Sosyalist işçi 600

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

600

5 Temmuz 2017 3 TL. sosyalistisci.org

15 TEMMUZ, BİR DAHA ASLA

OHAL DEĞİL

ÖZGÜRLÜK


2

GÜNDEM

YERLİ VE MİLLİ İTTİFAKA SON! GÖZLERİ DOYMUYOR 16 Nisan referandumu, üstelik MHP’yle kurduğu ittifaka rağmen AKP açısından bir gerilemeye işaret ediyor. Öte yandan gelir adaletsizliği, işsizlik gibi ekonomik veriler, aşağıda, milyonlarca yoksulun koşullarına tepki duymasına neden oluyor. Yoksulların yaşam koşulları daha da zorlaşırken, örneğin TÜPRAŞ, son dokuz yılda olduğu gibi yine yılın en çok kar elde eden şirketi oldu. TÜPRAŞ 34,8 milyar lira kar elde etti. Türkiye’nin ilk 500 şirketi net karı yüzde 48.5 artış gösterdi geçtiğimiz yıla göre. Listede yer alan 500 şirketin toplam net satışları ise yüzde 9,4’lük artışla 930 milyar 885 milyon liraya yükseldi. Patronlar zenginliğini artırırken, yoksullar daha da yoksullaştı İşsizlik oranı yüzde 13. Gençlerde çok daha yüksek. Ama patronların esas faaliyet kârı yüzde 30,24 oranında artışla 71 milyar 240 milyon liraya çıkmış. Maliye Bakanı, 2017 yılı için yıllık enflasyon oranını yüzde 8 civarında öngördüklerini açıkladı. Kamuda işçilere yapılan zam, memurlara yapılan zam enflasyon oranının gerisinde. İşçiler yoksullaşırken, TÜPRAŞ 2016 yılı net satış rakamlarına göre 34,8 milyarlık satış yapmış. İlk 500 şirketin listesinin ilk 10’unda enerji ve petrol şirketleri var. Enerji ve petrol şirketleriyle iklim değişimi, sıcak hava dalgaları ve mahvedilen ekosistem arasında doğrudan bir bağ var. 2007 yılında 5 petrol ve enerji şirketi ilk 10 şirket arasında yer alıyordu. 2017’de ise bu sayı 7’ye çıktı. İlk 100 şirket arasında çok sayıda enerji ve inşaat-madencilik şirketi de yer alıyor. Freni patlamış yokuş aşağı giden kamyon gibi çılgınca bir hal alan bu sermaye saldırısı, istila edilmiş gibi her yerin şantiyeye çevrilmesi, her yerde sürekli inşaat yapılması, her dere başına HES kurulması, betonlaşmanın önüne geçilemez hale gelmesi, zeytin ağaçlarına göz dikilmesi, kömürlü termik santrallarına yatırım yapılması, madenciliğin verimli arazileri yıkıma uğratması, Türkiye’de zenginlerin daha zengin olmasıyla ilgili. Şirketler kar etsin diye yapılıyor bunlar. Milyonlarca emekçinin elektrik tüketimi için değil, sermayenin enerji ihtiyacını karşılamak için, enerji ihtiyacını karşılayan şirketler daha çok kar elde etsin diye yıkıma uğruyor göller, ormanlar, dereler, ağaçlar. Bu tempo, bu hız, bu küresel sermayedarlarla rekabet arzusu, daha yoğun bir tempoda, daha hızlı çalışmayı zorunlu kılıyor. Güvencesiz çalışmanın nedeni bu, sendikanın ayak bağı olarak görülmesinin, iş cinayetlerini engelleyecek önlemlerin alınmamasının nedeni bu. Şirketlerin karları için çalışıyoruz! Şirketlerin karları için ölüyoruz! Şirketlerin karları için yoksulluk çekiyoruz! Şirketlerin karları için içinde var olduğumuz çevre imha ediliyor. Ama yine de çok iyi biliyoruz ki, onlar bir avuç. Biz milyonlarız!

Milliyetçi cephe, LGBTİ’leri hedef seçti. Yasaklanan Onur Yürüyüşü katılımcılarına gözaltı. Cumhurbaşkanı Erdoğan 7 Haziran

seçimlerinden sonra yaptığı bir konuşmasında “sizden 550 yerli ve milli milletvekili istiyorum” demişti. O günden bugüne çok kritik gelişmeler yaşandı. HDP ile süren çözüm süreci görüşmelerinin en önemli evresi olan Dolmabahçe toplantısında ortaya çıkan taslak çöpe atıldı. Çözüm süreci buzdolabına kaldırıldı. AKP iktidarının ilk on yılında kendisine karşı darbe planları yapan güçlerden ve MHP’den oluşan yerli ve milli güçlerle bir uzlaşma içine girdi. Kürt sorununda çatışmaların yeniden başlamasıyla birlikte son 10 yılda elde edilen demokratik kazanımlarda gerileme yaşanmaya başladı. Siyaset alanı iyice daraldı. Hem siyasal hem toplumsal kutuplaşma tırmandırılmaya çalışıldı. 15 Temmuz darbe girişimine yol açan politik iklimde; çatışmaların yeniden başlamış olmasıyla, neredeyse her ay bir yerde gerçekleşen canlı bomba eylemleri ve bombalı saldırı-

larla yüzlerce insan yaşamını yitirdi. 15 Temmuz ise görülmemiş ölçüde vahşi bir girişim oldu. Darbe girişimi büyük bir halk hareketiyle püskürtüldü. Milyonların canı pahasına gerçekleştirdiği demokratik eylemi hükümet “fırsata” çevirdi. Darbe karşıtı oluşan birlik ruhunun yerini kısa bir zaman içinde milliyetçi söylemler aldı. Esas mesele Suriye Türkiye’de yerli-milli bir ideolojik temel etrafında yaşanan devlet konsensusunun asıl nedeni, Kürtlerin Suriye’de elde ettiği kazanımların Türkiye açısından büyük bir tehdit oluşturduğu algısıdır. Son yıllarda çok sık tekrarlanan ‘devletin bekası’ olgusu, bu beka kaygısını gidermek için yerli ve milli bir birliğin inşa edilmesini beraberinde getirdi. 2015 yılından beri, topluma dayatılan “yerli ve milli misin?” sorusunun nedeni budur. OHAL rejiminin yaklaşık bir yıldır

IRKÇILIK İNSANLIK SUÇUDUR Suriyeli göçmenleri hedef gösteren siyasi açıklamalar ve sosyal medya kampanyaları ekranda kalmıyor. Twitter’da iki gün TT olan “Suriyelileri İstemiyoruz” etiketi, Türkiye’nin birçok yerinde, göçmenlere karşı saldırılara sebep oldu. Ankara Demetevler’de iki gencin arasında yaşanan kavga, Twitter ve Facebook’tan yayılan yalanlarla büyütüldü. Şehrin çeşitli yerlerinden arabalarla semte gelen ülkücüler buradaki faşistlerle birlikte sokakta kadın, çocuk demeden Suriyelilere saldırdı ve mahalleden kovmaya çalıştı.

sürmesinin bir nedeni de budur. 15 Temmuz darbesinden sonra devletin yaşadığı krizi yerli ve milli kadrolarla aşmak için ve yerli ve milli görülmeyen muhalefetin sesini çıkartacağı kanalların rahatça kısıtlanması için OHAL bulunmaz bir fırsata dönüştü. Hem Ortadoğu’da bölgesel bir güç olma hem de Kürtlerin Suriye’de herhangi bir statüko elde etmelerini engelleme çabaları dış siyasette iktidar güçlerinin agresifleşmesine yol açarken, iç siyasette de millileşme politikaları öne çıkmakta. Dün yerli ve milli vekil istekleriyle başlayan süreç, bugün Türk tipi başkanlık sistemi, Türk tipi kadın hakları, milli medya, milli muhalefet, milli iradeye dönüşmüş vaziyette. Muhalefetin olumlu olup olmadığı ne kadar yerli ne kadar milli olduğuna bakılarak ölçülüyor. Her türden demokratik muhalefet, Adalet Yürüyüşü, LGBTİ hakları milli olmamakla suçlanıyor. Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu gerekçesiyle işçilerin grev hakkı rahat bir şekilde askıya alınabiliyor.

Ülkücü faşistler, sosyal medyada saldırıları örgütlerken, bunlara meşruiyet “Suriyeliler sahilleri işgal etti” manşetleriyle hakim medya tarafından verildi. Ölümden kaçan 2 milyondan fazlası kadın ve çocuk olan 3 milyon Suriyeli göçmenin kovulması, referandum sırasında CHP’liler ve Bahçeli muhalifi ülkücüler tarafından kampanya konusu yapılmıştı. Göçmen karşıtlığı her partinin tabanına yayılmışken, ekilen zehirli tohumlar, sıcakların artması ve insanların evlerden çıkması ile saldırı dalgasına dönüştü. Suriye’de politikasında Erdoğan yönetimini sıkıştırmak adına yürütülen bu tehlikeli provokasyon siyasetine hep birlikte “hayır” diyelim.


GÜNDEM

15 TEMMUZ: BİR DAHA ASLA! DARBELERİN PANZEHİRİ DEMOKRASİDİR Yenilen darbe girişiminin üzerinden bir yıl geçiyor. Bir yıl

8000’den fazla asker, 35 uçak, 37 helikopter, 74 tank, 246 zırhlı araç ve yaklaşık 4000 hafif silah darbe girişiminde harekete geçti ve kullanıldı. Bu 27 Mayıs darbesi, 21 Şubat 1962 ve 22 Mayıs 1963 darbe girişimlerinde darbecilerin harekete geçirdiği güçten daha fazla gücün harekete geçirldiğini de gösteriyor.

