DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
602
6 Eylül 2017 3 TL. sosyalistisci.org
TRUMP’I DURDURALIM
Güney Kore’nin başkenti Seul’de savaş karşıtı protesto: ‘Seongju’da THAAD’ın konuşlandırılmasına karşı çık’, Temmuz 2016. THAAD: Amerika’nın füze kalkanı.
KORE’DE SAVASA ,, NÜKLEER SİLAHLARA HAYIR! YERLİ MİLLİ İSTİKRARSIZLIK VE ÖZGÜRLÜKÇÜ MUHALEFET
sayfa 6-7
2
GÜNDEM
AKŞENER’İN PARTİSİNDEN MEDET UMMAK! Meral Akşener ve arkadaşlarının kuracağı partiden medet ummak artık çaresizlik değil düpedüz sağcılıktır. Bu sağcılık, politik bir hınç duygusuyla da birleşiyor. “Olan bitenin intikamını almak” için şeytanla bile ittifak kurmak mümkün hale geliyor. Oysa devrimci politika daha sakin bir şekilde ve sağcılıktan kesinlikle ayrışarak inşa edilmeli. Sağcılıktan, hınçtan ve kutuplaşmadan uzak bir şekilde bakılınca Meral Akşener’in partisi, bildiğimiz sağcı bir parti. Akşener’in içinden çıkıp geldiği bir gelenek var. Bu faşist bir gelenek. Akşener bu gelenekten koptuğunu, bu geleneğin dışında bambaşka bir gelenek inşa etmeyi amaçladığını iddia etmiyor. O geleneğin asıl sahibi olmaya çalıştılar ve garip bir kongre-mahkemeler-kongre süreçleriyle MHP’de iktidar olma şansı bulamadıkları için, tasfiye edildiler. Yapabilseler, Devlet Bahçeli’yi tasfiye edip, kurt işaretiyle miting meydanlarında şov yapmaya devam edeceklerdi. Akşener’in kuracağı parti Kürt sorununda ayrıldığı partiden farklı değil. Akşener’in kuracağı partinin Ermeni soykırımı sorununa bakışı üç kere milliyetçileştirilmiş gelenekten farklı değil. Özgürlük mü talep etmektedir bu kurulma aşamasındaki parti, Suriyelilere yönelik ırkçı yaklaşımlara karşı dikileceğini mi beyan etmiştir, Akşener ve arkadaşları demokratik bir dış politika mı izleyeceklerdir, askeri darbelere karşı mı çıkacaklardır, Selahattin Demirtaş ve yoldaşlarının hapishaneden çıkmasını mı savunacak bu parti, düşünce, ifade, örgütlenme ve gösteri özgürlüğünü mü genişletecektir. Erdoğan liderliğindeki yönetim her geçen gün daha otoriter bir performans mı sergiliyor? Evet! Ama Akşener ve arkadaşlarıyla, sadece “Erdoğan gitsin de!” talebinde ortaklaştığı için faşist bir ekolü demokratik mücadelenin bir partneri gibi görenler antikapitalist, demokratik ve özgürlükçü mücadeleye zarar verirler.
100. YILDÖNÜMÜNDE BİR ÇİZGİ ROMAN PEK YAKINDA! Z YAY I N L A R I
ce Türkiye’de değil bölgede yaşayan tüm Kürtlere müdahaleci ve nobran bir bakışı tetikliyor. Türkiye’nin yerli-milli politik ekseni açısından sıra Kuzey Irak’a geldi. Kuzey Irak’ta 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu gerçekleşecek. Mesud Barzani bu bölgede yer alan, gelişmelere müdahil olan irili ufaklı hiçbir devletin arzulamadığı referandumun kesinlikle yapılacağını açıkladı. Türkiye’de ise bazı siyasiler ve gazetecilerin alt alta sıraladığımız şu yaklaşımı Suriye’de Kürtlerin statüko elde etmesiyle Kuzey Irak’ta gerçekleşecek referandumun devletin beka sorununa nasıl indirgediği açığa çıkıyor: Erdoğan, Bahçeli ve beka sorunu Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ürdün dönüşü, 23 Ağustos: "Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e açılacak bir terör koridoruna müsaade etmeyiz. Oralarda (Afrin) terörün baskın çıkma ihtimali olursa gözümüzü karartırız.” Haşmet Babaoğlu, 24 Ağustos'ta Sabah gazetesinde: "Türkiye'nin artık kendi bekası ve iradesi dışında hiçbir önceliği olamaz, olmayacak." Devlet Bahçeli, 24 Ağustos'ta yaptığı basın açıklamasında: “Bu referandum, Kürdistan provasıdır, Türkiye için gerekirse savaş sebebi sayılmalıdır." Yeni Şafak gazetesinden İbrahim
ABD’nin Irak işgalinin ardından gelişen olayların içinde Irak Kürtleri özerklik ilan ettiler. Yaklaşık 40 bin kilometrekarelik bir alanın adı Kürdistan Bölgesel Yönetimi. Bu bölgede yaklaşık 5 milyon kişi yaşıyor. 2016 yılında Kürdistan Parlamentosu çatısı altında Mesud Barzani’nin girişimiyle bağımsızlık için referandum komisyonu çalışmalarına başladı.
Kuzey Irak’ta referandum kampanyaları devam ediyor.
Karagül, 24 Ağustos: "Gözümüzün önünde yüzlerce kilometrelik bir cephe kuruyorlar. Bir ordu hazırlıyorlar. Sınırın sıfır bölgelerine yerleşiyorlar. ABD ve Avrupa’dan askeri uzmanlar, güvenlik şirketleri, emekli askerler bu bölgelere yerleşiyor, PKK’nın ana iskelet yapısını oluşturuyor. Daha büyük savaşa hazırlık yapıyorlar." Devlet Bahçeli, 31 Ağustos, Kuzey Irak bağımsızlık referandumuyla ilgili: "Barzani inatçı bir üslup kullanıyor. ABD'den aldığı destekle hareket ediyor. Barzani İngiltere'yi bilir, Amerika'yı bilir ama Türkleri bilmez, yarın bir gün nasıl bir tokat yiyeceğini de bilemez." AKP milletvekili Taner Yıldız, 1 Eylül 2017: “Bölgesel Kürt devleti Türkiye için tehdittir.”
Bu yılın başından beri Mesud Barzani referandum yapılacağının altını sık sık çizdi. Barzani ve bölgeyle ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkiler kuran Türkiye, Barzani’yi defalarca en üst düzey devlet protokolüyle, devlet başkanlarını ağırladığı şekilde ağırlamıştır. Hatta bu yılın Şubat ayında Barzani’nin gerçekleştirdiği ziyaretin ardından bir “bayrak krizi” bile yaşanmıştır. Devlet Bahçeli, Mesut Barzani'nin ziyareti sırasında İstanbul ve Ankara'da asılan Kürdistan bayrağına sert tepki göstererek başbakan Binali Yıldırım’ı daha sonra da yapacağı gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a şikayet etmişti. Türkiye Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ve meclisinin yapacağı referanduma da alacağı karara da karışmamalıdır. Irak Kürtleri kendi kaderlerini kendileri belirleyecektir. Türkiye’nin bölgeyle ilişkileri hamaset üzerine değil, demokratik dış politika ilkelerine bağlı olarak sürdürülmelidir.
SOSYALİST TARTIŞMA
7
EKİM DEVRİMİ’NİN
Irak Kürtlerinin siyasal hakları
Yerli ve milli politik yaklaşım sade-
201
YENİ SAYI ÇIKTI!
KUZEY IRAK KENDİ KADERİNİ BELİRLEME HAKKINA SAHİPTİR
TEKİRDAĞ: 7 EKİM ANKARA: 14 EKİM İSTANBUL: 20-21-22 EKİM İZMİR: 27-28 EKİM
Düzenleyen:
DSiP
Program için: facebook.com/sosyalisttartisma
GÜNDEM
DARBE DURUŞMALARI SULANDIRILIRKEN
İHTİYACIMIZ DEMOKRASİ
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
KUZEY KORE’NİN BOMBALARI! Kuzey Kore’nin neredeyse her gün yeni füze denemesi gerçekleştirmesi, dünyayı diken üstünden tutuyor. Son bomba denemesinin depreme neden olduğu söyleniyor. ABD başkanı Trump, nihayet aradığı bahaneyi bulmuş gibi, Kuzey Kore’nin tek bir dilden anladığını açıkladı. BM Güvenlik Konseyi, ABD, Japonya, Fransa, İngiltere ve Güney Kore’nin talebi üzerine Kuzey Kore’nin en son yaptığı kıtalar arası balistik füze uyumlu hidrojen bombası denemesini görüşmek için acil toplandı. Trump, “ABD geleneksel ve nükleer imkanlarını korumaya hazır” açıklamasını yaparken ABD Savunma Bakanı Mattis, “ABD’ye veya müttefiklerimize yönelik tehdit olursa çok sert askeri karşılık vereceğiz” dedi. Fransa’nın BM Daimi Temsilcisi Francois Delattre de Kuzey Kore’nin nükleer tehdidinin “boyut değiştirdiğini” belirterek Kuzey Korey’ye derhal yeni ekonomik yaptırımlar uygulanması çağrısını yaptı.
Darbe davalarının sulandırılması, direnişi küçümseyen ve olayın tiyatro olduğunu söyleyen sağ fikirleri güçlendiriyor.
Darbe duruşmaları iktidar, muhale-
fet, yargı ve sanıklar tarafından sulandırılmaya devam ediliyor. İktidar, 15 Temmuz akşamının karanlıkta kalan yönlerinin açığa çıkması için hiçbir çaba sergilemiyor. Örneğin Erdoğan’ın darbe girişimini kimden öğrendiği, gerçekten eniştesinden öğrenip öğrenmediği, saat 22.00 sularında MİT başkanının o günkü Dinayet İşleri Başkanı’yla ve başka davetlilerle yemekte olması gibi konular halka açıklanmıyor. Ayrıca, yüz binden fazla kamu personelinin darbeyle ilişkili oldukları gerekçesiyle KHK ile ihraç edilmesi, ancak bir tek siyasinin bile darbeyle bağının tespit edilememesi, inandırıcı
olmaktan çok uzak. OHAL KHK'larının Fethullahçılar ve darbeyle ilgilerinin bulunmadığı aşikâr olan çok sayıda kişiyi sorgusuz sualsiz görevlerinden ihraç etmesi, bu sayının her yeni KHK ile kabarması, üstelik bu KHK'ların meclisin tam anlamıyla devre dışı bırakarak, FETÖ suçlamasının muhalefeti ve farklı sesleri bastırmak için de kullanılması darbe davalarını sulandırıyor. Sadece iktidar değil muhalefetin tutumu da darbe davalarını sulandırıyor. “Kontrollü darbe”, “tiyatro” gibi, darbe girişimi sonrası OHAL uygulamalarıyla iktidarını pekiştiren hükümetin eleştirisi, özellikle CHP tarafından 15 Temmuz’un başlı başına önlenebi-
lecekken bilerek önlenmeyen bir girişim olarak tanımlanmasına neden oluyor. Bu yaklaşım ise darbe davalarını sulandıran bir işlev görüyor. Darbe davalarını en çok sulandıran ise Fethullahçı darbeciler. Kesin kanıtları göz göre göre reddeden, kayıt altına alınmış görüntülerdeki şahısların kendileri olmadığını iddia eden darbeciler, mahkeme sürecini bir tiyatro sahnesine çevirerek davaları sulandırıyor. Davaların sulanmasının önüne geçecek olan yargıda, siyasette, toplumda demokratik ilişkilerin hızla inşa edilmesidir. 15 Temmuz’un hiçbir yönünün karanlıkta bırakılmamasıdır.
