DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
605
20 Ekim 2017 3 TL. sosyalistisci.org
OHAL FAKİRLESTİRİYOR , ÖZGÜRLÜKLERİ KISITLIYOR
DEMOKRASİ HEMEN SİMDİ! ,
2
GÜNDEM
GÖKÇEK GİDİNCE DERTLERİ BİTECEK Mİ? İSTİKRARSIZLIK KALICILAŞIYOR Her geçen gün yerli-milli istikrarsızlık derinleşiyor. Aynı anda bir dizi gelişme bu istikrarsızlığın örnekleri olarak görülmeli: ABD ile vize krizi, AB ülkeleriyle giderek derinleşen kriz, Erdoğan’ın belediye başkanlarını görevden almasının yarattığı gerilim, hayat pahalılığı ve zamlar, hükümetin Kürdistan referandum politikasının AKP seçmeni Kürtlerde yarattığı hoşnutsuzluk, tüm gelişmelerin 2019 seçimlerine endekslenmesi, darbe davalarının sulandırılması, lütuf olarak görülmesi, hiçbir inandırıcılığı olmayan, özelikle gazetecileri ve hak savunucularını hedef alan davalar ve oluşan mağduriyetler... Hemen her bir siyasi gelişme, motorlu araçlara zam yapma meselesi bile krize, çatlaklara neden oluyor. Öğrencilerin sınav sisteminin Erdoğan’ın bir lafı ile değiştirilmesi ama yeni sınav sisteminin tespit edilememesi bu çatlağın ve istikrarsızlığın örneklerinden. Bütün bir kamuoyu bir haftadır Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın istifa edip etmeyeceğine bekliyor. ‘Seçimle gelen seçimle giderden, önseçimle gelen parti başkanı isterse gider’ çizgisine gelindi.
BEKA KAYGISI NE KADAR SÜRECEK? Hükümet beka sorunu olarak kodladığı Kürt koridoru sorununa kendini öylesine kaptırmış bir vaziyetteki bu durumun kendisinin istikrarsızlığını derinleştiren bir etken olduğunu fark edemiyor. Bir yandan Suriye’den sonra Irak’ta da Türk askeri varlığı yer alıyor, gelişmeler sürekli bir savaş-beka kaygısı atmosferiyle gölgeleniyor, öte yandan müftü nikahı gibi kutuplaşmayı artıran yasalar gündeme getirilerek artık klasikleşen bir yöntemle yerli-milli bir taban oluşturulup bu tabanın konsolidasyonu sağlanmak isteniyor. İstikrarsızlık bir dizi mücadele fırsatını da gündeme getiriyor, getirecek. Bitmek bilmez OHAL koşulları mücadele etmeyi zorlaştırsa da hem 16 Nisan referandumu hem de Adalet Yürüyüşü demokratik ve meşru mücadele zeminlerinin varolduğunu gösteriyor. Beka kaygısının, devletleri birleştirici bir rol oynadığı tek yer Türkiye değil. Avrupa Birliği Brexit’ten beri ciddi bir beka kaygısına sahip. İspanya, Katalonya’nın bağımsızlık ilanıyla beka kaygısına kapıldı ve sertleşti. Başka bir açıdan Trump bile seçim kampanyasında ABD’nin varoluş sorunlarıyla yüz yüze olduğunu dile getirdi. Beka kaygısıyla otoriter bir yönelime girmenin moda olduğu ve bu modaya ırkçılığın, tırmandırılan milliyetçiliğin eşlik ettiği siyasi koşullarda, işçi sınıfının, ırkçılık karşıtlarının, kadınların ve savaş karşıtlarının küresel mücadelesinin örgütlenmesine yardımcı olmak her zamankinden çok daha önemli. Bugün sorunları dünya çapında düşünüp yerel örgütlenme zamanı.
Muhaliflerin esprisi gerçek oldu. Erdoğan tarafından istifası istenen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek bu satırların yazıldığı sırada “direniyor!” Bu “direniş” elbette hüsranla bitecek. 23 beton yılı Ankara’ya yaşatan, işçi düşmanı Gökçek gidecek. Sadece o değil bir dizi belediye başkanının üstü çizilmiş gözüküyor. Sadece onlar değil, Erdoğan Ak Parti teşkilatlarında da “temizlik” yapmaya niyetli, 2019’a doğru meclis grubunda da benzer çalkanlatıları göreceğiz. Ak Parti’de tasfiye edilenler, oyları düşürmekle suçlanıyor. 16 Nisan referandumunda yüzde 48,5 hayır’ın sebebi sadece Gökçek’in iticiliği mi? Belediye başkanlarının beceriksizliği mi? Parti teşkilatlarının, hayır’ın güçlü olduğu yerlerde yeterince çalışmaması mı? Herkes biliyor ki Ak Parti’nin gerileyişini başlatan, Erdoğan ve Ak Parti liderliğinin politikalarıdır. Demokratikleşme sürecinin durdurulması, baskının başlangıcıdır. Ak Parti’nin MHP ve Ergenekon davası sanıklarıyla kur-
duğu ittifakın ürünü olan sağcılıktır. Yıllardır oy aldığı istikrarı, bizzat kendisinin bozarak getirdiği istikrarsızlıktır. Ak Parti’nin krizinin kaynağı, sadece bir dizi eskimiş siyasetçi değil, 15 yıldır iktidarda olan bir sermaye partisinin, yönetilenlerin yarısını karşısına alması, kendisini destekleyen diğer yüzde 50’yi de hırpalamasıdır. OHAL haksızlıkları ve işten atmalar bardağı taşıran son damla oldu. Fakat Ak Parti’nin içindeki çatlaklar ve gerileyişinin merkezinde bir azınlığı daha da zengin eden ekonomik siyaseti duruyor. Gökçek gibilerin gidişi ekmek ve demokrasi isteyen halk yığınları tatmin edemez. Ankara’nın kurtuluşu Gökçek’in gidişi sadece sevinçle karşılanabilir. Fakat sosyalistler ‘bunlar gitsin de kim gelirse gelsin’ diyemezler. Eski ülkücü Mansur Yavaş’a, Ankara’nın bir ırkçı tarafından yönetilmesine de karşıyız.
KRİZ ÜSTÜNE KRİZ Türkiye ekonomisinin göbekten bağlı olduğu Almanya ile siyasi kriz devam ederken, ekonomik-askeri-siyasi olarak aynı kampta durduğu ve derin bağlara sahip olduğu ABD’yle de vize krizi başladı. Vize krizi, Amerikan Büyükelçiliği’nde çalışan bir DEA ajanının (Amerika uyuşturucu ile mücadele dairesi) tutuklanması ile başladı. Söz konusu kişi 17-25 Aralık soruşturmasını yürüten Gülenci savcılarla olan irtibatları nedeniyle suçlanıyor. ABD’nin vize yasağı getirmesinin nedeni sadece bu değil. Yasak, Venezuela Başkanı Maduro’nun Türkiye ziyareti ve İran’la askeri işbirliği açıklamasının üzerine geldi. İki ülke de ABD’nin kara listesinde bulunuyor, Erdoğan’ın “dostum” dediği Trump iki devlete yeni yaptırımlar dayatıyor. ABD’nin yaptırımlarına karşıyız, fakat bugün ABD ile olan kavga halkın çıkarlarını mı temel alıyor? Siyasi krizlerin ekonomik faturasını halka ödetmeye başlayan Ak Parti politikasına bakıldığında bu sorunun yanıtı sadece ‘hayır’ olabilir. Onların krizinin faturasını, biz ödememeliyiz.
TEORİK-POLİTİK DERGİMİZİN İLK SAYISI ÇIKTI!
Z YAYINLARI’NDAN EKİM DEVRİMİ’NİN ÇİZGİ ROMANI!
ALTÜST DERGİ YENİ SAYI ÇIKTI!
GÜNDEM
MTV İNDİ, ADALET GELDİ Mİ?
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
ZORUNLULUK MU? 15 Temmuz darbe girişiminden sonra OHAL’in darbecilerin dışında toplumsal muhalefete, HDP ve DBP’ye, Kürt partilerin kazandığı belediyelere, sol sendika üyelerine uzanması zorunlu muydu? Değildi. Bu yol sanki zorunluymuş gibi gösterilerek tercih edildi. Darbe girişiminde sonra, illa ki şimdi içinde olduğumuz sınır ötesi tezkerelerin çıktığı, askeri dozu yüksek, tehditkar bir dilin dış politikada hakim olduğu bir siyaseti tercih etmek bir zorunluluk muydu? Değildi. Sanki böyle bir dış politika zorunluluğu varmış gibi davranıldı. Darbe girişiminden sonra bu kadar çok sayıda gazeteciyi tutuklamak bir zorunluluk sonucu atılan bir adım mıydı? Değildi. Tercih edildi. Kamuda on binlerce insanı tasfiye etmek bir zorunluluk muydu?
Vergilerin yüzde 60’ı emekçilerden kesiliyor.
Önceden yüzde 40 olarak açıklanan
Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) zammı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “gözden geçirin” talimatı üzerine yüzde 25’e indirildi. Ancak yüksek bir zammı, daha az yüksek bir zamla lütufmuş gibi değiştirmek meselenin özünü görmeye engel oluyor. AKP hükümeti yeni zamları torba yasanın içine koyarak, yeni dönemde bütçe açıklarını kapatmak için Orta Vadeli Program (OVP) olarak önümüze getiriyor. OVP, hükümetin yükü işçi sınıfının sırtına yüklerken zenginler için dikensiz gül bahçesi yaratma politikasının bir parçası. Bunun da ötesinde Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in açıkça ifade ettiği gibi vergi zamlarıyla asıl hedeflenen
sürdürülmekte olan savaş politikalarının fonlanması. Şimşek, 5 Ekim günü yaptığı açıklamada: “2018’de Türkiye’nin etrafındaki tehditlerle baş edebilmesi, caydırıcı bir güce sahip olabilmesi için ilave silah sistemleri gündemde. Bunu karşılamak amacıyla borç yerine vergi artışlarını tercih ettik” dedi. Neredeyse her yılın başında sermayedarlar için vergi affı çıkaran hükümet, işçi sınıfının sömürüsünü arttıran savaş politikalarının faturasını da vergi olarak işçilere kesmek istiyor. OVP’ye göre gelir farkları gözetilmeden, herkesten alınan ve oranı şimdiye kadar yüzde 27 olan gelir vergisi oranı,
yüzde 30’a yükseltiliyor. Enflasyon oranında zam alamayan işçilerin ve kamu çalışanlarının sırtına şimdi bir de artan vergi zamları bindiriliyor. Mesele gelir vergisi gibi doğrudan vergilerle de bitmiyor. KESK’in açıklamasına göre Türkiye’de doğrudan vergilerin yanı sıra MTV ve Özel Tüketim Vergisi gibi dolaylı vergilerin oranı toplam vergiler içinde yüzde 70’lere varmış durumda. Dolayısıyla doğrudan vergilerin yanısıra emekçiler çok yüksek bir meblağı da dolaylı vergilere vermek zorunda kalıyorlar. Vergide adaletin sağlanmasının, bütçe açığının kapatılmasının yolu yoksulları değil zenginleri vergilendirmek, savaş politikalarından vazgeçmektir.