Bugün, 15 Temmuz’un kontrollü mü kontrolsüz mü olduğunu tartışmak çok kolay. Ama bir yıl önce başkentin ve İstanbul’un semalarında sonik patlamalarla uçan savaş uçakları ve kontrolsüzce öldürülen yüzlerce kişi durumun hiç de bu türden yorumlarda anlatıldığı gibi olmadığını gösteriyor. Darbenin bileşenleri: 15 Temmuz darbesi, başını Fethullahçı darbecilerin çektiği bir darbe koalisyonunun işidir. Erdoğan ve hükümet nefretiyle darbeye dahil olan bir kısım ulusalcı askerle darbenin başarılı olacağına ikna olan bir kısım kariyerist asker de 15 Temmuz girişiminin içinde yer almıştır. 15 Temmuz darbe davalarında darbecilerin bazılarının Fethullahçı olmadığını söylemesi, Fethullahçı darbecilerin merkezi tutumu olmasının yanı sıra, bazı askerlerin gerçekten de Erdoğan ve hükümet nefretiyle darbeye girişmiş olduğunu göstermektedir. Darbeye zemin yaratan koşullar: Çok açık ki 15 Temmuz öncesi toplumsal ve siyasal kutuplaşmanın derinleşmesi, Kürt sorununda çözüm sürecinin askıya alınması, şehir merkezlerinde, eğlence merkezlerinde, futbol maçı çıkışlarında, barışçıl mitinglerde, İstiklal Caddesi gibi on binlerce insanın gezdiği yerlerde, sünnet düğünlerinde patlatılan bombaların yarattığı kaygı iklimi, siyasal demokrasinin alanının daraltılması, Fethullahçıların Balyoz ve Ergenekon davalarını kendi lehlerine kullanmasıyla birlikte bütün bu davaların kumpas olduğu fikrinin resmi görüş haline gelip darbeci geçmişin silikleşmesi, 50 yıl boyunca örgütlenen Fethullahçıların örneğin Dursun Çiçek gibi birisi tarafından bile bir askeri darbe yapacak yapıya sahip olduğunun bilinememesi, buna ilişkin önlemlerin alınmamış olması.

16 Temmuz sabahı, darbeciler yenilmişken. lara, toplara rağmen sokaktan çekilmeyen halk kitleleri olduğunu da gösteriyor. Darbenin ilk saatlerinde morali yüksek olan darbeciler, sokaktaki kalabalık geri çekilmedikçe yavaş yavaş moralini kaybediyor ve daha sonra tam bir bozgun havasına giriyor: Saat 05.47: “Murat faaliyet iptal mi, iptal komutanım, bir an önce yukarılardan asimetrik bir şeyler yapılmalı, yoksa aşağıda problem büyüyebilir, ayrılıyoruz, hangi faaliyet, tümümü, evet ayrılın komutanım, yani, evet komutanım faaliyet iptal, nereye ayrılalım, kaçalım mı, komutanım hayatta kalın tercih sizin, biz karar vermedik henüz ama lokasyonundan ayrıldık.” OHAL ve sulandırılan darbe girişimi: 15 Temmuz darbesi onarılması çok güç bir kırılma yarattı. Darbecilerle, tüm bir darbeci gelenekle hesaplaşılacağı yönündeki umutlar, kısa sürede yerini 15 Temmuz’un sulandırılmasına bıraktı. Bu sulandırma işi iki şekilde yapıldı: Birincisi, OHAL’le beraber, hiçbir alakası olmayan insanlar, haklarında hiçbir delil olmadan işlerinden atıldılar, tutuklandılar, aylarca mahkemeye çıkartılmadılar. FETÖ davalarından soruşturulan savcılar Fethullahçı darbecilerle hiçbir bağlantısı olmayan insanlarla ilgili soruşturmalar açtılar. Bu türden her adım hem darbe girişimi sonrasında darbe karşıtı ruh halini sulandırıyor hem de darbe davalarında görüldüğü gibi darbeci askerlere cesaret veriyor. 15 Temmuz darbesine bizzat katılan komutanlar, mahkemelerde dalga geçmeye başladı. 15 Temmuz darbesini sulandıran bir başka öğe ise “kontrollü darbe” tezi. Bu, en yumuşak haliyle darbenin önceden bilindiğini ama önlem alınmadığını, en sert haliyle ise 15 Temmuz darbesinin darbe sonrası OHAL uygulamalarıyla yaşanan gelişmeleri sağlama almak için planlandığını ifade ediyor. “Kontrollü darbe” tezi, 15 Temmuz sonrasını hükümetin kullanma şekliyle, 15 Temmuz darbesinin kendisini ayırt edemeyerek bu sulandırma sürecine katılıyor.

Başka haberler de var: Birçok Arap ülkesi Katar’a abluka uyguluyor. ABD başkanı Trump ambargo öncesi bölgeyi ziyaret edip Suudi Arabistan’a milyarlarca dolarlık silah satıyor. Suriye hava sahasında ABD ve Rus savaş uçakları bir buçuk metreye kadar yakınlaşıyor. ABD Esad’ı, Rusya ABD’yi, Türkiye’yi, Türkiye Esad’ı ve PYD’yi, İran Türkiye, ABD ve PYD’yi tehdit olarak görüyor ve bu güçler sahada burun buruna. Küresel bilançosu çok ağır olabilecek, her zamankinden çok daha büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Suriye halkı yıkıma maruz kaldı. Yaşamak için başka ülkelere sığınıyor ve bu ülkelerde yaşamak için kelimenin tam anlamıyla direniyorlar. Suriyelilerin her ülkede yaşadığı, savaş çığırtkanlığı engellenemezse, gezegen ölçeğinde yaşanacak bir felaketin girişi gibi. Savaş çığırtkanlığı, militarizm, milliyetçilik ve ırkçılığın yükselişi durdurulmak zorunda. Savaş harcamalarını durdurmalıyız! Milliyetçiliği durdurmalıyız! Meydan okumayı, horozlanmayı politika yapmak sanan popülist liderleri durdurmalıyız! Irkçılığı durdurmalıyız! Savaş ve ırkçılığa karşı birleşik bir mücadele yaşamsal bir önemde. Bu mücadelenin 2000’li yılların başındaki gibi küresel bir savaş karşıtı ağ içinde örgütlenmesi de aynı derecede yaşamsal. Küresel düşünen, küresel ve yerel örgütlenen aktivistlerin bir savaş karşıtı ağ içinde buluşması için harekete geçmeliyiz. Kaderimizi Trump ve Trump gibilerde zerresinin olmadığından emin olduğumuz iyi niyetine emanet edemeyiz. Daha büyük boyutlu bir savaşın G20 devletlerinin tercihi bu yönde olmadığı gerekçesiyle başlamayacağını düşünemeyiz. Her ülkede kendi savaş isteyenlerine karşı başını işçi sınıfının çektiği kitlesel savaş karşıtı hareketler örgütlemeliyiz. Savaştan çıkarı olmayan tüm kesimleri bir araya getirmeliyiz. Bunu, küresel bir savaş karşıtı ağın belirleyici bir parçası olarak hayata geçirmeliyiz. Bize, barış isteyenlerin enternasyonali lazım!

“15 Temmuz'un 1.yılında darbeye karşı direnirken yaşamlarını yitiren tüm kardeşlerimizi anacağımız basın açıklamasına tüm yurttaşlarımızı davet ediyoruz.

Saat 00.20: “Toplanan kitlelere ve askerî kuvvetlere karşı duran polislere silahla, tanklarla sert şekilde müdahale edilecek.”

‘Ama’sız, ‘fakat’sız tüm darbelere karşıyız. 15 Temmuz gibi girişimlerin bir daha tekrarlanmasına hayır!

Saat 01.39: “Emri iletiyorum; toplananlara karşılık verilecek, ateş açılan topluluk dağılıyor.”

Fakat aynı yazışmalar, darbeyi engelleyenin en başta tank-

KÜRESEL SAVAŞ KARŞITI AĞ: HEMEN, ŞİMDİ!

Adalet Zemini, darbenin yıldönümünde, 15 Temmuz Cumartesi günü saat 14.00’te basın açıklamasına çağırıyor. Çağrıda söylendiği gibi:

Darbeyi durduran halk hareketidir: Darbeciler tarafından kurulan “Yurtta Sulh” isimli whatsapp grubundaki yazışmalar, 15 Temmuz darbecilerinin acımasızlığının kanıtı gibi:

Saat 02.40: “Tekrar emri iletiyorum, toplanan kalabalıklar ateşle dağıtılacak.”

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

Haber siteleri, Kuzey Kore’nin balistik füze denemesi haberi gibi haberlerle dolu. Haberin devamında Kuzey Kore’nin bir kez daha meydan okuduğu ve dünyanın istediği her hangi bir ülkesini vurabilecek kapasitede olduğunu açıkladığını öğreniyoruz. Kuşkusuz bununla kalmıyor haberler. Hemen Trump’ın konuyla ilgili açıklamaları kaplıyor haberleri. Trump Kuzey Kore üzerinden Çin’e diş gösteriyor.

geriye dönüp bakıldığında 15 Temmuz gecesi yaşananlar akıl almaz görünüyor.

Darbeciler 249 kişiyi öldürdü. Aralarında çok sayıda ağır yaralının olduğu iki bini aşkın insanı yaraladılar. Meclis binası bombalandı. Cumhurbaşkanlığı binası bombalandı, Boğaz köprüsü trafiğe kapandı. İstanbul Belediye binasını işgal eden darbeciler bina önünde darbeye karşı çıkan kitlelere ateş açtı. Boğaz Köprüsü’nde de insanlar vuruldu. TRT binası kısa süreliğine ele geçirildi. Darbe heveslileri, “Bu iş bitti, kazandık” derken ve darbecilerin kontrolü ele geçirdiği yönünde gizlenemeyen bir sevinçle paylaşımlar yapılmaya başlanmışken, devreye darbeye karşı sokaklara çıkan halk girdi.

