Sosyalist işçi 603

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

603

20 Eylül 2017 3 TL. sosyalistisci.org

IRKCILIĞA , TAVİZ YOK! EMEL KURMA İLE RÖPORTAJ:

OZAN TEKİN YAZDI:

EMRE MERT YAZDI:

OLGUSAL GERÇEKLİKLERİN SAPTIRILMASI HALKA SALDIRIDIR

İRAN’A AMBARGOYA DA RÜŞVET VE YOLSUZLUĞA DA HAYIR

YÜZDE YÜZ YENİLENEBİLİR ENERJİ

sayfa 5

sayfa 6-7

sayfa 11


2

GÜNDEM

IRKÇI SALDIRGANLIK GÜCÜNÜ KİMDEN ALIYOR? TÜM DÜNYA BARZANİ’YE KARŞI Irak Bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesud Barzani, karşı çıkanların çeşitliliğine, gücüne, caydırıcılık “maharetlerinin” bilinmesine rağmen 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu yapmakta kararlı. Kimler karşı çıkmıyor ki bağımsızlık referandumuna! ABD. Referanduma karşı, zamanlamasının hiç doğru olmadığını düşünüyor. Galip Dalyan’ın yazdığı gibi 2018 Irak seçimlerinden önce dengelerin değişmesini istemediği ve IŞİD karşıtı mücadele odağının dağılmaması için ABD Barzani’nin önerisine karşı. İran referanduma net bir şekilde karşı. Merkezi Irak hükümetinin zayıflamasını istemiyor. Suriye rejimi referanduma net bir şekilde karşı çıkıyor. ABD referandumun ertelenmesini kesin bir dille talep ederken, Fransa Dışişleri Bakanı Jean Yves Le Drian, referandumun yapılmasının ‘uygunsuz’ olacağını söyledi. Almanya Hükümet Sözcü Yardımcısı Georg Streiter ise Irak Kürt Bölgesel Yönetiminin tek yanlı referandum kararını eleştirdiklerini açıkladı ve ülkesinin Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduğu bildirildi. İngiltere ABD’nin kaygılarını birebir paylaştığı şu açıklamayı yaptı: “İngiltere, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin 25 Eylül’de referandum düzenleme niyetini desteklemiyor. Odaklanılması gereken konu DEAŞ’ı yenmekken referandum, bölgedeki istikrarsızlığı arttırma riskini barındırıyor.” Ve PKK. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumunu PKK de eleştiriyor. Referandum konusunda en sert hamle Merkezi Irak Hükümeti’nde geldi. Irak Anayasa Mahkemesi, 25 Eylül’de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde düzenlenmesi planlanan bağımsızlık referandumunu askıya alma kararı verdi. Türkiye ise zaman zaman sert zaman zaman ılımlı açıklamalarla referanduma karşı çıkarken, en sonunda bütünüyle sert bir çizgi izlemeye başladı. Erdoğan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmadan önce yaptığı açıklamada, MGK toplantısının 22 Eylül’e çekildiğini ve referandum ısrarını sürdüren Irak Kürt Bölgesel yönetimine Türkiye’nin ne kadar kararlı olacağının bu toplantıda gösterileceğini söyledi. Referanduma sessiz kalan Körfez ülkeleri de dışında bırakılırsa sadece İsrail Kuzey Irak’ta gerçekleşecek referandumu hararetle destekliyor. Bütün dünya, Barzani’nin “yapacağız, kararlıyız” dediği referanduma karşı. Karşı çıkanların gerekçeleri ne kadar farklı olursa olsun bir halkın kendi kaderini belirlemesini engellemeye çalışıyorlar. Birbirinden bu kadar farklı siyasi eğilimin hatta birbirine düşman siyasi güçlerin Irak Kürdistan’ında yaşayan halkların kendi kaderini belirlemesine karşı çıkmakta ortaklaşması, IŞİD’e karşı ilginç “eylem birliği”nin ardından bir ilk. Tüm küresel ve bölgesel güçler bölge halklarının kaderini belirleyen kudrete sahip olduklarını düşünüyor. Bu ülkeler arasında Türkiye ise sorunu “devletin beka kaygısı”na indirgeyen ve referandumu “savaş sebebi” olarak görmeyi başarabilen parti başkanlarına sahip olan tek ülke. Türkiye’de herkes şu soruya yanıt vermelidir? Irak’taki referandumdan size ne? Irak halkının statüko elde etmesi, bağımsızlık kazanması, ABD’yi neden ilgilendirir, ABD sanki karar verici ülkeymiş gibi nasıl müdahale edebilir sorusu ne kadar haklıysa, Irak Kürtlerinin siyasi tercihi Türkiye açısından bir ölüm kalım sorununa nasıl dönüşebilir? Türkiye’nin Kürtlerle kuracağı tek ilişki, eşit koşullarda kardeşlik ilişkisidir, dostluk elini Kürtlere uzatmaktır.

Son olarak Aysel Tuğluk'un annesinin cenazesinde yaşanan ırkçı saldırganlık, hepimizi dehşete düşürdü. Yüz kadar ırkçı faşist, cenazeye katılanları linçle tehdit etti, "burası Ermeni mezarlığı değil, buraya Kürtler, Aleviler gömülemez" mealinde sözlerle cenazeyi parçalama tehdidi savurdu. Polis uzun süre olayları izlemekle yetindikten sonra, birkaç saldırganı gözaltına almak zorunda kaldı. Kürtlere karşı Özellikle 2015 yazından sonra ırkçı saldırılar birbirini izledi. Pek çok batı ilinde Kürt işçilere karşı yoğun saldırılar gerçekleşti. Ankara'nın Beypazarı ve Ayaş ilçelerinde mevsimlik Kürt işçiler saldırıya uğradı, Uşak'ta iki inşaat işçisi Kürtçe konuştukları gerekçesiyle bıçaklandı. Kütahya'da baraj inşaatında çalışan Kürt işçiler, PKK propagandası yaptıkları iddiasıyla yüzlerce kişinin saldırısına uğradı. Son olarak Samsun'un Terme ilçesinde Kürt mevsimlik işçilere tüfekle ateş edildi. Yakalanan saldırgan kendisini "domuz avlıyordum" sözleriyle savundu. Suriyeliler hedefte Kürtlerin yanı sıra Suriyeli mültecilere yönelik saldırganlık da dehşet verici boyutlarda. Geride kalan üç ay boyunca Adana, Konya, Mersin, Sivas, Ankara, Sakarya ve İzmir’de ırkçılar Suriyelilere saldırdı. Bu saldırılarda ölümler ve yaralanmalar meydana geldi. Temmuz ayında Sakarya'da genç bir hamile kadın, tecavüz edilerek 10 aylık bebeğiyle birlikte öldürüldü. Saldırıdan sonra kadının eşi "onların canını ve namusunu korumak için buraya gelmiştim, artık gerek kalmadı” dedi. Birçok ilçede Suriyelilerin kaldığı çadırlar saldırıya uğradı, yüzlerce kişi her şeyini kaybederek başka yerlere gitmek zorunda kaldı. Mersin'de iki genç Suriyeli kadın, ırkçı bir saldırıda öldürüldü.

Tutuklu HDP milletvekili Aysel Tuğluk’un cenazesinde sarf edilen sözler: "Burada şehit cenazesi var, buraya terörist cenazesi gömdürmeyiz. Burası Ermeni mezarlığı değil." Samsun: Kürt işçilere ateş açan saldırganlar, 'domuz avına çıkmıştık' dedi." Yerli ve milli AKP-MHP ittifakının kurulmasından bu yana, ırkçı saldırılar giderek artıyor. Devletin 100 yıldır sürdürdüğü cezasızlık politikaları, bugün de aynı şekilde sürüyor. Irkçı saldırıların failleri ya derhal serbest bırakılıyor, ya da önemsiz cezalara çarptırılıyor. Irkçılığa zemin yaratıldıkça toplumsal kutuplaşma da tırmanıyor. Yerli-milli koalisyonun beslendiği kaynak barış ve kardeşlik değil, kutuplaşma.

OHAL KOMİSYONU ADALET GETİRMİYOR Bir yıldan uzun bir süredir OHAL koşullarında yaşıyoruz. Bu süre zarfında yüz bin civarında kamu çalışanı, terörle iltisak adı altında sorgusuz, sualsiz ve dayanaksız bir şekilde ihraç edildi. Darbe girişimine ilişkin başlatıldığı söylenen OHAL ile darbe girişimi ile hiçbir ilgisi bulunmayan pek çok emekçi "medeni ölü" ilan edildi, sadece kamu görevinden çıkarılmakla kalmadı, pasaportlarına el konuldu ve özel sektörde iş bulmaları da engellendi. Bu esnada işçi sınıfının öncü kesimine yönelik olarak da yoğun bir saldırı yaşandı; özellikle sendikalı kamu çalışanlarının önde duranları ihraç edildi. İhraç edilenlerin durumu belirsizliğini korurken, 14 Eylül'de başvuru süresi sona eren OHAL Komisyonu'na 102 bin kişi başvuruda bulundu. İncelemelerin iki yıl sürebileceği belirtilirken, OHAL Komisyonu kişileri kendilerini ihraç etmiş olan kurumlara sorma yoluna gidiyor. Komisyon, herkesin tek tek inceleneceğini söylerken, ihraç edilenlere yine savunma hakkı verilmiyor. Komisyona başvuran yüz binin üzerindeki kamu çalışanının, komisyondan beklentisi düşük. Hâlihazırda pek çok haktan mahrum yaşayan KHK'lıların haklarına kavuşmaları komisyon ile belirsiz bir şekilde engelleniyor. Yapılması gereken, hukuk ölçütleri içinde bu insanların her birinin ifadesine başvurulması, zararlarının tazmin edilmesi, OHAL'in kaldırılmasıdır.


GÜNDEM

TEOG KALDIRILDI, SORUN ÇÖZÜLDÜ MÜ?

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

ÇÖZÜM SÜRECİNDEN CENAZE DÜŞMANLIĞINA En kötü çatışmasızlık süreci bile çatışmaların, patlamaların, gerilimin ve bunlardan beslenen ırkçılığın hâkim olduğu koşullara yeğdir. Diyarbakır’da bir mitingde açılan pankartta, boşuna, “Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz!” yazmamıştı. Küçümsenen, burun kıvrılan çözüm sürecine nostaljik bir güzelleme yapmak değil amacım. Amacım, Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine yönelik utanç verici ırkçı saldırının hangi iklimin ürünü olduğunun altını çizmek. Hatun Tuğluk’un cenazesine yönelik saldırının ardından, “Bize neler oldu, nasıl bu hale geldik” diyerek 20. yüzyıl Türkiye’sini cennetten bir köşeymiş de son düzlükte bu cennet yıkıma uğramış gibi yapanları bir kenara bırakırsak, ırkçı saldırıyı arka arkaya kınayanların çokluğu çözüm sürecini yeniden tartışmaya açmamızı zorunlu kılıyor. Aysel Tuğluk da ırkçı saldırı sonrasında yeniden umutlandığını söyledi ve şunu da belirtti: “Çözüm süreci bitmemiş olsaydı bunu yaşamamış olabilirdik.” Çözüm sürecinin sona ermesi ve sanki mecburiymiş gibi bu sonlanmanın ardından yoğun bir hamaset

Her yıl 1 milyon 200 bin çocuk TEOG sisteminden geçiyordu.

