını bile çok gördüğünü, 110 binden fazla memuru sorgusuz sualsiz işten attığını, kazanılmış haklarını korumak için bir arada olmanın önemini, savaş yanlısı politikalara karşı durmak gerektiğini, işçiler taşıdıkları pankartlarla, attıkları sloganlarla kamuoyuna duyurmaya çalıştılar. Elbette medyada hükümetin yarattığı baskı ve korkutma nedeniyle 1 Mayıs gösterileri ve bu gösterilerde işçilerin dile getirdiği talepler yeterince yer bulmadı. Ama medya tarafından ne kadar görmezden gelinse de, bu 1 Mayıs’ta işçiler şunu herkese gösterdi: Kazanılmış haklara dönük saldırılara karşı, kıdem tazminatı için, güvenceli çalışma için işçi sınıfı mücadele edecek.
TÜRKİYE’NİN DÖRT BİR TARAFINDA İŞÇİLER MEYDANLARDA n Zonguldak’ta 1 Mayıs’ı ortak kutlayan işçiler, Türkiye Taş Kömürü Kurumu'nun özelleştirilmesine izin vermeyeceklerini haykırdı. n Gebze’de binlerce işçi kıdem tazminatı için yürüdü, metal işçilerinin katılımı yoğun oldu. n Eskişehir’de emek örgütleri DİSK, KESK ve Türk-İş tarafından 5 yıl sonra ilk defa ortak 1 Mayıs kutladı, taşeron sistemi hedefteydi. n İstanbul’da işçiler 1 Mayıs’ta “taşeron işçilik, asgari ücrete zam, kıdem tazminatları” gibi yılların eskitemediği taleplerle alana geldiler. n Türk-İş Ankara’da düzenlediği 1 Mayıs mitinginde, “kıdem tazminatına dokunulmasını genel grev sebebi saymaya devam ediyoruz” dedi.
n Batman’da, Van’da ve Diyarbakır’da sendikalar ortak 1 Mayıs kutladı. 1 Mayıs gösterilerinde OHAL’e ve KHK’lere karşı mücadele ve birlik vurgusu yapıldı. Pankartlarda, “657 sizin, alanlar bizimdir”, “Kıdem tazminatına dokunulmasına hayır”, “OHAL’e, baskılara karşı birlik, mücadele”, “OHAL’de direneceğiz” ifadeleri yer aldı. n İzmir'de 1 Mayıs ortaklaşa tek alanda kutlandı, OHAL'e rağmen alanı dolduran on binlerce işçi ve emekçi, kıdem tazminatları, demokrasi ve barış için mücadele vermeye devam edeceklerini dile getirdi. n Konya'da emek ve meslek örgütlerinin düzenlediği 1 Mayıs mitinginde, “Sömürüye, yoksulluğa, güvencesizleştirilmeye, savaşa ve faşizme hayır”, “Emeği kuşatan küresel kapitalizme
hayır” pankartları taşındı. n Çanakkale'deki gösterilerde işçiler, kıdem tazminatı hakkının gaspı girişimlerine tepki gösterdi, güvenceli çalışma ve kadro talebini öne çıkardı. n Kayseri'de emek ve demokrasi güçlerinin çağrısıyla bir araya gelen işçiler “Kıdem tazminatımıza dokunmayın” pankartıyla yürüyüş yaptı. n Adana'da 1 Mayıs mitingine binlerce işçi ve emekçi katıldı. Mitingde öne çıkan talepler iş güvencesi ve kıdem tazminatı hakkı oldu. Taşeron işçiler yıllardır taşerona kadro vaadiyle oyalanmalarına tepki göstererek taşeronun yasaklanmasını talep etti. n Balıkesir'in Bandırma ilçesinde düzenlenen 1 Mayıs kutlamalarında ‘Varlık Fonu’na tepki öne çıktı.
