Sosyalist işçi 598

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

598

31 Mayıs 2017 3 TL. sosyalistisci.org

KIDEM TAZMİNATIMA

DOKUNMA NURAN YÜCE:

OZAN TEKİN:

SAVAŞ ÖRGÜTÜ NATO’YA HAYIR! sayfa 8

İKLİMİ DEĞİL SİSTEMİ DEĞİŞTİR sayfa 11


2

GÜNDEM

ŞİMDİ EMEK PLATFORMU ZAMANI 1980 sonrası Türkiye tarihi, küresel sermayenin ana eğilimlerinin hayata geçirilmesinin tarihi bir bakıma. Darbeden sonra, 1989 Bahar Eylemleri’yle toparlanan işçi sınıfı, hem darbenin ekonomik ve siyasi uygulamalarına sert bir yanıt verdi hem de hareketin içinden yenilenmiş bir Türk-İş liderliğinin ve işçi sınıfının bir parçası olduğunun ve böyle hareket etmesi gerektiğinin farkına varan kamu çalışanları mücadelesini çıkarttı. 1980’li yılların sonundan itibaren, Türkiye kapitalizmi bir kaynak krizi yaşamaya başladı. Kaynak bulmak için, küresel piyasalara borçlanmanın yanı sıra, kamu sektörüne yüklenme politikasını çok sert bir şekilde hayata geçirdi. Bu politikanın bir nedeni de işçi sınıfının darbeden sonra toparlanan gücünü tırpanlamaktı. Kaynak krizi, hızla kamunun özelleştirilmesi ve “devlet memurlarına” bir saldırı politikasıyla giderilmeye çalışıldı. Saldırı yıllarca sürdü. Özelleştirme, bu saldırının simge adı oldu. Özelleştirme politikalarını savunan bütün hükümetler, aynı anda üç işlevi görmeye çalıştılar. Küresel kapitalizmle uyum, IMF politikalarını harfiyen uygulamak, yani kamusal tüm zenginliğin özel sermayeye aktarılması. Kaynak krizine yanıt bulmak ve üçüncüsü,işçi sınıfının örgütlenmesini zayıflatmak, başarabilirse örgütlenmelerini işlevsiz kılmak. 1990’lı yılların “küreselleşmeyle yatıp küreselleşmeyle kalkan” aklı evelleri, sendikaların ömrünü doldurduğunu, işçi sınıfının gücünü yitirdiğini savunan bütün tırnak içinde muhaliflerle beraber, dünya hükümetlerinin dünya sermaye sınıfı adına dünya emekçilerine saldırı hamlesinin bir ve aynı şekilde tekrarı anlamına gelen bu özelleştirme furyasının işçi sınıfı hareketinde yaratacağı tahribatın derinliğini göremediler. Ama 1980 sonrası sadece zenginliğin sermayeye devri için hükümetlerin yaptığı hamlelerin değil aynı zamanda bu hamlelere karşı işçi sınıfının kelimenin tam anlamıyla şanlı mücadelelerinin de tarihidir. Kamu çalışanlarının mücadelesi, KESK’in sokakta, direne direne kurulması ve en nihayetinden Emek Platformu’nun örgütlenmesi, Emek Platformu’nun işçi sınıfının bütününü harekete geçirme yeteneği taşıması, bu birleşik özelliğinin tek tek sendika konfederasyonlarına daha da büyük bir güç vermesi 1990’lı yılların kısa özeti gibidir. AKP hükümetleri, kendisinden önce göreve gelen hükümetlerden devraldığı özelleştirme hamlesini zirveye çıkarttı. Daha önceki hükümetlerin zaman zaman akıllarından geçirdiği ama işçi sınıfının en temel güvencesi olan, tek tek kadın ve erkek işçilerin onuru olarak gördüğü Kıdem Tazminatı hakkına yönelik saldırı ise şimdi gerçekten gündeme girdi. Sadece özelleştirmelerin değil, işçilerin çok sayıda hakkının sermaye lehine budandığı bir dönemde, Kıdem Tazminatı’yla güvence altına alınan haklara dokunulması, en önemli kazanımımızın da sermayeye devredilmesi anlamına gelir. Bu yüzden şimdi, tüm kutuplaşmacı tezleri, yaklaşımları bir kenara bırakmanın ve Emek Platformu’nu yeni döneme uygun bir şekilde inşa etmenin zamanıdır.

PATRONLARA TAHLİYE GAZETECİLERE HAPİS İstanbul belediye başkanı Kadir Topbaş'ın damadı, iş adamı Ömer Kavurmacı'nın tahliyesi, büyük bir tartışmayı ateşledi. Bank Asya kurucularından Kavurmacı, Gülen'i destekleyen ve darbeyi finans ettiği söylenen iş adamlarından sadece biri. Şirketlerine kayyum atanan birçok işadamı, yurtdışına çıkışı yasağı ve adli kontrol getirilerek ard arda tahliye edildi. Bu holdinglerin “şeytani” marifetlerini sergileyen hükümet yanlısı medya suskun. Fakat darbe karşıtları ve 15 Temmuz sonrası yaratılan “FETÖ'ye karşı topyekun savaşın” ateşli taraftarları rahatsız. Ömrü Fethullahçılarla mücadeleyle geçmiş kemalist gazeteciler tutuklanırken, Fethullahçı olduğu aleni olan patronların korunması ile oluşan rahatsızlıklar, yerli-milli ittifaka da yansıdı. MHP lideri Bahçeli, fırsat bu fırsat diyerek Kavurmacı'nın tahliyesine açıkça karşı çıktı. Cumhurbaşkanı dönüp Bahçeli'ye yanıt vermek zorunda kaldı. Bunun yargının işi olduğunu söyleyen Erdoğan, tahliye gelmediğine dik-

CHP NEREYE BAKIYOR? Başkanlık sistemine kategorik olarak karşı çıktıklarını söyleyenler, sandıklar kapandıktan sonra bu sistemde başa geçmek için atağa kalktı. 'Yüzde 49 hayır bloktur, bir arada tutalım. Eğer ortak bir aday gösterirsek, bu aday 2019'da evet'ten de oy alarak kazanabilir.' Ulusalcı Baykal'ın önerisi ile harekete geçen Kılıçdaroğlu 'hayır' oyu veren partileri dolaşıyor. Anti-semit Saadet'e, ulusalcı Vatan'a, tabela partisi ANAP'a gitti. Fakat mecliste üçüncü büyük gruba sahip olan, ‘hayır’ kampanyasının en önemli bileşeni olan HDP'ye henüz uğramayı düşünmüyor. Tıpkı 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MHP'li İhsanoğlu'nun çatı adayı olarak dayatıldığı ve Demirtaş'ın karşısına çıkartıldığı süreç gibi. Sol bir parti olması beklenen kemalist CHP, sola, demokratik ve özgürlükçü güçlere değil sağa bakıyor. Sosyalistler ise 2019 hesaplarına ve sandığa değil mücadeleye bakıyor. Emekçilerin ortak acil talepleri için bugün mücadele etmeleri ve evet-hayır bölünmesini bu mücadeleyle aşmaları, karşımızı çıkacak her türden baskı ve saldırının engellenmesi için tek güvencemiz.

kat çekerek dışarıdan adli kontrolü savundu. Eğer bir işadamıysanız FETÖ davasından tahliye edilebilirsiniz. Peki Ahmet Altan'ın suçu ne? Sırf Ergenekoncular tatmin olsun diye mi orada tutuluyor? Cumhuriyet gazetesi yazarlarının suçu ne? Fethullahçı olmadıkları halde neden tahliye edilmiyorlar? Darbecilerin her zaman hedefi olmuş Kürt gazetecilerin neredeyse hepsinin tutuklanması, darbe ile mücadelenin neresinde duruyor? Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın açıklamasına göre şu an itibarıyla 161 gazeteci ve medya çalışanı hapiste. Fakat Kavurmacı sokakta! OHAL bahanesi ve KHK'larla işten atılan emekçilerin uğradığı haksızlıklar ne zaman düzeltilecek? Görülüryor ki Ak Parti'nin önceliği OHAL mağduru emekçilerin sorunlarını çözmek değil, kendisine bağlı, yakın ya da bağlılık gösteren işadamlarını bir an önce hapisten çıkarmak. İhbar ve tutuklatma yarışmalarında kimlerin kazandığı, kimlerin kaybettiği ortada. OHAL ve keyfi tutuklamalar son bulmalı!

AVRUPA İLE GERİLİM SUNİYMİŞ

Darbe girişimini izleyen aylar boyunca ABD'ye karşı ateşli nutuklar dinledik. Hükümet gitti, 15 Temmuz'u açık açık destekleyenlerin ekibinde yer aldığı Trump ile uzlaştı. Referanduma kısa bir süre kala bu kez Avrupa’yla kriz başladı. Toplantılarının engellenmesini bahane olarak kullanan Erdoğan ve hükümet, ortalığı ayağa kaldırdı. Bugün ise Avrupa Birliği ile sorunların çözümü için 12 aylık bir takvimde anlaştılar. Görülüyor ki emperyalist devletlerle Türkiye'nin arasındaki sorunlar suni. Ak Parti de önceki hükümetler gibi göze girmenin, uzlaşmanın peşinde. Peki ya yaratılan gerginlik ve nefret atmosferinin bedelini kim ödeyecek? Belçika'nın Neerpelt şehrinde dönercilik yapan Ali Fakıoğlu, gece iş yerini kapattıktan sonra evine dönerken, yolunu kesen kalabalık grubun saldırısna uğradı. Irkçı semboller taşıyan grup Fakıoğlu'na "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı seviyor musun?" gibi sorular yöneltti. Saldırı esnasında birçok darbe alan Ali Fakıoğlu'nun başına ve kaşına çok sayıda dikiş atıldı. Avupa'da ırkçılar ve faşistler, zaten Müslüman ve göçmen düşmanlığıyla örgütleniyor. Avrupa'da yaşayan Türkiyeli seçmenlerden gelecek oy ve burada milliyetçilikle 'evet'i konsolide etmek için çıkarılan suni krizin bedelini bir göçmen işte böyle ödedi. Burada milliyetçiliği güçlendiren, Avrupa'da göçmenleri zor durumda bırakan ve Avrupa emekçileri arasında bölünmeye neden olan yerli-milli gergin dış siyasetten vazgeçilmeli!


GÜNDEM

DARBE DAVALARI SULANDIRILIRKEN

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

SURİYE’DE BİR SEN EKSİKTİN NATO!

Birçok gazeteci NATO tarihini anlatırken, kaçınılmaz bir şekilde kontgerilla tarihine de değinmek zorunda kalıyor. NATO, gerçekten de kontrgerilla faaliyetleriyle, bir dizi ülkede askeri darbeleri doğrudan koordine eden bir askeri örgüt. Küresel bir baş belası. İşin aslı, NATO, küresel bir cinayet örgütlenmesi.