Cumhurbaşkanı istedi, temel eğitimden orta öğretim geçiş sistemi bu sene itibarıyla kaldırılıyor. TEOG'un kaldırılması eğitimdeki sorunları çözecek mi?

Kaldırılan sistem öğrencilere on yıllardır dayatılan sınav sisteminin bir versiyonu. 6, 7, 8. sınıflar 6 ayrı dersten 6 ayrı sınava giriyordu. Ağırlıklandırılmış merkezi sınav puanına eklenmiş yılsonu başarı puanlarının ortalaması ile liselere yerleştiriliyordu. Bu saçmalığın tarihe karışması, yıllardır sınava ve rekabete dayalı ezberci eğitime karşı çıkan öğrenciler ve eğitim emekçilerinin haklı olduğunu gösteriyor. Fakat sınav sistemi ile eğitimin kalitesi arasında bir ilişki yok. Müfredat değişmedikçe, bilime ve hayata uygun bir hale getirilmedikçe eğitimin kalitesizliği ortadan kalkmıyor. Ak Parti, eğitimin kalitesini artırmak için ne yapıyor? Son zamanlardaki tartışmalar bakıldığında konular evrimin biyoloji dersinden çıkarılması, uygunsuz bir karikatürün

AYHAN BİLGEN'İN SUÇU NE? İnsan hakları ve barış için mücadele eden herkesin çok iyi tanıdığı HDP Kars milletvekili Ayhan Bilgen için özel bir hukuk mu işliyor?

bulunduğu sayfanın kitaplardan çıkarılması gibi şeyler. Bir diğer tartışma ise laiklik üzerinden yürüyor. Eğitim müfredatının özünü resmi ideoloji oluşturduğu sürece bu tartışmalar, garabetler ve tepkiler devam edecek. Öte yandan özel okulların varlığını sürdürmesi, eğitimde eşitsizliğin sadece sınav sisteminde var olmadığını gösteriyor. Parası olanlar çocuklarını daha iyi eğitim almaları için özel okullara yollayabiliyor. Parası olmayanlar ise devlet okullarında daha kötü eğitim almaya mecbur bırakılıyor. Öğrencilerin yıllık ortalama puanları, bu eşitsizlik üzerinden belirleniyor. Ak Parti hükümeti, eğitimin paralı hale gelmesini destekledi ve bugünkü eşitsizliğin sürmesine de yol açıyor. Bunlar sorunların sadece bir kısmı. Bilimsel, demokratik, hayata uygun, resmi ideoloji ve görüşlerden arındılmış parasız bir eğitim için mücadele etmeye devam etmek zorundayız. kararına bu noktadan da itiraz ediyor. En barışçıl siyasetçilerden biri olan Bilgen derhal serbest bırakılsın!

şimlerin hemen hiçbirisinin cezalandırılmaması cenazelere saldırılar için zemin yaratıyor. Hamaset yüklü dil, iç politikada da dış politikada da her gelişmeyi devletin ölüm kalım sorunu olarak görmekten kaynaklanıyor. Putin’in Rusya’sı, Trump’ın ABD’si, Orban’ın Macaristan’ı ve Mondi’nin Hindistan’ında da paranoyaya varan bir milliyetçiliğin en azından devlet katında hakim olduğu söylenebilir ama her gelişmenin devletin bekası açısından ölümcül bir tehlike olduğu fikri, reaksiyoner bir milliyetçilik ve ırkçılık temelinde örgütlenen faşist odaklara hareket serbestisi sağlıyor. Medyada yer alan şu iki habere benzeyen haberlerin bu döneme denk gelmesi tesadüf değil. Birisi, otobüste bir kadına arkadan saldırıp tekmeleyen adamın mahkemece serbest bırakılması. Diğeri, CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’yla aynı uçakta olan bir öğretim üyesinin önünde oturan Tanrıkulu için “Uçakta Sezgin Tanrıkulu’nun arkasında oturuyorum. Onu boğma teli ile öldürsem, işini bitirsem cezaevinde bana bakar mısınız.fav” yazabilmiş olması. Başka örnekler de var, özellikle Suriyelilerle ilgili ve her nedense “tehlikeli gerginlik” manşetleriyle verilen linç girişimleri.

HDP sözcüsü olduğu için hakkında açılan onlarca davadan dolayı Bilgen bir tutuklanıyor bir serbest kalıyor. Geçen hafta şartlı tahliye kararıyla serbest bırakılan Ayhan Bilgen, polisler tarafından bir yolun ortasına bırakılmıştı. Tahliyesine hemen itiraz edildi. Tutuklama emri ise birkaç gün sonra çıkarıldı. Ayhan Bilgen’i "terör örgütü üyeliği" ile suçlayan "deliller" nereden elde edilmişti? 15 Temmuz darbecisi Fethullahçıların aralarında Erdoğan, Hakan Fidan ve bakanların da bulunduğu bir listeye yaptıkları yasadışı dinlemelerden! "FETÖ ile mücadele" ettiğini söyleyen devlet, Fethulllahçıların usülsüz ve tahrif edilmiş dinlemelerini kanıt sayıyor. Ayhan Bilgen hakkında çıkan son tutuklama

dilinin siyaset sahnesine hakim olması ve ırkçı giri-

Sorun Kuzey Irak’ta bağımsızlık referandumunun savaş sebebi olarak görülmesi gerektiğinin dile kolay, hemen söylenebilmesiyle el ele giden bir sorun. Bu sorunu aşmak zorunlu. Politik iklimi her gelişmeyi ölüm kalım sorununa indirgeyen bakış açısının yarattığı keskin, karamsar ve kaygı yüklü halinden sert bir dönüşle çıkartmak çok önemli. Demokrasiye, diyaloğa, çoğulculuğa, özgürlüğe doğru radikal bir dönüş şart. Şart zira cenazelere yönelik saldırılar DSİP Ankara İl Örgütü üyeleri, tahliye sonrası Ayhan Bilgen’i ziyaret etti.

hayra alamet değil!


4

DÜNYA

NATO İKİYÜZLÜLÜĞÜ SAVAŞI BESLİYOR

MEKSİKA: KADINLAR CİNAYETLERE VE ŞİDDETE KARŞI SOKAKTA

1999’da bombardımanla yerle bir edilen Sırbistan’da NATO karşıtı protesto. ALEX CALLINICOS

NATO genel sekreteri Jens Stoltenberg'e geçen hafta Guardian gazetesi tarafından "30 yıllık kariyerinizde daha tehlikeli bir zaman bilip bilmediği" soruldu. "Bu daha öngörülemez ve daha zor, çünkü aynı anda pek çok zorluk var." diye cevapladı. “Kuzey Kore'de kitle imha silahlarının çoğalması, teröristler, istikrarsızlık ve daha çok öne çıkan bir Rusya var. Bu daha tehlikeli bir dünyadır.” Bu 30 yıllık sürede Soğuk Savaşın zirveleri hariç. Örneğin, Ekim 1962'de Amerika ve Rusya Küba üzerinden nükleer savaşın eşiğine geldi. Ekim 1983'te Rus liderler, Amerika'nın askeri bir tatbikat adı altında kendilerine önleyici bir savaş düzenlemesinden korkuyordu. Onlar ilk kendileri saldırmayı düşündüler. Büyük ihtimalle insanlık tarihindeki en tehlikeli anlardı. Stoltenberg'in şimdiki değerlendirmesi gerçeğin taraflı bir karışımı ve kendi çıkarlarına dayalı bir değerlendirmedir. Birkaç yıl öncesine kadar, Amerika Kore yarımadasında nükleer silahların tekeli durumundaydı. Kuzey Kore liderliği bu tekele meydan okuma nedeni konusunda oldukça açık. Bu, görünüşe göre onları kıtalararası termo-nükleer balistik füze geliştirmenin eşiğine getirdi. İzole edilmiş Stalinist devletin yöneticisi Kim Jong-un, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin kaderini savuşturmak istiyor. Her ikisi de Amerika'nın müdahalesiyle bertaraf edildi ve öldürüldü.

Donald Trump pek çok kez savaş tehditlerinde bulundu. Ama Amerika'nın iyi askerî seçenekleri yok. Kuzey Kore ile savaş Güney Kore'nin başkenti Seul'de asgari düzeyde korkunç bir yıkım oluşturur. Maksimumda ise dünyanın ilk nükleer değişimine yol açar. Kuşkusuz böylesi bir savaşta Kuzey Kore yok olacaktır. Bu korkunç senaryo iki tarafı da ölçülü olmaya zorluyor. Ama Stoltenberg ile yapılan röportaja, Rusya ve Belarus'un Batı sınırlarında ortaklaşa yaptıkları askeri tatbikât hâkimdir. Bu NATO üyesi devletlere, örneğin Baltık cumhuriyetlerine en yakın yer. O Estonya'daki bir Britanya birliğini -NATO'nun bir parçası olan, Doğu Avrupa'da konuşlanmış dört savaş kıtası- ziyaret etti. İlhak Stoltenberg'in, büyük ihtimalle kısmen NATO hamlelerine bir karşılık olduğu gerçeğini göz ardı ederek, Rusya'nın tatbikatından şikâyet etmesi, Batı'nın Rusya hakkındaki tipik miyopluğunun bir yansımasıdır. Bunları sırasıyla 2014'te Rusya'nın Kırım'ı ilhakı ve Ukrayna'nın Güneydoğu'sunda devam eden müdahalesi izledi. Daha geniş bir bakış açısıyla, çatışma, Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra, NATO'yu Rusya sınırlarına yakın olarak genişletmek isteyen Amerika'nın kararının sonucudur. Rusya devlet başkanı Putin için, Ukrayna'nın Avrupa Birliği ile Birlik Anlaşması yapma kararı, Batı'nın Rusya'yı kuşatmasında ciddi bir ge-

lişme olacaktı. Putin Rus emperyalizminin gücünün 'yakın çevre'sinde olduğunu iddia etti. Onun hareket tarzı çirkin ve otokratik, ama Amerika'nın Ortadoğu'da yaptıklarından daha kötüsü yok -ve ölü sayısı çok daha düşük-. Her halükârda, Stoltenberg'in "daha iddialı Rusya" demesi Batı'yı nükleer bir savaşa getirmeye daha yakınlaştırmıyor mu? Bunun niçin olması gerektiğini görmek zor. Amerika ve Rusya arasındaki savaşın temel hesabı, Soğuk Savaş krizleri boyunca, her iki taraf da muhalifleri baskı altında tutmak ve düşünülemez felakette acı vermekti. Bu bugün devam etmektedir. Dahası, Kore'deki çatışmanın ana karakterleri, savaşın korkunç sonuçları tarafından sınırlanmış bir durumda. Ama sonra Donald Trump var. Amerika'nın eski ulusal istihbarat müdürü James Clapper geçen ay CNN'de “Hoşnutsuzluk içinde Kim Jong-un hakkında bir şeyler yapmaya karar verdiğinde, aslında onu durdurmak için çok az şey var. Nükleer bir seçeneğin uygulanması yolunda çok az kontrol var, ki bu oldukça korkunç” dedi. Ama Amerika'nın sadık bir hizmetkârı olarak Stoltenberg, bundan söz etmiyor. Geri kalanlarımız, generallerinin Trump'ı kontrol etmesine güvenmek ile kişilere insanlığı yok etme gücü veren bir sistemden kurtulmak arasında bir seçim yapmak zorundadır. Socialist Worker’dan çeviren: Z.Soner Dinç

