Sosyalist işçi 606

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

606

2 Kasım 2017 3 TL. sosyalistisci.org

n BÜTCENİN YÜZDE 86’SI BİZDEN ALINAN VERGİLER , n AZ VERGİ ÖDEYEN PATRONLARA KAYNAK AKTARILIYOR n ASKERİ HARCAMALAR %31,24 ARTIRILIYOR n 2018 BÜTCESİNDE ADALET YOK ,

SAVASA , DEĞİL EMEKCİYE BÜTCE , , ALEX CALLINICOS:

MELTEM ORAL:

KATALAN MÜCADELESİ PATRONLARI SARSIYOR

#bende TACİZE KARŞI KÜRESEL TEPKİ

sayfa 4

sayfa 11


2

GÜNDEM

2018 BÜTÇESİ: ASKERİ HARCAMALARDA ASTRONOMİK ARTIŞ OHAL BÜTÇESİNE HAYIR! Hükümet 2018 bütçe görüşmelerinde tercihini eğtim, sağlık ve emekçiden yana değil silahlanmadan yana yapıyor. Yoksulların vegilerinden elde edilen gelirler silahlanmaya ve savunma giderlerine harcanacak. İlginç olan ise OHAL koşullarında gündeme getirilen bütçe önerisine KESK dışında diğer kamu çalışanları sendikalarından bir tepki gösterilmemesi. Oysa yüz binlerce üyesi olan Memur-Sen kendi üyelerini de doğrudan etkileyen bu bütçeye kesin bir dille hayır demelidir. OHAL koşullarına rağmen, 2018 bütçe önerisine karşı emek örgütlerinin birleşik mücadelesiyle yanıt verilmelidir.

YARGIDA DEMOKRATİKLEŞME ŞART! Büyükada’da casusluk yaptıkları iddiasıyla gözlatına alınan ve tutuklanan hak savunucularının tümü tahliye edildi. Başka bir davadan yatan Murat Aksoy ve Atilla Taş da tahliye edildi. Yüzlerce gün hapis yatmışlardı. Büyükada tutukluları da üç ay boyunca hapis yattılar. Son olarak sıra Osman Kavala’ya geldi. Osman Kavala demokratileşme mücadelesine elinden gelen tüm katkıyı yapan bir aktivist. Şimdi de Osman Kavala ‘anaysal düzeni yıkmaya teşebbüsten’ tutuklandı. Osman Kavala da en kısa sürede özgürlüğüne kavuşacaktır. Fakat bu türden her yargısal hamle, yargıda acil bir demokratikleşme ihtiyacının ne kadar yaşamsal olduğunu gösteriyor.

RUSYA-PYD DİYALOĞU Rusya Suriye’de mücadele eden tüm Kürt grupların, Soçi’de düzenlenecek “Suriye halkları toplantısı”na katılması için girişimlere başladı. PYD de Soçi’deki toplantıya davet edildi. Böylece, ABD’den sonra Rusya da PYD ile en

Fırat Kalkanı, Somali'de askeri üs, İdlib'e birlik, Kuzey Irak'a hava saldırıları, S-400 anlaşması... Hükümetin meclise sunduğu 2018 bütçesi yasa tasarısı, emekçilerden kesilen vergilerin savaşa harcanacağını ortaya koydu. Ak Parti tarafından 24 Ekim'de meclise sunumla başlayan bütçe görüşmeleri öncesi bir açıklama yapan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), halkı uyardı. Sendika, yasa tasarısında belirtilen gelir ve giderlere damgasını vuran, militarizme ve sosyal adaletsizliğe dikkat çekti. Kaynaklar savaşa Güvenlik ve savunma harcamaları bütçede en fazla yer tutan 10 ülkeden biri olan Türkiye'nin 2017 yılı bütçesinde 69 milyar 445 milyon TL olan savunma ve güvenlik harcamaları 2018 yılı bütçe yasa tasarısında astronomik bir artışla, yüzde 31,24 artırılarak 91 milyar 143 milyon TL’ye çıkarılıyor. 2018’de Milli Savunma Bakanlığı bütçesi 2017’ye göre yüzde 41, Jandarma Genel Komutanlığı bütçesi yüzde 42, İçişleri Bakanlığı bütçesi yüzde 25,13 oranında arttırılmakta. Savunma Sanayi Müsteşarlığı, Savunma Sanayi Destekleme Fonu, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği tarafından savunma ve güvenliğe ilişkin yapılan harcamalar da buna eklenecek. Savaş koşullarıyla beraber, 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ar-

