Sosyalist işçi 601

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

601

2 Ağustos 2017 3 TL. sosyalistisci.org

PATRONA CENNET, İSCİYE EZİYET ,,

OHAL'E SON! ADALET ZEMİNİ’NDEN FARUK SEVİM: “YENİ BİR SİYASETE İHTİYAÇ DUYUYORUZ” sayfa 5

ŞİRKETLER GEZEGENİ YOK EDİYOR: KAPİTALİZME SON VERELİM! sayfa 6-7

RONİ MARGULİES YAZDI: İSRAİL’LE NİYE “NORMALLEŞTİNİZ”? sayfa 8


2

GÜNDEM

OHAL DEMOKRASİSİNDE ÇİFTE STANDART

BEKA KAYGISININ GEREKSİZLİĞİ Devlet uzun bir süredir beka kaygısıyla hareket ediyor. Çözüm sürecinin bir aşamasında, devlet sürecin kendi açısından ters teptiğini, Kürtlerin işine yaradığını tespit etti. Bu tespitte 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin aldığı sonuç ve Kobanê’de IŞİD’e karşı direnişle beraber Kürtlerin küresel dev askeri-sanayi güçlerle kurduğu ilişkiler belirleyici oldu. Hendek savaşları denilen sürece gelmeden, üstelik 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de başbakanlık ofisinde çözüm sürecini sürdüren heyetler birlikte basın açıklaması yaparken, bir yandan da devletin karar alıcıları ve sağcı, milliyetçi ve Kürt sorununa geleneksel askeri yöntemlerle yaklaşmayı tercih eden siyasi kesimler çözüm sürecinin sonlandırılması konusunda çoktan fikir birliğine varmıştı. Çözüm süreci bittiğinde, tarafların bir süre ne olup bittiğini tartacağı bir dönem yaşanabilirdi belki ama hem Suriye’deki gelişmelerin hızı hem de Türkiye’de arka arkaya yapılan bombalı eylemlerin tırmandırdığı kaygı ortamı, toplumun bir kesimini de etkisi altına aldı ve sakin kalma şansı tepildi. Darbe ve varoluş kaygısı 15 Temmuz darbesi hem bu beka kaygısının hem de siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın tam üstüne geldi. Beka kaygısı, 15 Temmuz darbesiyle beraber devletin maddi bir varoluş kaygısıyla da örtüştü. 15 Temmuz darbesinin ardından hala içinde yuvarlanmakta olduğumuz siyasal istikrarsızlık koşullarına bir de ekonomik istikrarsızlık eklendi. Ekonomik durgunluk, yüksek enflasyonla ve giderek yükselen işsizlikle ele gitmeye başladı. Doların ışık hızıyla tırmanmaya başlaması darbe girişiminin hemen ardından yaşandı. Beka kaygısına karşı yerli ve milli bir anlam ve savunma dünyası inşa etmeye çalışan hükümet, devlet ve aşırı sağ siyasal kanat, 15 Temmuz darbesini ve hemen ardından yaşanan ekonomik sarsıntıyı anlamlandırmak için, ‘yerli ve milli’nin yanına bir de ‘üst akıl’ iddiasını yerleştirmeye başladı. OHAL koşulları, yerli-milli beka kaygısının üst akıl analiziyle birleşmesiyle oluşan paranoyanın özellikle yargı alanında çok garip ama aynı zamanda belirgin örneklerini yaşamamıza neden oldu. Yargısal gariplikler Yılların insan hakları aktivistleri casus denilerek tutuklanıp, adı bile belli olmayan

örgütlerin üyesi muamelesine tabi tutuluyor. Geçmiş yıllarda Ahmet Kaya’yı, Hrant Dink’i linç eden manşetlerin yerini, kelimenin tam anlamıyla intikamcılık, linççilik kokan manşetleriyle acayip gazeteler ve gazeteciler aldı. AKP’nin tabanında da yer alan kitleleri geçmiş dönemlerde mağdur eden uygulamalara karşı mücadele eden insanlar, çok ilginç olan ama ilginçliğini hukuki değil tutarsız polisiye romana benzeyen niteliğinden alan iddianamelerle tutuklanıyor. Cumhuriyet gazetesi iddianamesi böyle örneğin. Gerçekten de bir gazetenin yayın çizgisini değiştirmesi savcılık iddianamesinde suç olarak görülüyor. Erdoğan’ın metal yorgunluğu dediği gelişmenin ardında, aslında tam da yerli-milli politik eksen etrafında özellikle OHAL döneminde yaşanan baskıcı tuhaflıkların AKP tabanında bile anlamlandırılamaması yatıyor. Tüm toplum başını Fethullahçı darbecilerin çektiği darbe koalisyonuyla hesaplaşmaya hazırken, AKP, MHP’yle kurduğu koalisyonla darbeyle hesaplaşmaya hazır olanlarla da hesaplaştıkça, darbeyle hiçbir alakası olmayan insanları politik görüşlerinden dolayı suçladıkça tabanında baş gösteren metal yorgunluğu kalıcılaşıyor. Hem 16 Nisan referandumunda alınan sonuçlar, hem Adalet Yürüyüşüne sempatiyle bakılması hem de darbeyle ilgisi olmayan insanların yaşadıkları baskı bu yorgunluğu daha da artırıyor. Üstelik, beka kaygısının ana kaynağı olan dış politikada, özellikle Suriye politikasında tam bir sıkışmışlık söz konusu. Beka kaygısıyla devreye giren politikalar tam tersi sonuçlar veriyor. Türkiye nispeten daha önemsiz güçler olan bölge ülkeleriyle değil, küresel emperyalist güçlerle de sık sık gerilimi yüksek tartışmalara girmekle kalmıyor. Öte yandan Rojava bölgesinde önleneceği düşünülen gelişmeler, tersine, devletin arzu ettiğinin tam tersi istikamette yaşanıyor. Kısacası, beka kaygısıyla devreye sokulan politikalar, beka kaygısını derinleştirmekten başka bir sonuca hizmet etmiyor. Sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Çözüm, barış, adalet ve özgürlük diyenlerin, toplumun, milyonlarca yoksulun, işçinin, emekçinin, kadının bekasını düşünenlerin dikkatle izlemesi gereken bir dönemden geçiyoruz.

İstanbul, Kadıköy’de adalet nöbetine giden HDP’li vekiller.

CHP, gazetemizin de desteklediği bir Adalet yürüyüşü gerçekleştirdi. Günlerce süren yürüyüş Ankara-İstanbul otoyolunda, bazen on binlerce insanın katılımıyla tamamlandı. Kuşkusuz yürüyüşün gerçekleşmesi, önünün kesilmemesi ve mitingle tamamlanması önemliydi ve devletin yürüyüşü engellememesi dikkate değer bir kazanım oldu. Fakat HDP’nin başlattığı “Vicdan ve adalet nöbeti”ne yaklaşım bütünüyle farklı. OHAL, demokrasinin bütünüyle kısıtlanması anlamına geliyor. Yine de gösteri, toplantı yapmak için bir çok kapı ardına kadar açık ya da eylemler sırasında açılabiliyor. Fakat söz konusu olan HDP olduğunda, kısıtlı demokrasi bütünüyle OHAL rejimine dönüşüyor. HDP’nin Diyarbakır’da başlattığı nöbet

yüzlerce polisin arasında bariyerlerle çevrilmiş bir şekilde gerçekleşti. Polisin halkı nöbetin tutulduğu parktan uzak tuttuğunu görmezden gelen OHAL savunucusu medya, halkın HDP’yi yalnız bıraktığını ilan edebilmişti. “Adalet ve vicdan nöbeti” Diyarbakır’dan sonra İstanbul’a geldi. İstanbul’daki nöbette de polis kitlelerin katılımına izin vermedi. Sadece milletvekillerinin yürüyüşüne izin verilen etkinlik her şeye rağmen sürüyor. HDP kriminalize edilmeye devam ediyor. İki yıldır ısrarla “terör” yaftası yapıştırılmaya çalışılıyor HDP’nin sırtına. Meclisin üçüncü büyük partisinin uğradığı baskılar OHAL’de bile çifte standartın mümkün olabileceğinin kanıtı gibi.

YARGI HDP’YE KARŞI

“Seçimle gelen seçimle gitmeli”, “Atanmışlar seçilmişlerin üzerinde olamaz.” Askeri vesayete karşı mücadele yıllarında Ak Parti’nin sahip çıktığı bu demokratik ilkelerin yerinde şimdi ne var? n 9 HDP milletvekili, 1 CHP milletvekili tutuklu. n Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın rakibi olmuş ve 6 milyon seçmenin oyunu almış HDP lideri Demirtaş da bunlardan biri. n 90’ların tutuklu milletvekili Leyla Zana, yemin etmediği için meclisçalışmalarına katılamadı ve devamsızlıktan vekilliği düşürüldü. 2 HDP’li vekilin, haklarındaki yargı kararları nedeniyle milletvekillikleri düşürüldü. Haklarında yakalama kararı bulunan iki HDP’liyse mecliste devamsızlık yüzünden vekillerini kaybetti. HDP’nin vekil sayısı, bölece 59’dan 55’e düşürülmüş oldu.


GÜNDEM

ADALETSİZLİKLERE BÜYÜYEN TEPKİ

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

DEMİRTAŞ’IN ÖZELEŞTİRİSİ Selahattin Demirtaş, tutuklu bulunduğu cezaevinden, en büyük eksikliğinin “barış sürecini başaramamak” olduğunu söyledi ve bir özeleştiri yaptı. Bence de özeleştiri gerçekten de gerekli, özellikle Batıda. Batıda, 2013 yılında başlayan çözüm sürecine burun kıvıranlar! Çözüm sürecini daha ilk gününden beğenmeyenler, böyle çözüm süreci mi olur diyenler! Adalet yürüşü, OHAL uygulamalarına karşı gelişen tepkinin büyüklüğünü ortaya koydu.