Binlerce Meksikalı kadın, kadın cinayetlerine karşı sokağa çıktı. Puebla şehrinde kaybolduktan haftalar sonra cansız bedeni bulunan kadın öğrenci için yapılan eylemde "Şovenist erkek şiddeti istemiyoruz" yazılı pankart taşındı. Araştırmalara göre, ülkede 15 yaş ve üstü kadınların 'yüzde 60'tan fazlası' bir şekilde şiddete maruz kalıyor. Protesto eyleminde "Benim bedenim. Benim kararım. Hayır diyorum!" ve "Evde, okulda ya da işte özgür olmak istiyorum" gibi sloganlar atıldı.

KARAYİPLER: YİNE BİR KASIRGA YAKLAŞIYOR ABD Ulusal Kasırga Merkezi (NHC), Karayip Adalarına vuracak yeni bir kasırgayı haber veriyor. Maria adı verilen kasırganın şiddeti en güçlü düzey olan Kategori 5’e yükseltildi. Maria kasırgası da bir önceki kasırga gibi Dominica adalarının izlediği güzergahta ilerliyor. Maria Kasırgası saatte 260 km rüzgar hızıyla Karayipler’deki Dominica adalarını vurdu. Irma kasırgasında 37 lişi yaşamını yitirmişti. Küresel ısınma kasırgaların şiddetini ve sıklığını artırıyor.

YEMEN: İNSANİ KRİZDE, YALNIZ BIRAKILMIŞ ÜLKE New York’ta 72. Genel Kurulu toplanan Birleşmiş Milletler’in ne kadar kof bir örgüt olduğu, bugünlerde yaşadığı insani kriz derinleşen Yemen’in durumundan, yalnızlığından anlaşılabilir. Yemen kelimenin tam anlamıyla yalnız. Kimse Yemen’le ilgilenmiyor. BBC’nin haberine göre Yemen dünyanın en büyük kolera salgını ile karşı karşıya. Her gün çoğunluğu çocuk ve yaşlı, 5 bin civarında Yemenli hastalığa yakalanıyor. 27 Nisan 2017 tarihinde yapılan açıklamaya göre 372,900 kolera vakası kayda geçirildi ve bunlarla ilişkili 1,837 ölüm yaşandı. 15 yaş altı çocukların, kaydedilen vakaların yüzde 41’ini oluşturduğu da belirtiliyor.


GELENEK

5

“OLGUSAL GERÇEKLİKLERİN ÇARPITILMASI HALKA SALDIRIDIR” İnsan hakları savunucusu sekiz kişi Temmuz ayından beri tutuklu. Ortada bir iddianame yok ama bolca itham ve karalama var. Yurttaşlar Derneği’nden Emel Kurma ile süreci konuştuk. Tutuklu bulunan aktivistlerden haber alabiliyor musunuz? Cezaevindeki koşulları nasıl?

rum gerçi, görmeyeceğimizi düşeneceğimiz nedenler de var. Suskunluğuna şaşırdığımız çok sözü dinlenir insan oldu son yıllarda. Bunu da hafif çatlatabildik diye düşünüyoum. İnsanlar kendileri için de fayda ve zarar hesabı yapıyorlar. Bir yerden bu eşik aşılıyor olabilir. Hak savunusunu belli bir kesimin dünya görüşü, kendi meşgalesi diye görmediğimiz bilakis herkes için su gibi ekmek gibi yaşamsal önemde gördüğümüz için, çarpıtma, itham, karalama, hedef gösterme ile bulanan suda dilimiz döndüğünce her kesimden insana, neyin ne olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Arka arkaya hepsi giderek şişkinleşen bilgi dosyaları hazırlıyoruz, basın toplantısı yaptık.

Emel Kurma: Haftada bir saatle sınırlanmış olan avukat görüşmelerinden haber alabiliyoruz, haberlerin hepsi güncel olmuyor ama. Arkadaşlarımızın her biri birbirinden ayrı,üçer kişilik hücrelerde iki kişi olarak, yani tanımadıkları başka tutuklu ile kalıyorlar. Spor aktivitilerinden faydalanamıyorlar. Mektup yazamıyorlar veya alamıyorlar. Sanıyorum her cezaevinde farklı uygulamalar oluyor. Mesela üzerinde yazı çizi olmazsa fotoğraf verilmesini kabul ediyorlar. Ama yabancı arkadaşlarımıza eşinin resmini vermemişlerdi. Bunları söylerken bile tedirgin hissediyorum. Bazı durumlar değişebiliyor ve bizim haberimiz olmayabiliyor ve söz konusu durum değişmişse “vay bunu niye dedin” diye kötü bir şeyle karşılaşabilirler. Hücreden hücreye, kişiden kişiye değişiyor. Hepsi farklı muamelelerle tutuluyorlar. Birisine ailesinin resmini duvarına asması izin verilirken diğerine verilmeyebiliyor. Çok ağır ithamlar ve akıl almaz iddialar söz konusu. Davadan biraz bahsedebilir misiniz? Emel Kurma: Henüz dava yok. Bahsetmekte güçlük çekiyorum çünkü şu anda soruşturma sürecindeyiz. 10 arkadaşımızın sekizi bu soruşturmada tutuklu bekletiliyorlar. Soruşturmanın sürdüğünü varsayabiliriz. Diğer iki arkadaşımız haftada iki kere karakola imza vererek ve yurtdışına seyahat yasağıyla bekliyorlar. Dava yok, iddianame yazılacak yazılırsa davaya dönüşecek. Sadece akıl almaz ithamlar var. Emniyet sorgusunda, savcılıktaki ifade verme sürecinde, savıcılığın tutuklamaya yönlendirdiği metinde görebildiğimiz kadarıyla akıl, izan yok. Vicdan demiyorum. Vicdan kişisel bir şey, kurumların vicdanı olmaz. Kurumlardan vicdan, şefkat talep edilemez aynı şekilde öfke ve intikam da talep edilemeyeceği gibi. Bu soruşturmanın son iki yılın politik iklimiyle bağı olduğunu düşünüyor musunuz? Emel Kurma: Soruşturma süreci gizli, ayrıntıları bilemiyoruz. Soruşturmaya binaen kendilerine yöneltilmiş sorulardan edinebildiğimiz izlenimler var. Bir de gizlilik kararı olan, bizlerin, arkadaşlarımızın ailelerinin, avukatlarının lafını edersek hukuki bir kararı çiğnemiş duruma düşebileceğimiz ama başkalarının çiğnemesi durumunda her nasılsa suç olmayan, savcılıkların harekete geçmediği bir durumdayız. Kendince bir mantığı olması gerekir tüm bunların. Türkiye’de son yıllarda yaşanan şeylerden bir örnek bu soruşturma da. Farklı kesimlere, farklı görüşlerden, mesleklerden insanlara yönelebiliyor. İnsan hakları konusunda buluşanların dünya görüşleri birbirinden apayrı olabilir ama bulundukları yer aynı. Hakkın, barışın, demokrasinin toplumda zemin bulması için çalışan insanlara, ajanlıktan terör yardımcılığına, darbeciliğe kadar giden farklı etiketler potpori şeklinde yakıştırılabiliyor. Medyada cayır cayır söylendi bu ithamlar. Toplumsal kalkışmadan ikinci bir Gezi yaratma iddiasına kadar. Sanki Gezi öyle “yaratılabilecek” bir şeymiş gibi. Bunun rüzgarı geçtikten sonra darbe yapacaklarmış deniliyor. Bu tema yeterince işlendikten sonra diğer temaya geçiliyor ve bu sefer casuslukla itham ediliyorlar.

Emel Kurma

Vatan hainliği diye son derece soyut bir suç kategorisi inşa ediyor ve belletiyor insanlara. Birini veya toplumu zarara uğratsanız, müşterek kamu yararına olan bir şeye zarar verseniz, ayrı bir şeydir. Bir gölü zehirlemek gibi mesela. Ama bir meydanda toplanmanın, açlık grevinin kriminalize edilmesinin saiki nedir bilmiyoruz mesela. Bu iddiaları ortaya atanların gerçekten böyle bir şeye inandıklarını da düşünmüyorum. Gayet maksatlı bir stratejik yıldırma, sindirme amacı. Hak, hukuk diyecek insanları demeye girişmeden korkutmakla ilgili. “Bu işler sakat işler, başına her şey gelebilir. Hapse de atarlar, hayatını karartırlar. Hapse atmadan seni hayatta çalışamaz, okuyamaz, varolamaz hale getirirler” deniliyor. İnsan hakları aktivistlerine dönük bu soruşturmaya ve bir kısım medyanın yürüttüğü nefret kampanyasına karşı çok farklı çevrelerden tepkiler veriliyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Emel Kurma: Bu bir tepkisellik olamaz herhalde, “bu iş öyle olamaz” diye düşünme yetisidir. Ben arkadaşlarımın yargı gücüyle bezdirilmeye çalışılmasını mantık içerisinde görmeyen insanların bu konuda ses çıkarmasını önemli buluyorum. Başka hususlarda, benzer durumlarda daha tutuk davranmış insanlar da var aralarında. Akıl dışılığa bir noktaya kadar tahammül edebilmek herhalde bu. Başka durumlarda aynı şeyi görebilir miyiz bilmiyo-