1 Mayıs münasebetiyle yapılan Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısından sonra yayınlanan bildiride, Türk-İş’in işçilerin geleceğine ipotek koymayı amaçlayan düzenlemelere dün olduğu gibi bugün de karşı çıkacağı açıklandı. Açıklamada, kıdem tazminatı konusunda Türk-İş Genel Kurulunda alınan kararın gereğini yerine getirmekte kararlı olunduğu vurgulandı. Söz konusu genel kurulda kıdem tazminatı konusunun kırmızı çizgi olduğu, buna yönelik bir saldırı söz konusu olduğunda Türk-İş’in genel grev yapacağı ilan edilmişti. Emek örgütlerinin bu tavrı, kıdem tazminatına yönelik saldırılara karşı işçi sınıfının birlikte mücadelesi açısından önemlidir. Kıdem tazminatını savunmak için birleşik mücadele şarttır. Kıdem tazminatı işçiler için nefes almak gibi, hayat gibi önemli bir konudur. Kıdem tazminatı konusu, önümüzdeki günlerde işçiler ve bütün toplum için en önemli mücadele başlıklarından birisi olmaya adaydır. Referandum bölünmesine aldırmadan tüm işçilerin birleşik mücadeleye hazırlanması gerekir.
İŞÇİ SINIFI BİRLİKTE MÜCADELEYE HAZIRLANIYOR Bütün bu gösterilerde öne çıkan en önemli husus, işçi sınıfının birlikte mücadeleye hazırlanmakta olduğudur. İşçi ve memur konfederasyonlarının ayrı kutlama kararlarına rağmen, pek çok 1 Mayıs etkinliği tabandaki işçi örgütleri tarafından ortaklaşa yapıldı. “Tek sınıf, tek sendika, tek yumruk” diyenler, birleşik bir mücadele için kolları sıvadı. İşçinin emekçinin dayanışma günü, “ancak bu böyle gitmez” diyenlerin birleşik mücadelesinin işaret fişeği oldu.
10
AKTİVİZM
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE KARŞI MÜCADELE VE ANTİKAPİTALİZM
Buzulların erimesi ile deniz seviyesi yükselirken, pek çok şehir yaşanmaz hale gelecek. NURAN YÜCE
350 hareketi atmosferdeki sera gazlarının güvenli seviye olarak milyonda 350 parçacığa inmesi gerektiğini savunan, ABD merkezli olan ama tüm dünyaya yayılmış yine dünya genelinde eş zamanlı büyük iklim eylemlerinin örgütlenmesinde rol alan bir kampanya. Bu hareketin kurucularından Bill McKiben son yazılarından birisinde kendisine çok sayıda insanın iklim değişikliğini durdurmak için “Ben ne yapabilirim?” sorusunu sorduğunu ve yıllar içinde bu soruya verdiği cevabın neden değiştiğini anlatmış. Evet bir çok insan olumsuz bir gidişat olduğunu görüyor, bunu değiştirmek istediğini, eyleme geçmek istediğini beyan ediyor. İnsanların bunu diyebilmesini sağlayan ise daha iklim değişikliğinin somut etkilerini bugünkü kadar hissetmediğimiz dönemlerde yani iklim değişikliğinin de bizzat bir aktör olarak sahnede yer almadığı zamanlarda inatla, ısrarla örgütlenen iklim hareketidir. İklim hareketimizin büyük çabası sayesinde dünyadaki tüm diğer açlık, yoksulluk, savaş, cinsiyetçilik gibi sorunları arasında başlı başına iklim değişikliğinin de yer almasını sağladık. İklim hızla değişiyor Bill McKiben yazısında ben ne yapabilirim sorusuna bugün verdiğim cevap otuz yıl
öncesinde verdiğim cevabın neredeyse tam aksi yönde diyor. Otuz yıl önce insanların kendi hayatlarında yapacakları değişiklikler, çatısını güneş panelleriyle kaplama, bisiklete binme, yerel gıdalar tüketme gibi değişikliklerin kayda değer bir değişime yol açabileceği, bu değişimlerin etkili olabileceği bir zamanımızın olduğunu düşünüyordum ama artık bunun iklim değişikliğini çözeceği düşüncesiyle kendimi aldatmıyorum diyor. Bill McKiben’ın yanıtlarını neyin değiştirdiğine geçmeden önce bireysel alışkanlıklarımızı değiştirme üzerine burada bir parantez açmak gerekiyor. Yaptığımız bu değişiklikler asla önemsiz değil. Ama yapılan bu değişikliklerin iklim değişikliğini