Mahkemeye çıkartılan darbeci generaller. Ergenekon ve Balyoz davalarında ya-

şananlar yeniden tekrarlanıyor. Davalar, 15 Temmuz darbe girişimi sulandırılıyor. Hemen tüm siyasi odaklar 15 Temmuz darbesinin sulandırılmasında eşit paya sahip. Darbeleri Araştırma Komisyonu 15 Temmuz’da TBMM’de kurulan Darbe Araştırma Komisyonu’nun gecikmeli raporu geçtiğimiz hafta Komisyon Başkanı ve AKP milletvekili Reşat Petek’in yaptığı bir basın açıklamasıyla kamuoyuyla paylaşıldı. Basın açıklamasında öne çıkan vurgular şöyle toparlanabilir: 1. Darbe bir FETÖ girişimidir, 2. Bir binbaşının ihbar etmesi nedeniyle erkene çekildiği için başarı kazanamamıştır, 3. Fethullah Gülen yaklaşık 40 yıldır böyle bir darbeye hazırlanmaktadır, 4. Darbe önceden haber alınamadığı için bir istihbarat zafiyeti olduğu açıktır. Komisyon, darbe girişiminin erkene çekilmesinin yarattığı telaşın darbenin başarılı olmasını engellediğini ilan etti. Fakat, yapılan iki vurgu 15 Temmuz’un bizzat darbeyi araştırmakla yükümlü komisyon tarafından bile sulandırıldığını gösteriyor. Birisi, 15 Temmuz darbesi, tek başına bir Fethullahçı darbeci girişimi değildir. 15 Temmuz omurgasını Fethullahçı darbecilerin oluşturduğu bir darbe koalisyonunun girişimidir. Komisyonun ikinci sulandırma girişimi ise darbe-

nin siyasi ayağına ilişkin bölümde Reşat Petek’in tutumuyla açığa çıktı. Petek, çok eski bir makbuzu gösterdi. Makbuza göre Gülen 1967 yılında CHP’ye 5 bin TL bağış yapmış görünüyor. Petek, hem basın açıklamasının devamında hem de daha sonra CHP’nin darebeyle ilişkisi olduğu anlamında değil Fethullahçı darbecilerin birçok siyasi partiyle ilişkilerinin kanıtı olduğu için belgeyi gösterdiğini söylese de, 15 Temmuz darbe girişimini CHP adını vererek anlatmak, darbe girişimini sulandırmaktır. “Kontrollü darbe” teorisi 15 Temmuz’u sulandıran bir başka yaklaşım ise CHP lideri Kılıçdaroğlu tarafından 16 Nisan referandumundan önce de dile getirilen, “kontollü darbe” yaklaşımı. Bu yaklaşım da 15 Temmuz darbe girişimini küçümsüyor. 15 Temmuz’dan sonra AKP-MHP ortaklığıyla gündeme gelen ve demokratik alanda elde kalan birçok kazanımı budayan OHAL uygulamaları, KHK’lar ve alakasız birçok insanıın FETÖ’cü suçlamasıyla tutuklanması gibi gelişmeler, özetle hükümetin 15 Temmuz darbe girişiminden sonra anti demokratik uygulamaların dozajını artırması Kılıçdaroğlu’nun iddiasına ikna edici psikolojik bir zemin hazırlıyor. Fakat, 15 Temmuz’un karanlıkta kalan yönleri ayrı bir konu, 15 Temmuz’un

hükümet tarafından kontrol edilen, arkasından gelen uygulamalar için planlanan bir girişim olduğunu iddia etmek bambaşka, 15 Temmuz darbe girişmini sulandıran bir yaklaşım. Darbecilerin yaklaşımı Darbeyi sulandıran bir önemli kesim de bizzat darbeciler. Bir dizi 15 Temmuz davası başladı. İddianameler hazırlandı. Bu davalarda yargılanan darbecilerin konuşmalarına göre, hiçkimse darbeci değil! Henüz darbe girişmindeki rolünü üstlenen bir darbeciye rastlanmadı. Tıpkı Ergenekon davaları sürecinde olduğu gibi, Ergenekon’un da en önemli özelliği kamuoyunu varolmadığına ikna etmesiydi. 15 Temmuz darbe koalisyonu ve bu koalisyonun başını çeken Fethullahçı darbeciler de şimdi aynı yol haritasını izliyor. Ergenekon sürecinde, “Ergenekon yetmez! Tüm darbeciler yargılansın” diyeceğine Ergenekon’u aklayanlar ve Ergenekon davalarına kendi sinsi planlarını ekleyerek bu davaların akamete uğramasına neden olanlar gibi, şimdi de 15 Temmuz darbe koalisyonu görünmez hale getiriliyor. Buna dur demek zorundayız. Bu ise öncelikle demokrasinin yeniden devreye girmesiyle mümkün olabilir.

2012 yılının Mayıs ayında ABD’nin Chicago kentinde yapılan NATO zirvesi sırasında, bizler de Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu bileşenleri olarak bir basın açıklamasıyla bu kurumu protesto ederken şunları vurgulamıştık: “Dünya askeri harcamalarının %62’sini, bir savaş makinesi gibi davranan NATO, yapıyor. Küresel ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde, NATO bütçesinin yaşam standartlarının düşürülmesi, ücretler ve sosyal haklarda yapılan kısıntılarla karşılanması bir insanlık suçudur.” Geçen hafta Brüksel’de gerçekleşen zirvesinde, Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü (NATO), IŞİD karşıtı koalisyona katılma kararı aldı. Böylece, hemen her askeri yapının girdiği Suriye ve Irak’a, IŞİD bahanesiyle NATO da dahil olmuş oldu. Bu, kuşkusuz, IŞİD karşıtı mücadeleyi, küresel emperyalist hegemonya mücadelesinin bir aparatı olarak değerlendiren ABD’nin ısrarıyla gerçekleştirilen bir hamle. Böylece ABD IŞİD’e karşı kendi etrafında kurduğu ve adına koalisyon dediği bir ittifakın yanı sıra, yılların küresel polislik faaliyetinde uzmanlaşmış örgütü olan NATO’nun bütün desteğini de alacak. NATO şimdi bu insanlık suçlarına bir yenisini eklemek için, Trump ABD’sinin peşinden Suriye’de askeri olanaklarını harekete gteçirecek. Ne kadar, NATO’nun savaşmayacağı, lojistik destek vereceği söylense de ABD’nin batı ülkelerinin askeri liderliğinin şemsiye örgütü olarak kurulan bu yapının Suriye’deki varlığı, Suriye’de her geçen gün derinleşen çelişkilerin tımanması anlamına gelecek. Dünyanın farklı ülkelerinde sayıları 750’yi bulan askeri üsleriyle ABD, askeri üstünlüğünü şiddet uygulayarak korumaya çalışıyor. NATO zirvesi ABD’nin bu gücünü korumak için her zamankinden daha yoğun bir şekilde ısrar edeceğini gösterdi. Öte yandan NATO’ya eleştirel olan Trump’ın müdahaleleri, Almanya’nın Trump’a yanıtları, emperyalistlerin kendi aralarında çelişkilerin su yüzüne çıkan kısmı. Türkiye’de ise ömrünü NATO’nun dağıtılması için kampanyalarda geçirenlerin, NATO’dan hangi tavizlerin kopartıldığıyla ya da Avusturya’nın Türkiye’nin vetosu nedeniyle NATO işbirliğinin sona ermesinden mutluluk duyması bize şunu gösteriyor: savaş karşıtlığı antikapitalist bir içerik taşımayanlar savaş örgütlerinden medet ummaya sürüklenebilirler.


4

DÜNYA

DÜNYA BANKASI'NDAN HERKESE MEZARDA EMEKLİLİK TALEBİ

G7 ZİRVESİ: SAVAŞTA ANLAŞTILAR

Sicilya’daki G7 protestosuna biber gazla müdahale. İtalya'nın Sicilya adasındaki Taormina'da başlayan G7 zirvesinde, terörle mücadele için yeni bir eylem planınında anlaşılarak ortak bir deklarasyona imza atıldı. Belgede internet şirketleri ve sosyal medya devlerinin “terörist içerikleri” belirlemek ve kaldırmak konusunda daha çok şey yapmaları gerektiği belirtildi. İklim değişikliği sorunu

Jakarta’da protesto: Dünya Bankası kapatılsın! Neo-liberal politikalar ve bunları uygulayan partiler krizde, fakat Dünya Bankası sermayenin sınırsız tahakkümünü önermekten geri durmuyor. Emeklilik yaşının 70'e çıkartılmasını istiyorlar. Son yirmi yılda emeklilik yaşları yine IMF ve Dünya Bankası'nın baskısıyla ortalama 15 yıl artırılmıştı. Dünya Bankası neden emekçilerin ölene kadar çalışmasını istiyor? Kendilerine göre bunun sebebi ekonomiler üzerindeki baskı. Yani emeklilik maaşı ve sosyal güvenlik harcamaları onlara göre ekonomi dışı! Dünya Bankası ideologları eğer emek-

lilik yaşı 70'e yükseltilmezse bunun küresel ısınma gibi bir sorun yaratacağını söylerken utanmıyor. Dünyanın en büyük emeklilik sistemlerine sahip altı ülkesi; ABD, Japonya, Avustralya, Kanada, Hollanda ve İngiltere'deki duruma gösteren Dünya Bankası raportörleri, işçilerin emeklilik yaşamı sürdürmesi ve tasarruf yapılmadığı takdirde büyük bir krizin yaşanacağını söylüyor. Rapora göre söz konusu sekiz ülkede emeklilik sistemindeki açık 2050'ye kadar 70 trilyon dolardan 400 trilyon dolara çıkacak. Altı büyük ekonominin emeklilik ve

sosyal güvenlik sistemlerindeki sorunların nedeni, 1980’den beri uygulanan, bu alanı özel şirketlere açan sermaye politikaları. Sosyal güvenliğin özelleştirilerek çökertilmesi. Bu durum Çin ve Hindistan gibi işçi karşıtı uygulamaları acımasızca yapan iki devlet için de geçerli. Açığı kapatmanın yolu kapitalistlere göre işçilerin ölene dek çalışması. Oysa başka bir yol var: Sınırsız servetlerine servet katan zenginlerin, kazançlarına göre vergi ödemesi. Dünya Bankası bu hedefe ulaşabilecek mi? İşçilerin uzlaşmak yerine mücadele etmeyi seçtiği bu dönemde zor.