Olgusal gerçekliklerin çarpıtılması halka, topluma yönelik bir saldırıdır. Vakti zamanında totaliter rejimlerde yapıldı. Biz ayrışmayı değil birbiriyle buluşmayı, en azından olgusal gerçeklikleri tartışmayacağımız bir hayat istiyoruz. O sene kaç kişinin tutuklandığı olgusal bir gerçektir. Gerçekle mitin karıştırıldığı, yalanla yaşayan bir toplum olmanın arşa vardırıldığı bir yere gidiyoruz. Bugün Türkiye’de toplum değil zoraki kalabalıktan bahsedebiliriz ancak. Bundan 30 yıl önce yaşadığımz zorbalık daha görünür olurdu, görünebileceği mecra daha az olmasına rağmen. Bağımsız gazeteciliğin, doğru haber almanın engellenmesinin bu kadar kıstırılmasının sebebi bence budur. Müşterek olarak ortak kesenin fayda hesabı yapılır. Mesela “bize daha yeşil alan lazım” dersiniz. Ancak olgudan uzak, yalanlarla “betonun, toprağın, toplumun yağmalanmasına dayalı sistem ne kadar benim yararıma ne kadar zararıma” hesabını yapamaz hale gelirsiniz. Zamanla toplumsal olarak sizin, neler yararınıza neler zararınıza hesabını yanlış yapmaya başlarsınız. Bu kişisel ve toplum olarak zihnen iğdiş edilmektir. Otoriterlik ve itaatkarlık sarmalında devam edersiniz. İnsan hakları savunucularıyla dayanışmak isteyenler neler yapabilir? Emel Kurma: İnsan hakları, bir yandan hayatlarını başka şekilde idame ettirirken diğer yandan insan hakları konusunda çalışanlara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir ve müşterek faydadır. Propagandadan kurtulmak için yapılması gerekeni yapabilir, süzerek okuyabilirsiniz. Bugün birisini yarın başkasını hedefe kor, bunu gözünüzü açtığınızda görebilisiniz. Konuşabilmek ve dinleyebilmek lazım. Mücadele denilince sadece çaba anlamıyoruz, direnmeyi de anlıyoruz. Ama direnmek kadar, kurmaktır hak mücadelesi. Müzakeredir aynı zamanda. Şu an hepimizin kıstırıldığı yer sadece protesto etmek. Kendi hayat kulvarlarımızda tecrübe ettiğimiz hakları savunmanın binbir yolu olduğunu biliyorum. Hak mücadelesi verenleri aktivist diye ayrı bir yere koymak kendimize mesuliyet veriyormuş gibi oluyor. Hak mücadelesi hep uluslararası anlaşmalar gibi soyut şeylere sıkıştırılıyor. Gündelik hayattaki sorunlarımızı çatışmayla değil demokrasiyle çözmektir. Bir usul mücadelesidir aynı zamanda. Birbirini yok ederek değil dönüşerek ve dönüştürerek beraber yaşayabilmek gerekir. Aynı fikirde olmasak da barış, demokrasi, özgürlük, hak konusundaki ezberleri bir kere daha gözden geçirmek gerekir. Röportaj: Meltem Oral


6 GÜNDEM

17-25 ARALIK TARTIŞMASI

İRAN’A AMBARGOYA RÜŞVETE VE YOLSUZLU

17-25 Aralık’ın merkezindeki isim, Rıza Sarraf.

ABD’deki dava ile birlikte 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları da yeniden gündeme geldi. Fethullahçıların 15 Temmuz’da liderlik ettikleri kanlı darbe girişimi, hükümetin 17-25 Aralık’ı da darbe girişimi olarak gösteren anlatısını güçlendirdi. Gerçekten de, o dönemki operasyonlarda, devlet bürokrasisi içindeki Fethullahçı örgütlenmenin harekete geçtiği açık. Ancak bu, bir yandan da “paralel yapı” gerekçesiyle her türlü suçun aklanacağı bir argümana dönüştürülmemeli. O dönem yapılan kamuoyu yoklamalarında, AKP tabanının yarısının yolsuzluk yapıldığına inandığı ortaya çıkmıştı. Hükümet, 17-25 Aralık soruşturmasına “darbe girişimi” derken, meclisteki oylamayla bakanların Yüce Divan’da yargılanmasını engelledi. Oysa, örneğin, Süleyman Aslan’ın evinde ayakkabı kutularından çıkan milyon dolarların “FETÖ’cü polisler tarafından oraya konulduğu” iddia ediliyordu. Ancak daha sonra, Süleyman Aslan, kendisine iade edilen parayı kabul etmişti. AKP’Ii bakanların büyük bir rant ağının merkezinde durdukları görülüyor. Bu işe bulaşan bakanlar Preet Bharara tarafından değil Türkiye’de yargılanmalı. Tabii bununla birlikte, Tayyip Erdoğan ve AKP liderleri yargıya talimat vermeyi bırakmalı.

ABD’deki mahkemenin, 17-25 Aralık soruşturmasında suçlanan bakanların hepsi hakkında, Çağlayan’nın hakkında olduğu gibi tutuklama kararı vermesi bekleniyor.

OZAN TEKİN ABD’de tutuklu olarak yargılanan İran asıllı Reza Zarrab aleyhinde devam eden davada yeni bir aşamaya geçildi. Türkiye’de adı yolsuzlukla anılan eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, eski Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan, Genel Müdür Yardımcısı Levent Balkan ve Abdullah Happani hakkında ABD’de tutuklama kararı çıktı. Zengin bir iş adamı olan Reza Zarrab, 2016 yılının Mart ayında Miami’de tutuklanmıştı. İran’a yönelik ABD ambargosunu delmek, ABD bankalarını dolandırmak ve kara para aklamakla suçlanıyor. ABD’nin İran’a karşı uyguladığı "ambargoyu delmek için kurulan şebekenin elemanı" olarak gösterilen Çağlayan'a da "İran ambargosunu delmek için ABD yönetimi yetkililerine yalan söyleme, milyonlarca dolarlık yasadışı işlemlerle bağlantılı fonları aklama; bu işlemlerin asıl niteliğini gizleyerek çeşitli finansal kurumları aldatma" suçlamaları yöneltiliyor. Ayrıca, o dönem Ekonomi Bakanı olarak görev yapan Çağlayan’ın, "ambargoyu delme planının gelirlerinden nakit ve mücevher olarak on milyonlarca dolarlık rüşvet aldığı, öteki sanıkların bu planı uygulamak için attığı adımları onayladığı ve bilinçli olarak planı koruduğu" savunuluyor. Çağlayan’ın eklenmesiyle, Güney New York Federal Mahkemesi’nde 30 Ekim tarihinde başlaması planlanan Reza Zarrab davasında iddianame dördüncü defa yenilenmiş oldu. Türkiye-İran ilişkileri ve ambargonun delinmesi

OHAL’deki bir çok soruşturmaya tepkiler, adaletsizliğin sürdüğünü gösteriyor.

Kimi iddialara göre, Türkiye ile İran arasındaki 20 milyar dolarlık ticaret hacminin yarısı, ABD’nin uygulattığı ambargonun delinmesine yönelik transferlerden oluşuyor. İran’dan ucuz petrol ve doğalgaz alan Türkiye, Halk Bankası’nda İran adına hesap açıyor. Burada biriken paralarla

uluslararası piyasalardan ve Türkiye’den altın satın alınıyor. Bu altınlar kuryeler aracılığıyla Dubai veya başka yerlere götürülerek burada İran yetkililerine teslim ediliyor. Bunlar yapılırken arada birçok paravan şirket kullanılıyordu. İran’a “normal yollardan ödeme yapamama” ambargosu bununla birlikte kalkarken, bir yandan Türkiye’nin altın ithalat ve ihracatı da artıyordu. ABD, bu yolun tıkanması için Temmuz 2013’te İran’a altın ihracatını da yasaklamıştı. Ambargo gayrimeşru Meselenin iki önemli boyutu var. Birincisi, ABD’nin İran’a ambargo uygulaması, bunu delenleri yargılama hakkına sahip olduğunu iddia etmesi. Ambargonun gerekçesi İran’ın nükleer programı. İsrail ve Batı emperyalizmine göre İran “bölgedeki istikrarsızlığın en büyük kaynağı”. Bunlar, Batılı devletlerin siyasi yaklaşımları. Japonya’nın iki kentine atom bombası atan, konvansiyonel silahlarla da her an dünyanın birçok ülkesinde savaşlar yürüten, Kore’den Afganistan’a, Vietnam’dan Irak’a gerçekleştirdiği işgallerde sayısız insanlık suçu işlemiş ABD, bugün hâlâ en fazla nükleer silahı elinde bulunduran güç. Dolayısıyla, başka ülkeleri nükleer silahlardan arındırmak gibi bir görevi olamaz. Elinde nükleer silah bulunan en tehlikeli güç, ABD devleti ve ordusudur. Nükleer silahlar dünya üzerinden silinmelidir ve buna ABD’den başlanmalıdır. Öte yandan, yalnızca nükleer değil, her konuda ABD’nin kendini dünyanın jandarması olarak görmesi bütünüyle gayrimeşrudur. ABD ve müttefikleri yaptırımlar yoluyla dünyanın birçok yerinde halklara acı çektirdiler, “çökmüş devletler” yarattılar. Bu ülkenin “demokrasi götürme” amacıyla giriştiği Irak savaşı tüm bölgeyi istikrarsızlaştırdı ve kan gölüne çevirdi. Dolayısıyla, para transferlerini gerçekleştirenler ne kadar


GÜNDEM 7

DA UĞA HAYIR!

ALMANYA, ABD VE AKP

GÖRÜŞ Roni Margulies

SÜLEYMAN SOYLU VE “KÖLE OLMA HAKKI” Unutuldu gitti zavallı, ama beş yıl önce İdris Naim Şahin adlı bir İçişleri Bakanı vardı. Şimdi büyük olasılıkla taşrada bir yerlerde işportacılık filan yapıyordur. O kadar vasıfsız, o kadar yeteneksiz bir adamdı ki, yeni işinde de pek başarılı olduğunu düşünemiyorum. Ama İçişleri Bakanı olmak için neler gerektiğini iyi kavramıştı. Bakanlığı döneminde Hocalı katliamını protesto etmek için Taksim’de yapılan bir gösteriye katılmıştı. Hem de sahnede konuşmacı olarak. “Hocalı katliamını protesto mitingi” yanlış adlandırılmış bir mitingdi. “Türkiye’de Ermeni soykırımı olmamıştır, hiçbir Ermeni’nin kılına dokunulmamıştır, dokunuldu diyenin kafasını kırarız mitingi” olmalıydı. Meselenin Hocalı katliamıyla ilgisiz olduğu, Ermeni Soykırımı’yla ilgili olduğu, İdris Naim Şahin’in gösteride yaptığı konuşmadan belliydi.

