Sosyalist işçi 599

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

599

14 Haziran 2017 3 TL. sosyalistisci.org

-

ZEYTİNİMDEN İSİMDEN EKMEĞİMDEN ÖZGÜRLÜĞÜMDEN

-

ELİNİ CEK VOLKAN AKYILDIRIM:

MERVE DİLTEMİZ:

ARAP BAHARINDAN KATAR KRİZİNE

AŞKIN VE ÖZGÜRLÜĞÜN GÜCÜ ADINA

sayfa 4

sayfa 8


2

GÜNDEM

15 TEMMUZCULUĞUN PANZEHİRİ BARIŞ, DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK

15 Temmuz’un ardından ilan edilen OHAL döneminde olağanüstü haksızlıklar, hukuksuzluklar yaşanmaya devam ediyor. Hükümet, OHAL’i sevmediği her şeyi baskılamak için kullanıyor.

İHTİYACIMIZ: DEMOKRASİ ŞÖLENİ Bir dizi gelişmenin lehimize olduğunu görmemiz gerekiyor. Sanıldığı kadar karanlık değil koşullar. Bir yanıyla çok ağır, çok yıpratıcı, tahrip edici ve karamsarlık yaratan koşullarda yaşıyoruz ama öte yandan mücadele etmenin mümkün olduğu, kazanmanın olasılıklar dahilinde olduğunun görülmesi gereken siyasi fırsatlar var önümüzde. Hükümet unutulmasını isteyebilir ama biz unutturmamalıyız. 16 Nisan referandumu matematiksel sonuçları ne olursa olsun, siyasal olarak “Hayır!” diyenlerin büyük bir moral üstünlük elde etmesiyle tamamlandı. AKP’nin büyükşehir belediyelerinde aldığı mağlubiyet, hem 2019 seçimleri hem de genel siyasal hamle yapma yeteneği açısından çok belirleyici oldu. 16 Nisan’ın ardından gerçekleşen 1 Mayıs kutlamaları on binlerce işçinin çeşitli şehirlerde esas olarak Kıdem Tazminatı hakkının gasp edilmesi eğilimine karşı gövde gösterisi oldu. 1 Mayıs kutlamaları sendikal bölünme, hatta kutuplaşmaya rağmen bazı şehirlerde birleşik olarak kutlandı. Kıdem tazminatı hakkının gaspına karşı birleşik mücadele çağrısı ve demokrasi talebi öne çıkan sloganlar oldu. 1 Mayıs’tan önce ve sonra sık sık dile getirilen, Kıdem Tazminatı hakkını gasp edecek düzenlemenin rafa kaldırılması değil ama gündeme getirilme hızının yavaşlamasının nedeni işçi sınıfının bu hak kaybını kırmızı çizgisi ilan ettiği gösterilerin, açıklamaların yoğunluğudur. Mesele Kıdem Tazminatı’nı gasp edecek düzenlemelerin hızının yavaşlaması değil, toptan gündem dışına itilmesidir. Hükümet 1 Mayıs’tan, 2017 yılından çok önceden beri grevleri yasaklıyor. 2017 yılında önce Akbank grevi yasaklandı, ardından Şişecam grevi yasaklandı. Fakat, Şişecam işçileri, ‘grev yasağı grev yaparak aşılır” diyerek, grev olmasa da her gün iş yavaşlatarak, eylem yaparak hem grev yasağını deldiler hem de taleplerini bir ölçüde karşıladılar. Benzer bir şekilde, zeytinlikleri yok edip yerine sanayi tesisleri yapılması için hazırlanan yasa tasarısı, hükümet tarafından meclis genel kuruluna getirilmeden meclis komisyonuna geri çekildi. Geri çekildi zira zeytincilikten geçimini sağlayan 10 milyon kişiyi karşısına almaya cesaret edemeyen hükümet, şirketler ne kadar bastırırsa bastırsın, başbakan ne kadar “zeytin mi tesis mi?” diye sorarsa sorsun, düzenlemeyi geri çekmek zorunda kaldı. Meclisten gelen son bilgiler tasarının tümden rafa kaldırıldığı yönünde. Bu çok açık ki zeytinleri korumak isteyenlerin zaferidir. Bütün bu başlıklar, sorun olmaya devam ediyor. Kıdem Tazminatı hakkı, zeytinlikler, inşaatçılığa teslim olan ekosistem, yoksulluk ve işsizlik, OHAL uygulamalarının darbecileri çok aşan bir boyutta baskıya dönüşmesi ve düşünce, ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde baskının artması, seçilmiş vekil ve belediye başkanlarının tutuklanması, yine darbecilikle hiçbir alakası olmayan insanların işinden edilmesi, savaş politikaları ve ayrımcılık gündemde ağırlıkla yer almaya devam ediyor. Emek örgütleriyle zeytincilikten geçinenler, haksız bir şekilde işinden atılanlarla işsizliğe mahkum edilenler, savaşlara karşı olanlarla grevleri yasaklananlar, kutuplaşmayı aşan, seçim ya da 2019 için değil, darbeciliğe karşı demokrasiyi, patronlara karşı işçileri, inşaatçılara karşı çevreyi, erkeklere karşı kadınları, OHAL’e karşı özgürlükleri, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı göçmenleri ve halkların kardeşliğini savunmak için birleşik bir şekilde harekete geçmelidir. Gerçek demokrasi şöleni, bu hareketin bizzat kendisi olacaktır.

VAHİM OHAL BİLANÇOSU

Damatların tahliyesi büyük öfkeye neden oldu. Haziran ayının başında Adalet Bakanı Bekir Bozdağ dahi devam eden darbe davalarına isyan etti. Bozdağ’ın itirazları, 15 Temmuz sanıklarının “Biz yapmadık, haberimiz yok” şeklinde ifadeler vermelerine yönelikti. Fakat Adalet Bakanı aynı zamanda yargıya güvenilmesi gerektiğini söyledi. Oysa Kadir Topbaş’ın damadının tahliyesinden sonra, geçtiğimiz hafta da Bülent Arınç’ın damadının tahliyesi tartışılıyordu. FETÖ’cülük suçlamasıyla karşı karşıya olan Ekrem Yeter “ikameti sabit olduğu” gerekçesiyle serbest bırakılmış. Binlerce kişinin anlamsız sebeplerle hapiste olmasının tartışıldığı günlerde, yüksek düzey birinin yakını için “ikamet” üzerinden tahliye kararı OHAL dönemindeki tuhaf yargı uygulamalarına bir yenisini ekliyor. Öte yandan davalarda, darbecilerden Mehmet Dişli, ilk olarak kendisinin rehin alındığını iddia ediyor. Binbaşı O.K.’nın darbeyi saatler öncesinden haber verdiğini söylemesi üzerine tartışmalar sürüyor. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile Hakan Fidan’ın söyledikleri, darbe gecesine ilişkin bir dizi belirsizliği ve şüpheyi ortadan kaldırmıyor. AKP cephesinden gelen yorumlarda, bu “darbe ihbarı” iddiasının bizzat Gülen cemaati tarafından “algı operasyonu” yapmak, “kontrollü darbe” imasını güçlendirmek için öne sürüldüğü belirtiliyor. Fakat kontrollü darbe tezine katılmayanlar için de ihbar meselesi önemli. İhbarın darbe ile ilgili değil MİT müsteşarıyla ilgili olduğu savı da durumu değiştirmiyor. MİT binasına helikopterle saldırılıp müsteşarın kaçırılacağı iddiası, hükümet ve devlet kurumları için fiili askeri darbeden daha mı az tehlike arz ediyor?

Hükümete yakın yazarların bir kısmı FETÖ’cülerin yeni darbe tarihi verdiğini iddia ediyor. Kimileri ise 15 Temmuz davalarında yargılanan sanıkların hepsinin aynı FETÖ’cü torbasına atılmayıp gruplara bölünmesi gerektiğini söyleyip soruların bu tasnife göre yöneltilmesini istiyor. Darbe girişiminin halkın sokağa çıkmasıyla püskürtülmesinin ardından, Sosyalist İşçi, 15 Temmuz sonrası süreçten çıkışın OHAL ve baskıyla değil, demokrasi ve barış ile olabileceğini savunmuştu. OHAL’de KHK’larla on binlerce kişinin işsiz bırakılması, hem işten çıkarmalarda hem de tutuklamalarda “at izi ile it izinin” sürekli olarak birbirine karışması, AKP’nin darbecilerle sınırlı kalmayıp Kürt aktivistleri, barış isteyenleri ve birçok muhalifi OHAL döneminde hapse atması, darbecilerin davalardaki tutumunun özünü oluşturuyor. Aylar geçmesine rağmen, AKP’nin kuracağını vadettiği “OHAL mağduriyetlerini giderme komisyonu” göreve başlamadı. 15 Temmuzcular, OHAL döneminde hükümetin uygulamalarının yarattığı belirsizliklerden güç alıyor. Oysa başarısız darbe girişiminin ardından askerlerin siyasette manevra kabiliyetinin önüne geçmek için ilk olarak Kürt sorununda barışın yöntemleri düşünülmeliydi. Bunun aksine Suriye’de askeri operasyonlar derinleştirildi. 15 Temmuz darbesine karşı oluşan büyük toplumsal tepki, demokratik değişimlerin önünü açmak için kullanılmalıydı. Darbeciliğin panzehiri ancak özgürlük ve barış taleplerinin hayata geçirilmesi olabilirdi.

Türkiye Yayıncılar Birliği (TYB), ‘Haziran 2016-Haziran 2017 Yayınlama Özgürlüğü Raporu’ başlıklı bir rapor yayımladı. Buna göre: n 1656 kişi sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklu. Türkiye, Twitter sansüründe dünyada birinci. n 27 Temmuz 2016’da yayınlanan KHK’yla 16 TV kanalı, iki radyo kanalı, 45 gazete ve 15 dergiyle birlikte ‘FETÖ’yle ilişkilendirilen 29 yayınevi kapatıldı. 29 Ekim’de yayınlanan KHK ile kapatılan yayınevlerinin sayısı 30 oldu. n Halk kütüphanelerinde yer alan 2 milyon kitaptan 135 bini ‘FETÖ’nün yayınevlerine ait olduğu’ gerekçesiyle kütüphanelerden çıkarıldı. n Bir iddianamede Albert Camus ve Baruch Spinoza “örgüt üyeleri” olarak yer aldı, başka bir soruşturmada okuma yazma bilmeyen bir çift evlerindeki kitaplar sebebiyle tutuklandı. n KHK’larla 4 bin 800 akademisyen kamu görevinden ihraç edildi.

DARBECİLERDEN İNCİLER

denildi.” Albay Orhan Yıkılkan, darbecilerin nereden güç aldığı konusunda ipucu veriyor

n “Şok hâlindeydim” - Tuğgeneral Yüksel Durak, darbecilere neden karşı koymadığı sorusuna yanıt verirken 15 Temmuz’la ilgili “orijinal” bir tespit yapıyor

kurmay albay Osman Kılıç, “maddi gerçeklerin ortaya çıkması” amacıyla ifade verdiğini

n “Yaşadığı travmatik olayların etkisi altında beni yanlış anlamış olabilir” – Mehmet Dişli, kendini aklamaya çalışırken, Hulusi Akar’a atfen söylüyor n “Kasım 2015 ve Şubat 2016’da iki ihbar geldi, komutana arz ettim, ‘darbe olmaz’

n “Ömer Halisdemir ‘ByLock’ kullanıyordu” - Hulusi Akar’ın eski özel kalem müdürü iddia ederken n “Kimseye tekme atmadım. Refleks ile ayağımı yere vurmuş olabilirim” – Halka ateş açmakla ve yaralı bir yurttaşa tekme atmakla suçlanan Tuğamiral Sinan Sürer


GÜNDEM

CHP: DARBE SULANDIRICISI BİR PARTİ kümet kanadının da çok sevdiği bir senaryo. Oysa çok açık ki başını Fethullahçı darbeciler çekse de karşımızda bir darbe koalisyonu var.