Darbe girişiminden 5 gün sonra ilan

edilen OHAL, bir yılı geride bıraktı. Darbeciler devletten temizlendi, yarattıkları adaletsizlikler giderildi mi? Büyük hesaplaşma

Adalet Bakanlığı'nın açıklamasına göre darbenin üzerinden geçen bir yılda, 169 bin 13 şüpheli hakkında işlem yapılmış. FETÖ soruşturması kapsamında 169 general, 7 bin 98 albay ve alt rütbeler, 8 bin 815 emniyet mensubu, 24 vali, 73 vali yardımcısı, 116 kaymakam ve 31 bin 784 diğer şüpheli olmak üzere toplam 50 bin 510 şüpheli tutuklanmış. 3 bin 46 asker, 5 bin 24 polis, 9 vali, 27 vali yardımcısı, 73 kaymakam, 39 bin 41 diğer şüpheli olmak üzere 48 bin 439 kişi hakkında ise adli kontrol kararı verilmiş. 152 asker, 392 polis, 3 vali yardımcısı 9 kaymakam, 7 bin 266 diğer şüpheli olmak üzere 8 bin 87 kişi ise aranıyor. Deniliyor ki bu süreçte yapılan adaletsizlikler giderilecek. Cumhurbaşkanı ve hükümet yetkileri, mahkemelere ve adalete güvenin çağrıları yaparken, yargı ordudan sonra darbe soruşturmalarının odağındaki ikinci devlet kurumu. Yargı mensuplarından, adli ve idari yargıda görevli 2 bin 280 hakim ve

cumhuriyet savcısı ile Yargıtay’da görevli 105 üye, Danıştay’da görevli 41 üye, Anayasa Mahkemesi’nde görevli 2 üye, HSYK’da görevli 3 üye olmak üzere toplam 2 bin 431 kişi tutuklanmış. Adli ve idari yargıda hakkında işlem yapılan 4 bin 469 kişiden 1216’sına adli kontrol verilirken, 88’i savcılık, 409’u kolluktan kuvvetleri tarafından serbest bırakılmış. Adli ve idari yargıda görevli 234, Danıştay’da görevli 5, Yargıtay’da görevli 26 kişi olmak üzere toplam 265 kişi hakkında yakalama kararı bulunuyor. Darbe baştan sulandırıldı Kuşkusuz devletteki en büyük iç hesaplaşmanın yaşandığı, temizlik ve tasfiyenin yapıldığı dönem, OHAL’le geçen bir yıl. Fakat toplum, bugünü mumla aratacak askeri bir yönetimi kurmak isteyen darbecilerin nasıl cezalandırıldığını, darbe geleneğinin nasıl bitirildiğini, darbecilerin yarattığı puslu siyasal iklimin nasıl giderildiğini değil adaletsizlikleri konuşuyor. Çünkü: n 15 Temmuz soruşturmaları, darbeye girişen güçlerle sınırlı tutulmayarak, darbeye katılmamış ya da darbeye kökten karşı olan muhalifleri de kapsayarak bir baskı aracı haline getirildi. n Darbe girişimine kuşkusuz Gülen

ve adamları liderlik etti. Fakat onların hedefi olmuş solcu ya da demokrat siviller de "FETÖ’cü" ilan edildi. n Darbeci bir devlet kliği olan Fethullah çetesi, kendi içinden çıkan itirafçıların söylemleriyle belirsizleştirildi. Darbe davaları sulandırılırken, rakiplerini "FETÖ'cü" olarak ihbar edenler yüzünden binlerce insan işini kaybetti. n Geniş çaplı tasfiyelere rağmen, ordunun içinde hala farklı klikler bulunduğu, yarın bunlardan birinin darbe yapmaya kalkabileceği, Fethullahçıların ise ordu ve devlet kadrolarında halen varoldukları söyleniyor. n 15 Temmuz ertesi oluşan Ak Parti, MHP, Ergenekon ve Balyoz sanıkları arasındaki ittifak, devletin yeni siyasi yönelimine dönüştü. OHAL, yerli-milli ittifakının siyasi hakimiyetini sağlamak için kullanıldı. n Kamuda iş güvenliğinin ortadan kaldırılması ve grevlerin “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanması, OHAL’in patronların çıkarlarına da hizmet ettiğini ortaya koydu. Bugün her partinin tabanından, milyonlarca insanın adalet isteği, işte bu OHAL tablosuna, devletin içindeki çatışmanın faturasının muhaliflere ve halka çıkarılmasına karşı yükseliyor.

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI Cumhuriyet gazetesinin yedi yazarı, 9 ay tutuklu kaldıktan sonra nihayet serbest bırakıldı. Dört yazar ve yönetici ise farklı suçlamalardan hapiste tutuluyor.

değiştirerek Fethullaçıların istediği yayın çizgisine geldi. Devlet, Cumhuriyet’in çizgisiyle özdeş isimleri, gazetenin içeriğini değiştirmekten tutukluyor!

Haklarındaki suçlamaları yapan savcı hakkında müebbet hapis istemiyle açılmış iki FETÖ soruşturması var. Bu durum, mahkemede siyasi savunmalar yapan Cumhuriyet çalışanları tarafından vurgulandı. Fakat mahkeme, iddianamede yönetilen “2013’te Cumhuriyet gazetesinin yayın çizgisini değiştirmek” suçlamasını kabul ederek, Cumhuriyet Vakfı İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay ve gazetenin genel yayın yönetmeni Murat Sabuncu’nun tutukluluğun devamına hükmetti.

Delil olarak kullandıkları ise Ergenekon sanığı Mustafa Balbay’ın iddianameye temel oluşturan açıklamaları ve Aydınlıkçıların Cumhurbaşkanlığı’na yaptığı ihbar!

İddia şu ki Cumhuriyet, Atatürkçü bir gazeteyken 2013 yılında Can Dündar’ın yönetime gelmesiyle yayın çizgisini

“AKP’yle barış mı olur, demokrasi olmadan barış mı olur” diye sürecin en başında süreci damgalayan, diyalog yöntemini şüpheli pozisyona iteleyenler! Bu kadar önemli bir alanda, Türkiye’de bir çok sorunun anası olan Kürt sorununun silahsız çözümü yönünde cumhuriyet tarihinin en önemli hamlesi yaşanırken, benzersiz bir konformizmle sürece burun kıvıranlar, onlar da özeleştiri verecek mi? Bugünden bakınca, o hiçbir adımı beğenilmeyen çözüm süreci, bir vaha gibi görünüyor. 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de atılan adımın tarihi önemi bugün çok daha net görülüyor. Çözüm sürecinde taraflar kuşkusuz eleştirilebilirdi. Hükümet ve devletin çözüm sürecini “araçsallaştırması”, diğer bir deyişle, Kürtlerin haklarının tüm düzeylerde tanınması sürecinden farklı olarak

bir silahsızlanma

süreci olarak kavramasını tartışma konusu yapmak bir şeydi, tüm bir süreci bir araçsallaştırma tartışmasına indirgemek başka bir şey. Aslolan, Kürt sorununun her düzeyde tartışılmasının önünü açan, bu nedenle doğal olarak siyasal demokrasinin olanaklarını genişleten bir süreç olarak ele alıp, önemine uygun bir şekilde, sürecin kalıcı barış ve demokrasi yönünde şekillenmesi için kitlesel bir barış hareketini örgütlemek, batıda atılması gereken tek adımdı. Herkes, tüm gücüyle bu adımı atmalıydı. İşi gücü bırakıp, sürecin kalıcılaşması, sağlamlaşması, kazanması ve kavranması için örgütlenmeliydik. Biz bunu yapmaya çalıştık! Fakat, moda, barışı savunmanın AKP’li olmakla suçlandığı, mahallenin temel sorununun kimin ne kadar AKP’ye hizmet ettiğinin tespiti haline geldiği günlerdi. Özeleştiri vermesi gereken çok insan, grup, odak var elbette. Çok fazla siyasi çevre var. Herkes sıraya

Kemalist muhalif Kadri Gürsel tutuklu, Gülen’in düne kadar sağ kollarından biri olan itirafçı Hüseyin Gülerce ise tanık durumunda!

girmeli.

Hem Fethullahçılar hem de onların yaptığı temizlik döneminde hapse konulan Ahmet Şık’ın tutukluluk gerekçesi ise savunmasında dile getirdiği muhalif fikirler. Çoğu düne kadar suç değil ifade özgürlüğü olarak kabul ediliyordu. Şimdiyse 301. maddeden dava konusu.

ne yaptığını düşünmeli.

Herkes şapkasını önüne koymalı ve çözüm sürecinde

Özeleştiri yükünü

öncelikle Kürtlere ve Demirtaş’a

yüklemeye çalışmak; işte asıl gaflet budur!


4

DÜNYA

VENEZUELA: SEÇİM KRİZE ÇÖZÜM OLAMADI

KATAR KRİZİ NEREYE? ABD Başkanı Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti sırasında Ortadoğu ülkeleri temsilcileri ile yaptığı zirveden sadece birkaç hafta sonra Katar Krizi ortaya çıkmıştı. Haziran ayında, başını Suudi Arabistan’ın çektiği dört ülke Katar’a 13 maddelik bir talepler listesi vermişti. Sonrasında da Katar ile ilişkilerini kesmiş ve bir ambargo başlatmışlardı. Bu listede temel olarak Katar’ın Ortadoğu’da kurulu düzeni sarsacak her türlü girişimden uzak durması isteniyordu. Katar ise böyle bir listenin dayatılmasının egemenlik haklarını ihlal ettiği gerekçesi ile talepleri karşılamayı reddetmişti. Bu maddelerin ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını temsil ettiği ve karşı-devrimci bir bölgesel düzen getirdiği ise oldukça açık bir gerçeklikti.

Genel seçimlerin ardından siyasi kutuplaşma ve kavga devam ediyor.

