Sosyalist işçi 597

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

597

17 Mayıs 2017 3 TL. sosyalistisci.org

ARTIK YETER

OHAL'E SON! ÇAĞLA OFLAS: TIANNANMEN’DEN BUGÜNE: UYUYAN DEV UYANIRSA

sayfa 8

MELTEM ORAL: GÖÇMEN KADIN İŞÇİLERİN ÇİLELİ HAYATI sayfa 11


2

GÜNDEM

SENDİKALARDAN ORTAK ÇAĞRI: BARIŞTAN BAŞKA ÇIKIŞ YOK! Gündem çok yoğun. Erdoğan ABD Başkanı Trump’la görüşecek. Görüşmenin kritik gündemi, Rakka harekatının YPG’yle yapılıp yapılmayacağı, ABD’nin PYD’yi silahlandırıp silahlandırmayacağı olacak. ABD Suriye’de PYD’yle sıcak ilişkilerini büyük ihtimalle sonlandırmayacak. Bu, ağır silahlar kuşanmış bir düzenli orduya dönüşen PYD’nin, Türkiye’de uzun süredir işlenen devletin bekası kaygısını daha derinleştirmesi anlamına gelecek. Devletin, bu kaygıyı geri plana itip, başka, Kürtlerle el sıkışmayı amaçlayan bir perspektife doğru hamle yapması kısa sürede mümkün görünmüyor. Bu, oluşan yerli-milli uzlaşmayı bir çırpıda dağıtır. Kaldı ki, Putin’in açıklamasıyla birlikte düşünüldüğünde (Putin Kürtlerle yakın işbirliğini sürdüreceklerini ama bundan Ankara’nın rahatsız olmaması gerektiğini söyledi) PYD dünyanın en etkin üç emperyalist gücünden ikisinin açık desteğini almış görünüyor. Bu desteğin sınırları ve bedelinin ne olacağı ayrı bir konu ama mevcut ABD-Rusya desteği, Türkiye’yi kaygılandırmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu kaygılar bazı iddia sahiplerinin dile getirdiği gibi Türkiye’nin yüzünü doğuya dönmesiyle sonuçlanamaz. Zira Türkiye’nin yüzünü doğuya dönmesinden söz ederken adı geçen ilk ülkenin Rusya olduğu ve Rusya’nın Türkiye’yle henüz daha domates ihracatı konusunda bile anlaşma sağlayamadığı ortada. Suriye konusunda Rusya’nın ABD’den tek farkı, Türkiye’nin Suriye’de esas düşman olarak kodladığı Esad’la can ciğer olması. Türkiye’nin dış politikada sahip olduğu pozisyon, tek kelimeyle, Kürtlerin kazanımlarına bakıştan kaynaklı bir çıkmaz sokak. Ne Trump görüşmesi, ne yüzünü doğuya dönme iddiaları bu çıkmaz sokaktan kurtulmayı sağlayamaz. Bu sokaktan çıkışın tek yolu, Kürt sorununda, iç politikada, yeniden çözüm ve diyalog güzergahında yol almaktır. İlginç olan, çözüm sürecinin buzdolabına kaldırılmasının nedeni, Suriye kaynaklı beka kaygsıydı, Türkiye’de yukarıdan aşağıya inşa edilen ve toplumsal bir taban bulmaya başladığını da artık söyleyebileceğimiz beka kaygısından bir bütün olarak kurtulmanın yolu ise içerde Kürt sorununda diyalog yönteminin devreye girmesidir. Yoksa çıkmaz sokak, toplumsal bir karamsarlık yaratarak ve insanları girdap gibi çekerek sadece korkuları büyütmeyi sürdürecek. Egemen sınıfın kendi bölünmüşlüğünün derinleşmesi korkusu, toprak kaybı korkusu, AB’den korku, ABD’den korku ve çelişkili bir şekilde batıdan kopma korkusu, ekonomik krizin gelmesinden, işsizliği daha da artmasından korku, yeni bir darbe girişiminden, Suriyeleşmekten korku, Kürtlerden, iktidardan düşmekten, bir dış gücün manipülasyonundan, AKP açısından tabanının bir kesiminin kendisinden kopmasından... Uzun yıllar, denenmeyen tek şey barıştı. 2013 yılında bir kez denendi. Bütün provakasyonlara rağmen, iki buçuk yıl, çözüm ve diyalog yöntemi tüm topluma nefes aldırdı. Şimdi yeniden nefes almaya ihtiyaç var. Toplumun, çözümden, diyalogdan yana olan tüm kesimlerinin “Bu kez başaracağız” kararlılığıyla kitlesel bir hareket inşa etmesi ve siyasetin güzergahını değiştirmesi gerekiyor.

OHAL UYGULAMALARINA SON Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) ile Av-

rupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUP), Türk-İş, Hakİş, DİSK ve KESK tarafından yayımlanan ortak açıklamada, darbe girişimi sonrası ilan edilen olağanüstü hâl dönemindeki KHK uygulamaları eleştirildi. Sendikaların uluslararası çatı örgütlerinden bir heyet, 3-5 Mayıs arasında Ankara’da görüşmelerde bulundu. ITUC Genel Sekreteri Vekili Jaap Wienen, ETUC ve Belçika Sendikalar Konfederasyonu (FGTB) Genel Başkanı Rudy De Leeuw ile Küresel Sanayi İşçileri Sendikası (IndustriALL) Genel Sekreter Yardımcısı Kemal Özkan’ın da aralarında bulunduğu heyet, görüşmelerin sonunda Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK’le birlikte ortak bildirge hazırladı. Heyetin sendikalarla birlikte yaptığı değerlendirmede 15 Temmuz darbe girişimi kınanırken, bunun sonrasında hükümetin gündeme getirdiği uygulamalar da eleştirildi. Çalışma Bakanlığı ile yapılan görüşmeden sonra, uluslararası sendikaların yanı sıra Türkiye'deki dört emek örgütünün yayımladığı ortak bildiride şu talepler dile getirildi: a) Olağanüstü Hal uygulamasının kaldırılması için gereken koşullar sağlanmalıdır. b) Kanıta/hukukun üstünlüğüne dayanmaksızın yapılmakta olan toplu ihraçlar, açığa almalar, sindirme ve tutuklamalar durdurulmalıdır. c) Net bir suçlama olmaksızın, dosyası mahkemede bekletilen tüm gözaltındaki işçiler, kamu görevlileri, gazeteciler, parlamenterler ve seçilmiş belediye başkanlarının serbest bırakılması çağrısı yapılmalı; gözaltındaki diğer kişilere erişim sağlanabilmelidir. d) Suçu kanıtlanana kadar masumiyet ilkesini, cezai sorumluluğun ve cezalandırmanın bireyselliği ilkesini, bağımsız ve şeffaf biçimde adil olarak yargılanma ve temyiz prosedürlerini içeren normal mevzuata, huku-

GAZETECİLİK SUÇ DEĞİLDİR! Cumhuriyet Gazetesinin internet sitesi editörü Oğuz Güven çıkarıldığı mahkemede tutuklandı. Denizli Cumhuriyet Başsavcısının hayatını kaybettiğine ilişkin haberin başlığı nedeniyle gözaltına alınan Oğuz Güven’in zorlama bir hukuk mantığıyla tutuklandığı hakimin tutuklama gerekçesinden de anlaşılıyor. Cumhuriyet internet sitesi, Denizli Savcısının öldüğü trafik kazasını veriş şeklini kendisi de doğru bulmadığı için 55 saniye içinde internet sitesinden kaldırdı. Oğuz Güven mahkemede ifadesinde şunları söyledi: “Haber içeriğinde başsavcının vefatından duyduğum üzüntüyü dile getirerek duygularımı ve ayrıca FETÖ yapılanmasına karşı düşüncelerimi de aktardım. Hemen akabinde 'insanlık utancı' şeklinde tweet attım. Ayrıca suça konu tweetin altına Emre Uslu ve Tuncay Opçin gibi firari FETÖ/ PDY sanıklarının yorumlarından duyduğum rahatsızlığı belirtmek üzere 'FETÖ'cü Emre Uslu'dan kazada ölen başsavcı için skandal sözler' şeklinde internet sitemizde haber geçip, içeriğinde de başsavcının şehit olmasına

İşten atmalara karşı tepkiler büyüyor. kun üstünlüğüne saygıya, demokrasiye ve adalete geri dönülmelidir. e) Olağan Üstü Hal Tedbirleri Soruşturma Komisyonu (23 Ocak tarihli karar) oluşturulmalı, bu komisyonun kararları yargıya tabi olmalı ve bağımsız, şeffaf, etkili temyiz ile son çare olarak Avrupa seviyesinde başvuru yolunun açık olması imkânı temin edilmelidir. f) İşlerinden ihraç edilen ve açığa alınan kişilerin şikâyetleri ivedilikle giderilmeli ve söz konusu kişiler işlerine iade edilmelidir. g) İfade, konuşma ve basın özgürlüğü sağlanmalı; demokratik ve bağımsız medya ve dernek yeniden açılmalıdır. h) ILO’nun, özellikle de 87 ve 98 nolu sözleşmelerinde belirtilen temel çalışma standartlarının ihlal edilmesi durdurulmalı, bu standartlara saygı duyulmalı ve bunlar benimsenmelidir. i) Problemlerin çözümü noktasında taraflar yapıcı bir diyalog oluşturmalıdır. sevinenleri ağır biçimde eleştirdik. Suçlama konusu haberle ilgili yaklaşımımız bu içerikle değerlendirilmesiyle daha doğru şekilde yorumlanacaktır. Bu nedenle attığım tweetlerin tümüyle değerlendirilip yapılan haber içeriklerinin birlikte göz önüne alınarak atılı suçların amaçlanmadığı anlaşılacaktır. Dosyaya sadece silinen tweeti koyup haberin kendisini ve daha sonra yaptığımız haberleri almazsanız yanlış anlaşılma olabilir.” Tutuklanma kararının verilmesinin arka planı ise şu şekilde gerekçelendirildi: "söz konusu tweet ile FETÖ soruşturması dosyalarında görev yapan savcıların akıbetinin bu olacağının gösterildiğini." Bir internet sitesi manşetinden, üstelik 55 saniye içinde düzeltilmiş bir manşetten ötürü sitenin editörününün tutuklanması sadece yargının çalışma yönteminin değil, sansürün de işleyiş biçiminin bir göstergesi. Türkiye’de gazeteciler ya tutuklanarak ya da tutuklanma tehditiyle devasa bir sansür baskısı altına alınıyor. Türkiye basın özgürlüğü konusunda 42 Avrupa ülkesi arasında durumun en kötü olduğu ülke. Tüm dünyada basın özgürlüğünün en kötü olduğu 30 ülke arasında. Türkiye Gazeteciler Sendikası 8 Mayıs tarihli raporuna göre 164 gazeteci ve meyda çalışanının cezaevinde.