durdurmak için ihtiyacımız olan karbon azaltım seviyelerine 1) Matematiksel olarak bizi ulaştırmayacağını 2) İklim değişikliğinin hızının buna imkan tanımadığını bilmemiz gerekiyor. İklim değişikliğinin beklenenden, öngörülenden daha hızlı gerçekleşmesini dikkate almamız gerekiyor ki Bill McKiben’ın da cevaplarını değiştiren en önemli etken bu. Biliminsanlarının açıklamalarında en fazla duyduğumuz ifade “tahmin edilenden daha hızlı.” Her alanda bunu işitiyoruz, buzullar daha hızlı eriyor, okyanuslar daha hızlı asitleniyor, sıcaklık rekorları daha hızlı kırılıyor. 2016 yılı, 2014 yılının kırdığı rekoru kıran 2015 yılının kırdığı rekoru kırıp geçti. Irak’ta Basra’da, sıcaklık geçen yaz 54 derece oldu. Bu tarihte kaydedilmiş en sıcak derece, in-
sanın sıcaklık direncinin de tam sınırı. Somali’de yaşanan kuraklığa ilişkin dört gün önce çıkan bir haberde şu bilgi vardı “700 kampın kurulu olduğu Baidoa’da 1 milyon 200 bin insan kalıyor” bu insanlar kuraklık nedeniyle tüm yaşamsal imkanlarını, tarım hayvancılık yitirmiş iklim mültecileri ve kamplarda çok kötü koşullarda kalıyorlar. Haberde kuraklığın en fazla çocukları etkilediği, güneşten çocuklarda yanık vakaları oluştuğu, hastanelerin ise ihtiyacı karşılayamadığı yer alıyordu. Ekolojik kriz, ekonomik kriz çakışması Bu böyle devam ederse karşı karşıya kalacağımız sorunların büyüklüğünü dahi tahmin edemeyiz. Ayrıca bu gelişmeler küresel kapitalizmin krizde olduğu, savaş politikalarının, ırkçılığın, göçmen karşıtlığının, militarizmin yükselişte, emperyalistler arası çelişkilerin yoğunlaştığı bir dünyada gerçekleşiyor. Ekonomik ve ekolojik krizin çakıştığı bir dönemden bahsediyoruz. Bu iki krizin çakışması yıkımın boyutlarını her açıdan artırıyor. Basit bir örnek açıklayıcı olacaktır: İklim krizinin oluşmasında gelişmiş Batı ekonomilerinin tarihsel sorumluluğu var. Küresel güneyin yoksulları tarihsel olarak iklim krizinin yaratılmasında daha az sorumlular ama aynı zamanda iklim değişikliğinden daha fazla etkilenir durumdalar. Neoliberal politikalar sayesinde bu ülkelerde kamusal hizmet olanakları da yok denilecek kadar zayıf. Bu gerçekliğe uygun olarak “iklim borcu” kavramı içinde
iklim adaleti talep eden kampanyalar yapmıştık. İklim krizine adapte olmak, iklim krizinin yaratacağı olumsuz koşullara karşı bir ölçüde bu toplumların direncini artırmak, zararları telafi etmek için bir “hasar ve kayıp mekanizması” yaratılması, yani gelişmiş batının yoksul güneye kaynak aktarmasını talep etmiştik. İklim zirvelerinde bu sözler verilse bile gelişmiş ülkeler vaat ettikleri bu paraları ekonomik krizi de bahane ederek ödemediler. Bu yardımlar gerçekleşmiş olsaydı Somali’de kamp koşulları daha iyi, daha fazla hastane olabilirdi. Fosil yakıtların kullanımı ve arazi yapısındaki radikal değişiklikler nedeniyle atmosferdeki sera gazlarının birikmesi ve bunun sonucu gezegenin sıcaklığının artması içinde yaşadığımız iklim değişikliğinin bilimsel açıklaması. Bu gelişmeyi durdurmak için çözüm olanaklarımız yok mu?Fosil yakıtların yerine ikame edebileceğimiz güneş ve rüzgar gibi enerji türlerimiz var. Ormanları, sulak alanları koruyabiliriz. İklim değişikliği ile kaybedeceklerimizi düşündüğümüzde 30 yıldır atılabilecek sayısız adım vardı. Ama geçtiğimiz 30 yılda karbon seviyelerinin sabit tutulmasından vaz geçtik, onca verilen söze rağmen bu seviyelerin hızla yükselişine tanık oluyoruz. Bu duruma neyin sebep olduğunu bilmemiz ve onu ortadan kaldırmamız gerekiyor. Sosyalistlerin bu soruya yanıtı çok net: Bu krizin sorumlusu kâra ve rekabete dayalı, sürekli büyümek zorunda olan kapitalist sistem.