KHK'LARLA ANAYASAL HAKLAR GERİLETİLİYOR OHAL KHK'ları ile meclisin devreden çıkartılarak anayasanın ihlal edilmesi süreci, son çıkartılan 693 ve 694 sayılı KHK'lar ile olanca hızıyla devam ediyor. 15 Temmuz'da yaşanan darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL kapsamında, birbiri ardına pek çok KHK yayınlandı. Bu kararnameler ile on binlerce kamu personeli işten çıkartıldı, sayısız insan sorgusuz sualsiz "terör örgütü bağlantılı" ilan edildi, bunların yanı sıra, kanunla düzenlenmesi gereken ve nihai sonuçları bulunan birçok düzenleme de yine KHK yoluyla yapıldı. Son çıkartılan 694 sayılı KHK'nın içerdiği pek çok düzenlemenin, olağanüstü hal ile hiçbir ilgisinin bulunmadığı çok açık. Örneğin MİT
Müsteşarlığı'nın başbakanlıktan alınıp cumhurbaşkanlığına bağlanması, MİT'in iç istihbarat yetkilerinin genişletilerek, üzerindeki denetimin zayıflatılması, MİT Müsteşarı hakkında soruşturma yapılmasının cumhurbaşkanının iznine bağlanması, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na ve buradaki ağır ceza mahkemesine milletvekilleri hakkında soruşturma ve kovuşturma yapabilme yetkisi verilmesi, bu düzenlemelerden birkaçı. Anayasanın 121’inci maddesi Bakanlar Kurulu’nun, sadece ’olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda’ KHK çıkarabileceğini belirtmektedir. Yine anayasa ile OHAL KHK’larına getirilen bir diğer sınırlama ise süre bakımındandır. OHAL KHK’ları, olağanüstü halin ilan edildiği süre ile
sınırlı olmak üzere çıkarılmaktadır. OHAL’in sona ermesiyle, KHK’lar da kendiliklerinden yürürlükten kalkacaklardır. Başka bir deyişle, OHAL KHK’larıyla olağanüstü halin süresi dışında uygulaması sürecek kurallar konamaz. Bu sebeple, KHK’larla OHAL’in dışındaki dönemleri kapsayacak şekilde yasalarda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Son kararnamelerde anayasa açık bir şekilde ihlal edilmekte, meclis tümüyle devreden çıkartılarak, yetkileri cumhurbaşkanı tarafından yasadışı bir şekilde kullanılmaktadır. En temel demokratik değerler, ayaklar altına alınmaktadır. 15 Temmuz'da demokrasi için sokağa çıkan, hayatını kaybeden insanlar, istismar edilmektedir.
Yaklaşık iki hafta önce yaşanan bir önceki gerilimde ABD’nin tehdit amaçlı olarak savaş gemisini Çin Denizi’ne yollamasını “provokasyon” olarak niteleyen Çin ise Kuzey Kore’nin nükleer füze denemelerinin neden olduğu krizin ve artan gerginliğin müzakere yoluyla çözülmesi çağrısını yaptı. Çin’in BM Daimi Temsilcisi Liu, “Çin, Kore Yarımadası’nda kaos ve savaşa asla izin vermeyecek.” dedi. Sanki, hep birlikte, bütün dünya bir tiyatro izliyormuşuz gibi, soğukkanlı bir şekilde olanları izliyor ve olacak olanlar hakkında tahminlerde bulunuyoruz. Oysa izlediğimiz bir tiyatro değil. Yıkım gücü tahminlerin ötesinde olan bombalardan ve bir kere zincirinden boşalırsa geçerse nerede duracağını kimsenin kestirmesi mümkün olmayan emperyalist bir gerilimden söz ediyoruz. Özellikle dünya savaş karşıtlarının kaybedeceği tek bir saniye bile yok. 21. yüzyıl emperyalizmi açık bir hegemonya krizini yaşıyor ve işlevsel her bahaneyi bu krizi çözmek için bir satranç hamlesi olarak değerlendiriyor. Ukrayna, Suriye ve şimdi Kuzey Kore. 2003 yılında ABD’nin Irak işgaline direndiğimiz gibi, bugün de Kuzey Kore’nin akıl dışı füze denemelerini büyük bir savaşın ve Kore’ye askeri müdahalenin gerekçesi olarak kullanma eğilimine karşı ses çıkartmalıyız. İngiltere’deki savaş karşıtları, bir önceki krizde savaş ihtimaline karşı şu açıklamayı yapmıştı: “ABD ve Kuzey Kore arasındaki karşılıklı tehditler korkutucu bir aşamaya geldi. Her iki tarafın da nükleer silah sahibi olması ve savaşı ciddi bir seçenek olarak öne sürmeleri, kaygı verici bir durum yaratıyor. Müzakereci ve tansiyonu düşüren bir ortamın gerçekleşmesi için Güney Kore’de ve bölgedeki askeri varlığını önemli ölçüde artıran ABD başta olmak üzere, her iki tarafın da acilen tutumlarını değiştirmesi gerekir.” Tutum değiştirmek için, tutum değiştirmeyi sağlayacak bir hareketi, küresel savaş karşıtı hareketi acilen inşa etmeliyiz.
4
DÜNYA
MYNMAR’DA DEVLET ROHİNYALI MÜSLÜMAN AZINLIĞA SALDIRIYOR
ABD RAKKA’DA SİVİLLERİ VURMAYA DEVAM EDİYOR
OZAN TEKİN
Myanmar (Burma)’nın Arakan eyaletinde devlet güçleri Rohingya Müslümanlarına karşı operasyon yürütüyor. Hemen her devlet gibi halka yönelik şiddetini “teröre karşı mücadele” olarak meşrulaştıran Myanmar aslında bir azınlık grubuna karşı şiddet uygular durumda. Şiddet olayları Rohingya bölgesinde silahlı mücadele sürdüren Arakan Rohingya Kurtuluş Ordusu (ARKO) adlı örgütün sınır polisine ateş açması üzerine 25 Ağustos’ta başladı. Devlet güçlerinin köy baskınları ile yanıt verdiği şiddet olaylarında on gün içerisinde 400 kişi öldü ve 80 bin kişi evini terk etmek zorunda kaldı. Rohingya’da demokratik bir Müslüman Cumhuriyet kurma amacı güden ARKO bundan sadece 10 ay önce kuruldu ve zaman zaman Myanmar silahlı güçleri ile çatışmaya giriyor.
Koalisyonun bombardımanı sonrası harabeye dönen Rakka.
2016 sonunda ABD önderliğindeki koalisyon ve Suriye Demokratik Güçleri’nin IŞİD’e karşı başlattığı Rakka operasyonu şehir merkezinde devam ediyor. IŞİD’in Irak başkenti Musul’u almak için başlatılan operasyonla aynı dönemde başlayan operasyon IŞİD’in Suriye başkenti olarak ilan ettiği Rakka’yı da alarak IŞİD’e ağır darbe vurmayı amaçlıyor.
1948 yılında İngiliz kolonisi olmaktan kurtularak bağımsız bir devlet olan Myanmar 1962’de yaşanan darbe ile 2011 yılında yapılan seçimlere kadar diktatörlükle yönetildi. Diktatörlük döneminde ülkede etnik çatışmalar yaşanıyordu. Yüzlerce etnik ve dini gruptan oluşan Myanmar’da ırkçı ve ayrımcı bir rejim bulunuyor. Vatandaşlık hakkı sadece ulusal ırklar olarak kabul edilen 135 etnik grubu kapsıyor. Rohingyalı Müslümanlar ise bu gruplar arasında değil. Myanmar Devleti Rohingyalıların Bangladeş’ten İngiliz sömürgecileri tarafından getirildiğini iddia ederek baskı uyguluyor. Vatandaşlık hakları olmadığı için ülke içinde dolaşma hakları yok, toprak sahibi olmaları yasak ve iki çocuktan fazla çocuk yapmaları yasak. Bu uygulamalar nedeniyle bugüne kadar 800 bin Rohingyalı Bangladeş’e göç etti ve 100 bin kadarı da ülke içindeki kamplarda kalıyor.
Rakka’da onbinlerce sivil iki ateş arasında sıkışmış durumda. Uluslararası Af Örgütü son iki ayda yüzlerce sivilin öldüğünü açıkladı. Sivil ölümlerinin büyük kısmı ABD’nin hava bombardımanı sonucu gerçekleşiyor. IŞİD’in kalkan olarak kullandığı sivillerin kaçışını engellemek için kaçanlara ateş açtığı ve kaçış yollarını mayınladığı da söyleniyor.
Arakan’daki saldıların bedelini en çok kadınlar ve çocuklar ödüyor.
Yaşanan şiddet olayları Türkiye’de ise bir iç politika malzemesi olarak kullanılıyor. Erdoğan kendisine biçtiği “Müslüman dünyanın koruyucusu” imajını güçlendirirken dünyada Türkiye’den başka hiçbir ülkenin Rohingyalı Müslümanlarla ilgilenmediği yalanı sürekli tekrarlanıyor.
Rakka'dan şu ana kadar 270 bin kişinin kaçtığı, 25 bin kişinin ise şehirde IŞİD ile DSG/ABD güçleri arasında sıkışıp kaldığı tahmin ediliyor. Çatışmalar şehir merkezine yaklaştıkça sivil ölümlerde de artış yaşanıyor. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi yalnızca 14-22 Ağustos arası tarihlerde, ABD güçlerinin hava saldırıları ve füze atışları sonucu 168 sivilin öldüğünü açıkladı. Son iki ayda ölen sivillerin sayısının net olarak belirlenememekle birlikte bine yaklaştığı söyleniyor.