3

Kutuplaşma değil kardeşlik!

Darbe girişiminin ardından İBB önünde yapılan anma.

OHAL değil özgürlük!”


4

DÜNYA

ONLAR G20 BİZ MİLYARLARIZ 2 Temmuz, Hamburg: G20 zirvesi daha başlamadan 10 bin kişi tarafından protesto edildi.. VOLKAN AKYILDIRIM

G20 zirvesi, kapitalistler arasındaki derin bölünmüşlüğü ve emperyalizmin çok boyutlu krizini ortaya döktü. 6-8 Temmuz’da Hamburg’da toplanacak G20 zirvesinden çıkacak sonuç ekonomistler ve yorumcular tarafından baştan söylendi: “Terörizmle savaş” dışında hiçbir ortak karar çıkmayacak. Mart ayında yapılan G20 maliye bakanlar zirvesinin ortak bildirisinde bazı bölümler, ABD tarafından veto edilmişti. Mayıs ayında İtalya’da toplanan G7 zirvesinde zorlukla mutabakat sağlanmıştı. Hamburg’daki maliye bakanları ve liderler zirvesine, kapitalist devletler arasındaki derin bölünmüşlükler, hâkim sınıflar arasındaki büyük çıkar çatışmaları, Asya’dan Orta Doğu’ua uzanan askeri gerilim ve savaşlar, yani emperyalizmin çok boyutlu krizi damgasını vuruyor. Neo-liberalizmin krizi Küresel finans krizinin ardından toparlanmaya çalışan küresel ekonomi, Trump’ın başkan seçilmesiyle bir savaş alanı haline geldi. G20 zirvesinin en önemli gündemi olan “küresel ekonomik istikrarın sağlanması.” Tartışmalar sonucunda yayınlanacak istenen ortak bildiriye ne damgasını vuracak? Trump’ın izolasyoncu ve korumacı ekonomik tavrı mı? Alman-

ya’nın liderliğindeki Avrupa’nın “serbest ve adil ticaret” diye tarif edilen çok uluslu ticaret politikaları mı? Bu sadece bir siyaset tartışması değil. Dünya ticaret yollarının nasıl ve kimler tarafından kontrol edileceği, hangi kurallara tabi olacağı, kapitalistler arasındaki ekonomik ve askeri rekabetin nasıl sürdürüleceği konusunda bir kapışma. İngiltere’nin ayrılmasıyla varoluş krizine giren Avrupa Birliği devletleri için bu bir ölüm kalım mücadelesi. Avrupa’nın geri kalanına acı ekonomik reçeteleri dayatan Almanya, kendi bölgesel hegemonyasını ve işçi hareketleriyle kaynayan sınırlarını korumak istiyor. Trump ise ABD’deki kapitalist tekellerin çıkarlarını dayatmak için orada bulunuyor. Pasifik’teki gerilim

Abe ve Güney Kore geçici başkanı Hwang Kyo-ahn’ı alan Trump, Çin lideri Şi Cinping’e Kuzey Kore’ye yaptırımda bulunması için bastıracak. Orta Doğu’da kutuplaşma Trump, seçilmesine yardım ettiği iddia edilen Putin ile de karşı karşıya geliyor. Suriye’de savaşan ve Orta Doğu’da birbirine düşman iki ittifaka liderlik yapan ABD ve Rusya’nın gündemi savaş. G20 üyesi Suudi Arabistan ve üç Arap devletinin Katar’ı izolasyonu ile Körfez’deki büyük diploma-

tik gerilim de bölgeye silah satan devletlerin liderleri tarafından ele alınacak. Katar’a verilen ültimatomun süresi dolmuşken toplanan G20, Arap devletlerine dikte ettirilecek yeni baskı ve savaş politikalarını da üretecek

eden tek iklim anlaşmasından çekilerek, sorunun ele alınabileceği uluslararası mekanizmaları da yok etti. Bu bir çılgınlık ve mutlaka durdurulmalı.

Umut antikapitalist alternatifte

G20’nin gündeminde, dünya nüfusunun üçte ikisinin çektiği açlığa ve yoksulluğa da çözüm yok.

Kendi içlerinde büyük sorunlar ve mücadelelerle boğuşan G20’nin ilgilendiği şey küresel kapitalist düzeninin devamı . Hamburg zirvesinde küresel iklim değişikliğine çözüm konuşulmayacak. Çünkü Trump, sera gazlarını sınırlı bir şekilde indirmeyi taahhüt

G20 zirvesinde Hamburg’u mücadele alanı ilan eden protestocular “Kapitalizmin seni yenmesine izin zen onur devir” diyor. İnsan ve canlı türlerinin hayatının devamı, bolluk ve özgürlükle dolu bir dünyayı kazanmak, antikapitalist alternatifin güçlenmesine bağlı.

YOKSULLUĞUN, KÜRESEL ISINMANIN, SAVAŞIN SORUMLULARI G20, dünya ekonomisinin yüzde 85’ini oluşturan, dünya ticaretinin yüzde 80’ini elinde tutan kapitalist devletlerin küresel örgütlenmesidir.

G20 zirvesine damgasını vuran tek kapışma ABD-AB arasındaki anlaşmazlıklar değil. Pasifik’te savaş gemileriyle karşı karşıya gelen dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü ABD ile ikinci büyük devleti Çin arasındaki keskin rekabet açık ve gizli diplomasi için en önemli gündemlerden biri.

Çekirdeğini G7 denilen dünyanın en büyük yedi ekonomisinin aralarında kurduğu birlik oluşturur. Küresel zenginliğin yüzde 64’ünü elinde tutan ABD, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Almanya, Japonya, Kanada, 90’larda yanına Rusya’yı alarak, G8 olmuştur.

Zirve öncesi başarılı bir kıtalararası füze denemesi yapan Kuzey Kore’ye karşı ABD yönetiminin “Sabrımız kalmadı” açıklaması gerginliği G20’ye taşıyacak. Yanına Japonya Başbakanı Shinzō

Emperyalist devletler, yanlarına Türkiye gibi sadık bölgesel müttefiklerini de alarak, uygulanacak ekonomik ve siyasi kararları G20 zirvelerinden dünyaya yayarlar.

G20 örgütlenmesi, G8 Maliye Bakanları’nın 1999’daki Washington toplantısında ilan edildi.

Maliye bakanları ve liderler yan yana gelerek dün-

yaya dikte ettirecekleri kararları konuşur ve uygular. G20 aynı zamanda büyük kapitalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarını pazarlığa dökme, bir noktada uzlaşmanın da yeridir. ABD ve Batılı müttefiklerinin başlıca rakipleri Çin ve Rusya’da G20 üyesidir. Bu sene Hamburg’da toplanacak G20 zirvesine Almanya, ABD, Arjantin, Avustralya, Birleşik Krallık, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, Güney Afrika, Türkiye, Güney Kore, Hindistan, İtalya, Japonya, Kanada, Meksika, Rusya ve Avrupa Birliği katılıyor. Suudi Arabistan Kralı Selman, Katar krizi nedeniyle son anda gelmekten vazgeçti. Brezilya Devlet Başkanı Temer de hakkındaki yolsuzluk iddiaları ve ülkedeki protestolar karşısında koltuğunu korumak için Hamburg’a gitmemeyi tercih. İki devleti, maliye ve dışişleri bakanları temsil edecek. G20 ülkelerinin nüfusu, dünya üçte ikisini oluşturuyor. ABD’den Orta Doğu’ya, nerede bir G20 üyesi devlet varsa, orada yoksulluk, iklim değişikliği ve savaş var.


RÖPORTAJ

5

ADALET YÜRÜYÜŞÜNÜ SORDUK “BU YÜRÜYÜŞ ADALET, BARIŞ VE KARDEŞLİK İSTEYEN HERKESİN”

“UMARIZ YENİ BİR SÜRECİN BAŞLAMASINA VESİLE OLUR”

“FARKLI İNSANLARIN BİR ARAYA GELİYOR OLMASI İYİ BİR ADIM” CHP İzmir milletvekili Musa Çam, İstanbul’a yürürken şunları söyledi: “AKP’nin 15 yıllık iktidarı döneminde normal demokratik bir ortamdan tek parti dönemine dönüştü. Yargı bağımsızlığı ortadan kaldırıldı ve tek adamlığa geçildi. Özellikle 16 Nisan referandumuyla Tayyip Erdoğan’a HSYK’yı ve Anayasa Mahkemesi’ni dizayn etme şansı verildi. Enis Berberoğlu henüz daha yargı süreci tamamlanmadan tutuklandı. Bu, talimat gereğidir. Bu yürüyüş Enis Berberoğlu yürüyüşü değildir. 15 yıllık AKP iktidarı döneminde mağdur olan, mazlum olan, özellikle 15 Temmuz’u da gerekçe göstererek haksız bir şekilde ihraç edilen, tutuklanan akademisyenler, barış imzacıları, kamu görevlileri, sendika yöneticileri dahil olmak üzere sayı 100 bini geçti, herkesin yürüyüşüdür. Türkiye’de tam bir hukuksuzluk söz konusu. AKP’ye teslim olmayan, Tayyip Erdoğan’a biat etmeyen her kim var ise tasfiye ediliyor. Bu yürüyüşün ana teması haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı birlikteliktir. Bu, CHP’nin bir organizasyonu değildir. Evet biz düzenleme olarak bunu yapmış olabiliriz, ama CHP ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan binlerce mağdur ve mazlum da buraya katılıyor. Dolayısıyla bu yürüyüş barış ve kardeşlik isteyenlerin, hukuksuzlukluğa karşı mücadele edenlerin yürüyüşü. Maltepe’de Sayın Kılıçdaroğlu bir manifesto yayımlayacak. Bu yürüyüş bir ilk veya son değildir. Bundan sonraki hukuksuzluklarda bizler sokaklarda, meydanlarda olacağız. Toplumsal muhalefeti herkesle birlikte örgütleyeceğiz. CHP uzun yıllardır köklerinden koptu. Şimdi bu mücadeleyle birlikte tekrardan kendisine güç veren, kan veren o damarları açıyor, diğer sol gruplarla ve sosyal hareketlerle bir araya gelecek. Onlara önderlik etmeyecek, birlikte iş yapacak. Adalet dışında başka bir slogan taşımıyoruz, burada parti kimliğimizi taşımıyoruz, buna çok dikkat ediyoruz. Çünkü 1 Mayıslarda veya başka etkinliklerde bayrak yarışlarıyla, o etkinliklerin ne kadar anlamsız hâle geldiğini gördük geçmişte. Bunun CHP’nin ötesinde bir hareket olmasını istiyoruz.”