MERAL AKŞENER’İN PARTİSİ DEĞİL, EMEKÇİLERİN MÜCADELESİ Meral Akşener’in yeni kuracağı partinin 25 Ekim günü duyurulacağı açıklandı. Ana gövdesini MHP’den ihraç edilen ülkücü faşistlerin oluşturduğu partinin duyurusu Nâzım Hikmet Kongre Salonu’nda düzenlenecek toplantı ile yapılacak. Komünist şair Nâzım Hikmet’in adını taşıyan bir salonda duyuru yaparak solculara şirin gözükmeye çalışan Akşener’in partisinin önde gelen isimleri “Ülkücü gömleğinizi çıkardınız mı?” sorusuna “Hayır, ben Türk milliyetçisiyim” diye cevap veren Ümit Özdağ ve Koray Aydın. Her üç isim de MHP’de genel başkan olmaya çalışıp, olamamış kişiler. Meral Akşener, 1990’lı yıllarda çatışmaların en sert dönemlerinde içişleri bakanlığı yapmış ve o dönemki faili
meçhuller kendisine sorulduğunda “Ne derseniz deyin hepsi kabulümdür. Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum” diyen birisi. Hepsi Kürt sorununda çatışmacı politikaları savunuyor. Solda görülen kimi isimler zaman zaman Meral Akşener’in AKP’nin yükselişini durduracağını düşünerek yeni kurulacak partiyi olumlu bir adım olarak görüyor. Bunun en açık örneğini ulusalcı Ataol Behramoğlu gösterdi ancak maalesef Akşener’den medet umanlar Behramoğlu gibi ulusalcılardan ibaret değil. Daha önce Ekmelettin İhsanoğlu ve Mansur Yavaş örneklerinde de görüldüğü gibi Erdoğan’ın
otoriterizmine karşı sağcılıktan medet ummak toplumsal muhalefete hiçbir şey kazandırmıyor. Ancak buradaki sorun sadece sağcılıktan medet ummak değil, mevcut yerli-milli koalisyona karşı muhalefetin ırkçı, milliyetçi ve Kürt sorununda savaş yanlısı bir güç tarafından zayıflatılacağını düşünmek, milliyetçiliğe yeniden taviz vermek ve AKP’ye oy veren, vermeyen geniş bir emekçi kitlesini yeniden milliyetçiliğin ve savaş politikalarının yanına terk etmek anlamına geliyor. Yerli-milli koalisyonu zayıflatmak Akşener’lerden medet ummakla değil, tabandaki emekçilerin mücadelesi, her alanda barış talebinin yükseltilmesi ve ırkçılığa karşı net bir mücadele ile mümkün.
“Çocuklar ölmesin” diyen Ayşe öğretmene hapis cezası vermek, bu da mı zorunluluktu? Arkadaşım Özlem Dalkıran ve hak savunucularının tutuklanması, bu da mı zorunluluktu? Sahiden, 15 Temmuz darbesini bizzat planlayan ve darbe teşebbüsüne bizzat karışıp bizzat darbenin gerçekleşmesi için çabalayanlar dışındaki insanların son bir yıldır moda bir olan tabirle ‘medeni ölü’ye çevrilmeye çalışılması ve bunun için tüm devlet olanaklarının seferber edilmesi zorunluluk muydu? Yıllardır ‘dost ve müttefik’ olarak görülen Barzani liderliğindeki Kürtlerin bağımsızlık referandumuna yönelik kullanılan üslup ve belirlenen politika bir zorunluluktan mı kaynaklanıyordu? Gerçekten devletin bir beka kaygısı yaşadığı düşünülüyorsa bu kaygıyı gidermek için atılması gereken adımlar illa ve kat’a bu adımlar mı olmak zorundadır? Bu bir zorunluluk mudur? Bunların zorunluluk ürünü olarak atılan adımlar olarak anlatıldığı, savunulduğu, övüldüğü ve medyada desteklendiği ölçüde, başka hamleler de zorunluymuş gibi davranan odaklar tarafından yüksek bir özgüvenle devreye sokuluyor. Bu odakların olduğu yerde ise “OHAL hukuku”ndan bile söz etmek imkansız hale geliyor. Artık giderek daha net bir şekilde görülüyor ki zorunluluk olduğu iddia edilerek atılan her bir adım siyasi bir tercih. Siyasi hedeflere ulaşmayı kolaylaştıracak bir tercihler bütünüyle karşı karşıyayız. İç politikada da dış politikada da toplumsal gerilimin tırmanmasının nedeni, bu siyasi tercihler. Daha fazla zaman geçirmeden görülmesi gereken de bu: Bu tercihler bir arada yaşama duygusunda geriye kalan her şeyi silip süpürüyor. Bunun durması lazım. Başka bir dış politika, başka bir iç politika, diyalog, çözüm, eşit koşullarda kardeşlik gibi yaklaşımları içeren, daha iki buçuk sene öncesine kadar kısa bir süreliğine denenen ve bugün yaşadıklarımızın zorunluluk olmadığını kanıtlayan bir politika mümkün.
4
DÜNYA
TRUMP, İRAN’LA KRİZİ KÖRÜKLÜYOR
AB, MARİANO RAJOY’UN İSPANYA’DAKİ BASKICI YÖNETİMİNİ DESTEKLİYOR ALEX CALLİNİCOS
İspanya 1936’da iç savaş ile paramparça olmuşken roman yazarı Ramon Sender, “Bir kişi Guardia Civil’e (hem sivil hem askerî polislik hizmetlerini yerine getiren ve kamu güvenliğini sağlayan askerî bir kolluk teşkilatı) katıldığında iç savaş da ilan etmiş olur” diye yazmıştı. ABD’li protestocular: ‘Trump’ı sınır dışı edin.’
İktidara geldiği günden beri agresif bir dış politika izleyen ABD Başkanı Trump geçtiğimiz hafta İran’la büyük bir kriz başlattı. Kuzey Kore ile yaşadığı nükleer kriz ve Katar krizi ile başlayan Ortadoğu’daki gerginlikten sonra şimdi de İran’la ipler gerildi. Trump, İran’ın nükleer programına dair 2015 yılında imzalanan ve Çin, Rusya, Fransa, İngiltere ve Almanya’nın da taraf olduğu anlaşmadan çekilebileceğini duyurmuştu. Trump hükümeti İran’ın anlaşma kurallarına uymadığını iddia ediyor. İran ise anlaşmadan sonra artan petrol satışları nedeniyle Trump’ın ülkeyi hedef aldığını söylüyor. Anlaşmaya taraf olan diğer ülkelerin gözlemcileri ise İran’ın anlaşma kurallarına aykırı hareket etmediğini söylediler.
İki ülke arasındaki gerginlik ABD’nin İran Devrim Muhafızları’nı terör örgütü olarak ilan edebileceği duyurusu ile iyice artmıştı. İran, bunu savaş nedeni sayacağını söyledi. ABD yasalarına göre Başkan'ın her 90 günde bir Kongre'ye İran'ın nükleer anlaşmaya uyum gösterdiğini teyit etmesi gerekiyor. Ancak Trump, son değerlendirmesinde İran'ın anlaşmaya uyduğunu teyit etmeme kararı aldı. Böylece ABD'nin anlaşmaya taraf olmaya devam edip etmeyeceği ile ilgili karar da Kongre'ye bırakılmış oldu. İran anlaşmayla BM'nin Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun askeri üslere "kontrollü girişine" izin vermişti. Uranyum zenginleştirmede kullanılacak santifrüj sayısını anlaşmayla üçte iki oranında azaltmayı da kabul etmişti. İran’a uygulanan petrol ambargosu kalkmıştı.
SOMALİ’DE İÇ SAVAŞIN VAHŞETİ Türkiye’nin sınırları dışındaki en büyük askeri üssünü açtığı Somali’nin başkenti Mogadişu’da 14 Ekim’de gerçekleşen bombalı saldırıda 300’den fazla kişi hayatını kaybetti. Bomba yüklü araçla gerçekleşen saldırıyı El Kaide bağlantılı Eş Şabab örgütünün gerçekleştirdiği düşünülüyor. Örgüt saldırıyı üstlenmemiş olsa da yeni seçilen Somali Devlet Başkanı Abdullahi Muhammed’in ABD ve Afrika Birliği desteği ile Eş Şabab’a yönelik operasyonları nedeniyle saldırının gerçekleştirilmiş olabileceği iddia ediliyor. Somali 1992 yılında, Sovyetler Birliği’nin yıkılışının hemen ardından, ABD tarafından “insani müdahale” gerekçesi ile işgal edilmişti. 1991’de ülkeyi vuran aşırı kuraklık nedeniyle 300 bin kişi yaşamını yitirmişti. ABD yaptığı gıda yardımının “savaş lordları” tarafından çalındığını iddia ederek ülkeye birliklerini gönderdi. İşgal sonrası direniş ve iç savaş ciddi boyutlara ulaştı. “İnsani yardım” için harcanan 1,5 milyar doların sadece %10’u gerçekten yardıma giderken geri kalan bütçe işgal kuvvetlerinin askeri ihtiyaç-
ları için harcandı. ABD binlerce sivilin ölümüne sebep olduktan sonra 1994’te ülkeyi terk etmişti. Bu dönemde ABD karşıtı direnişi örgütleyen İslamcı gruplar güçlendiler. İslamcı gruplardan oluşan İslam Mahkemeleri Birliği (İMB) önemli bir güç haline geldi. 11 Eylül saldırıları sonrası Bush hükümeti “İslami teröre” karşı savaş açtığında Somali bir kez daha hedef durumuna geldi. ABD, İslam Mahkemeleri Birliği’ni El Kaide ile eşitleyerek- ki aralarında bir ilişki yoktu- saldırıya geçti. 2006 yılında hem ülke içindeki aşiretlere hem de bölgenin ABD destekli yayılmacı devleti olan Etiyopya ordusuna destek verdi ve böylece İMB dağıtıldı. Eş Şabab örgütü 2007 yılında bu savaşın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Ortalama yaşam ömrünün 50 yıl olduğu ülkede açlık ve yoksulluk silahlı grupların insan kazanmasını oldukça kolaylaştırıyor. Ayrıca 2016 yılında ülkede son 50 yılın en büyük kuraklığının yaşanması sonucu 18 bin kişi koleradan, 10 milyon kişi ise açlıktan etkilenmişti.