GÜNDEM

İKİ TOPLUMSAL TALEP: DEMOKRASİ VE ADALET

Medya ve siyasetteki kutuplaşma toplumda tepkiyle karşılanıyor. KONDA’nın geçtiğimiz hafta yayınla-

dığı “Yeni Türkiye'nin Yurttaşları: 15 Temmuz Darbe Girişimi Sonrası Siyasi Tutumlar, Değerler ve Duygular Araştırma Raporu”nda bütün katılımcılar tarafından en çok kullanılan kelime “tahammül” oldu. Farklı arka planlardan, farklı partilere oy veren katılımcıların en çok bu kelimeyi kullanmış olmasının tek bir anlamı vardı: “Demokrasiye ihtiyacımız var.” Yapılan araştırmanın da en önemli sonuçlarından biri budur: katılımcıların neredeyse tamamının “tahammül” kelimesini kullanmış olması. Bu kelimenin kullanılmış olması bambaşka açılardan da anlamlı. İnsanlar ta-

hammül demiş, hoşgörü değil. Çünkü hoşgörü kelime itibariyle kendinize eşit görmediğiniz birinin davranışını hoş görme halidir ve bir lütuftur. Ancak tahammül öyle değildir. Eşitiniz olarak gördüğünüz kişiye tahammül edersiniz ve anlam itibariyle kendi “kimliğinize” rağmen bunu yaparsınız. Araştırmanın denk geldiği zaman dolayısıyla katılımcılara “Başkanlık sistemi mi yoksa parlamenter sistem mi?” gibi bir soru da yöneltilmiş, gündeme bağlı olarak. Ancak insanlar bu soruyu anlamsız bulmuşlar. Konu adalete geldiği zaman ise bu sessizlik güçlü şekilde bozulmuş. Bu demektir ki; aslında herkes yönetim şeklinin

bir şeyi değiştirmeyeceğinin ve esas problemin yönetimin adaletli olması olduğunun farkında ve bu adaleti de talep ediyorlar. Ayrıca AKP’ye oy verenlerin “biatçı” ve “teslimiyetçi” olduğuna dair yapılan tartışmalar da bu araştırmanın sonuçlarına bakıldığında anlamsız laşıyor. Çünkü AKP’ye oy verdiğini ifade eden katılımcıların ancak çok ufak bir kısmı; oy verirken din, dindarlık gibi motivasyonlardan etkilendiklerini belirtmiş. Bu şekilde baktığımızda araştırmanın en önemli iki sonucunun, adalet ve demokrasi isteği olduğunu söyleyebiliriz.

TÜRKİYE’DE BARIŞIN İMKÂNLARI TARTIŞILDI Geçen hafta sonu İstanbu’da yapılan panelin alt başlığı “Savaşa Hayır, Barışa Evet”di. Etkinliğin moderatörlüğünü Küresel BAK’tan Nilüfer Uğur Dalay yaptı. Konuşmacılar Mazlumder’in kapatılan Diyarbakır şube eski yöneticisi Reha Ruhavioğlu, OHAL KHK’sı ile Mardin Artuklu Üniversitesi’nden ihraç edilen akademisyen ve yazar Cuma Çiçek ve Küresel BAK aktivisti Şenol Karakaş’tı.

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

BARIŞI SAVUNMAK SUÇ OLABİLİR Mİ? Bu soru esasında Türkiye’de militarist dozu yükselen politik gelişmelerin özünü oluşturuyor. Bu soruya yanıt vermek için demokrasi ve barış isteyenleri töhmet altında bırakmaya yönelik ve ısrarla sürdürülen tipik savaşçı gazeteciliği bir kenara bırakmak lazım. Bazı yazarlar “barış döneminde savaşı savunmak ne kadar ihanetse, savaş döneminde barışı savunmak da o kadar ihanettir” anlamına gelen cümleler kuruyorlar. Böyle cümlelerin iki temel sorunu var. Tartışmanın kendisinden sual edilemez kural koyucuları olarak kendileri gibi düşünmeyenleri “hain” olarak damgalamaları ve bu tutumu sırtlarını yasladıkları daha yüce bir otorite adına sergilemiş gibi davranmaları birinci sorun. Her hangi bir tartışmada “hain” ilan edilme riski tartışmanın başlamadan bitmesi sonucunu doğuruyor. Bu hain damgası yemekten çekinmekten değil böyle bir seviyesizliğin sürüklediği zeminin tartışmaya uygun olmamasından kaynaklanıyor. İkinci ve çok daha önemli sorun ise savaş ve barışı, ikincisini savunmayı birincisiyle eş tutarak aynı düzleme indirgemek. Bu insanlığın özgürlük mücadelesinin tüm birikimlerini oldu bittiye getirmek yönünde bir kurnazlıkla karşı karşıya olduğumuz anlamına geliyor. Milyonlarca kadın, erkek, genç, çocuk ve yaşlı ve milyonlarca hayvan beraber şekillendikleri ekosistemle beraber yıkıma uğradı, katledildi, öldürüldü. İmha edildi. Bu yıkıma, bombalamalara, ölüme son verilmesi arzusu anlamına gelen barışı, hayalet kentler, ülkeler, halklar ve toplumlar yaratmaktan başka mahareti olmayan savaşla eş tutmak mümkün mü? Savaşı, aklı başında hiç kimse savunamaz. Bu yüzden savaşlara kamuoyu desteği sağlamak için ideolojik iddialar ve en başta da milliyetçi bir seferberlik ilanı gerekir. Savaşı hakim kılmak için yalan yanlış sayısız bilgi gerekir. Barışı savunmak için ölümlerin, yıkımın durmasını arzulamak tek başına yeterli. GAİA dergisinin savaşla ilgili yaptığı toparlama barış isteyenleri “hain” ilan edenlerin savunduğunun ne olduğunu özetliyor: Birinci Dünya Savaşı’nda ölen her 100 kişiden 14’ü, İkinci Dünya Savaşı’nda ölen her 100 kişiden 70’i, 1990’lardaki savaşlarda ölen 100 kişiden 90’ı sivildi. Dünyanın en kanlı savaşı olarak tabir edilen İkinci Dünya Savaşı’nda 40-50 milyon insan yaşamını yitirdi. 40-50 arası derken, 10 milyon insandan bahsediliyor!

Nilüfer Uğur Dalay, “Çözüm sürecinin bitmesiyle birlikte çok ağır bedeller ödendi, ödenmeye devam ediyor. Böylesi dönemlerde, barış yanlılarının sesinin daha çok çıkması gerekir” dedi.

1945-1992 yılları arasında gerçekleşen 149 savaşta 23 milyondan fazla insan öldü. Bunun yalnızca 3 milyonunu askerler oluşturdu.

Cuma Çiçek, “Çözüm süreci tüm eksiklerine rağmen olumluydu. Süreç, üçüncü tarafın kamusal denetimi, halkın sürece etkin katılımının sağlanamaması, Batıda süreci destekleyecek güçlü bir barış hareketinin oluşturulamaması nedenleriyle çöktü. AKP’nin çözüm perspektifi, tekçi, dışlayıcı kimlik politikasına ve iktidarın tekelleşmesi, merkezin güçlenmesi anlayışına sahip Türk sağının ideolojik sınırlarında kaldı” dedi.

veren Kürtler de ana dilde eğitimden, Kürtlerin kendisini yönetmesinden yanalar. Yeni bir çözüm sürecine ihtiyacımız var. Anadilde eğitim ve kültürel haklar müzakere konusu yapılmadan hemen verilmelidir. Yeni aktörler çoğulculaşmalıdır” dedi.

Reha Ruhavioğlu, “Bölgede AKP’ye oy

Şenol Karakaş, “Çözüm sürecinin

Birinci Dünya Savaşı 50 milyon kişinin ölmesine, 90 milyon kişinin de sakat kalmasına yol açtı.

Küresel BAK paneli, İstanbul. bozulacağının en önemli göstergesi, devletin Suriye politikasının ve beka stratejisinin değişmesidir.Irkçılık, militarizm ve kutuplaşmanın bu düzeyde yoğunlaşması devletin yeni beka stratejisiyle ilişkilidir. Barış hareketinin bunu aşması, farklı kesimleri bir araya getirmesi gerekir. Büyük bir barış hareketi oluşturabiliriz” dedi.

Balkan Savaşı’nda Bosna’da 20 bin kadına tecavüz edildi. Son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk öldü. 6 milyon çocuk sakat kaldı. 12 milyon çocuk evsiz, 1 milyondan fazla çocuk öksüz veya yetim kaldı. 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirdi ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğradı. Barış isteyenler işte buna hayır diyor!


4

DÜNYA

GÜNEY KORE: KUZEYLE İLİŞKİ KURMA YANLISI BAŞKAN GÖREVDE

KUZEY KORE: TRUMP ASKERİ GERİLİMİ TIRMANDIRIYOR

ABD’nin yeleştirdiği Theed füze sistemine karşı proteto, Seul. Güney Kore’de geçtiğimiz hafta yapılan

seçimleri Demokrat Parti’nin liberal adayı Moon Jae-in kazandı. Bir insan hakları avukatı olan Moon, Kuzey Kore ile müzakere etmekten ve ılımlı bir politika izlemekten yana. Aynı zamanda ülkedeki ekonomik sistem için de reform vaat ediyor. Güney Kore’de 2012 yılında başkan seçilen Park Geun-hye iktidarının ilk dört yılında ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları nedeniyle 10 Mart 2017’de görevinden alınmıştı. Park hem sert bir Kuzey Kore karşıtıydı hem de ülkenin tekelci, büyük aile şirketleri olan chaebol’lerle yakın ilişki içerisindeydi. Ülkede Ekim ayında patlak veren yolsuzluk skandalı sonrası Park’ın dünyaca ünlü Güney Kore chaebol’leri olan Hyundai, LG ve Samsung’tan milyonlarca dolar rüşvet aldığı anlaşılmıştı. Park’a karşı beş ay içerisinde 20 defa yüzbinlerce insan (toplamda 16 milyon kişi) sokağa inmişti. Bu süreçte grev ve genel grevler de yaşanmıştı. Ülke Başkanı, kendisini yargılayacak Yüksek Mahkeme üyelerini de atadığı için Koreliler işi mahkemeye bırakmadı ve her hafta sonu meydanlara inmeyi sürdürdü.

10 Mart’taki son duruşma ülke televizyonlarında canlı yayınlandı ve mahkeme binası önünde toplanan yüzbinler Park’ın görevden alındığını duyduklarında “yaşasın yeni Güney Kore” sloganları atmaya başladılar. İki ay içerisinde yapılan seçimleri Moon’un kazanması Kore burjuvazisi için yeni bir başlangıç, düzenin yeniden tesisi ve ülkenin “normalleşmesi”nin sağlanması anlamına geliyor. Oysa beş aydır sokaklara inen milyonlarca insan büyük bir politik güven kazandılar. Büyük aile şirketlerine olan tepkileri sürüyor. İşsizlik, enflasyon, ekonomik sıkıntılar, yolsuzluklar nedeniyle reform talep ediyorlar. Kuzey Kore ile yaşanan gerginliğin arkasında ise Park’ın kişisel tutumu değil ABD ve Çin arasındaki emperyalist rekabet var ve Moon bu iki gücü dengeleyebilecek birisi değil. Ayrıca Park döneminde kapatılan sol parti Birleşik İlerici Parti üyeleri ve birçok sendika yöneticisi de hâlâ hapiste. Gücünün farkına varan işçi ve sokak hareketi, Moon’un gerçekleştirmesi zor olan reformlarını yeterli görmediği takdirde tekrar sokaklara dönecektir.