Yazar Ümit Aktaş, CHP’nin tarihte ilk kez devlete karşı hak arama mücadelesi verdiğine dikkat çekti:

Şehir Üniversitesi öğretim üyesi Ferhat Kentel, yürüyüşün kapsayıcılığına işaret etti: “Türkiye’de muhalefet yapma, bir şeyler söyleme imkanları, demokratik çoğulculuk, kamusal alan gibi imkanlar giderek daralıyor, çok daraldı. Sürekli yaratıcı yöntemler uygulamak lazım. Çünkü dile gelebilecek her söz, yapılabilecek herhangi bir faaliyet, bu iktidarcı veya devletçi tuzağın içine düşebilir. Tam da iktidarın aradığı kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı dilin içine girmemek için yaratıcı usuller bulmak lazım. Kimin yaptığı da çok önemli. Bunu Kılıçdaroğlu’nun, hatta CHP kimliğinin de dışına çıkarak oldukça yumuşak, esnek ve kapsayıcı bir şekilde yapıyor olması, bunu şu an için bulunmuş en uygun yollardan biri yapıyor. Bunun dünyada çok örnekleri de oldu. Ben sadece yürüyorum, beni duyuyorsan duy, görüyorsan gör. Eğer medya kapanıyorsa o zaman sokaklardan, şehirlerden birtakım insanlar yürüyormuş mesajı vermek, en azından ‘niçin yürüyorlar?’ sorusunu birilerinin kafasında canlandırabilir. Tabii ki birileri provokasyon yapabilir. Ama ben Adalet Yürüyüşü’nün en azından farklı insanları bir araya getiriyor olmasının, Ahmet Faruk Ünsal veya Cihangir İslam’ın ve Kılıçdaroğlu’nun yan yana yürüyor olmasının, Türkiye’de iyi bir adıma işaret ettiğini düşünüyorum. Farklı mezheplerden, farklı inançlardan insanlar. Yürüyüşün örgütlenmesinde alınan önlemler de çok takdire şayan. Kimse kalkıp da öyle kendi kafasına göre slogan atmıyor, laf atanlara laf atılmıyor. Bütün bunlarla çok saygı içeren bir yürüyüş.”

“Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara toplumdaki adaletsizlikleri, eşitsizlikleri, haksızlıkları giderme vaadiyle geldi. Başlangıçta epeyce sorunu da halletti, ilk 5-6 yıl içerisinde. 2010 sonrasında, biraz belki de muktedirleşmenin bir neticesi olarak, o adaletsizlikleri giderme vaadi tersine dönmeye başladı. Giderek adaletsizlik ve hukuksuzluk üreten bir yapı ortaya çıkardı. Başlangıçta yine kendisinin sebep olduğu, HSYK’nın bütünüyle FETÖ’cü hakimlere teslim edilmesiyle başlayan bir süreçti. Sadece HSYK’nın değil, yargının, emniyetin, ordunun, önemli kamu bürokrasisinin neredeyse bütünüyle bu yapıya temsil edilmesi başlı başına haksızlık üreten bir süreçti. Çünkü geçtiğimiz yıl yapılan darbe girişiminde de gördüğümüz gibi, bu yapı tamamıyla kendi iktidarı için çalışan, çatışan, insanları katletmeyi bile göze alan bir yapıydı. Ama Ak Parti de bu yapının önemli mevkilere gelmesine yol açtı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, bu kez hukuksuzluk, FETÖ’ye yönelik operasyonlar içerisinde yapılmaya başlandı. KHK’lardan da alınan güçle, genel olarak toplumdaki muhalefet tasfiye edilmeye başlandı. Birçok insan mağdur edildi, haksız bir şekilde yargılandı, hatta yargılanmadan işinden atıldı. Buna bir şekilde toplumsal tepki gösterilmesi gerekiyordu. Bu tepkinin CHP ekseninden gelmesi de manidardır. CHP’liler de belki de tarihlerinde ilk kez devlete karşı hak arama yürüyüşü yaptılar. Önemli bir nokta tarihimizde. Belki biraz kendilerini de özeleştiriden geçirmelerine vesile olur diye düşünüyorum, böyle bir pozisyona düşmeleri. Bu yürüyüşe başlama nedenleri de ilginç; kendi milletvekilleri tutuklanınca harekete geçtiler. Keşke bunu daha önceden yapsalardı. Ve hatta daha önce, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına destek vermeselerdi. Bunu yapmadılar, bu noktaya geldi. Bu noktada tepki gösterdiler, önemli bir şey. Umarız bu CHP için de Ak Parti için de Türkiye’deki genel toplumsal kesimler için de yeni bir sürecin başlamasına vesile olur.”


6 GÜNDEM

ÖZGÜRLÜK İS

Adalet yürüyüşüne binlerce kişi katıldı. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, millet-

vekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından başlattığı Adalet Yürüyüşü devam ediyor. Eyleme haftaiçi her gün yüzlerce, haftasonları ise binlerce kişi katılıyor. Tek slogan olarak “Hak, hukuk, adalet” diye bağıran korteje sendikalar, insan hakları örgütleri, barolar, siyasi partiler, çevreciler, kadın örgütleri, Gezi aileleri, sanatçılar ve toplumun daha pek çok kesiminden destek yağıyor. OHAL döneminde yaşanan haksızlıklar her kesimi etkilediğinden ve KHK’larla on binlerce kişi işsiz bırakıldığından veya hapse atıldığından, yürüyüş CHP’nin tabanının dışında da oldukça geniş yankı buluyor. Erdoğan ve Bahçeli saldırıyor Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ise en başından itibaren yürüyüşe öfkeyle saldırıyor. Cumhurbaşkanına göre, adalet yürüyüşçülerininki “Pensilvanya’nın ve Kandil’in yolu”. Yerli ve milli koalisyon, kendisine yönelik her türlü muhalefeti baş düşman ilan ettiği iki grupla eşleştirme çabasına devam ediyor. Ancak burada önemli çelişkiler var. Fethullahçı darbeciler diğer darbecilerle

beraber 15 Temmuz’da darbeye kalkışmıştı, bu darbe halkın sokağa çıkmasıyla püskürtülmüştü. Hükümet şimdi yürüyenlere ise “adalet sokakta aranmaz” diye sesleniyor. Diğer yandan “Kandil’in yolu” suçlaması da geçersiz. Çözüm süreci hükümet tarafından açılmış, gazeteciler ve siyasetçiler görüşmeler yapmak için her fırsatı kullanmışlardı. Çözüm süreci ölümlerin durduğu ve huzurun sağlandığı bir dönemdi. Bu sürecin adalet ile çelişen bir yanı yok. Sahte antiemperyalizm AKP yanlısı köşe yazarlarının yaydığı bir diğer görüş ise Adalet Yürüyüşü’ne katılanların “şer güçlerinin” emrinde olduğu, “Batılı efendileri” için yürüdüğü gibi son birkaç yıldır hükümetin sıkça başvurduğu “üst akıl” anlatısı. Bir ülkedeki demokratik her gelişmeyi “dış güçlerin işi” olarak göstermenin otoriter rejimlerin tarihinde köklü bir yeri var. Kemalist rejim de benzer şekilde bugün AKP’yi oluşturan kadroları suçluyordu. AKP’nin ilk yıllarında, olan biten her demokratik gelişme ulusalcılar tarafından “Batı emperyalizminin işi” olarak

görülerek reddediliyordu. Arap Baharı’nda ise Kaddafi ve Esad gibi diktatörler, kendilerine isyan eden muhalifleri “Batı’nın piyonları” olarak tanımlamışlardı. AKP de Türkiye’deki her adalet arayışının, “Türkiye’ye oynanan oyun” olduğunu iddia ederek bu geleneğin sürdürücülüğünü yapıyor. Yürüyüşün meşruiyeti AKP ve MHP’nin onca hakaretine rağmen, yürüyüş oldukça barışçıl bir eylem olarak devam ediyor. Yerleşim yerlerinden geçerken “protesto” adı altında yapılan provokasyonlara katılan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Eylemciler her tür provokasyona alkışlarla ve “Hak, hukuk, adalet” sloganlarıyla yanıt verme disiplinini koruyor. CHP’nin yaptırdığı bir ankete göre, yürüyüş AKP’nin tabanında da yankı buluyor. Erdoğan’ın sert söylemi ve AKP seçmeninin en kemik kitlesi ile geri kalan milyonlarca kişi arasında bu açıdan bir ayrım olduğu kesin. Adalet talebi etrafında kitlesel bir hareket CHP liderliği, milletvekili dokunulmazlık-

larının kaldırılması oylamasında AKP ve MHP’ye destek vermis, bunun sonucunda Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ başta olmak üzere çok sayıda HDP’li vekil tutuklanarak cezaevine gönderilmişti. CHP, bir adalet yürüyüşünü başlatmayı ancak kendi milletvekili hapse atılınca tasarlayabildi. Ancak tepedeki bu tutumun yanında, tabandaki herkes, Adalet Yürüyüşü’ne katılan aktivistlerin çoğu, yalnızca kendileri için değil herkes için adalet istediklerini, bu yürüyüşün CHP’nin değil adalet isteyen herkesin yürüyüşü olduğunu söylüyor. CHP’nin geçmişte ve bugün yaptığı tüm hatalarla ilgili eleştirilerimizi saklı tutarak ve ona bir saniye bile güvenmeden, tabandaki bu aktivistlerin adalet talebi etrafında şekillencek kitlesel bir hareketin oluşması, bunun AKP’den kopma eğilimi taşıyan yoksul kitlelerle bağlar kurması için uğraşmalıyız. Böylesi bir çıkış, OHAL’in yarattığı mağduriyetlerin tersine çevrilmesi için uzun bir yolun ilk adımı olacaktır. Bunu başarmanın ilk şartı ise Adalet Yürüyüşü’nün Maltepe’de gerçekleşecek finalinin olabildiğince kalabalık olmasını sağlamak.