Paramiliter Guardia Civil, 19. yüzyılda giderek zayıflamakta olan Bourbon monarşisinin baskı aygıtıydı. Üyeleri, iç savaştan zaferle çıkan ve 1939-1975 yılları arasında İspanya’yı yöneten Franco diktatörlüğünün sembolü haline gelmişti. İspanya başbakanı Mariano Rajoy, Guardia Civil’i bağımsızlık referandumunu bastırmak üzere Katalonya’ya gönderdiğinde tabii ki bu sembolik anlamın farkındaydı. Ne de olsa onun partisi (Halk Partisi – PP) Franco döneminde başbakan olan Manuel Faga tarafından kurulmuştu. Tabii ki apolojistler hemen Halk Partisi’nin (PP) liberal demokrat bir parti olduğunu, dolayısıyla Franco günleri ile bir ilgisinin olmadığını söyleyecekler. Bu, sadece bir noktaya kadar doğru. Halk Partisi (PP), 18. ve 19. yüzyılda kök salan Kastilyan merkezciliği geleneğini savunuyor. Bu gelenek, Kastilyan olmayan bölgelerin –özellikle Katalonya ve Bask ülkesinin- haklarının tanınmamasını içeriyor. Bu baskıcı anlayış, 20. yüzyılın başında Madrid’e geri döndü. Katalonya ve Bask ülkesi, ekonomik olarak gelişmiş bölgeler haline geldiler ve bağımsızlık ve otonomi taleplerini giderek daha fazla ileri sürmeye başladılar. Bu, İspanyol devletinin, iç savaş ile sonuçlanacak bir krize girmesine yol açtı. Franco gaddar bir şekilde özellikle Bask ve Katalan milliyetçiliğini bastırdı. Günümüzde yaşanan son baskı gösterisi ise, İspanya’da bugünkü parlamenter demokrasinin kurulmasını sağlayan 1978 Anayasası ile meşrulaştırılıyor. Fakat 1978 Anayasası, hem “İspanyol Ulusu’nun bölünmez bütünlüğünü savunan”, hem de “İspanyol ulusunu oluşturan halkların ve bölgelerin kendi kendisini yönetme hakkını tanıyan” çelişkili bir metin. 1978 Anayasası belirli koşulların bir araya gelmesinin ürünüydü. Franco’culuktan “müzakere ederek kopma” İspanyol devletinin ve İspanyol kapitalizminin önemli kurumlarının yerinde kalmasına neden oldu. Bu müzakerelere hiçbir şekilde demokratik olmayan üç kurum katılmıştı – Franco’cu hareketin modernize olmuş kanadı
(eski lideri, başbakan Adolfo Suarez tarafından temsil edildi), ordu ve daha sonra en güçlü sol parti olacak olan İspanya Komünist Partisi. Diktatörlük Bask ve Katalan milliyetçi hareketleri diktatörlüğe karşı savaşmışlardı, dolayısıyla kendi kendilerini yönetme hakları tanınmalıydı. Fakat ordu, “İspanya’nın toprak bütünlüğünü savunma” görevini sürdürdü. Bask ülkesindeki uzun gerilla savaşı dönemine rağmen anlaşmaya varılamadı. İspanya devleti Avrupa Birliği’nin (AB) sütunlarından biri oldu. Ancak, AB’li ve İspanyol politikacılar tarafından sevinçle karşılanan Avrupa bağlantısı İspanya’nın felaketi oldu. Katalonya ekonomik açıdan İspanya’nın en önemli bölgesi; ulusal gelirin beşte biri buradan geliyor. Fakat, Rajoy’un kemer sıkma programı, ülkenin geri kalanı gibi Katalonya’yı da etkiledi. Rajoy 2011’de iktidara geldiğinden beri Avrupa Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası’nın talimatlarını harfiyen uyguluyor. Rajoy ve Halk Partisi (PP), önceki Sosyalist Parti hükümetinin müzakere ettiği ve bölgelere daha fazla inisiyatif veren anlaşmaya karşı başarılı bir muhalefet yürütmüştü. Dolayısıyla Katalanlar, kemer sıkma politikalarını zorla uygulayan ve kendi kaderini tayin hakkını kabul etmeyen uzlaşmaz bir sağcı hükümet ile karşı karşıya kaldı. Sosyalist Parti’nin desteğiyle bir azınlık hükümetine liderlik eden Rajoy için Brüksel’in desteği önemli. Ayrıca Avrupa Komisyonu’nun birinci başkan yardımcısı Frans Timmermans, Madrid’in Çevik Kuvvet’inin “kısmi güç kullanımını” savundu. Bunun nedeni çok açık. Financial Times geçen hafta “Katalan krizi Avrupa düzenini tehdit ediyor” diye ağıt yakıyordu. “Tıpkı Avro bölgesinin borç ve banka krizinin on yıllardır var olagelen Avrupa yapısını çözülme noktasına getirmesi gibi bugün de bağımsızlık isteyen Katalan milliyetçileri Pandora’nın sorunlar kutusunu açma riskini taşıyor.” Fakat Rajoy’un zorba taktikleri halihazırda geri tepmiş durumda. Yunanistan ve Brexit’den sonra Katalonya, yozlaşmış neoliberal Avrupa “düzeni”nin demokratik olmayan ve kırılgan doğasını ortaya çıkaran son karşılaşma olma özelliğini taşıyor. (Çev. Arife Köse)
DİRENİŞ
5
KATALAN BAĞIMSIZLIK HAREKETİ, SAĞI YENMEK İÇİN SOKAKLARDA KALMALI
Katalan işçiler, İspanya devletini protesto ediyor, Barcelona. DAVE SEWELL
İspanya devleti yüksek mahkemesi, Katalonya Parlamentosu’nun Pazartesi gecesi yapması beklenen toplantısını yasakladı. Bunun anlamı şuydu; eğer milletvekilleri bu toplantıya katılmak üzere Parlamentoya gelirlerse tutuklanacaklardı.
Rajoy hükümetinin çıkardığı kararnamelerin yardımıyla merkezlerini Katalonya dışına taşıdılar. Şimdiye kadar bu taşınmalar sembolik düzeyde kaldı. Uyarı
İspanya'da hükümeti temsil eden Halk Partisi (PP) sözcüsü Pablo Casado, Pazartesi günü korkunç tehditlerine devam etti.
Ancak aynı zamanda büyük Katalan şirketlerinin, her zaman iş dünyasının yanında olan Puigdemont hükümetine rağmen İspanyol yönetimini bağımsızlığa tercih edeceklerine dair açık bir mesaj veriyor. Büyük şirketler bağımsızlık mücadelesinin müttefikleri olamazlar.
Casado, “Bugün bağımsızlık ilan eden kişinin sonu da belki tıpkı 83 yıl önce bağımsızlık ilan etmeye kalkan kişinin sonu gibi olur” dedi.
Zenginler “istikrarsızlık”tan ve özellikle geçen hafta referandumun engellenmesi çabalarına karşı gerçekleştirilen genel grev gibi kitle hareketlerinden korkarlar.
Bu kişi Katalonya’nın ilk başbakanı olan ve işkence gören ve idam edilerek öldürülen Lluis Companys’den başkası değildi.
Fakat referandumu savunan ve genel grevi örgütleyen hükümet hâlâ yerinde duruyor.
Tehdit
Casado’nun bu tehdidini bağımsızlık karşıtlarının karşı saldırıları izledi.
Genel grevi başlatan bazı küçük sendikalar bu hafta ve önümüzdeki hafta yine greve gideceklerinin işaretlerini verdiler.
Katalan polis teşkilatının başındaki kişi, 1 Ekim’de gerçekleşen referanduma engel olmadığı için “isyana teşvik” suçlamasıyla mahkemeye çağırıldı.
Bu işaretler Salı gününden sonra gerçek grev çağrılarına dönüşebilir. Bağımsızlık, ancak işçi sınıfının gücü üzerine inşa edilirse başarılı olabilir.
İspanya ulusalcı sağı Barselona’da ve başka şehirlerde kitlesel gösteriler düzenledi. Bu gösterilere faşist gruplar kendilerini gizleme gereği duymadan katıldı.
Mücadele etmek, devleti kimin kontrol edeceği üzerine ağız dalaşı yapmak değil.
Aralarında Katalonya’nın en büyük iki bankasının da bulunduğu büyük şirketler,
Seçimle iş başına gelmemiş mahkemeler ve polisler her devletin merkezini oluşturur. Katalan ve İspanyol otoriteleri arasındaki ağız dalaşının arkasında sadece bu mah-
kemeleri ve polis teşkilatını kimin kontrol edeceği kavgası yatıyor. Guardia Civil’in (İspanya'da hem sivil hem askerî polislik hizmetlerini yerine getiren ve kamu güvenliğini sağlayan askerî bir kolluk teşkilatı) binlerce üyesi şu anda Katalonya’da. Bunun nedeni kısmen İspanyol otoritelerinin Mossos d’Esquadra olarak bilinen Katalon polisine güvenmemesi. Katalonya yüksek mahkemesinin başkanı, Mossos’un kendisini görevden alma riskine karşı Katalonya’dan güvenlik işlerini Guardia Civil’in devralmasını istedi. Mossos’un şefi Josep Lluis Trapero, referandum sırasında “kanunların uygulanmasını engelleme” iddiasıyla mahkemeye çıkarıldı. Halbuki Mossos bazı oy verme yerlerini kapatmıştı fakat bunlar protestocular tarafından işgal edilenler değildi. Ayrıca silahları kimin alacağı da kavga konusu. İspanyol hükümeti, bir yıldır Katalon hükümetinin 1000 adet makineli tüfek ve başka silahlar almasını önlüyor. İspanyol hükümeti bunun nedeninin, Katalan bakanların bu silahların ne için kullanılacağını açıklamamaları olduğunu söyledi. Bu silahlar bölgesel bir polis gücünün ihtiyacı olan silahlardan çok daha fazlası; daha çok ulusal bir polis gücü teşkilatının
ihtiyaç duyacağı türden ve sayıda silahlar. Bunlar, yeni bir devletin yaratılması girişimi açısından önemli sorular. Fakat, grevlerin ve protesto gösterilerinin bastırılmasından ve siyahların taciz edilmesinden Mossos da en az diğer polisler kadar sorumlu. Onlar da en az İspanyol polisi kadar Katalan işçilerinin düşmanı. Devlet Barselona belediye başkanı Ada Colau kadar popüler kişiler bile Podemos gibi tutum aldılar. Bazı aktivistler, Katalan milliyetçilerinin kirli geçmişine şüpheyle bakıyorlar. Bazıları da işçilerin birliğinin devletlerin birliğinden geçtiği mitini yutuyor. Podemos’un böyle tutum almasının daha temel bir nedeni var. Podemos tüm İspanya çapında seçimleri kazanmayı ve böylece devleti ele geçirerek reformlar yoluyla onu dönüştürmeyi planlıyor. Katalonya’nın bağımsızlığı bazı seçmenlerin Podemos’a oy vermesini engelleyebilir. Daha da önemlisi devleti zayıflatabilir. Fakat, devlete karşı işçi mücadelesinin yanında olan sosyalistler için bir bağımsızlık mücadelesini desteklemenin nedeni tam olarak budur; yani devleti zayıflatıyor olması.