TUNUS: YOLSUZLUKLARI AFFEDEN BAŞKANA KARŞI PROTESTOLAR

Tunus Devlet Başkanı Essebi’nin, “ekonomiye kaynak sağlamak” bahanesiyle yolsuzluklara bulaşan iş adamlarını affetme girişimi büyük protestolarla karşılandı. Yedi yıl önce ekmek ve sosyal adalet talebiyle yozlaşmış rejime karşı ayaklanmanın yolundan sapıldığını söyleyen on binlerce Tunuslu sokaklara döküldü. Yolsuzluk affından yararlanancak olanlar ayaklanma ile devrilen diktatör Bin Ali’nin yakın patronlar. Bin Ali 2011’de ülkeden kovulmuştu.

Kuzey Kore’yi kuşatan ABD savaş gemileri. ABD ve Kuzey Kore arasındaki gerilimler ve askeri misillemeler devam ediyor. Birleşmiş Milletler bir yılda yedinci füze denemesi yapan Kuzey Kore’nin biyolojik, nükleer, konvansiyonel, kimyasal, balistik füze denemesi yapmasını yasaklamıştı. Ancak Kuzey Kore balistik füze denemelerine devam ediyor. En son Çin sınırı yakınlarından fırlatılan füze, 700 kilometrelik mesafenin ardından Japon Denizi’ne düştü. ABD’nin bölgedeki müttefikleri Japonya ve Güney Kore de BM kararlarını ihlal ettiği için Kuzey Kore’ye tepki gösterdi. Beyaz Saray, söz konusu füzenin Rusya sınırına daha yakın bir noktaya düşmüş olmasından dolayı ABD Başkanı Trump’ın, Putin’in bu durumdan memnuniyet duymasını tahayyül edemediğini söyledi. Ancak hemen ardından Rusya’dan yapılan açıklamada “Kuzey

Kore’nin yeni füze denemesi ülkemiz için tehdit oluşturmadı” dendi. Kuzey Kore’nin balistik füze denemeleri bir süredir ABD’nin ülkeye yönelik tehditlerinin görünürdeki gerekçesini oluşturuyor. Gerilimin görünen yüzünün gerisinde ise başka gerekçeler var. ABD Obama döneminden beri, Çin’in Pasifik Okyanusu’nda askeri gücünü geliştirmesini engellemeye çalışıyor. Trump’ın ABD’nin iç politikasında sağ otoriter siyasetin etkisini arttırmak için de bir araç olarak gördüğü bu gerilim son dönemde karşılıklı olarak tırmandırılıyor. Söz konusu gerilim Kuzey Kore ve ABD denkleminden daha fazlasını kapsıyor. Pasifik Okyanusu genel olarak bölgedeki müttefikleri üzerinden iki emperyalist gücün, yani Rusya ve ABD’nin hegemonya mücadelesinin çekişme sahasına dönüşmüş durumda.


TARTIŞMA

5

ŞİMDİ HANGİ ADIMLARI ATMALIYIZ? 16 Nisan referandumunun ardından toplumun ikiye bölündüğü bir siyasi iklim içindeyiz. Hükümet elindeki tüm olanaklara rağmen istediği sonucu, “anlamlı evet” sonucunu alamadı. “Kılpayı bir evet” çıktı. Eşitsizliğin kökleşmesi anlamına gelen OHAL koşullarında girilen referandum yarışından her şeye rağmen moralle çıkan “Hayır” diyenler oldu. Peki şimdi hangi adımları atmak gerekir? Muhalefet nasıl bir araya gelecek? Bir araya gelebilir mi? 2019’a mı hazırlanmak lazım yoksa yakıcı mücadele başlıklarına mı odaklanmak lazım? Sosyalist İşçi sayfalarını bu ve bundan sonraki bir çok sayısında bu tartışmaya ayıracak.

“UNUTMAMAK GEREKİR Kİ BİZ MİLYONLARIZ”

bir sesle çıktı. Şişecam’daki grevler ve KHK’lerle işten atılan binlerce memur ve akademisyen var. Şu anda 178 gündür Ankara’da süren iki öğretim görevlisi arkadaşın açlık grevine halkın desteği yoğun. Bu süreçte bize düşen; hem diğer halklarla dayanışıp barış için harekete geçmek hem de binlerce mağdur, hak arayan işçinin, emekçinin, eğitmenin yanında durup birlikte kitlesel bir muhalefeti inşa etmek. Unutmamak gerekir ki biz milyonlarız ve haklı olduğumuz hepimiz için arzuladığımız barış, demokrasi ve özgürlük talebimizin arkasında daha kalabalık daha kararlı durmalıyız.

NORAYR OLGAR (Nor Zartonk) : 16 Nisan referandumunu değerlendirirken tabii ki biraz da öncesindeki atmosferden bahsetmek lazım. Öncelikle OHAL koşullarında zor bir “Hayır” kampanyası yürüttük, yerellerde bunu büyük bir inatla örmeye çalıştık. Devletin ve “Evet” kampanyasının ana taşıyıcısı olan AKP’nin etrafında yuvalanan diğer yerli ve milli grupların tehditlerine rağmen sokak sokak, mahalle mahalle belki gür bir sesle değil ama büyük bir kararlılıkla başta özgürlük ve demokrasi için bir “Hayır” kampanyası yürütüldü. Diğer yandan medyada çeşitli kısıtlamalarla nerdeyse tüm televizyonlar “Evet” kampanyası yürüttü ve öncesinde kapatılan muhalif televizyon, radyo dernek ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte planlı bir şekilde “Hayır”ın sesi boğulmaya çalışıldı. Bunlara rağmen AKP’ni yüksek oy aldığı kalesi olan yerlerde ciddi kopuşlar oldu. İstanbul, İzmir ve Ankara gibi büyük şehirlerde büyük bir itirazın sesi yükseldi. İki senedir Kürt illerinde süren çatışmalara ve yaşanan yıkıma karşı Kürt halkı iradesini bırakmadı, yıkımın, tutuklu vekillerinin ve eşbaşkanlarının hesabını iktidarın deyimiyle “sandıkta sordu”. Neticede mühürsüz pusulalar, karartılan sonuçlar ve manipülasyonlar sonucunda ite kaka sandıklardan “Evet” çıkardılar. Ama bu teknik olarak 2019’a kadar sıkıntılı bir süreç geçireceğimizi gösteren bir gösterge olsa da siyasi olarak iktidar tarafından kazanılmış mutlak bir başarı değil. Bu halk oylamasından halk ne çıkardı? İktidarın her seferinde kullandığı kutuplaştırma politikası tüm çabalarına rağmen halk nezdinde istediği kadar pay bulamadı. MHP ve diğer karanlık milliyetçi gruplarla kurmaya çalıştıkları cephe yerle bir oldu. “Ben bu halkın önüne ne koysam yerler” hegemonyasına hem parti içerisinden hem de farklı muhafazakâr kesimlerden ‘bir dur’ denildi. Önümüzdeki süreçte belki her şey daha zor olacak ama toplumda demokrasiye, özgürlüğe ve barışa hasret insanları tutuklasalar da televizyonunu kapatsalar da gazetelerini yasaklasalar da, yerlerde sürükleseler de teslim alamayacaklarını gördüler. Daha 15 gün önce 1 Mayıs’ta demokratik kitle örgütlerinin ve işçilerin talepleri bu baskı koşullarına rağmen yüksek

“DEMOKRATİK PERSPEKTİFİ TÜM İNSANLARA SUNABİLMELİYİZ”

ÖMER FARUK GERGERLİOĞLU (İnsan hakları aktivisti): Referandum sürecinde “Hayır” için çok uğraştık ve aslında demokrasi için olması gereken de buydu. Kıl payı bir “Evet” çıktı veya “Hayır” çıktı ancak “Evet”e tahvil ettiler, tam olarak bilemiyoruz şu anda. Aslında bunun gibi çok zorlama bir teklifin %80 oranında reddedilmesi gerekirdi. Erdoğan’ın popülaritesi, medya imkânları ve daha birçok imkânın zorlanmasıyla %51 “Evet” çıkması bizim açımızdan sevinilecek bir durumdur. Ancak bu sonuç demokrasi bilinci açısından çok iyi bir durumda olmadığımızı da gösteriyor. Çünkü bu denli inanılmaz kötü bir teklife sadece birtakım sloganlar ve bir kişinin popülaritesiyle “Evet” demek, bu Türkiye demokrasisi açısından çok iyi bir sonuç değildir. Bu sonuç bizim demokrasi bilinci adına çok daha fazla iş yapmamız gerektiğini gösteriyor. Ben şuna takılmıyorum “Kıl payıyla “Hayır” çıksa ne olacaktı? O sonuçla bir zafer mi kazanmış olacaktık? Bütün sorunlar bitmiş mi olacaktı?” Hayır. Aynı problemler o durumda da devam edecekti. Bu sebepten güncel olaylardan ziyade bu temel eksikliğimizi tespit etmemiz lazım. Türkiye’de sen-ben kavgası, kutuplaşma problemini aşarak hepimiz için, sadece şu kesim bu kesim demiyorum yerine göre hepimiz yanlışlıkla da olsa antidemokratik bir tutum takınabiliyoruz, çok ciddi bir demokrasi bilincine ihtiyacımız var aslında. Bu konuda çok önemli eksiklikler var. Önümüzde 2019 genel seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Buna yönelik projeksiyonlar oluşturmalıyız. “Hayır bloku”nu bir bütün olarak görmemek lazım. Bu yüzden “Hayır bloku”nu düşünürken gereksiz bir ümide kapılmak anlamlı değil. Burada önemli olan demokratik bir perspektifi tüm insanlara sunabilmek. Mesele “Hayır”ın “Evet”i yenmesi olarak algılanırsa biz yine kaybe-

deriz. “Evet”in içinde de gerçekten demokrasi arayışında olan çok insan var. Onları birer rakip olarak görmekten ziyade olayı bu kısır döngüden çıkararak bir demokrasi paydası oluşturabilmemiz lazım. Bu meseleyi Erdoğan karşıtı ve Erdoğan yanlısı olmaktan çıkarırsak kurtulabileceğiz. “Hayır cephesi” bugünkü anlayışıyla devam ederse 2019’da da Erdoğan başkan olur. Olayı Erdoğan ekseninden çıkararak hepimizin kazanacağı bir yere getirmemiz lazım. Bunun için de tansiyonun düşmesi ve konuşabilmemiz lazım.