KOLOMBİYA’DA BARIŞ KAZANDI! Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos, Ağustos ayının ortasında, FARC ile 52 yıldır süren savaşın sona erdiğini duyurdu. Örgütün BM gözetimindeki silah bırakma süreci tamamlandıktan sonra, FARC bir kongre toplayarak yasal bir siyasi partiye dönüştü. 260 bin kişinin yaşamını yitirdiği, 6 milyon kişinin evinden olduğu bir süreç, böylelikle çatışmasızlık ve siyasi anlaşma ile sonlandı. FARC ile tamamlanan barışın ardından, Kolombiya hükümeti, Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) ile de ateşkes imzaladı. 12 Ocak 2018’de anlaşmanın uzatılıp uzatılmayacağı belli olacak. Kolombiya’daki barış süreci de birçok zorlukla karşılaştı. Bunlardan en önemlisi, bundan bir yıl önce yapılan referandumda, halkın anlaşmayı reddetmesiydi. Ancak buna rağmen süreç ve müzakereler devam ettirildi ve taraflar barışı kazandı. Türkiye’de de benzer bir barış süreci 2013 yılında başlatılmış, birçok zorlukla karşılaşılmasına rağmen 2015 yılının ortasına kadar devam etmişti. Dolmabahçe’de HDP ve AKP yetkililerinin buluşmasından sonra ise süreç devletin Suriye’deki gelişmelerden duyduğu beka kaygısı nedeniyle bozuldu. Türkiye halkları da on yıllardır büyük bir barış özlemi içerisinde. Son iki yıldaki çatışmalar ve ölümler, çözüm sürecinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ispatladı. Burada da bir an önce görüşmelerin tekrar başlaması ve akan kanın durması için savaşa karşı olan herkes sesini yükseltmeli.
FARC lideri Rodrigo Londono yasal partileşme sürecini açıklarken.
GELENEK
5
KAPİTAL: İŞ BAŞINDA BİR VAMPİR JOSEPH CHOONARA
Bugün en azından sol eğilimli çevrelerde, Marx'a ve Kapital'e yoğun bir ilgi var. Kapital, birinci cildinin yayımlanmasından 150 yıl sonra güncelliğini koruyor ve övgüleri haklı çıkarıyor. Bunun sebebi, kitabın konusunun 19. yüzyıldaki Britanya kapitalizmi olmaması. Marx, kapitalizm altında insanların girdikleri ilişkilerin genel bir açıklamasını ve bu ilişkilerin sebebiyet verdiği sistemin hareket yasalarını ortaya koyuyor. O, bunu belli bir bakış açısından -sömürülen bir grup ve potansiyel olarak devrimci bir güç olan işçi sınıfınınkinden- yapar. Marx, Kapital'in "burjuvazinin kafasına atılmış en korkunç füze" olmasını istiyordu. Sınıf Çalışması Fransız bir yayıncı tarafından seri olarak basılmaya başlandığında, Marx şöyle yazmıştı: “Kitap bu biçimde işçi sınıfı için daha erişilebilir olacaktır, ki bu benim için diğer her şeyden daha önemli”. Ancak pek çok okuyucu, çalışmanın umut edilenden daha az erişilebilir olduğunu gördü. Marx’ın, emek değer teorisinin kendi yorumunu açıkladığı başlangıç bölümleri özellikle engelleyiciydi. Burada Marx, iş yerinde olan bitenlerin “iki katlı” bir süreç olarak görülmesinin en iyisi olacağını savunur. Bir yandan her emek süreci, belli bir maddeyi ya da hizmeti üreten türde "somut emek" içerir. Diğer yandan ise Marx'ın "soyut emek" -genel olarak insan emeği için yapılan belirli harcamalar- dediği şeyi de içermektedir. Bütün metalarda ortak olarak bu soyut emek vardır. Metalar piyasada birbirleriyle değiş tokuş edilebilirler, çünkü her biri belli miktarlarda soyut emeği temsil ederler. Marx için metanın değeri, o günün koşullarında üretimin tipik yöntemleri ve emeğin tipik araçlarıyla onu üretmek için gerekli olan zamanla ölçülür. Meta üretiminde "canlı emek" ile birlikte "ölü emek" de olacaktır. Bu, işçilerin geçmişte ürettiği hammaddelerde ya da makinalarda somutlaşan değerdir. Onlar üretimde tükenirken, onların değeri üretilen ürüne geçer. Marx kendi emek değer teorisini açıkladıktan sonra, bir bulmaca ortaya koydu: Eğer bütün kapitalist üreticiler metalarını piyasaya getirir ve onları değerinde satarsa, kapitalist sınıf bir bütün olarak nasıl kâr elde eder? Cevap "ölü emek" içinde değildir. Makinalar ve hammaddeler kapitalist tarafından, daha sonra metalara aktaracakları kadar olan kendi değerleri karşılığında satın alınır. Kapitalist bunlardan ne kâr elde eder ne de zarar. Gizem "canlı emek" içinde yatmaktadır. Kapitalizm altında emek gücü -işçilerin çalışabilme yeteneği- alınan ve satılan bir meta hâline gelir. Emek gücü yeni bir değer yaratır; ama kapitalistin ücretli bir işçiyi çalıştırmasının maliyeti nedir? Değer Marx'ın cevabına göre, yalnızca işçinin bir sonraki gün, o günün işini yapabileceği bir durumda işe dönmesine yetecek kadar olan bir değerdir. Günlük ücretin ötesindeki ekstra değer, kapitalist tarafından sömürülmektedir, ki Marx buna "artı değer" der. Bu sömürü, bazı vicdansız kapitalistler tarafından yapılan bir üçkağıtçılık değildir. Eğer öyle olsaydı, biz kapitalizmin bu yönünü reforme edebilirdik. Bu, sistemin dokusuna işlemiştir. Marx [Kapital'in birinci cildinin 'İş günü' bölümünde-çn-]
Karl Marx, 150 yıl önce Kapital’i yazdı.
şöyle yazar: "Sermaye, bir vampir gibi yalnızca canlı emeği emerek yaşayan ve ne kadar çok yaşarsa o kadar çok emeği emen bir ölü emektir." Marx, Kapital'in birinci cildinin geri kalanını, argümanını katman katman inşa ederek, üretim sürecinin detaylandırılmış bir açıklamasını geliştirmek için kullandı. Örneğin Marx, iş gününün uzunluğuyla ilgili olan bölümde, erken dönem İngiliz fabrikalarındaki koşulların berrak bir açıklamasını yapar ve işçilerin giriştiği mücadeleleri anlatır. Marx'ın bu bölümde işçilerle özdeşleştiği oldukça açıktır. Bir yerde, kendilerinin üretim kapasitesini uzun vadede yok olma riskine sokan patronlarını protesto eden Londralı inşaat işçilerinin manifestosunu aktarır. Marx bu manifestoyu biliyordu çünkü o radikal bir gazeteci olarak bu meseleyi takip etmiş ve 1859-60 inşaat işçileri grevini desteklemişti. İşçilerin eylemi en sonunda, egemen sınıf içi bölünmeler ve farklı fikirlerle birlikte, devleti iş günü konusunda bir sınır belirlemeye itti. Ama işçilerin ne kadar süre sömürüleceği konusundaki çatışmalar, öğle yemeği arasının süresi üzerine mücadele eden her sendika aktivistinin bildiği gibi, devam etmektedir. Kapital'in birinci cildinde çok önemli başka bir tez vardır. Marx gösteriyor ki, üretim tekniklerindeki birbirini takip eden devrimler, işçilerin gelişmiş makinalarla birlikte birbirlerine yakınlaşabileceği daha büyük iş yerleri yarattı. Bu durum bugün hâlâ böyle: Britanya'da 2017'de işçiler tarafından kullanılan araç-gereçlerin ve makinaların değeri, her zamankinden daha büyüktür. Ve neredeyse işçilerin yarısı, 100'den fazla kişi çalıştıran iş yerlerindedir; bu, Marx'ın yaşadığı dönemdeki iş yeri ortalamasından çok daha büyük. İş gününü uzatmanın ya da insanları daha sıkı çalıştırmanın sınırlarına ulaşıldığında, kapitalistler kârlarını artırmak için başka yollar bulmaya çalışırlar. Bunu yapmalarının başlıca yolu, Marx'ın "birikim" dediği şeydir. Bu, işçilerden sömürülen artı değerin bir kısmının, daha hızlı
ve ucuza meta üretimi yapabilecek yeni ve daha etkili makinalara yatırılması sürecidir. Birikim Kapitalistler, kişisel kötülüklerinden ötürü birikim ve sömürü yapmaz. Aslında onlar "örnek bir yurttaş, belki bir RSPCA üyesi bile olabilirler" demişti Marx. Onlar bunu yaparlar, çünkü eğer yapmazlarsa piyasanın dışına itilirler ve kapitalist olmaktan tamamen çıkarlar. Yani bu kâr elde etme çılgınlığında, birikimin önündeki bütün engeller kırılmış olmalı. Yalnızca işçi hâkimiyetini kaybetmekle kalmaz; aynı zamanda sistem de tek tek kapitalistlerin kontrolünün dışındadır. İşte bu nedenle kapitalizm, dinamik ve hızlı değişen bir sistem olduğu kadar, büyük yıkıcı güçleri de içinde barındırır. Örneğin, bugün karşı karşıya kaldığımız ekolojik felâketin ciddi bir açıklaması için kapitalizmin özündeki sınırsız birikimi kavramak gerekiyor. Kapitalizm bir başka biçimde daha yıkıcıdır. Plansız ve kâr odaklı bir sistem olduğu için tekrar ve tekrar krize girer. Krizleri açıklayabilecek ana fikirler, Kapital'in ikinci ve özellikle (Marx hayattayken yayımlanamayan) üçüncü cildindedir. Marx, birikimin uzun vadede işçileri makinalar ile değiştirerek kârları azaltma eğilimiyle, sonunda kendi altını kazdığını göstermektedir. Marx ayrıca finansal sistemin doğuşunu ve krizleri nasıl büyütüp yaydığını incelemektedir. Bunun güncelliği, 2008'den bu yana büyük ölçüde durgun olan, bugünün finansal olarak şişmiş kapitalizminde yaşayan herkes için açık olmalıdır. Marx'ın kapitalistlerin basitçe ezenler olmadıkları konusundaki ısrarı da daha az önemli değildir. Kapitalistler ayrıca sömürdükleri işçilere bağımlıdırlar ve bu bizim onlara meydan okumak için gücümüzün en büyük kaynağıdır. Kapital, bizim kapitalizmi analiz etme çabalarımız için en iyi başlangıç noktası olmayı sürdürmektedir. Ama daha da iyisi, kapitalizmi devirmektir.
6 GÜNDEM
BEKA KAYGISI Suriye’de Baas rejimi, 2011 yılının Mart ayında başlayan devrimi ezmek için tüm askeri olanaklarını seferber edince, Kürt halkı 2012 yılının yaz aylarında bu boşluğu doldurmak için bir hamle yapmıştı. PYD, o günden bugüne, Rojava denilen bölgenin oldukça geniş bir kesimini fiili olarak yönetiyor. Türkiye devleti, çözüm sürecinin sürdüğü dönemlerde PYD ile ilişkiler kurmuş, sınırının hemen güneyindeki bu bölgenin geleceğinde kendisi de söz sahibi olmaya çalışmıştı. Ancak bu konuda bir uzlaşma sağlanamadı, çözüm süreci bitirildi, Türkiye devleti defalarca diplomatik ilişki geliştirdiği Rojava’nın yönetimini “terörist” ilan etti ve baş düşman olarak görmeye başladı.