Venezuela yaklaşık dört aydır kitlesel ayaklanmalar ve grevlerle sarsılıyor. 1999 yılından beri iktidarda bulunan Bolivarcı yönetim son yıllarda büyük bir ekonomik krizin içerisinden geçiyor. Dünyanın en büyük petrol üreticisi olan Venezuela’da Bolivarcı hükümet işçilerden ve yoksullardan büyük destek alıyordu. Hatta 21. yüzyılın sosyalizmini kurmaktan söz ediyordu. Petrol gelirlerini sosyal yardımlar için kullanarak işçi sınıfının koşullarında ciddi iyileşmeler de sağlamıştı. Ancak ekonomisi %95 oranında petrol ihracına dayanmaya devam eden Venezuela son yıllarda petrol fiyatlarında düşüş nedeniyle kriz içerisinde. Ülkede ekonomik kriz kaynaklı olarak büyük bir gıda krizi de yaşanıyor. Devlet bürokrasisi içerisinde yolsuzluk çok ciddi boyutlarda. Enflasyon %700 civarlarında. Hızla artan yoksulluk nedeniyle en temel ilaçlara dahi ulaşılamıyor. Kriz, iktidara yönelik bir öfkenin de birikmesine neden oluyor. Son dört ayda birçok şehirde yaşanan çatışmalar ve yağmaların kökeni bu olmakla birlikte kitle hareketini yönlendirenlerin sağ gruplar olması da ayrı bir sorun. Paramiliter gruplar eylemler sırasında silah kullanarak kaosu arttırmaya çalışıyor. Bugüne kadar hükümete destek veren işçiler ise ya moralsiz bir şekilde gelişmeleri izliyor ya da protesto gösterilerine katılıyorlar. 2015 yılındaki parlamento seçimlerinde çoğunluğu sağcıların ka-

zanmasının ardından Maduro yönetimi olağanüstü hal ilan edip, eyalet ve sendika seçimlerini ertelemişti. Geçtiğimiz aylarda da yeni bir anayasaya yazmakta olduğunu ilan etmişti. Bu anayasa 1999’da Chavez döneminde yapılan demokratik anayasanın yerine otoriter bir rejim oluşturmayı öngörüyor. Bu anayasayı hazırlamak için de bir Kurucu Meclis çağrısı yaptı Maduro. Sağcı muhalefet Maduro’nun 30 Temmuz olarak ilan ettiği Kurucu Meclis seçimlerinin adil olmayacağını söyleyerek hükümetin istifasını istedi. Yapılan anketlerde de halkın büyük çoğunluğunun Kurucu Meclis değil genel seçim istediği ortaya çıkmıştı. Pazar günü yapılan seçimlere katılım %41,5 oldu. Muhalefet %80 olduğunu iddia ediyor. Halkın büyük çoğunluğunun seçimi boykot etmiş olmasına rağmen Maduro yönetimi “devrim için verilmiş en önemli oy” diyerek zafer ilan etti. Gün boyu yaşanan çatışmalarda 10 kişi yaşamını yitirdi. Böylece birkaç ayda ölen kişi sayısı 115 oldu. Kurucu Meclis'in 364 üyesi seçmenler tarafından, 181 üye ise emekliler, yerliler, iş dünyası, köylüler ve öğrenciler gibi grupların oluşturduğu yedi sosyal kesimin üyeleri tarafından seçildi. Muhalefet bu grupların hükümet yanlısı olduğunu iddia ederek boykot çağrısı yaptı.

İNGİLTERE’DE IRKÇI CİNAYETE KARŞI PROTESTOLAR 23 Temmuz gecesi Londra’da Reshan Charles isimli 20 yaşındaki siyah bir gencin polis tarafından yerde boğazının sıkılarak öldürülmesinin yankıları sürüyor. Irkçılık karşıtları günlerdir sokaklarda protestolar düzenliyorlar. Londra’da Temmuz ayında bir siyah gencin polis tarafından öldürülmesinin neden olduğu öfke henüz geçmemişken Charles’ın öldürülmesi ve görüntülerin sosyal medyada dolaşması özellikle yoksul ve işçi siyahları sokaklara döktü. Cuma ve Cumartesi gerçekleşen yürüyüşlerde barikatlar kuran göstericiler polisle çatıştılar. Polis göstericilerin bulunduğu mahallelerde siyahlara yönelik gelişi güzel arama yapıyor. Göstericiler ise ABD’de yaşanan polis cinayetlerinin İngiltere’ye de sıçradığını ve İngiliz polisinin de sokak olaylarını bahane ederek silahlanmak istediğini söylüyorlar. Siyahların sokağa taşan öfkesinin tek nedeni ırkçı saldırılar değil ırkçılığın ve ayrımcılığın hayatın her alanında var olması. İş bulmada ve eğitimde ayrımcılığa uğruyorlar. Sokakta birkaç siyah dolaştığında suç işleyebilecekleri algısıyla polis baskısına maruz kalıyor. Kötü evlerde kalabalık halinde yaşıyorlar. Gelecekten ümitsiz olmaları siyahların öfkesinin sokaklara taşmasına neden oluyor.

Londra’da siyahlar sokakta.

Bu nedenle İngiltere’deki ırkçılık karşıtları günlerdir eylemlere destek veriyor. Irkçılık karşıtları sokak barikatlarını ve şiddeti eleştirenlere gerçek şiddetin devlet ve polis tarafından uygulandığını hatırlatıyorlar.

12 Temmuz’da ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, Katar'a geçti ve Doha yönetimi ile "terörle mücadele ve terörün finansmanının önlenmesi" başlıklı bir mutabakat imzaladı. ABD yaptırımların Katar’ı İran’a yaklaştırabileceği kaygısı ile bu adımdı attı. 20 Temmuz’da ise ABD’nin arabuluculuğu ile ambargocu devletler 6 maddelik bir liste yayınladılar. Bu altı maddeye de bu sefer “talepler listesi” değil diplomatik bir makyajla “prensipler” dediler. İlk 13 maddede El Cezire televizyonun ve Türkiye’nin Katar’daki askeri üssünün kapatılması yer alırken 6 maddelik listede bunlar çıkarıldı. Ancak hala Katar’dan Müslüman Kardeşleri ve bölgedeki çeşitli İslami grupları terör örgütü olarak ilan etmesi ve desteğini kesmesi isteniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise geçtiğimiz hafta iki günlük körfez turuna çıkarak Katar Krizi’ni görüşmek üzere Suudi Arabistan ve kriz sürecinde ülkeler arasında arabuluculuk yapan Kuveyt’e gitti. Daha önce de açıkça Katar’ın yanında yer alan Erdoğan umduğu ilgiyi göremedi. Arabuluculuk yapmayı başaramayan Erdoğan sadece ziyaret ettiği ülkelerle Türkiye arasında turizm ve savunma sanayii alanlarında işbirliğinin geliştirilmesi sözü aldı. Suudi Arabistan son olarak Katar’ın Kabe’ye uluslararası statü verilmesini istediğini ve bunu savaş nedeni sayacaklarını açıkladı. Katar Krizi’nin arkasında ABD’nin Ortadoğu’da düzen arayışı yatıyor. Obama döneminde Ortadoğu’ya göreceli olarak ilgisiz davranan ABD, Trump ile birlikte bölgede hegemonyasını yeniden sert bir şekilde sağlama amacında.


RÖPORTAJ

5

“YENİ BİR SİYASETE İHTİYAÇ DUYUYORUZ” Adalet Zemini bir süredir toplantılar, basın açıklamaları, basın toplantıları gibi etkinlikler düzenliyor. Üç yıldır devam eden faaliyetlerini ve Adalet Zemini’nin temel hedeflerini Zemin’in Koordinasyonunda yer alan Faruk Sevim’le konuştuk. Adalet Zemini faaliyeti nasıl başladı?

Adalet Zemini neler yapıyor?

Faruk Sevim: Dünyanın ve memleketin hal ve gidişinden pek memnun olmayan okuryazarlar olarak ilk defa 2014 yılı sonunda görüşmeye başladık. Başlangıçta ismimiz yoktu, kendimize sadece Zemin diyorduk. Sanırım bu kavram bizim için farklı kesimlerden gelen insanlar olarak ortak bir alanı temsil ediyordu. Tartışmalarımızı yönlendirmek, görüşlerimizi yakın çevremizle paylaşmak için ilk metnimizi yayınladık. Bildirinin başlığı “Dert bizde, derman bizde” idi. Metinde kısaca: “Her şeyi bilen, her şeye kadir liderlerin arzı endam ettiği siyaset sahnesinde biz bu tarzın sanıldığı gibi bir ‘güç’ değil, aksine bir ‘zaaf’ görüntüsü olduğuna inanıyoruz. Mevcut siyasal zemin ve siyaset yapma biçimi; demokratik, adil, insanlara, kimliklere, özgürlüklere, emeğe saygılı bir Türkiye’nin taleplerini karşılayamıyor. Yeni bir siyasete ihtiyaç duyuyoruz” dedik.

Faruk Sevim: Genel olarak gündelik yaşamımızda benzer kaynaklardan, benzer kültürel ağlardan beslendiğimiz için karşı mahalleden fazla haberdar olamıyoruz. Adalet zemininde bu eksikliğimizi gideriyoruz. Aynı zamanda aramızda insani ilişkiler kuruyor, gündelik yaşamda daha fazla görüşür oluyoruz. Gezi düzenliyoruz, iftar yapıyoruz.

Kamusal alana ilk ne zaman çıktınız? Faruk Sevim: Temmuz 2015’te başlayan çatışmalar nedeniyle tepkimizi belirtmek için “Barış ve Çözüm İstiyoruz” başlıklı ilk basın duyurumuz kamusal alana ilk çıkışımız oldu. Ekim 2015’te “Yeni bir platform için çağrı” başlığı ile kamuya açık ilk metnimizi yayınladık: Bu metinde kısaca “Asık suratlı devlet ve politika adamlarının savaş dili yerine, hem akıl yürütmeyi, hem kalplere seslenmeyi, hem tartışmayı, hem mizahı, hem ağıdı içinde barındıran yeni bir dil oluşturmamız gerekiyor. Bu yeni dili birlikte yaratmak, birlikte akıl yürütmek, tartışmak, acılarımızı birlikte anıp birlikte gülmek, hak ve özgürlüklerimiz için birlikte mücadele etmek için çağrı yapıyoruz” dedik. Adalet Zemini ismi nasıl oluştu? Faruk Sevim: 2015 yılı sonunda yaptığımız tartışmalar sonucu grubun adının Adalet Zemini olmasına karar verdik, başka öneriler de vardı, çoğunluk bunu beğendi. Adalet kavramını herkesin kabul edebileceği, ortaklaşacağı bir kavram olarak kabul ettik. 2016 yılı başında Adalet Zemini adını ilk defa kullandığımız “Tarafımızı seçtik Adalet Zemini” başlıklı bildirimizi yayınladık. Burada özetle “Ahlâkî ve adil olabilmek için, kimliğimizin aleyhine olsa bile doğ-

Türkiye’de son 3-4 yıldır fikri ve kültürel kamusal alan eksikliği var. Farklı mahallelerden, kültürlerden, ideolojilerden gelen insanlar arasında iletişim sorunu var, hatta gündelik ilişkilerde iletişim sorunu var. İslamcı, liberal, solcu kesimler arasında iletişim çok zayıf. Adalet Zemininde ise farklı ideolojik ve kültürel kesimlerden gelen, akademik dünya ile irtibatı olan kişiler var. Bir arada konuşuyoruz, birbirimize sunumlar yapıyoruz. Şimdilerde web sitemiz var, kamusal alana yönelik açıklamalar yapıyoruz.