Merkel ve Trump.

kirli olurlarsa olsunlar, onlara karşı çıkarken ABD’nin gayriinsani ambargosu savunulamaz. İran’a yönelik yaptırımları delmek “dolandırıcılık” değildir. Yolsuzluk ve rüşvet çarkı Diğer yandan, ambargonun delinmesine yönelik ticaret, İran veya Türkiye halklarına fayda sağlayan gelişmeleri içermiyor. İran’ın zenginleriyle Türkiye devletinin bürokratları arasında kurulan ilişkiler, sermaye sahiplerinin rahatlamasına, ticaret yapmasına ve büyümesine yol açıyor. Reza Zarrab gibi genç bir adamın hızlı yükselişi, bunun göstergesi. Öte yandan, ambargoyu yok sayan ticari işlem hacmi, ciddi bir yolsuzluk ve rant ortamı yaratıyor. İlk olarak İran ile Türkiye arasındaki bağı kuran Reza Zarrab yüklü bir miktar komisyon alıyor. Bunun dışında bir miktarın da Türkiyeli bakanlara rüşvet olarak ayrıldığı iddia ediliyor. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın binde 3-4 oranında komisyon aldığı, kendisine 103 milyon TL, Halk Bankası genel müdürü Süleyman Aslan’a da 16 milyon TL ödeme yapıldığı iddia ediliyor. AKP hükümeti ise bunların ya “paralel yapının darbe girişimi” olduğunu ya da “milli menfaatler” için yapıldığını savunuyor. Yolsuzluğun veya rüşvetin “milli” çıkarlar ile ne ilgisi olabilir? Birileri milyonlarca doları cebine atarken bunun halka ne faydası olmuş olabilir? Bütün bu tartışmalarda ne ABD savcısının operasyonuyla AKP’nin düşeceğine inananların, ne de yolsuzluk ve rüşveti meşrulaştıracak argümanlar kullananların yanına düşmeliyiz. Küresel ölçekte ABD ambargolarının savunulamayacağını dile getirirken, Türkiye’de ise yolsuzluk ve rüşvet alanların ABD savcıları değil bizzat burda hukuk önüne çıkartılmaları için mücadele etmeliyiz.

Zafer Çağlayan’ın Reza Zarrab davasına eklenmesi, ABD’den Türkiye’ye ciddi bir mesaj. Hükümet bir yılı aşkın süredir Fethullah Gülen’in iadesi için bastırmaya çalışıyor. Bu olmadığı gibi, Erdoğan’ın korumaları ve bir eski bakan ABD’ye tutuklanma korkusuyla giremiyor. AKP’li yazarlar, davaya Trump’ın da müdahale edemediğini, çünkü bunun ABD derin devletinin işi olduğunu iddia ediyor. Oysa Zarrab, Obama döneminde tutuklanmıştı, Trump döneminde de AKP’ye karşı aynı çizgi sürdürülüyor. Diğer yandan AKP’nin Almanya ile de arası iyiden iyiye bozuldu. Alman bürokratlar, bu durumun seçimlerle ilgili olmadığını ve devlet politikası hâline geldiğini söylüyor. Merkel, Türkiye’ye hem gümrük birliği hem AB üyeliği konusunda kapıları kapattı. Türkiye’de Alman gazetecilerin rehine olarak tutuklanması ve Erdoğan’ın bu çizgiyi savunması, AB’deki en büyük emperyalist gücün de Türkiye aleyhindeki çizgisini kalınlaştırmasına yol açtı. Yerli-milli politik eksen hem dünyanın en büyük güçleriyle Türkiye’nin arasının açılmasına neden oldu hem de Ortadoğu’daki tek müttefik güç Barzani ile referendum üzerinden karşı karşıya gelişe yol açtı. Bu kapışmada nerede durmalı? Fakat muhalefetin içinde AKP’nin kavga ettiği her uluslararası güce sempati duyularak ondan hayır beklenmesi, Erdoğan’ın Gezi’den beri savunduğu “üst akıl” teorilerinin alıcı bulmasına yol açıyor. Uçak düşürme krizinde AKP’nin gidişinin Putin’in elinden olacağı umuluyordu. Şimdi Almanya ve ABD’nin hamleleri beklenti yaratıyor. Bizim işimiz elbette ki önce Türkiye hükümetini eleştirmek. AKP, haksızlığa uğramış veya mağdur bir hükümet değil. Bizzat Türkiye egemen sınıflarının, zenginlerinin çıkarları için diğer ülkelerle gerginlik yaşıyor. Fakat bu kapışmada kapıştığı diğer devletlere değil Türkiye işçi sınıfının mücadelesine güveniyoruz.

Şahin konuşmasında “Türk milleti olarak,” demişti, “ne Kazakistan’da, ne Azerbaycan’da, ne Türkiye’de, ne Balkanlar’da, dünyanın hiçbir yerinde insanlık adına utanılacak bir tarihimiz, bir geçmişimiz yoktur” demişti. Türk milletinin her zaman gücünü koruduğunu, güçlü olduğunu, en büyük gücünün birlik ve beraberlik olduğunu iddia etmişti. Mitingde “Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz piçsiniz” pankartları taşınıyordu. Yani bu ülkenin İçişleri Bakanı kendi ülkesinin vatandaşları hakkında “piçsiniz” denilen bir mitingde bulunuyor, kürsüden konuşma yapıyordu. *** Şimdiki İçişleri Bakanı da Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı olmak için neler gerektiğini iyi kavramış. Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine saldıranlardan biriyle fotoğraf çektirmiş. Saldırganlar “Burada şehit cenazesi var, buraya terörist cenazesi gömdürmeyiz. Burası Ermeni mezarlığı değil. Burası Türk toprağıdır, Ermeni toprağı değildir, burada Ermenileri istemiyoruz” diye bağırıyormuş. Böylece Süleyman Soylu ve fotoğraftaki arkadaşı bir taşla bu ülkenin hem Kürt hem Ermeni vatandaşlarını vurmayı başarmış. İdris Naim Şahin ve Süleyman Soylu Türkiye devletinin en temel ilkelerinden birini iyi kavradıkları için İçişleri Bakanlığına yükseldiler. Bu temel ilkeyi en özlü şekilde Mustafa Kemal’in yakın çalışma arkadaşı ve 1924-30 yıllarında Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt dile getirmiştir: “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” Saf Türk soyundan olmayanların gömülme hakkı bile olmadığı Cumhuriyet’in gerçek Anayasa’sının 13-1 maddesinde yazılıdır. Bunu bilmeyenler zaten İçişleri Bakanı olamaz.


8 GELENEK

EKİM DEVRİMİ’NDEN BUGÜNE PARTİNİN ROLÜ

Ekim Devrimi’nin liderlerinden Lenin, Petrograd’da işçilere seslenirken.

ŞENOL KARAKAŞ

Parti tartışmaları sınıf mücadelesinin her evresinde ateşli bir şekilde sürüyor. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinde belirleyici bir rol oynayan Bolşevik Partisinin deneyleri, bu ateşli tartışmalarda genellikle merkezde oluyor. 1917 Ekim devrimi dışında başarılı başka bir deneyim yaşanmadı. Sayısız parti girişimi, sayısız ülkede sayısız girişimde bulundu ama işçi sınıfının kendi demokratik özyönetim organları üzerinde yükselen bir iktidarın şekillenmesinde işçilere liderlik eden biricik parti deneyimi Bolşevik Partisinin mücadelesinde açığa çıktı. Ekim Devrimi’nin kaderi Bolşevik Partisinin kaderini de belirledi. Despot bir rejim tarafında ezilen işçilerin, köylülerin ve halkların işçi sınıfının devrimci hareketi etrafında birleşmesi, tarihin gördüğü en özgürlükçü siyasal ve toplumsal ilişkilerin inşa edileceği umudunu güçlendirse de devrim tek ülkede sıkıştıkça, işçi iktidarı izole oldukça kapitalizmin tüm pislikleri yeni biçimlerle yeniden yükselişe geçtiler ve devrim bir karşı devrimle boğuldu. Bolşevik Partisine dair tartışmaların trajedisi, devrimci bir partiyi boğan karşı devrimci, bürokratik, yozlaşmış ve kapitalist tüm unsurların, Bolşevik Partisinin doğal sonucu olduğunun ilan edilmesi. Stalinist karşı devrimin ürünü olan rejim, Çarlığı yıkan işçi hareketine liderlik etmeyi başaran devrimci kitle partisinin neredeyse doğal sonucu olarak görülüyor. Bu açıdan Leninizm’i savunmak üç zorluğu aşmakla mümkün: Birincisi, zamanın ruhu açısından Lenin ve arkadaşlarının mücadelesi ne önem taşıdığı belirsiz bir tarih tartışmasına indirgenmiş vaziyette. Müthiş bir ilgisizlik, Lenin’e zaten ne başından beri gösterilen ilgisizlikle birleşerek Lenin’in Rus işçi sınıfının mücadele tarihiyle, giderek dünya işçilerinin tarihiyle iç içe geçen şekillenmesinden öğrenmemizi zorlaştırıyor. Leninizm’i savunmak açısından ikinci zorluk, 1920’lerin sonunda Rusya’da adım adım ve şiddetle inşa edilen bürokratik devlet kapitalisti rejimin devlet dairelerinin her bir köşesine dikilen Lenin heykellerinde ifadesini bulan

soğuk “devlet adamı Lenin” algısının, Stalinizmin kendisini meşrulaştırmak, bir açıdan da Ekim Devrimi’nin ideallerine sahip çıktığına kamuoyunu ikna etmek için attığı sahtekar bir adım olduğunu açığa çıkartmaktaki güçlükte gizli. 1917 yılının Sovyet iktidarının aşağıdan ve özgürlükçü niteliğiyle, 1930’ların bürokratik iktidarının tepeden inmeci, bir azınlığın iktidarını sürekli kılmanın zorbaca aracı olma niteliği arasındaki farkların silikleşmesi parti tartışmalarında Lenin, yoldaşları ve 1900’lü yılların başından itibaren kadın ve erkek Rus işçilerinin mücadelesinden öğrenme yeteneğimizi zora sokuyor. Üçüncü zorluk ise Doğu Bloku’nda hakim olan Stalinist rejimlerinin 1989-1991 yıllarındaki çöküşünün sosyalizmin moral yenilgisi olarak görülmesi. Buna 1990’lı yılların ortalarında Fransa’da büyük grev dalgasıyla başlayan, 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı mücadeleyle dönemin politik dengelerini tüm dünyada ezilenler adına değiştiren ve ABD’nin Irak saldırısını engellemek için örgütlenen dev savaş karşıtı hareket ve sosyal forumlarla emsalsiz bir meşruluk kazanan Antikapitalist hareket içinde “örgüt” tartışmasında yenilikçi gibi görünen fikirlerin üstünlük kurmasının yarattığı toplam etki eklendiğinde klasik devrimci parti vurgusu vurgusunun neden ikna edici olamadığını anlamak mümkün oluyor. Özellikle Seattle’da sınıf mücadelesine yepyeni bir soluk katan hareketin ardından ilerleyen mücadelelerde ve daha da önemlisi savaş karşıtı hareketin içinde devrimci örgütler belirleyici olsa da Leninist bir partide kitlesel örgütlenme fikri öne fırlayan yüzbinlerce genç aktivistin kafasında yer edinmiş olan bireysel yaratıcılığı, yetenekleri, enerjiyi ve “gevşek ve yatay” örgütlenmeyi öneren geleneklerin yarattığı bulanıklığı aşamadı.. 2000’li yıllar boyunca devrimcilerin dile getirdiği yeni bir birleşik mücadele platformu olarak yeni sol partiler önerisi, hareket içinde daha reformcu olarak öne çıkan kanatların liderliğinde seçimlere endeksli partileri kuracak ittifakların şekillenmesine halini aldı. Leninizmin önemini tartışmak ve kavratmak açısından