YERLİ MİLLİ İSTİK ÖZGÜRLÜKÇÜ M
Tayyip Erdoğan, yıllar önce Irak’taki Kürtler için söylediği sözü, bu kez Suriye için dillendirdi ve “Kuzey Suriye’de bir devletin kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz” dedi. Böyle bir olasılığın Türkiye devletinin sınırlarını da tehlikeye sokacağı söylenilerek, giderek bir “beka kaygısı” dillendirilmeye başlandı. Türkiye devletinin son iki yıllık, ancak özellikle 15 Temmuz’dan sonraki politikaları, bu beka kaygısı etrafında şekillendiriliyor. Fakat yerli ve milli stratejinin en büyük açmazı da burada yatıyor: Beka kaygısını gidermek için girilen yol, hedeflediği hemen hemen hiçbir şeyi gerçekleştiremedi ve beka kaygısını derinleştirdi.
DIŞ POLİTİKADA SIKIŞMIŞLIK İktidar, Obama’yla varamadığı anlaşmayı yapabileceği heyecanıyla, ABD’nin yeni seçilen ırkçı başkanı Donald Trump’a başlarda oldukça olumlu yaklaştı. Ancak Tayyip Erdoğan’ın Trump’la görüşmesinin ardından, Suriye konusunda ABD ile yeni bir yola girilemeyeceği anlaşıldı. Aksine, ABD’nin IŞİD’i Rakka’dan temizleme Dış politikanın her cephesinde kriz var. hamlesinde ana partneri olarak gördüğü PYD’ye silah ve mühimmat sevkiyatı görülmemiş boyutlara ulaştı. 2016 yılında Batı bloku ile yaşanan gerginliğin sonucunda, henüz 2015 sonunda uçağı düşürülen Rusya, özür dilenerek tekrar müttefik hâline getirilmişti. Putin, 15 Temmuz konusunda Erdoğan’a en ciddi desteği veren dünya lideri oldu. Bunun sonucunda Astana görüşmeleri ile Türkiye, Suriye politikaları konusunda Esad’ın baş destekçileri olan Rusya ve İran hattına, PYD karşı bir ittifak kurma umuduyla yaklaştı. Ancak Eylül ayında yapılacak Astana zirvesi öncesi, Rusya’nın PYD’yi de bu görüşmelere katma talebini Türkiye’ye ilettiği iddia ediliyor. Üstelik, geçtiğimiz hafta, bizzat Tayyip Erdoğan bir kez daha Afrin’e operasyon sinyali verdikten hemen sonra Rus askeri güçlerinin bu bölgeye konuşlandığı bilgisi geldi. Özetle, iç ve dış siyasette tüm stratejinin devletin beka kaygısını gidermeye endekslenmesinin ardından, kısa bir süre Fırat Kalkanı’yla gösterilen varlık dışında hiçbir istenilen sonuca ulaşamadı. Tam aksine, Suriye Kürtlerinin uluslararası güçlerle olan müttefiklik ilişkisi daha da kuvvetlendi. Kuzey Suriye’de PYD’nin önderliğinde bir federasyonun kalıcı hâle gelmesi çok büyük bir olasılık hâline geldi. AKP ise an itibariyle hem sınırındaki bu oluşumla düşman hâle geldi, hem de içeride çözüm sürecini bitirip MHP ile ittifak yaparak kendi Kürtlerinin gözünde son derece olumsuz bir pozisyona düştü. Suriye’de önce Davutoğlu’nun Esad karşıtı stratejisi, sonrasındaysa yerli ve milli koalisyonun anti-PYD hattı iflas etti. Almanya ve diğer Batı bloku ülkeleriyle yaşanan sorunlar da hesaba katılırsa, dış politika istikrarsızlığın en sorunlu alanı hâline geldi.
Adalet yürüyüşü ve mitingi, siyasi dengeleri değiştirdi.
Yerli ve milli ittifak, Rojava’da Kürtlerin kendi kendileri-
ni yönetecekleri bir inisiyatifin Türkiye’nin iradesinden bağımsız olarak oluşmaya başladığının anlaşılmasıyla, devletin içinde kendini gösteren beka kaygısına yanıt olacak bir strateji olarak gelişmişti. 15 Temmuz’da bu yerli ve milli koalisyon, MHP’yi de içine alacak şekilde genişledi, çok daha sert bir Türk milliyetçiliği üzerinden yeniden şekillendi. Ancak, bundan henüz birkaç yıl önce “her türlü milliyetçiliği ayakları altına aldığını” söyleyen Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AKP ile milliyetçiliğin kalesi MHP ve devlet bürokrasisindeki bir dizi ulusalcı unsurun arasındaki bu ittifak, ciddi istikrarsızlık koşullarında yoluna devam etmeye çalışıyor. Anayasa Mahkemesi başkanının Tayyip Erdoğan’ın önünde eğilmesi, Şaban Dişli’nin AKP’de genel başkan danışmanlığına getirilmesi, cumhurbaşkanının Coca Cola simgesinin önünde verdiği poz, “lekelenmeme hakkı” etrafındaki tartışmalar, “racon kesme” uyarısı… Hükümet, hemen hemen her gün, muhaliflerinin üzerine gelebileceği bir başka açık veriyor veya bir sorunla karşılaşıyor ve bunlar sadece muhalefet cephesinde değil, AKP tabanında da etkili oluyor. Irak Kürdistanı’ndaki referanduma ilişkin tutumlarda
bir kez daha görüldüğü gibi, 15 Temmuz sonrası dönemin siyasi ortağı MHP ile ciddi görüş ayrılıklarına düşülüyor ve bu gerginlikler kamuoyunun önünde cereyan ediyor. Gündelik sorunların yanı sıra, OHAL uygulamalarının yarattığı mağduriyetler, dış politikada Batı’yla yaşanan gerilim, bunun sonucunda Rusya’ya yakınlaşmanın Suriye’de istenen sonuçları vermemesi, ekonomideki durgunluk gibi daha büyük meseleler de hükümeti sıkıştırıyor. Yerli ve milli koalisyon, tüm bunların basıncı altında, büyük bir belirsizlik ve istikrarsızlık ortamında ülkeyi yönetiyor. Siyasi istikrarsızlık ve muhalefet Yerli ve milli koalisyonun iki ana bileşeni, AKP ve MHP’nin teşkilatlarında da sorunlar büyüyor. MHP, uzun süredir Meral Akşener kanadının muhalefetiyle boğuşuyordu. Çok sayıda il ve ilçe teşkilatı bu yüzden kapatılmıştı. Şimdi ise bu kanadın kendi partisini kurma girişimi sonucu birçok yerelde kitlesel istifalar yaşanıyor. Referandumda parti tabanının önemlice bir bölümünü kaybeden Bahçeli’nin 2019’a giden süreçte teşkilatını ne kadar bir arada tutabileceği oldukça belirsiz. Benzer bir durum, referandumdaki kıl payı “Evet”in ardın-
GÜNDEM 7
KRARSIZLIK VE MUHALEFET OHAL UYGULAMALARI İstikrarsızlığı derinleştiren bir diğer unsur ise OHAL uygulamaları. KHK’larla mesleklerinden olan ve hapse atılan on binlerce insanla ilgili belirsizlikler, toplumun tüm kesimlerinde adalet duygusunun yok olduğuna dair yaygın bir kanaat oluşturdu. Birinci dereceden yakınlarının FETÖ’cü olduğu gerekçesiyle mağdur edilen çok sayıda insan varken, suçun şahsiliği savunmasıyla Şaban Dişli başkan danışmanlığına getirilebiliyor. 2018 yılında karar açıklamaya başlayacak olan OHAL mağduriyetlerini giderme komisyonu kimseye umut vermiyor. Akademide ve birçok kamu kuruluşunda yapılan tasfiyeler, meselenin yalnızca darbe tehdidini savuşturmakla ilgili olmadığını, yerli ve milli koalisyonun geri dönüşsüz bir temizliğe giriştiğini gösteriyor. KHK ile ihraç edilen üç çocuk annesi Sevgi Balcı’nın intihar etmesi, açlığa ve çaresizliğe mahkûm edilen kitlelerin yaşadıklarına dair iyi bir örnek teşkil ediyor.
GÖRÜŞ Roni Margulies
MİLLÎ VE YERLİ OYUNCAK ÜRETİMİ Biraz eski bir haber, ama ben yeni okudum, koltuklarım kabardı, 'millî duygularla doldu içim. "Millî ve yerli oyuncaklar" üretilecek! Bu haberi, gecikmeli de olsa, paylaşmamanın bencillik olacağını düşünüyorum. Düzce’de kurulması planlanan Oyuncak Organize Sanayi Bölgesi ile ilgili olarak Düzce Üniversitesi'nin yapacağı çalışmaları paylaşmak amacıyla üniversitede bir toplantı gerçekleştirilmiş. Haberi veren cevval muhabire göre, "Çocuklarımızın farklı ülkelerin ürettiği, başka kültürlerden çıkan, çizgi film karakterlerinden türeyen oyuncaklarla oynadığını ve bunlardan çok etkilendiğini ifade eden Rektör Prof. Dr. Nigâr Demircan Çakar, 'millî ve yerli oyuncak üretimi' konusunu çok önemsediklerini dile getirdi." Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı'ndan Prof. Dr. İbrahim Kılıçaslan yaptığı konuşmada, oyuncağın kültürel boyutunun da düşünülmesi gerektiğine vurgu yapmış. Oyuncak Organize Sanayi Bölgesinin sektörü motive edeceğini belirtmiş. Türk Plastik Sanayicileri Araştırma Geliştirme ve Eğitim Vakfı Başkanı Yavuz Eroğlu, dünya oyuncak pazarını etkileyen faktörler hakkında önemli değerlendirmelerde bulunmuş. Plastik ve oyuncak sektöründe sahtecilik ve kopyacılık sorunları olduğunu da dile getiren Eroğlu, oyuncaklarda "kendi karakterlerimizi" üretmemizin faydalı olacağını söylemiş. Proje için, Rektör Çakar başkanlığında farklı bilim dallarına mensup öğretim üyelerinin yer aldığı bir ekip oluşturulduğunu ifade eden Yrd. Doç. Dr. Uğur Hasırcı, tüm paydaşların katılımıyla "Değerlerimiz, Kültürümüz ve Çocuklarımız: Millî Oyuncak" başlıklı bir konsept çalıştayı planladıklarını söylemiş. Hasırcı, "Millî oyuncak" için ödüllü bir tasarım yarışması düzenleme çalışmalarının da başlamış olduğuna dikkat çekmiş. Çocuk oyuncakları gerçekten de önemli bir konu.
dan, AKP’de başka bir biçimde yaşanıyor. Tayyip Erdoğan “metal yorgunluğu” olduğunu ilan etti ve parti teşkilatlarında yenilenme istedi. Bunlar yapılırken, yolsuzluğa, kötülüğe, adam kayırmaya vs bulaşmış olanların ayıklanmasını talep ederek, bunların varlığını da kabul etmiş oldu. Muhalefet ise 2019’a daha moralli gidiyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Adalet Yürüyüşü ve sonunda gerçekleştirilen Maltepe mitingi, CHP kitlesinden çok daha geniş kesimlerin ilgisini çekmişti. Kürt halkının referandumdaki güçlü “Hayır”ı, tüm baskılara rağmen bölgedeki muhalefetin yaygınlığını gösterdi. İrili ufaklı grevler ve 1 Mayıs’taki kitlesellik, işçi sınıfının ve sendikal hareketin de bir muhalefet dinamiği olarak sahneye çıkabileceğini gösteriyor. Siyasi ve ekonomik istikrarsızlık koşulları, bir süredir hükümetin her gelişmeyi istediği gibi kontrol edip şekillendirememesine yol açıyor. 2019’a kadar işçi sınıfının haklarından kadınlara, barış mücadelesinden doğanın talanının durdurulmasına, ırkçılığın geriletilmesinden OHAL’in kaldırılmasına çok sayıda başlıkta yaygın ve birleşik mücadeleler inşa edilebilirse, AKP’yi demokratik temellerde geriletecek bir muhalefetin ortaya çıkma şansı bir hayli yüksek.