“TEK BAŞINA ‘HAYIR’ BİRLEŞTİRİCİ OLAMAZ”

Merve Diltemiz Mol (Hayır Gitmiyoruz aktivisti): Benim referandum öncesindeki ve sonrasındaki mücadele eksenim aynı. “Evet”çi ve “Hayır”cı olarak ayrılmamamız gerek. Bunun için farklı farklı alanlarda bir araya gelebileceğimiz zeminler aramalıyız. Hem insanların bir araya geleceği hem de bütün farklılıkların sesinin duyulabileceği bir şey olması önemli bence. Bunun için de sürekli bir tartışma olması gerektiğini düşünüyorum. “Hayır”ın bu denli yüksek çıkması tabanda da bir rahatsızlık olduğunu gösteriyor. “Hayır” çıkınca tabi ki ben de kendimi çok iyi hissetmedim. Ancak sonuçlar bize kazanabilmenin mümkün olduğunu gösteriyor. “Evet” çıkmış olmasıyla bir an düşebiliriz ama daha sonra dönüp baktığımızda, bu sonuçlar devam edebilecek gücü bulabileceğimizi gösteriyor. Bu dönemin bir de şöyle bir avantajı var bence: her şeyin çok kötü gidiyor olması insanlarda sıranın kendilerine gelebileceği ya da artık kaybedilecek bir şey olmadığı hissine sebep oluyor. Bu aynı zamanda mücadeleyi yükselten bir şey olduğu için bence önemli. Bu durum ileride bir şeylerin daha iyi olabileceğine dair bir inanç duymamı sağlıyor. Tek başına “Hayır” üzerinden birleşmenin mümkün olamayacağını düşünüyorum. Bunun sebebi de “Hayır cephesi”nin ırkçılığı içinde barındıran bir cephe olmuş olması. Kadınlar için de bu zorlu süreçler her zaman daha yıpratıcı oluyor. Tek bir kadınlık tecrübesi yok. Mesela Barış için Akademisyenler arasında medeni hali farklı olan, farklı cinsel yönelimleri olan, çocuklu veya çocuksuz birçok kadın var ve süreci birbirlerinden farklı şekilde tecrübe ediyorlar. İşinden atılmış bir kadın olarak bu süreçte bir sürü farklı kadınlık deneyimi olduğunu gördüm. Kadınların içinde bulundukları bu yıpranmışlık hali farklı kesimlerden kadınların bir araya gelmesinin önünü açıyor. Bu da farklı deneyimlerin konuşulmasını ve bir dayanışmanın mümkün olmasına olanak sağlıyor. “Hayır” bunu doğrudan sağlayan bir şey değil.


6 GÜNDEM NİÇİN KARŞIYIZ?

İDAMA HA

BARIŞ, ÇÖZÜM, Yusuf, Deniz, Hüseyin - idam denince akla gelen üç devrimci. İdam, bir cezai yaptırım olarak erken çağlardan beri çeşitli suçlar için uygulanan, devlet ya da benzeri bir otoritenin hukuk sisteminin kararıyla bir bireyin yaşam hakkına son veren bir cezadır. Hukuki olarak, ceza kavramı, suç işlemenin karşılığı olarak caydırıcı bir önlem koymaya ve suç işleyen bireyi rehabilite ederek topluma yeniden kazandırmaya yarar. Ölüm cezasının herhangi bir rehabilitasyon işlevi olmadığı gibi, bilim insanlarının ve sivil toplum kuruluşlarının suç oranlarının değişimine dayalı istatistiki araştırmalarına göre caydırıcı da olmadığı açıktır. İşlenen suç ne olursa olsun, yaşam hakkının ihlali bile söz konusu olsa, hukuki yaptırımlar intikam alma aracı olarak düzenlenemez. İdam cezası devlet eliyle yaşam hakkının sona erdirilmesi demektir, bu yüzden bir ihlalin karşısına bir diğer insan hakkı ihlalini koymaktadır. İdam cezası caydırıcı olmadığı gibi “kamu vicdanını tatmin” etmez. 27 Mayısçılar ülkenin seçilmiş başbakanını asmıştı. Deniz Gezmişler ise bugün hâlâ kitlesel eylemlerle anılıyor. Üstelik, ölüm cezasında, hukuki süreçte meydana gelen bir hatanın telafisi de bulunmamaktadır. Örneğin, ABD'de 1973 ile 2004 yılları arasında 113 ölüm cezası mahkûmu, bu cezayı almalarına neden olan suçlarla ilgili masum olduklarına dair kanıtlar ortaya çıktığı için serbest bırakıldı.

HALK İDAM İSTEMİYOR Erdoğan “halk ne diyorsa o olur” diyerek idamın referanduma götürülebileceğini söylüyor. İdam bir “ceza” değildir, yaşam hakkının devlet eliyle sonlandırılması yetkisinin tanınmasıdır. Temel hak ve özgürlükler referanduma götürülemez. Üstelik tabanda Erdoğan’ın iddia ettiği gibi bir idam talebinin bulunup bulunmadığı da çok şüpheli. Şubat ayında yayınlanmış, kamuoyuna kapalı bir ankette “her türlü koşulda ve kapsamda” idamın geri getirilmesine destek sadece yüzde 38 olarak gözüküyor. “Hiçbir koşul ve şartta” idamın geri getirilmemesini isteyenlerin oranı ise yüzde 33,5. İdam demokrasi mücadelesi verenlerin değil, tam aksine Türkiye tarihi boyunca demokrasiyi katledenlerin, darbecilerin aracıdır. Darbeciler ise idam gibi “tehdit” unsurlarıyla değil demokrasinin ve barışın önünün açılmasıyla geriletilebilirler.

Savaş başladı, idam gündem geldi. Referandumda partisinin en az üçte ikisine istediği oyu

verdirtemeyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, buna rağmen hâlâ “Türk milleti 16 Nisan'da herkese yerini göstermiş, dersini vermiştir” gibi iddialı laflar edebiliyor. Kendisi pek ders alamamış olmalı ki, AKP ile kurdukları ve referandumda %11’e yakın güç kaybeden yerli-milli koalisyonun hâlâ kendisinin istediği şartlarda yönetileceğini düşünerek, partisinin grup toplantısında bir kez daha idam talebini güçlü bir şekilde dile getirdi. Bahçeli, “MHP buradadır, bu bahsin kapanmasını acilen beklemektedir. Vatan hainlerine cezaysa ceza, idamsa idam” diyerek bu işi “geciktirmeme” çağrısı yaptı. Şüphesiz ki, faşist parti, bu konudaki güvenini 15 Temmuz sonrası AKP liderliğinin izlediği politikalardan alıyor. Daha darbenin hemen ertesi sabahı, Tayyip Erdoğan, İstanbul’da havalimanında konuşma yaparken dinleyen kitleden idam sesleri yükseliyordu. İlerleyen günlerde, darbe karşıtlığının demokasi vurgusunu barındıran bir gündem olmaktan çıkıp tamamen “vatanı korumak” vb ifadelerle milliyetçiliğin domine ettiği bir alan hâle gelmesiyle birlikte, idam da “darbeci FETÖ’cülere”, “vatan hainlerine” vs karşı çözüm olarak tabandan yükselen bir talep gibi yansıtıldı. Tayyip Erdoğan hâlâ konuyu ara ara gündeme getiriyor, meclisin bunu gündemine almasını gerektiğini söyleyip “Önüme gelirse imzalarım” diyor, hatta bazen idamı destekleyen bir açıklama yaptıktan hemen sonra 27 Mayıs dar-

becileri tarafından idam edilen Adnan Menderes’in mezarını ziyarete gidebiliyor. Türkiye’de idam cezasının tarihi ve anlamı Yalnızca Türkiye’deki uygulamalara dönüp bakarsak dahi idam cezasının ezilenler için ne anlama geldiği anlaşılacaktır. İdam, otoriter ve baskıcı rejimlerin muhaliflerini ezme ve sindirme politikalarının bir parçasıdır. Türkiye’de idamlar en çok cumhuriyetin ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri gibi hukukla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan yapıların aracılığıyla muhalifleri sindirmek için, daha sonrasındaysa darbeciler tarafından devirdikleri hükümetleri, solu, emek hareketini, Kürt halkını cezalandırmak için kullanılmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de darbe karşıtlarının talebi idamın geri getirilmesi değil tam tersidir. 27 Mayıs darbecileri Fatih Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve Adnan Menderes’i idam ettiler. 12 Mart darbesinin ardından ise Süleyman Demirel’in “üç bizden üç onlardan” ifadesiyle hatırlanacağı üzere solcu gençler Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edildi. 12 Eylül darbesinden sonra 517 kişi hakkında idam kararı verildi, bunların 50’si infaz edildi. Diktatör Kenan Evren, idamları “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek savunuyordu.


GÜNDEM 7

AYIR!

GÖRÜŞ Roni Margulies

AMERİKA’YA SAVAŞ AÇALIM MI? Atatürk’e hakaret edilmiş. Ana muhalefet partisinin en acil, yakıcı önceliği birkaç gündür bu hakaretten ibaret. Araya bir de Anneler Günü girince, Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin günümüz meseleleriyle ne kadar yakından ilgilendiğini kanıtlamak için Zübeyde Hanım’ın Anıt Mezar’ını ziyaret etmiş.

, YAŞAM DÜNYADA DURUM NEDİR?

Hürriyet’in haberine göre, “Zübeyde Hanım’a sahip çıkan Türkiye... Anıtkabir’in bahçesinden getirilen çiçekler 9.05’te törenle Ata’nın annesinin İzmir Karşıyaka’daki Anıt Mezar’ına koyuldu.” Kılıçdaroğlu da mezara karanfil koymuş. CHP, Atatürk ve annesini korumak için yeri göğü inletirken, memlekette bazı başka gelişmeler de oldu. Donald Trump, Suriye’de PYD ve YPG’ye silah yardımı yapılmasını onayladı. Gönderilecek silahlar arasında ağır makinalı tüfekler ve zırhlı araçlar da olacağını öğrenen medyamız öfke kustu. Zaten epey zamandır önce Amerikan, sonra Rus subaylarının Kürt güçleriyle el ele, kol kola boy boy fotoğraflar çektirmesi de medyada pek hoş karşılanmıyordu. Londra’da BBC ile konuşan Binali Yıldırım, Amerika’nın kararına karşı Türkiye’nin ne gibi somut adımlar atacağı sorusuna, “ABD’ye savaş ilan edecek değiliz. Adı ister PKK olsun, ister PYD, ister YPG olsun, fark etmez, terör örgütüne karşı savaşmaya devam edeceğiz” dedi. Başbakan, bu örgütler Amerika tarafından silahlandırılıyor da olsa, Türkiye’nin kendisine yönelik bir tehdit hissetmesi halinde Suriye’de YPG’ye karşı hava operasyonlarına devam edeceğini söyledi.