15 Temmuz 2017, İstanbul’da AZ basın açıklaması.

ruyu söylemek zorundayız. Biz, inandığımız doğruları yüksek sesle ifade etmekten hiçbir şartta geri durmayacağız. Bununla birlikte, ancak başka doğrulara sahip olanlarla muhabbet ederek ‘biz’ olabileceğimize, yaşadığımız toprakları “memleketimiz” yapabileceğimize inanıyoruz. Bu nedenle biz, adalet zemininde bir araya geldik” dedik. Türkiye’de kutuplaşma var mı, bunu gidermek için nasıl bir çare öneriyorsunuz? Faruk Sevim: Türkiye’de hem bir siyasal kutuplaşma, hem de kültürel kamplaşma var. Üstelik bunun bir kısmı uzun bir geçmişten beri var olan gelen ama bir kısmı da son dönemde yoğunlaşan kutuplaşma ve kamplaşma. AZ bunu gidermek için kuruldu. Bizler kendi çevrelerimizde bu kamplaşma ve kutuplaşmadan rahatsız olduğumuz için AZ gibi bir girişim oluşturduk. Cihangir İslam, mizahi anlamda “burası İslamcıların ve Marksistlerin bulunduğu bir yer” derdi. Elbette liberal veya sosyal demokratların da olabileceği bir yer. Başlangıçta her şeyi belirlemedik, bu bir yolculuk, 3 yıldır birlikteyiz, bu süreçte hepimizin dönüştüğüne inanıyorum. Bilgi ve hakikat olarak bildiğimiz pek çok konunun aslında

ön yargı veya klişe olduğunu keşfediyoruz. Gündelik yaşamda her attığımız adım için referans aldığımız kurumlar, çevreler vardır. Biz artık AZ içindeki arkadaşlarımızın ne dediğine daha fazla bakıyoruz. Birbirimizin köşe yazılarını okuyoruz, sosyal medyada takip ediyoruz. Her kesimden insanı duymaya çalışıyoruz ve o sesleri birbirimize aktarıyoruz. Burası bir okul gibi hepimizi eğitiyor. 3-4 yıl önce Türkiye’de gerilim bugünkü kadar çok değildi, ama bizler bunu bile fazla buluyorduk. AZ faaliyetini bu kutuplaşmayı gidermek için başlatmıştık. Şimdi gerilim ve kutuplaşma çok daha fazla arttı. Artık pek çok insan sadece kendisi gibi düşünen insanları izliyor, başka fikirlere karşı duyarsızlaşıyor. Bu anlamda AZ gibi bir platformun değeri daha da arttı diye düşünüyoruz. Toplumda umursamazlık, “oh oldu”culuk çok yayıldı. Bu çürümeye sebep oluyor. Gündelik konuşmalarımızda pek çok olumlu fikir ileri sürebiliyoruz, ama bu fikirlerimizi kamusal alana taşımıyoruz. Bu da ikiyüzlülüğe yol açıyor. Toplumun dengesi bozuluyor. Bu kadar “negatif” bir toplumsallığın aslında hiç kimseye bir faydası yok.

AZ olarak 2015’ten itibaren çeşitli konularda periyodik toplantılar yapmaya başladık. Ermeniler, Kürtler, Din ve ifade özgürlüğü, Kapitalizm, kalkınma, sosyal adalet, İslami hareketler, Suriye, Ak Parti ve Yeni Türkiye, Anayasa, Liberal demokrasinin ve liberal ekonominin krizi, Adalet Yürüyüşü gibi pek çok konuda toplantılar düzenledik. Bu toplantılarda ortaklaştığımız hususları yazılı metin haline getirdik, web sitemizde yayınladık. 15 Temmuz sonrası yaptığımız basın açıklamaları ile düşüncelerimizi ortaya koyduk. Darbe girişimini kınadık. Darbe girişimi sonrası ortaya çıkan hukuksuzlukları değerlendirmek ve siyasal iktidara demokratik bir yol önermek amacıyla “Demokratik bir Türkiye için Adalet Zemini” başlıklı basın açıklaması yaptık. Sonrasında basın ve medya kuruluşlarına yönelik baskıları, insan hakları savunucularının tutuklanmasını, KHK ile işten çıkarmaları kınamak için çeşitli basın açıklamaları yaptık. Hem farklılıklarımızla bir arada yaşamı savunmaya devam edeceğiz, hem de düşüncelerimizi açıklamaya devam edeceğiz. Aylık toplantılarımız devam ediyor, herkesi toplantılarımıza bekleriz. İletişim: http://adaletzemini.org/


6 İKLİM

ŞİRKETLER GEZEGENİ YOK EDİYOR

KAPİTALİZMİ YOK EDELİM!

OZAN TEKİN

İstanbullular, Temmuz ayında 9 gün arayla ikinci kez çok şiddetli bir yağmurla karşı karşıya kaldı. İş çıkışı saatlerinde farklı yerlerde farklı saatlerde, kısa süreli olarak şiddetli bir şekilde dolu yağdı ve fırtınalar görüldü. 20 dakikada metrekareye 40 kg yağmur düştü. Dakikada ortalama 25, toplamda 372 şimşek ve yıldırım yaşandı. Kadıköy’de bir vincin devrilmesiyle, Kağıthane’de bir lastik deposuna yıldırım düşmesiyle iki ayrı yerde yangın çıktı. Haydarpaşa Camii’nin minaresi yıkıldı. Birçok yerde evlerin camları kırıldı, bazı yerlerde binaların dış cephesi dahi hasar gördü. Toplamda 228 ağaç devrildi, 88 çatı uçtu. Pangaltı’nda bir mezarlığın duvarı çöktü. İlk beş dakikasında devlet kurumlarına 250 su baskını ihbarının geldiği yağmurun yarattığı etkiler sonucunda yaralananlar oldu. Dolu ve fırtına nedeniyle İstanbul’da deniz, hava ve raylı sistemle ulaşım büyük ölçüde durdu. Bir gemi boğazda kayalıklara çarptı. 18 Temmuz’daki yağmurun ekonomik bedeli 350 milyon TL hesaplanırken, 27 Mayıs’taki kabusun mali bilançosu 1.2 milyar TL olarak tahmin ediliyor. 15 bin aracın hasar gördüğü rapor edildi. Acayip havalar İstanbul’da yaz aylarında böyle acayip durumların oluşması ilk değil. 2014 yılında Haziran ayında sel yaşandığında, boğazın kenarındaki bazı bölgelerde deniz ile karanın ayırt edilemediği görüntüler ortaya çıkmıştı. Dört yıldır her yıl Haziran ayında şiddetli yağmur görülüyordu. Bu yıl, bu manzara Temmuz ortasına ve sonuna kadar taşındı. Bu durumun sebebi, adı üstünde, iklimin değişiyor olması. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da yaptığı analizde, küresel ısınma sebebiyle bu tarz hava olaylarının meydana gelmeye devam edeceği saptamasında bulunmuş. Ancak bununla ilgili çıkardığı sonuç, şehirlerin “fazla ısınıyor” olması, bunun için yerel yönetimlere “gölet yapmak” gibi “serinletme” yöntemleri önerilmiş. Tıpkı bireysel tüketim alışkanlıklarını değiştirme önerileri gibi, bakanlığın bakış açısı da iklim değişikliğini yaratan şirketlerin ve devletlerin sorumluluğunu görünmez kıla-

rak, hiçbir şeye çözüm olmayacak “öneriler” getiriyor. Kirli enerji politikaları İklim değişikliği, egemen sınıfların kâr hırsının, bu nedenle hayata geçirilen kirli enerji politikalarının sonucu. 19902007 yılları arasında atmosfere karbon salınımı oranını en çok artıran ülke olan Türkiye de bu manzarada önemli bir yer tutuyor. AKP hükümeti, Kyoto protokolünü ABD ile birlikte imzalamayan iki ülke olmakta uzun süre ısrar etmiş, anlaşmayı yürürlükten kalkmasına kısa bir süre kala imzalamıştı. Şimdi doğanın ve iklimin düşmanı Donald Trump, BM öncülüğünde her yıl toplanan zirvelerden çıkan, oldukça eksik olan Paris Anlaşması’ndan ABD’yi çekti. Erdoğan hemen Türkiye’nin de bu hâliyle anlaşmayı onaylayamayacağını söyledi. Türkiye geçtiğimiz ay İstanbul’da petrol zirvesi topladı. Buraya katılanlar iklim değişikliğinin ve gezegenin yıkımının başlıca sorumlularıdır. Bu zirvede iklim değişikliği değil, doğayı tahrip etmeye devam edecek politikalar tartışıldı. Dolayısıyla mesele kentlere onları “soğutacak” şeyler yapmak değil. Aşırı hava olaylarının önüne geçmek için doğaya verilen kalıcı zararların önüne geçmek. Betonlaşma ve rant İklim değişikliği sonucu oluşan hava olaylarının vereceği zararları da engelleyecek kent politikaları izlemek mümkün. İstanbul’un uydudan çekilen görüntülerinde, on yıllar içinde şehirdeki yeşil alanın ne denli çarpıcı ölçüde azaltıldığı netçe görülüyor. Hükümet son olarak üçüncü köprüyle kuzey ormanlarını da kesmeye başladı. Gezi Parkı direnişinin karşısına dikildiği çarpık ve aşırı kentleşme, hayatımızı ve gezegenimizi tehdit ediyor. Seller, yağmurun toprağa değmeden beton üzerinden akması sonucu oluşuyor. Kentsel dönüşüm adı altında yürütülen projelerin sonucunda ormanlık ve sulak alanlar yok edildikçe, böyle manzaralarla daha çok karşılaşacağız gibi duruyor. İklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini daha az hissedebilme-