İşçi sınıfının örgütlü kesimleri baskılara rağmen mücadelede.
EKONOMİDE İSTİKRARSIZLIK Diğer yandan, OHAL’i grevleri yasaklamak için ilan ettiğini açıkça dile getiren Tayyip Erdoğan, her zaman olduğu gibi patronlardan yana tutum almaya devam ediyor. Ekonomik durgunluğu aşmak için sermaye sınıfına sürekli olarak yatırım teşvikleri veriliyor. Buna rağmen, 2017 yılının ilk yarısında kapanan şirketlerin sayısındaki artış, bir önceki yıla göre açılan şirketlerin sayısındaki artışın dört katı. TÜİK verilerine göre her beş gençten biri işsiz. Tüm toplumda işsizlik, Şubat ayında %12.6’ya kadar ulaştı. TÜİK’e göre nüfusun %22’si yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Asgari ücret enflasyon karşısında bir yılda %3.5 değer kaybetti. Bu koşullarda, işçi sınıfı birçok yerde kıdem tazminatının gaspına, grev yasaklarına, güvencesizliğe, taşerona ve özelleştirmelere karşı irili ufaklı grevler ve direnişler gerçekleştiriyor.
Oyuncaklar, çocuklara cinsiyetçiliği öğretmek için, kadınların mutfakta yaşayan, edilgen yaratıklar, erkeklerin ise atılgan, kahraman, eli silahlı ayılar olduğunu anlatmak için kullanılan çok temel araçlar. Bizde değilse de, Batı ülkelerinde ırkçılığın yaygınlaştırılmasında da oyuncakların yeri çok önemlidir. Avrupa'da bu konularda orta boy bir kütüphaneyi dolduracak kadar çok kitap yazılmış, araştırma yapılmıştır. Zaman zaman konu gündeme gelir, oyuncakların yansıttığı cinsiyetçiliğe, ırkçılığa karşı önlemler alınmaya çalışılır. Düzce Üniversitesi konunun önemine uyanmış, tebrik ederim. Meseleyi biraz kıçından anlamışlar, daha insancıl, evrensel değerlere daha uygun oyuncaklar değil, daha millî oyuncaklar peşinde koşuyorlar. O kadar olacak. Cumhurbaşkanı yay ve oklarla Malazgirt'te poz veren bir memleketin üniversitesi de böyle olur elbet.
8 GELENEK
EKİM DEVRİMİ’NDEN İLHAM ALMAK
BOLŞEVİKLER SAVAŞI NASIL BİTİRDİ? Orta Doğu’da 100 yıl önce iki emperyalist devletin arasındaki gizli anlaşmayla çizilen sınırlar, bugün isyanlar ve saldırılarla sarsılıyor. 1. Dünya Savaşı’nın ikinci yılı olan 1916’da Fransa ile İngiltere arasında gizli Sykes-Picot anlaşması imzalandı. Başta Rusya da bu gizli anlaşmanın ortağıydı, İstanbul ve boğazlar Rus hakimiyetine geçecekti. Fakat 1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi ile bu gizli anlaşma açığa çıktı. Bolşevikler, devlet arşivinde ele geçirdikleri gizli belgeleri İngiltere’de yayınlanan Guardian gazetesine sızdırarak ifşa ettiler.
1917 yılında devrimi başlatan kadın işçiler. VOLKAN AKYILDIRIM
Bolşeviklerin işi çok ama çok zordu.
Kapitalizmin kendi yapısından kaynaklanan krizler, yeni bir topluma geçiş seçeneğini de maddileştiririr.
İşçiler için de hayat zordu. Zorunlu askerliğe alınmayanlar savaşın ihtiyaçları için fabrikalarda çalışıyordu. Savaş tüm ekonomiyi tahrip ederken büyük şehirlerde kıtlık ve açlık krizleri yaşanıyordu.
2008’de patlak veren küresel ekonomik krizi takip eden dokuz yılda dünya ve Türkiye’de işler çivisinden çıktı. Müzakerenin çatışmaya, diplomasinin yaptırımlara, demokrasinin otokratik yönetimlere, küresel istikrarın korunmasının barış değil işgal ve savaşa yerini bıraktığı bugün olan bitenlerin taşıdığı vahşet, hakim sınıfların sistematik şiddetle yarattıkları yılgınlık kurulu düzenin krizini görmemimizi engellememeli. 1917 yılının Ekim’inde Rusya’da sosyalist devrimi gerçekleştirip, tarihin en demokratik ve özgürlükçü düzenini kuran Rus işçi sınıfından ve Bolşevik Partisi’nden ilham alabiliriz. Zorlu koşullar Rusyalı sosyalist Lenin, kapitalizmi bir zincire benzeterek, bu zincirin en zayıf halkası kadar güçlü olabileceğini düşünüyordu. 100 yıl önce küresel kapitalizmin zayıf halkası, Rusya’ydı. 1914’teki Birinci Dünya Savaşı, Bolşevik ve enternasyonalist azınlık dışında, tüm politik akımlar tarafından coşkuyla karşılanmıştı. İşçi sınıfı tarafından desteklenen sol partiler ise şovenizm rüzgarına kapılmıştı. Çarlık, o güne dek kurulan en baskıcı yönetimlerden biriydi. Lenin’in deyimiyle “otokratik bir polis devletiydi.” Devrimci partiler, 1905 devriminin yarattığı geçici durum dışında açıktan örgütlenemiyordu. Savaş yönetimi ile birlikte tüm haklar askıya alındı. Milliyetçi histeriye kapılan kitleler başta bu savaşın kendi savaşları olduğunu düşündü. Bu koşullarda savaşa karşı mücadeleye atılan, bunu hem fabrikalarda hem askeri birlikler içinde yaygın olarak gerçekleştiren
Bu koşullara bakan pek çok kişi Rusya’da değişimin çok uzak olduğunu düşündü. 1916 yılının sonunda, sürgündeki Bolşeviklerin toplantısında konuşan Lenin devrimin uzak bir gelecekte mümkün olabileceğini söylemişti. İki ay sonra despot Çarlık devleti, başını kadınların çektiği işçilerin kendiliğinden ayaklanması ile yıkılacaktı. Marx, krizlerin devrimci olasılıkları bağrında taşıdığını söylerken, işçi sınıfının devrimci potansiyellerine bakıyordu. Bir tarım ülkesi olan Rusya’da büyük şehirlerde yoğunlaşan sanayi, ekonominin belkemiğiydi. Buralarda çalışan işçiler, ekmek ve adalet taleplerini kazanmak, korkunç savaşı durdurmak için üretimden gelen güçlerini kullanarak, despot devlete son verdiler. Mücadele değiştirir Yüz yıl önce bugünkü yaygın eğitim yoktu. Üniversiteye gidebilenler nüfusun çok küçük bir azınlığıydı. Rus işçilerinin çoğunluğunun eğitimi ilk öğretim, okuma-yazma öğrenmek ile sınırlıydı. Rus işçi kitleleri dindardı. Hakim ortodoks inancın yanı sıra aralarında bir çok farklı cemaatin üyeleri de vardı. Rus milliyetçiliği, anti-semitizm ve cinsiyetçilik işçi sınıfının saflarında yaygın görüşlerdi. 1917 yılı Şubat’ında Çarlık rejimine son veren ve Ekim ayında kendi doğrudan örgütlenmeleriyle iktidar olan Rus işçi sınıfı bunu nasıl başardı? Maddi koşulların değiştirilmesi için verilen
mücadelede, cahil ve kaba görülen işçi kitleleri değişir. 1917 deneyimini müthiş kılan, sıradan insanların devrimci mücadele içinde değişimidir. Bugünkü işçi sınıfına bakıp, ‘bunlardan hiçbir şey olmaz’ diyenlerin görüşü her seferinde yanlış çıkmaya mahkumdur. Devrimci partinin gerekliliği 1917’de Rusya’da gerçekleşen devrim, dünya devrimi dalgasının ilk adımıydı. 1918’de Almanya’da, 1919’da Macaristan’da, 1921’de İtalya’da, 1923’te yine Almanya’da, 1927’de Çin’de de işçi sınıfı ayaklandı. Fakat bu ayaklanmaların her biri başarısız oldu. Başarısızlıklarının nedeni, Rus işçi sınıfının sahip olduğu Bolşevik Partisi gibi bir araca sahip olmamalarıydı. Mevcut parti ve liderlikler, Bolşevik partisinin mücadele içinde işçi sınıfını birleştirmek ve kazanmak için hayata geçirdiği yönetimi izleyemedikleri ya da izlemeyi reddetikleri için dünya devrimi yenildi. Tek bir ülkeye sıkışan Rus devrimi de Stalinizm tarafından boğazlandı. 1917 yılındaki büyük toplumsal krizin içinde Lenin ve Troçki’nin liderliğindeki Bolşevik Partisi olmasaydı, diğer siyasi liderliklerin istediği olacaktı: Savaşın devamı, devrimin bastırılması, burjuvazinin kendi düzenini kurması. 2011 Arap devrimleri bu acı tecrübeyi bize yaşarken gösterdi. Ekmek, adalet ve özgürlük için ayaklanan Ortadoğu işçilerini birleştirecek, mücadelelerine ve örgütlenmelerine yardım edecek, onların acil taleplerini savunacak devrimci partiler olmadığı için, devrimler kendisine yabancı ve karşı olan güçler tarafından kolayca çalındı. 1917 Ekim Devrimi ve 2011 Arap devrimlerinin dersleri, Türkiye işçi sınıfı için hayati önemdedir. Zor koşullardan yeni bir toplumu çıkarabilmek için örgütlenmeliyiz.