CHP’nin Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun raporuna muhalefet şehri açıklandı. 300 sayfalık şehr, tam bir 15 Temmuz darbesini sulandırma metni.

Meclis’te kurulan komisyonun sözcüsü Reşat Petek, 1967 yılında Fethullah Gülen’in CHP’ye 5 bin TL bağış yaptığı yönündeki iddiası nasıl 15 Temmuz darbe davalarını sulandırma işlevi gördüyse, CHP’nin muhalefet şehri de aynı işlevi görüyor. Raporda yer alan şu bölüm, raporu yazanların ulusalcı saiklerle ve aşırı bir ideolojik tutum içinde davrandığını gösteriyor: “Laik yargının tasfiyesinin demokrasiyi güçlendireceğine inanan liberaller, liberal solcular ve hatta bazı sosyalistler, ‘Yetmez, ama evet’ sloganı eşliğinde siyasal İslamcı AKP-Cemaat Koalisyonunun değirmenine su taşımayı halka ‘demokratlık’ olarak yutturmaya kalkıştılar.” Siyasal tarihi askeri vesayete çanak tutmaktan ibaret olan bir partinin hazırlayacağı raporda, darbelere karşı esaslı bir kampanya olan ‘yetmez ama evet’le uğraşması, bu partinin iflah olmaz devlet bekçiliğinin bir göstergesidir. ‘Yetmez ama evet’ kampanyası, darbelere karşı büyüyen halk hareketinin birleşik bir ifadesidir ve 12 Eylül 2010 referandumunu darbeye zemin hazırlamakla suçlayanlar, askeri vesayetin zeminlerini yaratan tutumlarını gizleyenler oluyor genellikle. CHP raporu, esas olarak ‘kontrollü darbe’ teziyle 15 Temmuz darbe girişimini sulandırıyor. ‘Kontrollü darbe’, darbeye muhatap olan gücün, önünü açtığı, sınırlarını kendisinin belirlediği darbe anlamına geliyor. ‘Kontrollü

AKP’nin kabahati ise kendisinden önceki bir çok siyasi yapıdan çok daha fazla bu darbenin omurgasını oluşturan Fethullahçı darbecilere kapıyı aralamış olması ve darbeden önceki aylar içinde demokratik alanı tümüyle daraltmaya başlamasıdır.

Tüm darbe soruşturmalarına itiraz eden bir lider. darbe’ açıklamasıyla ‘Darbenin siyasi ayağı’ açıklaması aynı yere vuruyor: AKP! Darbenin siyasi ayağı, AKP! AKP, CHP raporuna göre, darbe girişiminin belirli bir dereceye kadar önlenmesini engellemiştir. CHP raporu, “15 Temmuz hain darbe girişimi öngörülen, önlenmeyen ve sonuçları kullanılan bir kontrollü darbe olarak tarihe geçmiştir” diyerek, darbecilerden daha çok darbeye maruz kalanları mercek altına almıştır. Bu açıdan 16 Temmuz sonrası, daha darbeden bir gün sonra, Fethullah Gülen’in ABD’de yaptığı basın toplantısında dile getirdiği vurgular, CHP raporunda aynen dile getiriliyor. AKP’nin sorumluluğu Darbeyi sulandırma girişimi, öncelikle bunun sadece Fethullahçı darbecilerin marifeti olduğunu söyleyerek başlıyor. Bu, sadece CHP’nin değil bütün ulusalcıların ve kuşkusuz hü-

IRAK’TA KÜRTLERİN BAĞIMSIZLIK REFERANDUMU Güney Kürdistan’daki yönetim, Irak’taki merkezi hükümetten ayrılıp ayrılmama konusunda bağımsızlık referandumuna gidiyor. Türkiye’de çözüm süreci bitirildikten sonra, Kürtlere değil “teröre” karşı olduğunu ispatlamak için sürekli Barzani ile ilişkilerine işaret eden AKP hükümeti ise referandum kararına karşı. Dışişleri Bakanlığı, referandumun “vahim bir hata” olacağını açıkladı. Nedeni ise “Irak’ın toprak bütünlüğünün ve siyasi birliğinin” korunması. Oysa ki böyle bir birlik zaten yok. 2003’teki işgal sonrası ABD, ülkede kurdurttuğu kukla yönetimi tüm etnik ve mezhepsel kökenlerden unsurlar arasında paylaştırarak, işgale karşı direnişin yarattığı birlik ihtimalini paramparça etmişti. 25 Eylül 2017’deki referandum kararına ilişkin ABD’den gelen açıklamada, “Irak Kürt halkının meşru arzusunu anlıyor ve destekliyoruz” denildi, ancak bunun “IŞİD’le mücadele” önceliğinden uzaklaştırabileceği yönündeki endişelerden bahsedildi. ABD Dışişleri Bakanlığı aynı zamanda “birleşik bir Irak’tan yana” olduklarını söyledi. Almanya da buna benzer bir açıklama yaptı. Irak mer-

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

TRUMP’IN TERÖRİSTLERİ Katar krizi, dünyanın efendilerinin halkların kaderini belirleme hakkını nereden bulduklarına dair bir tartışmayı yapmamızı zorunlu kılıyor. Gerçekten, nereden buluyorlar bu hakkı? Hangi yetkiyle dünyanın bir ülkesini, bir halkını, bir dini grubunu “Terörist” ve “baş düşman” ilan edebi-

“Darbenin siyasi ayağı” diyerek, darbenin yıkmak istediği hükümeti darbenin siyasi planlayıcısı gibi gösterme şaşkınlığına düşenlerden farklı olarak, AKP’nin, siyasal alanda anti demokratik tutumlarının yarattığı huzursuzluk içinde darbecilerin örgütlenecek zemin bulmuş olmalarından söz edilebilir.

liyorlar. İlan etmekle kalmıyorlar; baş düşmanları te-

15 Temmuz darbesinin ardından OHAL koşullarını, fırsatçılığı, tüm muhalefeti baskı altına almayı eleştirmek bir şey, 15 Temmuz’un sorumlusunun hükümet olduğunu iddia etmek bambaşka bir şey.

terörist ilan etmek üzere harekete geçti. Müslüman

CHP raporu, Kürt sorununun Kemalizmden değil 12 Eylül darbesi ve Türk-İslam sentezinden kaynaklandığını söyleyerek, esas derdinin Kemalizmi aklamak olduğunu da belirtiyor.

olmakla suçlanır buldu kendisini.

CHP’ye kötü bir haberimiz var: 15 Temmuz bu ordunun giriştiği ilk askeri darbe değil. Sayısız darbe girişiminde bulunan ordunun ideolojisini aklamayı bir kenara bırakınız. Kürt sorununun 1980’lerde başladığını sananların alabildiğine kanlı bir darbeyi sulandırmaya çalışması anlaşılır. Ellerinden gelen budur. 367’nin, 28 Şubat’ın, 27 Nisan’ın destekçilerinden başka ne beklenebilir?

mizlemek için küresel militarist ağları, sahip oldukları askeri potansiyeli harekete geçirebiliyorlar. Katar, bugünlerde teröre destek vermekle suçlanıyor. “Teröre destek” soyut bir suçlama klişesi değil. “Terör”den söz edildiğinde, İslami terörden söz ediliyor. Bir dizi Körfez ülkesi, Müslüman Kardeşler hareketini Kardeşler’in adı El Nusra, El Kaide ve IŞİD gibi örgütlerle birlikte anılmaya başlandı. Bugünlerde “teröre destek” eşittir IŞİD’leşme! Katar, birdenbire teröre-

yani eşittir IŞİD’e

- destek

Aynı IŞİD’dir ki Suriye’de işgalci güç olarak bulunan tüm devletlerin, savaş koalisyonlarının işgalci değil de mutluluk ve huzur getiren güçlermiş gibi caka satmasını sağlayan birleştirici düşman. IŞİD’e karşıysan, her şey mübah! IŞİD’e karşı ama ABD’yle dost olmak, ittifak olmak serbest. Bu bilinç çarpılması, ABD’nin 11 Eylül saldırısından sonra estirdiği öncelikli ideolojik terörün zafer kazandığının bir kanıtı. IŞİD, dünyanın her yerinde canlı bomba patlatma yeteneği kazanmış, vicdanla, insanlıkla alakası olmayan, her türden vahşi yöntemi kulla-

kezi hükümeti de referanduma ateş püskürüyor. İran ve Baas rejimi de referanduma karşı duruyor. Güney Kürdistan yönetimi ise uluslararası güçlerden referanduma destek aramaya devam ediyor. Dışişleri Bakanlığı’nın ardından Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da referandumun “istikrarsızlığı artıracağını” söyleyerek Barzani yönetiminin kararını gözden geçirmesini istedi.

narak ve üstelik bir çok cinayeti görsel bir hazırlıkla korku yaratmak için filmleştirerek sunan bir örgüt. Bu örgüt, ABD’nin “teröre karşı” mücadeleyle “İslami teröre” karşı mücadeleyi hızla harmanlamasına yardımcı oluyor. Ama işkenceyse işkence uygulayan, kitle imha silahı ise bunun en yıkıcılarını kullanan, dünyanın her yerinde aralıksız askeri ve vahşi operasyonlar

AKP’nin Ortadoğu politikası, halkların özgürce yaşamasından, bölgedeki işçilerin ve ezilenlerin eşitlik-özgürlük taleplerinden değil; Türkiye’nin güç olma isteğinden besleniyor. Daha önce Suriye’de ve son günlerde Katar’da görüldüğü gibi, gerginliklerin azaltılmasını ve barışı savunan politikalar yerine TSK’nın müdahil olmasıyla “askeri” çözümler deneniyor.

yapan başka bir devlet var. Bu devlet bazı örgütlerin

Kürtlerin her yerde özgürce yaşama ve kendi istedikleri biçimde yaşama hakları var. Bugünlerde Katalonya halkı da İspanya hükümetinin tüm tepkilerine rağmen referandum düzenlemek istiyor. Referandum, ezilen ulusların kaderlerini tayin etmeleri açısından son derece demokratik bir yöntemdir. Türkiye, Kürtlerin kazanımlarını baş tehdit olarak görmekten vazgeçmelidir. Kararlarını gözden geçirmesi gereken Türkiye devletidir, Irak Kürtlerinin ise elbette ki nasıl yaşayacaklarına karar vermek için referanduma gitme hakkı vardır.

için elini haritada gezdirip canının çektiğini “terö-

vahşi uygulamalarını, saldırılarını gerekçe göstererek küresel bir askeri koalisyon kurup, operasyonlara girişebiliyor. Bu durum ancak güçlünün hukukunun geçerli olmasıyla açıklanabilir. ABD, emperyalist hiyerarşinin en tepesinde yer aldığı rist” olarak ilan edebiliyor. Ama emperyalizm gökten düşmedi. Emperyalizm tarihsel bir sürecin ürünü ve kapitalizmin kopmaz bir parçası. Özetle, dünyanın bir ülkesinin dünyanın çeşitli yerlerinde terörist tayin etme yetkisini kazanmasını sağlayan, kapitalist sömürü gücü. ABD canı çektiği unsuru terörist olarak tayin edebiliyor. Çünkü ABD, en gelişkin kapitalist ülke.


4

DÜNYA

ARAP BAHARI'NDAN KATAR KRİZİNE

VOLKAN AKYILDIRIM

Emperyalizme kafa tutan bir devlet mi?