miz için, sermaye dostu kent politikalarının İstanbul gibi bir yeri altyapısı olmayan dev bir şantiyeye dönüştürmesine, ranta ve betonlaşmaya karşı çıkmamız gerekiyor. Küresel saldırıya karşı küresel direniş İklim değişikliği, İstanbul’un 20 dakika boyunca yaşadığı kabusu hayatımızın kendisi hâline getirecek. Harekete geçilmezse bu yüzyılın sonunda dünyanın belli bölümleri yaşanamayacak hâle gelecek ve yüz milyonlarca insan mülteci olacak. Birçok yer aşırı sıcak olacak, bu gıda sorununa yol açacak. Su seviyeleri yükselecek, deniz ve nehir kıyısındaki şehirlerde yaşam zorlaşacak. Bunun sebebi ise “tüm insanlık” değil, içinde yaşadığımız toplumda üretimin örgütlenme biçimi, yani kapitalizm. Toplumun ihtiyaçları için değil kâr için üretim yapıldığından fosil yakıtlar kullanılıyor, madenciliğin doğaya en zarar veren yöntemleri uygulanıyor, tarımdaki yöntemler kârı maksimize etmek için kurgulanıyor, toprağın verimliliği yok ediliyor. Ve her yıl BM’de bir araya gelen, doğayı ve gezegeni yok eden şirketleri temsil eden devletler, bilim insanlarının hazırladıkları raporlardaki verilere ve uyarılara rağmen, bu gidişatı durduracak bir şey yapmıyorlar. Dolayısıyla, sorunun çözümü sıradan insanlara bisiklet kullanmalarını tavsiye etmekten değil, bu şirketleri ve devletleri durduracak kitlesel mücadeleler inşa etmekten geçiyor. ABD’de 2014 yılında 500 bine yakın iklim aktivisti devasa bir gösteri düzenlemişti. Trump’a karşı iklim eylemleri, yerel direnişler sürüyor. Türkiye’de ise Küresel Eylem Grubu’nun başını çektiği iklim mücadelesi, farklı eylemlerde on binlerce çevre ve iklim aktivistini bir araya getirmişti. Milyonlarca insan dolu yağışı ve fırtınayla mağdur olup korku dolu anlar yaşarken, “uzmanlar” camlarımıza yaklaşmamamızı öneriyor. Pencerelerimizden özgürce bakmanın yolu kitlesel antikapitalist bir mücadeleyi inşa etmekten geçiyor.


İKLİM 7

NE İSTİYORUZ?

DOĞAL AFET DEĞİL, KAPİTALİZM! FELAKET DEĞİL, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ! İki hafta arayla İstanbul sel ve fırtına felaketleri ile karşı karşıya kaldı. Hükümet yaşananların doğal afet olduğunu söylüyor, oysa yaşananlar doğanın kendi döngüsü içerisinde açıklanabilecek olaylar değil. Küresel ısınma etkilerini değişen ve radikalleşen hava olayları ile gösteriyor. Tarihin en sıcak yılı arka arkaya 2014, 2015 ve 2016 yılları olmuştu. 2016’da dünyanın dört bir yanında büyük kuraklık ve sel felaketleri yaşandı. Çin’de bir stadyumun havuza döndüğü, Paris caddelerinin sular altına kaldığı, Kaliforniya'nın susuz kaldığı, Hindistan’da susuzluk dolayısıyla milyonlarca insana trenlerle su taşındığı görüntüler hafızalarımızda. İstanbul’da da yaşananlar da yeni değil. Geçen yıl Pendik sahillerini vuran hortumu, Üsküdar’da denizle sahil yolunun birleşmesini unutamamışken, iki hafta içerisinde büyük maddi zarara yol açan yağışlarla bir kez daha karşılaştık. Hükümet ve belediye yetkilileri, kentin altyapısını iklim değişikliğine uygun bir şekilde geliştirmeyerek, yaşanan can ve mal kaybının sorumluluğunu taşıyor. Oysa bilimsel araştırmalar, İstanbul’un iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek şehirler arasında olduğunu defalarca ilan etmişti. Hükümet ve yerel yönetimler ise bu uyarıları ciddiye almıyor.

n Fosil yakıtlar toprakta kalsın, enerji politikaları iklime ve doğaya uyumlu hâle getirilecek şekilde değiştirilmeli n Ormanların ve yeşil alanların yok edilmesine son verilmeli n Suyu, havayı ve denizi kirleten şirketlerle ilgili daha sıkı tedbirler alınmalı ve uygulanmalı n Ulaşım politikaları doğaya uyumlu hâle getirilmeli ve toplu taşıma ücretsiz olmalı n Bilimsel verileri ele alarak hazırlanmış tedbirleri zorunlu kılan ve bağlayıcı yaptırımları olan uluslararası bir anlaşma imzalanmalı n “İklimi değil sistemi değiştir” diyenler gezegeni ve canlı yaşamını korumak için Antikapitalistler kampanyasında birleşiyor. Sen de katıl: antikapitalistler2015@gmail.com

İŞTE SORUMLULAR Dünya nüfusunun 3 milyarının ürettiği sera gazı emisyonu sıfır. Geri kalanın 2.5 milyarınınki de çok çok az. ABD veya İngiliz ordularının iklime etkisi, dünya üzerinde seçeceğiniz herhangi bir milyon kişilik bir topluluğun etkisinden daha fazla. Öte yandan, Karbon İfşa projesinin raporuna göre, 1988’den beri atmosfere yollanan sera gazlarının yüzde 71'ini, başını kömür ve petrol devlerinin çektiği 100 şirket üretti. Bu miktarın beşte birinden fazlasını, Çin’in kömür, Suudi Arabistan’ın petrol ve Rusya’nın doğalgaz şirketleri yarattı. Bu şirketleri temsil eden devletler ise 1990’lardan beri ikiyüzlü bir şekilde her yıl toplanıyor. 2015 yılında kararlaştırılan Paris Anlaşması ise imzalayan ülkelerin herhangi bir tedbiri almasını zorunlu kılmıyor. İklim değişikliğinin bir “yalan” olduğunu düşünen Donald Trump’ın ise buna dahi tahammülü yok. Irkçı, cinsiyetçi, iklim düşmanı trilyonler kapitalist, ABD’yi anlaşmadan çekti.

Hükümet, Türkiye’nin küresel ısınmanın sorumluları arasında olduğu gerçeğine gözlerini kapayarak da milyonlarca insanın yaşamını tehlikeye atıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, G20 zirvesinde ABD’nin Paris İklim Anlaşması’dan çekilmesi üzerine Türkiye’nin de bu hâliyle anlaşmayı onaylamayacağını belirtmişti. Üstelik henüz birkaç hafta önce İstanbul’da 22. Dünya Petrol Kongresi’ne ev sahipliği yaptı. Kongreye katılan devletler ve petrol şirketleri, küresel ısınmanın esas sorumlularıdır. Küresel ısınmaya dair hiçbir şeyin konuşulmadığı kongrede, Türkiye, fosil yakıt üretimini ve tüketimini arttıracağını ilan etmişti. 1990-2007 yılları arasında karbon salımını tüm dünyada en fazla arttıran ülke olarak küresel ısınmanın sorumluları arasında olan Türkiye, değişen hava olaylarının kendisine vereceği zararı ya umursamıyor ya da öngöremiyor. İklim değişikliği nedeniyle özellikle tahıl üretilen iç bölgelerde sular kuruyor. Marmara Bölgesi’ndeki barajların su seviyesi düşüyor. Nüfusu giderek artan kentlerin su ihtiyacını karşılamak, giderek daha büyük bir sorun olarak beliriyor. Türkiye nüfusunun büyük bölümü bugün deniz kıyısındaki şehirlerde yaşıyor. Denizler ise yükseliyor. İstanbul bu değişime ayak uydurmakta direndiği gibi, denizi doldurarak Yenikapı miting alanını, Kabataş Martı Projesi’ni, Galata Port’u ve daha birçok projeyi gerçekleştirmeye devam ediyor. Enerji ve kalkınma amaçlı kent politikaları, milyonlarca insanın yaşamını ve bütün bir doğal yaşamı tehdit etmektedir. Hükümet, 2023 Hedefleri’nde ilan ettiği kömür, petrol ve doğalgaz ile enerji üretme programından vazgeçmelidir. Rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji üretimine dönülmelidir. Sadece rant gelirine odaklanan kentsel dönüşüm politikaları terk edilmelidir. Küresel ısınmanın etkileri görülmeye devam edilecektir ve bu nedenle şehirlerin altyapısı yeniden gözden geçirilmelidir. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi 29.07.2017


8

FİLİSTİN

İSRAİL'LE NİYE "NORMALLEŞTİNİZ"?

ADALET ZEMİNİ’NDEN KUDÜS VE MESCİDİ AKSA BİLDİRİSİ

Mescidi Aksa’da iki hafta önce üç Filistinli gencin hayatını kaybetmesi, iki İsrail polisinin öldürülmesiyle başlayan olaylar, İsrail yönetiminin Dünya Müslümanlarının ilk kıblesi olan bu kutsal mekânı ibadete kapatmasıyla sonuçlandı. İsrail yönetimi, Müslümanlara ve Hıristiyanlara ait dini mekânlarda uzun süredir çeşitli baskılar uygulamaktadır. Bunu teyit eden ifadeleri Başbakan Benyamin Netahyahu olmak üzere birçok İsrailli siyasetçinin de açıklamalarında görmek mümkündür. Filistinlilerin katledilmesi gerektiği, Arapların böcek olduğu, Gazze’ye atom bombası atılması gerektiği gibi ifadeler Savunma Bakanı Liberman ve Hahambaşı olmak üzere birçok siyasetçi ve din adamının dilinden işitmek, rutin bir eylem halini almış bulunmaktadır. “Yahudileştirme operasyonu” olarak nitelenebilecek bu tutumlar sadece Mescidi Aksa’ya karşı değil aynı zamanda Kudüs kentine yönelik de uygulanmaktadır. Geçtiğimiz hafta İsrail Parlamentosu aldığı bir kararla, birleşik Kudüs kentini İsrail’in ebedi başkenti olarak gören bir yasa tasarısını oylamaya sunmuştur. Öte yandan işgal yönetimi, Müslümanların bu kutsal mescidinin girişlerine dedektörler yerleştirerek her ne kadar insanların güvenliğini sağlamaya çalıştığı gibi bir izlenim vermeye çalışsa da aslında yapmaya çalıştığı şey, Mescidi Aksa’yı tahakküm altına almak ve buranın idaresini ele geçirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Hâlbuki Mescidi Aksa uluslararası anlaşmalarla özerk bir statüye sahip olup hiçbir şekilde İsrail’in tasarruflarına açık değildir.