Rus işçi sınıfının talepleri doğrultusunda savaştan çekilme kararı aldılar. 1917 yılı boyunca hem burjuva partileri hem de ılımlı sol savaşın devam etmesinden yanayken, buna karşı çıkan tek parti Bolşeviklerdi. İnatçı savaş karşıtı kampanyaları sırasında hain, Alman ajanı ve casus ilan edildiler. Hapislere kapatıldılar, haklarında görüldüğü yerde vurun emri bile çıktı. Rus işçi sınıfının Alman sınıf kardeşleriyle savaşmayı reddedip, kendi hakim sınıflarına karşı mücadele etmeyi seçmesi sonucu kurulan tarihteki ilk işçi devleti, Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesini de sağladı. 2011’de gerçekleşen Arap devrimleri ise emperyalist devletlerin dayatması olan Orta Doğu’daki kurulu düzenin, emekçi sınıflar tarafından aşılmak istenmesi, çoğulcu, demokratik, özgürlükçü bir Orta Doğu devrimi fikrinin canlanışıydı. Bir kere düzen sarsılmaya görsün, işler karışır, hakim sınıflar toparlanır toparlanmaz saldırıya geçer. 1917 Şubat ayında gerçekleşen kendiliğinden devrim, Bolşeviklerin inatçı siyasi kampanyalarıyla sosyalist devrime bağlanmasıydı Rus işçi sınıfı da Orta Doğulu işçilerle aynı kaderi paylaşacaktı. 1917 Eylül ayında gerçekleşen General Kornilov’un darbesini püskürten Bolşevikler, kitlelerin aklını ve kabini kazandığı gibi devrimci partinin yeni bir topluma geçişte üstleneceği rolü başarıyla uyguladılar. Savaşın getirdiği ekonomik ve insani yıkıma karşı tepki üzerine yükselen, bir ekmek ayaklanması ile başlayan sürecin sonucu olan Ekim Devrimi’nin dersleri Orta Doğulu işçilerin bir sonraki hamlesinde yol gösterici olabilir.
EMEK GÜNDEMİ
KAMU EMEKÇİLERİ BİRLEŞİRSE KAZANIR
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
İŞÇİ SINIFININ EN ÖNEMLİ TALEBİ “OHAL KALDIRILSIN” OLMALIDIR Memur-Sen, AKP hükümetinin enflasyon oranının altında ve kendi tekliflerinin yarısı dahi etmeyen zam teklifini kabul etti. Toplu Sözleşme görüşmelerinde 2018’in ilk altı ayında yüzde 10, ikinci altı ayında yüzde 6 zam talep eden Memur-Sen, AKP’nin yaptığı 2018 yılının ilk altı ayı için yüzde 4, ikinci altı ayı için ise yüzde 3,5 zam teklifine razı oldu. Böylece Memur-Sen’in işlevinin kamu emekçilerinin haklarını değil, egemenlerin çıkarlarını savunmak olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Aynı zamanda işçileri satış sözleşmesi imzalayan hükümete yakın sendika başkanları, kendi tabanlarından hiçbir basınca maruz kalmadılar. Ülkeyi KHK'larla yöneten AKP iktidarı geçtiğimiz dönemde pek çok grevi yasakladı. Şimdiye kadar aralarında Akbank, Şişecam, Erdemir, MESS’e üye işyerleri, Petlas gibi pek çok yerde grevler "milli güvenliği bozucu nitelikte" ve "genel sağlığı bozucu nitelikte" gibi bahaneler öne sürülerek yasaklandı. AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan MÜSİAD Genel Kurulundaki konuşmasında "OHAL'le birlikte grev tehdidini engelledik" demiş ve işçilerin yasal hakkı olan greve bakışını adeta itiraf etmişti. Tıpkı darbeyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan on binlerce emekçinin kamu görevinden ihraç edilmesinde olduğu gibi, grev hakkına ilişkin bu son değerlendirmeler, bir kez daha OHAL’in asıl olarak emekçilere karşı kullanıldığını ortaya koymaktadır.
KHK’larla işten atılan kamu emekçileri eylemde, Bakırköy-İstanbul.
Kamu çalışanlarının toplu iş sözleşmesinde hükümetin %3+%3’lük teklifi karşısında Memur-Sen “Bu teklife kapalıyız” dövizleriyle protesto ederek masadan kalkmıştı. Ancak kısa süre sonra, Memur-Sen liderliği, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile de görüştükten sonra 2018 yılı için yüzde 3,5+4 2019 yılı için yüzde 4+5 zammı kabul etti. Oysa bir önceki toplu sözleşmede kamu emekçisi ve emeklilerine 2016 için yüzde 6+5, 2017 için de yüzde 3+4 zam verilmişti. Üstelik Memur-Sen, bu yıl “AKP’nin 16. yılında %16 zam” parolasıyla yola çıkmıştı. Bu sözleşmeyi imzalayan Memur-Sen,
2015 yılında “kamu sendikacılığının en büyük problemi” olarak diğer iki konfederasyonun, Kamu-Sen ve KESK’in kanuni hakkını kullanarak toplu sözleşme görüşmelerine temsilci göndermesini göstermişti. 2 milyon 431 bin 228 memurdan 1 milyon 684 bin 323'ü sendikalı. Bunların yaklaşık bir milyonu Memur-Sen üyesi. Türkiye Kamu-Sen’in 395 bin 250, KESK’in ise 167 bin 403 üyesi bulunuyor. Memur-Sen açık ara en büyük kamu emekçileri sendika konfederasyonu. Fakat liderliği, bütünüyle hüküme-
İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n Daha önce grev kararı hükümet tarafından yasaklanan Banka ve Sigorta İşçileri sendikası üyeleri, bu kez de Akbank yönetiminin tehditleriyle karşı karşıya. Son bir buçuk ayda 800 sendika üyesi, Akbank’ın tehditleri sonucu istifa etmek zorunda kaldı. n KESK üyesi kamu emekçilerinin ihraçlara, sürgünlere ve KHK’lara karşı Bakırköy ve Kadıköy’de gerçekleştirdikleri eylemler 29. haftasında da devam etti.
te angaje. Öyle ki, istedikleri yüksek zam oranını, ancak AKP’nin yaşıyla meşrulaştırmaya çalışabiliyorlar. Hükümet ise kamu emekçilerine yeterince zam yapmamasının yanı sıra 657 sayılı yasa aracılığıyla iş güvencesine de saldırıyor. Egemen sınıfın saldırıları ancak birleşik bir mücadeleyle püskürtülebilir. Kamu emekçilerinin en mücadeleci kesiminin, buna karşı AKP’li kamu çalışanlarını da bu saldırılara karşı pozisyon alacak, dolayısıyla Memur-Sen’in tabanını da liderliğine basınç uygulayacak veya oradan koparacak bir hatta çekecek bir strateji geliştirmesi gerekiyor.
n Toplu sözleşme görüşmelerindeki tıkanmanın sonucunda başlayan Aroma işçilerinin grevi devam ediyor. n Düzce'de kurulu bulunan Tekno Maccaferri fabrikasında grevde olan metal işçileri, fabrikadan kamyon ve TIR’ların çıkışına engel oldukları gerekçesiyle zor kullanılarak gözaltına alındı. n Zonguldak'ta TOKİ konutları inşaatında çalışan taşeron işçilerin, bayram öncesi iki aylık ücretlerinin ödenmemesi nedeniyle vinç kulesine çıkarak yaptıkları eylem kazandırdı. n Petrol-İş Sendikasında örgütlendikleri için işten atılan Akkim Kimyasal Yapı işçilerinin İstanbul Hadımköy’de fabrika önünde başlattığı direniş bir ayı geride bıraktı.
Hükümetin bugünlerde uygulamaya koyduğu bir başka zulüm politikası da, iki sene önce iş bırakanları sürgün etmek oldu. Eğitim-sen üyesi 1000 civarında öğretmen can güvenlikleri hiçe sayılarak doğu illerinden batıya sürüldü. Öğretmenlere hangi kentlere gideceği bile söylenmeksizin, sadece sürgün edildikleri telefonla bildirildi. Bir nevi yeni bir Şark Islahat Planı uygulamaya kondu. Bütün yaşadığımız olumsuzlukların en önemli sorumlusu 20 Temmuz 2016’dan beri devam eden Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamalarıdır. OHAL egemen sınıf için her şeyi kolaylaştırıyor. Grevler yasaklanıyor, grevci işçiler gözaltına alınıyor, toplu sözleşmeler hükümetin istediği gibi imzalanıyor, öğretmenler sürgün ediliyor. Bu yüzden patronlara cennet, işçilere yoksulluk olarak devam eden OHAL’in sona ermesi, işçi sınıfının bütün kesimleri için aşağıdan bir talep olarak öne çıkartılmalıdır.
n İstanbul Esenyurt’ta bulunan bir inşaatın şantiyesinde, işçilerin ödenmeyen ücretleri için bir haftadır sürdürdüğü iş bırakma eylemi sonuç verdi. İşverenin ödeme sözü vermesi üzerine eylem sonlandırıldı. n Metal iş kolunda 117 bin üyesi bulunan Türk Metal sendikası, MESS ile başlayacak toplu sözleşme görüşmelerinin taslağını açıkladı. Buna göre, sendika, ücretlerde %38’e varan zam istiyor. İşçiler ise bu talebe sendikanın iş yeri temsilcilerinin bile inanmadığını, Türk Metal’in daha önce %6’lara imza attığını hatırlatıyorlar. Ancak 2015’teki gibi bir sendikadan istifa ve grev dalgasının başlamaması için, Türk Metal’in çok düşük bir sözleşmeye imza atamayacağı kanaati de yaygın.