dından, ordunun yeniden merkezi güç konumuna yerleştiğini gösteriyor. Vergide adaletsizlik 2018 yılı için 763 Milyar TL olarak belirlenen bütçe giderlerine karşılık 697 Milyar TL gelir elde edilmesi öngörülüyor. Tasarıya göre 697 Milyar TL olarak belirlenen bütçe gelirlerinin 599 Milyar TL’lik kısmı yani yüzde 86’sı vergilerden karşılanacak. Peki bu vergileri kim ödeyecek? Her zamanki gibi işçiler, emekçiler. 2018 bütçesinin yüzde 86'sını ÖTV ve gelir vergisi ile emekçiler öderken, zenginler vergiden kaçacak ve halkın cebinden alınan para bütçe giderlerinde yine kapitalist sınıfa aktarılacak. Patronlara kıyak Bir önceki yıl 58 Milyar TL olarak tahmin edilen faiz giderlerinin 2018 yılında yüzde 24 artışla 72 Milyar TL’ye çıkması öngörülmektedir. Buna göre büyük bölümü emekçi kesimlerden alınacak olan toplam 599 Milyar TL tutarındaki vergilerin yüzde 12’si faize gidecek. Kamu emekçilerinin maaşlarındaki

yüzde 1 ile yüzde 3,5'luk artışın bütçeye yük getireceğini söyleyen hükümet faiz giderlerindeki yüzde 24'lük artışı ise yük olarak görmemekte. Faiz giderlerine bütçeden ayrılan 72 Milyar TL ile bugün itibari ile aylık net 2.800 TL maaş alan 2.142.857 kamu emekçisinin (memurun) bir yıllık net maaşı ödenebilmektedir. Faiz ödemeleri için bütçeden ayrılan 72 Milyar TL aylık 1.404 TL net ücretle çalışan 4.273.504 asgari ücretlinin bir yıllık net ücret tutarına denk geliyor. Emekçilerin ihtiyaçlarını hiçe sayan 2018 bütçe yasa tasarısı, Erdoğan ve yerli-milli ittifakının siyasal tercihlerinin bir ürünü. Faturayı ödemeyelim Savaş ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenen savaş bütçesine hayır! Emekçilerden kesilen vergiler, yine emekçilerin yararına kullanılmalıdır. Zenginler kazancına göre vergi ödemelidir! Yoksulluğu yok etmek ve halkın ihtiyaçlarını karşılamak için bütçe!

KAMU HİZMETLERİ VE YATIRIMLARI SINIRLANIYOR Hükümetin bütçe tasarısına bakıldığında, giderlerin büyük kısmının personel ve sigorta giderleri olduğu görülüyor. İşveren Ak Parti, emekçilerin maliyetlerini aşağıya indirmeye çalışırken, eğitim başta olmak üzere kamu hizmetlerini ve yatırımlarını da sınırlıyor. 2018 yılı itibariyle Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay sadece yüzde 8,36’dır. Bu oran 2002 yılında ayrılan oranın yarısından bile daha düşük.

üst düzeyde diplomatik ilişkiler kurmaya kararlı olduğunu göstermiş oldu. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın, bunun kabul edilemez olduğunu söyledi. Türkiye’de devletin bekası olarak tarif edilen gelişmelerin kaynağında esas olarak Suriye’de PYD’nin denetiminde bir Kürt koridorunun oluşup oluşmayacağı kaygısı yer alıyor. Türkiye bölgede Kürtlerin haklarını kazanmasına cepheden karşı çıktıkça ve bunda bir beka kaygısı görmeye devam ettikçe Kürtler dev askeri-sanayi güçler olan ABD ve Rusya’yla siyasi ilişkilerini daha fazla güçlendiriyor. Oysa başka bir yaklaşım, tüm süreci demokratikleşme temelinde ele almak beka tartışmasını da Kürtlerle kurulan ilişkileri de Kürtlerin haklarını kazanmasına yaklaşımı da baştan sona değiştirecektir.