MARKSİZM 2017 11
MARKSİZM 2017: KÜRESEL DİRENİŞİN KÜRSÜSÜ Yirmi beş yıldır DSİP’in ev sahipliğinde
düzenlenen Marksizm tartışma toplantıları bu yıl 19-23 Nisan tarihlerinde gerçekleşti. 4 günde, yaklaşık 40 konuşmacının sunumu ve yüzlerce kişinin katılımıyla, 16 ayrı başlıkta politik toplantılar yapıldı. Ankara, İzmir, İskeçe, İngiltere gibi farklı şehir ve ülkelerden konuşmacı ve katılımcılar yer aldı. Her yıl olduğu gibi yine farklı siyasi geleneklerden gelen konuşmacılar arasında bu yıl çok sayıda, barışta ısrar ettiği için otoriter uygulamaların hedefi olan, OHAL uygulamalarıyla hakları gasp edilen konuşmacı yer aldı. Cuma Çiçek, Merve Diltemiz, Can Irmak Özinanır, Fatma Bostan Ünsal, Ömer Faruk Gergerlioğlu gibi KHK’larla ihraç edilenlerin yanı sıra, aylarca tutuklu bulunan barış savunucusu Necmiye Alpay, kayyum atanan insan hakları örgütü Mazlum-Der’den Ahmet Faruk Ünsal gibi konuşmacılar yer aldı. Referandum damga vurdu Marksizm 2017 dünya ve Türkiye açısından çok önemli bir politik dönemeçte gerçekleşti. İstikrarsızlığın derinleştiği bir siyasi ortamda, yüzlerce aktivistin hep birlikte gidişatı anlamaya ve belirsizliklere yanıt aramaya çalıştığı, antikapitalist hareketin ve işçi sınıfı mücadelesinin güncel sorunlarının tartışıldığı bir platform oldu. Referandumdan üç gün sonra başlayan etkinliğe damgasını vuran politik tartışmalardan biri kuşkusuz, referandumun sonuçları ve önümüzdeki mücadele dönemi oldu. YSK’nın sonuçlar üzerinde gölge yaratan, şüphe düşüren kararına rağmen, mevcut durumun barış, demokrasi ve özgürlükler için mücadele edenler açısından birçok fırsat sunduğu çoğu toplantıda öne çıkan vurgulardan biri oldu. Aynı zamanda Hayır cephesindeki ırkçı, yerli-milli söylemi sahiplenenlerle barış ve demokrasi için Hayır diyenler arasındaki farklar tartışıldı. İşçi sınıfındaki evet-hayır kutuplaşmasının nasıl aşılabileceği ve barış, demokrasi, özgürlük mücadelesine AKP tabanındaki işçilerin nasıl kazanılabileceği öne çıkan tartışmalardan birisi oldu.
Referandum sonrası mücadele dönemi hakkındaki panelde salon tıklım tıklım doldu.
15 Temmuz darbe girişiminden iklim değişikliğine, son yıllarda yükselen küresel kadın hareketinden çözüm sürecine, Türkiye’deki işçi sınıfının durumundan Ermeni soykırımına, dinin rolünden sinemaya, yayınlanımasından 150 yıl sonra Marx’ın
Kapital’inin güncelliğinden Suriye’de neler olduğuna dek çok çeşitli konularda derinlemesine tartışmaların yaşandığı toplantılar gerçekleşti. Marksizm bir kez daha sadece ‘anlamanın’ değil aynı zamanda mücadelenin de
Güncel koşulların getirdiği yeni sorulara hep birlikte yanıt ararken marksist teorinin ne kadar önemli bir kılavuz olduğu, özellikle Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılı vesilesiyle yapılan farklı toplantılarda vurgulandı. 1917 Ekim Devrimi’nden Arap devrimlerine dek,yüz yıldır pek çok kez, aşağıdan mücadeleyle kitlelerin kurulu rejimleri devirdiğine şahit olduğumuz deneyimler yaşandı. Tüm bu deneyimlerin ışığında, kritik anlarda mücadeleye yön verebilecek olan, işçi sınıfının çıkarlarını savunan, kitlesel devrimci örgütlerin günümüzdeki acil ihtiyaçlardan biri olduğu vurgulandı.