10
SİNEMA
DİSTOPYA VE HAYAL KIRIKLIĞI ARASINDA DEVRİMİN GÜNCELLİĞİ
TOPLANTI DUYURULARI 8 Eylül Cuma Kadıköy Kore krizi: Silahlanmanın sorumlusu kim? Konuşmacı: Çağla Oflas Şişli Kore krizi: Silahlanmanın sorumlusu kim? Konuşmacı: Deniz Güngören
12 Eylül Salı İzmir Atölye: Faşizm Nedir?
14 Eylül Perşembe Kadıköy Dünyada Yükselen Antisemitizm Konuşmacılar: Işıl Demirel- Özdeş Özbay
Conquest of the Planet of the Apes (1972) FOTİ BENLİSOY
Bizde nedense “Maymunlar Cehennemi” diye adlandırılan “Planet of the Apes” serisinin 1972 yılında gösterime giren dördüncü filmi “Conquest of the Planet of the Apes”, orijinal serinin muhtemelen en politik bölümüdür. J. Lee Thompson’un yönettiği filmde, köleleştirilmiş primatların mevcut otoriter iktidara karşı devrimci kalkışması anlatılır. Dönemin siyah ayaklanmalarına göndermelerle dolu filmde devrimci lider Caesar, hangi hakla ayaklanıp şiddete başvurduğu sorusuna, “kölenin kendini ezeni cezalandırma hakkıyla” diye cevap verir. 1968’de çekilen ve aslında “The Twilight Zone – Alacakaranlık Kuşağı” serisinin bir bölümünü fazlasıyla andıran final sahnesiyle zihinlere kazınan “Maymunlar Cehennemi”nin bu düşük bütçeli devam filmi, serinin siyaseten en sert, en kışkırtıcı bölümüdür. 2011 yılından itibaren gösterime sokulan yeni serinin, politik göndermeleri itibariyle çok daha muğlak satılabilecek ilk filmlere değil de büyük ölçüde bu filme dayanan bir olay örgüsüne yaslanması, sivil haklar hareketinden kölecilik ve toplama kamplarına bir dizi açık politik göndermeye başvurması ilginç. Neticede “Games of Thrones” ya da “House of Cards” gibi dizilerin neoliberal devre has politik sinizminin bir hayli popüler olduğu bir devirde kitle endüstrisinin bu türde “devrimci anlatılara” yönelmesi yabana atılır şey değil. Üstelik bu, “Maymunlar Cehennemi” ile sınırlı bir durum da değil. “Yıldız Savaşları” serisinin en politik filminin Jedi’ların ya da galaksiyi selamete erdirecek hanedanların esamisinin okunmadığı “Rogue One” olması bir tesadüf olmasa gerek. 2016 yılında gösterime giren ve ilk defa “sıradan direnişçinin” bakış açısını gündeme getiren filmde, “İmparatorluk böyle bir güce sahipse ne şansımız olabilir ki?” sorusunu “mesele şansımızın değil tercihimizin ne olduğu” diye cevaplayan, “isyanlar umut
üzerine kurulur” diyen Jyn’inki, bu epik uzay operasından çıkan belki de en güncel, en radikal ses değil mi? Ya ilki 1979 yılında çekilen post apokaliptik aksiyon serisi Mad Max’in yine en politik, en “solcu” devam filminin 2015 yılında gösterime giren “Fury Road” olmasına ne demeli? Mad Max serisinin evvelki filmleri artan suç oranları, toplumsal çözülme ve medeniyet yıkımına dair orta sınıf/beyaz korkuları yansıtan yapımlarken “Fury Road”un ekolojist ve feminist temalarla bezeli olmasını neyle izah etmeli? Belli ki devrimci anlatılar “gişe yapıyor”. Devrim teması, devrimci bir toplumsal dönüşümün mümkünlüğü ya da muhtemel istikameti gibi başlıklar, “kökü gelecekte isyanlar” şeklinde beyaz perdeye aksediyor. “Hunger Games” gibi yavan örnekler de proletaryanın mevcut devlet mekanizmasını zaptetmekle yetinemeyeceği, onu parçalaması gerektiği temasına pas veren “Snowpiercer” da hep son yılların bu “dalgasının” emareleri. Bu adı konmamış, konması da mümkün olmayan “dalganın” (modanın/hevesin) kitle kültürü endüstrisinin devrim temasını yağmalaması, onu banalleştirmesi anlamına geldiğini söyleyenler elbet olacaktır. Böyle bir riskin olmadığı, bu bakış açısında bir doğruluk payı olmadığı söylenemez elbette. Diğer yandan bu devrim/ayaklanma anlatılarının ardında, şimdi geri çekilmiş görünen ama birkaç yıl önce “meydan hareketlerinden” Arap ayaklanmalarına siyasal iklimi belirleyen küresel radikalleşme dalgasının, özellikle de Amerika’da gözlemlenen siyasallaşmanın etkisinin olduğu da aşikâr. Ancak sinema endüstrisindeki bu kısmi politizasyonu sadece “dar anlamda” siyasal konjonktürün etkisiyle açıklamak da pek doğru olmayacaktır. Film endüstrisinin devrim/ayaklanma temasında bir “damar” bulması, belki de geç neo-
liberal zamanlara has bir kolektif ruh/düşün durumuyla bağlantılı. Bir yandan her şeyin olduğu gibi kalmasının ancak daha büyük felaketlere, muhtemel bir distopik geleceğe yol vereceği düşüncesi giderek yaygınlık kazanıp adeta ana akımlaşıyor. Günümüze kıyasla çok daha “iyimser” bir zaman aralığı sayılabilecek 1960’ların ortasında çekilmeye başlanan Gene Roddenberry’nin “Uzay Yolu” dizisinde karşımıza çıkan, insanlar ve türler arası uyum, barış ve rasyonel ilişkilerin hâkim olduğu gelecek vizyonundan ışık yılları mesafede olduğumuz açık. Ancak diğer yandan ve bu distopik bilince karşın Jameson’a atfedilen o meşhur tabirle “dünyanın sonunun akıllara getirilip, kapitalizmin sonunun düşünülemediği” bir çağdayız. Bu söz, iki tarihsel yenilginin (ilki, neoliberalizmin otuz küsür yılda işçi hareketinin 150 yılda yarattığı birikimi onulmaz derecede tahrip etmesi; ikincisi ise sosyalizmin, yani kapitalizme bütünsel bir alternatifin yaşadığı itibar yitimi) yükünü üzerimizden atamadığımız koşullarda ürkütücü bir gerçeklik kazanıyor. İşte sinema endüstrisinin popüler isyan anlatıları, yaygın distopik bilinçle siyasal hayalkırıklığı ve kolektif güçsüzlük arasındaki bu gerilimli alanda hayli verimli bir “damar” yakalamış sayılabilir. Beyaz perdedeki isyan hikâyeleri, tam da bu gerilimi/çelişkiyi bir an için olsun tahayyül dünyamızda aşma olanağı veriyor. Çünkü belki de ancak Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi”nin başlangıcındaki sözleriyle, yani “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana” diye tanımlanabilecek çağımızda, yeni devrimci anlatılara, devrimci mitlere, sembollere, kahramanlara ihtiyacımız var.
Üsküdar Otoriter yönetimler, popülizm ve faşizm Beyoğlu Kadınların katili: Aileyi güçlendirme politikaları Konuşmacı: Meltem Oral Ankara Otoriter yönetimler, popülizm ve faşizm Konuşmacılar: Aybars Yanık Can Irmak Özinanır
15 Eylül Cuma Fatih Sabra ve Şatilla katliamının yıldönümü: Filistin halkının özgürlük mücadelesi Konuşmacı: Roni Margulies Şişli Otoriter yönetimler, popülizm ve faşizm Ankara: Konur Sokak 14/13 Kızılay Beyoğlu: Leylek Cafe, İstiklal Caddesi, Küçük Parmakkapı Sokak, No 15 Kat 3 Fatih: Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31 Kadıköy: Serasker Caddesi, Nergis Apt. No:88 Kat:3, Şişli: Nakiye Elgün Sokak, No: 32/3 Osmanbey İzmir: Kıbrıs Şehitleri Caddesi, 1462. Sokak 20/1
AKTİVİZM
11
TEHLİKELİ GERGİNLİK DEĞİL IRKÇI SALDIRILAR VAR! “Bizim Mehmetimiz El Bab’da, Suriye’de şehit oluyor. Ama Türkiye’ye gelen Suriyeli erkeklerin yaş aralığına baktığımızda, 15 ila 44 arasında 819 bin 350 askere alınabilecek erkek, Türkiye’de kafelerde, pub’larda Türk kızlarıyla geziyor” demişti. Yine MHP’nin muhalif kanadında yer alan Sinan Oğan da "Mültecinin sahilde, plajda, büyükşehirde AVM'de ne işi var?” sözleriyle Suriyeli mültecileri açık hedef haline getirmişti.
ÇAĞLA OFLAS
Geçen üç ayda, Adana, Konya, Mersin, Sivas, Ankara, Sakarya ve İzmir’de ırkçılar Suriyelilere saldırdı. Saldırılar nedeniyle yüzlerce aile evlerini terk etmek zorunda kaldı. Ölümler ve yaralanmalar meydana geldi. Temmuz ayında Sakarya’da genç hamile bir kadın, tecavüz edilerek, 10 aylık bebeğiyle birlikte öldürüldü. Birkaç gün önce Mersin’de iki kadın ırkçı cinayet sonucu öldürüldü. Sakarya’da öldürülen genç kadının ardından eşinin, “onların canını ve namusunu korumak için buraya gelmiştim, artık gerek kalmadı” sözleri Suriye’li mültecilere cehennem hayatı yaşatıldığının önemli bir kanıtı.
Irkçılığı durdurabiliriz
Irkçı cinayetlerde ve saldırılarda medyanın önemli ölçüde sorumluluğu var. Ana akım medya, ırkçı saldırıları, birbiriyle ilgisi olmayan olaylarmışçasına, asayiş meselesi olarak yansıtmakta. Oysa tüm saldırıların ortak noktasının Suriyeliler olması cinayetlerin ve saldırıların ırkçı niteliğini apaçık ortaya koyuyor. Buna rağmen ana akım medya giderek dozajı artan ırkçılığı gizlemekte. Olayları en hafifinden “tehlikeli gerginlik” olarak vermekte.
Medyanın servis ettiği ırkçı fikirlere karşı mücadele etmek, ırkçı saldırılara karşı kalabalıklarla sokağa çıkmak çok önemli ve gerekli. Ancak başka işler de yapmak gerekiyor. Suriye’de sürmekte olan emperyalist savaş mevcut sorunun daha da derinleşmesine yol açmakta. Hükümet mülteciler için Avrupa’dan yeterli kaynak gelmediğinden şikâyet ederken, Suriye’ye deki savaşa milyarlarca para aktarıyor. O nedenle Avrupa ve Amerika’daki ırkçılık karşıtı hareket gibi, ekonomideki kötü gidiş, anti demokratik uygulamalar ile savaş arasında bağ kuran, savaşa ve yoksulluğa karşı Suriyeli mültecilerle dayanışan bir hareket inşa etmemiz gerekiyor.
Daha da vahimi, Suriyeli mülteciler medya tarafından hedef alınmakta. Suriyelilere ilişkin ayrımcılık içeren haberler yapılmakta. Suriyeliler dilencilik, taciz gibi suçlamalar üzerinden kriminalleştirmekte. Medya, kiraların düşmesinden, işsizlik rakamlarının artmasından, esnafın kepenk kapatmasından, Suriyeli mültecileri sorumlu tutmakta. Öyle ki, mülteci statüsü bile tanınmayan Suriyelilerin seçmen yapılarak iktidar partisine oy vereceği haberleri bile medyada yer alabildi.