TEORİK-POLİTİK DERGİMİZİN İLK SAYISI ÇIKTI!

Z YAYINLARI’NDAN EKİM DEVRİMİ’NİN ÇİZGİ ROMANI!

ALTÜST DERGİ YENİ SAYI ÇIKTI!


GÜNDEM

İYİ DEĞİL YENİ BİR MİLLİYETÇİ PARTİ

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

İYİ PARTİ NEYİ AMAÇLIYOR? Meral Akşener’in partisi, İyi Parti kuruldu. Meral Akşener, MHP içinde liderlik yarışında muhlefetin sözcüsüydü. Muhalefeti toparlamaya çalışınca MHP’den tasfiye edildi. Sadece Akşener değil bir dizi eski MHP’li de İyi Parti’nin kurucuları arasında yer alıyor. Bu parti hakkında görülmesi gereken ilk gerçek, eğer kurucuları Devlet Bahçeli’yi tasfiye etmeyi başarmış olsalardı bugün MHP’de yer almayı sürdüreceklerdi. Bu açıdan MHP’ye yönelik yaklaşım İyi Parti’ye yönelik yaklaşımla örtüşüyor. Ama tüm sorunları Erdoğan savunusu-Erdoğan karşıtlığı ikilemiyle ele alanlar, İyi Parti’yle MHP arasındaki farkı, AKP’yle ittifak olup olmamaya indirgemiş durumda. MHP, esas olarak AKP’yle ittifak kurduğu için kötü. Akşener ise esas çelişkide doğru pozisyonda olduğu yani AKP karşıtı olduğu için ehven-i şer olarak görülüyor. Oysa partilerin iyi mi kötü mü, demokrat mı nobran mı, solcu mu sağcı mı olduğunu görmek isteyenler bu partilerin sadece ve sadece Kürt meselesine yaklaşımına bakarak karar verebilirler. Kürt sorununa

Akşener’in sorumluluğunu üstlendiği faili meçhul cinayetler, her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda protesto ediliyor.

MHP’nin muhalif kanadından Meral

Akşener ve ekibinin merakla beklenen yeni sağ partisinin adı İyi Parti oldu. 25 Ekim’de Ankara’da kuruluşu yapılan parti, beklendiği kadar büyük bir etki yaratmadı. Hatta ismi ve logosu tartışmalara konu oldu. Sağcı “Hayır”cılar Referandumdaki “Hayır” cephesinin en sağ kanadını temsil eden Akşener çizgisinin AKP’den oy alacağı beklentisi sol dahil tüm muhalif kesimlerde yaygındı. Ancak parti kuruluşuyla birlikte ilk olarak CHP’yi böldü. Partinin İzmir milletvekili Aytun Çıray, İyi Parti’ye katılmak için istifa etti. CHP bunun üzerine İyi Parti’ye “dostane ilişkiler” için uyarı mesajı gönderdi. Çıray, daha önce çözüm sürecine şiddetle karşı çıkmış, kariyerinde DYP, ANAP, DP ve CHP olan, kapı kapı parti parti dolaşmış bir isim. Bunun yanında İyi Parti’de asıl olarak MHP’den kopan milletvekilleri var. Birçok yerde teşkilatlarından ayrılan Ülkü Ocakları üyesi faşistler var. Kardak krizinde Türk milliyetçiliğinin kahramanı, Balyoz davasından hapis yatmış Emekli SAT Komandosu Ali Türkşen var. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüyle ilgili davada 8 yıldır adı şüpheli olarak geçen Ali Lapanta var. 20 yıl önceki DSP’de yer alanlar var. Resmi tarih tezinin ve inkârcılığın savunucusu, eski TTK başkanı, daha önce "Kürtler Türkmen, Alevi Kürtler ise Ermeni dönmesidir" gibi laflar et-