El Aksa’da protestoculara eziyet eden İsrail kolluk kuvvetleri. RONİ MARGULİES

İsrail'den epeydir ses çıkmıyordu. Ne komşu Arap ülkelerine bir saldırı, ne Gazze'ye karşı bir vahşet, ne de hatta Filistinlilere karşı işlenen yeni bir insanlık suçu. Her zamanki baskı ve şiddet aynen devam ediyordu elbet, ama özel bir saldırganlık olmuyordu. Niye olsun ki? Arap devrimleri emperyalizmin ödünü kopardığından beri, bir yandan başta Amerika olmak üzere büyük güçler, bir yandan da Suudi Arabistan gibi gericiliğin yerel güçleri bütün Ortadoğu'yu hallaç pamuğu gibi atıyor. Bölge, yıkık ve etkisiz devletler mezarlığına döndü. Libya, Irak, Suriye, Yemen... Mısır, Mübarek'ten de daha vahşi bir baskı rejiminin çizmesi altında. İsrail niye ses çıkarsın ki? Beş yıldır olup bitenleri büyük bir keyifle izliyor. Yapmak isteyip de yapamadığı şeyler, elde etmek istediği sonuçlar bir bir gerçekleşti. Kuzeyde tehdit olarak gördüğü Suriye ve Irak devletleri bertaraf oldu. Güneyde Tahrir Meydanı'ndan

doğacak yeni bir rejim ciddi bir tehdit olabilecekken tam tersi oldu. Bütün bunların sonucunda Arap halkının ve bu arada Filistinlilerin nasıl bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğu yaşadığını tahmin edebilmek için orada yaşamak veya falcı olmak gerekmiyor. Filistin halkı Temmuz 2014'te 16 yaşındaki Muhammed Ebu Khdeyir'in kaçırılıp öldürülmesi sonucu çıkan olaylardan bu yana büyük ölçüde sessiz. Bölgedeki genel gelişmelerin yanı sıra, bu dönemde Mahmud Abbas ile Hamas arasındaki itişmeler de bu sessizliğe katkıda bulunmuş olsa gerek. İsrail, Mescidi Aksa'da yaptığı provokasyonların bu sessizliği bozacağını, Filistinlileri galeyana getireceğini bilmiyor muydu? Elbette biliyordu. İkinci İntifada'nın nasıl başladığını herhalde kimse unutmuş değildir. Başbakan Ariel Şaron'un 2000 Eylül'ünde Mescidi Aksa'ya girmesi ikinci büyük Filistin ayaklanmasına yol açmıştı. Şimdi olduğu gibi, o za-

man da İsrail ne yaptığını iyi biliyordu. Amaç, Amerika'nın dayattığı barış anlaşmasını sabote etmek, anlaşmayı Filistinlilerin baltaladığını iddia edebilmekti. Bu sefer amaç, büyük olasılıkla, hem bölgedeki karmaşadan hem Batı dünyasında yükselen ve yükselmeye devam eden İslamofobi havasından yararlanarak, Doğu Kudüs'ü Filistinlilerden tümüyle temizlemek. Büyük güçler ve dünya kamuoyu gözlerini Suriye'ye dikmişken Filistinlilere bir darbe daha vurmak. Türkiye hükümeti bu provokasyona karşı gerekli sesleri çıkardı. Ama sadece ses çıkardı! Hiçbir somut tepki yok. Türkiye ile İsrail arasındaki "normalleşme" anlaşmasının Erdoğan tarafından imzalanmasının üzerinden daha bir yıl geçmedi. Anlaşma İsrail'in Mavi Marmara hadisesiyle ilgili olarak her türlü sorumluluktan tamamen muaf tutulmasını sağladı. Hükümetin şimdi çıkardığı itiraz seslerinin hiçbir inandırıcılığı yok.

İsrail işgal yönetiminin aldığı bütün kararlar, Batı Kudüs’ün 1948, Doğu Kudüs’ün ise 1967 yılında işgal edildiği gerçeğini değiştirmez ve değiştirmeyecektir. Buradaki mesele, sadece bir takım kısıtlayıcı teknolojik uygulamalara indirgenemez. Mesele ne dedektörler ne kameralar ne de Mescidi Aksa’ya giriş gibi sadece ibadet özgürlüğünün ihlali anlamına gelebilecek icraatlardan ibaret olmayıp, bunun çok daha ötesinde bir işgal sorunudur. Zaten BM’nin kültür teşkilatı olan UNESCO’nun geçtiğimiz aylarda aldığı kararda da açığa çıktığı gibi Mescid-i Aksa ve çevresi, tamamen İslam kültür ve tarih mirasının bir parçası olduğu uluslararası platformlarda da tescil edilmiştir. Dolayısıyla İsrail işgal yönetiminin Filistin halkını ve değerlerini yok etme çabaları ve bu yönde aldığı bütün kararlar haksız ve geçersizdir. Bütün bu tarihi gerçekler ve insan haklarına ilişkin değerler, Filistin sorununun çözümünün ancak İsrail işgalinin sona ermesi ve bölgedeki tüm inanç gruplarının birlikte yaşayabileceği bir “darusselam”ın inşası ile mümkün olabileceği gerçeğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Tam da bundan dolayı başta Türkiye olmak üzere bütün bölgesel ve küresel aktörleri, haklı bir dava olan Filistin davasının yanında yer almaya ve Filistin halkının işgale karşı verdiği haklı mücadeleye omuz vermeye çağırıyoruz. Bu tarihi sorumluluğu yerine getirme noktasında üzerine düşen görevi yerine getirmeyen ulusal ve uluslararası aktörleri uyarmanın öncelikli görevimiz olduğunu da hatırlatmak istiyoruz.


EMEK GÜNDEMİ SENDİKALI OLMADAN KAZANAMAYIZ Ücretler neden düşük? Haklar neden az?

9

OHAL KOŞULLARINA RAĞMEN İŞÇİ SINIFI HAK MÜCADELESİNE DEVAM EDİYOR

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre Temmuz 2017 itibarıyla,20 farklı işkolunda 13 milyon 581 bin 554 işçi çalışıyor. Yalnızca 1 milyon 623 bini sendika üyesi. Metal, banka, finans ve sigorta, iletişim, savunma ve güvenlik ile enerji işkollarında sendikal örgütlenmenin yoğunlaştığı görülüyor. Milyonlarca işçinin çalıştığı eğitim, sağlık, hizmet ve tekstil sektörlerinde ise sendikalı oranı dipte. 1 milyon 800 bin işçinin çalıştığı inşat sektöründe örgütlü 9 sendikaya üye işçi sayısı sadece 52 bin 580. En fazla üye sayısına sahip sendikalar: Hizmet-İş (206 bin 592), Türk Metal (200 bin 398), Genel-İş (64 bin 883), Tez-Koop-İş (60 bin 584), Tes-İş (57 bin 845), Belediye-İş (57 bin 518). Çoğunluk sendikasız olduğu için hem ücretleri genel olarak artırma hem de işçilerin taleplerini kazanmak için kolektif mücadele mümkün olamıyor. Bölünmüşlük Milyonlarca emekçi haklarını korumak ve genişletmek için sendikal örgütlenme gibi bir temel araçtan yoksunken, sendikalı azınlık ise kendi içinde bölünmüş durumda. En fazla üye sayısı 907 bin 328 ile Türk-İş’te. Onu 544 bin 566 üyeyle Hak-İş takip ediyor. DİSK’in üye sayısı ise 145 bin 988. Üç konferederasyon kendi aralarında rekabet halinde ve biraraya gelmekten kaçınıyor.

İşyeri temelli eylemler gerçekleşirken, mücadele aracı olarak grev öne çıktı.

Emek Çalışmaları Topluluğu (EÇT), 2014 yılı Ey-

lül ayında bir grup akademisyen, araştırmacı ve sendika uzmanı tarafından oluşturuldu. İşçi sınıfının ve işçi mücadelelerinin görünürlüğünü artırmayı amaç ediniyor. 2015 ve 2016 İşçi Sınıfı Eylemleri Raporlarını yayınladı. EÇT’nin raporlarına göre; 2016 yılında 608 eylem tespit edildi. Bunların 420’si işyeri temelli, 177’si genel eylem, 11’i dayanışma eylemi. 2015 yılı ilk yarısında aylık 105 olan iş yeri temelli eylem sayısı, ikinci yarıda ayda 47’ye düştü. 2016’nın ilk yarısında ayda 53 olan eylem sayısı, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ayda 34 oldu. Bu azalmaların öne çıkan sebepleri olarak çözüm sürecinin bitmesi, bombalı saldırıların başlaması ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL’i saymak gerekir.

FABRİKALARDAN, İŞYERLERİNDEN HABERLER n Sahibinin “FETÖ/PYD” soruşturması soncunda tutuklanmasının ardından TMSF’ye devredilen İzmir’deki Orkide Yağ fabrikasında, Öz Gıda-İş Sendikası’nda örgütlendikten sonra işten atılan işçilerin direnişi ikinci ayını doldurmak üzere.

2016 yılında işyeri temelli eylemlere 46 bin işçi katıldı. Bunların yüzde 39’u özel sektördeki kadrolu işçiler, yüzde 15’i özel sektördeki taşeron işçiler, yüzde 26’sı memurlar, yüzde 15’i kamudaki taşeron işçiler. İşyeri temelli eylemlerin yüzde 52’si basın açıklaması, yüzde 19’u grev, yüzde 11’i direniş olarak gerçekleşti. İşyeri temelli eylemlerin yüzde 30’u üretimi durduran veya yavaşlatan eylemler. İşyeri temelli eylemlerin yarısı basın açıklaması, diğer yarısı ise fiili grev, direniş vb. türden. Eylem sebepleri ise ağırlıklı olarak işten çıkarma, ücret gasbı, mobbing, sendikalaşma, toplusözleşme görüşmesinde tıkanma, KHK ile işten atma ve sürgün oldu. Eylemlerin yüzde 60’ı bir gün veya daha az sürdü. Ortalama eylem süresi 2015’de 20 gün iken, 2016’da 10 güne düştü.

diye önünde direnişe geçti. n İzmir Büyükşehir Belediyesine ait İZDENİZ Şirketi’nde örgütlü Türkiye Denizciler Sendikası (TDS) ile Büyükşehir Belediyesi arasında süren ve toplamda 250 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmelerinin tıkanmasının ardından 12 Temmuz’da grev başladı. n İstanbul’da KESK üyelerinin KHK ile ihraç edilenler için ger-

2016’da 84 adet resmi veya fiili grev yapıldı, resmi grevlerin ortalama süresi 36,5 gün, fiili grevlerin süresi 3,4 gün oldu. Eylemlerin yüzde 70’i İstanbul, İzmir, Ankara ve Kocaeli’de gerçekleşti. 2016 yılında 2954 işçi, sendikalaşma veya başka işçi eylemlerine katılım gerekçesi ile işten atıldı. İşçi eylemleri ağırlıklı olarak inşaat, metal ve kamu çalışanları tarafından gerçekleştirildi. Eylemlerin yüzde 47’si işçi sendikaları, yüzde 23’ü memur sendikaları tarafından, yüzde 30’u işyerindeki örgütsüz işçiler tarafından yapıldı. Örgütsüz işçiler tarafından yapılan eylemlerde 2016 yılında yüzde 9 azalma görülmekte. Sendikaların örgütlediği eylemlerde öne çıkan kurumlar; Eğitim-Sen, İnşaat-İş, Genel-İş ve Birleşik Metal-İş oldu. Raporu değerlendirmeye devam edeceğiz.