önümüze dikilen başka zorluklardan da söz edebiliriz. Hepsinin bir ortak noktası var, bu ortak nokta nedeniyle Leninizm’de isteyenler bürokratik bir merkeziyetçi şeflik örgütü görebiliyorlar: 1917 Ekim Devrimi bir parti devrimi değil bir işçi devrimiydi! Lenin’in gizlilik koşulları içinde bundan tan 100 yıl önce “ayaklanma zamanının geldiğini” ve eğer ayaklanmaya liderlik yapamazsa partinin tüm iddialarını yitireceğini söylemesinin nedeni, her hangi bir parti liderlik yapmasa bile işçilerin ayaklanacağını biliyor olmasıdır. Bu yüzden, Ekim Devrimi’nin hikayesinin bir yanı Bolşevik Partisi’nin ayaklanmaya liderlik etmesi ise diğer yanı Rus işçilerinin Bolşeviklerden önce tüm partilere açık çek vermiş, kitleler halinde destek sunmuş ama hepsi tarafından ihanete uğrayarak en sonunda Bolşevikler etrafında örgütlenmeyi tercih etmiş olmasıdır. Diğer partiler işçi sınıfına liderlik etmekten, yani öncü işçilerin sınıfın geri kalanıyla “Ekmek, barış, toprak!” ve “Tüm iktidar Sovyetlere” sloganında birleşmesinden özenle kaçındılar. Lenin ve arkadaşları, mücadele dolu tüm yıllar içinde tam da bu ana hazırlanmışlardı. 1917 bir partinin, bir merkez komitesinin, bir liderin destanlaştığı bir yıl değildir. 1917 yılının Şubat ve Ekimaylarında yaşananlar, Rusya’da yaşayan milyonlarca işçi, köylü, kadın, erkek ve askerin kaderlerini kendi ellerine almaları olarak özetlenebilir. Bolşevik Partisi işçi sınıfının kaderini kendi ellerine almasına, kendi geleceğini belirleme mücadelesine yardımcı olmayı başardığı, bunu başarmaya yaracak ve ancak mücadele dolu yıllar içinde şekillenen güven ilişkisini kurabildiği için işçilerin özyönetim organlarında, yani işçi iktidarında çoğunluğu kazanan parti olabildi. Bir parti bu adımı, sadece, demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, militan, enternasyonalist ve aynı zamanda merkezi olmayı başarabildiği ölçüde atabilir. Bolşeviklerin başarısı bu adımı atmış olmalarıdır. mücadelesinin kazanımlarının kalıcı bir hale gelmesi ve içinden geçtiğimiz kapitalist çağın barbarlıklarına son verilmesi için bizlerin de başarması gereken bu adımı atmaktır.


EMEK GÜNDEMİ

TAŞERON DÜZENİNE SON

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

OHAL, İNŞAAT SEKTÖRÜ VE İŞ CİNAYETLERİ Son 15 yılda inşaat sektöründeki iş cinayetleri ve kötü çalışma koşullarında önemli artışlar yaşandı. Geçen hafta açıklanan ISİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği) Meclisi verilerine göre 1 Ocak-12 Ağustos arasında 280 inşaat işçisi iş kazalarında öldü. Bu işçiler üstelik Çalışma Bakanlığının ‘Hedef sıfır kaza’ kampanyası sürerken yaşamlarını yitirdiler. AKP iktidarı inşaat sektörünün önünü açmak için afet yasasında pek çok düzenleme yaptı, kentsel dönüşüm adı altında bütün Türkiye’yi beton yığınlarına mahkum etti. OHAL ilanından kısa süre sonra Mecliste kabul edilen bir torba kanunla devlet şirketlere proje bazlı teşvik dağıtabilme yetkisine sahip oldu ve 2017 yılının ilk yedi ayında inşaat firmalarına önemli kaynak transferleri gerçekleştirildi. Peki bu kadar kaynak ayrılan inşaat sektörünün ekonomiye katkısı nedir dersek, tamaman kısa vadeli bir katkıdır. Bir binanın yapımı ortalama 3-4 yıl sürmekte, sonrasında bu bina herhangi bir ekonomik aktivite üretememektedir. Halbuki yapılan herhangi bir fabrika ortalama 20 yıl üretici faaliyetine devam eder.

Taşeron işçiler bir çok protestoyla seslerini duyurmaya çalışıyor.

Kamuda çalışan 750 bin işçi taşerondan kurtulup kadrolu olacak mı? Cumhurbaşkanı Erdoğan, yılbaşından önce taşeron işçilerin acil çözüm bekleyen sorunlarının giderileceğini söylüyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu ise taşeron işçilerin kamuda istihdam edilmesiyle ilgili Maliye Bakanlığı ile birlikte resmi bir çalışma başlattıklarını duyurdu. Kamudaki toplu sözleşmelerde işçi tarafının temel taleplerinden biri taşeron sisteminin kaldırılmasıydı. İşçi tarafını temsil eden Türk-İş'in genel başkanı Ergün Atalay, 'Aracı çıksın. Kim işçi kim memur olacak belirlensin, kamudaki taşeronların sorunları bir an çözülsün' çağrısını yaptı. Taşeron düzeninin kamuda ve özelde uygulanmasını bugüne kadar destekleyen Ak Parti, 2019 seçimleri de yaklaşmışken 750 bin işçinin haklarını tanıyacak mı? Bir önceki Ak Parti hükümetinin Başbakanı Ahmet Davutoğlu da kamuda çalışan taşeron işçilerin yıl sonuna kadar istihdam edileceği sözünü vermişti. Başbakan Binali Yıldırım da aynı sözü, geçen yıl sonuna

kadar tamamlanacağı şeklinde verdi. Bu kez söz tutulacak mı, göreceğiz. Kamuda çalışan herkes kadroya alınmalıdır. Fakat bu temel bir nokta olsa da taşeron sorununun sadece bir yanını oluşturuyor. Türkiye'de toplam 2 milyon taşeron işçi, haklarından ve iş güvencesinden yoksun yaşıyor. Bunların başında, ekonominin motor güçlerinden biri olan inşaat sektöründe çalışan yüzbinlerce işçi bulunuyor. Yıllardır hükümetler eliyle teşvik gören ve 15 yıllık Ak Parti iktidarında altın dönemini yaşayan taşeron sistemi öylesine yayılmış ki sivil toplum kuruluşları bile taşeron işçi çalıştırabiliyor. 750 bin işçinin kadrolu yapılması önemli bir ilk adım olacaktır. Fakat özelde çalışan işçilerin, taşerondan kurtuluşu sağlanmadıkça düşük ücretler, her an kapının önüne konulma tehlikesi, kıdem tazminatı bile almamak işçilerin sorunu olmaya devam edecek. İşçilerin hayatı, patronların her dediğin yapan sermaye partilerinin inisiyatifine bırakılamaz. Kamuda ve özel sektörde taşeron düzenin kaldırılması için sendikalar mücadele etmeli.

Geçen yıl İSİG raporlarına göre iş kazalarında inşaat sektörünün payı yüzde 22 olmuştu, bu yıl ilk yedi ayda bu oran yüzde 25’e çıktı. Halbuki inşaat sektörü geçen yıla göre küçülmekte olan sektörlerden. Küçülmesine rağmen iş kazalarında ve ölümlerde artış yaşanıyor olması dikkat çekici. Bunda önemli bir faktör, küçülmekte ve bir anlamda zarar etmekte olan sektörün, maliyet bahanesi ile giderek iş güvenliği kurallarını ihlal etmeye başlamasıdır. Sendikalar, meslek odaları en kısa zamanda inşaat sektöründe yaşanmakta olan iş kazalarında ve ölümlerdeki bu artışı kamuoyu gündemine taşımalı, sorumluları teşhir etmeli, Çalışma Bakanlığını göreve çağırmalıdır. İnşaat sektöründeki dikkat çekici başka bir nokta sendikal örgütlenmenin zayıflığıdır. İşçi sınıfı içinde sendikalaşma oranı ortalama yüzde 12 iken, inşaat sektöründe çalışan 1,8 milyon işçinin sadece 50 bini, yani yüzde 3’ü yetkili sendika Yol-İş’e üye. Yol-İş üyelerinin ise büyük çoğunluğu kamu kurumlarında çalışan işçiler. Özel sektörde örgütlü yetkili bir sendika yok. Çeşitli örgütlenme çabaları bugüne kadar kalıcı bir sonuç vermedi. Sendikal örgütlenmedeki bu zayıflık, iş kazalarındaki, iş cinayetlerindeki bu ciddi yüksekliğin önemli bir sebebidir. İnşaat sektöründe sendikalaşma çabalarına destek vermeli, iş cinayetlerinin hesabını sormalıyız.

İŞYERLERİNDE NELER OLUYOR? n OHAL KHK’larına karşı İstanbul’da Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda ve Kadıköy Altıyol’da haftanın üç günü eş zamanlı olarak oturma eylemi yapan KESK üyesi kamu emekçileri 30 haftayı geri bıraktı.

edildi.

n İzmir’de kurulu Polkar fabrikasının 9 ayda üç kere el değiştirmesinden dolayı zarar gören işçiler, iflas gerekçesiyle gasbedilmek istenen hakları için eylem yaptı.

n Ankara’da Karel Fabrikasında Aselsan’a üretim yapan işçilere zam verilip Arçelik için üreten işçilere verilmeyince Arçelik için üreten işçiler iş bıraktı.

n Antep’te Babacanlar Kargo’da TÜMTİS’e üye 9 işçinin darp edilerek işten çıkarılması Antep’te ve İstanbul’da eşzamanlı olarak yapılan basın açıklamaları ile protesto

n Hileli iflas yoluyla işsiz bırakılan ve bütün alacakları gasbedilen Real Market işçileri, kendilerini ortada bırakan Tez-Koop-İş sendikasını protesto etti.

n Düzce’de bulunan Tekno Maccaferri fabrikasında 31 Temmuz’dan bu yana grevde olan metal işçileri ikinci defa jandarma saldırısıyla karşılaştı.

n Orkide Yağ fabrikasında sendikalaştıkları için işten atılan ve buna karşı fabrika önünde direnen işçiler, direnişlerini sona erdirdi. İşçiler fabrika önünde eylem yapacak. n Ermenek’te bulunan linyit madeninde çalışan yaklaşık 80 işçi, 6 aydır ücretlerini alamadıkları için iş bırakma eylemi yaptı. n Eren Enerji’de DİSK/Enerji-Sen üyesi oldukları gerekçesiyle işten atılan işçiler, her cuma olduğu gibi bir kez daha şirket kapısındaydı.