miş Yusuf Halaçoğlu var. Geçmişinde bir dönem AKP’de yer almış veya Merkez Bankası’na başkanlık etmiş isimler var. Neler yok? Peki İyi Parti’de neler yok? Solcuğun veya özgürlükçülüğün en ufak bir kırıntısı dahi yok. Kürt sorununa dair bir çözüm önerisi yok. OHAL’den demokratik değerler etrafında nasıl çıkılacağına dair bir ipucu yok. Emekçilerin haklarının nasıl korunacağına dair bir vaat yok. AKP’nin tabanından oy kazanacağına dair iddiaların nasıl gerçeğe dönüşeceği ise belirsiz. Ekonomik olarak ise iş dünyası çevrelerinden Dünya gazetesinin, eski Merkez Bankası başkanı Durmuş Yılmaz’la yaptığı röportajda “Ekonomi programımızın nihai hedefi dengeli, sürdürülebilir, kapsayıcı ve dışa bağımlılığı azaltacak bir büyüme ve paylaşım modeline geçmektir” veya “Erişilen refahı toplumun tüm katmanlarına adilce yayabilen bir ekonomik düzen, güçlü ve huzurlu bir ülkenin en önemli yapı taşlarından bir tanesidir” gibi yuvarlak ifadelerin dışında net bir doğrultu sunulmuyor. Akşener’in geçmişi Susurluk sonrası dönemde Çiller hükümetinde İçişleri bakanı olarak görev yapan Akşener, tarihin en uzun sınırötesi harekâtını yapmış olmakla “övünmenin” yanı sıra şunları söylüyor:

“Utanarak söylüyorum bazıları diyor ki sosyal medyada ‘Meral Akşener MHP’ye genel başkan olmasın, faili meçhullerin sorumlusu O’dur’ diyorlar. Ne derseniz deyin hepsi kabulümdür. Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum.” Daha önce Abdullah Öcalan için “Ermeni dölü” diyen Meral Akşener, bununla ilgili eleştiri aldığındaysa “Ben Türkiye'de yaşayan Ermenileri değil, genel olarak Ermeni ırkını kastettim” diyen bir ırkçı. 1990’larda Abdullah Çatlı ile yemek yediğine dair kareler basında yer aldı. Gençliğinde ise MHP’nin timlerinde görev yapmış bir isim.

yaklaşım, demokratlığın temel kriteridir. Kürt halkının haklarını savunanlar demokrattır, bu hakları yok hükmünde ilan edenlerin ise demokratlıkla uzaktan yakından ilgisi olamaz. İyi Parti ise Kürt sorununda hakları yok hükmünde ilan etmiyor, daha da garibi, Akşener’in partisi, bu sorunu sorun olarak görmezden geliyor. Böyle bir halk, böyle bir sorun, bu sorun etrafında yürütülen kampanyalar, saflaşmalar, süreçler yokmuş gibi, sanki İyi Parti çelişkisiz bir yerde kuruluşunu ilan ediyormuş gibi davranması. Bu nedenle, sosyal medyada yapılan ilk İyi Parti anketi, hangi partilere eğilim gösterildiğini sorarken HDP’nin adını bile anmadı. Çünkü Kürt sorunu yoktur, bu sorundan kaynaklı talepler yoktur ve kuşkusuz bu sorunları dile getiren Kürtlerin partisi HDP de yoktur.