Mısır’da cuntanın idam kararlarını protesto eden siyasi mahpuslar. Türkiye tarihinde 1920 ile 1984 arasında infaz edilen idam cezası sayısı 712. Bu sayıya, binlerce kişinin idam edildiği İstiklal Mahkemeleri ise dahil değil. İdama hayır! İdam bir yandan da 1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından başlayan süreçte gündeme gelmişti. Sosyalist İşçi o günlerde ırkçılığa karşı idama hayır kampanyası örgütlüyordu. Bugün de Fethullahçı darbecilerin yanı sıra “vatan haini” denilince akla gelen diğer unsur Kürtler. 2007 ve 2011 seçimlerinden önce Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli meydanlarda birbirlerine urgan atarak Öcalan’ın idamı üzerinden milliyetçilik yarışı yapıyorlardı. 2013-2015 çözüm sürecinin geride kaldığı bugünlerde, idam aynı zamanda Kürt muhalif aktivistler üzerinde bir sopa olarak kullanılacaktır. Bugün de yapmamız gereken, OHAL rejimine, KHK’larla işten atmalara ve diğer bir dizi haksızlığa karşı mücadele ederken, bu tartışmanın derhal rafa kalkması, kalkmayıp referanduma götürülecekse orada kaybetmesi için geniş ve kapsayıcı bir idam karşıtı tartışmayı sürdürmek, bunun kampanyasını yapmak “İdama hayır” diyenlerin sayısını hızla artırmak. Bu aynı zamanda, hem darbe karşıtlığını güçlendirmenin hem de yeniden bir barış sürecinin devreye girmesini sağlamanın yolunu açacaktır.

Tüm dünyada 58 ülkede hâlâ ölüm cezası kullanılmaktadır. 98 ülke ölüm cezasını hukuken (de jure) tamamen kaldırmış, 7'si savaş suçları ve istisnai durumlar dışında kaldırmış, 35'i ise fiilen (de facto) ölüm cezasını uygulamadan kaldırmıştır. Uluslararası Af Örgütü, 140 ülkeyi hukuken ya da fiilen idam karşıtı, 58 ülkeyi idam taraftarı olarak sınıflandırmaktadır. Yine Af Örgütü’nün verilerine göre, 2016 yılında uygulanan infazların sayısı, bir önceki yıla göre %36 oranında azaldı.

HAYIR’I BÖLMEK İÇİN Tayyip Erdoğan bir yandan da idam tartışmalarını %49’luk “Hayır” cephesini bölme girişimi doğrultusunda kullanıyor. Çünkü bu cephede zaten idamı destekleyenler veya belirli koşullarda (“terörizm”) destekleyebilecekler var. Irkçı hayırcılar Öcalan için idam gündeme geldiğinde bunu savunmaktan çekinmeyeceklerdir. Sosyalist İşçi, referandum öncesinde, “Hayır”ın tek bir blok olmadığını hatırlatarak özgürlükçü ve sol bir “Hayır” cephesini inşa etmeye çağırıyordu. Bugün ise görevimiz, özgürlükçü hayırcılarla, AKP’nin tabanından “Evet” oyu vermiş yoksul emekçi kitlelerle bağ kuracak mücadeleleri inşa etmek. İdam tartışmaları bunun ayaklarından birini oluşturabilir. Erdoğan karşıt cepheyi bölmek isterken, kendi cephesinden fire verebilir. İdama hayır denilirken, böylesi bir hedefle yaşamdan ve çözümden yana olan herkese seslenilmelidir.

Amerika’ya savaş açmayacağımızı öğrenmek Trump’ı ve ABK silahlı kuvvetlerini rahatlatmıştır. Herhalde çok korkuyorlardı. Rusya’ya da savaş açmayacağımızı tahmin ediyorum. Peki, o zaman Kuzey Suriye’de ne yapıyor Türkiye? İki yılı aşkın bir zamandır iç ve dış politika bir Kürt devleti kurulmasını engellemeye odaklanmış durumda. Bu amaçla Türkiye, Suriye’deki savaşa dahil oldu, Irak’ta dahil olmak için elinden geleni yapıyor. Daha da önemlisi, barış süreci çöpe atıldı, savaş politikalarına geri dönüldü, Kürt yerleşim bölgeleri yerle bir edildi, yüz binlerce Kürt vatandaş evinden barkından oldu. Şimdi, Abdülkadir Selvi, Erdoğan’ın açıklayacağı referandum sonrası yol haritasına ilişkin şöyle yazıyor: “Kürt sorununun çözümünde PKK defteri kapandı, ama Kürt sorununu sivil yöntemlerle çözme irademiz devam ediyor... Kucaklayıcı bir vizyon ortaya konulabilir. PKK olmaz, ama HDP bu denklemde yer alabilir.” Suriye bataklığından, savaştan, yıkımdan kurtulmanın tek bir yolu var: Şöyle veya böyle, içeride barış sürecine geri dönmek, dışarıda Suriye’ye müdahale etmeye son vermek.


8

GELENEK

TİANNANMEN MEYDANI’NDAN BUGÜNE: UYUYAN DEV UYANDIĞINDA ÇAĞLA OFLAS

Bundan 28 yıl önce ismi “Cennetsel Barış Kapısı” anlamına gelen Tiananmen Meydanı günümüze ilham veren büyük bir özgürlük hareketine tanıklık etti. Tiananmen Meydanı’nda toplanan milyonlarca işçi ve öğrenci devlet kapitalizmin baskıcı uygulamalarına ve “piyasa sosyalizmi” adı altında uygulanan yeni liberal politikaların yarattığı yoksulluk ve sosyal adaletsizliğe karşı isyan etti. 15 Nisan’da başlayan büyük hareket 400 farklı şehre yayıldı. 4 Haziran’da ayaklanma doruk noktasına ulaştı. Batı dünyası ayaklanmanın “komünizme karşı” olduğunu iddia etse de; demokrasi ve özgürlük isteyen milyonlarca işçi, serbest piyasa yanlısı uyum programının yarattığı ekonomik sorunların da giderilmesini istiyordu. Meydanda Enternasyonal Marşı’nı söyleyen geniş yığınlar devlet kapitalizmi ve piyasa kapitalizmi dışında başka bir alternatifi kurmanın mümkün olduğuna işaret ediyorlardı. Milyonlarca insanın ayaklanmasına yol açan olaylara götüren siyasi sürecin arka planında 1978 yılında başlayan ve 30 yıldır derinleştirilen ve pek çok açıdan tüm dünyada uygulanan yeni liberal politikalarla benzerlik taşıyan politikaların uygulanması yatıyor. Tıpkı Stalin ve sonrasında Rusya’daki gibi işçilerin sömürüldüğü, devlet kapitalizmi rejim, Mao’nun ölümü sonrasında siyasal belirsizlik ve ekonomik durgunluk koşullarında kapitalist dünya sistemiyle uyum politikalarına Rusya’dan 15 yıl önce yelken açtı. Deng Xiaoping liderliğlindeki Çin yönetimi ekonomik durgunluktan çıkışın uluslararası sermayenin ülkeye akışından geçtiğini düşünüyordu. Xiaoping’in “bazı kişiler ve bölgeler önce zenginleşsin, sonunda toplumun tümü zenginleşecektir” sözü Çin’deki değişim sürecinin İngiltere ve ABD merkezli yeni liberal çözümlere yöneldiğini açıkça göstermekteydi. Deng, “zenginleşmek muhteşem; fare yakalandıktan sonra kedi sarmanmış, tekirmiş ne fark eder” diyordu. “Piyasa sosyalizmi” olarak adlandırılan yeni dönemde liberal politikalar kurumsallaştı ve devletin ekonomi üzerindeki belirleyici rolünü azalttı. Ancak durum daha kötüleşti. Enflasyon hızla yükseldi, kıtlıklar baş gösterdi. Karneye bağlama ve fiyat kontrolleri durumu düzeltmedi. Sanayileşme hızına uygun hammadde üretilemiyordu. Kırdan kente göç, ulaşım, konut ve atık sorunlarını beraberinde getirirken gelir dağılımındaki eşitsizlik gün geçtikçe artıyordu. Ekonomik krizin sonucunda milyonlarca kişi işsiz kaldı. Tüm bunlara ilave siyasi baskılar ve yolsuzluk milyonlarca işçi ve öğrencinin Tiananmen Meydanı’na açılan büyük öfkesinin yollarını döşedi. Büyük isyan bürokrasi ve parti içinde yarılmaya yol açtı. “4 Haziran olayları” diye anılan olaylarda devlet güçleri kitlesel bir katliam gerçekleştirdi. Otoriterleşme ile piyasanın uyumu Yeni liberal adımlar 1990 ile 2000’li yıllar arasında merkezi devlet kontrolünde aşamalı olarak uygulandı. 1978 yılında Japonya ile 60 milyar dolarlık ticaret anlaşması yapan Çin, ardından ABD ile yakınlaştı ve silah satın almaya başladı. Özelleştirmelerle fiyatlar üzerindeki devlet kontrolü azaltıldı. Mali sermayenin ülkeye girişini ve yatırım yapmasını kolaylaştıracak serbest ticaret bölgeleri oluşturuldu ve vergi indirimleri gerçekleştirildi. Bankacılık sisteminde de köklü değişimler meydana geldi. Uluslararası bankaların kurulmasına izin verildi. Borsanın gelişmesi ve yabancı yatırımların kademeli olarak girilmesine izin verildi. 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne

Geçen sene HP fabrikasında grev yapan işçiler. giren Çin dünya kapitalizmiyle uyum sağlayarak, kısa zamanda yüksek büyüme rekorları kırdı ve uluslararası yatırımların da çekim merkezi haline geldi. Çin’deki rekor büyüme maliyeti işçi ve emekçi kesimlere ödetildi. 1980’li yılların başında tarım kooperatiflerinin dağıtılarak topraklar uluslararası sermaye gruplarına devredildi. Toprakları elinden alınan çoğunluğu genç kadınlardan oluşan göçmenler, ikamet hakkı olmaksızın-Çin’de Rusya’dakine benzer şehirler arası hareketi engelleyen yasalar var-kentlere göçerek, devasa bir işgücü rezervi oluşturdu. Resmi rakamlara göre Çin’de yaşadıkları yerleri çalışmak için geçici ya da temelli olarak terk eden 114 milyon işçi var. Bu sayının devlet yetkilileri tarafından 2020’de 300 milyon ve sonunda 500 milyona çıkacağı tahmin ediliyor. Aşırı sömürüye açık, düşük ücretlerle ve oldukça kötü koşullarda çalıştırılan işçi sınıfı “Çin Mucizesi”nin bedelini ödemekte. Üstelik kamu hizmetleri ve sosyal güvencelerde ciddi kesintilere gidilmesiyle durum daha da vahim hale gelmekte. Otoriter merkezi kontrolle kenetlenmiş neo-liberal unsurları giderek daha çok içine alan piyasa ekonomisi, otoriterizm ile kapitalizmin birbirine uyumlu olduğunu da kanıtlamakta. Ekonomideki liberal uygulamaların aksine siyasi alanda demokratik alanları oldukça sınırlı olan Çin’de tek parti diktatörlüğü varlığını sürdürmekte. Yakın bir zamana kadar çalışma kampları bulunan Çin’de işçi sınıfının hakları yerlerde sürünüyor. Ülkede tek bir yasal devlet sendikası var. Patronlarla işçiler arasında arabuluculuk yapan bu sendikanın, patronların şartlarını işçilere dayatmak dışında bir işlevi yok.

yollarını sağlama alacak “Tek yol, Tek kuşak” projesini 2020-2050 arasında tamamlamayı planlıyor. Öte yandan iç tüketimi arttırmanın yollarını arıyor. Ancak iç tüketimi artırmak iş gücü maliyetlerinin düşürülmesi politikasıyla çelişiyor. Bu da mucizevî büyümesini yabancı sermayeye ve katma değeri yüksek ihracat girdilerini üretmeyi ucuz işgücüne borçlu olan Çin kapitalizmini zora sokmakta. Sermaye birikim krizinin yarattığı koşullarda siyasal istikrarsızlık ve ABD ile giderek kızışan jeopolitik mücadele “piyasa sosyalizmini” çok daha kırılgan hale getiriyor. Özellikle İngiltere’de Brexit ve ABD’de Trump’ın seçilmesi sonrasında ekonomide korumacılık ve devletleşme politikaları iki emperyalist güç arasındaki mücadelenin daha da sertleşeceğini gösteriyor. Uyuyan devi uyandırmak “Çin mucizesi”nin yaldızlarını biraz kazıdığımızda iç göçün yarattığı sorunlar ve giderek artan işsizlik ve yolsuzluğun yarattığı devasa toplumsal çelişkiler ve giderek kızışan sınıf mücadelesini görmek mümkün.