10

SANAT

BİENAL: SINIRLAR KİME HİZMET EDİYOR? 15. İstanbul Bienali sergileri 16 Eylül’de kapılarını açtı. Birbirine “komşu” 6 mekandaki sergiler 12 Kasım’a kadar ücretsiz olarak gezilebilecek. Elmgreen&Dragset sanatçı ikilisinin küratörlüğünü üstlendiği Bienal’de dünyanın farkı yerlerinden 55 sanatçıya dair işler yer alıyor.

Üsküdar SÜREKLİ SİLAHLANMA EKONOMİSİ Konuşmacı: EMİN ŞAKİR Beyoğlu AKP’Lİ YILLARDA KAMU EMEKÇİLERİNİN MÜCADELESİ

***

Zeyno Pekünlü: Küratörler komşuluk kavramına vurgu yapıyorlar ve komşu olamamızı sağlayan şeyin yuva olmasına bağlıyorlar. Türkiye’de olmanın etkisiyle, evin bizi istemediği, evi zorunlu veya gönüllü olarak terkettiğimiz, göçtüğümüz zaman ne olur gibi sorulardan yola çıktım. Gittiğimiz yerde ne gibi topluluklar kuruyoruz, yeni “aileleri” nasıl seçiyoruz göç edince sorularını yanıtlamaya çalıştım. Seçilmiş Aileler modülünde göçmen, feminist, queer komünitelerden bahsettiğimiz etkinlikler olacak. Müşterek Kader modülü İstanbul’da olmaktan ve son senelerin önemli meselelerinden dolayı, kent ekolojisi konusunda çıktı. Küratörlerin sorularına bakınca ilk aklıma gelen şeylerden biri, denizdeki balıklardan sokak köpeklerine kadar, insan olmayan komşularımız oldu. Yan yana gelme olanaklarının sınırlandığı bir ortamda, programın birlikteliğe dair de bir söz ürettiğini düşünüyor musun? Zeyno Pekünlü: Evet yani yola çıkış meselem buydu. Bu kadar büyük etkinlikler bir sene önceden planlanmaya çalışılıyor. Bienal’in kavramsal çerçevesini ilk öğrenişim geçen Temmuz’du ve bambaşka ruh hali içindeydik. Kendimizi bu ruh haline kaptırmamayı, değişebileceğini ve gündemin bir sene sonra başka olabileceğini, acil gündem değişse de alttan alta hep neyi tartıştığımızı düşündüm. Komşuluk kavramında geçmişi, pogromu konuşabiliriz ama yeni mahalle örgütlenmelerini, komşuluğu yeniden tanımlamaya çalışan grupları da konuşabiliriz. Türkiye’de politik iklim nedeniyle artık sanat üretiminin imkansızlaştığına, pek çok sanatçının artık burada üretim yapmadığına dair yorumlar var. Bienalin bu konuda nasıl bir rolü var sence? Zeyno Pekünlü: Ben açıkçası bu yorumların çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Her meslekten olduğu gibi sanatçılardan da giden insanlar var. Ama çoğunluk kalmaya devam etti ve kalanlar “en zor zamanlar işimizi en iyi yapmanın zamanıdır” diyerek çok sıkı çalışıyorlar. Sinema ve müzik farklı alanlar, benim yaptı-

21 Eylül Perşembe 19.00 Kadıköy İLHAM VEREN SAVAŞ KARŞITI MÜCADELELER Konuşmacı: YILDIZ ÖNEN

Bienal boyunca sanatçı Zeyno Pekünlü koordinatörlüğünde yürütülen Kamusal Program kapsamında farklı içeriklerde atölye ve sempozyumlar gerçekleşecek Zeyno Pekünlü, yemek atölyesinin koordinatörü mimar Ezgi Tuncer ve müzik atölyesinin yürütücüsü etnomüzikolog Evrim Hikmet’le komşuluk ve atölye programları üzerine konuştuk. Kamusal Program iki ayrı vurguyla toparlanmış. Seçilmiş aileler ve müşterek kader temalarını komşuluk kavramıyla nasıl ilişkilendiriyorsun?

TOPLANTI DUYURULARI

ZEYNO PEKÜNLÜ

EVRİM HİKMET

ğım yorum görsel sanatlara dair. Prodüksiyonu olan ve kitlelere üretim yapan alanlar çok daha farklı etkilendiler elbette. *** Atölye için müzik ve komşuluk bağını nasıl bir düşünsel süreçle kurdun? Evrim Hikmet: “Komşuluk” yaşadığımız coğrafyada tatlı bir yalan. Kavram yüklendiği tüm nostaljiyle birlikte, bize benzeyen biriyle, benzemediğinde de ancak “makbul”, “mazbut”, “sessiz sakin”, “haddini bilen” bir ötekiyle kurulabilecek ve elbette koşullu bir ilişkiyi ifade ediyor; zira bu ilişkinin her an can yakıcı bir düşmanlığa evrilebildiğini sayısız örnekle biliyoruz. Öte yandan, o tatlı yalana, -aynı 7 Haziran seçimlerinden önce güçlü bir şekilde ifade etme cesareti gösterdiğimiz Türkiyelilik fikri gibi- yeni bir hayat kurma ihtimali için ihtiyaç duyuyoruz sanırım. Komşuluk bu bağlamda çok farklı açılardan ele almaya imkan veren bir kavram. Ben uzun zamandır göç ve müzik üzerine çalışan bir etnomüzikolog olarak, sorumu, birlikte bir yaşam kurmanın imkanları açısından soruyorum. Özellikle Suriyeli müzisyenlerle birlikte yürüttüğüm çalışmalarda müzik bir iletişim zemini olabilir mi? Birlikte çalışabilir miyiz? Benzerliğimiz, ortak deneyimimiz ne, ya da benzemezliklerimiz yeni imkanlar getiriyor mu? gibi sorular var aklımda. Farklı "mahallelere" bölünmüş bir toplumda müziğin birleştirici rolünü oynayabileceği pratikler nasıl olabilir? Evrim Hikmet: Etkinliğin çağrı metninde de vurgulanan zamansal sıkışmışlık ve mekânsal olarak birbirinden yalıtılmış olma hissi tüm İstanbulluların ortak deneyimi aslında. Göç özelinde, derdimiz birbirimizle değil ve ortak; aslında hepimiz aynı gemideyiz. Bunu fark etmek birlikte eyleme kapasitemizi de ortaya çıkarıyor. Müziğin bunu başarabileceğini söylemek saflık olur elbette ama güçlenmek ve birlikte direnmek için çok güçlü bir araç olduğu aşikar. Atölyeyle muradımız, İstanbul’un göçmen müzisyenleriyle daha yerleşik durumdaki müzisyenleri için gerçek bir yan yana gelme, birbirini tanıma, temas etme zemini yaratmak. Buradan kalıcı dostluklar, işbirlikleri, ortak sözler, güç-

EZGİ TUNCER

lü fikirler doğabileceğini umuyorum. *** Atölye içeriğinden bahseder misin? Ezgi Tuncer: Yemek, kültürel olarak üretilen somut bir nesne olduğu için onu kimlik üzerinden tanımlamak ve temellük etmek oldukça sık karşılaşılan bir durum. Bir yemek ürününü yücelterek kimliğe övgü yapılabiliyor. Fakat yemeğin hem hammaddesi hem de üretilme yöntemleri, farklı coğrafyalar arasındaki o kadar geçişli, benzeşen haller alıyor ki onu bir vatana, kimliğe indirgemenin anlamlı olmadığı fark ediliyor. Pek tabi ki, farklı yerler arasında nüanslar oluşuyor ancak çatışan kültürlerin, devletlerin bireylerinin çoğu zaman benzer yemek üretimlerinde bulunduğunu, benzer beslenme alışkanlıklarının olduğunu görüyoruz. O halde sınırların ne anlamı var diye düşünebiliriz. ‘Komşuda pişen bize de düşüyor’ çoğu zaman. Aşure, helva gibi yemeklerin apartmanda komşularla paylaşıldığına çoğumuz denk gelmişizdir. Göçmenliğin temel politik meselelerden biri olduğu günümüzde mutfağın rolü senin için ne anlam ifade ediyor? Ezgi Tuncer: Suriye yemekleri üzerinden bu soruyu cevaplamak mümkün. Yaklaşık iki yıldır Fatih, Aksaray, Beyoğlu civarında bir çok Suriye lokantası açıldı. Göç etmenin akabinde, hayatı sürdürmek ve bir yere yeniden yerleşmek, aidiyet oluşturmak için yemek çok önemli bir araç. Öte yandan da, kültürel geçişlere aracı oluyor. Yemek, sınırlar arasındaki akışkanlığın ve benzerliklerin fark edilmesinin en belirgin öğelerinden birisi. Kartografik sınır çizgilerinin belirlediği ulus-devlet ve kimlik ayrışmalarının anlamsız olduğunu her seferinde ortaya koyuyor. Filistin’de de İsrail’de de aynı falafel yapılıyor ve yeniyor. İki millet aynı sofrada buluşup aynı yemekten keyif alabiliyorsa, savaşı gündelik hayatın içine yerleştiren siyaset coğrafyaları neden ayırıyor diye düşünmek gerekiyor. Hayat bir sofrada buluşabileceğimiz, bir tabak yemeği paylaşabileceğimiz, iki kadehin buluşmasında yan yana gelebileceğimiz kadar basitse, sınırlar neye hizmet ediyor? Röportajlar: Meltem Oral

22 Eylül Cuma 19.00 Şişli DÜNYADA YÜKSELEN ANTİ-SEMİTİZM Konuşmacılar: IŞIL DEMİREL - ÖZDEŞ ÖZBAY Fatih SABRA VE ŞATİLLA KATLİAMININ YILDÖNÜMÜ: FİLİSTİN HALKININ ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ II Konuşmacı: Roni Margulies Ankara: Konur Sokak 14/13 Kızılay Beyoğlu: Leylek Cafe, İstiklal Caddesi, Küçük Parmakkapı Sokak, No 15 Kat 3 Fatih: Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31 Kadıköy: Serasker Caddesi, Nergis Apt. No:88 Kat:3, Şişli: Nakiye Elgün Sokak, No: 32/3 Osmanbey İzmir: Kıbrıs Şehitleri Caddesi, 1462. Sokak 20/1-Alsancak

YENİ SAYI ÇIKTI!