6 GÜNDEM
IKBY'YE SALDIRI: ABLUKAYA VE SAVAŞA HAYIR!
İŞÇİLERİN SEÇEN SAVAŞ DEĞİL B Somali'de en büyük askeri üssünü açmakla övünen Türkiye'nin, nasıl bir yere asker gönderdiğini, bir kaç gün sonra gerçekleşen intihar saldırılarında gördük.
Kerkük’ü işgal eden Irak askerleri.
Bağımsızlık isteyen Iraklı Kürtler, kuşatma ve saldırı altında. IKBY'nin diyalog ve barışçıl çözüm çağrılarına, tehditle yanıt veren Irak ve İran devletleri Kerkük'e saldırdı. 350 tank ve binlerce askerden oluşan birliklerle şehre girenler, Irak ordusunun yanı sıra İran'ın örgütlediği Haşdi Şabi denilen mezhepçi örgütün askerleri. IŞİD'e karşı, onun taktikleriyle savaşım için İran tarafından kurulan askeri örgütlenme, katliamları ve insan hakları ihlalleriyle tanınıyor. Kürt peşmergeler, iki devletin Türkiye ile koordineli saldırısı karşısında Kerkük'te geri çekilirken, 2014 öncesi sınırlara döndü. Bu, peşmergelerin IŞİD'in elinden alarak kontrol ettiği yerlerden çekildiği anlamına geliyor. Türkiye'de milliyetçiler, Irak ve İran'ın saldırganlığını alkışlıyor. 8,3 milyon nüfusluk bir halkın, arkalarına ABD ve Rusya'nın desteğini alan saldırgan devletler tarafından sıkıştırılması "bir rüya daha bitti" diye yorumlanıyor. Fakat 25 Eylül'de yapılan referandumdan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kendi bölgelerine çekilen Kürtler, "birinci sınıf vatandaş" kabul edilmediklerini bir kez daha gördü ve merkezi Irak hükümeti altında yaşamak istemeyecekler. Baskı, ulusal sorunu daha da büyüttü, taraflar zaten savaşta ve bölgede birden çok ordu bulunduğu için büyük boyutlu kıyım yaşanabilir. Kuzey Irak'ta çatışmalar Irak ve İran, IKBY'yi sıkıştırırken, Türkiye askerleri de Kuzey Irak'ın PKK kontrolündeki bölgelerinde savaşıyor. Kayıp haberler arka arkaya geliyor. Bağımsızlık ilanına kadar Türkiye'nin sınırlarındaki tek sadık müttefiki olan Barzani ve Iraklı Kürtler şimdi düşman. Devletin, Oslo'da ve İmralı'da çözüm görüşmeleri yaptıkları ise baş düşman. İlki 6 ay, diğeri 4 yıl önceydi. Türkiye'nin IKBY ile anlaşır durumdayken kendi sınırları içindeki Kürtlerle müzakere masasına oturması, milyonlarca insan tarafından desteklenmişti. Güçlü devletlerin zayıf bir halka yaptıkları baskı, tarihe yeni savaşlar eklemekten, sorunları içinden çıkılmaz bir hale getirmekten başka bir işe yaramıyor.
Türkiye'ye bağlı birlikler 2001'den bu yana süren Afganistan işgali ve savaşında da yer alıyor. Irak sınırları içindeki Başika'da asker bulunduran Türkiye, Suriye sınırlarının içinde savaş halinde. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık referandumuna ve Suriye'deki Kürtlerin özerk yönetimine karşı yeni bir askeri hareketlilik durumuna geçen devletin bir "beka savaşı" verdiği söyleniyor. Fakat bu savaş politikaları yeni krizler doğurup, çok daha büyük çatışmalara doğru yönelirken fatura ise biz halka çıkarılıyor. 2018 bütçesini savaş belirleyecek. Zam yağmuru bunun ilk işaretiydi, ABD ve Almanya ile yaşanan krizlerin ekonomik sonuçları, savaşa harcanan kaynakların üzerine eklenecek. Yükseltilen milliyetçilikle Türkiye işçi sınıfı bölünerek, mücadeleden alıkonulmaktadır. Oysa başka bir yol var. Türkiye, kendi sınırları içindeki ve dışındaki Kürtlerle barış yolunu seçerse o zaman hepimiz için daha güvenli bir ortamdan söz edilebilir. Ortadoğu'da eksik olan yeni savaşlar değil, bir barış atağıdır. Türk, Kürt, Arap ve Fars işçilerin birliği, savaşları bitirmeli!
OHAL üç ay daha uzatıldı, hükümet Türkiye’nin güvenliği üzerindeki tehditlerin bitmediğini gerekçe gösteriyor. Halkın bitmesini istediği OHAL’i var eden devletin savaş politikalarıdır. Savaş siyaseti son bulursa baskı da son bulur. OHAL’i bitirme mücadelesi bu yüzden bir barış mücadelesidir.
GÜVENLİK Mİ, DAHA FAZLA ÇATIŞMA MI? Türkiye'nin, Rusya ve İran'la askeri ittifakı, ikinci bir sınır ötesi harekâtı doğurdu. 100 Türk askeri ve zırhlı araçlardan oluşan birlikler, İdlib'e girdi. Burada kendisine bağlı Arap silahlı güçleriyle davranan Türkiye, silahlı muhaliflerin elindeki son stratejik merkezin Esad rejiminin kontrolüne geçmesi, olası çatışmalardan gelişecek bir göç dalgasının engellenmesi için orada bulunuyor. Asıl amaç ise İdlib'in yanı başındaki PYD yönetimindeki Efrin'i ablukaya almak.
IKBY, PKK gibi PYD de uzun süre Türk devleti tarafından tanınmak için çaba sürdürdü ve bir ölçüde bu kabul edildi. Şimdi o da "baş düşman." Erdoğan, Efrin'e operasyon yapılabileceğini söylese de ABD ve Rusya'nın askeri birlikleri bölgeyi koruyor. İdlib'de rejime yardım eden Türkiye hükümeti, bunun karşılığında Kürt koridorunu engellemek için fırsat bekliyor. Rusya ile birlikte davransa da Suriye
hükümeti, Türkiye'nin İdlib'teki askeri varlığını "işgal" olarak niteledi. Esad yönetimi, silahlı cihatçı grupların ezilmesinden memnun, ama bölgede Türkiye'nin kalıcı varlığına izin vermeyeceğini her fırsatta zaten vurguluyor. İdlib harekâtını, Türkiye'nin Kürt bölgesine bir saldırısı izlerse bu PYD ile savaşın başlaması anlamına gelecek. Bu durumda Türkiye sınırları boyunca yaşayan Kürt topluluklarıyla savaşır hale gelebilir.
GÜNDEM 7
NEĞİ BARIŞTIR
GÖRÜŞ Roni Margulies
BİR REKTÖRLE TOKALAŞMAK Bir erkekle bir kadın tokalaşabilir mi? Tokalaşırsa bu hemen cinsel ilişkiye mi yol açar? Açarsa, çok mu kötü olur? Adıyaman Üniversitesi Rektörü Mustafa Talha Gönüllü’ye şahsen ulaşamadığım için, bu soruları kendisine soramıyorum. Ama vereceği cevapları biliyorum.
NE İSTİYORUZ? n ABD ve Rusya Ortadoğu'dan askerlerini çekmeli. Emperyalistlerin savaşına ve işgaline hayır! n Baskı değil kardeşlik! Kendi kaderlerini tayin etmek Iraklı Kürtlerin ve tüm ezilen halkların hakkıdır. n Demokratik, çoğulcu Filistin’e özgürlük! Siyonizme ve İsrail yayılmacılığına karşı ortak mücadeleye! n İşçilerin birlği! Ortadoğu işçi sınıfı, kendisine acıdan başka bir şey getirmeyenlerden kurtulmak için birleşmelidir. n İncirlik üssü kapatılsın! ABD ve Rusya ile yapılan askeri anlaşmalar ve işbirliği iptal edilsin!
ORTADOĞU'YU KAN GÖLÜNE ÇEVİRENLER Ortadoğu'da hegemonya mücadelesi veren iki devletin rekabeti ve saldırganlığı, bölgedeki hegemonya kurmak isteyen devletlere daha zayıf rakiplerini ve düşmanlarını alt etmek için fırsat veriyor. Yeter ki Ortadoğu'da kapitalistlerin istediği düzen kurulsun, 'Irak ve Suriye halklarını kurtarmak' gibi süslü laflar unutulurken, daha güçsüz halk toplulukları kıyımlara uğruyor. Irak'ta ve Suriye'de emperyalist devletlerin yürüttüğü savaşın halkların çıkarları ve isteklerini yerine getirmek gibi bir amacı yok. Yıllarca Saddam Hüseyin diktası tarafından ezilen, emperyalist dev-
letlerle iyi ilişkilere sahip, Irak Kürdistanı siyasi hareketinin, ABD ve Rusya tarafından yalnız bırakılması, her iki emperyalist devletin de Irak'ın toprak bütünlüğünden yana olması ve işbaşındaki mezhepçi baskıcı yönetimi savunmaları bunun bir örneği. Türkiye'de milliyetçiler, Haşdi Şabi denilen katliamcı birliklerin Kürtlere saldırısını alkışlarken, Barzani'nin ABD ve İsrail ile olan yakın ilişkilerine işaret ederek, şovenizmi emperyalizm karşıtlığıymış gibi gösteriyor. Barzani gibi Erdoğan da ABD ile iyi ilişki kurmaktan yana, vize krizinden kısa bir süre önce New York'ta
Trump'la görüşen Erdoğan ona "dostum" demişti. Dünyayı savaşa boğan "dostları", bugün Barzani ve Erdoğan'ı yalnız bırakmış durumda. 'One minute' günleri çoktan geride kaldı. Hükümet, İsrail’le ilişkilerini normalleştirmek için her şeyi yapmaya hazır olduğunu, Mavi Marmara'da katledilen aktivistlere yaptığı muameleyle göstermişti.