Mucizenin sonuna doğru

Özellikle 2007’den itibaren işçi hareketinde gözle görülür bir artış yaşanıyor. 2000’in başlarında daha çok devlet işletmelerinde görülen grev ve eylemlerin bugün özel kesime kaydığı görülüyor. İşçilerin taleplerinin %85’i mevcut hakları korumak yönündeyken, bugün, taleplerin %30’unu ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi oluşturmakta. 2000’de bir işçi eylemi devlet kontrolündeki medyada yer almazken, bugün eylemlerin %65’ine medya yer vermek zorunda kalmakta. İşçi hareketindeki bu canlanma ve hızlı büyümenin de olanak sağlamasıyla ücretlerde ortalama %50’lik bir artış gerçekleşti.

Son on yılda ortalama yüzde 10’luk büyüme rakamlarını yakalayan Çin, 2008 yılında ABD’de başlayan daha sonra da Avrupa’yı saran ekonomik krizden önemli derecede etkilendi. Çin istatistik bürosunun 2016 yılında yaptığı açıklamaya göre ekonomi yüzde 6,7 oranında büyüdü. Uluslararası koşullarda bu büyüme oranı oldukça iyi görülebilir. Ancak bu son 26 yılda gerçekleşen en düşük büyüme oranı. Bu nedenle Çin bir yandan arz ve tedarik

Öte yandan ikinci süper gücü haline dönüşen Çin, dünyanın en büyük işçi sınıfını yaratmış vaziyette. Ve kapitalist dünya sisteminin giderek artan çelişkileri bu devasa gücün harekete geçmesinin de zeminini yaratmakta. “Dünyanın Fabrikası” olarak adlandırılan bu milyarlık dev, egemenlerin tüm baskılarına rağmen harekete geçti ve geçmeye devam edecek. İşte o vakit Çin’de kapitalizmin sonu, dünya devriminin de başlangıcı olacaktır.


EMEK GÜNDEMİ

AÇLIK GREVCİLERİ ÖLÜM SINIRINDA: SORUMLUSU OHAL REJİMİDİR

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

İŞÇİLERİN BİRLEŞİK MÜCADELESİNİ GÜÇLENDİRELİM Referandumun kutuplaştırıcı atmosferi giderek dağılıyor. 1 Mayıs’ta pek çok yerde işçi örgütleri ortak 1 Mayıs kutlamaları gerçekleştirdiler. Enflasyonun ve işsizliğin hızla yüzde 15’lere doğru yükselmesi, işçi sınıfını birlikte mücadele konusunda daha da kararlı hale getiriyor. Enflasyon nedeniyle şimdiden ücretlerde önemli erimeler meydana geldi. Türk-İş Nisan ayında 4 kişilik ailenin açlık sınırını

Aylardır işlerine geri dönmek için eylemdeler. Ankara’da iki kamu emekçisinin aç-

lık grevlerinde dile getirilen talepler, KHK’larla işten atılan, açlığa itilen, işsizlik ve yoksullukla baş başa bırakılan tüm kamu çalışanlarının da talebi. Bu taleplerin karşılanması için ise referandum sürecinde açığa çıkan yüzde 48.5’luk oyun yarattığı moral havaya bağlı olarak tüm emek örgütlerinin, tüm KHK mağdurlarının, tüm ezilenlerin kitlesel demokrasi mücadelesinin örgütlenmesi gerekiyor.

1 Mayıs bu yönde bir ilk adımdı. Son bir haftadır birçok işyerinden direniş ve grev haberleri geliyor. OHAL rejimine ve KHK’ların yarattığı mağduriyetlere son verecek olan, bu kitlesel ve birleşik işçi mücadelesi ve eylemler olacaktır. Açlık grevini yapanlara değil ama grevle dayanışmak isteyenlere destek bir ölçüde kitleselleştiğinde polis müdahale ediyor. Öncelikle, açlık grevindekilere ve grevdekilerle dayanışmak için orada bulunanlara polisi müda-

halesine hayır! Dayanışmak için açlık grevini ziyaret edenlere saldırıya son!

1518 TL, yoksulluk sınırını 4945 TL olarak açıkladı. Asgari ücret 1400 TL, toplu sözleşme imzalanan işyerlerinde işçi ücretleri ortalama 1700-2000 TL ban-

n İnsanları açlık grevine sürükleyen OHAL rejimidir!

dında.

n KHK’larla yaşanan mağduriyetlere son verilsin! 15 Temmuz darbesinin örgütlenmesine bilfiil katılanlar dışındaki tüm kamu çalışanları işlerine iade edilsin!

ması mümkün, bu nedenle sendikaların toplu sözleş-

n Barış imzacılarını keyfi bir şekilde işten atan mantığa son verilsin!

FABRİKALARDAN, İŞYERLERİNDEN HABERLER

Bu yılın sonuna kadar enflasyonun yüzde 20’ye ulaşmelerde ücretlere en az yüzde 25 zam istemesi gerekiyor. Patronlar ise ekonomik durgunluk nedeniyle ücretlere zam yapmaya yanaşmıyorlar, örneğin Kocaeli Yıldız Sunta fabrikasında ortalama 1750 TL ücret alan işçiler geçen hafta greve çıktı. Türk-İş’e bağlı Ağaç-İş sendikasına üye işçiler 2010 yılından beri ücret zammı almadan çalıyordu. Şişe-cam ile Kristal-İş sendikası arasında yürütülen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden sonuç alınamadı, 7 fabrikada grev kararı alındı. Düzce’de TEKNOROT fabrikasının patronuyla Türk Metal arasında imzalanan sözleşmeye işçiler itiraz ettiler, direnişe başladılar. 1200 işçinin çalıştığı fabrikada işçiler ortalama 1760 TL ücret alıyorlardı, 500 TL zam istemlerine karşılık sendika 200 TL zamma imza attı. 2015’te Metal Fırtınası denen eylemlere damgasını vuran işçiler, bu yıl yeniden toplu sözleşme imzalayacaklar. 231 işyerinde 95 bin Türk Metal üyesini ilgilendiren toplu sözleşme Ağustos sonuna kadar imzalanmak zorunda, yoksa işçilerin grev hakkı doğuyor. İşçiler 2015 yılında kabul ettiremedikleri konuları hem sendikanın (Türk Metal’in) hem de patronların önüne

Yıldız Sunta işçileri mücadele. n Kocaeli Kartepe'deki Yıldız Sunta fabrikasında Türk-İş’e bağlı Ağaç-İş sendikasında örgütlü işçiler, toplu iş sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine greve çıktı. n Şişecam ile Kristal-İş arasında yürütülen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden sonuç alınamaması üzerine 7 fabrikada grev kararı alındı.

koyacaklar. Eylemler sonrasında işyerlerinde öncü işçi-

eylem düzenledi. n Düzce’de Türk Metal’in çok kötü şartlarda imzaladığı toplu iş sözleşmesine karşı Teknokrot fabrikası işçileri direnişe geçti. Direniş 3. günün sonunda asker-polis baskısıyla kırıldı.

ler işten atıldıkları için patronlar işçilerin bir şey yapamayacağını sanıyorlar. Ama gerçek durum bu değil. 2015’teki talepler bu toplu sözleşme döneminde karşılanmaz ise direnişlerin tekrar başlaması kaçınılmaz. Bu defa işçileri kimse durduramaz.

n İzmir’de patronun düşük ücret ve ikramiye teklifini kabul etmeyen Torbalı Form Mukavva işçileri 24 Mayıs’ta greve çıkmaya hazırlanıyor.

Gündemdeki önemli bir gelişme de Türk-İş, Hak-İş,

n Soma katliamının üçüncü yıl dönümünde birçok noktada eylemler yapıldı.

15 Temmuz darbe girişimi kınanırken, sonrasında hü-

n KESK üyelerinin İstanbul’da her hafta Bakırköy ve Kadıköy’de OHAL’e, KHK’lara ve ihraçlara karşı yaptığı eylemler sürüyor.

n Mardin'in Mazıdağ ilçesinde bulunan Eti Bakır A.Ş Fosfat tesislerinde çalışan işçiler kötü yemeklere karşı yine eylem yaptı.

lamalar da eleştirildi.

n İzmir Gaziemir’de Hugo Boss fabrikasından sendikaya üye olduğu gerekçesiyle atılan bir işçi için Teksif sendikası

- İzmir Ede Demir Çelik’te 400 işçi, 28 aydır maaş alamıyor. İş bırakma eylemleri ile mücadeleye devam ediyorlar.

n Petrol-İş sendikasıyla Gübretaş fabrikası yönetimi arasında süren toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanmasının ardından alınan grev kararı fabrikaya asıldı.

KESK ve DİSK’in OHAL uygulamalarına karşı ortak bildiri yayınlanması. Yayımlanan ortak açıklamada, kümetin KHK’lar aracılığı ile gündeme getirdiği uyguİşçilerin birleşik mücadelesi için koşullar hızla olgunlaşıyor, evet-hayır kutuplaşmasına kapılmaksızın birleşik mücadeleyi güçlendirmeliyiz.


10 YORUM

FRANSA’DA NELER OLUYOR?

TOPLANTI DUYURULARI İstanbul:

18 Mayıs Perşembe 19.00 Kadıköy

LATİN AMERİKA’DAN AVRUPA’YA RADİKAL SOL VE ANTİKAPİTALİZM

Foti Benlisoy - Tolga Tüzün

Serasker Cad., 88-90, Nergis Apt. Kat:3 Üsküdar

KIDEM TAZMİNATI: NASIL BİR MÜCADELE?

Çağla Oflas Daimler Pastanesi: Tunusbağı Cd. 46/B

19 Mayıs Cuma 19.00 Şişli

FRANSA: FAŞİST TEHDİT GEÇTİ Mİ?

Cem Aksoy Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey

25 Mayıs Perşembe 19.00 Üsküdar

NASIL BİR SOSYALİZM?