“Basgeç” zihniyetinin devamı

Bu parti sağa, sağcılığa, sağa oy verenlere, milliyet-

Sosyalistler, AKP’nin yerine daha sağcı, milliyetçi bir alternatifi “sekülerlik” gerekçesiyle desteklemezler. Akşener’in partisi de karşısında mücadele edeceğimiz güçlerden biridir. Onu umut olarak görenler, daha önce denenmiş ve defalarca iflas etmiş bir muhalefet çizgisini savunuyorlar. CHP-MHP seçim ittifakları, Ekmeleddin İhsanoğluculuk, “Basgeç” propagandaları, Mansur Yavaş etrafında “birleşme” senaryoları. Hepsi özgürlükçü bir muhalefetin gelişmesine zarar verdi. Akşener’in partisinin bu eskimiş politikaları yeniden canlandırmasına izin vermemeliyiz.

çilere, MHP’den daha milliyetçi bir parti arayışında olanlara bir umut verebilir. Bu partinin siyaseti “gitsin de nasıl giderse gisin” diyenlere, kendi program ve ilkelerini mevcudun gitmesi için göz ardı edebileceklere hatta daha da önemlisi programından ve ilkelerinden tavizler verebileceklere bir alternatif olabilir. Ama sola asla! Kürt sorununun çözümünden yana olanlara, ırkçılığa taviz yok diyenlere asla umut olamaz. Umut olması teklif dahi edilemez.


4

DÜNYA

KATALAN MÜCADELESİ BURNU HAVADA PATRONLARI SARSIYOR

Barcelona: Bağımsızlık ilanı kutlaması. ALEX CALLINICOS

“Katalonya’daki ilk ciddi kargaşalara dair bilgiler Madrid’e ulaştığında, İngiltere’nin Madrid’deki büyükelçisi ‘Burada kurulacak bir şey yok’ yorumunu yapmıştı. Hayır, 2017 Ekim’inde değil, 1640 Mayısı’nda olmuştu bu. Alıntı, İspanya’nın yirmi yıllık bir savaş sonucunda yeniden Katalonya üzerinde hakimiyet kurabildiği isyanın anlatıldığı, J. H. Elliott’a ait Katalan İsyanı isimli kitaptan. Bugün Katalonya’da bir savaş gerçekleşmesi ihtimali yok. Fakat İspanya büyükelçisi geçen pazar günü, şayet Katalan hükümeti Başbakan Mariano Rajoy’un açığa alma kararına direnirse, onları “isyancı” olarak adlandıracaklarını söyledi İngiltere’ye. “İspanya olarak tüm dünyanın yüzyıllardır bildiği üzere, Katalanların birleşik hissetmesi ve Avrupa’daki ortak projede yer alması için çalışacağız” diyen Rajoy’un yaklaşımı tarihsel gerçekleri çarpıtıyor. Gerçek şu ki İspanya, “yüzyıllardır” Kastilya krallığı üzerine inşa edilen, Güney Amerika ve İber Yarımadası’ndaki toplumları kendine tabi kılan bir emperyal devlet. Portekiz de 1640’ta İspanyol yönetimine karşı isyan etmişti, bu başarılı bir isyandı. Katalonya ise Madrid yönetimiyle geleneksel özerkliğini koruma karşılığında barışmıştı. Şu anki Bourbon hanedanı 18. yüzyılın başlarında

başa geçtiğinde bu özerkliği ortadan kaldırmıştı. İspanya’nın denizaşırı imparatorluğunun son kalıntıları 19. yüzyılın sonlarında ABD tarafından ele geçirildiğinde krallık bir krize sürüklenmiş, İspanya’nın özerk toplulukları kendilerini göstermeye başlamıştı. Ekim 1934’te Katalan başkanı Lluis Companys Katalonya’nın bağımsızlığını ilan ettiğinde otuz yıl hapis cezasına çarptırılmış ve 1939’da savaşı kazanan Francisco Franco diktatörlüğü altında da idam edilmişti. Uyarı Bu sadece eski bir hikâye değil. Birkaç hafta önce hükümetteki Halk Partisi (HP) sözcüsü, Katalan başkan Carles Puigdemont’u Companys’in yaşadıklarını yaşayabileceğini konusunda uyardı. Halk Partisi, Franco rejiminin mirasçısı. Eski tiran ve mevcut Bourbon kralı VI. Felipe gibi, Kastilya merkezli eski geleneğin savunucusu. İspanya eski çokuluslu imparatorlukların son kalıntılarından birisi ve şimdi bir ulus devlet maskesi takmakta. Britanya, Batı Avrupa’daki bir diğer önemli örnek. Farklı koşullar olsa da, Çin ve Rusya’da aynısı geçerli. 2007-2008 ekonomik krizinden beri, Britanya ve İspanya devletlerinde kırılgan noktaları daha da genişledi. İskoçya ve Katalonya’daki bağımsızlık hareketleri, Londra ve Madrid’deki sağcı hükümetlerin dayattığı kesintilere karşı deneyimlerle beslendi.