GÜNDEM 7

STİYORUZ

GÖRÜŞ Roni Margulies

ADALET ÖNEMLİ MİDİR? Adalet, en düzgün hukuk ve yargı sistemlerinin geçerli olduğu ülkelerde bile kuşkulu ve sorunlu bir kavram. Mesela Amerika’nın bir hukuk devleti olduğundan (başka ne düşünürsek düşünelim) kimsenin pek kuşkusu olamaz. ABD hukuk sistemi cumhurbaşkanı bile devirebilmiştir. Ama aynı hukuk sistemi, sokakta silahsız yoksul bir siyah adamı bilmem kaç kurşunla vurup öldüren polisi suçsuz bulur; milyonlarca kişinin yüz milyonlarca dolarını batıran bankacıyı beraat ettirir; ama bankalara devletin para döküp bankacıları kurtarmasına itiraz edenler büyük suç işlemiş sayılır. Yani hukuk, yoksula karşı zenginden, siyaha karşı beyazdan yanadır. Sınıfsaldır. Bunu anlarım. Sınıflı toplumda hukuk da, özü itibarıyla, egemen sınıftan yanadır. Mülk sahiplerini kollar, mülksüzlerle çok ilgilenmez, ama bunu edebiyle yapar, adil gibi görünen bir çerçeve içinde yapar. Türkiye’deyse sorun, adalet sisteminin sınıf farkı gözetmesi, sınıfsal olması değil. Hiçbir şey gözetmeyip sınıfsal bile olmaması. Ne edep kaldı, ne çerçeve, ne de “adil” kelimesiyle aynı cümle içinde kullanılabilecek herhangi başka bir şey. Tek bir amacı kaldı artık Türkiye hukukunun: Devletin bekasını korumak, devletin bekasını kollayan hükümeti korumak ve bunlara karşı “tehdit” olarak görülen herkese, her şeye saldırmak. Cumhurbaşkanı da her sözüyle bunu kanıtlıyor zaten. Demiş ki, “Onlar yoldaşlığını yaptığı ihanet çetesiyle ve bölücü örgütle birlikte Türkiye’nin aleyhinde çalışmaktan vazgeçmediler.” Türkiye nedir? İçinde yaşayan insanlar değil midir? İşinden atılanlar, gözaltına alınanlar, tutuklananlar dahil değil midir “Türkiye” kavramına? Belli ki değil. Çünkü aslında Türkiye değil, devlet ve hükümet kastediliyor.

Bir çok taciz ve provokasyon girişimi kararlılıkla püskürtüldü.

CHP NASIL BİR PARTİDİR? Türkiye devletinin kurucu partisi olan CHP, tarihinin önemlice bir bölümünde halka karşı elitlerin yanında oldu. Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar tek parti diktatörlüğünün temsilcisiydi. 1970’lerde yükselen işçi hareketine yaslanmak zorunda kaldığı bir süreç dışında, geniş yoksul kitlelerle bir bağ kuramadı. 1990’larda laiklik-dindarlık ikilemi toplumun merkezine yerleştirildiğinde, darbecilerin tarafına geçti. Devletin “bölücülük” ve “şeriatçılık” tehditleri üzerinden toplumu dizayn etmesinde destekleyici bir rol aldı. AKP iktidarında da 27 Nisan e-muhtırası ve Cumhuriyet mitingleri döneminde CHP olası bir darbeye sempatiyle bakan bir konumdaydı. Kürt hareketiyle yapılan barış görüşmelerine karşı çıktı, “vatana ihanet” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Kendini “Ergenekoncuların avukatı” ilan etti. CHP, birçok seçimde MHP ile açık veya örtülü ittifak yaptı. 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde ortak aday çıkardı. CHP yıllardır koyu bir Türk milliyetçiliğini savunuyor. Bütün bu özelliklerini akılda tutmakla birlikte, CHP’nin bugün çok uzun yıllar sonra ilk kez bir adalet arayışına girdiğini görmeliyiz. Adalet Yürüyüşü’nde baskın eğilim “Mustafa Kemal’in askerleri” olmak değil, savaş yanlısı belirgin bir tutum yok, katı bir “laiklik” savunusu adına

Demiş ki, “Bunların kendi milletlerine ve devletlerine karşı olan her işin arkasında yer alma konusunda ortaya koydukları inat..” İşte, önemli olan insanlar, vatandaş değil, garip bir “millet” kavramı ve aslen devlet.

CHP’nin iki lideri Kılıçdaroğlu ve Baykal. eski rejimin geri gelmesi talep edilmiyor. İnsanlar eşitlik, adalet ve özgürlük talep ediyorlar ve bunu herkes için istediklerini söylüyorlar. Adalet Yürüyüşü’ne CHP’nin on yıllardan beri süregelen özellikleri sebebiyle gözlerimizi kapatmak nasıl doğru değilse, kimilerinin yaptığı gibi teslimiyetçi bir çizgiden destek sunmak da doğru değil. Geniş kesimlerin adalet arayışının parçasıyız, bunu büyütmek için mücadele ediyoruz. Fakat bunu yaparken CHP liderliğinin sağcılığını, mülteci düşmanlığını, milliyetçiliğini de teşhir etmek zorundayız. Ezilenler yan yana gelirlerse kazanırlar. Milliyetçilik ve devletçilik ise ezilenlerin düşmanıdır.

Demiş ki, “Meselenin muhalefet, siyaset değil, memleketin bekası meselesi olduğunu görerek ülkesinin ve milletinin yanında yer alan herkese teşekkürlerimizi iletiyorum.” Yani önemli olan adalet değil, insanların ne istediği değil, tamamen soyut ve anlamsız kavramlar olan “ülke” ve “millet”. Ne var ki, adaletin olmadığı yerde bu anlamsız kavramlar devlet tarafından ve devleti yönetenler tarafından her şekilde kullanılabilir; bugün böyle yarın başka türlü yorumlanabilir. Adalet (eksik ve sınıfsal da olsa) tam da bu nedenle önemlidir. Vatandaşı devlete ve yöneticilere karşı korumak için. Üstelik bütün vatandaşlar için önemlidir. AKP’li vatandaş dahil.


8

GELENEK

MİLLİYETÇİLİK NEDEN TEHLİKELİ BİR İDEOLOJİDİR?

19. yüzyılda kabaran milliyetçi akımların eseri, milyonlarca insanın öldüğü 1. Dünya Savaşı. CAN IRMAK ÖZİNANIR

Milliyetçilik, herkesin kendi politik meşrebine göre farklı maskeler takıp karşımıza çıkabiliyor. Türkiye’de faşist hareketin tercihi “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” olmak iken, Kemalizm için milliyetçiliğin makbul biçimi Türk kimliğine asimile olup, üstüne bir de bundan mutluluk duymaktır. Bu bahtiyarlığı tatmaktan imtina edenlere bizzat Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Nisan 2007’de verdiği muhtırada şöyle seslenmiştir: “Ne mutlu Türküm diyene anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır”. Muhafazakâr milliyetçilik ise Necip Fazıl’ın “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” dizelerindeki mağdur Müslüman Türk’ten, Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiirindeki “Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım/Seni selâmlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım” agresyonuna kolaylıkla geçiş yapabilen bir hâldedir. Günümüzde ise Tayyip Erdoğan’ın “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” şeklinde ifade ettiği yerli-millî koalisyonun önemli bir parçası olmayı başarmıştır. Buraya kadar sayılanlar milliyetçiğin neden tehlikeli bir ideoloji olduğunu göstermeye yeterli gibi görünüyor ancak milliyetçilik her zaman yukarıdaki gibi saf bir şekilde işlemiyor, geniş kitleler tarafından son derece doğal görülen bir olgu. Hatta zaman zaman kendisini milliyetçilikle tanımlamayan unsurlar bile bir düzeyde vatan-millet sevgisine sarılabiliyor. Sol içinde kendini yurtseverlikle tanımlamak çok ilginç karşılanmıyor mesela… Elbette milliyetçiliğin biçimleri farklı içeriklere, farklı ulus tahayyüllerine ve farklı dünya görüşlerine sahip olabilirler, hatta