Körfez'de neler oluyor? Katar'a uygulanan

Körfez'deki en büyük ABD askeri üssüne Katar ev sahipliği yapıyor. Binlerce Amerikan askerinin bulunduğu üs, Irak ve Suriye harekatları açısından merkezi bir yer. Katar'ın ekonomik ortakları ise yine Suriye'de savaşan Almanya ve Batı Avrupa ülkeleri.

ambargo, hangi sürecin ürünü? Bölgedeki gelişmeler karşısında işçiler nasıl tutum almalı? Körfez tarihinin en büyük diplomatik krizi yayılarak devam ediyor.

Almanya, Katar'a destek verip siyasi diyalog çağrısı yaparken, NATO üyesi Türkiye ve Rusya arkasında durdu. Hedefteki diğer ülke İran ise ABD'nin Pasifik'te askeri rekabete girdiği Çin'le sıkı ekonomik ilişkilere sahip.

Bölgenin hegemonik devletleri Mısır ve Suudi Arabistan, yanlarına Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn'i de alarak "terörizmi desteklediği" gerekçesiyle Katar'ı tecrite başladı. Körfez ve Kuzey Afrika'da Katar'la ilişkilerini kesen devlet sayısı 13'e ulaşırken, diplomatik tecrit fiili ambargoya dönüştü. Altı yıl önce başını işçi sınıfının çektiği büyük kalabalıkların, despot yönetimlere karşı ayaklandığı bölge bugün devrilmek istenen yönetimlerin kanlı rekabet ve kavgalarına sahne oluyor. Krizin kökleri Katar krizi, körfez hakim sınıflarının arasındaki rekabet ve farklı yönelimlerden kaynaklanıyor. Katar kraliyet ailesi, kendi ülkesinde mutlak monarşiyi korurken, bölgenin gelişmesinin küreselleşmeden geçtiğini düşünerek Avrupa ve ABD ile iyi ilişkilere sahip oldu. Küçük bir devlet olmasına rağmen, petrol ve doğalgaz zenginliğine dayanan büyük etkisiyle Katar, başkentinde çok sayıda uluslararası şirketin bürosuna ev sahipliği yaparken, kraliyet ailesi 2011'de patlak veren Arap Baharı'nı destekledi. El Cezire televizyonu ayaklanmaların yaygınlaşmasında önemli bir rol oynarken, Katar kraliyet ailesinin rakibi devletler zor duruma düştü. Fakat Mısır'da darbe, Suriye'de savaşla birlikte hava tersine döndü. Katar'la Körfez İşbirliği Konseyi üyesi devletler arasında köklü sorunlar bulunuyor. Bunların başında Mısır'da darbe ile devrilen Müslüman Kardeşler (İhvan) var. Katar, İhvan'ı tanıyor. General Sisi ve Kral Selman'a göreyse İhvan "terörist bir örgüt." Katar, İran ile ekonomik ilişkilere sahip. Diğer Körfez devletleri ise bu yakınlaşmayı engellemek ve İran'ı kendi sınırları içine kapatmak istiyor. Ayaklanma sonrası kaotik bir sürece yuvar-

ÜSSE ASKERE HAYIR!

Riyad zirvelerinde alınan savaş kararını kutlayan Kral Seman ve Başkan Trump. lanan Libya'da, iki taraf da ayrı hükümetleri destekliyor. Körfez ülkelerin Trump'ın gelişi ile birlikte Katar'a saldırma fırsatını buldular. Kılıç dansı Müslüman Kardeşler, İranlı Şii milisler, El Kaide ve IŞİD'i desteklemekle suçlanan Katar'a ablukanın , Riyad'da yapılan kılıç dansının sonucu olduğunda herkes hem fikir. Mayıs'ın son haftası Suudi Arabistan'a giden Trump, burada Körfez ülkesi yöneticileriyle üç ayrı zirve gerçekleştirmişti. Trump ve Kral Selman, "Ortak Stratejik Vizyon Anlaşması"nı imzaladı. 40'a yakın kalemde 380 milyar dolarlık anlaşmanın omurgasını, ABD'nin Suudi Arabistan'a 110 milyar dolarlık silah satışı oluşturuyor. ABD, "terörizmi finans eden ülkelere yaptırım için" Körfez ülkeleriyle ortak bir denetim merkezi kurararken, "terörizme karşı işbirliği ve ortak mücadele kararı" Riyad'da ilan edildi. Silah tüccarı, alıcılarından, sattıklarını kullanacağı yerleri de belirlemesini istedi. Onlar da Katar'ı işaret ettiler ve Trump'ın istekleri doğrultusunda harekete geçti. Kanıtlar neler? İddialara göre Irak'ın güneyinde avlanmaya giden 26 kraliyet ailesi üyesi, burada El Kaide'ye bağlı gruplar tarafından kaçırıldı. Katar emirliği, takas için, El Kaide, İranlı Orta Doğu'nun en büyük diplomatik krizinde Katar'dan yana tutum alan Türkiye, bölgedeki tek askeri üssünün bulunduğu bu ülkedeki asker sayısını 150'den 3 bine çıkartmayı planlıyor. Katar'a asker yollamayı kabul eden tezkere, Ak Partili ve MHP'li 240 milletvekilinin oyuyla, meclisten hızla çıkarıldı. Aynı zamanda Suudi kralının dostu ve Trump'ın müttefiki olan Erdoğan yönetimi, tezkerede amacının Katar ordusunun moderni-

Şii milisler ve İran'a toplam 1 milyar dolar fidye ödedi. Körfez devletleri, Katar'ın "terörizmle işbirliğinin" somut kanıtı olarak bunu aldı ve saldırıya başladı. Irkçı Trump için "yeterli kanıt" ise Riyad ziyareti sırasında Katar emirinin açıklamaları oldu. Katar emiri, İran ve Körfez ülkeleri arasında artan gerilimi eleştirmiş; Hizbullah ve Hamas'a karşı anlayış gösterilmesi gerektiğini, Trump'ın Beyaz Saray'da uzun süre kalamayacağını söylemişti. Daha sonra hacklendiğini söylese de, Trump için İran'la ekonomik ve siyasi ilişkiler kurmak terörist ilan etmek için "yeterli."

Emirlere karşı krallar ve generallerin yürüttüğü kavganın ardında emperyalist devletlerin yaşadığı bunalım ve hegemonya mücadeleleri var. Bu durum, Irak ve Suriye'den çok daha berbat savaşları besleyen zehirli bir mücadele. Arap devrimlerinin haklılığı Ortaya çıkan tablo Arap Baharı'nın haklılığını ortaya koyuyor. Yozlaşmış yönetimlerin dışladığı kitlelerin aşağıdan mücadelesi, kanlı tarihte çoğulcu, özgürlükçü, sosyal adaletçi yeni bir sayfanın açılmasının mümkün olduğunu göstermişti. Bölgedeki işçilerin çıkarı, suni çatışma ve mezhepçilik dayatmasının reddedilmesinde. Devrimleri boğan ve savaştan başka bir şey getirmeyen rejimlerin yıkılmasında. Trump ve Putin'in kovulmasında. Savaşa karşı mücadelede.

AMBARGONUN VURDUKLARI

Göçmen işçiler: Katar'da yaşayan 2 milyona yakın nüfusun büyük bölümü, çalışmak için buraya gelen işçiler. İş gücünün yüzde 90'ı göçmen işçilerden oluşan Katar'da, 87'den fazla ülkenin vatandaşları çalışıyor ve yaşıyor. Çoğu Hindistan, Nepal ve Bangladeş gibi Güney Asya ülkelerinden gelen işçiler, 2022 dünya kupası için yapılan stadların inşaatlarında çalışıyor. Filipinliler, vatandaşlarının Katar'a gidip çalışmalarını yasakladı. Diğer ülkelerden göçmen işçiler, şimdi aynı şeyin kendi başlarına geleceğinden korkuyor. Yoksul Katarlılar: Katar, dünyada kişi başına gelirin en yüksek olduğu ülke. Kağıt üstünde durum bu olsa da petrol ve doğalgaz zenginlikleri üzerinde yükselen devletin sahipleri zenginlik içinde yaşarken, yoksullar yaşam mücadelesi veriyor. Çöl ikliminin hakim olduğu ülkede tarımsal üretim yapılamıyor. Gıda ürünleri dışarıdan ithal ediliyor. Katar'a karadan ulaşmanın tek yolu Suudi Arabistan'dan. Toplam gıda ithalatının yüzde 40'ı bu yol üzerinden gelen kamyonlarla yapılıyordu. Yoksul Katarlılar, daha ucuz gıda alışverişi için Suudi Arabistan'a gidiyordu. Şimdi bu yol kapandı, denizden ve havadan abluka var. Türkiye ile İran aracılığıyla havadan gıda ithalatına zorlanan Katar'da, kıtlık, hayat pahalılığı ve yüksek enflasyon bekleniyor.

zasyonu, askeri eğitim ve öğretim alanında işbirliği, iki ülkenin birlikte çalışması olduğunu söylüyor. Orta Doğu'da askeri çözümün çözü olmayacağı defalarca kanıtlandı. Orta Doğulu ve Türkiyeli işçilerin çıkarı mevcut savaşların bitmesi ve Katar kriziyle güçlenen bölgesel savaş ihtimalllerinin ortadan kalkması. Katar'a asker göndermekse zaten savaş için silahlanan diğer devletlerle restleşme ve bizzat bu sürecin parçası ol-

mak anlamına geliyor. Türkiyeli emekçilerin çıkarı Katar'a asker gönderilmemesi ve Türkiye'nin Katar'daki askeri üssünün kapatılmasında. Emperyalist devletler ve Orta Doğu'nun despot yönetimlerinin çıkarıları temelinde gelişen militarizm ve savaş politikalarında kaybeden hepimiz, Orta Doğu halklarıdır. İnsanı yardıma, gıda için ambargoyu delmeye evet! Savaşa hayır!


DÜNYA

5

İNGİLTERE: MİLYONLAR CORBYN’E JEREMY CORBYN KİMDİR? VE GERÇEK BİR DEĞİŞİME OY VERDİ

Aktivist Jeremy Corbyn. 1968 kuşağının bir parçası olan İşçi Partisi’nin sol kanadından gelen Jeremy Corbyn, yıllardır hem İngiltere’de hem de dünyadaki pek çok hak mücadelesinin içinde yer alıyor. İlk kez 1983 yılında İngiliz parlamentosuna seçilen Corbyn, otuz yıldır hem savaş karşıtı hem de nükleer karşıtı mücadelenin içinde yer alıyor. Corbyn Türkiye’deki 1980 darbesinin ardından Türkiyeli sosyalistlerle dayanışmak için yapılan eylemlere katılmış, Irak Savaşı’na karşı küresel barış mücadelesi hareketi döneminde 1 Aralık 2002’de Türkiye’de yapılan bir mitinge katılmıştı.