Hükümetlerin bu hareketlere cevabı farklılık gösteriyor. Muhafazakar Parti’nin başbakanı David Cameron, 2014 Eylülü’ndeki umduğu gibi geçmeyen ve güç bela kazandığı İskoçya’nın bağımsızlık referandumunu kabullenmişti. Fakat İşçi Partisi’nin önerdiği politikaları tampon yaparak bunu başardı. İşçi Partisi, İskoçya’da birliğin devamı için gerçekten de kendisini feda etti. İskoç Ulusal Parti, geleneksel işçi sınıfı oylarını sildi süpürdü. Bu süre zarfında, Muhafazakarlar birliğin en sadık savunucusu olarak kendilerini göstermeyi becerdiler. Corbyn, daha yeni yeni İskoçya’da kendisini hissettirmeye başladı. Katalonya’da anketlere göre çoğunluğun bağımsızlığı desteklememesine rağmen, Rajoy referandumu kazanma kumarını reddetti. Böylelikle Katalan bağımsızlık hareketi ona başkaldırdı. Rajoy’un uzlaşmayı reddeden tavrı Kastilya merkezli ideolojik gücün ve hiç süphesiz Halk Partisi’ndeki Francoculuğun belirtisi. Bu sert hat, Angela Merkel ve Emmanuel Macron’un desteğini aldı. Fakat Madrid’in büyüyen baskısı Katalonya’da daha büyük bir halk isyanını ve kitle hareketini tetikleyebilir, Franco’nun mirasçılarına destek çıkan Avrupa Birliği’ne en büyük bedeli ödetebilir.