farklı milliyetçilik anlayışlarının çatışmasına sık sık tanıklık ederiz ancak kökende hepsini birleştiren dünyayı uluslar ve çoğu zaman o ulusların sahibi olduğu zannedilen devletler arasındaki mücadeleler ile okumaları, zenginiyle fakiriyle ulus (veya millet) üyelerini aynı gemide olduğuna dair bir anlatıyı devreye sokmalarıdır. Irkçılığa kadar uzanabilecek bu anlatı pek çok tehlikeyi içinde barındırır. Milliyetçilik bir egemen sınıf ideolojisidir, işçi sınıfını uluslara çoğu zaman ise ırklara böler, hâkim ulustan olmayan halklar ulusal baskıya maruz kalır, savaşların ve ırkçılığın en temel besin kaynağıdır ve her tür adalet talebinin karşısına “ulusal çıkar” miti ile dikilir. Milliyetçilik ve Burjuvazi Milliyetçiliğin ve ulus-devletlerin gelişimi kapitalizmin gelişimi ile el ele gitmiştir. Dünyanın ulus-devletlerden değil de çoğunlukla monarşik yönetimlerden oluştuğu bir çağda ortaya çıkan burjuvazi, güvence altına alınmış bir pazar ve politik olarak da genişleyen bir nüfuz alanı istiyordu. İngiltere gibi ülkelerde bu, aşamalı bir geçiş ile sağlanırken, Fransa gibi ülkelerde burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi bir devrim sonucu oldu. Ancak sanıldığı gibi burjuvazi her zaman monarşiye karşı devrimci bir rol üstlenmedi, pek çok ülkede kârlarını güvence altına almak için soylular ile beraber davrandı. Eski egemen sınıf ile varlıkları birbirlerine tezat oluşturmaya başladığı anlarda ise diğer halk sınıflarına yaslanarak burjuva devrimleri denilen devrimlerde yer almak zorunda kaldı. 1789 Fransız Devrimi’nin politik liderliği burjuvaziyse de, asıl gücü Baldırıçıplaklar olarak bilinen yoksullar-

dı. Ulus-devletlerin doğumunda yurttaşlık fikri de ortaya çıktı, modern demokrasiler ile ulus-devlet beraber gelişti ancak burjuvazi bu yurttaşlığı tüm sınıflara genişletmekte hiç de istekli değildi. Demokrasiyi alt sınıflar kendi elleriyle kazandılar. Ancak milliyetçilik, burjuvaziye işçi sınıfını kontrol altında tutmakta da yardımcı oldu. Dünyanın çıkarları ortak olan uluslardan oluştuğu fikri ile işçi sınıfı, pazarlarını yaymak için rekabet eden farklı uluslardan burjuvaların çıkarları için cephelere sürüldü. Milyonlarca işçi cephelerde öldü. Demokrasi ile milliyetçilik aslında birbirlerinin karşıt kutuplarındaydılar. Milliyetçilik, kapitalizmin kendisini en küresel, en uluslararası sunduğu zamanlarda bile egemen sınıfın ideolojisinin temel bileşenlerinden birisi olageldi. I. Dünya Savaşı’nda dönemin sosyalist hareketi önemli bir bölünme yaşadı. Kitlesel sosyal demokrat partiler savaşta kendi “ulusal çıkarları” doğrultusunda tutum aldılar. Farklı ülkelerin işçilerinin birbirlerini öldürmesinden yana tutum alan Sosyal Demokrat partiler sadece cepheye yollanan askerlerin ölümüne onay vermiş olmadı, aynı zamanda yoksullar ve ezilenler için gerçek bir adaleti burjuvazinin çıkarları için feda etmiş oldular. Lenin, Luxemburg, Liebknecht, Troçki gibi sosyalistler milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi, savaşa karşı barış ve ekmek talebini savunarak sosyal demokratlarla yollarını ayırdılar. Çoraklaştırmanın ideolojisi: Türk milliyetçiliği Türkiye’de bir kapitalist devlet yaratılmasının ideolojisi olan Türk milliyetçiliği de başlangıcından itibaren son derece dışlayıcı bir milliyetçilik olarak gelişmiştir.

Fransız Devrimi’nin “Eşitlik-Özgürlük-Kardeşlik” sloganının yanına bir de “Adalet” sözcüğünü ekleyerek 1908 yılında Osmanlı’da anayasanın yürürlüğe girmesini, meclisin açılmasını sağlayan devrime tüm halklar katılmıştı. Ancak devrimden kısa bir süre sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi, 1915 yılında Anadolu’daki Ermenilerin ve Süryanilerin varlığına bir soykırım ile büyük oranda son verdi. 1923’te kurulan Cumhuriyet rejimi de Anadolu’yu gayrimüslimizleştirmeye dönük bu hamleyi sürdürdü, mübadele, pogrom ve sürgünlerle Rumlar da gitti. Gayrimüslimlerin el konulan malları Türk sermaye sınıfı ve bürokrasisi tarafından Türkiye kapitalizminin inşasında kullanıldı. Kürtler ve Aleviler gibi yeni devletin ulus tanımı içinde yer almayan tüm topluluklar asimile edilmeye çalışıldı, asimile edilemedikleri için katliamlara maruz bırakıldılar. Bugün hâlen Kürtler üzerinde süren ulusal baskı ve Aleviler üzerindeki mezhep baskısı bu milliyetçiliğin sonucu. Ulusal ve mezhepsel baskı aynı zamanda işçi sınıfının birleşik mücadelesini de engelliyor, işçi sınıfını bölüyor ve bir bölümünü diğerlerine karşı kışkırtıyor. Türk milliyetçiliğinin son hedefi ise savaştan kaçarak hayatlarını Türkiye’de geçirmek zorunda kalan Suriyeli mülteciler oluyor. Bayrağın gölgesi Milliyetçilik, adalet talep edenler için her zaman tehlikeli bir ideoloji oldu. Egemen sınıflarla, biz ezilenler, işçiler, baskı ve zulüm görenler aynı gemide değiliz. Bir bayrağın gölgesinde durmamız da gerekmiyor.


EMEK GÜNDEMİ

TARLALARDA 400 BİN ÇOCUK

İŞÇİLER ÖLÜYOR SERMAYE BÜYÜYOR

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

SENDİKALAR, SURİYELİ İŞÇİLERİ ÖRGÜTLEMELİDİR Suriyeli mülteciler, artık kim derse desin, işçi sınıfının bir parçasıdır. Ama işçi sınıfı henüz bunu örgütlü bir şekilde kabul etmiş değil. Türkiye’de bugün itibarı ile yaklaşık 3,2 milyon Suriyeli yaşıyor. Çalışma izni alabilen Suriyeli sayısı 10 bin civarında iken 500 binden fazla Suriyeli kayıt dışı çalışıyor. Suriyeliler, kendilerine çalışma izni verilmediği için kayıt dışı çalışmak zorunda kalıyorlar. Çünkü ev kirası ödüyorlar, yaşamlarını sürdürebilmek için harcama yapmak zorunda kalıyorlar. Kayıt dışı çalışan Suriyeli işçiler işyerlerinde büyük ayrımcılıklar yaşıyorlar. Fiziksel şiddetten ücretlerinin ödenmemesine kadar türlü sıkıntılarla yüz yüze kalıyorlar. Yapılan bir araştırmaya göre Suriyeli erkek işçiler, Türkiyeli erkek işçilerden ortalama yüzde 20 daha az kazanırken, Suriyeli kadın işçiler Türkiyeli erkek işçilerden yüzde 50, kadın işçilerden yüzde 35 daha az kazanıyorlar. Daha az ücrete razı gelmek zorunda kalan Suriyeli işçiler, patronların tercihi oluyor. Suriyeli işçilerin yüzde 99,9’u sigortasız çalıştırılıyor. Türkiyeli işçilerin yüzde 55’i kirada otururken, Suriyeli işçilerin hemen tamamı kirada oturuyor.

Antalya'da 'Çocuk hakları ve iş ilişkileri' başlıklı toplantı klimalı bir salonda gerçekleşirken, onlar dört bir yerde güneşin altında çalışıyordu. Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Odası ile ortak düzenledikleri toplantıda konuşan UNİCEF Türkiye temsilcilsi Phillippe Duamalle, 400 bin çocuğun tarım işçisi olarak çalıştırıldığını söyledi.

Suriyeli işçilerin sigortasız, düşük ücretle ve insanlık dışı koşullarda çalıştırılmasının sorumluları, ucuz işçilik sağlamak için onları bu koşullarda çalıştıran patronlar ve Suriyeli işçilerin her ilde ve her sektörde yasa dışı koşullarda çalıştırılmasına göz yuman devlet kurumlarıdır.

Resmi rakamlara göre Türkiye'de 850 bin çocuk işçi çalışıyor. Bunların yarısına yakını tarlalarda sömürülüyor. Suriye krizi nedeniyle göçmen çocuklar da tarlalarda yerlerini alırken sayı arıtıyor.

Suriyeli işçilerin Türkiye’de çalışma izinleri olmadığı için sigortalı olma hakları yok. Çünkü hükümet Suriyeli mültecilere, mülteci statüsü ve dolayısıyla çalışma izni vermiyor. Bu izinler verilse, yasal olarak Suriyeli işçiler de haklarını arayabilecekler, en azından sigortalı olabilecekler, asgari ücret alabilecekler, hatta sendikalara üye olabilecekler.

Toplantıdan bir çözüm çıktı mı? Hayır, böyle bir şey zaten beklenmiyordu. Tarım işçilerinin büyük çoğunluğu, işçi sınıfının çoğunluğu gibi sendikasız, örgütsüz. 850 bin çocuk işçinin haklarını savunmak, yetişkin kadın ve erkek işçilere düşüyor.

Enflasyon nedeni ile her geçen gün eriyen işçi ücretleri için pazarlık yapmaya çalışan sendikalar, patronların ucuz Suriyeli işçi çalıştırma tehdidi ile sürekli yüz yüze kalıyorlar. Suriyeli işçilerin sendikal örgütlenmelere dahil edilememesi, sendikaların pazarlık gücünü azaltıyor.