Trump, ABD’nin Paris’te imzalanan iklim değişikliği anlaşmasından çıkmak istiyor. Hal böyle olunca zirveye katılanlar iklim değişikliği konusunda ortak bir noktada anlaşamadılar. İtalya başbakanı Gentiloni, “Paris iklim anlaşması tartışması halen havada asılı duruyor. Ancak içeride tekrar değerlendirdikten sonra ABD'nin de anlaşmaya bağlı kalmak isteyeceğine eminiz” dedi. Brexit ve Trump Başkan Trump ve İngiltere Başbakanı Theresa May, karşılıklı ticaretin geliştirilmesi yönünde çabaları sürdürecekleri sözü verdiler. Bu adımlar arasında bir "Brexit sonrası ticaret anlaşması" da var. Trump, İngiltere'nin AB'den ayrılma (Brexit) yönündeki kararını desteklediğini söyledi. Trump'ın Rusya'ya Ukrayna krizi sonrası konulan yaptırımları kaldırıp kaldırmayacağı ise toplantılarda bir netlik kazanmadı. G7, sona erdiği saatlerde, 1500 kadar kadar insan G7’yi protesto etti. “G7’ye hayır” pankartları taşıyan göstericilere polis biber gazıyla karşılık verdi. Bazı protestocular yaralandı.

VENEZUELA: SOLCU BAŞKAN KRİZDE SAĞCI MUHALEFET SOKAKLARDA DAVE SEWELL

Venezuela’da üç yıl içinde ikinci kez, sağcıların şiddet içeren eylemleri siyasal bir krizi tetikledi. En az 29 kişi öldürüldü. Hugo Chavez’in ardından başkanlık görevine gelen Nicolas Maduro eylemlere anayasayı yeniden yazma planlarıyla karşılık verirken, iktidara kin besleyen eski seçkinler ve onların emperyalist destekçileri ekonomik krizi istismar ediyor. Venezuela’nın petrol ihracına dayalı ekonomisi 2014 yılında petrol fiyatlarının düşmesinden bu yana hızla kötüye gidiyor. Enflasyon %400’e ulaşırken, kamu borçları iflasa doğru gidiyor. Sıradan insanlar için

bu durum, temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığı demek. Ancak sağcı muhalefet sadece işlerin daha kötüye gitmesine neden olabilir. Sağcı göstericiler yolların bloke edilmesi, ateş yakılması, kamu binalarına saldırılması, sokak çatışmaları ve hatta hükümeti destekleyenlere yönelik suikastler gibi yöntemlere başvuruyor. Muhalefetin liderleri, 1989’da Caracazo katliamında göstericileri öldürenlerin ve 2002’de Chavez’i darbeyle devirmeye çalışıp başarısız olanların devamcıları. Sağcı Venezuelalı gazeteci Hugo Prieto New York Times gazetesine yazdığı bir yazıda niyetlerini açık

etti. Prieto “alternatifin, bir ulusal birlik hükümeti kurmak için askeri bir müdahale gerçekleşmesi” olduğunu yazdı. ABD Başkanı Donald Trump Venezuela ekonomisine yönelik geniş kapsamlı yaptırımları gözden geçirdiğini açıkladı. Şu an için ABD, Venezuelalı bazı kişi ve firmalara yaptırım uyguluyor. Yaptırımlar sıradan Venezuelalıların yaşamını daha da zorlaştıracak. Üstelik bu yaptırımlar ABD’nin bir zamanlar kendisine bağımlı diktatörlükler yoluyla egemenlik kurduğu bir bölgede, yeniden etkin olmasına neden olabilir. Hükümete destek için yapılan büyük eylemler de oluyor. Ancak yoksul ve gele-

neksel olarak Chavez’e oy veren pek çok bölgenin de Maduro’ya karşı olan muhalefete katıldığı haberleri de geliyor. Sağcılar ve onların ABD’deki müttefikleri bütün kıtadaki sıradan insanların düşmanları. Ancak Maduro’nun krize karşı önerebileceği pek az şey var. 1 Mayıs’ta asgari ücrete %60 zam yapıldığı açıklandı. Bu kulağa etkileyici gelse de ülkedeki enflasyon ve karaborsa düşünüldüğünde pek bir şey ifade etmiyor. Maduro’nun ana stratejisi orduya ve baskıya daha çok ağırlık vermekti. Askerleri sokağa yerleştirdi, insanları mahkemeye çıkarmadan keyfi olarak hapse attırdı ve paramiliter terör grupları kiraladı.


TARTIŞMA

5

‘BUNUN KARŞISINDA DURABİLECEK ŞEY GERÇEKTEN BİRLEŞİK BİR EMEK MÜCADELESİ’

16 Nisan referandumunun ardından toplumun ikiye bölündüğü bir siyasi iklim içindeyiz. Hükümetin elindeki tüm olanaklara rağmen istediği sonucu, “anlamlı evet” sonucunu alamadı. “Kılpayı bir evet” çıktı. Eşitsizliğin kökleşmesi anlamına gelen OHAL koşullarında girilen referandum yarışından her şeye rağmen moralle çıkan “Hayır” diyenler oldu. Sosyalist İşçi geçen sayıdaki gibi aktivistlere sordu: Referandum sonuçları için ne düşünüyorsunuz ve içine girdiğimiz bu dönemde mücadele perspektifi nasıl olmalı?

“HER ŞEY BİTMEDİ”

“YERLİ MİLLİ KIRILGAN BİR İTTİFAK”

“TABANDAN GELEN SİVİL BİR ANAYASA”

CAN IRMAK ÖZİNANIR (Barış bildirisi imzacısı, ihraç edilen akademsiyenlerden): Referandum ve sonrasında iktidar blokunun kendini içinde bulduğu kriz, aslında var olan yerli-millî ittifakın ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Bu genel anlamda da bir krize işaret ediyor. 15 Temmuz’dan sonraki süreçte, dünyadaki ekonomik krizin yanında Türkiye’de devletin krizine şahit olduk. Bu ittifakın bir araya gelebilmesini sağlayan şey de devletin içindeki farklı unsurların bu krizi aşma, devletin bekasını koruma arzusuydu.

LEVENT PİŞKİN (Aktivist ve avukat): AKP’nin ya da MHP’nin oyları düştü mü? Emin değilim. Sadece seçmen “Bu kadar yetkiyi ne yapacaksın” diyerek mesaj verdi diyebiliriz. Dolayısıyla durum buradan okunabilir. Referandum destek düştü mü düşmedi mi, bunu ölçmenin aracı değil. Otoriter rejimlerin meşruiyetlerinin ve iktidarlarının devamını sağlamak için en sık başvurduğu yöntemlerden bir tanesi. Mücadele açısından yine bir şey umuyor değilim aslında, dolayısıyla doğru insana mı sordunuz emin değilim ama %49’u birleştirecek bir mücadele zor görünüyor, Kürt Sorunu gibi temel bir sorun varken. O %49’un içindeki milliyetçi kitle düşünüldüğü zaman, böyle bir kitleyi birleştirmenin zor olduğunu görüyoruz. Siyasetin tek bir amacı da “hadi AKP’yi yenilgiye uğratalım” olmamalı kanımca. Dolayısıyla yeni bir ortak anayasa cephesi ya da mücadelesi örmek gerekiyor. Tabii ki bu 2019’a kadar önümüze koyacağımız bir mesele değil. Bu her zaman olduğu gibi uzun bir mücadele. Tüm toplumsal kesimleri içine katacak ve bu zamana kadar hiçbir zaman başarılamamış o geniş katılımlı anayasayı gerçekleştirmek üzere kurulacak olan uzun soluklu bir mücadele. Bu mücadele perspektifi açısından HDP bence iyi bir örnek. Çoğulculuğu içinde barındırması ve pek çok mücadele alanının bir çatı altında toplanması açısından. Zaten bu yüzden iktidarın hedefi. Bu anlattığım minvalde ve bence yine HDP’yi güçlendirerek ya da HDP dışında alternatif bir sivil-siyasal oluşumu güçlendirerek, gerçi bence bu süreçte tek adres HDP, yola devam edilebilir gibi görünüyor. Referandumda her şey bitmedi. Türkiye’de zaten yürütme organı her daim güçlü bir organdı. Bu yanıyla referandumla beraber her şeyin değiştiğine inanmıyorum. Kaybedip kazanma meselesi olarak inşa edildi iktidar tarafından, ama bir şey kaybetmiş değiliz. Mücadelenin bir parçası olmaya devam edeceğiz.

Ancak yerli-millî ittifakın kırılganlığı kendiliğinden bir yumuşamaya veya çözülmeye yol açmıyor. Tersine baskı hiç hız kesmiyor. Ankara’da İnsan Hakları heykelinin çevresinin çelik barikatla çevrilmesi bu dönemin simgesel karşılığı gibi. OHAL devam ediyor, yakın bir zamanda kaldırılacak gibi de görünmüyor. OHAL’in devamı, şu ana kadar yüz binden fazla insanı işinden etmiş olan KHK’ların da devam etmesi demek. İşçi sınıfına ve ezilenlere dönük saldırı KHK’lardan ibaret de değil. Kıdem Tazminatı ve 657 gibi güvencesizliği kurumsallaştırma adımları, işçi sınıfına dönük saldırıların çok hızlandığı bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Bunun karşısında durabilecek şey gerçekten birleşik bir emek mücadelesi, işçi sendikalarının memur sendikalarının bir araya geldiği ve bu saldırıya karşı özgürlük isteyenlerin, barış isteyenlerin, referandumda ne oy vermiş olursa olsun iş güvencesi isteyenlerin sendikalar etrafında birleşebileceği bir mücadele hattı. Referandum bize böyle bir şeyin mümkün olduğunu gösterdi. Şimdi bunun için uğraşmak lazım.

CİHANGİR İSLAM (Doktor, KHK ile işiten atılan bir insan hakları aktivist): Hayır verenler birtakım prensipler uğruna birbirinden bağımsız olarak bir araya geldiler. Neydi bu prensipler? Demokrasiydi, insan haklarıydı, çoğulculuktu. Bu aynı zamanda şunu sağladı: bizim siyasetteki değerler skalasını yükseltti. Daha önceki siyasi alandaki mücadelelerle kıyasladığımızda o değerler skalasını yükseltti. Yani insanlar birtakım değerler uğruna birbirinden habersiz ve bugüne kadar, belki de karşı saflarda yer almış insanlar bir sistem kurmak ve bu sistemi belli değerler üzerinde yükseltmek adına bir araya geldiler. Bundan sonra yapılması gereken oldu bittiye getirilen bu sistemi değiştirmek ve yerine kalıcı bir sistem oluşturmak üzere sivil bir anayasa inşa etmeye çalışmak. Sadece başkanlık sistemiyle alakalı değil bu söylediğim. Tabandan gelen, tabanın hazırladığı belki ilk defa Türkiye’de tabanın hazırlayacağı sivil bir anayasa ve bunun çalışmaları etrafında toplanmak ve bu çalışmaları sabırla yürütmek. Ben böyle bir birlikteliğin “evet” demiş insanlar arasında da yankı bulacağını düşünüyorum. İnsan hakları, demokrasi, çoğulculuk, yönetimin denetlenebilirliği, şeffaflık gibi ilkeler etrafında bir araya gelinip birlikte birtakım işler yapılabilir. Böyle bir çalışmanın mümkün olması için öncelikle blok ve cephe gibi nitelendirmelerden kaçınmamız gerekir. Kendiliğinden oluşan bu ortamın iyi değerlendirilmesi lazım. İyi değerlendirilirse Türkiye’nin yeni sisteminin buradan yoğurulmaya başlanacağını söyleyebiliriz.