çekleştirdikleri eylemler 23. haftayı geride bıraktı. n Balıkesir’de Türk-İş, KESK, Kamu-Sen ve Birleşik Kamu-İş’e bağlı sendikalar, kıdem tazminatı veya 657 gibi saldırılara karşı Sendikalar Birliği oluşturdu. n İstanbul’da KEY Mühendislik bünyesinde çalışan bir işçinin işten atılmasına karşı İnşaat İşçileri Sendikası direniş başlattı.

n İzmir Torbalı’daki Form Mukavva Ambalaj fabrikasında 45 gündür süren direniş sonuç verdi, toplu sözleşme işçilerin talepleri doğrultusunda imzalandı. n İzmir’de Bornova Belediyesi’ne bağlı İZBAŞ şirketi ile Belediye-İş Sendikası arasındaki toplu iş sözleşmesinin anlaşmazlıkla sonuçlanması sonucu 56 işçi greve başladı.

n CHP’li Avcılar Belediyesi’nde Belediye-İş üyesi işçiler, gasbedilen maaşları için 24 Temmuz günü iş bıraktı. Belediye bir hafta sonra geri adım attı.

n DHL Express yönetiminin, işçilerin Türk-İş'e bağlı Tüm Taşıma İşçileri Sendikası'nda (TÜMTİS) örgütlenmesi üzerine 9 işçiyi işten çıkarması, İstanbul Yenibosna'daki DHL Express Merkez Ofisi önünde protesto edildi.

n Düzce’deki Tekno Maccaferri fabrikasında Birleşik Metal-İş üyesi işçiler, toplu iş sözleşmesi (TİS) görüşmelerinde talepleri kabul edilmeyince greve gitti.

n Gebze’deki ZF Sachs fabrikasında Türk Metal’den istifa etmelerinin ardından üzerindeki baskılar artan işçiler, eylemlerini sürdürüyor.

n Şişli Belediyesi’nde çalışan DİSK’e bağlı Genel-İş üyesi işçiler, taşeron şirketler için açılan ihaleye Kent Yol AŞ şirketinin katılmaması nedeniyle iş bıraktı ve bele-

n Yazaki fabrikasında cinsel tacize, performans baskısına ses çıkardığı için 'performansı düşük olduğu' gerekçesiyle işten atılan Dilek Gültekin bir aydır eylemde.

Grevdeki Tekno Maccaferri işçileri.


10

GELENEK

BİRLEŞİK CEPHE: NE İÇİN, NASIL, KİMİNLE? VOLKAN AKYILDIRIM

Gezi, 15 Temmuz direnişi, Adalet yürüyüşü ve mitingi... Özgür ve demokratik bir Türkiye'den yana olan her işçinin çok iyi bildiği gerçek, bugün milyonlar tarafından kavranmış durumda: Birleşik mücadele vermeden kazanamayız. Farklı görüşlere ve kimliklere sahip emekçilerin ortak talepleri kazanmak için bir araya gelme isteği pratik sebeplerden kaynaklanıyor. Haklarımızı savunmak için milyonlarca insanın katılımına ve desteğine ihtiyaç var. Uluslararası sosyalist hareketin birleşik cephe denilen taktik yaklaşımı, kapitalist sınıfın saldırılarına karşı işçi sınıfının savunmasını örerken, milyonların mücadele içinde devrim fikrine kazanılmasının da aracıdır. Eşitsiz gelişme İşçi sınıfının içinde farklı bilinçler ve düşünceler vardır. Emekçilerin büyük kısmı yaşadığı hayattan memnuniyet duymasa da devrim yapmaya da ikna değildir. İşçi sınıfının içinde, mücadelelerin pratiğiyle ortaya çıkmış bir azınlık devrimden yanadır. Sosyalizm büyük çoğunluğun eylemiyse, devrimci azınlık, reform taleplerinin yerine getirilmesini isteyen çoğunluğu nasıl kazanacak? Ondan ayrı durup, devrim propagandası yaparak değil, gündelik talepler için birlikte mücadele ederek. Bu taleplerinin kazanılması kavgasının en kararlı unsuru olarak. İşçi sınıfının eğitimi mücadelenin ta kendisidir. Sosyalistler, bu mücadelenin içinde, milyonların kalbini ve aklını kazanarak alternatif haline gelebilir. Marx'ın formülasyonu Bu taktik yaklaşım Marx ve Engels'in yazdığı, Komünist Manifesto'da formüle edilir: "Komünistlerin proleterlerle ilişkisinin aslı nedir? Öteki işçi partileri karşısında komünistler özel bir parti değildir.

Nerede bir mücadele varsa, orada birlik çağrısı da var.

içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır. Demek ki komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir." Bu satırlar, birleşik cephenin basit bir taktik olmadığını, büyük yığınları sosyalizme kazanmanın tek aracı olduğunu ortaya koyar. Marx ve Engels'in kurucuları olduğu ilk dünya devrimci partisi I. Enternasyonal, 8 saatlik iş gününün kazanılması için siyasi kampanya yürüterek örgütlenmişti. Devrimci işçiler, 8 saatlik işgünü talebi için bir araya geldikleri, konuşma ve tartışma fırsatı buldukları diğer işçilere siyasi görüşlerini açıklama fırsatı buldular. Devrimci sosyalizm, işçi sınıfı içinde bu şekilde bir gelenek haline geldi. Lenin ve devrimin pratiği Rusyalı devrimci Lenin, Marx'ın yaklaşımının özünü iyi kavramıştı.

Proletarya hareketini biçimlemek üzere özel ilkeler koymazlar.

1917 yılı Şubat ayında Çarlık rejimi yıkıldıktan sonra işçiler, konseylerin yönetimini kapitalizmin ve I.Dünya Savaşı’nın devamından yana olan ılımlı solcuları getirmiş. Ayaklanmanın en kararlı unsurları olan Bolşevikler ise seçilememişti.

Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri

Sovyet yönetimindeki ılımlı solcular, burjuvaların oluşturduğu geçici hükümete de katıldı.

Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur.

Lenin'in Bolşevik Partisi, 1917 yılı boyunca, savaşın son bulmasını ve iktidarın sovyetlere verilmesini savundu. Bu mücadele içinde, işçi kitleleri ılımlı sol partilerden koptu ve Bolşeviklere katılmaya başladı. Bolşeviklere göre ya işçiler sovyetler aracılığıyla kendi iktidarlarını kuracak ya da toparlanan burjuvazi bir karşı-devrimle kitle hareketini boğacaktı. 1917 sonbaharında General Kornilov'un devrimi ezmek için darbeye kalkışması ile ılımlı solun geçici hükümeti çözüldü. Onların tutuklatmak istediği Bolşevik işçiler, devrimin merkezi olan Petrograd'ı savunarak darbecileri püskürttü. Bunun üzerine işçiler kitleler halinde Bolşeviklere katıldı. Lenin, devrimin başarısını sağlayan birleşik işçi cephesi taktiğini, 3. Enternasyonal'de formüle etti ve tüm dünya sosyalistlerine önerdi. Troçki ve tersten ispat 1917 yılında Rusya'da Bolşeviklerin birleşik cephe taktiği devrime nasıl başarı kazandırdıysa, 1930'ların başında Almanya'daki komünistlerin bu taktiği reddetmesi Nazilerin yolunu açtı. Rusyalı devrimci Troçki'nin 1929'dan itibaren sürgün yazılarının merkezinde Almanya'da Nazilerin önlenebilir yükselişi ve birleşik işçi cephesi taktiğinin gündelik pratik içinde uygulanması yer alır. Alman işçi sınıfı, sosyal-demokrat ve komünist parti etrafında ikiye bölünmüştü. İki partinin tabanında duran emekçilerin sayısı faşistleri mağlup etmeye yeterliydi. Fakat komünist parti, Stalin'i dinleyerek

sosyal-demokrat partiyi faşist ve en büyük tehlike ilan etti. Bu yaklaşım, sosyal-demokrat işçilerle komünist işçilerin tabanda bir araya gelmesini engelledi. Naziler iktidarı aldıktan sonra her iki partinin üyelerine de savaş açtı. İki yaklaşım Sosyalist geleneğe bakarak, birleşik cephe taktiği hakkında yapılan iki yanlış yorum var. Bunlardan biri Stalin'in takipçisi Dimitrov'un ürettiği Birleşik Halk Cephesi anlayışı. Bu yaklaşım, kapitalist sınıfın saldırılarına karşı işçi sınıfının ortak savunmasını değil, hakim sınıfın bazı kanatlarını da içine alır. Burada sözü edilen platformlar, geçici eylem birlikleri değil. Stalinist partiler, hakim sınıfların çeşitli kesimleriyle yan yana gelebilmek için, tüm propaganda ve ajitasyonlarını uyarladılar. Yurtseverlikle başlayan süreç II. Dünya Savaşı'nın sonunda faşistlere karşı mücadelenin geçtiği iki yerde, Fransa ve İtalya'da devrim olasılığının bizzat bastırılması ile devam etti. Halk cephesi, Sovyetler Birliği'nin dış politika aracına dönüştürülerek neredeyse devletler arası bir diplomasi aracı haline getirildi. Diğer bir yorumsa ortodoks troçkist yaklaşım. Tepede mi olacak, tabanda mı? Partiler arasında mı olacak? Ama bugün sosyal demokrasinin yerinde yeller eserken kiminle cephe kurulacak? Bir şablonumuz yok, her mücadele ve durumu kendi içinde değerlendirirken üreteceğimiz politikaların temelinde birleşik cephe taktiği durursa, henüz bizim gibi düşünmeyen işçi kitleleriyle bağ kurarız.