Marksist teorinin önemi ve gücü Emperyalist bloklar arasında, özellikle Suriye ve Kore gibi örneklerde askeri gerginliğin giderek tırmandığı siyasi iklimde tüm dünyada sağ seçeneklerin yükselişinin karşısındaki mücadele deneyimleri tartışıldı.
platformu olmayı başardı. Trump’a karşı sokağa çıkan milyonlardan Almanya’daki ırkçılık karşıtlarına Türkiye’deki kadın hareketinden İngiltere’deki Brexit’e, tüm dünyada neoliberalizmin ekonomik ve siyasi faturasının işçilere, göçmenlere, kadınlara yüklenmesine karşı gerçekleşen mücadeleler toplantılara damgasını vuran deneyimler oldu. Katılımcılar ‘Trump’a karşı ayağa kalk’ ve ‘ sınırlar açılsın göçmenlere özgürlük’ gibi sloganlarla küresel harekete, ırkçılığa, otoriterliğe, Suriye’lilere dönük düşmanlığa karşı mücadele edenlere selamlarını yolladılar.
Kapanış toplantısında Suriyeli, İngiltereli ve Türkiyeli aktivistler konuştu.
Marksizm 2017 Komitesi
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
IRKÇILIĞI DURDURMAK İÇİN BİRLEŞMELİYİZ ÇAĞLA OFLAS
Geçtiğimiz hafta Ankara’da Su-
riyeli göçmen bir ailenin kaldığı gecekondu yakıldı. Yangın sırasında evde bulunun dört çocuk kıl payı ölmekten kurtuldu. Hükümet yetkilileri Hollanda ve Almanya’yı “nazi” olmakla suçlarken İzmir Torbalı’da yaşayan Suriyeli göçmenler saldırı nedeniyle mahalleyi terk etmek zorunda kaldı. Basın ırkçı saldırıyı “halk ayaklanması”, en hafifinden “tehlikeli gerginlik” olarak verdi. Newroz’da Diyarbakır”da bir Kürt genci, yarı çıplak, üzerinde herhangi bir şey olmadığı halde devletin kolluk güçleri tarafından “canlı bomba” iddiasıyla öldürüldü. Referandum sürecinde ırkçılık ve göçmen düşmanlığı üzerinden beslenen nefret çok daha görünür bir hale büründü. AKP ve MHP koalisyonu, seçim stratejisini “devletin bekası sorunu” üzerinden şekillendirdi. “Evet” kampanyasına militarist ve milliyetçi söylem hâkim oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan referandum öncesinde idam cezasını yeniden yürürlüğe koyacağını her seferinde tekrarladı. AKP kurmayları HDP’yi hedef haline getirerek, çözüm sürecine başlamanın yeniden mümkün olmadığını, Suriye’deki gelişmelere karşın tek yolun Türkiye’nin Suriye politikasının kabulüyle mümkün olduğunu tekrarlayıp durdular. Hayır'ın “önde gelenleri” ırkçılığın tüm şekillerini sergilemekten imtina etmedi. Başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’nin kurmayları, her fırsatta çözüm sürecini kötülerken, Suriyeli mültecileri hedef tahtasına oturttu. "Şu anda Suriyeliler 1. sınıf, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı 2. sınıf vatandaş” diyen Kılıçdaroğlu her fırsatta, mültecileri geri göndereceğini söyledi. Bir diğer CHP’li ırkçı vekili de “Suriyeli erkekler Türkiye’de kafelerde, pub’larda Türk kızlarıyla geziyor. Bizim Mehmetimiz Suriye’de şehit oluyor” dedi.