MÜCADELE HABERLERİ: n OHAL döneminde gerçekleştirilen ihraçlara karşı KESK üyeleri İstanbul’da Bakırköy ve Kadıköy’de, bunun yanı sıra birçok farklı şehirde eylemlerini sürdürüyor.

Suriyeli işçilerin sorunlarının giderilmesi için öncelikle sendikaların bu konuyu ele alması gerekir. Söz konusu olan 500 binden fazla emekçinin haklarının korunmasıdır. Suriyeli işçilerin işçi sınıfının bir parçası olarak örgütlenmesi için gösterilecek çabalar önemlidir, Türkiye işçi sınıfının başarılı olmasına önemli katkı sunacaktır.

n Gemlik Serbest Bölge’de bulunun Yazaki fabrikasında işten atılan Dilek Gültekin, serbest bölge önünde direnişe başladı. nİstanbul Yenibosna’da kurulu bulunan KOM Mayo fabrikası işçileri ücret zamları için iş durdurma eylemi yaptı. n Af Örgütü’nün yüzyüze projesinde çalışan genç işçiler, taşerona karşı başlattıkları grevin ilk ayının sonunda yönetimle görüştü ve bir kez daha taleplerini iletti. Grev devam ediyor. n Afyon’daki Escape Yapı’da ücretlerini alamayan İnşaat-İş üyesi 14 işçi direnişe başladı. n İzmir’deki Dokuz Eylül Üniversitesi’nde barış imzacısı oldukları için açığa alınan 12 akademisyen için her gün rektörlüğe siyah çelenk bırakma eylemi yapılıyor. n Ankara Batıkent’teki Neva Prestij’e ait inşaatın işçileri, maaşlarının ve sigortalarının yatırılmaması üzerine vinci işgal etti, çalışmayı durdurdu. n PETKİM’de günler süren iş bırakma eylemlerinin ardından toplu iş sözleşmesi imzalandı.

SOSYALİST İŞÇİ ALIRKEN Dokuz Eylül Üniversitesi’nden ihraç edilen akademisyenler eylemde.

ALTÜST’TE İSTEYİN


10 GELENEK

NASIL BİR SOL?

1 Mayıs 2011, Taksim. ŞENOL KARAKAŞ

Sol ve sosyalizm tartışmaları ve pratikleri alabildiğince stalinizm ve kemalizmden etkilenmişken, uzun bir süredir iki eğilim daha bu tartışmaya sirayet etti. Birisi, Rojava’da yaşanan gelişmeleri çağdaş sol eğilimin yenilikçi bir pratik uygulaması olarak gören yaklaşım, diğeri de Trump, Putin, Orban ve Erdoğan gibi siyasetçilerin simgelediği yasama, yürütme ve yargıyı elinden geldiğince merkezileştirilmiş olan ya da merkezileştirmeye çalışan siyasi figürlerin belirleyici olduğu politik koşullarda “ilkesiz ittifakçı” bir eğilim. Bu yazıda bu dört eğilimi teker teker ele almanın imkanı yok. Yine de bu eğilimlerin hepsinde ortak olan bir özellik var: İkameciliği sosyalizm sanıyorlar. İkameci olmayan bir sol İki kişi bile olsa örgütlü her güç, kendisini anlamlandırmak zorundadır. Türkiye’de bu anlamlandırma süreci, ikamecilik biçimini almıştır çoğunlukla. Kuşkusuz, bu Türkiye’ye özgü bir eğilim değil. Karl Marx sosyalist teorinin gelişimi için en başından itibaren, ikamecilerle arasına kalın bir duvar çekti. Engels’le birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto isimli broşürde şunu öne çıkarttılar: “Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur.” “Proletarya hareketini biçimlemek üzere özel ilkeler koymazlar.” “Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri

içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır.”

se, sınıf çelişkisinin daha az görünür olduğu ya da arkasına gizlendiği alanlarda daha fazla enerji harcıyor.

Köklerini Karl Marx’ın işçi sınıfını teorinin ve eylemin merkezine koyan geleneğine yaslayan bir sol, mevcut harekete slogan dayatmaz, ilkelerle bu hareketi biçimlendirmeye çalışmaz, kendi politik talep ve süreçlerini hareketin politik talep ve süreçleri olarak ilan etmez.

Bu ise burjuvazi adındaki sınıfın, kendi içinde çelişkilere sahip olsa da bir sınıf olarak egemen toplumsal güç olan patronların görünür olmasını engelliyor. Kapitalizm her yerde olduğu gibi Türkiye’de de tarihin kandan ve ateşten harflerle yazılmasına neden oluyor. TÜSİAD, MÜSİAD gibi sermaye kuruluşları, bu kanın ve ateşin temel sorulusu olan burjuvazinin organları. Her hükümet, egemen sınıftan ne kadar özerk davranırsa davransın, esas olarak kapitalist üretim ve yeniden üretim süreçlerini garanti altına almak için hareket ederek, egemen sınıfın komitesi gibi çalışır. Bu komitenin zaman zaman kendisini patron sanmasının nedeninin, gerçek patronların bu duruma çıkarlarını zedelemediği ölçüde izin vermesi olduğu gerçeğidir. Burjuvazinin, hükümetlerin arkasında gözden kaybolmasına izin vermeyen bir sola ihtiyacımız var.

Esas düşman burjuvazi

Tüm ezilenlerin kürsüsü

Fortune 500 Türkiye’nin 500 büyük şirket karları sıralaması açıklandı. Sıralamadan daha önemli olan şirket net karlarında görülen artış. Bu şirketlerin net karı yüzde 48.5 artmışken, hükümet kamuda toplu sözleşme görüşmelerinde işçilere yüzde 3.5 artı yüzde 3.5 oranında zam yapmaya karar verdi ve bu oran oldukça yüksek bulundu. Fakat ilginç bir şekilde, sol, sınıflar arasındaki bu uçurumu ve asgari ücretin 1404 TL olduğu koşulların emekçileri içine ittiği derin yoksulluğu ajitasyonunun merkezi öğelerinden birisi haline getirmekten-

Sosyalizm bir partinin, bir grup akıllı ve çelik iradeli devrimcinin, halkın kendisini izlemesi gerektiğini ilan eden siyaset seçkinlerinin ya da dört beş yılda bir verilen oylarla kurulan parlamenter dengelerin ürünü olamaz. Sosyalizm, emekçilerin ve yoksulların kendi eylemleriyle egemen sınıfın fikirlerinden ve egemen alışkanlıklardan kurtulmaya başlamalarıyla farkına varacakları kolektif gücün ürünü olarak kurulabilir. Lenin ve arkadaşları parlamentoya burjuvazinin ahırı yakıştırmasını yaparken, bir yandan bu parlamentoda

Birkaç satır sonra, ikameciliğe dair daha net bir eleştiri yapılır: “Komünistlerin kuramsal ifadeleri asla şu ya da bu dünya düzelticisinin icat ettiği ya da keşfettiği fikirlere, ilkelere dayanmaz.” “Onların söyledikleri yalnızca, mevcut bir sınıf mücadelesinin, gözler önünde cereyan eden bir tarihsel hareketin somut ifadeleridir.”

kapitalist ilişkileri teşhir etmek için çalışmanın mümkün ve gerekli olduğunu ama öte yandan da parlamentonun sınırlarının devletin şiddet araçları tarafından tayin edildiğinin altını çiziyordu. Bize, parlamenter olmayan bir sol lazım. Özgürlüğün işçilerin eyleminin ürünü olduğunu bilen ve her hadiseyi işçi sınıfıyla birlikte mücadele etmek için gerekli olan kontak noktası olarak kullanabilecek bir sol. Böyle bir sol zeminde mücadele eden işçilerin eylemi, kuşkusuz sadece emek-sermaye çelişkisinin teşhiriyle tüm ezilenlerin kürsüsü haline gelemez. Tersine, emek-sermaye çelişkisinin arkasına gizlendiği, varlığından güç aldığı tüm bölünmüşlüklerde ezilenlerin safında yer alıp, onların çıkarlarının sözcüsü olmayı, tüm ezilenlerin birleşik mücadele kürsüsü olmayı başarabilen bir işçi hareketi nefes almamızı sağlayabilir. Türkiye’de, bu çok daha somut olarak, Kürt halkının özgürlüğü, uygulanan politikalarla azınlık haline getirilen toplumsal grupların haklarının tanınması, kadınların özgürlüğü ve kadın cinayetlerinin durdurulmasının acil olduğu, çeşitli dinlerden, mezheplerden toplumsal grupların üzerindeki baskıların hemen son bulması gerektiği gibi sayısız politik konuyu içerir. Ermenilerin yaşadığı yıkımla, Alevilerin maruz kaldığı baskı ve Kürtlerin haklarının kısıtlanmasıyla askeri vesayetin uyguladığı topyekun şiddet arasında bağlantıları kuran, özgürlük, demokrasi ve adaletin her bir zerresinin bu bağlantıları kurarak hareket eden işçi sınıfının kendi eyleminin ürünü olacağını savunan kitlesel bir sol bugünün en temel ihtiyacıdır.