Corbyn liderliğinde İşçi Partisi, kesintilere karşı mücadele eden işçi sınıfının taleplerini sahiplendiği için yükseldi. İngiltere’de 8 Haziran’da yapılan se-

çimlerde Muhafazakâr Parti oy kaybederken, ana muhalefetteki İşçi Partisi seçimlerden hem oyunu hem de milletvekili sayısını arttırarak çıktı. Muhafazakâr Parti oyların %42,4’ünü alarak 317 sandalye kazanırken, İşçi Partisi %40 oyla 262 sandalye elde etti. Irkçı ve yabancı düşmanı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP) oyları ise 2015 seçimlerindeki %12,7’den %1,8’e geriledi. May istifa etmeli Seçim sonuçları, Muhafazakâr Parti ve onun başkanı Theresa May için bir felaket, Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi için ise zafer anlamına geliyor. Bu sonuçlar kendisini solda tanımlayan, kemer sıkma politikalarına ve ırkçılığa karşı mücadele eden, Muhafazakâr Parti’yi iktidardan düşürmek isteyen ve Corbyn’i destekleyen herkese büyük güç verdi. İşçi Partisi, Britanya seçimlerinin tarihindeki en büyük oy artışını yakaladı. Neredeyse tüm anketler bunu tahmin etmekte başarısız olurken, bazıları bunu tamamen gözden kaçırdılar. Muhafazakâr Parti’nin başkanı May, anketlerde kendi partisi 20 puandan fazla öndeyken, yeniden seçime gidilmesi kararını almıştı. Şimdi ise istifa etmesi uygun olur, artık ülkeyi yönetme yetkisine sahip değil. Onun istifa etmeye zorlanması gerek ve bu yönde eylemler yapılacak. May, erken seçime giderken başta İşçi Partisi olmak üzere tüm muhalefeti ezip geçmeyi ve büyük bir çoğunluk kazanmayı hedefliyordu. Neredeyse tüm medya onu destekliyordu. Söylentilere göre medya patronu Rupert Murdoch, sandık çıkışlarında yapılan anketin sonuçlarının Muhafazakâr Parti’nin yenileceğini göstermesi üzerine Times gazetesinin seçim partisini

terk etti. May’ın yüzden fazla milletvekili ile çoğunluk sağlama hayali gerçek olmadı. Kaçamak bir şekilde yürüttüğü kampanya, evinde bakım alan yaşlıların bakım ücretlerinin evlerinin satışıyla karşılanabilmesini öngören ve “Bunama Vergisi” olarak adlandırılan teklif, Manchester ve Londra’daki saldırıları kullanmaya çalışması onun utanç verici bir yenilgi almasına neden oldu.

san bu çağrıya yanıt verdi. Kitlesel mitingler ve zenginlerden vergi almak, öğrenci harçlarını kaldırmak, saatte 10 sterlinlik bir asgari ücret ve Ulusal Sağlık Sistemi (NHS)’ne ve eğitime daha fazla para aktarmak gibi politikalar gerçek bir coşku yarattı. Bu politikalar on binlerce kişiyi seçim kampanyasına katılmaya ve başta gençler olmak üzere pek çok kişiyi oy vermeye yönlendirdi.

Bu seçim sonuçları, Avrupa Birliği’nde kalma yanlılarının intikamı değildi. Eğer böyle olsaydı Liberal Demokrat Parti’nin oyu çok daha fazla olurdu. Seçim sonuçları kemer sıkma politikalarıyla ve zenginlere karşı duyulan derin öfkeyle ilgili. Muhafazakâr Parti en çok sandalyeye sahip parti olmasına rağmen, mecliste çoğunluğu sağlayamadı. Kesin olan bir şey varsa, o da kurulacak olan Muhafazakâr hükümetin May’in seçim sloganı olan “istikrarlı ve güçlü” bir hükümet olmayacağı. Muhafazakâr Parti sağcı Demokratik Birleşim Partisi ile bir koalisyona gidebilir ama bu bir kargaşa koalisyonu olacak. Hiçbir parti istikrarlı bir koalisyon kuramadığı için bu yıl bitmeden ülkede bir kez daha seçime gidilebilir.

Jeremy Corbyn’i lider olarak kabul etmeyen ve onun işe yaramaz olduğunu söyleyen İşçi Partisi’nin sağ kanadı tamamıyla gözden düştü. Onlar sağ kanattan bir liderin çok daha iyi sonuç alabileceğini söyleyebilirler. Ancak Jeremy Corbyn’den önce partinin liderliğini yapan Ed Miliband ilham verici olmayan mesajların işe yaramadığını göstermişti. Daha önce İşçi Partisi’nin feci bir seçim yenilgisine doğru gittiğini söyleyen İşçi Partisi milletvekili John Woodcock seçimlerin ardından “neler olup bittiğine dair hiçbir fikri olmadığını” söyledi. İşçi Partisi Muhafazakâr Parti’nin çok uzun zamandır elinde tuttuğu Canterbury ve Kensington gibi bölgelerin milletvekilliğini kazandı.

Direniş örgütlenmeli İşçi Partisi Britanya’nın dört bir yanında yeni milletvekillikleri kazandı. Bunun gerçekleşmesinin neden İşçi Partisi’nin radikal bir seçim manifestosu savunması ve Corbyn’nin liderlik ettiği kitlesel, dışarıya dönük bir kampanya yürütmesiydi. Corbyn “Siyaset değişti ve tekrar eskisi gibi olmayacak” derken haklıydı. Halkın siyasetin seçkinlerine ve onların kemer sıkma politikalarına olan inancını yitirdiği bir dönemde Corbyn gerçek bir değişim umudu sundu ve milyonlarca in-

Seçim sonuçları AB referandumunun ardından pek çok araştırmacının ve siyasetçinin söylediğinin aksine Britanya’nın sağcı bir ülke olmadığını gösteriyor. Kemer sıkma politikalarına, ırkçılığa ve savaşa karşı derin bir karşıtlık var. 12 milyon kişi Muhafazakâr Parti’yi ve onun müttefiklerini reddetti. Bu oyun sokaklarda ve işyerlerinde seferber edilmesi gerekiyor çünkü ülkenin yönetiminde hala Muhafazakâr Parti var. Direniş örgütlenmeli. İngiltere’de yayınlanan haftalık Socialist Workers gazetesinden çeviren Onur Devrim Üçbaş

İŞÇİ PARTİSİ’NİN SEÇİM MANİFESTOSUNDA NELER VARDI?

Londra’da bir mekan, İşçi Partisi’nin zaferi açıklandığı an. İşçi Partisi’nin bu seçimde geniş destek gören manifestosunun ana maddeleri: 80.000 sterlinden fazla kazananların gelir vergisinin arttırılması, vergi kaçıran büyük şirketlere yönelik daha sıkı denetimler. Göçmenler için konulan gelir seviyesini sınırının kaldırılması. Avrupa Birliği’nden çıkış sürecinde işçilerin haklarının korunması, Britanya’da yaşayan AB vatandaşlarının haklarının korunması, demiryollarının kamulaştırılması, enerji üretiminin kısmen kamulaştırılması, elektrik şebekesinin yeniden devlet kontrolüne alınması, kaya gazı üretiminin yasaklanması, üniversite harçlarının kaldırılması, Ulusal Sağlık Sistemi’ne 30 milyar sterlinlik ek yatırım yapılması. Sendikaları kısıtlayan sendika yasasının kaldırılması, sektörel bazda toplu sözleşmenin getirilmesi, ücret ödenmeyen stajların kaldırılması, tüm işçilere sendikaya üye olma hakkı getirilmesi, hem babalar hem de anneler için çocuk izninin süresinin arttırılması, bir milyon yeni konut inşa edilmesi, kira artışlarının enflasyonla sınırlandırılması, oy verme yaşının 16’ya düşürülmesi.


6 GÜNDEM

“ZEYTİN Mİ, TESİS Mİ” DİY CEVABIMIZ: TABİİ Kİ ZEYT

5 .in zeytin ağacını kesen Kolin Holding’e karşı mücadele eden Yırca köylüleri. NURAN YÜCE

Çok değil bundan yaklaşık iki buçuk yıl önce gündemimizde yine zeytin ağaçlarının katledilmesi vardı. Kolin Şirketler Grubu’nun Manisa’nın Yırca Köyü’nde termik santral yapabilmesi için hükümet her türlü yasal düzenlemeyi hiçe sayarak, tüm olanakları seferber etmişti. Bakanlar Kurulu Yırca köylülerine ait yaklaşık 400 dönümlük zeytinlikler için acil kamulaştırma kararı almış, Enerji Bakanı Taner Yıldız termik santralin temelini atmıştı. Hükümetin sınırsız desteğini alan Kolin Şirketi de acele kamulaştırma kararına karşı açılan davanın sonucunu beklemeden bir gece sabah karşı dozerlerle 6.000 zeytin ağacını yok etti. Zeytin ağaçlarını korumak için haftalarca nöbet tutan köylüler şirketin güvenlikçileri tarafından dövüldü, yerlerde sürüklendi. Hükümetin de şirketin de yaptıklarının hepsi hukuksuzdu. Hukuksuzluk ve Kolin şirketinin Yırca’da termik santral kuramayacağı daha sonradan karara bağlanmış olsa da bir şirket, bir gecede yüzlerce insanın geçim kaynağı olan 6.000 ağacı bir anda yok edebildi. İşte vahşet diyeceğimiz bu olayı istisna olmaktan çıkaracak, şirketlerin zeytinlik alanlarda her türlü tesisi açmalarına olanak tanıyacak bir yasa tasarısı yeniden Meclis’in gündemine geldi. Şirketlere müjde Kapitalist rekabet tüm dünyada daha da şiddetleniyor. Rekabet sadece şirketler arasında değil, devletler arasında da gerçekleşiyor. Ve bu rekabet ortamına Türkiye, AKP hükümetinin özellikle doğal varlıkların vahşice sömürülmesi politikaları üzerinden dahil olmaya çalışıyor. Türkiye’de ormanlık alanları, tarım arazilerini, sulak alanları, de-

nizleri, zeytinlikleri kısaca doğal varlıkları koruyan yasal düzenlemeler kısmen de olsa sermayenin önünde engel oluşturabiliyor. Yürürlükte olan yasal düzenleme sayesinde Kolin’in kestiği 6.000 ağaç için hukuka aykırılığı dile getirip cezalandırılmasını, Yırca’da tekrar zeytin ağaçlarının dikilmesini sağlayabildik. Bu koruma yasaları uzun zamandır, AKP hükümetinin şirketlerin çıkarından ayrı düşünemeyeceğimiz “Güçlü Türkiye” hedefi ile uyuşmadığından bir bir ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. En son Başbakanın “Çevreyi ülkenin hızını kesmek için kullanıyorlar” söylemi durumu çok net açıklıyor. Başbakan Binali Yıldırım’ın “müjde” diye duyurduğu zeytinliklerle ilgili son düzenleme de bunun bir adımdır. Başbakan

Kolin ve benzeri şirketlere ‘artık gece yarısı ağaçları kesmenize gerek yok, gündüz gözüyle istediğiniz ağaç katliamını yapabilirsiniz, kimse size dava açamaz, tüm çevre katliamlarınızı aklayacak yasal düzenlemeleri hazırladık’ müjdesi veriyor. Zeytinime, suyuma, doğama dokunma! Tasarıdaki değişiklikler zeytinlik alanları dışında kıyıları ve mera alanlarını koruyan kanunlarda da değişiklik yapılmasını öngörüyordu. Türkiye’de koruma statüsünde olan alanların toplam yüzölçümü sadece yüzde 4. Türkiye’de doğrudan ya da dolaylı olarak zeytinden 10 milyon insan geçimini sağlıyor. Hükümet bu değişiklikle zeytinlik alanların iyileştirilmesi için koruma statülerini arttırmak yerine, zeytinlik alanlarını madene, kömüre teslim etmek istiyor. Sadece 2013 yılında kömür sektörüne 730 milyon ABD doları teşvik olarak aktarıldı. Tasarıda yer alan “alternatif alan bulunamazsa” ibaresini hatırlayacak olursak, kömür, maden şirketlerine faaliyet alanı vaadinde de bulunuyor. Yasanın komisyondan geçip Meclis gündemine gelmesiyle birlikte büyük bir tepki oluştu ve hükümete geri adım attırmayı başardık. Bu yasa tasarısına karşı Yırca köylülerinin zeytin yasasına karşı gerçekleştirdikleri eylemde dedikleri gibi birlikte, ısrarla, rehavete kapılmadan mücadeleyi sürdürmeliyiz. Kâr uğruna doğayı yok eden şirketlere ve onun temsilcisi olan hükümetlere karşı mücadele etmeliyiz. Zeytin ağacı, ağaçların ilkidir ve ölümsüzüdür. Yasanız zeytinlerimize sökmez!