AKTİVİZM

11

YÜZDE 100 YENİLENEBİLİR ENERJİ

Yenilenebilir, temiz, ucuz enerji kaynağı: Güneş. EMRE MERT

Stanford Üniversitesi Atmosfer ve Enerji Direktörü Mark Jacobson geçtiğimiz haftalarda 139 ülke için ayrı ayrı yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçiş yol haritalarının olduğu bir araştırma yayınladı. Enerji kaynaklarına ulaşabildikleri bu 139 ülke aynı zamanda dünyadaki karbon salımının %99 unu oluşturuyor. Jacobson bundan 2 sene önce ABD’nin 50 eyaleti için benzer bir yol haritası yayınlamıştı. ABD’de bu araştırmadan sonra en son geçtiğimiz günlerde Orlando yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçeceğini açıklayan 40. şehir olmuştu. Yenilenebilir enerji ve yeni istihdam alanları Jacobson’un araştırması yayınlandığı günden beri pek çok tartışma yarattı. Çünkü bu araştırmada sadece yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçiş yer almıyor, aynı zamanda bu geçişin sonuçlarına yer veriliyor. Araştırma 2050 itibariyle 24 milyon kişi için yeni uzun dönem iş olanağı açılacağını gösteriyor, bu sayı fosil enerji sektöründen yenilenebilir enerjiye geçenlere ek olarak ortaya çıkacak istihdam alanı olarak belirlenmiş. Aynı zamanda yılda 7 milyon hayatın kurtulacağını gösteriyor. Küresel ısınmanın bu şekilde 1,5 santigrat derecenin altında kalacağı hesaplanmış. Jacobson ve ekibi araştırmalarının teorik olduğunu ve her ülkenin kendi içindeki politik kararlılığına bağlı olduğuna dikkat çekiyorlar. Bu geçişin yılda 20 trilyon dolar boyutunda iklim ve sağlık maliyetinden insanlığı kurtaracağının üzerinde duruyorlar. Jacobson ve arkadaşları çalışmalarında mümkün yol haritalarından sadece birini sunuyor. Bunun mümkün olduğunu göstererek bu yönde yöneticileri adım atmaya teşvik etmenin önemli olduğunu düşünüyorlar. Oldukça masraflı olduğu ve çökme riskini beraberinde getirdiği için nükleer enerjiyi ve yenilenebilir enerjiye oranla çok

fazla karbon salımına neden olduğundan biyofosili dışarıda tutarak araştırmalarını gerçekleştirmişler. İklim hareketinin odağı 350.org’un kurucusu Bill McKibben küresel ısınma ve eriyen buzullara karşı çıkmanın kendi içinde bir önemi olduğunu ancak bizim için çevresinde örgütleneceğimiz bir noktanın olması gerektiğini bunun da yüzde yüz yenilenebilir enerji olduğunu söylüyor. Bu geçiş aslında bir zorunluluk, çünkü sanayi bu şekilde karbon salımına devam ettiğinde yüzyıl sonunda 3,5 derecelik bir sıcaklık artışı dünyayı bekliyor. Nitekim Paris Anlaşmasından sonra pek çok ülkenin tavizler verdiği de biliniyor. Yenilenebilir enerjinin fosil enerjiyle birlikte ek olarak yer almasının Obama döneminde olduğu gibi savunulması da aslında çok tehlikeli, çünkü zaten Paris Anlaşmasındaki hedeflerin tutturulması için artık yeni petrol ve doğalgaz sondajlarının yapılmaması gerekiyordu, fakat ABD gibi pek ülke bu tür faaliyetlerin içerisinde yer alıyor. Başarılabilir Trump’ın piyasa içerisinde gittikçe ucuzlayan güneş enerjisine ek vergi koymakla tehdit etmesi bu mücadelenin politik bir mücadele olduğunu gösteriyor. Nisan ayında Bernie Sanders ve kongreden birkaç arkadaşı ABD için yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçiş için bir yasa tasarısı sunmuşlardı. ABD’nin eyaletlerinin birçoğu geçişi gündemlerine almış durumdalar, Kaliforniya dünyanın en büyük 6. ekonomisi olarak 2045 itibariyle yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçiş yapacağını duyurmuştu. Dünyanın geri kalanına baktığımızda da benzer atılımları görüyoruz. Çin’in Çinghay eyaleti yüzde yüz yenilenebilir enerjiye dayalı bir haftalık başarılı bir deneme yaptı. Nisanda İngiltere’de benzer bir deneme yapıldı ve ülkede Sanayi Devriminden beri ilk defa enerji ihtiyacı hiç kömür

yakılmadan karşılandı. Yine Şili’de çoğunlukla güneş enerjiyle çalışan ilk metro seferleri yapıldı. Almanya’da ise nisan ayı içerisinde bir hafta sonu enerjinin %85’inin yenilenebilir enerjiden karşılandığı açıklanmıştı. Petrol zengini Abu Dabi’de bile güneş enerjisine artan yatırımlar yapılıyor. Yüzde yüz enerjiye geçişte büyük fosil enerji şirketlerinin çıkarlarını korumak adına getirdikleri engeller de politik mücadele alanında göz önünde bulundurulmalı. New York Times’ta yer alan bir haberde ABD’de petrol ve doğalgaz zengini Koch kardeşlerin azınlık topluluklarını onlar için en ucuz ve kârlı olanın fosil enerji olduğuna dair ikna etmeye çalıştıkları ortaya çıkmıştı. Ancak politik mücadeleye yine ABD’den bir örnek verirsek Sierra Club oluşumu tam tersi nitelikte olan ReadyFor100 kampanyasıyla eyaletlerin yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçmeleri için pek çoğunu ikna etmeyi başardılar. Önümüzde benzer mücadelelerin yaşanacağı bir dönem bizi bekliyor. Kaynakça http://inthesetimes.com/features/bill_mckibben_renewable_energy_100_percent_solution.html https://www.ecowatch.com/jacobson-renewable-energy-plan-2474464419.html https://www.ecowatch.com/jacobson-stanford-solar-wind-2476930081.html https://www.ecowatch.com/orlando-renewable-energy-2470947578.html https://www.ecowatch.com/germany-breaks-renewable-energy-record-1882079142.html


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

SOSYALİST TARTISMA ,

2017

Ekim Devrimi’nden 21. yüzyıla 7 EKİM TEKİRDAĞ

15.00-16.15 GÖÇLER ÇAĞINDA SINIRLAR VE IRKÇILIK KONUŞMACILAR: HAKAN ATAMAN (Yurttaşlık Derneği Mültecilere Destek Projeleri Koordintörü) MELTEM ORAL (DSIP sözcüsü) 17.00-18.15 YERLİ VE MİLLİ: YENİ BİR İDEOLOJİ Mİ? KONUŞMACILAR: ŞENOL KARAKAŞ (DSİP sözcüsü) UFUK URAS (23. dönem İstanbul milletvekili) Yer: Ertuğrul Mahallesi, Sinemalar Sokağı No:51/3 Süleymanpaşa İletişim: 05332334150

14 EKİM ANKARA 13.00-14.15 1917-2017: İŞÇİ DEMOKRASİSİ MÜMKÜN MÜ? KONUŞMACILAR: CAN IRMAK ÖZINANIR (marksist.org) NURAN YÜCE (DSİP aktivisti) 15.00-16.15 LGBTİ HAREKETİ VE EZİLENLERİN BİRLİĞİ KONUŞMACILAR: AYLİME ASLI DEMİR (KAOS GL genel yayın yönetmeni) MERVE DİLTEMİZ (DSIP aktivisiti) 17.00-18.15 YERLİ VE MİLLİ: YENİ BİR İDEOLOJİ Mİ?

20 EKİM CUMA

RONİ MARGULİES (Şair-yazar) CEMAL YARDIMCI (Çevirmen)

21 EKİM CUMARTESİ

KONUŞMACILAR:

22 EKİM PAZAR

13.00-14.15 EDEBİYAT, ELEŞTİRİ VE SİYASET

11.00 -12.15

13.00 -14.15

15.00 -16.15

20-21-22 EKİM İSTANBUL İletişim:05554237407

17.00 -18.15 BUGÜNÜN DİRENİŞLERİ İÇİN EKİM DEVRİMİ’NDEN İLHAM ALMAK

Cezayir Salon Hayriye Caddesi No: 12 Galatasaray-Beyoğlu

Konuşmacılar: FOTİ BENLİSOY YILDIZ ÖNEN

OTORİTER SAĞ YÖNETİMLER VE KADINLARIN DİRENİŞİ

KÜRT SORUNUNDA DİYALOG YÖNTEMİ MÜMKÜN DEĞİL Mİ?

1917: DARBE Mİ, DEVRİM Mİ?

Konuşmacılar: DİLA AK ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ

İKLİM DEĞİŞİYOR, BİZ DURDURABİLİRİZ

Konuşmacılar: İDİL ÜGÜT ÖMER MADRA

Konuşmacılar: NEBİYE ARI NURDAN DÜVENCİ ZİŞAN TOKAÇ

Konuşmacılar: CAN IRMAK ÖZİNANIR HAKAN TAHMAZ

KAPİTALİZM SONRASI YAŞAM

GÖÇLER ÇAĞINDA SINIRLAR VE IRKÇILIK

2019’A NASIL BİR MUHALEFET?

Konuşmacılar: FERDA KESKİN RONİ MARGULİES

Konuşmacılar: HAKAN ATAMAN KASHAN KALKOR MELTEM ORAL

Konuşmacılar: ALEV ERKİLET GARO PAYLAN ŞENOL KARAKAŞ

27-28 EKİM İZMİR 27 EKİM CUMA 19.00-20.15 BUGÜNÜN DİRENİŞLERİ İÇİN EKİM DEVRİMİ’NDEN İLHAM ALMAK 27 EKİM CUMARTESİ 13.00-14.15 DÜNYADA VE TÜRKEYİ’DE IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELE 15.00-16.15 KRİZ, POPÜLİZM VE SOSYALİZM

KONUŞMACILAR: SİNAN LAÇİNER (Akademisyen) TOLGA TÜZÜN (DSIP aktivisit)

17.00-18.15 OTORİTER SAĞ YÖNETİMLER VE KADINLARIN DİRENİŞİ

Yer: Konur Sokak, 14/13 Kızılay İletişim: 05325254471

Yer: Kıbrıs Şehitleri Caddesi, 1462. Sokak 20/1-Alsancak

19.00 -20.15 YERLİ VE MİLLİ: YENİ BİR İDEOLOJİ Mİ?

Konuşmacılar: BEKİR AĞIRDIR TOLGA TÜZÜN

EMPERYALİZM VE HEGEMONYA KRİZİ

Konuşmacı: SOTİRİS KONTOGİANNİS Sosyalist İşçi Partisi Yunanistan

n Her bir toplantıda konuşmacılar 15’er dakika sunuş yaptıktan sonra, moderatör konuyu tartışmaya açar. 30 dakika boyunca söz salondadır. Sonunda konuşmacılar kısaca toparlar. n Sosyalist Tartışma salonlarında kurulan kitapçıdan, marksist kaynaklar başta olmak üzere birçok türde kitabı indirimli olarak elde edebilirsiniz. n Üç günlük tartışmaların masrafları, kolektif olarak karşılanmaktadır. Lütfen davetiye isteyiniz.

Düzenleyen: DSiP


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.