6 GÜNDEM

MİLİTARİZMİ VE EMPERYALİZMİ YENELİM

SAVAŞ ÖRGÜ NATO DAĞIT

2001’den beri Afganistan’da savaşan ABD askerleri. Sosyalist İşçi’nin savunduğu siyasi gelenek, hem ABD ile AB’nin başını çektiği Batı emperyalizmine hem de Çin ve Rusya önderliğindeki Doğu emperyalizmine karşı, tüm dünyada emekçi sınıfların başını çektiği bir mücadelenin örülmesini savunuyor. Uluslararası Sosyalist Akım, henüz Stalinist Rusya ve Doğu Bloku yaşıyorken “Ne Washington ne Moskova, uluslararası sosyalizm!” sloganını savunuyordu. Hem ABD hem de Rusya-Çin bloku, Suriye’den Yemen’e, Libya’dan Irak’a bir dizi Ortadoğu ülkesinde halkları baskı altına alan ve katleden diktatörlükleri destekliyor. 2011 yılında Tunus ve Mısır’da başlayıp tüm bölgeye yayılan ayaklanmalar ise bu güçlerin on yıllardır süren hegemonyasına karşı başka bir umudu temsil ediyor. Ortadoğu’nun tüm tarihi emperyalizme karşı verilen mücadelelerle yazıldı. Sıradan insanlar, savaşın efendilerini yenebilir. Öte yandan emperyalist bloklar arası kapışmalar, içe kapanma ve güvenlik politikaları, silahlanmayı ve savaş ihtimallerini artırıyor. Militarizm işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin düşmanıdır. İşçi hareketi ve aşağıdan sosyalizm geleneğinde militarizme karşı mücadele son derece önemli bir yer tutuyor. Bundan bir asır önce, Rusya’da Bolşevikler, işçi sınıfı iktidara geldiğinde ilk yapması gerekenin düzenli orduyu dağıtmak olduğunu söylüyordu. Savaş karşısındaki tutumları nedeniyle “Alman ajanı” olmakla suçlanıyorlardı. Almanya’da ise Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht'in önderliğindeki sosyalistler, Alman egemen sınıfının savaşı meşrulaştırmak için Rusya’daki “gerici çarlığa” karşı mücadele argümanına karşı “Asıl düşman içeridedir” diyorlardı. Nitekim milyonların canına mal olan 1. Dünya Savaşı, Rusya ve Almanya’daki işçi devrimleri tarafından sonlandırıldı. Türkiye’de bugün militarizme karşı mücadele, yerli-milli koalisyonun, ırkçılığın geriletilmesi ve Kürt sorununda çözüm perspektifinin tekrar gündeme gelebilmesi için oldukça kritik.

Brüksel, NATO zirvesine gelen Trump protesto edildi. OZAN TEKİN

Brüksel’de gerçekleştirilen 2017 NATO zirvesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın katılacağı ilk zirve olması açısından merakla bekleniyordu. Trump daha önce NATO’nun “zamanının dolduğunu” söylemişti. Her ne kadar daha sonradan bu söyleminden geri adım atmış olsa da, ABD’nin ırkçı başkanının, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler ve Doğu Bloku’na karşı kurulan örgütün hâlâ Rusya’yı ana tehdit olarak tanımlamasını yanlış bulduğu, NATO’nun “İslami terörizme karşı savaş” merkezinde yeniden yapılandırılması gerektiğini istediği biliniyor. Trump bir yandan 28 ülkenin bir araya geldiği koalisyonu sonunda IŞİD karşıtı emperyalist koalisyona katılmaya ikna ederken, diğer yandan zirve boyunca “ABD’yi yeniden büyük yapma” sözünü tuttu. Karadağ cumhurbaşkanını iterek liderlerden oluşan grubun en önüne geçmesi hafızalara kazınırken, Trump aynı zamanda zirve sonundaki hatıra fotoğrafı çekimi sırasında da kimseyle konuşmadı, el sallama kısmına katılmadı. Trilyoner bir kapitalist olan ABD başkanı, zirve boyunca, NATO üyelerinin “gayrisafi yurtiçi hasılalarının %2’sini savunmaya harcamaları gerektiğini” hatırlatarak, bunu yapmayan 24 ülkeye saldırdı. Almanya buna “NATO’ya borçları olmadığını” söyleyerek yanıt verdi. Silahlanmaya %2 ayırma hedefini tutturamayan ülkeler için 2024’e kadar bunu başarma hedefi konulmuştu, ancak Trump bunu dahi geç buluyor. ABD başkanının, koalisyonun 5. maddesini hiçe sayarak, herhangi bir saldırı durumunda %2 sa-

vunma harcaması yapmayan ülkelerin yardımına koşmayabileceği iddia ediliyor. NATO’nun IŞİD karşıtı koalisyona katılmasının yanı sıra istihbarat birimi içinde “terörizme karşı” özel bir hücre oluşturulmasına da karar verildi. Trump bu anlamda zirveden istediğini aldı denebilir: NATO’yu “yeniden işlevli kılmak” için kafasındaki planı uygulattı, Avrupa’nın lider ülkeleri başta olmak üzere müttefikleri azarladı ve “patronun kim olduğunu” gösterdi. Yeni bir NATO’ya hayır! Ancak Trump açısından daha kritik olan kısım, NATO zirvesinden önce Ortadoğu’da Suudi Arabistan ve İsrail’e yaptığı ziyaretlerdi. Suud hanedanı ziyareti için 68 milyon dolar harcadı. Sonunda ABD ile Suudi Arabistan arasında 110 milyar dolarlık tarihi bir silah anlaşması imzalandı. Irkçı başkan daha sonra ise İsrail’i ziyaret etti. Trump, yine “İslami terörizme karşı” bir Arap NATO’sunun kurulması çağrısını yaptı. İsrail ve Suudi Arabistan, bölgede baş tehdit olarak İran’ı gören devletler. Obama döneminde İran ile “ılımlılaşan” ilişkileri beğenmeyen Trump, bu ülkeyi izole etmeye çalışıyor. İran’ın bölgede altemperyalist bir güç olarak özellikle Suriye’de Esad rejiminin katliamlarına verdiği destek inkâr edilemez. Ancak buna karşı Suudi Arabistan ve İsrail gibi bölgenin en vahşi, en gerici, insan haklarını en çok ihlal eden devletlerinin savaş çığlıkları yanıt olamaz. Batılı em-


GÜNDEM 7

ÜTÜ TILSIN!

“ÜST AKIL”, “FAİZ LOBİLERİ” UNUTULDU Tayyip Erdoğan, NATO zirvesinden “YPG’ye öyle tertemiz, pirüpak bakmıyorlar” tesellesiyle döndü. Avrupa liderleriyle YPG konusunda kulis yaptı. Erdoğan’a göre, YPG ile Rakka operasyonu yapacak ABD’ye “Angajman kuralları ihlal edilirse yanıt veririz” diye yeniden “iletildi”. Cumhurbaşkanı, NATO’nun IŞİD karşıtı koalisyona katılmasını ise desteklediklerini söyledi. Erdoğan dönüş yolculuğunda uçakta yaptığı açıklamada ise AB ile 12 aylık takvim çıkardıklarını duyurdu. “Referandum sürecinde yaşananlar geride kalmalı” diyen AKP lideri, Avrupa Birliği ile yeni süreç istiyor. Arap Baharı başladığında bölgede sözü geçen bir altemperyalist güç olmak için hamleler yapan Türkiye, şimdi bu havasından oldukça uzakta. Erdoğan son iki yıl içerisinde hem AB liderleriyle, hem ABD ile hem de Rusya ile büyük gerginlikler yaşadı. Bu yalnızlıktan kurtulmak için sonunda taviz veren hep AKP liderliği oldu. Obama’nın yerine Trump’ın gelişine bağlanan büyük umutlar boşa çıktı. Mayıs ayında Trump ile Erdoğan arasında gerçekleşen görüşme sonucunda, ABD yönetimi Türkiye’nin ajandasına ikna edilemedi. NATO zirvesinden dönen Erdoğan, hemen Putin’le görüşerek bu tarafla da ilişkileri sıkı tutmaya çalışacağının sinyalini verdi.

SİLAHLANMA YARIŞI

GÖRÜŞ Roni Margulies

“NE GÜZEL KIRAATHANEMİZ VAR” “Bir özentidir gidiyor, kendi dilimizin zenginlikleri varken bu özentilerle hayvanların yarıştırıldığı Avrupa’daki arenaları kalkıp spor salonlarında isim olarak kullanmak pek de kibar değil, şık değil. Bunun üzerinden bazıları bindirecek, bindirsin. Biz doğruları konuşmaya mecburuz.” Sayın Cumhurbaşkanı “arena” kelimesini beğenmiyormuş. Tabii böyle kibarca rica edince mesele hemen hallolundu. Türkiye Futbol Federasyonu, içinde arena adı bulunan yerlerin isimlerini “stadyum” olarak değiştirdi. Vodafone Arena’nın adı Vodafone Stadyumu, Türk Telekom Arena’nın ismi Türk Telekom Stadyumu, Bahçeşehir Okulları Arena’nın adı Bahçeşehir Okulları Stadyumu ve GAP Arena’nın ismi GAP Stadyumu oldu. Böylece, yabancı “arena” kelimesinin yerine, Orhun Yazıtları’ndan beri öz Türkçe bir kelime olarak varlığını sürdüren “stadyum” kelimesi getirildi. “Telekom” kelimesi ise, Türklerin Orta Asya’da daha da eskiden beri kullandıkları bir kelimeymiş galiba. Ama o zaman telefon olmadığı için, at sırtında haber götürüp getirenlere “telekom” denirmiş. Cumhurbaşkanı şöyle demiş: “Kültürlere ve medeniyetlere saldırılar önce dilden başlıyor. Dilini aldığı anda o milleti çökertiyor. Biz işte böyle bir suikasta maruz kalmış bir milletiz. Bu saldırı dilimizle birlikte onun mütemmim cüzü olan şahsiyetimizi de hedef almıştır... Ne güzel kıraathanemiz var, burada kitap oku, gazete oku, sohbetle

peryalistler içerisinde bölgede İran’ın tek sorun olduğunu anlatan çizgi, 2001-2002’de Afganistan ve Irak işgallerini hazırlayan, Bush’un “önleyici savaş” doktrininin devamıdır.

beraber zenginleş. Bunlar yerini kafeteryalara, kulüplere terketti. Clup; bu benim değil ki. bütün bu tabelaları sökün, bu senin hakkın, en doğal hakkın. Neyi müsaade edersen onu asmak zorunda.”