GÜNDEM 7

YENLERE TİN!

HER ŞEY ŞİRKETLER İÇİN

GÖRÜŞ Roni Margulies

İSLAM DÜŞMANLIĞI VE IRKÇILIK Londra’da sekiz kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırıdan sonra, İngiltere sokaklarında İngiliz vatandaşı Müslümanlara karşı saldırılarda ve nefret suçlarında ciddi bir artış oldu. Londra belediye başkanı Sadık Khan’ın duyurduğu rakamlara göre, 2017 ortalamasına kıyasla İslamofobik saldırılar beş kat artmış ve genel olarak ırkçı olaylar yüzde 40 oranında yükselmiş. Kayıtlara geçen nefret suçları günde 54 olay. Oysa 2017 ortalaması 38 olaymış. Müslüman düşmanlığının saptandığı suçların ortalaması bu yıl günde dörtten az iken, Londra saldırısından sonra günde 20’ye yükselmiş.

Zeytinliklerde şirket yıkımı.

Yırca, Jandarma eşliğinde kesime direnen kadın.

SÖMÜRÜNÜN KILIFI “KORUMA”

Yeni düzenlemede, zeytinlik alanları yatırım alanlarına dönüştüren bir başka unsur da mevcut Madde 20’ye yapılan ekleme. Yürürlükteki 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunu'un 20'nci maddesi "Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az üç kilometre mesafede, zeytinliklerin bitkisel gelişimini ve çoğalmalarını engelleyecek kimyasal atık oluşturulacak tesis yapılamaz ve işletilemez. Bu sahalardaki zeytin ağaçlarının sökülmesi izne tâbi olup, izinlerin alınması durumunda dahi kesin zaruret görülmeyen zeytin ağacı kesilemez" diye başlıyor. Ama doğal varlıklara ilişkin yasal düzenlemelerin her birinde istisnasız bir biçimde gördüğümüz ve “koruma-kullanma dengesi” adı atın-

1939’da hazırlanan, 1995’de değişikliğe uğrayan zeytinlik yasası için 2002 yılından bu yana 6 kez değiştirilme girişiminde bulunuldu. 7. değişiklik “Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile meclis gündemine getirildi. Değişiklikle yapılmak istenen zeytinlik alanlarının yeniden tanımlanması. Zeytinlik alanının büyüklüğü ve içindeki zeytin ağacı sayısı o bölgenin zeytinlik alanı olup olmamasını ve koruma statüsünde dahil olup olmayacağını belirliyor. Teklife göre 15 ve daha az zeytin ağacının olduğu zeytinlik alanlar, “zeytinlik” statüsünde olmayacak, dolayısıyla koruma kapsamından çıkarılacak. Türkiye’deki zeytinliklerin büyüklüğünün ortalama 1,5 hektar olduğu ve en yaşlı zeytin ağaçlarının aralarındaki mesafeden dolayı en fazla 15 zeytin ağacı olduğu söyleniyor. Zeytinlik alanlarının bu özelliğinden dolayı yüzde 80’inin koruma statüsü artık olmayacak. Koruma statüsü kalkan bu alanlarda da her türlü yatırımın önü böylece açılmış oluyor.

da koruması gereken alanları yine istinasız bir biçimde kullanıma açan “ancak” ile başlayan bir bölüm Madde.20’de de var. Tasarıda 20. maddenin "Ancak Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, alternatif alan bulunmaması ve kurulun uygun görmesi şartıyla bakanlıklarca kamu yararı kararı alınmış yatırımlar için zeytinlik sahalarında yatırım yapılmasına izin verebilecek, bu yetkisini gerektiğinde valiliklere devredebilecek. Bu sahalarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile tarımsal işletmelerin yapımı, işletilmesi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının iznine bağlı olacak" şeklinde değiştirilmek isteniyor. Bu “ancak” ile başlayan bölüm “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az üç kilometre mesafede” olan alanlar dahil olmak üzere madencilik, termik santral ve benzeri projenin yapılmasına olanak açacak kısım. AKP hükümetinin kalkınma hedefleri uğruna yasal koruma statüleri tek tek ortadan kaldırılan doğal varlıklar bu yasal değişikliklerle Enerji Bakanı Albayrak’ın da ifade ettiği gibi “kılçıksız yatırım” olarak şirketlerin sermaye alanına dönüştürülüyor.

İngiltere’de durum böyleyken, Amerika’da geçtiğimiz Cumartesi günü 30 ayrı şehirde “şeriat karşıtı” gösteriler düzenlendi. Sanırsınız ki, Amerika’da şeriatçılar iktidara gelmek üzere veya her ân bir İslam Cumhuriyeti kurulmak üzere! Elbette değil! “Şeriat karşıtı” ifadesi Müslüman düşmanlığı anlamına geliyor. Gösteriler şeriata değil, Müslümanlara karşı. Londra’dan verdiğim rakamların gösterdiği gibi. Amerika ve Avrupa’da İslamofobi yeni bir şey değil. İkiz Kuleler saldırılarından, Irak’ın işgalinden beri yükseliyor. Üstelik Batı’da egemenler, Ortadoğu’da yaptıklarını haklı göstermek amacıyla İslam düşmanlığını bilerek, isteyerek, devlet politikalarıyla yükseltiyor. Başka türlü Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Mısır’da, Suriye’de yaptıklarını nasıl meşru gösterebilirler ki? Meseleye bu kadarıyla bakınca, moral bozucu bir tablo çıkar ortaya. Ama mesele bundan ibaret değil. İngiltere’de saldırıda ölen gençlerden birinin babası, o derin acıyı yaşarken, “Oğlumun ölümünü, İslam düşmanlığına hizmet edecek şekilde kullanamazsınız” diye demeç verdi. Ve saldırıdan çok kısa süre sonra, İslamofobiyi seçim kampanyasına dahil eden başbakan Theresa May genel seçimlerde ciddi bir oy kaybı yaşadı. Buna karşılık, ırkçılığa ve İslam düşmanlığına hiç ödün vermeyen, bunlara karşı açıkça kampanya yürüten muhalefet partisi başkanı Jeremy Corbyn hiç kimsenin beklemediği, inanılmaz bir başarıyla çıktı seçimlerden. Amerika’da ise, “şeriat karşıtı” gösteri düzenlenen her şehirde karşı gösteriler gerçekleştirildi. Ve her yerde ırkçılık karşıtları “şeriat karşıtları”ndan daha kalabalıktı. Her yerde “Müslüman komşularımızla omuz omuzayız”, “Müslümanlardan değil Trump’tan nefret et” ve “Nefrete hayır, korkuya hayır, Müslümanlar aramıza hoşgelir” pankartları taşındı. Kısacası, Batı’da İslam düşmanlığı yükseliyor, Trump gibileri daha da yükseltmeye çalışıyor, doğru. Ama bu, madalyonun sadece bir yüzü. Öbür yüzünde, ırkçılığa karşı mücadele de yükseliyor, sağcı ve ırkçı liderlere tepki de yükseliyor.


8

GELENEK

ONUR YÜRÜYÜŞÜ: AŞKIN VE ÖZGÜRLÜĞÜN GÜCÜ ADINA!

On binlerce kişinin katıldığı şenlikli Onur Yürüyüşleri, Türkiye’de son 20 ylın en büyük toplumsal hareketlerinden biri oldu. MERVE DİLTEMİZ

1969 yılı 27 Haziran’ı 28 Haziran’a bağlayan gece Greenwich’teki Stonewall Inn adlı bar LGBTİ Hareketi için simgesel bir ayaklanmaya sahne oldu. LGBTİ’lerin gettolarındaki barlar, “kurtarılmış bölgelerdeki” polis ve çeteler arasındaki pazarlığın izin verdiği ölçüde özgürdü. O geceye kadar belli aralıklarla polis baskınlarına uğrayıp ertesi gün açılan eğlence mekânlarından biri olan Stonewall Inn’in tamamen yanmasıyla sonuçlanan gece, hareketin alevlendiği, radikalleştiği geceydi aslında. 27 Haziran gecesini diğer baskınlardan ayıran şey günlerce bardaki ve o bölgede yaşayan LGBTİ’lerin, bar çalışanlarının, öğrencilerin ve aktivistlerin birikmiş öfkesinin anlık parlaması değil, radikal örgütlü bir mücadelenin başlangıcı olmasıydı. Günler ve geceler süren çatışmanın ardından o zamana kadar orta üst sınıf, beyaz erkeklere hitap eden LGBTİ örgütlenmesi kadınları, çevrecileri, Siyah Panterleri, işçileri de içine alan yirminci yüzyılın en kayda değer örgütlü güçlerinden birine dönüştü.

ları gibi “yeraltına” itilmiş, 1990’lı yıllarda ise bu kez daha güçlü bir şekilde mücadele sahnesine ayak basmıştı. Türkiye’deki ilk Onur yürüyüşünü organize etmek için 11 Nisan 1993’te Beyoğlu BİLSAK Kültürevi’nde yapılan ve Lambdaistanbul’un kurulmasıyla sonuçlanan toplantının ardından aktivitler, Cinsel Özgürlük Etkinlikleri adı altında bir etkinlik düzenlemeye karar vermiştir. Bu etkinlik, gelen tepkiler üzerine başta yürüyüşe izin veren İstanbul Valiliği tarafından “toplumun örf ve adetlerine ters düştüğü” gerekçesiyle yasaklanmış ve yürüyüşü organize eden aktivistler iptal olan yürüyüş tarihinden bir gece önce gözaltına alınmıştır.

değişikliğiyle yürüyüş için izin alma zorunluluğunun ortadan kalkması üzerine, 2003 yılında, Lambdaistanbul’un fiili kuruluşunun onuncu yılı etkinlikleriyle birleştirilmiş ve Türkiye tarihinde ilk kez yaklaşık 50 LGBTİ aktivistinin katılımıyla İstiklal Caddesi üzerinde yapılan yürüyüşle gerçekleştirilmiştir. Her yıl artan sayıda katılımcıyla gerçekleşmeye başlayan Onur Haftası Etkinlikleri 2007 yılında uluslararası bir nitelik kazanmıştır. 2007 yılından itibaren, 2015’te engellenene kadar, öncesinde uzun süren hazırlıklar yapılan, içerisinde konserler, partiler, atölyeler, performanslar, toplantılar, söyleşiler olan ve dünyanın birçok yerinden katılımcıları ve konuşmacıları ağırlayan, Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki irili ufaklı etkinlik ve gösterilerle sürüp İstiklal caddesinde yapılan büyük bir yürü-

yüşle bitirilen Onur Haftası Etkinlikleri tüm dünya tarafından takip edilmektedir. En büyük sosyal hareketlerden biri

Özgürlük için yürüyüş

2007 yılında eşcinsel hareketin Türkiye’deki gelişimi bakımından bir kırılma anı da İstanbul’da yapılan Onur Yürüyüşü’dür. O zamana kadarki yürüyüşlerin en büyüğü ve en coşkulusu olan yürüyüş, hareket için önemli bir moral kaynağı olduğu gibi eşcinsel hareketin Türkiye’deki en önemli muhalif hareketlerden birine dönüştüğünü de kanıtlar niteliktedir. 2015 yılında ise yürüyüş İstanbul Valiliği tarafından, önceden haber verilmeksizin ve aniden, Ramazan ayı gerekçe gösterilerek yasaklanmış, yani Türkiyeli aktivistler, ilk Onur Yürüyüşü girişiminin üzerinden geçen 22 yıldan sonra bir kez daha, “toplumun örf ve adetlerine aykırılık” prensibine takılmıştır. 2 yıldır polis zoruyla engellenen yürüyüş, geçtiğimiz sene LGBTİ aktivistlerin muhteşem bir yaratıcılık örneğini toplumsal hareketler tarihine yazdırdığı “dağılıyoruz” sloganıyla sokaklara, barlara, tüm mücadele alanlarına “dağılmıştır”.