Dila Ak

Daimler Pastanesi: Tunusbağı Cd. 46/B

26 Mayıs Cuma 19.00 Fatih

Seçim sonrası Le Pen protetosu, Paris. ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ

Fransa’da 7 Mayıs’ta yapılan başkanlık seçimlerinin ikinci turunda Sosyalist Parti’den ekonomi bakanlığı yaptıktan sonra seçimlere bağımsız olarak giren Emmanuel Macron oyların %66’sını alırken, faşist Ulusal Cephe partisinin başkanı Marine Le Pen ise oyların %34’ünü alarak ikinci oldu. Seçimlere katılım 1969’dan bu yana görülen en düşük seviyedeydi, seçmenlerin yalnızca %75’i oy kullanırken oy verenlerin de %12’si geçersiz veya boş oy kullandı. Boş oy kullanmak, seçmenlerin başkanlık seçimlerinin son turuna kalan iki adaya da karşı çıktığı anlamına geliyor, bu oylar çoğunlukla yoksul bölgelerden ve solun güçlü olduğu yerlerden gelmişti. 2017 seçimlerinde ülkede ilk kez merkez sağ ve merkez solun adayları ikinci tura çıkamadı. Siyaset kutuplaşırken, adaylar politik düzenle aralarına mesafe koymaya çalıştı. Seçimin kazananı Macron, siyasette görece yeni bir yüz. Eski bir yatırım bankacısı olan Macron, finans sektöründen geliyor. Hollande yönetiminde 2014 yılında Ekonomi Bakanlığı’na atanan Macron sermaye yanlısı reformları savunmuştu. 2016 yılının Ağustos ayında istifa eden Macron En Marche adını verdiği bir hareket kurdu. Macron kendisini sağcı veya solcu olarak tanımlamıyor, “merkezci” kavramını da reddediyor. Macron AB yanlısı ve “aşırılık karşıtı” imajıyla Fransızlara istikrar vadediyor. Oysa onun politikalarını incelediğimizde kemer sıkma politikalarının devamını savunduğunu ve güçlü bir devlet istediğini anlayabiliyoruz; polis ve jandarmanın sayısının 10.000 arttırılması, 15.000 kişilik yeni hapishaneler inşa edilmesi,

savunma harcamalarının %2 arttırılması, işçi haklarının geriletilmesi, sermayenin önündeki engellerin kaldırılması. Macron’a oy verenlerin büyük bir kısmı Le Pen’in karşısındaki aday olduğu için ona oy verirken, onun politikalarını desteklediği için onu seçenlerin sayısı birkaç milyonla sınırlı kaldı. Fransa seçimleri 2012 yılında başkanlığa seçilen François Hollande’ın partisi Sosyalist Parti’nin oylarında muazzam bir azalma olduğunu gösterdi. Seçildikten sonra neoliberal politikaları uygulayan, iş yasasını değiştirmeye çalışan Sosyalist Parti 2012’de oyların %51’ini alırken, bu seçimin ilk turunda yalnızca %6 oy alabildi. Üstelik bu sonuçlar Hollande’ın popülaritesi yerlerde süründüğü için, partinin sol kanadından bir aday çıkmasına rağmen alındı. Seçiminde gücünü en çok arttıran aday ise faşist Ulusal Cephe partisinin başkanı Marine Le Pen oldu. 2012 seçimlerinin ilk turunda 6 buçuk milyon oy alan Le Pen, oylarını 10 buçuk milyona çıkardı. Ulusal Cephe herhangi bir popülist veya sağcı parti değil. 1972’de kurulan Ulusal Cephe’nin kökleri Cezayir’deki işkenceci askerlere, Nazilerle işbirliği yapan Fransız faşistlerine ve hatta Fransız Devrimi’ne karşı çıkan monarşist yanlılarına kadar uzanıyor. Marine Le Pen’in babası Jean-Marie Le Pen tarafından kurulan parti ilk yıllarda Yahudi düşmanlığına ve homofobiye ağırlık verse de bugün partinin asıl düşmanı Müslümanlar ve göçmenler. Ulusal Cephe Fransız Cumhuriyeti’ni ve Batı medeniyetini koruma söylemiyle hareket ediyor ve göçmenlerin sınır dışı edilmesini savunuyor. Parti daha çok taşrada güçlü olsa da eski sanayii kentlerinde ve beyaz işçi sınıfı arasında da güç kazanıyor. Fransa’nın

önemli liman kentlerinden olan Calais’te Le Pen oyların çoğunluğunu aldı, Le Pen buradaki mülteci kampının kapatılmasını savunuyordu. Ulusal Cephe bir yandan refah devletini savunup, Brüksel’deki AB bürokratlarının egemenliğine karşı çıktığını anlatırken diğer yandan göçmenleri ve Müslümanları günah keçisi haline getiriyor. Partinin aldığı oyları kullanarak kendi faşist örgütünü inşa etmeye çalışması ise uzun dönemde en tehlikeli seçenek. Ulusal Cephe’nin seçimlerle yoluyla kendisini toplumun gözünde meşrulaştırdığını ve aşırı sağ örgütlerin pek çok Avrupa ülkesinde içinde bulunduğu tecrit halini aştığı açık. Le Pen’in önünü açan bir başka faktör de ana akım partilerin ırkçılığı oldu. Sarkozy’nin 2012’de yabancı düşmanlığı üzerinden kampanya yapması, Sosyalist Parti’nin ırkçılığa karşı net durmaması Ulusal Cephe’nin önünü açtı. Ancak Fransa’da yükselen yalnızca faşistler değil. Sosyalist Parti’nin uyguladığı neoliberal politikalara karşı çıkan ve sol bir hat savunan Jean-Luc Mélenchon bu seçimlerde oyların yaklaşık %20’sini aldı. Melenchon işçi haklarının korunmasını ve genişletilmesini, yılda 360.000 avrodan fazla kazananların gelir vergisinin iki katına çıkarılmasını, bedava sağlık hizmetini savunuyor. Ancak Melenchon göçmenler konusunda çok net bir tutum alamadı ve daha önce göçmenleri Fransız işçilerinin “ekmeğini çalmakla” suçladı. Fransız Devrimci solu ise toplam 650.000 oy ile oyların %2’sini alabildi. Seçimlerde Le Pen’e karşı çıkan devrimci sosyalistler Macron’un da arkasına dizilmemişlerdi. Fransız sosyalistler şimdi hem Le Pen’e karşı antifaşist mücadeleyi sürdürmeyi hem de Macron’un işçi sınıfına yönelik saldırılarını püskürtmeyi amaçlıyor.

ROBOTLAR KAPİTALİZMİ YIKABİLİR Mİ?

Deniz Güngören

Ehibbâ Cafe Zeyrek Haydarbey Cd. No: 31 Şişli

NEDEN İŞÇİ SINIFI?

Betül Kasırga

Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey Ankara:

18 Mayıs Perşembe 18:00 YENİDEN ÇÖZÜM SÜRECİ MÜMKÜN MÜ?

Atilla Dirim

Konur Sokak 14/13, İmge Kitabevi Karşısı, Kızılay Tel: 05325254471 Tekirdağ:

19 Mayıs Cuma 19:00 OHAL’E VE KHK’LARA KARŞI MÜCADELE

Yasin Altıntaş

Sinemacılar Sokağı, No: 53/1 - Süleymanpaşa Telefon: 0 533 562 60 72 İzmir:

20 Mayıs Cumartesi 16:00 GREVLERDEN SOKAK EYLEMLERİNE: FRANSA 1968

27 Mayıs Cumartesi 17:00 DARBELER VE KARŞI MÜCADELE DENEYİMLERİ İsmail Çapar Karakedi Kültür Merkezi - Kıbrıs Şehitleri Caddesi 1462 sok. no:20/1 Telefon: 0 543 915 97 64


AKTİVİZM 11

GÖÇMEN KADIN İŞÇİLERİN ÇİLELİ HAYATI MELTEM ORAL Dünyada 200 milyon göçmen nüfus var ve

bunun yüzde 48’i kadınlardan oluşuyor. Toplamı birçok ülkenin nüfusundan daha fazla olan göçmenlerin ne kadarının kadın ve çocuk olduğu veya gündelik yaşam ve çalışma koşulları hakkında pek çok araştırma, bilgi, rakam bulmak mümkün. Ancak ne yazık ki üç milyon Suriyeli göçmenin yanı sıra Ermenistan, Afrika, Özbekistan gibi pek çok ülkeden gelen binlerce göçmen işçinin yaşadığı Türkiye’de net verilere ulaşma olanağı ne yazık ki sınırlı. Ancak göçmenlerin ve özellikle kadın göçmenlerin hayat koşullarının zorluğunu bu kısıtlı verilerden bile anlamak mümkün. Taciz, şiddet, cinsel saldırı, seks işçiliği ve ev işçiliği Türkiye’deki farklı ülkelerden gelen göçmen kadınların tamamının karşı karşıya kaldığı sorunların özeti. Kağıtsızlık söz konusu sorunlar karşısında göçmenleri güvencesiz kılan temel unsurlardan biri. Tecavüze uğradıktan sonra dövülerek öldürülen Ugandalı Violet Nantaba veya keyfi bir şekilde bir haftadan fazla gözaltında işkenceyle tutulan Özbekistanlı Madina gibi örnekler sadece öğrenebildiklerimiz. Herhangi bir hakkı olmayan kayıt dışı yaşayan ve ucuz iş gücü olarak kullanılan göçmen kadınlar toplumun en korunmasız ve dolayısıyla da saldırıya en

açık kesimi. Yapılan araştırmalarda göçmen kadınların tamamı tacize uğradığını söylüyor. Çalışma veya oturma izni olmayan kadınların şikayetçi olabilecekleri hiçbir mekanizma yok dolayısyla kendilerine dönük her türlü saldırı cezasız kalıyor. Bianet tarafından yayınlanan erkek şiddetinin 2016 çetelesine göre 6 Suriyeli kadın öldürüldü, faili belirsiz 31 şüpheli ölümün çoğunluğu ise Suriye, Rusya, Gürcistan ve Azerbeycanlı kadınlar. Göçmen kadınlar genellikle, hasta, yaşlı ve çocuk bakımı, temizlik gibi işlerde 300500 TL aylıkla, günde en az 10 saat sigortasız ve güvencesiz çalıştırılıyorlar. Her an sınır dışı edilme tehditi tüm bu koşulların kabul edilmesine ve saldırılara karşı sessiz kalınmasına neden oluyor. Kadınların birlikte güçlü olduğunu öğrendiğimiz pek çok deneyim yaşadık. Cinayet, şiddet, tecavüz davalarının ısrarlı takipçileri olmamız, cezasızlığı son erdiren pek çok önemli kararın çıkmasında etkili oldu. Bugün sahip olduğumuz hakları kazanmayı ve yeni saldırıları püskürtmeyi kadınlar olarak birlikte mücadele ederek başardık. Göçmen kadınların yalnız ve savunmasız olmadığını göstermek ve dayanışmak, hepimizle eşit haklara sahip olmalarını talep etmek için de gücümüzün esas kaynağı olan kadınların kolektif mücadelesini harekete geçirmek zorundayız.