NATO’ya ve savaşa karşı mücadeleye!

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne göre, “kıraat” Arap-

Bu siyasi görüşün itibarı küresel savaş karşıtı hareket tarafından yerle bir edilmişti. Yeniden canlanmasına izin vermemeliyiz.

ça, “hane” Farsça! İşin dilbilimsel yanını bir tarafa bırakırsak, Cumhur-

2018’in NATO zirvesi Türkiye’de toplanacak. Irak işgaline karşı tezkereyi durduran savaş karşıtı hareket, 2004’te de Türkiye’de yapılan NATO zirvesini kitlesel olarak protesto etmişti.

başkanı’nın bu öz Türkçe merakı sanki bana bir

Önümüzdeki yıl bir kez daha, küresel kapitalizmin bu vahşi savaş aygıtının dağıtılması talebiyle mücadeleye hazırlanmalıyız. Bunu yapabilmek için Trump’ın “İslami terörizmi” dünyadaki sorunların ana kaynağı olarak tanımlayan bakış açısının soldaki yansımalarıyla kıran kırana tartışmaya devam etmeliyiz.

Ziya Gökalp, hükümdar Yulun Tekin’in bir Çin pren-

Öte yandan “Arap NATO’su”, Arap Baharı’nı öldürenlerin fikridir. Körfez rejimleri, Suudi Arabistan, İsrail, bölgedeki halkların katili ve Batı emperyalizminin baş müttefikleridir. Bölgedeki savaş çılgınlığının durdurulması, hem Arap NATO’su kurmayı hedefleyenlerin hem de onların hedef aldıklarının arasındaki hegemonya savaşına karşı, Ortadoğulu emekçilerin Arap devrimlerini yeniden canlandırmasından geçiyor.

şeyleri hatırlatıyor. Kemalizm’in en azgın dönemini, 1930’ların Güneş Dil Teorisi’ni, Türk Tarih Tezi’ni hatırlatıyor.

Dünya elitleri açısından neoliberal konsensüsün çöktüğü, belirsizliğin ve istikrarsızlığın hâkim olduğu, otoriterleşme ve güvenlik politikalarının öne çıktığı bu dönemde, silahlanma da beklendiği gibi artıyor. SIPRI’nin raporuna göre, dünya geçen sene savunmaya 1.6 trilyon dolar harcadı. Küresel silah sanayisinin bu yıl yüzde 2’lik artışla tekrar büyümeye geçmesi bekleniyor. ABD, Çin ve Rusya’nın askeri harcamalarındaki artış dikkat çekerken, geçtiğimiz yılki silahlanma 2015’e göre %0.4 artış teşkil ediyor. Türkiye’nin ise küresel silahlanma harcamaları 2011 yılından beri ilk kez yeniden artış kaydetti. Türkiye ayrıca silah ihracatını 1.7 milyar dolara yükseltti.

sesine karşılık Kut Dağı’nı Çinlilere verişini anlatır ve şöyle der: “Türkler ne zaman millî kültüre önem vermeyerek yabancı kültüre önem vermişlerse ve kendi milletlerini beğenmeyip başka milletlerin taklitçi ve seveni olmuşlarsa, böyle bir göç felaketine uğramışlardır. Kut Dağı, millî vicdanın sembolünden başka bir şey değildi. Onu Çinlilere feda etmek, gayet büyük bir günahtı. Göç, bu günahın bedeli idi.” Cumhurbaşkanı, Atatürk’ten, Gökalp’ten, millî liderlerimizden öğreniyor, ders alıyor. Allah kolaylık versin!


8

GELENEK

PARİS KOMÜNÜ: İŞÇİ SINIFININ DÜNYA DEVRİMİ MÜJDESİ ÇAĞLA OFLAS

Kapitalizmin tarihi boyunca egemen sınıflar milyonlarca emekçiyi “ulusal onur” adına ölmeye ve öldürmeye sürükledi. Ancak savaşlar aynı zamanda kapitalistler için tehlike çanlarının çaldığı dönemlerdi. Troçki tarihte devrimlerin çoğunlukla savaşların izlediğini söyler. Egemen sınıflar her zaman “adalet”, “özgürlük”, “demokrasi” ve “daha iyi bir yaşam” ya da “terörizme karşı mücadele” gibi “yüce amaçlar” için savaştıklarını iddia ettiler. 2003 yılında ABD Irak’ı özgürleşmek adına işgal etti. Öncesinde Afganistan’ı bombalayan ABD kadınları burkalarından kurtarmayı vaat ediyordu. Bugün Suriye’de ABD, Rusya gibi emperyalist, Türkiye ve İran gibi bölgesel güç iddiasında olan devletler Suriye’ye “terörizmle mücadele” adı altında müdahale etmekteler. Ancak kitlelerin en derin duygularını istismar ederek sürdürülen savaş ölüm, yıkım ve yoksulluktan başka bir şey getirmiyor. Aldatılan kitleler başta savaşa karşı olmak üzere egemenlere karşı büyük bir öfke biriktiriyorlar. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali dünya çapında kitlesel gösterilere yol açtı. Milyonların öfkesi devrime yol açmadı ama başta dönemin ABD Başkanı Bush olmak üzere savaşı destekleyen tüm hükümetler iktidarları kaybettiler. Yüzyıl önce 1. Dünya Savaşı Rusya’da işçi sınıfının devrimine yol açtı. Bundan 146 yıl önce, 1870-1871 yılında Fransa-Prusya savaşı Paris işçilerinin isyanına ve Paris Komününün oluşumuna yol açtı. 1848 Haziranından Paris’e İşçi sınıfı 1848 yılında başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde ayaklandı. Haziran günlerinde barikatlarda süren büyük mücadele burjuvazi tarafından ezildi. Haziran mücadelesi burjuvazinin yüreğine korku saldı. Öyle ki, Louis Bonaparte’ın 1851 yılındaki hükümet darbesi, ardından imparatorluğunu ilan etmesi karşısında bile burjuvazi cumhuriyetine sahip çıkmadı. Burjuvazi “düzen” istiyordu. Giderek sanayileşen Fransa’da işçi sınıfı da sayısal anlamda büyümüştü. 1866’da Fransa’da 37 milyonluk nüfus içinde 4 milyon 700 bin işçi vardı. Paris’te yaşayan 1 milyon 850 bin kişinin 442 bini işçiydi. 1862 yılı sonrasında artış gösteren grevler, 1869-70 yılları arasında kendini göstermeye başladı. Bonapartist diktatörlük işçi mücadelelerini ezmek için harekete geçti. Birinci Enternasyonal’in hemen bütün üyeleri tutuklandı. Bonapartist rejim “düzeni” sağlamış, işçi düşmanı politikalarla sermayenin gelişmesini sağlamıştı. Ancak rejim

bir süre sonra burjuvazinin gereksinimlerine yanıt veremez hale geldi. Bonaparte imparatorluğunun sürekliliğini sağlamak için 1870’de Prusya’ya savaş ilan etti. Savaş III. Napolyon’un da tutsaklığına yola açan ağır bir yenilgiyle sonuçlandı. Prusya, Fransa’nın silahsızlandırılmasını ve Paris’in tüm silahlarını teslim ederek derhal teslim olmasını talep etti. Parisli işçiler göğü fethetti Komün Prusya işgalinin dışında, burjuvazinin teslimiyetçiliğine karşı patlayan bir öfkenin ürünüydü. Parisli işçiler burjuva hükümet tarafından silahlandırılmış Ulusal Muhafız içinde örgütlendiler. Her ilçe kendi savunma komitesini oluşturdu. Daha sonra bu komiteler bir araya gelerek Ulusal Savunma Merkez Komitesini kurdular. Fransa’nın diğer önemli kentlerinde de benzer gelişmeler yaşandı. İşçi kenti Lyon ve Marsilya’da belediye (komün) yönetimlerini ele aldı. Fransa’da devrim başlamıştı. İşçiler Alman ordularına oldukları kadar kendi hükümetlerine de karşıydı. Engels’in söylediği gibi burjuvazi artık yönetemiyordu. İşçilerin Ulusal Muhafız Birliği içinde silahlanması başka bir iktidar odağının varlığına işaret ediyordu. Fransız burjuvazisi Alman işgalinden çok silahlanmış Paris işçilerinden korktu. Fransa’da muhtemel bir devrim tüm Avrupa’ya sıçrayarak Avrupa’da kapitalizmin sonunu getirebilirdi. Bu nedenle iki devlet arasındaki düşmanlık yerini sınıf ittifakına bıraktı. Alman topları Paris’e doğru çevrilirken, hükümet işçileri silahsızlandırmak için harekete geç-

ti. Parisli işçiler silahları teslim etmeyi ve tezgâhlarının başına dönmeyi reddettiler. Tarih 18 Mart 1871’di. Silahlı birliklerle işçiler arasında yaşanan çatışma sonucunda işçiler galip geldiler. Parisli işçiler, işçi hükümetini ilan ettiler. İşçi hükümeti ilk günden burjuva devlet iktidarını parçalayarak, yerine kendi iktidar organlarını geçirdi. Komün düzenli ordu ve polisi kaldırdı. Yerine silahlı milisleri geçirdi. Tüm devlet görevlileri seçimle göreve geldi, istenildiği zaman geri çağrılabildi. Komün’ün, siyaseti doğrudan demokrasi temelinde yeniden yapılandırması işçi sınıfının bir sınıf olarak ve yepyeni temnellerde bir işleyişle yönetebilme yeteneği taşıdığının en somut kanıtıydı. Ne yazık ki bu süreç uzun sürmedi ve 28 Mayıs’ta burjuva birliklerinin saldırısı karşısında Komün yenik düştü.

deydi. Artık bir etkisi olmayan kurumların yetkilileriyle görüşen önderlik, ne kadar yasal olduklarını kanıtlamaya çalıştı. Oysa Komün biçimsel demokrasinin canlı bir inkârıydı. Burjuva parlamentosunun karşısında işçi hükümeti kurulmuştu. Artık ikili bir iktidar vardı. Bu dünyada ikisine birden yer yoktu. Başlangıçta burjuva hükümetin ne ordusu ne de silahı vardı. Merkez Komitesi, kısa zamanda kitleleri hareket geçirip, Lyon ve Marsilya’da başlayan mücadeleyi Paris’e bağlayabilirdi. Tüm güçleri toparlayıp, Versailles’in üzerine yürüyebilirdi. Bu durumda, tükenmiş olan burjuvaziyi darmadağın edebilirdi. Komün liderliği ise aksine, tereddüt etti. Merkez Komitesi seçimleriyle zaman kaybetti. Burjuvazi ordu toparlamak için gerekli para ve zamanı bulunca Paris’in üzerine yürüdü ve sonuç ölümcül oldu.