TRUMP HER İKİ YÖNDEN BASKI ALTINDA ONUR DEVRİM ÜÇBAŞ

ABD Başkanı Donald Trump’ın başkanlık kampanyasını Haziran ve Ağustos 2016 arasında yöneten Paul Manafort, 30 Ekim günü FBI’ya teslim oldu. Manafort, hem Rusya’nın 2016 ABD Başkanlık seçimlerine müdahalesini inceleyen soruşturma, hem de Ukrayna’daki Rus yanlısı lider Viktor YanuFutbolcular Trump’ı protestoda. koviç’e danışmanlık yapmasından dolayı açılan soruşturma sebebiyle gözaltında. Manafort’un FBI’a teslim olması Trump yönetimindeki istikrarsızlığın en son ifadesi. Trump’ın dış politika danışmanlarından olan George Papadopoulos da FBI’ya yalan ifade vermekten suçlu bulunmuş, 2016 seçimlerinin ardından göreve gelen Trump yönetimindeki pek çok kişi istifa etmiş veya görevden alınmıştı. Şubat ayında Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı Micheal Flynn istifa ederken, Mayıs ayında FBI direktörü James Comey kovulmuş, Haziran ayında iletişim direktörü Micheal Dubke, Basın sekreteri Sean Spicer ve özel kalem Reince Priebus istifa etmişti. Bunu Ulusal Güvenlik Konseyi’ndeki Ortadoğu danışmanı Derek Harvey’in görevden alınması ile Ağustos ve Eylül aylarında aşırı sağ Breitbart News sitesinin sahibi ve baş stratejist Steve Bannon ile Oval Ofis operasyonları direktörü Keith Schiller’ın istifası izlemişti. Trump hem ABD egemen sınıflarının ve bürokrasisinin bir kısmıyla hem de sağcı, ırkçı ve cinsiyetçi politikalarına karşı mücadele eden aşağıdan mücadelelerle baş etmeye çalışıyor. Muhalefetteki Demokrat Parti Trump’tan yargı süreçlerini kullanarak kurtulmayı amaçlıyor; 12 Temmuz 2017’de Temsilciler Meclisi’nin Demokrat bir üyesi Trump’ın görevden alınması için yargıya başvurdu bile. Parti sokağa çıkan milyonları görmezden geliyor, Demokrat Parti bürokrasisi Bernie Sanders destekçilerini zayıflatmaya çalışıyor. Oysa Bernie Sanders’ın popülerliği devam ediyor, son yapılan bir araştırma onun hala ülkedeki en popüler siyasetçi olduğunu gösteriyor. Trump’a gerçekten direnenler ise en geniş anlamda solun başını çektiği toplumsal muhalefet. Geçtiğimiz aylarda kadınlar onun cinsiyetçi politikalarına karşı yürümüş, nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerden gelenlerin ABD’ye girmesinin yasaklanmasının ardından havaalanları kitlesel eylemlere sahne olmuştu. Trump’ın cesaretlendirdiği ırkçı ve faşist hareketlere karşı mücadele de büyüyor. Son olarak Tennesse’de sokağa çıkan antifaşistler, faşistlerden çok daha kalabalıklardı ve onların planladıkları ikinci eylemi iptal etmek zorunda bıraktılar. Pek çok spor müsabakasında sporcular Amerikan futbolu oyuncusu Colin Kaepernick’in başlattığı milli marş sırasında dizleri üzerine çökme protestosuna katılıyor ve siyahların uğradığı ayrımcılığı protesto ediyorlar. Homofobiye karşı mücadele de sürüyor. Bu pazartesi günü Washington DC’de bir hâkim Trump’ın trans bireylerin orduda yer almasını yönelik getirdiği yasağı büyük ölçüde geçersiz kıldı.