Biliyorum, çünkü şöyle yazmış: “Yabancı bir kadın ile tokalaşmak, ateş tutmaktan daha korkunç...” Bu yazdıkları sadece kendi görüşleri değil. İlahiyatçılar arasında eskiden beri tartışma konusu. Örneğin, 2008’de Diyanet İşleri Başkanlığı bir ilmihal yayınlamış ve kadınların erkeklerle tokalaşmasını yasaklayan herhangi bir ayet veya hadis bulunmadığını belirtmiş. Konu 2010’da 29 Ekim resepsiyonunda bazı milletvekillerinin Hayrünnisa Gül’ün elini sıkmaması nedeniyle yine gündeme gelmiş. Diyanet İşleri Başkanı, “Biz hanımefendilerin uzattıklarında ellerini sıkıyoruz bunda bir sorun görmüyoruz. Bu medeni dünyanın âdetidir. Bunu tartışmamız bile beni rahatsız ediyor” derken, ilahiyatçı Ali Rıza Demircan, “Aktif cinsel duyguları sönmüş yaşlılar arasındaki tokalaşmalar mubahtır. Birbirleriyle evlenebilir konumda olan, aralarında mahremiyet ve nikâh bağı bulunmayan kadınla erkek arasındaki tokalaşma ise amacına göre farklı hükümleri içermektedir” demiş. Bir başka ilahiyatçı, Prof. Dr. Beyza Bilgin ise “Doğruluğu kesin olmayan ‘Kadın eli tutan ateş tutmuştur’ şeklinde bir hadis var. Kadın elini tutmayı zinaya götüren yol olarak görüyorlar, ‘Önce kadının elini tutarsın, sonra koluna sarılırsın, tüm bunlar adım adım ilerler ve bunlar tehlikeli adımlardır’ diye düşünüyorlar. Önemli olan niyettir. Kişiler de niyetleri neyse ona göre yargılanacaklardır” demiş. Ali Bulaç’ın görüşleri ise şöyleymiş: “Bu konuda insanları kendi düşünceleriyle baş başa bırakmak gerekir. Ne kadının elini sıkanın haram işlediğini söylemeli, ne de kadının elini sıkmayanın çağdışı veya gerici olduğunu söylemeli. İnsanlar neye inanıyorsa ona saygı duymak gerekir.” Bütün bunlar zerre kadar ilgimi çekmiyor. İlahiyatçılar ve başkaları istediği görüşü belirtebilir, günlerce gecelerce tartışabilir. İsteyen tokalaşır, istemeyen tokalaşmaz. Tokalaşma hakkına da, tokalaşmama hakkına da saygı gösteririm. Rektörün ise böyle bir hakkı yoktur. Laik olduğunu iddia eden bir devletin kamu görevlisi olarak bu konuda ona susmak düşer. Yazdıkları tepki alınca, suçuna suç ekleyip “Rahatsız olanların İslam’a karşı olduklarını zaten biliyoruz” demiş.
Türkiye'de hükümet ABD yönetimiyle bir kriz yaşasa da İncirlik'ten kalkan ABD savaş uçakları Suriye'yi ve Irak'ı bombalamaya devam ediyor.
Halt etmiş.
Emperyalizme karşı gerçek mücadeleyi sürdürenler, antikapitalistlerdir. Bu mücadeleyi büyütelim.
İstifa et, sonra ne istersen söyle. Yarısı kadın olan 20 bin öğrenciden sorumlu bir Rektör olacaksan, haddini bil, sesini kes.
Ben İslam’a da, başka bir dine de karşı değilim. Sen ise bize kendi dininin vecibelerini dayatmak istiyorsun.
8 GELENEK
DSiP NEYİ SAVUNUYOR?
1 Mayıs 2010, Taksim.
Aşağıdan sosyalizm
LGBTİ bireylerin özgürlüğü
n Kapitalist toplumda tüm zenginliklerin yaratıcısı işçi sınıfıdır. Yeni bir toplum, işçi sınıfının üretim araçlarına kolektif olarak el koyup üretimi ve dağıtımı kontrol etmesiyle mümkündür.
n Sosyalistler insanların cinsel yönelimlerinden dolayı aşağılanmalarına ve baskı altına alınmalarına karşı çıkarlar. LGBTİ bireylerin özgürlük mücadelesi tüm ezilenlerin özgürlük mücadelesinden bağımsız düşünülemez.
Reform değil, devrim
Savaşa hayır!
n İçinde yaşadığımız sistem reformlarla köklü bir şekilde değiştirilemez, düzeltilemez.
n İşçi sınıfına, işçi konseylerinin ve işçi milislerinin üzerinde yükselen tamamen farklı bir devlet gereklidir.
n Sosyalistler emperyalizme, dev küresel askeri-sanayi devletlerin dünya işçi sınıfı, ezilen halklar ve tüm ezilen gruplar üzerinde estirdiği militarist tahakküme ve savaşlara karşıdır. Hegemonya savaşlarına, küresel, bölgesel, yerel tüm savaşlara karşı dünya işçi sınıfının ve ezilen halklarının birliğinden yanadır. Kendi egemen sınıfını savunan, aynı zamanda antikapitalist olmayan bir antiemperyalizm milliyetçiliği savunmak anlamına gelir ve milliyetçiler gerçekten savaş karşıtı olamazlar.
n Bu sistemi sadece işçi sınıfının yığınsal eylemi devirebilir.
Halkların eşit koşullarda kardeşliği
n Bu düzenin kurumları işçi sınıfı tarafından ele geçirilip kullanılamaz. Kapitalist devletin tüm kurumları işçi sınıfına karşı sermaye sahiplerini, egemen sınıfı korumak için oluşturulmuştur.
Kadınların özgürlüğü n Sosyalistler kadınların tam bir sosyal, ekonomik ve politik eşitliğini savunur. Toplumsal cinsiyetçiliğe taviz veren, kadınların özgür olmadığı bir sosyalizm olamaz, kadınların bugünkü mücadelesi ve sosyalizm olmadan da kadınlar nihai özgürlüğü kazanamaz. Enternasyonalizm n Sosyalistler, bir ülkenin işçilerinin diğer ülkelerin işçileri ile karşı karşıya gelmesine neden olan her şeye karşı çıkarlar. Sosyalizm için mücadele dünya çapında bir mücadelenin parçasıdır. Sosyalistler başka ülkelerin işçileri ile daima dayanışma içindedir. Tek bir ülkede sosyalizm olamaz, tek bir ülkede sosyalist devrim ancak bu devrim bir dünya devrimiyle desteklendiği ölçüde sosyalizme doğru ilerleyebilir.
n Sosyalistler bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunurlar, bütün haklı ulusal kurtuluş hareketlerini desteklerler. Başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz, ezilen halkın kendi kaderini tayin hakkını savunmayan ezen ulusun işçi sınıfı da özgür olamaz. Ezilen halkların güvenini kazanmanın ve çeşitli halklardan işçilerin biribirine güvenmesini ve birlikte mücadele etmesini sağlamanın tek yolu budur. İklim krizi kapitalizmin ürünüdür
Irkçılığa DurDe!
n Geçtiğimiz yüzyılın başında sosyalistler ‘ya sosyalizm ya barbarlık’ diyorlardı. Bu slogan bugün çok daha gerçekçi. Kapitalizmin dizginlenemez kar ve rekabet güdüsü tüm canlı yaşamını göz göre göre yok ediyor. İklim değişimi tüm doğa olaylarının şiddetini artıyor ve en çok yoksulları vuruyor. İklim krizi gıda krizine, kuraklığa, pahalılığa, yoksulluğa, yıkıma, göçlere neden oluyor. Sosyalistler iklim değişimini durdurmak için mücadeleyi anti kapitalist mücadelenin en önemli konularından birisi olarak görür.
n Sosyalistler ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşıdırlar. Irkçılık tazviz verilebilecek bir fikir değildir. İşçiler ırkçı ve milliyetçi fikirlerden kopabildikleri ölçüde egemen sınıflara karşı bağımsız sınıf çıkarları etrafında daha güçlü mücadele edebilirler.
n İklim değişiminin yanı sıra gezegeni ve doğayı tahrip eden enerji politikaları yerine sosyalistler yenilenebilir enerjinin kullanılması gerektiğini savunur. Petrol, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtlar toprakta bırakılmalı. Güneş, rüzgar bize yeter!
n Hem iklim değişimini durdurmak hem de nükleer santrallar ve kömürlü termil santrallar gibi tehlikeli ve kirli enerji kaynaklarının kullanılmasını engellemek işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin temel bir öğesidir. Stalinizm sol değildir v Rusya deneyi göstermiştir ki, sosyalizm tek bir ülkede izole olarak yaşayamaz. Rusya, Çin, Doğu Avrupa ve Küba sosyalist değil, devlet kapitalistidir. Doğu Bloku ve Rusya’da 1989-1991 yıllarında yıkılan rejimler, işçi sınıfının sömürüldüğü, iktidardan uzaklaştırıldığı, kadınların baskı altında tutulduğu, kapitalizmin devlet brokrasisi eliyle işletildiği kapitalist rejimlerdi. Bu rejimlerin yıkılmasının sosyalizmin yenilgisi olarak görülmesinin nedeni, stalinizmin tek parti diktatörlüğüne dayanan baskı rejiminin reel bir sosyalist rejim olarak görülmesidir. İşçilerin ücretli emek sömürüsüne maruz kaldığı, aşağıdan yukarıya doğru işleyen özyönetim organlarının lavedildiği ya da olmadığı, dolayısıyla işçi sınıfının siyasal iktidarı kolektif bir şekilde ellerinde toparlayamadığı rejimler sosyalist rejimler olamaz. Devrimci parti n Sosyalizmin gerçekleşebilmesi için, işçi sınıfının en militan, en mücadeleci kesimi devrimci sosyalist bir partide örgütlenmelidir. Böylesi bir parti işçi sınıfının yığınsal örgütleri ve hareketi içindeki çalışma ile inşa edilebilir. n Sosyalistler pratik içinde diğer işçilere reformizmin işçi sınıfının çıkarlarına aykırı olduğunu kanıtlamalıdır. n Egemen sınıfın fikirlerine karşı en çok tartışan, en ileri yanıtları veren, en dirençli kadın ve erkek işçilerin politik birliği sınıfın geri kalanını hareket içinde kazanmak için sürekli inşa edilmesi gereken bir olgudur. Sosyalistler, ancak teorilerinin ve eylemin merkezine işçi sınıfının kendi hareketini koydukları ölçüde sekter olmayan, işçi sınıfının bütününden etkilenen ve sınıfın bütününü etkileyebilen kitlesel bir devrimci sosyalist işçi partisi kurmak için adım atmış olabilirler. n İşçi sınıfının kurtarıcılara ihtiyacı yoktur. Sosyalizm, işçi sınıfının kendi eylemi, kendi mücadelesinin ürünüdür. Bu fikirlere katılan herkesi devrimci bir sosyalist işçi partisinin inşası çalışmasına omuz vermeye çağırıyoruz.