Öte yandan işçi sınıfının ırkçılığa karşı mücadelede merkezi bir önemi var. Altıncı yılında, Suriyeli mültecilerin sayısı neredeyse 4 milyona ulaştı. Gaziantep, Hatay, Adana, Urfa, Mersin gibi bölgelerin demografik yapılarının dönüşmesine yol açtı. Patronlar mevcut durumu istismar ederek, işçiler arasında rekabet ortamı yaratmaktalar. Suriyeli mülteciler, güvencesiz, ağır koşullarda, düşük ücretlerle çalıştırırken, Kürt ve Türk işçiler üzerinde basınç oluşturmaktalar.
Medya mültecileri hedef göstermekte
Siyasiler de sorumlu Suriyelilere ilişkin ırkçı tutum medya ile sınırlı değil. İktidarından, ana muhalefet partisine siyasetçiler, Suri-
KADINLAR ÇOCUK BAKTIĞI İÇİN ÇALIŞAMIYOR
Irkçılığa karşı mücadele eden aktivistlerin sayısı çoğalmalı.
yelilere ilişkin ırkçı ve nefret barındıran dil kullanmaktan imtina etmemekte. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu her fırsatta Suriyelileri geri göndereceğini söylemekte. CHP’nin Dış Politikadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Meclis’te düzenlediği bir basın toplantısında
ZEHRA EREN
Türk Girişim ve İş dünyası Federasyonu (Türkonfed)’nun Mart ayında yayınlanan “iş dünyasında kadın” raporunda, TÜİK istatistiklerine de dayanarak verilen rakamlar kadın istihdamı konusunda çarpıcı bilgiler sunuyor. Raporda ücret eşitsizliği, işten ayrılma gerekçeleri, bakım hizmetleri ve sosyal güvenlik konusunda rakamlara yer verilirken kadınların işgücüne katılımı için ‘sermayenin’ önerileri sıralanıyor. Ücret eşitsizliği yani aynı işi yapan kadınların erkeklerden daha az ücret alıyor olması domino taşı etkisi gibi birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Yani “eşit işe eşit ücret” talebi sadece iş hayatındaki cinsiyet eşitsizliğine karşı değil aynı zamanda kadınların gündelik hayatta omuzlarına yüklenen bir dizi sorunun da hafifletilmesi için önemli bir talep. Özellikle düşük gelir grubundaki kadınlar arasında yarı zamanlı çalışma ve ek iş arama oranı diğer kadınlara ve erkeklere göre artış gösteriyor. Ücretlerin yetersizliği üzerine ‘ev işleri’ binince kadınlar işlerinden ayrılmak zorunda kalıyor. TÜİK’e göre küçük çocukların yüzde 86’sına annesi bakarken yalnızca yüzde 2,8’lik bir kesim kreş veya anaokuluna gönderebiliyor.
Bu nedenle işçi sınıfı içinde Kürt, Türk ve Arap işçilerin ortak çıkarları olduğunu anlatmak, “eşit işe eşit ücret” talebi üzerinden bir mücadele yükseltmek ırkçılığa karşı mücadelede önemli bir adım olacaktır.
Özel kreşlere hane bütçesi yeterli gelmezken devletin sağladığı hizmet de yetersiz ve erişilebilir değil. Aynı şey yaşlı/engelli bakımı için de geçerli. Ücretsiz, yeterli ve erişilebilir bakım hizmetlerinin olmaması kadınların çalışması önünde engel. Rapora göre her yıl 120 bin kadın çocuk veya yaşlı bakımı nedeniyle işinden ayrılmak zorunda kalıyor. 2015 rakamlarına göre yaşlı-çocuk bakımı oranlarının dışında 1 milyon kadın, temizlik, bulaşık gibi ev işleri nedeniyle iş aramıyor. İşverenler bu manzaradan iş gücü verimliliğinin arttırılması adına ders çıkarırken hükümetten bu sorunu çözmesini talep ediyor. Hükümetin ise sosyal devlet anlayışından fersah fersah uzak olduğu malum. AKP konuyu koşulsuz, erişilebilir bir hak olarak sosyal devlet politikası yerine kendi iktidarının varlığına tabi lütuf hizmetleri olarak ele alıyor. Ayrıca sosyal devlet politikası olarak uygulanması gereken hizmetleri ‘özel alanlara’ havale edecek formüller peşinde. Çocuk bakımını kadınların omzundan almak için kreş hizmetine bütçe ayırmak yerine ‘babaanne maaşı’ önermesi hükümetin soruna yaklaşımının en net örneği oldu.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
İKLİM DEĞİŞİYOR BİZ DURDURABİLİRİZ NURAN YÜCE
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ DEVAM EDERSE
Geçtiğimiz Ağustos ayında yine dünyanın muhtelif bölgelerinde iklim değişikliğinin şiddetlendirdiği aşırı hava olayları yaşandı. Bu hava olayları o kadar ekstrem bir hale gelmeye başladı ki örneğin, şimdiye kadar düşen yağış oranlarının görsellerinde kullanılan renk skalasını Ağustos’ta ABD’nin Texas eyaletini vuran Harvey kasırgası değiştirdi. 28 Ağustos tarihinde ABD Ulusal Meteoroloji Ajansı bu değişikliği “Çok fazla yağış düştüğünden, renk skalasını güncellemek zorunda kaldık” tweete ile tüm dünyaya duyurdu.
ABD’den kimi üst düzey sorumlu kişiler Harvey kasırgası ile ilgi “Böyle bir olaya daha önce tanık olmadık. Böyle bir şeyi önceden tahmin edemezsiniz. Böyle bir şeyi önceden tahmin etmeyi hayal bile edemezsiniz” ve “120 cm’e varan yerel yağışlar Texas tarihinin tüm rekorlarını geçecek. Bu yağışın yoğunluğu ve derinliği daha önce deneyimlediğimiz her şeyin ötesinde” diyor. Fosil yakıtların (kömür, petrol, doğalgaz) kullanımı ve arazi yapısındaki radikal değişim (orman ve sulak alanların yok olması) atmosferdeki karbondioksit oranını artırıyor, artan karbondioksit miktarı da gezegenin sıcaklığının artmasına yol açıyor. Şu ana kadar küresel ölçekte yaklaşık 1 santigrat derecelik ısı artışı oldu. Ve Harvey kasırgasını şiddetlendiren bu 1 derecelik artıştı. Temmuz 2017’de 407 ppm’e geçen karbondioksit oranı ile 1,5 derecelik sıcaklık artışı garantilenmiş durumda. Karbon emisyonları artmaya devam ediyor. 2 derecelik ısı artışının ya da daha üstünün nasıl yıkımlara neden olabileceğini öngöremiyoruz.
Ölümcül kasırgalar, yangınlar Harvey kasırgası, ABD’de son 50 yılın en büyük afeti olarak nitelendiriliyor. Bu en büyük felaketin bilançosu ise bir milyondan fazla kişinin evlerini terk ederek barınaklarda yaşamasına, yaklaşık 200 bin evin sular altında kalmasına ve 50 kişinin ölümüne yol açtı. Kasırganın en etkili olduğu yer ise ABD’nin Texas eyaletinin petrol- ticaret merkezi ve ABD’nin beşinci en büyük nüfuslu Houston kenti oldu. 600 milyar dolarlık milli geliri ile Polonya, Taylant ve Nijerya gibi birçok ülkeden daha fazla gelire sahip, bir başka ifade ile tek başına bir ülke olsa dünyanın 30’uncu büyük ekonomisi olabilecek Houston’da kasırganın ekonomiye maliyetinin de 150-180 milyar doları bulabileceği söyleniyor. ABD’nin enerji, sağlık, kimya ve ulaşım sektörlerinin önemli merkezi ve ABD’li her 12 işçiden birinin yaşadığı bir bölgede kasırga her şeyi yerle bir etmiş durumda. “İklim değişikliği ABD’nin rakiplerinin uydurmasıdır” diyen ABD’nin iklim inkârcısı başkanı Donald Trump ise bu yıkım tablosunun karşısında Beyaz Saray’da dua ederken, kendi kişisel servetinden 1 milyon dolar bağış yapacağını müjdeledi! Harvey kasırgası Texas’ı yıkıma uğratırken ABD’nin batı eyaletlerinde de 56 farklı bölgede orman yangınları vardı. Birçok yerde orman yangınları nedeniyle olağanüstü hal ilan edildi. Yine Ağustos ayında Hindistan, Nepal ve Bangladeş’i vuran sellerde en az 1200 kişi öldü, çok sayıda insan evsiz kaldı. Sel suları tarım arazilerini, yaşam alanlarını mahvederken, milyonlarca insan gıda ve temiz suya ulaşamıyor. İletişim ve ulaşım olanaklarının kesilmesi gibi daha pek çok hayati önemde sorunla boğuşuyor. Neden daha ölümcül? İklim değişikliği şimdiye kadar hiç bilmediğimiz hava olayları yaratmıyor, yoktan var etmiyor. Ama var olan hava olaylarının şiddetini artıyor. Tıpkı Harvey kasırgasında olduğu gibi. Okyanus sularının 20-30 yıl öncesinde göre daha sıcak olması fırtınaların yoğunluğunu, büyüklüğünü, süresini artırıyor ve daha çok yağışlı olmasına neden oluyor. Okyanus suyunun sıcaklığı Harvey kasırgasının hızının saatte 200-250 km’ye ulaşmasına ve şiddetinin ardından bir yılda yağacak yağmuru tek bir gün içinde geçtiği yerlere bırakmasına yol açtı. İklim bilimci Michael Mann’in dediği gibi Harvey kasırgasını daha ölümcül hale getiren iklim değişikliğiydi.
ÇÖZÜM KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEDE Sistemden kaynaklı bu büyük yıkım karşısında bireyler olarak baş etmemiz mümkün olmadığı gibi, bireysel çabalarımız da çözüm konusunda yetersiz kalıyor. Ancak küresel çapta kolektif, kitlesel bir hareketle şirketlerin, şirketleşmiş devletlerin gücünü yerinden edebiliriz. Tüm kamusal hizmet alanlarının (enerji, ulaşım, sağlık, haberleşme, su hizmetleri vb) kamusal kontrol altına alınması,
yenilenebilir enerjilere hızla kamu kaynaklarıyla yatırım yapılması, enerji verimliliği ve tasarrufu konusunda ciddi adımlar atılması, doğal varlıkların mutlak korunması ilk taleplerimiz. Kapitalizmin krizine çözüm olarak ileri sürülen neoliberal politikaların uygulanabilmesinin yolu işçi sınıfının örgütlülüğüne saldırmak ve dağıtmak olmuştu. Bunda başarılı
oldukları anda diğer alanlarda saldırılarını gerçekleştirmeleri mümkün olabildi. Günümüzde ise şimdiye kadar yaşamadığımız bir ekolojik kriz var. Buna ekonomik kriz eşlik ediyor. Bu iki krize insani ve ekolojik bir çözüm üretmek için ise işçi sınıfını iklim hareketinin bir parçası haline getirmemiz, neoliberal politikaları tahtından alaşağı etmemiz gerekiyor.