Stonewall kurbanlarını ve isyanlarını anmak üzere 28 Haziran 1970'te ilki yapılan Onur Yürüyüşleri halen dünya çapında LGBTİ aktivistleri ve dostları tarafından sürdürülüyor. LGBTİ Hareketinin Türkiye’deki örgütlü mücadelesi, 1970’li yıllarda ortaya çıkan bir arada yaşama ve çalışma pratiği ile yavaş yavaş şekillenmiş, 1980 askeri darbesi ile toplumun tüm muhalif unsur-

Bu yıl Onur Haftası 19-25 Haziran tarihlerinde yapılacak farklı etkinliklerle selamlanacak. LGBTİ’ler bir kez daha, cinsel yönelimlerinin ve cinsiyet kimliklerinin saklanacak, utanılacak değil, gururla dünyaya ilan edilecek bir parçaları olduğunu, aşkın ve özgürlüğün dönüştürücü gücüne inanan binlerce aktivistle birlikte haykıracak.

2000’li yıllara kadar basına kapalı olarak gerçekleşen Onur Haftası Etkinlikleri, yasa

Stonewall direnişi, 1969.


EMEK GÜNDEMİ

İŞÇİLERİN BEŞ TALEBİ

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

BİRLEŞİK İŞÇİ MÜCADELESİ İÇİN EMEK PLATFORMU ACİL İHTİYAÇ Türkiye’de kapitalist sistem krizde, bu günlerde ekonomik göstergelerdeki görece iyi rakamlar kimseyi aldatmasın. İşsizlikte ve enflasyonda yani pahalılıkta herhangi bir düşüş yok, aksine AKP hükümetinin ekonomiyi canlandırmak için son aylarda piyasaya 200 Milyar TL sürmesi nedeniyle enflasyonda önemli artışlar yaşıyoruz, yaşamaya devam edeceğiz. Ücretlerimiz giderek eriyor, alım gücümüz azalıyor.

Erdoğan yönetimi devleti güçlendir-

mek ve patronları tatmin etmekle ilgilenirken, emekçiler acil beş taleplerinin yerine getirilmesini istiyor. Darbe girişimi ve OHAL baskıları sekteye uğratsa da, birçok işyerinde ve fabrikada işçiler mücadele ediyor. 2015 metal işçileri grevinden bugüne bakıldığında, dipten gelen dalga, grev yasaklarına ve baskılara rağmen yayılıyor.

mış gibi gözüküyor. Fakat işçilerin tek güvencesi olan kıdem tazminatlarına göz diktiklerini ve tarafları ikna edeceklerini de söylemekten çekinmiyorlar. İşçiyi işten atan patron, kıdem tazminatını derhal ödemelidir. Fon değil patronlara baskı! Taşerona hayır!

Kamuda toplu sözleşmelerin görüşüldüğü bu dönemde, kadrolu ya da taşeron, işçi ya da memur, işçi sınıfının her kesiminden ortak bir ses yükseliyor.

Kadrolu ve sendikalı çalışmaya sermayenin saldırısı öyle bir noktaya ulaştı ki, birçok işyerinde kadrolu işçi sayısı bir azınlık iken milyonlarca işçi haklarından yoksun taşeron dayatması altında. Taşeron işçiler derhal kadroya alınmalıdır ve sendikal haklardan yararlanmalıdır.

Kıdem tazminatıma dokunma!

İşime, ekmeğime dokunma!

Erdoğan yönetimi, güçlü 1 Mayıs gösterilerinin ardından, sendikaların genel grev sebebi saydıkları Kıdem Tazminatı Fonu’ndan geri adım at-

Darbeye karışmadıkları hâlde binlerce kamu emekçisini işten atan Erdoğan yönetimi, 657 sayılı yasayı değiştirerek memurların iş güvenliğini ortadan

kaldırmak istiyor. Kazanılmış haklar geri alınamaz! İş cinayetlerine son! Soma'da ölen madenciler ve atılan tekmeler unutulmadı. Verilen hiçbir söz tutulmadı. İşçiler, patronlar önlem almadığı, güvencesiz koşullarda çalıştırıldıkları için ölmeye devam ediyor. Artık yeter! İnsanca yaşayacak ücret istiyoruz! Açlık sınırının üstünde asgari ücret kazanılmadan, kamuda ve özeldeki toplu sözleşmelerde işçilerin talepleri karşılanmadan, sosyal adaletten söz edilemez. Fabrikalardan yükselen sesler böyle diyor. Grev ve direnişlerde birleşik mücadele sloganları atılıyor. Dipten gelen bu dalgayı hep birlikte büyütelim. Beş talebin kazanılması için mücadele, değişimin kapısını da açacak.

İŞYERLERİNDEN MÜCADELE HABERLERİ n Grevleri yasaklanan binlerce Şişecam işçisi, fabrikalarda eylemlerini sürdürdü her gün belirli sürelerde iş bıraktı. Sonunda işveren geri adım attı, cam işçileri taleplerinin bir kısmını kazandı, anlaşma sağlandı. n TAT Gıda’da 5 bine yakın işçi grev kararı aldı. Grev başlamadan toplu sözleşme imzalandı. n DİSK, kıdem tazminatının gaspı girişimlerine karşı İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere birçok şehirde aynı gün sokağa çıktı. n İzmir’deki Kemalpaşa Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan AKG Termoteknik fabrikasında sendikaşmaya karşı işçilerin kovulması üzerine kapı önünde başlayan direniş, iş bırakmaya dönüştü. Polis zoruyla fabrika boşaltıldı. n Petrol-İş üyesi Mutlu Akü işçileri, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlamaması üzerine greve çıktı. n İzmir'in Torbalı ilçesindeki Pancar Organize Sanayi bölgesinde kurulu bulunan Form Koruyucu Ambalaj Fabrikası işçilerinin grevi üçüncü haftasını geride bıraktı. n Bartın, Zonguldak, Ermenek, Kahramanmaraş, Amasya, Soma, Çanakkale, Kütahya, Balıkesir, Eskişehir, Ankara’dan 25 ayrı iş yerinden maden işçileri ortak bildiri yayınlayarak “Kıdem tazminatıma dokunma!” dedi. n OHAL döneminde KHK’larla işten atılan kamu emekçileri için KESK üyelerinin eylemleri devam ediyor.

n DHL Express’te TÜMTİS’te örgütlendikten sonra patronun işçileri kovması üzerine İstanbul Bağcılar’da bulunan şirket binası önünde basın açıklaması düzenlendi. n Diam Vitrin fabrikasında patronun sendika düşmanlığına karşı işçiler 6 Haziran’da üretimi durdurdu. Patron geri adım atarak sendikayı tanıdı .İşten atılan 15 işçi ise fabrika önünde direnişlerini sürdürüyor. n Mefar ilaç şirketinde ilan edilen grev, “genel sağlığı bozucu olduğu” gerekçesiyle yasaklandı. n Sivas Organize Sanayi Bölgesi'nde kurulu bulunan ve kam mili üreten bir fabrikada Çelik-İş Sendikası’na üye olan işçiler işten atıldı. 20 kişi fabrika girişini kapatarak eylem yaptı.

İşçiler gelirlerindeki bu kayıpları telafi etmek için toplu sözleşme görüşmelerinde patronlarla kıyasıya pazarlık ediyorlar. En son imzalanan Şişecam sözleşmesinde işçi ücretlerine aylık ortalama 300 TL (yüzde 16) zam yapıldı. Ortalama işçi ücretinin 1900 TL olduğu Şişecam işçileri için yüzde 16 zam, muhtemel enflasyon rakamlarını karşılar mı, çok zor. Grevleri yasaklanan Şişecam işçileri, diğer emek örgütlerinden de fazla destek göremediler, sadece iş yerlerinde iş yavaşlatarak tepkilerini gösterebildiler ve sonuçta bu toplu sözleşmeyi imzaladılar. Halbuki güçlü bir işçi hareketi olsaydı sonuç çok daha farklı olabilirdi. Bugün bir Emek Platformu kurulabilir mi? Kurulma olasılığından daha önemli olan, kurulması acil mi değil mi sorusu. Bu sorunun cevabının “Acil” olarak cevaplandırılması son derece önemli ve gerekli. Çünkü işçi sınıfının giderek ağırlaşan yaşam koşullarında patronlara karşı gücünü göstermesi, taleplerinin kabul edilmesini sağlaması için bir araya gelmesi gerekir. Emek Platformunda bir araya gelecek olan işçi örgütleri, işini, aşını kaybetmekte olan işçilerin sorunlarını bir nebze olsa da çözmek için daha sonuç alıcı işler yapabilirler. Emek Platformu lazım derken, kurulmasının önünde sayısız engel olduğunu bilerek çaba göstermeliyiz. İdeolojik bölünmüşlük, genel siyasal kutuplaşmanın sendikal düzeyde etkisi, sendika liderliklerinin tabanın basıncını hissetme yeteneklerini kaybedecek kadar tabandan uzaklaşması, bürokratlara dönüşmesi, bazı konfederasyonların hükümetin sesi gibi çalışması, OHAL koşulları vs, Emek Platformunun kurulmasının önündeki başlıca engeller. Ama bu engellerin karşısında avantajlarımız da var. Saldırıların çok yönlülüğünün birleşmeyi zorunlu kılması, metal fırtınanın da gösterdiği gibi tek işkolunda direnişin sonuç almada zorlandığı yönünde uyandırdığını umduğumuz bilinç, grev yasaklarının öfkelendirmesi vs. Birleşen işçiler yenilmezler sloganı kuru bir slogan değildir. Bunun formları var. Emek Platformu işçi sınıfı tarafından bulunan, onun aşağıdan basıncıyla kurulan en önemli mekanizmadır.

n Gebze Plastikçiler OSB’de bulunan Chinatool Automotiv fabrikasında patronun sendika karşıtı tutumu, baskı ve mobbing politikalarına karşı işçilerin eylemleri devam ediyor. n Ödenmeyen alacaklarıyla ilgili BEDA Enerji’ye dava açtıkları için işten atılan DİSK Enerji Sen üyesi işçiler, BEDA Enerji’nin İstanbul Çağlayan’daki genel müdürlüğü önünde oturma eylemi yaptı. n İzmir'de DİSK'e bağlı sendikalar, hükümetin kıdem tazminatını gasbetmek istemesine karşı iş bırakarak hükümeti uyaracak.

SOSYALİST İŞÇİ ALIRKEN

ALTÜST’TE İSTEYİN


10 GREV

AF ÖRGÜTÜ’NDE GREV: TAŞERONA HAYIR!

Af Örgütü’nde sokakta yüz yüze çalışarak, kuruma destek sağlayan çalışanlar 1 Haziran tarihinde Af Örgütü’nün taşeron dayatmasına karşı iş bıraktılar. Eşit koşullarda, eşit ücret talebiyle greve çıkan yüz yüze çalışanları, güvenceli işin ve çalışma koşullarının ancak sendikayla mümkün olabileceğinin farkındalar. Bu nedenle iş yerinde sendikasızlaşmaya yol açan taşeronlaştırmaya karşı mücadele ediyorlar. Sosyalist işçi olarak grevdeki işçilerle ve onlarla dayanışmak için yanlarından ayrılmayan eski Af Örgütü çalışanlarıyla konuştuk.