AKTİVİZM

11

HÜKÜMET ÖNCE KADINI KORU

8 Mart 2017, İstanbul, kadınların büyük yürüyüşü. MELTEM ORAL

Hükümet uzun süredir 2000’li yılların başında kazanılmış ve kanunlarla güvenceye alınmış pek çok hakkı, kadınların aleyhine değiştirmeye çalışıyor. “Ailenin güçlendirilmesi” politikasının bir sonucu olarak evliliklerin artması için ekonomik, sosyal teşviklerin yanı sıra kürtajın zorlaştırılması, kadının yalnızca anne olması durumunda anlamlı görüldüğüne dair beyanlar, “kızlı-erkekli” yaşayanlara muhtar baskısına yol verilmesi sadece birkaç örnek. Hem hükümet yetkililerinin cinsiyetçi-muhafazakar açıklamalarıyla hem de yasal hakları tırpanlama girişimleriyle kadınlar önemli hakları kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bakanlar Kurulu tarafından meclisin gündemine getirilen Nüfus Hizmetleri Kanun Tasarısı da kadınların aleyhine sonuçlanabilecek yasal değişikliklere dair önemli

bir tartışmayı açtı. Müftülere resmi nikah yetkisi, vatandaşlık için genel ahlak aranması gibi önerileri kapsıyor taslak. Konuyu dindarlık-sekülerlik ikilemine sıkıştırmak iktidarın işine yaradığı gibi, kadınlar açısından yaşanan hak kayıplarını da görünmez kılıyor. Bu konu öncelikle kadınların hayatları için ne anlam ifade ettiği bağlamında ele alınmalı. Söz konusu tasarıda önerilen değişiklikler, yasalarla kazanılmış başka hakları da zayıflatabilecek topyekun bir saldırının parçası. Müftülüklere resmi nikah yetkisi verilmesiyle ilgili Bekir Bozdağ, evliliği kolaylaştırma gerekçesini öne sürüyor. Belediye, nüfus müdürlükleri, dış temsilcilikler, köylerde muhtarlar nikah kıymakla yetkilendirilebiliyorken evlenmek neden zor pek anlaşılabilir değil! Madem öyle, tarım, vergi dairesi, tapu, kadastro müdürlüklerine de yetki verilip evlilik daha da kolaylaştırılabilir.

2015 Mayıs ayına dek imam nikahı kıymak için, belediyede yapılan resmi nikaha dair belge gösterme zorunluluğu vardı. Resmi nikah kadınların medeni kanunla güvence altına alınmış bir dizi haktan faydalanabilmesi demek. Mesela boşanma durumunda nafaka, miras, mal paylaşımı gibi konularda kadınların lehine uygulanan zorunluluklar ancak ortada resmi nikah geçerliyse söz konusu olabilir. Resmi nikah zorunluluğunun aranmamasının son dönemde yarattığı en büyük mağduriyeti mülteci kadınlar yaşıyor, birçok tecavüz vakasının üstü böye örtülmeye çalışılıyor. Müftülüklere resmi nikah yerine geçecek belgeleri doldurup gerekli makamlara iletme konusunda ‘inisiyatif’ vermek çocuk evlilikleri, kadınların mağdur edilmesi gibi birçok riski barındırıyor. Önerilen tasarıda muğlak pek çok nokta var. İmam nikahı için herhangi bir yaş sınırlaması yok. Artık resmi geçerliliği olacaksa imam

7 201

SOSYALİST TARTIŞMA

DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK İÇİN DEVRİMCİ FİKİRLER

nikahı için de 18 yaş sınırı mı gelecek? Yoksa çocuk evlilikleri kolaylaştırılıp, zamanı geldiğinde resmi evrakların doldurulması müftülüklerin inisiyatifine mi bırakılacak? Hükümet yine toplumdaki mevcut kutuplaşmayı körükler nitelikte ele alınırken gerçek niteliği silikleştirilen bir tartışmayı ortaya attı. Söz konusu tasarının Ekim ayında yasalaştırılacağı söyleniyor. Tasarının içeriğiyle ilgili tartışılması gereken pek çok başlık var. Belki de her şeyden önce hükümete dönüp “bir derdimiz bu mu” demek gerekir. Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, otobüste, parkta, sokakta her yerde kadına yönelik taciz konuları had safhaya ulaşmışken, devlet oturmuş kim nikah kıysın diye kafa patlatıyor. Kapıdan kovduğumuz hak gasplarını bacadan geri getirmeye çalışıyorlar. Yine kovarız.

TEKİRDAĞ: 7 EKİM ANKARA: 14 EKİM İSTANBUL: 20-21-22 EKİM İZMİR: 27-28 EKİM twitter: @sosyalisttartisma facebook.com/sosyalisttartisma


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

AKKUYU, SİNOP, İĞNEADA-ÇERNOBİL OLMASIN

NÜKLEERE HAYIR! 3 Şubat 2017: Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, "Türkiye'nin muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkma hedefine katkı sağlayacak Akkuyu NGS'yi inşallah, 2023'te hizmete almayı planlıyoruz" dedi. 28 Temmuz 2017: '2030'a kadar üç nükleer santralimizi devreye alacağız' diye konuştu. Albayrak, enerji gündemli konuşmalarında mutlaka sözü dönüp dolaştırıp nükleer santral ihtiyacına getiriyor. Akkuyu ve Sinop’tan sonra üçüncü nükleer santral yapımı için bir doğa harikası olan İğneada’nın seçildiği konuşuluyor. Türkiye’de tıpkı dünyada olduğu gibi yaygın bir nükleer karşıtı aktivizm geleneği var. Akkuyu’ya nükleer santral yapılmasını yıllarca engelleyen bu hareket. Fakat ilk kez bu hareket nükleer enerjiye karşı çıkan çevrecileri suçlu ilan eden bir hükümetle karşı karşıya. Sadece Türkiye’de değil, hem iklim değişimini durdurmak isteyen aktivistler hem de fosil yakıta bağlı enerjiye, rant için doğanın tahrip edilmesine karşı çıkanlar devletler tarafından tehdit olarak görülüyor. “Global Witness” tarafından “çevre savunucuları” üzerine yürütülen kap-

samlı bir çalışmada yer alan veriye göre, 2016 yılında yaklaşık 200 çevre aktivisti öldürülmüş. Nükleere karşı olmak, ekosistemi korumak en temel mücadele alanlarından birisi ve nükleer santral ekosistem ve tüm canlı yaşamı için en tehlikeli enerji üretme yöntemlerinin başında geliyor. Alman Nükleer Enerji Santralleri Risk Araştırması’na göre, dünya genelinde 440 nükleer santral faaliyette ve 40 yıllık bir süre içinde her hangi bir reaktörün patlama ihtimali yüzde 40. Nükleer santrala karşı çıkanlar, 20. Yüzyılda nükleer santralların tarihinin aynı zamanda nükleer santral kazaları tarihi olduğunu da çok iyi biliyorlar. 1986 yılında yaşanan Çernobil nükleer faciası en iyi bilinen örnek. 2012 yılında yaşanan Fukuşima nükleer santral faciası ise bir başka örnek. Nükleer santrallar güvenli değildir, ucuz değildir. Nükleer santral tehlikelidir. AB ülkelerinde, özellikle Fukuşima faciasından sonra eğilim nükleer santralların sayısını artırmak değil, azaltmak ve nükleerden bütünüyle kurtulmak yönündedir. Türkiye hızla nükleer santral sevdasından vaz geçmelidir.

2011, Fukuşima felaketi ertesi İstanbul’da protesto.

ÇEVRE DÜŞMANI ENERJİ

NÜKLEER KAZALAR TARİHİ

Nükleer santrallar daima su kenarına kurulmak zorunda. Ortaya çıkan enerjinin sonucunda yüksek sıcaklıkla başka türlü baş edilemiyor. Soğutma için kullanılan su denize geri verildiğinde tüm canlı yaşamı tehlike altına girer.

İngiltere’de, 10 Ekim 1957’de plütonyum üreten Windscale Reaktör1’de yangın çıktı.

Nehirlere dökülen atık sular, yine canlı yaşamını risk altına sokuyor. Rusya’da Mayak Nükleer Santrali’nde radyoaktif atıklar nehre döküyordu ve bu nedenle 124 bin kişiyi orta ve yüksek seviyeli radyasyona maruz kaldı. Nükleer santral nükleer atık demektir. Nükleer atıklar denetimsiz bir şekilde depolanıyor. Bu atıkların depolandığı yerlerde deprem gibi olaylar yaşandığında facia bir kez daha kapıyı çalıyor. Zira nükleer atıkların ürettiği tehdit on yıllarca sürüyor. Nükleer enerji neresinden bakarsak bakalım gereksiz, yaşamı tehdit eden bir enerji türü.

Rusya’da, 29 Eylül 1957’de sıvı atık tankında yangın çıktı. Patlamalar yaşandı. 70-80 ton yüksek radyoaktif içerikli madde açığa çıktı. Binlerce kilometrekarelik alan yüksek dozda kirlendi. ABD’de, 28 Mart 1979’da Three Mile Adası Santrali 2 numaralı reaktörde kaza meydana geldi. Radyoaktif gazlar açığa çıktı ve yaklaşık 3500 çocuk ve hamile kadın tahliye edildi. 1986’da Çernobil’de yaşanan facianın ardından 1999’da da Japonya’da Tokaimura’da, 2004 yılında yine Japonya’da Mihama reaktöründe kazalar yaşandı. ABD’de 2002’de, Fransa’da santrallarda kazalar yaşandı. Almanya’da Federal Radyasyon Koruma Ajansı reaktörlerden her yıl 100’den fazla güvenlik uyarısı alındı-

FUKUŞİMA’DAN DERS ALIN! 11 Mart 2011 tarihinde meydana gelen 9 şiddetindeki deprem ve sarsıntının yol açtığı tsunami sonucu Fukuşima Daiichi santralinde üç reaktör aynı anda durdu. Deprem sonrası oluşan tsunami santrali vurduğunda büyük bir felaket yaşandı. Resmi açıklamaya göre 19 bin kişi öldü. 125 bin nükleer facia mültecisi yarattı. Fukuşima’da temizlenmenin 40 yıl süreceği tahmin ediliyor. Tehlike daha geçmiş değil. Okyanusun karşı kıyılarından alınan örnekler yaklaşık 760 bin ton radyoaktif maddenin suya karışmış olduğunu kanıtladı.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.