Komün yenilgisi ve önderliğin eksikliği

Komünarların fedakârlıktan, gözüpeklikten yana bir kusurları yoktu. Ancak ihtiyaç duydukları işçi sınıfının en öndeki unsurlarını örgütleyen, uluslararası işçi sınıfının deneyimlerini aktaracak, merkezi bir önderlik yoktu. Paris Komünü, Paris’in ablukası, taşradan yalıtılmış olması, elverişsiz uluslararası koşullar, Komün’ün önderliğinin hataları nedeniyle yenildi. Ancak komünarların cüretleri, kendisinden sonraki devrimlere de ilham vermeye devam etmekte. Üstelik kapitalizmin krizinin derinleştiği, emperyalistler arası rekabetin kızgınlaştığı günümüz koşullarında uluslararası mücadelede büyük bir an olmanın dışında üzerinden atlanılamayacak derecede önemli derslerle dolu.

Paris Komünü Marksist devlet teorisinin şekillendirilmesinde çok önemli bir deneyim, Marksist geleneğin de mihenk taşı oldu. Kuşkusuz devrimler herhangi bir karar ve program dâhilinde ya da bir siyasi oluşumun çağrısıyla meydana gelmezler. Paris’te de devrim işçi kitlelerinin kendiliğinden eylemi sonucu gerçekleşmişti. Bu anlamıyla komünarlar devrime hazırlıksız yakalanmıştı. Ancak Ulusal Savunma Merkez Komitesi mücadeleyi birleştirecek ve kapitalist düzenin temellerine yönlendirecek bir perspektiften uzaktı. Dahası, merkez komitesi burjuva parlamentarizmin etkisi altında, komüne meşruiyet arayışı için-


EMEK GÜNDEMİ

HÜKÜMET ELİNİ ÇEK

TÜMTİS üyesi işçilerin protestosu. Hükümet bir süredir göz diktiği kı-

dem tazminatına ilişkin yeni düzenlemenin yapılacağını açıkladı. Aylardır propagandası yapılan fonu kurmaktan vazgeçmiş gözükseler de işçiler için hayati olan bu kazanımı budamakta ısrarlılar. Patronların haksız-keyfi işten atmasını önlemek ve iş güvenliğini sağlamak için işçi sınıfının yasal hakkı olan kıdem tazminatı hakkındaki yeni tasarının içeriği önümüzdeki günlerde netleşecek. Sendikaların tepkisi, patronların isteksizliği Kıdem tazminatı konusunda hazırlıkların detaylı olarak görüşüldüğü ilk bakanlar kurulu toplantısının ardından konuşan hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş, 'yeni bir yapıya gerek yok, mevcut yapı üzerinden düzenleme yapacağız' dedi. Hükümet çevreleri aylardır Kıdem Tazminatı Fonu adlı yeni bir yapının kurulacağını söylüyordu. 200 bin işçi adına kamu toplu sözleşmelerinde hükümet ile masaya oturan Türk-İş, kıdem tazminatının fona devrilmesine kesinlikle karşı olduğunu söylemişti. Türk-İş gibi diğer

sendikalar da bu kazanımın işçilerin kırmızı çizgisi olduğunu ve gasp etme girişiminin grev sebebi sayılacağını defalarca dile getirdi. Patronlar da fon fikrine sıcak bakmadı. Onlar zaten kıdem tazminatının kendisine karşı, eski ya da yeni düzenlemede hiçbir yaptırımla karşılaşmamak, işçileri mümkünse hiçbir para vermeden kapının önüne koyma özgürlüğüne sahip olmaktan yana. Hükümetin işçilerin fonda birikecek parasının kendilerine kredi olarak kullandırılacağı teklifi bile bu durumu değiştirmedi. Yeni düzenleme nasıl olacak? Erdoğan başkanlığında toplanan Ak Parti hükümeti "parlak" fon fikrinden vazgeçmiş görünüyor. Fakat Kurtulmuş yeni düzenlemede ısrarlı olduklarını vurgulayarak üç özellik saydı: n İşçilerin kazanılmış hakları gerilemeyecek. n Patronların sırtına yük binmeyecek n Sürdürülebilir bir sistem olacak. Kıdem tazminatı işçi işten çıkarılır çıkarılmaz verilmeli. İşçi sınıfı tem-

silcileri patronların kıdem tazminatı ödemekten kaçmasının, keyfi işten çıkarmaların önlenmesini istiyor. Kıdem tazminatı patronlar için yük değil yükümlülüktür. Sürdürülmezlikten kasıt patronların kıdem tazminatı ödemekten kaçması, mevcut yasa, düzenleme, karar ve denetimlerin patronlar lehine işlemesi. Önceki fon önerisinde, işçilerin tazminat miktarlarının düşürülerek patronlara kolaylık sağlanacağı ortaya çıkmıştı. Belli ki patronlara işçinin hakkını ödemesi konusunda baskı yapmayan hükümet, kıdem tazminatı hakkını budayıp, tazminat miktarlarını düşürüp, yeni yasal zorluklar çıkartarak işçilere yeni bir düzenleme dayatacak. Sigortamız birleşik mücadele Ne olacağını önümüzdeki günler göreceğiz. Ama kolay olmayacak. Görülen o ki kendileri de milyonlarca emekçiyi karşılarına alan bu işin zorluğunun farkında. Sendikalar ve örgütlü işçi sınıfı birleştiği, kırmızı çizgisinde ısrar ettiği sürece, kıdem tazminatı hakkı gasp edilemez.

SOSYALİST İŞÇİ’NİN ÖNERİSİ: EKMEK VE DEMOKRASİ MİTİNGİ Sosyalist İşçi, OHAL koşullarında aslolanın, yasal mitingler örgütlemek için birleşik bir hareket inşa etmek olduğunu en başından beri vurguluyor. Üstelik, 16 Nisan referandumu ve arkasından gerçekleşen 1 Mayıs kutlamaları koşulların OHAL’in ilk aylarından daha farklı bir biçim aldığını da gösteriyor. 16 Nisan referandumu halkın en az yarısının gelişmeler karşısında huzursuz olduğunu, yoksul kitlelerin de AKP’ye verdiği destekte bir kırılmanın yaşanmaya başladığını gösterdi. 1 Mayıs ise birçok şehirde on binlerce işçinin katılımıyla kutlandı. Üstelik, 1 Mayıslarda öne çıkan iki talep, çok açık

ki kıdem tazminatına dokunulmaktan vazgeçilmesi ve demokrasiydi. Kıdem Tazminatı’nın budanma projesinin gündeme geldiği, Şişecam grevinin yasaklanmasıyla grev yasaklamaları zincirine bir halkanın daha eklendiği, darbeye fiilen katılan ya da açıkça destekleyenlerin dışında on binlerce insanın KHK’larla mağdur edildiği koşullarda, bütün mağdurları bir demokrasi şöleninde buluşturmak üzere birleşik bir miting örgütlemeye, mitingin örgütlenme sürecini yasaklara karşı ekmeğini ve demokrasiyi savunan tüm çevre ve bireyleri bir araya getirerek başlı başına bir demokratik örgütlenme süreci haline getirmeye ihtiyacımız var.

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

ŞİŞECAM İŞÇİSİ YALNIZ DEĞİLDİR

Şişe Cam fabrikalarında mücadele var. AKP Hükümeti bir grev yasağının daha altına imza attı. Şişecam’a bağlı 9 fabrikada çalışan Kristal-İş Sendikası üyesi işçilerin 24 Mayıs’ta başlayacağı grev yasaklandı. Şişecam’da ilan edilen grev yasağıyla birlikte AKP Hükümetleri tarafından yasaklanan grev sayısı 12 oldu. Kâr ve büyüme rekorları açıklayan patron, yüzde 20’lerde yaşanan enflasyona rağmen, 1900 TL ortalama aylık ücret alan işçilere 250 lira zam dayatmakta. İşçiler, grev yasağıyla hükümetin patronlara destek verdiğine inanıyor. Grev yasaklarıyla toplu pazarlık haklarının ellerinden alındığını dile getiren işçiler, Petrol-İş üyesi TÜPRAŞ işçilerinin ve grevleri yasaklanan metal fabrikalarında çalışan Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin fiili mücadele ve iş bırakmalarla elde ettiği kazanımları hatırlatarak sendikaları Kristal-İş’ten de kararlı tutum bekliyor. Grevi yasaklanan Şişecam işçilerinin yasağa karşı eylemleri devam ederken, cam işçilerine destek büyümeye devam ediyor. Eskişehir’de bulunan Şişecam fabrikasında, işçiler vardiya öncesi fabrika önünde eylem yaptı. Eyleme Türk-İş’e bağlı sendikaların Eskişehir şubeleri de destek verdi. Çiğli Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Schneider Elektrik işçileri, Şişecam işçilerine destek olmak için fabrika önünde basın açıklaması yaptı. İşçiler sık sık “Şişe cam işçisi yalnız değildir” , “Yaşasın sınıf dayanışması” ve “Asla yalnız yürümeyeceksin” sloganları atarak cam işçilerinin mücadelesine destek verdi. Anayasal hak olan grev hakkının uydurma nedenlerle ellerinden alınmasının hukuk dışı olduğunu ifade eden işçiler, “Grev hakkını ayrımsız tüm işçilerin özgürce kullanabilmesini istiyoruz. Grev hakkına yönelik emek düşmanı kararları şiddetle kınıyor, grev yasaklarının derhal kaldırılmasını talep ediyoruz. Grevi yasaklanan Şişecam işçi kardeşlerimizin yanındayız” dedi Şişecam işçileri her gün 1 saat iş durduruyor. Patron da tutumunu giderek sertleştiriyor. Bugünün en önemli sorunu, Şişecam işçileriyle dayanışma ağını örmek. Grev yasağını aşmanın tek bir yolu var. Grev yasağını sona erdirene, kazanana kadar grev yapmak. Bunun için OHAL koşullarında, tüm işyerlerinden Şişecam işçileriyle dayanışmanın örgütlenmesine çalışmalıyız. Ama aynı zamanda Kristal-İş Genel merkezi’nin harekete geçmesi için çaba göstermeliyiz. Sendikanın 1 saatlik iş durdurma kararı olumlu ama yetmez, tabandaki kızgınlığa yol göstermesi gerekir.


10 YORUM

TONY CLİFF BUGÜNKÜ SOSYALİSTLER İÇİN NEDEN ÖNEMLİ?