SILA ŞENSOY: BU BİZİM HAYSİYET GREVİMİZ Grev öncesinde çalışırken taşeron olarak çalıştığımız için kendimizi kötü hissediyorduk. Neler yapabiliriz diye tartıştık, hızlı adımlar atmaya çalıştık. Hazırladığımız dilekçeyi Af Örgütü’ne sunduk. Çalışma sistemimizin düzeltilmesini, taşeronluk sisteminin kaldırılmasını istedik. Ortak yaptığımız toplantıda talebimizi karşılayacak durumlarının olmadığını, taşeronluk sisteminin kaldırılmayacağını söylediler. Sadece bir takım sosyal haklardan yararlanabileceğimizi söylediler. Yaptığımız görüşmelerde alaylı, yukardan bakar bir üslupla konuşmaya sürdürdüler. “Bizim tavrımız net, çalışan çalışsın,çalışmayan gitsin” şeklinde bir tavır gördük. Biz de bu koşullarda çalışmayı kabul etmedik. Taşeron sisteminin kaldırılmasını sadece kendimiz için değil, bizden sonra çalışanlar hatta Af Örgütü’nün bütünü için de istedik. Derdimiz sadece yol ve yemek parası değil. Biz taşeron sistemine karşıyız. Bunun karşılığında olumsuz cevap gelince biz de greve gitme kararı aldık. Af Örgütü üzerinde baskı oluşturmak için elimizden geleni yaptık. Basına duyurduk. Taşeron sistemine son verilene kadar da yapmaya devam edeceğiz. Ben inanıyorum ki taşeron sistemi kaldırılacak. İnsanlara hak ihlallerinden bahsederken onları kandırıyormuş gibi hissediyordum. Açıkçası grev öncesinde bu durumdan kaynaklı konuşmak bile istemiyordum. Hatta sokakta biri bana “Sen burada hak ettiğin ücretinin altında çalışıyorken, burada gelip bana neyi savunuyorsun. Ben Af Örgütü”nü savunmuyorum” dedi. Bu mücadeleyi yürütürken birbirimize destek olmak çok önemli. Dışardan da bize destek veren insanlar oldu. Onlardan da çok güzel şeyler aldık. Özellikle süreci yürütürken, Af Örgütü’nün yürüttüğü kampanyaların zarar görmemesini istedik. Çünkü bu kampanyalar çok değerli. Aslında bu kampanyaların asıl taşıyıcıları bizleriz. Her gün sokakta kampanyaları bizler anlatıyoruz. Süreci sürdürürken şöyle düşündük: Hiçbir şekilde kampanyalar zarar görmesin. Ama bu hak ihlaline karşı da hiçbir şekilde susmayalım. Bu çalışmaları sürdürürken, onurumuzla, kişiliğimizle duralım. Amacımız Af Örgütü’nü zedelemek değil, yaptıkları hak ihlaline son vermelerini sağlamak.

FELAT ERKOZAN: GREV SÜRECİ ÇOK RENKLİ , DİRENÇ DOLU Eylül ayından beri taşeron sorununu konuşuyoruz. Ancak bugüne kadar olumlu hiçbir adım atılmadı. Defalarca taşeronun insan hakkı ihlali olduğunu, emek sömürüsü olduğunu anlattık. 1 Haziran’da grevimizi başlattık. Talebimiz çok net: Af Örgütü’nde kadrolu olarak çalışmak istiyoruz. Af Örgütü’nde ve her yerde taşerona karşı mücadele ediyoruz. Bu mücadele çok önemli. Çünkü pek çok STK ve kuruluşlarda benzer hatta aynı uygulamalar var. Diğer STK’larda yüzyüze projelerinde taşeron kullanarak emek sömürüsüne devam ediyorlar. Uluslararası anlamda da böyle bir hak ihlalini önlemek açısından çok önemli. Grev süreci çok renkli , direnç dolu. Günden güne motivasyonumuz artıyor. Farklı iş kollarından, farklı dayanışma ağların-

dan ziyaretimize gelen insanlar var. Sokakta bizi gören insanlar duruyor. İşçiler “taşerona hayır” sloganını bir kez de bizimle birlikte söylüyorlar, bizimle fotoğraf çektiriyorlar. Grev hem içsel sürecimizi hem direnç ruhumuzu yeşerten büyüten bir süreç. Bu da sürecin son derece coşkulu olmasını sağlıyor. Arkadaşlarımızı da motive ediyor. Daha dirençli ve daha güçlü hissediyoruz kendimizi. Af Örgütü bünyesinde çalışanların üye olduğu DİSK’e bağlı Sosyal-İş Sendikası’yla da görüştük. Sürekli iletişim halindeyiz. Sendikanın daha özverili davranması, daha somut destek vermesi gerekiyor. Çünkü çok temel bir hak olan güvenceli çalışma için mücadele ediyoruz. Sosyal-İş’in de savunduğu bir şey bu. O nedenle başta Sosyal-İş olmak üzere tüm sendikaların destek vermesini ve dayanışmayı güçlendirmesini bekliyoruz.

SENA SUNGUR: SUS PAYLARIYLA GREVİMİZİ ENGELLEYEMEZLER Bizim elimizde yazılı kağıdın üzerinde “ İnsan hakları onurumuzdur” yazıyor. Biz sokakta yüzyüze çalışırken; LGBTİ haklarından bahsederken, Gezi Parkı direnişinde hayatını kaybeden insanların davalarını takip ederken, işçi haklarından bahsederken, kendi hakkımın yendiği bir kurum için bunları yapıyor oldum. Eğitim çalışmalarında bize denilen şey şuydu: “İnsan hakları evrensel beyannamesini feyiz alıyoruz. Ne kadar evrensel bir kurum olduğumuzu, hiçbir kurum ve kuruluştan destek almadığımızı, tamamen bağımsız olduğumuzu söyleyebilirsiniz”. Ancak bu beyannamenin içinde yer alan işçi haklarıyla ilgili kısmını kendileri tamamen çöpe atmış, sadece gösteriş yaparak insanları ikna eder halde bulduk kendimizi. Çünkü bunları söyleyen kurum önce bizim haklarımızı ihlal ediyor. Dayanışmanın gerçekten güç getirdiğini gördük. Çünkü birçok örgüt, kuruluş ve halktan insanlar bize destek oldular. Bu destekler olmasıydı, bu grevi sürdürüyor olamazdık. Kendimizi bu kadar güvenli hissetmezdik. Sendika hem bize hem de Af Örgütü’ne sahip çıkan tutumlar alıyor. Onlar da kendi işlerine bakar durumdalar. Biz bu süreci desteklerle yürütüyoruz. Bu sadece bizim için değil, diğer taşeron çalışan işçiler için de kazanım olacak. Af Örgütü yaptığı uygulamaya “bodrolama” diyerek, taşeron çalıştırdığı gerçeğini gizleyemez. Aslında protokol dedikleri taşeron olarak çalışmamızı aklayan sus payı. Taşerona “bodrolama” diyorlar. Protokollerle, “Yol ücretinizi biz verelim” diyerek bize sus payı veriyorlar. Bizleri “heyecanlı gençler” olarak tanımlıyorlar. Evet, belki yaşlarımız küçük olabilir. Ancak bizler de bilinçli insanlarız. Üniversitede okuyoruz. Araştıran ve bilgilenen insanlarız

ki, zaten burada da çalışmamızın nedeni de bu. Hem insan haklarına katkıda bulunmak hem de kendi geçimimizi sağlamak için burada çalışıyoruz. Bu tarz sus paylarıyla, grevimizi engelleyemezler.

İLAYDA BİLGİ (AF ÖRGÜTÜ ESKİ ÇALIŞANI): “AF ÖRGÜTÜ’NE TAŞERON ÇALIŞTIRMAK YAKIŞMIYOR” İşe alınırken başka bir taşeron firma altında çalıştığımız söylenmedi bana. Sonrasında toplantı almaya, yeni gelenleri bilgilendirmeye başladık. Ben Mart sonunda işten ayrıldım. Abbasağa Parkı’nda yaptığımız basın açıklamasından sonra çok olumlu tepkiler aldık. Burada da gün geçtikçe daha fazla insan geliyor. Grevin ses getirmesi Af Örgütü’ne baskı açısından çok önemli. Burada kalabalık oldukça durumun ciddiyeti, hak ihlali olduğu daha fazla ortaya çıkıyor. Olumlu tepkiler bizi de motive ediyor. Af Örgütü insan hakları alanında çalışmalar yapan bir kurum. Bu kadar değerli çalışmalar sürdüren bir kurumun bu kadar bariz bir hak ihlali yapması çok sarsıcı. Belki de bu kadar gündeme gelmesinin nedeni de bu. Teşeron çalıştırmak Af Örgütü’nün çalışma ilkelerine uymayan bir yöntem.

BAHAN GÖNCE (ESKİ AF ÖRGÜTÜ ÇALIŞANI): MÜCADELE OKUL OLDU 20-25 yaş arası genç arkadaşların bir araya gelip, kolektif bir şekilde düşünüp, grev kararı almaları çok kıymetli bir şey. Ben de eski bir Af Örgütü çalışanı olarak destek vermekten gurur duyuyorum. Eylem sürecinde, gündelik ihtiyaçlarımızdan, basın açıklamaları yapmaya, insanlarla konuşup, onlara derdimizi anlatmaya kadar bir dolu iş yapıyoruz. Tüm bunları yaparken, birlikte tartışıp, birlikte hareket ediyoruz. Bu son derece demokratik bir süreç. Zaten gücümüz de buradan geliyor. Daha önce çözemediğimiz sorunlarımızı ilk defa anlatma fırsatı bulduk. Gündelik yaşamda tek başına başa çıkamadığımız sorunları dile getiriyor ve çözmek için adımlar atıyoruz. Tüm bunları mücadeleyle kazandık. Mücadelenin bir okul olduğunu düşünüyorum ve bu süreç bence pek çok mücadeleyi de birleştirme potansiyeli taşıyor. Af Örgütü’nün yüz yüze çalışmaları 2011 yılında başladı. O sırada taşeron şirket yoktu. Sonradan taşeron şirket geldi ve bunun yarattığı tüm zorlukları yaşadık, yaşıyoruz. Sendikasızlaşma, ücret ve sosyal haklarda, ücret eşitsizliği vb. tüm haklar açısından eşitsiz konumdayız. Önce parklardaydık. Şimdi işyerinin önündeyiz. Çok güzel destekler alıyoruz. Genel-İş üyesi işçiler ziyaretimize geldi. Çeşitli çevrelerden, örgütlü, örgütsüz pek çok kişi bizimle dayanışmak için ziyaretimize geliyorlar. Aslında yapılacak şey çok basit: Af Örgütü taşeron şirketle yaptığı anlaşmayı iptal etmelidir. Af Örgütü açıklamasında “sistem” dediği taşeron uygulamasının yurtdışında ve diğer STK’larda da yaygın olarak uygulandığını söylemekte. Af Örgütü’nün Avusturalya ve Londra’daki sendikalı çalışanlarıyla da iletişim kurduk. Onlar da eylemimize destek oluyorlar.