EMEK GÜNDEMİ
İŞSİZLER ÖRGÜTLENMELİ
9
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
İŞ CİNAYETLERİNİN SORUMLUSU KAPİTALİZMİN KAR HIRSIDIR AKP hükümeti döneminde iş cinayetleri her yıl artmaya devam ediyor.2012 yılında İşçi Sağlığı ve Güvenliği Yasası çıktıktan sonraki yılların ilk dokuz ayında karşılaştığımız iş cinayetleri şöyle; n 2013 yılının ilk dokuz ayında en az 881 işçi, n 2014 yılının ilk dokuz ayında en az 1451 işçi, n 2015 yılının ilk dokuz ayında en az 1319 işçi, n 2016 yılının ilk dokuz ayında en az 1464 işçi, n 2017 yılının ilk dokuz ayında ise en az 1485 işçi yaşamını yitirdi. Çalışma Bakanlığı’nın başlattığı “hedef sıfır kampanyası geçen ay sona ermişti. “Hedef sıfır dedikleri söz konusu kampanya döneminde (13 -12 Eylül) çoğunluğu inşaat sektöründe olmak en az 753 işçi yaşamını yitirdi. Yani her gün 6 emekçi iş cinayeti sonucu hayatını kaybetti.
kaza” kaza” Mayıs üzere en az
Geçtiğimiz Eylül ayında en az 147, yılın ilk dokuz ayında ise en az 1485 işçi hayatını kaybetti. Ekim ayında da iş cinayetlerinde gözle görülür artış var.
İş başvurularında kalabalıklar artıyor.
AKP Hükümeti, bu yılın başında işsiz sayısı 3,5 milyona çıkınca “milli istihdam seferberliği” ilan etti. Çalışma Bakanı Mehmet Müezzinoğlu Haziran ayında yaptığı açıklamada özel sektörde 1 milyon, devlette de 300 bin yeni istihdam sağlandığını, işsizliğin azalmakta olduğunu ilan etti. Geçen hafta Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Temmuz 2017’ye ait işçi ve işsiz sayılarını açıkladı. Açılanan sayılar Çalışma Bakanının sözlerini yalanlıyor. TÜİK’in rakamlarına göre zorunlu sigortalı işçi sayısı bir önceki yılın aynı dönemine göre 265 bin azaldı. Çırak, kursiyer ve stajyer sayısı ise 1,3 milyon arttı. Yani Çalışma Bakanının açıkladığı artan istihdam; çırak, kursiyer, stajyer gibi aslında işçi sayılma-
yan, işletmelerde emek sömürüsünün önemli bir kaynağı olan kesim üzerinden sağlanmış. Çırak, kursiyer, stajyer olarak çalışan işçilere asgari ücretin çok altında bir ödeme yapılır, devlete bu çalışanlar için gelir vergisi, sigorta vb. ödemeler yapılmaz. Çırak, kursiyer, stajyer sistemi bir yandan işsiz insanları karın tokluğuna çalışmaya zorlamak, bir yandan da patronlara ucuz işçi emeği sağlamak için uygulanan bir sistemdir. 2016 yılında 400 bin olan çırak, kursiyer, stajyer çalışan sayısının 2017’nin aynı döneminde 1 milyon 648 bine yükselmesi hayatın olağan akışına aykırıdır. İşsiz gençleri bir lokma ekmek için ağır sömürü koşullarında çalışmaya zorlamaktır. Patronlara ucuz emek sağlamanın bir yoludur.
Açıklanan işsizlik rakamlarında başka önemli gerçekler de var. Resmi işsiz sayısı 3,5 milyon olmaya devam ederken, gerçek işsiz sayısı 6,1 milyona yükseldi. Kentlerde her dört gençten birisi, her üç genç kadından birisi işsiz. Ayrıca her dört gençten birisinin eğitimde veya istihdamda yer almadığı, yani okula gitmediği ve her hangi bir iş aramadığı görüldü. Yani gençlerin yarısı ya işsiz ya da kendi isteği ile evinde oturuyor. Tabii bu evde oturmanın aslında iş bulma ümidi olmadığı için iş aramamak olduğunu hepimiz biliyoruz. Sendikalar, işçi örgütleri işsizlerin örgütlenmesine özel önem vermeli, özellikle işsiz gençleri bünyelerine katmalıdır. İşsizlerin, işçi sınıfının en yoksul kesimi olduğunu unutmamalı.
İŞYERLERİNDE MÜCADELEYE DEVAM n Hileli bir şekilde iflas ettirilen Real Market’in işçilerinin hakları için direnişi sürüyor. Birçok şehirde yapılan eylemlerin ardından işçiler son olarak Almanya Başkonsolusluğu önünde eylem yaptı. n Fırın kapatma gerekçesiyle Şişecam’ın işten attığı 90 işçinin Kristal-İş Trakya Şube binası önünde başlattığı direniş sürüyor. n TÜPRAŞ İzmir Rafinerisi’nde patlamada 4 işçinin hayatını
kaybetmesinin ardından işçiler sabah iş başı yapmayarak tepki gösterdi. n Avcılar Belediyesi işçileri, üç aydır alamadıkları maaşlarını talep etmek için belediye binası önünde eylem başlattı.
n DİSK’e bağlı Sosyal-İş sendikasına üye oldukları için Kod-A işvereni tarafından işten çıkarma dâhil baskılara maruz kalan bilişim işçileri ve Sosyal-İş üyeleri, iş yerinin bulunduğu İstanbul Teknik Üniversitesi önünde basın açıklaması yaptı.
n Hadımköy’de yaklaşık 490 işçinin çalıştığı Akkim Yapı Kimyasalları fabrikası, Petrol-İş sendikasına üye oldukları için yaklaşık 100 işçiyi işten çıkardı. Fabrika önünde çadır kurarak eylem yapan işçiler, işlerini geri istiyor.
n İzmir Bornova’da kurulu bulunan Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesi'nde çalışan sayacıların mücadelesi devam ediyor. Sayacılar parça başı ücretlerinin ve haftalıklarının arttırılması için bir kez daha yürüyüş yaptı.
İzmir’in Aliağa ilçesindeki TÜPRAŞ Rafinerisi’ndeki patlamada 4 işçi öldü, 2 işçi yaralandı. Tüpraş’ta meydana gelen olay, taşeron sisteminin yol açtığı bir iş cinayetidir. Nafta tankında yeterli temizlik koşullarını yerine getirmeden, havalandırma sağlanmadan ve çalışma esnasında gaz ölçümü yapılmadan kaynak yapılması cinayete davetiye çıkarmaktır. Bu hafta Şırnak’ta bir kömür madenindeki göçükte 7 işçi iş cinayetinde öldü. Bu işçiler ruhsatsız, kaçak bir maden ocağında, ama yetkililerin gözü önündeki bir işletmede çalışmaktaydı. Taşeron sisteminde ve ruhsatsız olarak işçi çalıştıran patronlar yasalara uymamak konusunda kendilerini çok rahat hissediyorlar, çünkü kamusal bir denetim yok. AKP hükümeti sadece işletmelerin nasıl daha fazla kar edebileceğine odaklanmış, insanların can güvenliğini arka plana atmış durumda Taşeron sistemini yaygınlaştırmak, OHAL koşullarında sendikalara baskı uygulamak, daha fazla kar sağlamak için işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini almamak iş cinayetlerinin ortaya çıkmasında en önemli sebepler. Kapitalizmin krizi derinleştikçe iş cinayetleri artmaya devam ediyor. Sendikalar, işçi örgütleri kapitalizmin bu acımasız çalışma sistemine itiraz etmeli, iş cinayetlerinin asıl sorumlusu olan patronlardan ve hükümetten hesap sormalıdır.
Direnişteki İzmir saya işçileri yürüyor.
10
GELENEK
MARKSİZM NEDEN ÖNEMLİDİR?
TOPLANTI DUYURULARI 26 Ekim Perşembe 19.00 Beyoğlu NEOLİBERALİZMİN KRİZİ Konuşmacı: DOĞAN KANSIZ Fatih IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELEDE YUNANİSTAN DENEYİMİ Konuşmacı: DENİZ GÜNGÖREN Kadıköy HALKLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI NEDİR? Konuşmacı: MUSTAFA KADIOĞLU Şişli MUTFAK VE POLİTİKA Konuşmacı: EZGİ TUNCER Üsküdar MARX’IN DEVRİMCİ FİKİRLERİ Konuşmacı: SİBEL ERDUMAN
Karl Marx. CAN IRMAK ÖZİNANIR
Karl Marx’ın doğumunun üzerinden 199, en büyük eseri Kapital’i yazmasının üzerinden 150 yıl geçmişken niye hâlâ marksizm üzerine toplantılar yapılıyor, ortalıkta kendilerini marksist olarak adlandıran insanlar var? Marx’ın anlattıklarının artık dünyayı açıklamadığı son 150 yılda sık sık dile getirildi. Burjuvazi, Marx’tan ve onun yazdıklarından daha başından itibaren nefret ediyordu fakat kapitalizmin krizlere mahkûm olduğu ortaya çıkınca “Marx’ın o kadar da haksız olmadığını” anlatanlar da çıktı. Bu, günümüzde de böyle. Neoliberalizmin 2008 yılında girdiği krizin ardından burjuva yayın organlarını dolduran “Marx’ın dönüşü” yazılarını hatırlayalım. Ancak burjuva yayınların anlattığı Marx, sadece kapitalizmin krizlerini gören bir iktisat teorisyenine indirgenmiş bir Marx’tır. Bu yayınlara göre içinde yaşadığımız dünyanın kapitalizm ile yönetilmesi, üretim araçlarının patronların yani toplumdaki bir azınlığın elinde bulunması, toplumun büyük çoğunluğunun ise yaşamak için bu insanlara emek güçlerini satmak zorunda kalması normaldir. Dolayısıyla bizlere anlattıkları Marx, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, bir işçi sınıfı devrimi ile ortadan kaldırılmasını savunan devrimci Marx değil, kapitalizmi düzeltmek için kendisinden faydalanılabilecek gerçekte hiç var olmamış bir Marx’tır. Yine de görünen o ki, burjuvazi bile Marksizm’in 21. yüzyılda hâlâ önemli bir figür olduğunun farkındadır. Ancak gerçek Marksizm, sadece bir iktisat teorisi değildir. Marx’ın geride bıraktığı miras dünyayı anlamak için bir yöntem ve değiştirmek için bir eylem kılavuzudur. Teori ve pratiğin birliği Marx’ın öne sürdüğü yöntem o güne kadarki dünyayı algılama biçimlerinin dışında, yepyeni bir yöntemdi. Marx, hukuk ve felsefe oku-