TOPLANTI DUYURULARI

1 Haziran Perşembe saat 19.00 Kadıköy NASIL BİR SOSYALİZM? Konuşmacı: Dila Ak Serasker Cad. 88-90 Nergis Apt. Kat: 3

2 Haziran Cuma saat 19.00 Şişli DİN VE DEVLET Konuşmacılar: Rumeysa Özüyağlı Norayr Olgar Nakiye Elgün Sokak No:32/3 Osmanbey

Fatih DİLİN TÜRKLEŞTİRİLMESİ Konuşmacı: Roni Margulies Ehibbâ Cafe Zeyrek Haydarbey Cd. No: 31

İzmir MARKSİZM VE DİN Konuşmacı: Soner Dinç

Tony Cliff, Londra’daki Marksizm toplantılarında konuşurken. ALEX CALLİNİCOS

Tony Cliff yüz yıl önce geçtiğimiz hafta, 20 Mayıs 1917’de doğdu. Filistinli bir Yahudi olarak yetiştirildi ve 1946’da Britanya’ya geldi. İki yıl sonra İsrail devletinin kuruluşu ilan edildi. Cliff, bir anti-siyonist ve bir enternasyonalist olarak bu devlete karşıydı. Britanya’da sonunda Sosyalist İşçi Partisi’ne (SWP) dönüşecek olan Marksist grubu kurdu ve bu gruba önderlik etti. SWP merkez komitesinin bir üyesi olarak Cliff ile 20 yıldan fazla süre birlikte çalıştım. Zekâ, kararlılık, çekicilik, mizah anlayışı ve güçlü bir mizacın eşsiz bir bileşiminden oluşan olağanüstü bir kişiliği vardı. Bugün, onu tanımayan insanlar için neden önemli olmaya devam etsin ki? Bu sorunun cevabı kısmen onun teorik katkısında yatıyor. Cliff 1940’ların sonunda Sovyetler Birliği üzerine çığır açan bir analiz yazdı. O Sovyetler Birliği’nin sosyalist veya -Troçki’nin iddia ettiği gibi- “yozlaşmış işçi devleti” olmadığını, Stalinist Rusya’nın kapitalizmin bir başka şekli olan bürokratik devlet kapitalizmi olduğunu savundu. İktidardaki bürokrasi işçi sınıfını, Britanya ve ABD’de patronlar nasıl sömürüyorsa öyle sömürüyordu. Batı ile olan askeri rekabet, Rusya’nın Marx’ın Kapital’de incelediği sermaye birikimi mantığına tabi olmasına neden oldu. Ancak Cliff yalnızca bir teori öne sürmedi. Onu 1917’de doğan ve Britanya’ya yerleşen başka bir parlak Yahudi Marksist entelektüel ile karşılaştıralım. Eric Hobsbawn büyük bir tarihçiydi

ama Ortodoks komünizmi aklamaya çalıştı, New Labour’un (İşçi Partisi’nin sağ politikalar savunduğu bir program) oluşmasına katkıda bulundu ve Kraliçe’nin verdiği Companion of Honour (bir alanda üstün başarı gösterenlere verilen ödül) unvanını kabul etti. Bunun aksine Cliff devrimci Marksist geleneği siyasal olarak yeniledi. Stalinist zorbalık devlet kapitalizmi olduğundan, Marx’ın işçi sınıfının kendi eylemi kavrayışı hala canlı bir gerçeklik olabilirdi. Cliff “Ne Washington, ne Moskova yaşasın Enternasyonal Sosyalizm” sloganını sahiplendi. Bu ifade Soğuk Savaş’ın kapitalizm ve sosyalizm arasında değil, rakip emperyalist güçler arasındaki bir mücadele olduğunu ifade ediyordu. Dolayısıyla 1991’de Sovyetler Birliği çöktüğünde SWP ve onun diğer ülkelerdeki kardeş örgütleri gelişip büyüyebildiler. En önemlisi Cliff, Marksist teoriyi devrimci bir siyasal örgüte dönüştürmekte kararlıydı. 1970’lerde devrimci strateji ve taktikler için bir araç kutusu olarak kullanılabilecek bir eser olan, Lenin’in dört ciltlik bir biyografisini yazdı. 1970’ler, savaş sonrasında Avrupa ve Kuzey Amerika’da sınıf mücadelesinin en yüksek düzeye ulaştığı dönemdi. Britanya’da güçlü bir işyeri temsilcileri hareketi 1970-74 yıllarında Ted Heath’in Muhafazakâr hükümetine karşı çıkmış ve onu devirmişti. Cliff tüm enerjisini radikalleşen öğrencileri ve işçileri, gelecek olan mücadeleleri şekillendirebilecek kitlesel bir devrimci partinin temeli haline getirebilmeye harcadı. Yazık ki Heath hükümetinin düşmesinin ardından işçilerin mücadelesinde bir artış

olmadı, bunun yerine iktidara gelen İşçi Partisi işçileri yatıştırdı. İşyeri temsilcileri örgütlenmesi giderek bürokratikleşti ve sendika memurlarına ve şirket yapılarına eklemlendi. Bu yüzden Margaret Thatcher Mayıs 1979 seçimlerini kazandıktan sonra saldırıya geçtiğinde çok daha zayıf bir işçi hareketiyle karşılaştı. Cliff bu eğilimleri ilk fark edenlerden biriydi. Böylece SWP Thatchercılığın ıstırabına hazırlanabildi ve o dönemden dağılmadan çıkabildi. Ancak bu durum Thatcher hükümeti ile Ulusal Madenciler Sendikası arasındaki nihai mücadeleyi daha az acı verici veya zor hale getirmedi. Cliff hayatının geri kalanını Muhafazakârların ve Thatcher’ın çırağı Tony Blair’in iktidarı altında geçirdi. Hem Britanya’da hem de yurtdışında her siyasal olanağa coşkuyla sarıldı. Devrimci Marksizm’in mirasını gelecek kuşaklara aktarabilmek için yorulmak bilmeden çalıştı. Ondan her şeyden önce devrimci kararlılığı öğrendim. Ona 1990’da “Neyse ki 1980’ler geride kaldı” demiştim. Cliff bana baktı ve “Asıl 1950’leri görmeliydin” dedi. Tony Cliff, Thatcher iktidarındaki yenilgi yıllarından çok daha zor koşullarda, Soğuk Savaş’ın zirvesinde yeni hareketler geliştiğinde büyüyebilecek olan küçük bir Marksist grubu inşa etmişti. Siyasal durum her açıdan Cliff’in zamanında olduğundan çok daha farklı. Ancak hala onun teorik katkılarından ve pratikteki örneklerinden öğrenebiliriz. Çeviri: Onur Devrim Üçbaş

Karakedi Kültür Merkezi Kıbrıs Şehitleri Caddesi 1462 sok. No:20/1

8 Haziran Perşembe saat 19.00 Üsküdar SON BÜYÜK YANGIN: 1968 Konuşmacı: Emin Şakir Daimler Pastanesi: Tunusbağı Cd. 46/B

SOSYALIST İŞÇİ ALIRKEN

ALTÜST’TE

İSTEYEBİLİRSİNİZ!


AKTİVİZM 11

MECLİSTE İKLİMİ DEĞİL SİSTEMİ DEĞİŞTİR KADININ İŞİ KADIN MELTEM ORAL

Siyaset kadınların eşitsizlikle yüz yüze geldiği alanlardan yalnızca bir tanesi. Kuşkusuz bunun nedeni Cumhurbaşkanı’nın diline pelesenk ettiği “fırsat” eşitsizliğinden çok daha fazlası. Kapitalizmdeki hakim cinsiyetçi toplumsal işbölümü siyasi temsiliyette de kendisini gösteriyor. Tıpkı statüsü, mesleği ne olursa olsun kadınların erkeklerden daha az ücret alması gibi politikada da eşitsizlik hakim. Birleşmiş Milletler (BM) Kadın Birimi’nin son raporlarına göre 2016 yılında tüm dünyada hükümet ve parlamentolardaki kadın sayısı düşmüş. Devlet başkanı olan kadınların oranı ise yüzde 7,2’den ibaret. Kadınların parlamentodaki temsili konusunda sıralamadaki ilk üç ülke sırasıyla Rwanda, Bolivya ve Küba. Rwanda’da 80 sandalyeden 49’u kadınların. Türkiye’deki eşitsizlik

Kuraklık Türkiye’yi de vuruyor, fakat önlem yok. İklim hareketi aktivistlerinden Nu-

ran Yüce’yle hareketin temellerini ve sorunlarını konuştu: İklim değişimi durdurulamaz bir safhada mı gerçekten de? Hangi aşamadayız? Nuran Yüce: Şimdiye kadar gerçekleşen sıcaklık artışının (0.8 derece) etkileri yeterince kötü. Ama bilim insanları küresel ısınmanın yıkıcı sonuçlar doğurmaması için sıcaklık artışının 1,5 derecenin altında tutulması gerektiğini söylüyor. Uluslararası 350 hareketi ise atmosferdeki karbondioksit oranını milyonda 350 parçacığa indirmek gerektiğini ifade ediyor. 350 ppm seviyesini geçeli çok zaman oldu ve bırakın 350’ye doğru yaklaşmak her geçen yıl bu hedeften uzaklaşılıyor. Buna rağmen küresel ısınma ile mücadele için her ülkenin yapacağını beyan ettiği emisyon azaltım hedefleri (buna niyet beyanları deniliyor ve bu niyetleri bile hayata geçirmemeleri çok olası) üzerinden bir hesaplama yapıldığında ise sıcaklık artışı 2,7-3 dereceye ulaşıyor. Aslında geri dönülemez nokta konusunda çok da kesin veriler yok elimizde. 3 derece sıcaklık artışı ile bizim bildiğimiz gezegenden çok farklı bir gezegenle karışılacağımız, pek çok türün yok olacağı ifade ediliyor. Bu kırılma noktası daha düşük bir sıcaklık artışında da olabileceği gibi

2 derecelik sıcaklık artışının yaratacağı etkiler de vahim. Sıcak hava dalgalarında, kuraklıkta, aşırı hava olaylarındaki artışlar, orman yangınlarının sayısı ve süresi artacak, deniz seviyelerinde sıcaklık artışına bağlı olarak yükselmeler yaşanacak. Örneğin Türkiye’de sıcaklık artışı 2 derece olursa 1.3 milyon kişinin, 3°C derece artması durumunda ise, deniz seviyelerinin 6 metreye kadar yükseleceği ve 1.9 milyon kişinin yaşadığı yerlerin su altında kalma riski olduğu söyleniyor. Hem hükümetin iklim değişimiyle ilgili pozisyonunu hem de Türkiye’de iklim değişimine karşı mücadelenin düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz? İklim hareketinin stratejisi ne olmalıdır? İklim değişimine karşı mücadelede hangi aşamadayız, ne yapmak gerekir? Nuran Yüce: İklim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgede yer alan Türkiye’nin başından beri iklim değişikliği karşısında pozisyonu sahtekârcaydı. Termik santraller, ormansızlaştırma gibi faaliyetler karbon artış hızı açısından rekorlar kırılmasına neden olurken, bu faaliyetlere devam edeceğini küresel ısınma ile mücadele niyet beyanında da görmemiz mümkün. Niyet beyanında; “emisyon oranlarını aslın-

da daha fazla arttıracaktım ama bir miktar azaltım yapacağım, bunun için de uluslararası iklim fonlarından Türkiye’ye fon verilmesi gerekir” şeklinde özetleyebileceğimiz pazarlıkçı ve kabul edilemez bir duruş sergilemekte. Hükümetlerin bu akıl almaz politikalarına karşı dünyanın her yerinde direnişler, mücadeleler gerçekleşiyor. ABD’de Standing Rock’ta yerlilerin Missouri nehri suyunu korumak için başlattığı destansı mücadele tüm dünya için verilen mücadele haline dönüştü. Türkiye’nin her bir yanında madenlerin yarattığı tahribatlara, kömürlü termik santrallara, HES’lere karşı yerelde başlayan mücadeleler bir anda tüm Türkiye’nin gündemine geliyor. Sıcaklık artışını hala 1,5 derece ile sınırlandırma şansımız var. Sadece fosil yakıt şirketleri ya da hükümetlerin yıkıcı politikalarına karşı değil kapitalizmin işleyişine karşı da durmamız gerekiyor. Ekonomik kriz, yoksulluk, emperyalistler saldırganlık, savaş kapitalizmin yarattığı sorunlar ve bu sorunlar hayatın her alanında milyonlarca mağdur yaratıyor. Tüm bu mağduriyetleri kaldırmak için devasa bir hareket inşa etmemiz gerekiyor, iklim hareketi tüm bu hareketler içinde merkezi bir rol oynayabilir.