AKTİVİZM 11

KAPİTALİST EKONOMİ VE SICAK HAVA DALGALARI

Sıcaklıkların artışı kuraklık yaratırken, iklim krizi, gıda ve su krizlerini de tetikliyor.

mekteydi. Öngörülenlerden daha kötüsünü yaşıyoruz. Aslında iklim değişikliğinin etkilerini 1980’li yıllardan beri küresel ölçekte yaşıyoruz. Sıcak hava dalgaları, kuraklık, rekor düzeyde yağışlar, seller, orman yangınları. İklim değişikliğinin şiddetlendirdiği tüm bu hava olaylarının bizler için anlamı susuzluk, açlık, daha fazla yoksulluk, hastalık, savaş, yıkım ve göç demek. İnkara yer bırakmayacak şekilde tüm bilimsel veriler iklim değişikliği ile aşırı hava olaylarının doğrudan bağını gösteriyor. Aşırı sıcaklar, yağışlar istisnai bir durum değil. İklim değişikliğini durdurmak için eğer bir şey yapmazsak bu yıl, sonraki yıl ve daha sonraki yıl bahsedilen aşırı hava olaylarının daha da artığını göreceğiz.

nem oranıyla birlikte dayanılmaz boyutlara ulaşan sıcaklık karşısında insanlar evlerinden çıkamazken, hayat durmuş. Uzun zamandır Ortadoğu’da yüksek sıcaklık dalgalarının artacağı ve yüzyılın sonunda bölgenin insanlar için yaşanamaz hale geleceği söyleniyor. 54 derece, sıcaklık değerlerinin modern bir biçimde ölçülmeye başladığı günden itibaren ölçülen en yüksek değer. Bu kadar yüksek sıcaklık ilk kez 2013 Haziran ayında Kaliforniya’da bulunan Ölüm Vadisi’nde, ardından 2016 Temmuz ayında Kuveyt’in Mitribah ken-

Dünyanın sıcaklığı her geçen gün artıyor. Sıcaklığı artıran neden ise bilimsel olarak; petrol, kömür ve doğalgazın kullanımı sonucu atmosferde sera etkisi yapan gazların salımı ile bitki örtüsünün hızla yok edilmesi. Tüm insanlık ve canlı türleri açısından ekolojik bir yıkımın eşiğindeyiz. Bu yıkımın eşiğinde dile getirilmeyen bir gerçek ise iklim değişikliğini yaratanın da, durdurulması için gerekli olan adımların atılmasında engel olanın da kapitalist ekonomi olduğu. İklim değişikliğinin nedeni kâr ve sürekli büyümeye muhtaç olan kapitalist sistemdir. Bu gerçeği yüksek sesle dile getirmek zorundayız.

NURAN YÜCE

Daha öncesinden alışık olmadığımız ya da çok nadir görülen hava olaylarını birbiri ardına yaşar hale geldik. On gün öncesine kadar “bu yıl yaz gelmeyecek” dedirten mevsim normallerinin altındaki sıcaklıklar bir anda radikal biçimde değişti. Türkiye’nin güney ve batı bölgelerinin sıcaktan kavrulduğu, illerde sıcaklık rekorları kırıldığı haberleri ardı ardına geldi. 1929’dan beri ölçüm yapılan Antalya’da termometreler kayıtlı tarihteki -yani 88 yılın- en yüksek sıcaklık değeri olan 45,4’ü gösterdi. Bu değerle Antalya’da 2007 yılında kırılan 44,8 derecelik sıcaklık rekoru, 2017’de kırılmış oldu. İstanbul 106 yılın en sıcak günlerini yaşadı. Adana, Diyarbakır, Muğla, Balıkesir ve başka birçok şehirde durum aynıydı. Termometreler bu kadar yüksek değerleri gösterirken hissettiğimiz sıcaklıklar ise 5-6 derece daha fazlaydı. Bunun nedeni ise ağaçlardan, bitkilerden yoksun, her tarafı betona boğulmuş kentlerde yaşıyor olmamız ve nem oranlarıydı. Sıcak daha sıcak Uzmanlar Türkiye’yi etkileyen bu aşırı sıcakların nedenini “güneyden gelen sıcak hava akımı” olarak açıkladıkları anda İran’ın güneybatısındaki Ahvaz kentinde sıcaklık 54 derece olarak ölçülmüştü. 1.1 milyon insanın yaşadığı kentte yüksek

tinde ölçülmüş. Nedenini biliyoruz, durdurabiliriz! 1880 yılından bu yana ölçülen NASA verilerine göre, 2016 kayıtlı tarihteki en sıcak yıldı. Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) aynı yıl, Kuzey Kutbu ve Antarktika’da deniz buzullarının rekor düzeyde gerilediğini de dünyaya duyurmuştu. Bu kadar olumsuz gelişmenin yaşandığı 2016 yılı içinde, 2017’nin en sıcak yıl rekorunu kırmasının düşük bir ihtimal olduğu, ancak en sıcak 5 yıl arasında olacağı öngörül-

PETROL İŞÇİLERİ İŞGAL ETTİ Varlık Fonu AŞ’ye devredilen Türkiye Petrolleri’nin saha hizmetleri özelleştirilerek, PIC'e (Turkish Petroleum Internatonal Company)’ye devredilmek isteniyor. Özelleştirmeyle kazanılmış haklarının ve sendikal örgütlenmesinin gasp edilmesini engellemek isteyen Petrol-İş sendikasının randevu talebine, Enerji Bakanlığı bir yıldır yanıt vermiyordu. Türkiye Petrolleri (TP) Adıyaman, Batman ve Trakya Bölge Müdürlükleri’nden Ankara’ya gelen ve genel müdürlükte çalışan Petrol-İş üyesi işçiler, 5 Temmuz sabahı TP genel müdürlüğü kampüsünde buluştu. Yönetim binasına yürüyerek burada basın açıklaması yaptılar. Açıklamanın ardından genel müdürlük binasını işgal ettiler. Özel güvenlik görevlileri, yüzlerce işçinin binaya girişine engel olamazken, yöne-

ticiler polis çağırdı. İşçilerin binayı işgal etmesi sırasında gergin anlar yaşandı. Merdivenleri ve genel müdürün bulunduğu ikinci katı işgal eden işçiler sık sık “Yönetim istifa”, “İş ekmek yoksa, barış da yok” sloganları attı. Bakanlığın görüşme sözü üzerine eylem sonlandırıldı. Enerji Bakanı Berat Albayrak Ankara dışında olduğu için, Petrol-İş üyeleri taleplerini müsteşara iletti. Görüşmenin ardından Petrol-İş Genel Mali Sekreteri Turgut Düşova, işçilerin taleplerinin karşılık bulmadığını belirterek, “Eğer taleplerimiz kabul edilmezse, Türkiye Petrolleri küçültülüp parçalanırsa, hükümet bu tutumundan vazgeçmezse biz de eylemlerimize devam edeceğiz. Gerekirse üretimden gelen gücümüzü kullanacağız” diye konuştu.

Türkiye Petrolleri genel müdürünün olduğu katı işgal eden işçiler.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

-

-

ESİTLİK-ÖZGÜRLÜK-ADALET İCİN

-

2017

SOSYALİST TARTISMA Sosyalist Tartışma 2017 toplantıları, küresel ölçekte yaşanan sert bir mücadele dönemine denk geliyor. Emperyalizmin Trump sonrası içine girdiği yol, iklim değişikliğinin ulaştığı boyut, enerji politikalarının gezegeni tahrip eden kapitalist içeriği, kadın sorunu, Kürt sorununda yeniden çözüm dinamiklerinin mümkün olup olmadığı gibi bir dizi başlık Sosyalist Tartışma’da ele alınacak. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye’de yaşanan mücadeleler, OHAL koşullarında darbe girişiminin sulandırılması, adalet arayışları, Adalet Yürüyüşü’nün sorunları ve yarattığı imkanlar da Sosyalist Tartışma 2017’nin konuları arasında yerini alacak. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında Rusya’da yaşanan Ekim Devrimi’nin 100. Yılı. Sosyalist Tartışma, Ekim Devrimi deneyiminin sonuçlarının, bugün yaşanan mücadelelerle hangi açılardan bağlantılı olabileceğinin tartışılacağı üç toplantıya ev sahipliği yapacak. Irkçılık ve ırkçılığa karşı mücadele, Marksizm’in özgürlükçü içeriği, işçi sınıfının mücadele potansiyelleri ve birleşik bir işçi direnişinin nasıl örgütlenebileceği gibi başlıkların yanı sıra, 16 Nisan referandum süreci, referandumun sonuçları ve sonrası da Sosyalist Tartışma’nın konuları arasında yer alacak. Gelin Sosyalist Tartışma’da birlikte tartışalım. Gelin Sosyalist Tartışma 2017’yi birlikte örgütleyelim.

İSTANBUL

20 Ekim Cuma 17.00-18.15 1917: İşçi iktidarı nasıl kuruldu? 19.00-20.00: Yeni resmi ideoloji: Yerli-milli-tekçi 21 Ekim Cumartesi 11.00-12.15 1917: Darbe mi, devrim mi? 13.00-14.15 Kadınların kurtuluşu ve küresel direniş 15.00-16.15 2019’a giderken sol nasıl bir tutum almalı? 17.00-18.15 Kürtlerin hakları ve savaş 19.00-20.15 Emperyalizme karşı mücadele 22 Ekim Pazar 13.00-14.15 Kapitalizm sonrası yaşam 15.00-16.15 Göçler Çağı: Sınırlar, devlet, ırkçılık 17.00-18.15 Marksizmin Güncelliği

İletişim: 05554237407

ANKARA

14 Ekim Cumartesi

-1917-2017: İşçi demokrasisi hâlâ mümkün mü? -Yeni resmi ideoloji: Yerli-milli-tekçi -LGBTİ hareketi ve ezilenlerin birliği

İletişim: 05325254471​

İZMİR

27-28 Ekim (Cumartesi-Pazar)

-Kürt sorununda çözüm imkanları -Milliyetçiliğin kökenleri -Kriz, popülizm ve sosyalizm -Çok yönlü hak kayıplarına karşı çok yönlü ve birleşik mücadele dinamikleri İletişim: 05439159764


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.