2 Kasım Perşembe 19.00 duğu yıllarda başta Hegel olmak üzere Alman idealist felsefesinden, daha sonra Fransız materyalizminden ve İngiliz ekonomi politiğinden etkilenmişti. Ancak bunları yan yana getirme biçimi o günün bütün hâkim anlayışlarından ve beslendiği bu akımlardan farklıydı. Yönteminin temel adımını “var olan her şeyin acımasız eleştirisi” üzerine kuran Marx, dönemin kitleleri pasif konumlandıran ve sömürüyü doğal gösteren düşüncelerine karşı görünenin ardına bakmaya çalıştı ve toplumda zenginliği üretenin aslında sömürülmekte olan işçiler olduğunu gördü ve bu sömürüyü ortadan kaldırarak, dünyayı değiştirecek olanın da işçi sınıfı olduğunu ortaya koydu. Değer, emek gibi kavramlar üzerinde daha önceden David Ricardo, Adam Smith gibi burjuva ekonomi politikçileri durmuşlardı. Marx’ın ekonomik olarak ortaya koyduğu en özgün düşünce ise her bir metada içerilmiş olan değerin, o metanın üretiminde harcanan emek miktarı ile belirlendiğiydi. Patronların, kâr elde edebilmesinin sebebi işçilerin günün belli bir kısmını kendi emeklerinin karşılığı olan ücret için çalışarak geçirirken, geri kalan zamanı metaya yüklenen bu değeri üretmek için harcamasıydı. Sömürü, patronun el koyduğu bu artı değerde cisimleşiyordu ve kapitalist toplumun temel işleyiş prensibi bu sömürüye dayanıyordu. Ancak Marx, bu fikre kafasındaki birtakım ideal tasarımlarla varmadı, Silezyalı dokuma işçilerinin direnişi başta olmak üzere işçi sınıfının mücadelesini gördü ve bundan sonra teorisinin ve pratiğinin merkezine işçi sınıfını koydu. Aslında Marx’ın işçilerin mücadelesinden öğrenmesi, Marx’ın yönteminin en çarpıcı yönünü oluşturuyordu. Marksizm için teori ve pratik birbirinden ayrılabilir değildi. Marx’ta kapitalizmin analizi aynı zamanda kapitalizmi yıkmanın yollarını arayan bir pratiğe dönüşüyordu. Ünlü Kapital’inin ilk satırlarında işçi
sınıfına söylediği gibi, anlatılan bizlerin hikâyesiydi. Marx’a göre sömürü hiçbir zaman çelişkisiz bir süreç içinde yaşanmıyordu. İşçiler, daha az çalışmak dolayısıyla daha az sömürülmek, daha yüksek ücretler almak için mücadele ediyordu; kapitalistler ise hem daha fazla kâr etmek, hem de diğer kapitalistler ile rekabette öne geçebilmek için işçileri daha fazla çalıştırmak ve daha düşük ücretler ödemek için uğraşıyorlardı. Bu iki sınıf arasında uzlaşmaz bir çelişki vardı ve bu çelişki kapitalizmi sürekli olarak krize mahkûm kılıyordu. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır Marx’ın anlattığı sömürü süreci, bugün hâlâ kapitalizmin temelini oluşturmaya devam ediyor. Elbette aradan geçen 150 yılda kapitalizm sömürüyü daha ustalıkla yapacak çeşitli mekanizmalar geliştirdi, henüz piyasalaşmamış alanları piyasaya açtı, bu alanlarda daha önceden işçi olmayan kitleleri de işçi sınıfına dâhil etti. Ancak gerek Türkiye’ye, gerek dünyaya baktığımızda artan otoriterizm ile işçi sınıfını daha fazla sömürme isteği arasındaki ilişkiyi görmek son derece mümkün. Henüz kısa bir süre önce Türkiye patronlarına seslenen Cumhurbaşkanı Erdoğan, OHAL’i grevleri engellemek için kullandıklarını söylüyordu. Marksizm, bizlere işçi sınıfının bu sömürüden birbirleriyle rekabet hâlindeki farklı burjuva güçlerinden medet umarak değil, kendi arasında birlik olmasıyla kurtulabileceğini anlatır. Şu veya bu burjuva güç ile işçi sınıfı arasındaki çelişki uzlaşmaz bir çelişkidir. Bundan tam 100 yıl önce Rusya’da Marksizm’i eylem rehberi edinen işçiler Ekim Devrimi’nde hem üretimi, hem de yönetimi ellerine alarak çelişkiyi yoksulların lehine nasıl çözeceklerini gösterdiler. Bugünün baskı ve sömürüsüne cevap vermenin yolu hâlâ Marksizm’den geçiyor.
Beyoğlu GÜNÜMÜZDE FAŞİZMİN YÜKSELİŞİ Konuşmacı: AHMET YILDIRIM Üsküdar SAĞ POPÜLİZMİN YÜKSELİŞİ Konuşmacı: FERHAT KENTEL
3 Kasım Cuma 19.00 Fatih ORTADOĞU’DA BARIŞIN OLANAKLARI Konuşmacı: FARUK SEVİM Kadıköy EMPERYALİZM NEDİR? Konuşmacı: AYŞEN YAŞAR Şişli IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELEDE YUNANİSTAN DENEYİMİ Konuşmacı: DENİZ GÜNGÖREN Ankara: Konur Sokak 14/13 Kızılay Beyoğlu: Leylek Cafe, İstiklal Caddesi, Küçük Parmakkapı Sokak, No 15 Kat 3 Fatih: Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31 Kadıköy: Serasker Caddesi, Nergis Apt. No:88 Kat:3, Şişli: Nakiye Elgün Sokak, No: 32/3 Osmanbey Üsküdar: Daimler Pastanesi Tunusbağı cd. No:46 İzmir: Kıbrıs Şehitleri Caddesi, 1462. Sokak 20/1-Alsancak
AKTİVİZM
11
IRKÇILIK KARŞITLARI ATİNA’DA BULUŞTU Yunanistan’ın Atina kentinde ırkçılık karşıtı koalisyon KEERFA’nın düzenlediği bir konferans gerçekleşti.
14 Ekim günü toplanan konferansa aralarında Die Linke (Almanya), NPA(Fransa) ve Türkiye’den DSİP'in de olduğu pek çok uluslararası ırkçılık karşıtı örgütten aktivistler katıldı. Katalonya’dan ırkçılık karşıtları da toplantıdaydı. Anti-faşist mücadele şüphesiz öne çıkan konuların başında geliyor. Katalonya'dan Steve Cedar, İspanya'daki faşistlerin pek çoğunda Altın Şafak dövmesi olduğunu, yani faşistlerin enternasyonalleşmeye çalıştığını dolayısıyla karşı mücadelenin enternasyonal olma zorunluluğunun daha da aciliyet kazandığını vurguladı. Faşistlerin yakın zamanda saldırdığı Pakistanlı işçilerle çok yoğun dayanışma vardı, bu işçilerden ikisi toplantıya da katıldılar ve başlarına gelenin kişisel nefretle ilgisi olmadığını, örgütlü saldırıların hedefi olduklarını bildiklerini ve hem göçmen işçiler hem ırkçılık karşıtları birleşmedikçe başkalarının benzer şeyleri yaşamaya devam edeceğini vurgulayan konuşmalar yaptılar. Altın Şafak'ın kapatılma davasıyla ilgili oturum çok öğretici ve ilham vericiydi. Avukatlar, tanıklar ve aktivistler konuştu. Bağımsız şiddet suçlarından yargılanan faşistlerin örgüt bağlantısı ile yargılanması için verilen mücadeleler başarılı olmuş ve davaların birleştirilmesiyle parti bağlantısının mahkemece kabul edilmesi sayesinde Altın Şafak şehir merkezinden tamamen silinmişti. Tümüyle kapatılacağına dair de mücadele ve umutlar son derece yüksek. DSİP’ten Deniz Güngören de bu toplantıda söz alarak, Sedat Peker davasından ve Türkiyeli sosyalistlerin MHP'nin kapatılması talebinden bahsetti, umut verici ve başarılı mücadeleleri için KEERFA aktivistlerine teşekkür etti.
Atina, Ekim 2017.
Salondan pek çok öğretmen, öğrenci, STK çalışanı ve aktivist söz aldı ve başta eğitim ve sağlık olmak üzere tüm göçmenlerin temel hakları için mücadele etmenin önemi tekrarlandı. Kamplardaki olağanüstü kötü koşullara dair de pek çok deneyim aktarıldı.
Türkiye'nin izole bir örnek değil NATO ve G20 üyesi bir kapitalist devlet olarak küresel sorunun bir parçası olduğundan, hakim olan umutsuz havaya karşın, Antikapitalistler ve DurDE’nin başlattığı ırkçılık karşıtı kampanyanın potansiyelinden söz etti.
Meselenin sadece faşistlerle ilgili olmadığının, kapitalizmi teşhir ederek mücadele etmenin önemi vurgulandı, solcu hükümet Syriza da dahil hükümet ve belediyelerin sorumluluğuna dair öfke çok yaygındı.
Saya işçilerinin dayanışması, geçtiğimiz 8 Mart kadın yürüyüşü gibi pek çok umut verici örnek olduğu toplantıda dile getirildi.
Elbette Katalonya'daki havaya dair coşkulu bir konuşma vardı. İklimin, özgürlükçü muhalefetin yanında olduğu vurgulandı.
Irkçılığa karşı mücadelenin savaşa karşı mücadeleden ayrılamayacağı ve tehdit uluslararası bir tehdit olduğundan mücadelenin de uluslararası olması gerektiği de Güngören’in konuşmasının önemli vurgularından biriydi.
DSİP’ten Deniz Güngören yaptığı konuşmada, çözüm sürecinin dağılışından itibaren ırkçılığın yükselişinden,
Konferans uluslararası mücadele için son derece öğretici ve umut vericiydi.
TÜRKİYE DE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNDEN SORUMLUDUR Sabancı Üniversitesi İstanbul Uluslararası Enerji ve İklim Merkezi (IICEC) tarafından düzenlenen 8. Uluslararası Enerji ve İklim Forumu’nun açılış konuşmasını Enerji Bakanı Berat Albayrak yaptı. İklim değişikliğinin yarattığı felaketlerin her geçen gün daha fazla hissedildiği bir dönemde yapılan bu toplantıda Bakan Albayrak’ın konuşmasının en azından gerçeklikle bir bağlantısı olması beklenirdi. Ama Albayrak konuşmasında gerçekleri dile getirmediği gibi yine mağdur edebiyatı yaptı ve Türkiye’nin iklim değişikliğine katkı sunan politikalarına devam edeceğini bir kez daha yineledi. Şirketler açısından olumlu olan bu politikalar bizler açısından ise yıkım demek. Enerji Bakanı özetle konuşmasında,Türkiye’nin kişi başı emisyonu en düşük ülkelerden biri olduğu, bu nedenle dünyayı en çok kirleten ülkelerle aynı konumda değerlendirilmemesi gerektiği ve Paris İklim Anlaşması’nda ülkelerin statüsünün yeniden belirlenmesi gerektiğini söyledi.