Türkiye meclisi dünya sıralamasında sonlarda yer alıyor. 548 milletvekilinden yalnızca 79’u kadın. Aslında 7 Haziran seçimlerinin ardından meclisteki kadın vekil oranı yüzde 23 artış göstermişti. Ancak 1 Kasım seçimlerinde 43 ilden sadece erkek milletvekili çıktı ve meclisteki kadın vekil oranı düştü. Varolan kadın vekillerin bir kısmının da şu anda tutuklu olduğunu hesaba eklersek manzara daha bir netleşir. İki seçim arası meclis tarihindeki kadın temsiliyetinde belirleyici rolü olan HDP yüzde 36,84’le, cinsiyete göre sandalye dağılımında en yüksek kadın oranına sahip siyasi organizasyon. Yukarıda bahsi geçen rapordan anlaşıldığına göre, mecliste de işler ‘kadın işi-erkek işi’ olarak yürüyor. Belli ki Fransa’da savunma bakanının kadın olması sadece Erdoğan için ‘enteresan’ değil. Dünya genelinde parlamentolarda bakanlık görevi üstlenen kadınların alanları, sosyal politika, cinsiyet eşitliği, kadın, aile, gençlik, çevre, enerji, çocuk, engelli vb. Liste çamaşır, bulaşık, dikiş, nakış diye uzayacak gibi sanki. Ayrıcalıklara son Elbette parlamento ve bakanlıklarda kadın temsiliyetinin artması doğal olarak toplumdaki cinsiyetçiliğin gerileyeceği, kadınların kazanılmış haklarına saldırıların duracağı veya lehte yasal reformların yapılacağı anlamına gelmiyor. Geçen aylarda farklı holding CEO’larının, yönetim kurullarında kadın oranını yüzde 30’a yükseltmeyi hedefleyen kampanyaya katıldıklarını ilan etmelerinin, söz konusu kadınların ‘patron’ olduğu gerçeğini değiştirmemesi gibi. Kadın özgürlüğü mücadelesi sadece bir eşitlik meselesi değil. Sınıfsal konumdan veya doğuştan gelen tüm ayrıcalıkların ortadan kalktığı bir dünyayı mümkün kılabilmek önemli olan. Ancak bugünkü eşitsizliklere karşı mücadele düzeyimiz, değişimi sağlayacak ve başka bir dünyayı o kadar mümkün kılacak temel öğedir.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

-

IRKCININ YÜZ GÜNÜ Başkanlığının dördüncü ayını dolduran Donald Trump, geride bıraktığı yüz küsur güne

cinsiyetçilik, islamofobi, ırkçılık, emperyalist saldırganlık konusunda pek çok şey sığdırdı. Trump Ortadoğu’daki savaş politikalarının yanı sıra, Kuzey Kore ile ABD arasında karşılıklı yükseltilen askeri gerilimlerle emperyalist krizi derinleştiriyor. ABD Başkanı olarak ilk yurtdışı gezilerini Ortadoğu halklarının özgürlük mücadelesinin baş düşmanlarından iki koçbaşı ülkeye, İsrail ve Suudi Arabistan’a yaptı. Bu seyahatlerinde İran’a izolasyon çağrısıyla bölge ülkeleri arasındaki nefreti her zaman kışkırtan emperyalizmin tarihsel rolünü de devam ettirmiş oldu. Dış politikadaki düşmanlık ve işbirliklerine dair hızlı gelişmelere, ABD’nin iç siyasetinde ekolojiden kadın haklarına, ırkçlıktan sağlık hakkına kadar pek çok alandaki saldırılar eşlik ediyor. Trump’ın ABD Başkanı olarak, sağ popülizmin saldırgan, marjinal görünen ama bir o kadar da sermayenin çıkarlarını kollayan politikalarının örnekleriyle dolu 100 iş gününde neler oldu?

MÜSLÜMANLARA, SİYAHLARA, GÖÇMENLERE DÜŞMANLIK Seçim kampanyasını Müslüman ve göçmen düşmanlığı üzerine inşa eden Trump, Başkanlık görevinin birinci haftasında çoğu Müslüman 7 ülkeye vize yasağı kararı aldı. Irkçılık karşıtı ve göçmenlerle dayanışan binlerce insan sokaklara döküldü, havaalanlarında protestolar düzenledi ve yasak federal bir yargıcın kararıyla durduruldu. Ancak Trump ırkçılığı yükseltmeye devam ediyor. En son Ramazan vesilesiyle yaptığı yazılı açıklama, ABD Başkanı’nın her Müslümanı terörist zannettiğini gösteriyor. İslamofobik demeçler konusunda George W. Bush’u da aşan bir performans sergileyen ABD Başkanı’nın, aynı açıklamada ‘barış içinde birarada yaşamaktan’ bahsetmesi haftanın esprisi gibi. ABD bombardımanları sadece 23 Nisan-23 Mayıs aylarında Suriye’de 225 sivili öldürdü. Barış içinde birarada yaşamanın yolu, Trump’ın Ortadoğu’dan elini çekmesin-

den ve tüm emperyalist güçlerin azgın savaş politikalarının sonlandırılmasından geçiyor. Meksikalılar başta olmak üzere pek çok halka ırkçılık yapan Trump’ın tepeden boca ettiği söylemler sokakta ırkçı saldırganlık ve nefret cinayetleri olarak karşılığını buluyor. Trump’ın varlığı, beyazların siyahlardan üstünlüğünü savunan örgütlere cesaret veriyor. Birkaç hafta içerisinde önce Virginia eyaletinde ‘Klu Klux Klan’ örgütünü hatırlatan meşaleli gösteri gerçekleşti. Ardından Maryland’de 23 yaşındaki siyah üniversite öğrencisi Richard Collins, ırkçı ‘alt-right’ örgtünün destekçisi biri tarafından öldürüldü. Ardından Oregon’da tanınmış bir ırkçı olan Jeremy Christian biri başörtülü diğeri siyah iki kadına saldırırken kendisini engellemeye çalışan iki kişiyi öldürdü. Trump’ın yarattığı düşmanlık iklimi ırkçıları besliyor.

KADIN, LGBTİ+ VE DOĞA KARŞITI Trump görev koltuğuna oturduğunda ilk icraatlarından birisi Beyaz Saray’ın web sayfasından LGBTİ+ hakları ve küresel ısınma başlıklarını kaldırmak oldu. İcraatları bu sembolik hareketlerle sınırlı kalmadı. Kürtaj hakkını savunan kurumların maddi fonlarını kesen bir kararname yayınladı. Transların istedikleri tuvaleti kullanmalarını öngören yönergeyi kaldırdı. Geçen yıl LGBTİ+’lerin kazanılmış haklarını sınırlayan 250 yasa tasarısı sunuldu ve bunların sadece 5 tanesi yasalaşabildi. Ancak Trump ve kabinesinin LGBTİ+ düşmanlığına bakıp haklara dönük saldırıların devam edeceğini söylemek mümkün. ABD Başkanı iklim değişikliğini inkar ediyor. İklim değişikliğinin Çinliler tarafından uydurulduğu iddiasına son 100

günde de devam etti. Bu saçmalığın arkasında iklim hareketi kazanım elde ettikçe kârları riske giren, koskoca petrol ve silah sermayesi var. Trump’ın kabinesi savaş suçluları ve şirket patronlarından oluşuyor. Dışişleri Bakanı Tillerson, küresel ekolojikk krizin en önemli aktörlerinden, petrol ve doğalgaz şirketi Exxon Mobile’in yönetim kurulu başkanı. Trump Mart ayında imzaladığı bir kararnameyle ‘küresel ısınmayla mücadele düzenlemesini’ geçersiz kıldı. Masasının etrafına topladığı kömür patronlarının alkışları arasında ‘yönetimim kömüre açılan savaşa son verdi’ diyerek fosil yakıt üretiminden beslenen ve gezegenimizi yokoluşa sürükleyen patronların gardiyanı olduğunu ilan etti.

MÜCADELE VAR!

Her şeye rağmen, Amerikan kabusu Trump seçim programındaki pek çok uygulamayı hayata geçirmeyi başarabilmiş değil. 100 gün hem ırkçı, cinsiyetçi, LGBTİ+fobik, ekoloji düşmanı pek çok saldırıyla hem de her bir başlıktaki saldırıya karşı mücadeleyle dolu geçti. Milyonlarca kadın, binlerce iklim aktivisti, ırkçılık karşıtları haftalardır pek çok kez sokağa çıkarak kazanılmış haklarını savundu.

DİKTATÖR DOSTU Mısır darbesinin lideri General Sisi hakkında ‘harika işler yaptı’ diyen Trump, son olarak Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz’le ‘dostluk pekiştirdi’. Söz konusu dostluk 100 milyar dolarla, ABD tarihinin türünün en büyük silah anlaşmasının imzalanmasına dayanıyor. Trump islamofobik söylemiyle başta ABD olmak üzere tüm dünyadaki Müslümanlara dönük nefret iklimini yükseltiyor, emperyalist savaş politikalarıyla Ortadoğu halklarını katletmeye devam ediyor. Ayrıca bölgedeki mezhepçiliğin baş sorumlularından olan ver her zaman küresel emperyalist düzenle işbirliği yapan otoriter liderle kurduğu ekonomik ve askeri ilişkilerle diktatörlere payanda oluyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.