Suriyeli mülteciler, kötü giden ekonomiden, işsizlik rakamlarının çift haneli rakamlara ulaşmasından, sağlık hizmetlerinin kötüleşmesinden; kısaca kötü giden her şeyden sorumlu tutulmakta. Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB’yle girdiği pazarlıkta mültecileri koz olarak kullanmakta, her seferinde “mültecileri üzerinize salarım” tehditleri savurmakta, CHP ise Suriyelileri geri yollayacağını söylemekte. Mültecilerle dayanışma kampanyası inşa etmesi gereken solun bazı kesimleri ise mültecilerin AKP’ye payanda olduğunu düşünüyor. Kürt, Suriyeli, Doğu Avrupalı, Afrikalı ayrımı yapmadan işçileri örgütlemesi gereken sendikalar, milyonlarca göçmen işçinin en temel haklarından yoksun kalması karşısında sessizlikte ısrarlılar. Ne yazık ki bu yıl da göçmen işçiler 1 Mayıs’ta alanlara toplanan sendikaların gündemine değildi. Oysa sendikal hareketin güçlenmesi milyonlarca göçmen işçinin taleplerine sahip çıkmadan mümkün olamaz. Referandum sonucunda yerli ve milli koalisyonun savaştan beslenen milliyetçilik ve militarist politikalarını dağıtmak için iki kişiden birinin “hayır” demesi ırkçılık karşıtı mücadele için fırsatlar sunmakta. Üstelik iki kişiden biri “hayır” demişken moral üstünlüğüne de sahibiz. Referandum sürecinde ırkçılık ve göçmen düşmanlığında birbiriyle yarışan partiler ve kurumların yarattığı ırkçı atmosferi dağıtmak için harekete geçebiliriz. Daha da iyisi, Trump sonrası ABD ve Avrupa’da yükselen ırkçılık karşıtı, göçmenlerle dayanışan kitlesel hareket gibi Türkiye’de de kitlesel bir ırkçılık karşıtı hareket örgütlemek. Böyle bir hareket göçmenlerin başta örgütlenme olmak üzere, her türlü kamusal hizmete ulaşmasının önündeki engelleri kaldırmak için mücadele etmeli.
EVİMİZ EVİNİZDİR Irkçılık ve göçmen düşmanlığı Türkiye’ye özgü bir olgu değil. 2008 krizinden sonra işçi haklarına ve sosyal haklara saldıran hükümetler, göçmenleri günah keçisi haline getiren politikaları öne çıkarırken, ibrenin sağa kaymasıyla birlikte ABD’de cinsiyetçilik ve ırkçılıkta sınır tanımayan Trump başkan oldu. Avrupa’da ise ırkçı partiler güç kazanmaya başladılar. Ancak başta Trump olmak üzere ırkçı partiler karşısında ırkçılık karşıtı, kitlesel ve yaygın güçlü hareketler var. Trump’ın mültecileri ülkeden gönderme ve ABD-Meksika sınırlarına duvar örme planlarına karşı binlerce insan sokaklara çıktı. Yunanistan’da sendikalar ve tüm sol partilerin düzenlediği ırkçılık karşıtı kampanya hükümetin göçmen çocuklarının Yunanlı çocuklardan ayrı eğitim görmesini engelledi. Barcelona’da “evimiz evinizdir” sloganıyla örgütlenen yüz binlerce insan daha fazla mülteci alınması için sokağa çıktı.
Adana, Yüreğir. Bir kahvede kendi aralarında Arapça konuşan Suriyeliler, kendilerine küfür edildiğini iddia eden ırkçıların saldırısına uğradı. Mahalleliyi kışkırtan ırkçılar, göçmenler kaldığı çadırları yakmak isterken.
NEFRET PATRONLARA YARAR Türkiyeli işçiler Arap ve Kürt işçilerin düşmanlaştırıldığı, ırkçı ve göçmen düşmanı fikirlerin yaygın olduğu koşullarda ekonomik ve demokratik taleplerini kazanmak yolunda adım atamaz. Göçmen düşmanlığı, ekonomik kriz, yoksulluk ve savaş gibi sorunların kaynağı olan kapitalizmi ve patronlar sınıfını görünmez kılarken, göçmenleri günah keçisi haline getirmekte. İşçi sınıfını bölen ırkçı fikirler, patronların kazançlı çıkmasını sağlayarak istikrarsızlıklar, savaşlar ve krizlerden oluşan mevcut sistemin devamına yol açıyor. Öte yandan çözüm sürecinin ortadan kaldırılmasının ardından oluşan savaş iklimi Kürtlere karşı nefret söyleminin artmasına yol açarken, antisemitizm ve inkâr politikaları emekçileri bölmeye devam ediyor. İşçi sınıfı “eşit işe eşit ücret, “herkese güvenceli iş” ve “sendika” gibi talepler yanında, barış talebine sahip çıkmalı. Antisemitizme ve inkâr politikalarına karşı mücadele başlıkları altındaki her bir kazanım ırkçılığı geriletirken, işçilerin de uluslararası birliği yönünde bir ivmelenme yaratacaktır. Unutmayalım, bizler sadece birleştiğimizde güçleniriz.