Burada dile getirilen üç noktaya (kişi başı emisyonu, kirletici ülke ve Paris Anlaşması) kısaca bakalım ve Bakan beyin nasıl gerçekleri çarpıttığını görelim. Karbon emisyonları hızla artıyor Türkiye’nin 1990 yılında kişi başı karbon emisyonu 3,39 ton idi. 2010 yılı toplam seragazı emisyonu 1990 yılına göre %115 artış gösterdi ve kişi başı CO2 eşdeğer emisyonu 5.51 tona ulaştı. 2014 yılında ise toplam seragazı emisyonu yine 1990 yılına göre %124 artışla kişi başı seragazı emisyonu 6 tona ulaştı. Bu verilerin hepsi TÜİK’de yer alıyor. Ama dikkat ederseniz en son veri 2014 yılına ait. 2015-2016 yılı verileri resmi olarak henüz açıklanmadı. Şimdiye kadar en azından 2015 yılı verisi açıklanmalıydı. Açıklanmamış olması önemsiz bir ayrıntı değil. Bu yıllar için seragazlarının sabit kalmasına ya da düşmesine yönelik hiçbir adım atılmadığı gibi artmasına yol açacak birçok uygulama hayata geçirildi. Bu nedenle bu yıllar içinde
de seragazlarının arttığını çok rahat söyleyebiliriz. Oysa Bakan Albayrak konuşmasında 2014 yılı verisini kullandı ve hızlı artış oranlarına hiç değinmedi. Albayrak, OECD ülkelerinin kişi başı seragazı ortalamasının 9,5 ton olduğu verisi ile Türkiye’nin 2014 verisini karşılaştırarak Türkiye’nin pozisyonunu aklamaya çalışıyor, kirletici ülke olmadığını iddia ediyor. Bu karşılaştırma ile ayrıca daha fazla karbon salımı gerçekleştirme “hakkı” olduğunu, yani fosil yakıtlara yatırım yapmaya devam edeceğini söylüyor. İklim anlaşmasına bile tahammül yok Paris iklim anlaşması sera gazı emisyonunu 2030’a kadar 56 milyar ton düşürmeyi hedefliyordu. Bu hedefle küresel sıcaklık artışının yüzyılın sonuna kadar 2 derecenin altında kalacağı varsayılıyordu. Paris Anlaşmasının hukuki bir bağlayıcılığı yok. Her ülke kendi hedeflerini belirliyor. Bu haliyle Paris Anlaşmasının iklim değişikliğini durdurmada işe yaramayacağı çok
açık. Hatta ülkeler kendi hedeflerini açıklayınca bu hedeflerle 2 derecenin altında kalınmasının olanaksız olduğu da açığa çıktı. Hedefin tutturulamayacak olmasında tüm ülkelerin payı olduğu gibi Türkiye’nin de payı var. Nasıl mı? Türkiye 2030 yılına kadar daha fazla sera gazı salmam gerekirken daha az salımda bulunacağım yani artıştan azaltım yapacağım taahhüdünde bulundu. Ayrıca bunu yapabilmem için de oluşturulan uluslararası iklim fonlarından faydalanmam gerekir dedi. Şimdi Albayrak’ın son açıklamaları ile bu son derece geri hedeflerden bile vazgeçtikleri sonucu çıkarabiliriz. Hoş bu açıklamalar olmasa da yıkıcı enerji politikaları ile iklim değişikliğini hiç umursamayan bir hükümetle karşı karşıya olduğumuz çok açık. Suriyeli mültecileri uluslararası pazarlıkta birer koz olarak kullanıldığı gibi iklim fonlarından faydalanmak ama iklim konusunda hiçbir adım atmamak üzerine kurulu bir iklim politikası var Türkiye’nin.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
BU YASAYI KABUL ETMİYORUZ
Hiçbir yasa değişikliği, hele bu kadar tartışmalı, toplumun ciddi bir kesiminin karşısında durduğu bir değişiklik başta kadınlar olmak üzere halka rağmen yapılmamalı!
İl ve ilçe müftülerini evlendirme memurları arasına ekleyen “Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” Meclis’ten geçti. Kamuoyunda oldukça tartışma yaratan kanunun gerekçesinde bu yetkiyle amacın “Vatandaşların evlendirme işlemlerini kolaylaştırmak, daha kolay ve seri bir şekilde hizmet alımını sağlamak” olduğu belirtiliyor. Yasa ayrıca evlilik aracılığıyla vatandaşlığa geçişte "genel ahlak" kriteri getiriyor.
Yasadaki değişiklik gündeme geldiği günden bu yana kadın örgütleri başta olmak üzere geniş bir muhalefetle karşılandı. Özellikle kadın örgütleri Meclis’te görüşmeler devam ederken bile farklı illerde sokaktaydı. Yasa geçtikten sonra da yasanın geri çekilmesi için protestolar devam ediyor. Bu gösterilere Cumhurbaşkanı Erdoğan "Şimdi çıkıyorlar, tencere tava aynı hava. Meydanlara çıkıp bu tür nikah istemiyorlarmış. Tövbe, tövbe. İsteseniz de istemeseniz de bu Meclis’ten geçecek" sözleriyle yanıt verdi. Yasa değişikliği temelsiz Birincisi, bu yasa değişikliğinin gerekçesini geçerli kılacak verileri bilmiyoruz. Evlendirme işlemlerinde hangi nedenden dolayı zorluk ve engel yaşandığı belli değil. İnsanların evlendirme işlemlerinin hangi aşamasında yavaş hizmet alımından dolayı sıkıntı yaşadığı yine belli değil. Dolayısıyla bu yasa değişikliği, hangi ihtiyaçları
NELER DEĞİŞECEK?
tam olarak karşılayacağı konusunda toplum yeterince bilgilendirilmeksizin yapılıyor. Değişikliğin toplumu kutuplaştıracağı uyarıları ve içeriğe ilişkin itirazlar ve eleştiriler hiçbir şekilde dikkate alınmadı.
İkincisi, vatandaşlığa geçişte ‘genel ahlak’ kriteri getirmek, yönetenlerin kendi ahlak kriterlerini tüm topluma dayatması demektir. ‘Genel ahlak’ kimin ahlakı sorusu bir kez daha önümüze geliyor. Meclis’te geçen yasadaki en büyük sorunlardan biri bütün bu uygulamaların denetimine dair hiçbir düzenleme bulunmaması. Yasal olarak denetim mekanizmaları olmadığı müddetçe hükümet sözcülerinin veya İçişleri Bakanı’nın itirazlara cevaben ‘yatıştırıcı’ sözlerinin hiçbir geçerliliği yok. Başta Erdoğan olmak üzere tüm AKP’lilerin konuyla ilgili açıklamaları, yasaya karşı gelişen muhalefete meydan okumayı içeriyor. Yasa tasarısını gündeme getirenler yasanın içeriğini tartışmadı, sadece bu değişikliği topluma dayattı. Hiçbir yasa değişikliği, hele bu kadar tartışmalı, toplumun ciddi bir kesiminin karşısında durduğu bir değişiklik başta kadınlar olmak üzere halka rağmen yapılmamalı. Dolayısıyla, bu yasa tasarısı başta kadın örgütleri olmak üzere toplumun geniş kesiminin itirazlarına rağmen Meclis’ten zorla geçti. Üstelik yasanın lehine konuşan hiçbir kadın vekil yokken.
• 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu - Madde 22
evlendirme memurluğu yetkisi ve görevi verebilir. Eşlerden birinin yabancı olması halinde evlendirmeye, il ve ilçe belediye evlendirme memurlukları ile nüfus müdürleri yetkilidir.
(2) Evlendirme memuru; belediye bulunan yerlerde belediye başkanı veya bu işle görevlendireceği memur, köylerde muhtardır. Bakanlık, il nüfus ve vatandaşlık müdürlüklerine, nüfus müdürlüklerine ve dış temsilciliklere
Nüfus Hizmetleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’na göre, yukarıdaki maddeye “dış temsilciliklere” ibaresinden sonra “il ve ilçe müftülüklerine” ifadesi eklenecek.
Kadınlar acil taleplerinin yerine getirilmesini istiyor.
•5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun “Nüfus Olayları” başlıklı 3. Kısmında, Bildirim yükümlülüğü ve süresini düzenleyen 15. Madde değiştiriliyor. Maddeye şu fıkra ekleniyor: “Sağlık personelinin takibi dışında doğan çocukların doğum bildirimi nüfus müdürlüklerine sözlü beyanla yapılır. Beyanın teyidi amacıyla mülki idare amirinin emriyle, aile hekimlerinin
KUTUPLAŞMAYA İZİN VERMEYECEĞİZ! AKP, her zaman yaptığı gibi, özellikle kadınların dahil olduğu, onları ilgilendiren düzenlemeler üzerinden toplumu kutuplaştırmaya devam ediyor. Bunu özellikle kültürel alanlara giren uygulamalarla yapıyor çünkü bu konularda toplumu ayrıştırmak çok daha kolay. Örneğin günümüzde kadın cinayetleri, kadınların iş hayatında karşılaştığı zorluklar, kadına yönelik şiddet gibi çok yakıcı meselelerin hiçbiri ile ilgili adım atmayıp bu konuyu gündeme getirmek AKP’nin toplumu kutuplaştırarak kendi tabanını konsolide etme stratejisinin bir parçası. Toplumun temel kutuplaşma eksenlerinden birisini sekülerlik-dindarlık oluştururken sürekli bu kutuplaşmayı artıracak öneriler toplumsal gerilimi yükseltiyor. Nikahı müftünün mü yoksa belediye memurunun mu kıydığı ya da kıyacağı toplumu bölen konulardan biri olma riski taşıyor. Dolayısıyla böyle bir kutuplaşma riskinin bulunduğu bir ortamda böylesine temelsiz bir öneriyi öne sürmek bu kutuplaşma ortamının yarattığı gerilimden yararlanmaktan başka işe yaramıyor. Gerçekten toplumsal sorunlara çözüm getirmek üzere hazırlanan öneriler, toplumun bir kesimine meydan okuyarak değil toplumun tüm kesimlerinin önerileri ve ihtiyaçları dikkate alınarak yapılmalı.
aracılığıyla araştırma yaptırılır.”
a) Aile birliği içinde yaşama,
•5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu – Madde 16 “Türk vatandaşlığının evlenme yoluyla kazanılması”
b) Evlilik birliği ile bağdaşmayacak bir faaliyette bulunmama,
(1) Bir Türk vatandaşı ile evlenme doğrudan Türk vatandaşlığını kazandırmaz. Ancak bir Türk vatandaşı ile en az üç yıldan beri evli olan ve evliliği devam eden yabancılar Türk vatandaşlığını kazanmak üzere başvuruda bulunabilir. Başvuru sahiplerinde;
c) Millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından engel teşkil edecek bir hali bulunmama, şartları aranır. C bendi, “Millî güvenlik, kamu düzeni ve genel ahlak bakımından engel teşkil edecek bir hali bulunmama” olarak değiştiriliyor.