KÜLTÜR 11

TV DİZİLERİNDE KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Handmaids Tale’den bir sahne. MELTEM ORAL

Çokça tekrarlanan bir ifadeyle, sanat toplumsal ilişkilerin bir aynasıysa eğer, son dönemde yayına giren dört yeni TV dizisiyle günümüzde kadın sorununun küresel çapta ana başlıklardan biri hâline gelmesi arasında bağ kurmak da pekala mümkün. Distopik bir dünyadan 1960'ların Hollywood'una birbirinden farklı dönem ve toplumsal koşullarda geçen bu diziler, cinsiyetçiliğin hayatlarımızdaki kapsama alanını çarpıcı biçimde yansıtan bir bütünlük oluşturuyor. Son dönemde Susan Sarandon, Emily Watson veya Elisabeth Moss gibi dünya çapında "ünlü" ve filmografilerinde pek çok başarılı performans barındıran aktrislerin başrollerini üstlendiği, büyük prodüksiyonlu dizilerin sağlam bir politik perspektifle cinsiyetçiliği, üretim sürecindeki eşitsizlikleri, tecavüzü, aileyi, üreme politikalarını, dayatılan kalıpları, arzuyu ve cinselliği ele alıyor olması ilgi çekici. Öne çıkan yapımlardan biri, Margaret Atwood'un Türkçe'ye "Damızlık Kızın Öyküsü" olarak çevrilen, Handmaid's Tale isimli distopyasından aynı isimle yapılan bir uyarlama. Donald Trump'ın başkan olmasının ardından milyonlarca kadının sokağa çıktığı yürüyüşlerde, Trump'ın "Amerika'yı yeniden büyük yap" sloganına nazire edercesine "Margaret Atwood'u yeniden kurgu yap" dövizlerinin taşınması tesadüf değil. Tıpkı basımından 30 sene sonra feminist distopya romanının Amazon'un çok satanlar listesinde yükselmesinin tesadüf olmaması gibi. Trump'lı dünya, pek çok ABD'liyi Atwood'un distopik Gilead yönetimiyle bağlar kurmaya itiyor. Hikayede rejim değişmiş ve ABD'de Gilead Cumhuriyeti kurulmuştur. Muhafazakâr ve otoriter rejim, dünyayı saran üreme sorununa doğurgan kadınlara el koyarak "çözüm" getirir. Gilead'da

eğer yönetici sınıftan değilseniz bir kadın olarak varlığınızın tek anlamı üreme potansiyeliniz. Doğurgan kadınlar kamplarda tutulur ve yönetici sınıfın evlerine üreme makinesi olarak gönderilir. Kadınların isimleri dahil olmak üzere kendi hayatlarına dair hiçbir şeyleri yoktur. Romanda dendiği gibi "duvarlara asılmış sıra sıra cesetler, tek gerçeğin savaş ve üreme olduğunu hatırlatıyordu. Özgürlük hatırlanmayacak kadar uzaktaydı". Gerilimin had safhada olduğu öykünün, potansiyel bir gelecekten değil bugünden de bahsediyor olmasını hissetmek çekici yanlarından birisi. Kadınlar olarak yaşadığımız gerçekliğin Gilead'ın çok uzağında olmadığını, kapitalizm için üreme makinasından ibaret olduğumuzu söyleyebiliriz. Nicole Kidman ve Reese Witherspoon'un yapımcılığını ve başrollerini üstlendiği Big Little Lies, son zamanların öne çıkan kadın dizilerinden. Yine bir roman uyarlaması. Bir cinayet öyküsü ama aslında toplumsal iş bölümünün ve annelik rolünün kadınlar tarafından sorgulandığı güçlü bir hikaye. Distopik Gilead'ın uzağında, bugünün dünyasında, kadınların her sektörde erkeklerden daha az ücret aldığı, anneliklerinin habire mesele olduğu, kariyer ve annelik dengesinin omuzlarına yüklendiği dünyamızda geçiyor. Hayatlarına dair farklı tercihlere sahip kadınların toplumsal rollerin dayatmaları karşısında yaşadığı sıkışmışlıklar, hepimiz için tanıdık sorunlar, dizide sağlam biçimde ele alınıyor. Louise Doughty'nin romanından uyarlanan, 4 bölümlük BBC dizisi Apple Tree Yard ise atmosferi, kurgusu ve ele aldığı temayı son derece sarih biçimde aktarışıyla açık ara öne çıkıyor. İlk bölümün onuncu dakikası dolmadan, 1913'te oy hakkı için kendisini kralın atının önüne atarak ölen süfrajet Emily Davidson'a yaptığı göndermeyle göz kırpıyor. Ama dizi esasen imalar, göndermelerle değil çok doğrudan derdini anlatıyor. Tecavüzü pornografikleştir-

meden anlatmayı başaran nadir yapımlardan birisi. Tecavüzün başkalarının, yanlış zamanda yanlış yerde olan kadınların başına gelen talihsizlik değil, her an hepimiz için tehdit olduğunu çok iyi anlatıyor. Bilim insanı, evli, iki çocuklu, orta yaşlı, sıradan ve bir o kadar korunaklı bir kadın da tecavüze uğrayabilir. Ve o bile direnmeye, polise gitmeye, kocasına anlatmaya, tecavüz açığa çıkarsa kendisine boca edilecek bir dizi rezil haksızlığa göğüs germeye cesaret bulamayabilir. Üstelik sanık sandalyesinde oturan günün sonunda kendisi olabilir. Susan Sarandon ve Jessica Lange'in başrollerde olduğu, hayli eğlenceli ve 9 bölümlük Feud ise gerçek bir hikayeye dayanıyor. 50'li yılların Hollywood'unda rüzgar estiren ve birbirinden nefret eden iki star, Bette Davis ve Joan Crawford'un rekabeti anlatılıyor. Rekabetin kaynağı ise sektörün cinsiyetçiliği. Oscarlı aktristinden yönetmen asistanına tüm kadınların maruz kaldığı ayrımcılık ve Hollywood'un beyaz erkekler kulübü olması güzel işlenmiş. 50 yaşını aşmış erkek bir aktörün asla sahip olmayacağı bir kaygı, yaşlandığı için filmlerde rol alamamak, silinip gitmek ve işsiz kalmak. Kadınlar içinse yarım asır öncesinin değil bugünün de gerçekliği. Zamanında erkeklerin, medyanın, Davis ve Crawford'un arasındaki rekabeti nasıl reyting için kızıştırdığını diziyle öğreniyoruz. Kadınların sektördeki eşitsizlikler ve ayrımcılık konusunda her şeyin farkında olduklarının, kendi aralarındaki bir tür dayanışmanın netçe aktarılmasını görmek de güzel. Şov dünyası için kadınların önemi malum. Kadınların daima cinsel meta olarak gösterilmesinin yanı sıra toplumdaki hakim cinsiyetçi kalıp ve roller de ekranlarda çizilen manzarayla evimizin içine aktarılıyor. Cinsiyetçiliğin üretildiği ve normalleştirildiği en önemli alanda bu dizilerin varlığı da kadınların kazanımı demek abartılı olmaz.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

-

KADINA YÖNELİK SİDDETE SON!

Türkiye'de kadına yönelik şiddet, kadın sorunundaki en önemli başlıklardan birisi. Şiddet zaman ve mekan ayırt etmiyor. Çok gündelik ve her yerde. Özellikle aile içindeki sistematik şiddet açığa çıkması ve müdahale edilmesi noktasında en zorlu alanı oluşturuyor.

YASAL HAKLARIMIZ KAĞIT ÜZERİNDE KALMASIN!

Aile içi şiddet son yıllarda ana akım medya organlarının bile TV yıldızlarıyla yapılan reklamlarla dikkat çektiği 'sosyal sorumluluk' projelerinden biri haline geldi. Ancak konunun ana akımın ilgisini çekmesi tek başına yaramıza merhem olmuyor.

Fiziksel, cinsel, psikolojik şiddete maruz kalan kadınlara ücretsiz, erişilebilir barınma, istihdam, nakdi, hukuki ve psikolojik destek mekanizmalarının sağlanması bir zorunluluk. Yerel belediyelerin ve kadın örgütlerinin yaptıkları olumlu ama yetmez. Söz konusu hizmetler inisiyatifle sınırlı kalmayıp devlet politikası haline gelmeli ve tüm yerellerde uygulanmalı.

Öncelikle şiddeti önlemek ve şiddete maruz kalan kadınların hayatlarını kolaylaştırmak ve güçlendirmek için yapılması gereken şey devletin politik adımlar atmasını sağlamak. Şiddet mağduru bir kadının bundan kurtulmak üzere harekete geçmesi için çok temel ve yaşamsal bazı şeylerin ulaşılabilir, erişilebilir ve güvenilir halde olduğu koşullar sağlanmalı. Ancak devletin ve hükümetin iyi bir sınav verdiğini söylemek mümkün değil. Şiddet mağduru kadınların hukuki desteğin yanı sıra barınma, maddi destek, çocuk bakımı gibi çeşitli başlıklarda sahip olduğu haklar var. Ancak bunlar kağıt üzerinde yer alsa da pratikte işler yetkililerin inisiyatifi ve haklar konusunda sahip olduğu bilgi dağarcığı ölçüsünde ilerliyor.

DEVLET KADINLARA YARDIM EDİYOR MU? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının 2016 faaliyet raporu genel olarak devletin ve hükümetin kadınlarla ne kadar ilgili olduğunun özeti. Şiddet konusunda danışma ve dayanışma merkezlerinin kurulması, sistematik şiddet karşısında sistematik mücadele verilmesi, kadınların ihtiyaçlarının tespit edilmesi ve karşılanması konusunda esas sorumluluk alması gereken merci devlet. Ancak kadın örgütleri ve bazı sivil toplum kuruluşları devletten daha fazla bu sorumluluğu yerine getiriyor.

8 Mart 2017, İstanbul. Devlet kurumlarının sorumluluk alıyormuş gibi göründüğü yerlerde işleri daha da zorlaştırdığı pek çok deneyim var. Bakanlığa bağlı Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM)'nde kadınların giriş-çıkış saatlerinin, gittikleri yerlerin sorgulanması, telefonlarına el konulması veya çantalarının aranması, personel tarafından cinsiyetçiliğe maruz kalması gibi pratikler yaşanabiliyor. Hükümetin genel politikasının merkezi "ailenin korunması" olunca, konunun muhatabı devlet kurumlarının da önceliği kadınların korunması ve güçlendirilmesi yerine aile müessesesi oluyor. Bünyesinde hususi bir kadın politikaları birimi ve dayanışma merkezi barındıran yerel yönetimler belirleyici roller oynayabiliyor. Genel olarak son 15-20 yılda, Avrupa ve Tür-

kiye'de kadın dayanışma merkezleri kadın örgütlerinin mücadelesiyle kuruldu. Türkiye'de de İstanbul, Bursa, İzmir gibi pek çok kentte ilçe veya Büyükşehir belediyeleri bazında kurulan merkezlerde kadın örgütlerinin çalışmaları belirleyici oldu. Bu belediyelerde danışma/ dayanışma merkezlerinin kuruluşundan genellikle bir yıl sonra sığınak hizmetine başlanması ve kadınların sadece bir telefonla erişebileceği hizmetlerin yürürlüğe girmesi olumlu gelişmeler. 7 dayanışma merkezi olan Diyarbakır belediyesi başta olmak üzere DBP ve HDP'li belediyeler oldukça önemli bir rol üstlenmişti ancak atanan kayyumların ilk icraatı merkezlere saldırmak oldu. Kürt illerinde en az 43 kadın merkezinin faaliyetlerine son verildi.

Türkiye kürtaj hakkından şiddetin önlenmesine dek kadın sorunundaki çok çeşitli başlıklarda adeta "kağıt üzerinde cennet" ülkesi. İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası bir anlaşmaya ismini verecek kadar iddialı, ama icraata gelince anlaşmanın gereklerini yerine getirmekten bir o kadar aciz. Yasalarda sahip olduğumuz hakları kullanmak istediğimizde karşılaştığımız şey kocaman bir sıfır. Üstelik sonra dönemde, kazanılmış haklarımıza dönük saldırılar da cabası. Sosyal politikaları hükümetin seçim dönemlerindeki propagandasının makyajı olmaktan çıkartıp, kadından yana erişilebilir hizmetler haline getirmek, "gündelik" olanın aslında geneli belirleyen temel unsurlardan olduğunun bilincindeki bir siyasetle mümkün.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.