MARKSİZM ATÖLYESİ’NDE ROBOTLAR VE YAPAY ZEKÂ KONUŞULDU Kadıköy’de yapılan Marksizm Atölyesi’nin ilk toplantısı 14 Mayıs Pazar günü Moda sahilinde yapıldı. Bülent Somay'ın konuşmacı olduğu atölyede "Artı-değer Teorisi: Robotlar ve Yapay Zekâ İşçi Sınıfının Yerini Alabilir mi?" konuşuldu. Somay insan evriminden başlayarak hızlı bir tarih turuna çıkardı katılanları. İnsanların alet kullanmayı öğrenmesi ile hayvanlardan ayrışmaya başladığını ve zamanla aletleri tasarlayarak üretim araçları üretimine geçtiğini anlattı. İnsanlık bundan yaklaşık 10 bin yıl kadar önce ise toprağı ekmeyi öğrenerek yepyeni bir döneme adım attı. Üretilen fazla ürün sayesinde yerleşik hayat ve kentler oluştu. Toprağın mülkiyeti beraberinde sınıfları, devletleri ve orduları oluşturdu. Bu hızlı insanlık tarihi anlatımından sonra kapitalizmde küçük işletmelerin ve sanayinin oluşumu sonucu işçi sınıfının ortaya çıktığını anlattı Somay. İşçiler basitçe emeğini satan

Dünyada en fazla göçmen kadın Suriye’den.

ve karşılığında ücret alan insanlardır. Ancak kapitalistler için aldıkları ücretten daha fazla değer üreten insanlardır. Bu artı-değere el koyan yine kapitalisttir. Üretim araçları teknolojisindeki değişim önce makinelerin daha sonra robotların üretim sürecine dâhil olmasına neden oldu. Bu durum zaman zaman işçi sınıfının sonunun geldiği artık üretimi robotların yaptığı iddialarına neden oldu. Oysa aynı arılar gibi sadece programlandıkları şeyi yapan, kendi soyutlama ve tasarlama yeteneği olmayan robotlar önceki makinelerden farksız bir şekilde kendilerini kullanan ve programlayanlara bağımlılar. Dolayısıyla da art-değer üretmiyorlar. Robotlardan, yapay zekâya geldiğimizde ise belirli sınırlar içerisinde tasarlama yeteneği olan robotlardan söz ediyoruz günümüzde. Ancak eğer insan gibi bilme, tasarlayabilme, soyutlayabilme ve en önemlisi etik sahibi olabilme özellikleri kazanabilirlerse gerçekten ya-

pay zekâdan söz edebileceğimizden bahsetti Somay. Bu gerçekleştiğinde ise aslında biyolojik yollarla doğmayan insan üretilmiş olacaktır. Somay, Asimov’ın bir romanında bir insan ile tek farkı ölümsüz olmak olan bir yapay zekânın BM’ye insan olma hakkı için başvurusu yaptığını ve başvurusunun ölümlü olmayı seçtikten sonra kabul edildiğini anlattı. Çünkü ölümlü olmayı seçerek aslında etik sahibi olabileceğini kanıtlamış olmuştu. Günümüzde bu tür yapay-insanlar geliştirmekten çok uzağız. Bir gün bu gerçekleşir ise ve hâlâ kapitalist toplum içerisinde yaşıyor olursak yapay-zekâların da aynı diğer insanlar gibi sendikalarda ve devrimci partilerde örgütlenmesi gerektiği üzerine yapılan konuşmalarla atölye sona erdi. Kadıköy Marksizm Atölyesi sonraki toplantılar: Ferda Keskin: Marks'ın Özgürlük Anlayışı Tarih: 28 Mayıs Pazar 15.00 Tolga Tüzün: Marksizmde Devlet: Devletsiz Bir Dünya Mümkün mü? Tarih: 4 Haziran Pazar 15.00 Sinan Özbek: Marksizmin Dünyayı Açıklama Yöntemi: Diyalektik Düşünce ve Tarihsel Materyalizm Tarih: 18 Haziran Pazar 15.00 Yer: Moda sahili. Moda çay bahçesinin merdivenlerinin aşağısı İletişim: 0533 447 9709 E-posta: marksizmakademisi@gmail.com


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

KIDEM TAZMİNATI İCİN , BİRLESİK , MÜCADELEYE CAN IRMAK ÖZİNANIR

ÇALIŞANLARIN ORTAK TALEBİ

AKP hükümeti, kıdem tazminatını kaldırmayı amaçladığını uzun zamandır söylüyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, 12 Mayıs’ta yaptığı açıklamada kıdem tazminatına ilişkin yol haritasının bu hafta içinde Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nda bakanlar düzeyinde ele alınacağını, 10 gün içinde de netleşeceğini söyledi.

Referandumla beraber değişen ruh hâlinin en önemli göstergelerinden biri 1 Mayıs gösterilerinin önceki yıllara göre çok daha kalabalık ve coşkulu geçmesi. Pek çok şehirde, özellikle de işçilerin 1 Mayıs’a daha yoğun katılım gösterdiği Gebze, Kocaeli gibi yerlerde 1 Mayıs’ın en net talepleri taşeron işçiliğe karşı iş güvencesi ve kıdem tazminatına dokunulmamasıydı. Bunun, referandum sonrası ortaya çıkan güven ile ilgisi olduğu kadar, yeni işçi kuşaklarının son birkaç yılda edindiği mücadele deneyimiyle de ilgisi var. Üç yıl önce Soma’da 300 işçinin bir iş cinayetinde hayatını kaybetmesinin ardından işçi hareketi, 2000’li yılların başlarından beri en yüksek seviyeye ulaşmış, 2015 yılında metal işçilerinin grevi bu hareketin en yüksek noktasını oluşturmuştu. Savaş ve OHAL koşullarında işçi hareketi biraz gerilese de, işçilerin hakları için mücadelesi 2015 öncesi bir noktaya gerilemedi.

Kıdem tazminatına dönük bu düzenleme patronları korumayı amaçlıyor ve işçilere dönük her alanda hayata geçirilen güvencesizleştirme politikalarının bir parçası. Hükümet, her ne kadar kıdem tazminatlarının fona aktarılması uygulamasını işçinin lehine bir uygulama gibi gösteriyorsa da, çalışanlar açısından çok büyük bir hak kaybı ortaya çıkacak. DİSK Genel Başkanı Kani Beko’nun açıklamasına göre, Bireysel Emeklilik Sistemi ile birlikte ele alınan ve işçilerin birikmekte olan kıdem tazminatının Bireysel Emeklilik Fonu’na aktarımını öngören düzenleme ile emeklilik yaşına gelen işçiye yapılacak ödeme yarı yarıya düşecek. Geçirilmeye çalışılan hâliyle kıdem tazminatı düzenlemesi, iş güvencesine de bir saldırı. Hükümet, düzenlemeyi işçilerin kıdem tazminatını kaybetme korkusu olmadan kolaylıkla iş değiştirebileceği, haklarının korunacağı gibi bir uygulama olarak anlatıyor ancak gerçekte olan patronların üzerindeki kıdem tazminatı yükünü hafifleterek işten çıkarmaları kolaylaştırırken, işçilerin güvenceli bir işe sahip olmadığı, sürekli olarak iş değiştirdikleri dolayısıyla fona devredilen kıdem tazminatının işçi emeklilik hakkını kazanana kadar eridiği bir güvencesizlik düzeni öngörülüyor. Eğer hükümet, işçilerin haklarını düşünüyor olsaydı hâli hazırda kıdem tazminatlarını alamayan taşeron işçiler için bir düzenleme yapardı, oysa mevcut işçileri tazminatlarını fona devretmeye özendirirken, bugünden sonra çalışma yaşamına başlayacak herkes zorunlu olarak bu sisteme dâhil edilecek. Bu saldırı işçi sınıfı açısından ciddi bir yıkım anlamına geliyor ve sendikaların birleşik mücadelesi ile püskürtülmesi şart.

REFERANDUM SONRASI Referandumda yüzde 49’a yakın Hayır oyunun çıkması, başta üç büyük şehir olmak üzere pek çok büyük şehirde Hayır’ın önde olması iktidar blokunu bir meşruiyet krizine sürüklerken, sokaktaki muhalefete güven verdi. Özellikle hükümetin yüksek oy aldığı mahalleler ve şehirlerde Hayır oylarının yüksekliği, hükümetin kendi tabanı olarak gördüğü insanları etrafında birleştirmekte zorlandığını gösteriyor. Referandumdan bu yana sokaktaki eylemlerin sayısında bir artış gözlemlenebiliyor. Önce bombalı saldırılar, sonra darbe girişimi ve OHAL ile ortaya çıkan çekingen ruh hâli referandumdaki Hayır oylarıyla beraber geri çekilmeye başladı. Hükümetin, yeni düzenlemeye

toplumun önemli bir çoğunluğunu ikna edememiş olması kendileri için bir kriz anlamına gelirken, ezilenler için yeni olanaklar anlamına gelebilir. Bu, hükümetin baskıyı azalttığı anlamına gelmiyor elbette. Krize giren iktidar bloku kendi içinde kavgaya tutuşurken, işçilere, barış isteyenlere, demokratlara gösterdikleri sopayı bir an bile ellerinden bırakmıyor. Referandumun sonrasına bıraktıkları kıdem tazminatı, 657 gibi düzenlemeler bu sebeple bugün karşımıza geliyor. 29 Nisan’da çıkan KHK ile 3 bin 974 kamu çalışanı ihraç edildi. Hükümet, güvencesizleştirmeyi derinleştirerek ve işçi sınıfı üzerindeki baskıyı arttırarak hem kendi krizini aşmaya, hem de sermayeye güven vermeye çalışıyor.

Kıdem tazminatına dönük saldırıyı engellemek için sendikaların birleşik bir mücadele çizgisi geliştirmeleri gerekiyor. DİSK ve Türk-İş, kıdem tazminatını kırmızı çizgileri olarak gördüklerini daha önce defalarca dile getirdiler, şimdi referandum sonrası doğan güven ile işçileri mücadelede birleştirmeleri bu saldırıyı durdurmanın tek yolu. Ancak kıdem tazminatı gibi büyük bir saldırıyı durdurmanın yolu sadece Hayır oyu veren işçileri birleştirmekten geçmiyor. Her iki sendikanın, özellikle de Türkİş’in tabanında Evet oyu veren çok sayıda işçi var. Sendikaların varlığının altını oyan bu düzenlemeye karşı Evet veya Hayır oyu vermiş olsun, tüm işçileri birleştirecek bir mücadele çizgisi izlemek hem sendikalar, hem de işçiler açısından öncelikli bir mesele. Bunu takiben işçi sendikaları ile memur sendikaları güvencesizleşmeye karşı genel bir kampanya içinde bir araya gelirse, OHAL’e, grev yasaklarına, KHK’lara, taşeronluğa yaslanan bütün çalışma yaşamında emekçiler lehine kazanımlar elde etmek mümkün.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.