YORUM

5

MURAT BELGE’YLE BİR TARTIŞMA: PROLETARYA ÖLDÜ MÜ? ÖZDEŞ ÖZBAY

Proletaryanın yani işçi sınıfının öldüğü tezleri 1970’lerden beri her yenilgi veya geri çekiliş dönemlerinde dillendirilir. 1968 hareketinin yükselttiği umutların kısa sürede sönmesi ve hareketin geri çekilmesinin ardından işçi sınıfının öldüğü iddiası bazı “sol” entellektüellerde yaygınlık kazanmıştı. Post-modernizm ve post-marksizm gibi akımlar bu dönemde yayıldılar. Bu akımlar en genel haliyle marksizmin artık dünyayı açıklayamadığını iddia ediyordu. Daniel Bell 1973 yılında “Post-endüstriyel Toplumun Gelişi” kitabını yayınlayarak sanayinin yerini hizmetlere bırakmakta olduğunu ve bunun eski ideolojileri ortadan kaldıracağını söylüyordu. 1980 yılında Andre Gorz, post-modernizme hiç bir zaman sempati beslemese de, marksist ortodoksi ile mücadele ettiğini düşünürken “Elveda Proletarya” kitabını yazmıştı. Birikim Dergisi’nin internet sayfasında Murat Belge de “Değişen Emek ve Sermaye” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda proletaryanın artık yok olmakta olduğu gibi hiç de yeni olmayan tezleri bir kez daha tekrarlıyor. Oysa bu tezlere geçtiğimiz on yıllarda birçok cevap da üretildi. Braverman’ın 1974 yılındaki “Emek ve Tekelci Sermaye” kitabı ile Callinicos ve Harman’ın 1983’te yazdıkları “Değişen İşçi Sınıfı” bu yanıtların en iyi örnekleri arasında. 2008 ekonomik krizinden beri ise değil işçi sınıfının öldüğü Standing’in 2011 yılında yazdığı kitapla birlikte işçi sınıfının da altında bir “prekarya” sınıfı olduğu tartışmaları yaygın bir şekilde yapılıyor. 1970’ler ve 1980’lerde işçi sınıfının yerini almakta olduğu söylenen hizmet sektörü çalışanları, ki bunlara genel olarak beyaz yakalılar deniyor, bugün güvencesiz, esnek ve düşük ücretle uzun saatler çalışan bir kesim olarak analiz ediliyor. Yani proleterleşmekte oldukları anlatılıyor. Bu nedenle de 2011 yılında tüm dünyaya yayılan meydan işgalleri hareketlerinde ve 2013’teki Gezi Direnişi’nde bu kesimin oldukça yoğun bir katılımı olmuştu. Belge her ne kadar yeni bir şey söylemiyor olsa da Türkiye’nin en önemli entelektüellerinden biri olması dolayısıyla iddia ettiği fikirlere yanıt vermek önemli. Belge’nin yazısındaki kilit cümleler şunlar: “Bugünün koşullarında ‘mavi yakalı’ dediklerimizin toplam nüfus içinde oranı gitgide düşüyor. Daha ileri toplumlarda düşüş hızı yüksek. Kol emeğine dayalı üretim gün geçtikçe ‘periferi’ye doğru sürülüyor. Yerine getirilmesi için gerekli ‘vasıf’ düzeyi de gitgide düşüyor. Tamamının insanlar değil, robotlar tarafından yapılacağı bir dönem (ve bir düzen) artık görüş mesafesine girdi (‘science-fiction’ olmaktan çıktı). Maddî düzeydeki gelişmelerin yanı sıra üretimde “kol emeği”nin oynadığı genel rol de geriledi – ‘beyaz yakalı’ katkıyla ters orantılı olarak. Yalnız ‘kol emeği’ değil, ‘sermaye’nin de genel üretimde oynadığı rol değişti. Sermaye kurumunun kararlarını CEO’lar veriyor. Öte yandan işçilerin de hisse senedi satın alarak (küçük çapta) aynı zamanda sermayedar kümesine geçmeleri mümkün.” Öncelikle birkaç veri ile sanayide çalışan işçilerin sayısının azaldığı argümanına değinelim. Sanayinin Batı’da hem yüksek teknolojiye geçiş hem de daha ucuz maliyetli coğrafyalara kayması sonucu İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren bir sanayisizleşme süreci gerçekten yaşandı. Ancak kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişen bir sistemdir. Batı sermayesinin özellikle uzak Asya’da yaptı-

ğı yatırımlar sonucu bu ülkelerdeki sanayi işçileri radikal biçimde artış gösterdi. ILO verilerine göre 1991 yılında ücretli çalışanların sayısı 988 milyon iken bugün bu rakam günümüzde 1 milyar 800 milyona ulaşmış durumda. 1991’de ücretli çalışanların dünya emek gücündeki oranı yüzde 43,7 iken 2017’de bu oran yüzde 54,8’e yükseldi. İşçi sınıfının sayısı ve oranında artış devam ediyor. Bu yükselişin ana nedeni köylülerin sayısındaki radikal azalış. Bu rakamlara sektörel olarak baktığımızda da sanayide çalışanların toplam emek gücü içerisindeki oranı aynı yıllar aralığında yüzde 20,8’den yüzde 21,5’e yükselmiş. Fazla bir artış yok ancak gerçek rakamlara baktığımızda 471 milyondan 708 milyona çıkmış sanayide çalışanlar (bu rakamlara işçi, işveren ve kendi hesabına çalışanlar dahil). Hizmetlerde çalışanların oranı ise yüzde 37,2’den yüzde 49,7’ye yükselmiş. Bir kez daha bu radikal yükselişin ana nedeni sanayide çalışanların azalması değil köylülüğün radikal azalışı. Bu değişim dünyanın her bölgesine aynı şekilde yaşanmıyor. Örneğin Türkiye’nin en hızlı sanayileşme süreci gelişmiş kapitalist ülkelerde sanayisizleşmenin yaşandığı döneme gelir. 1980 öncesinde ağırlıklı olarak bir tarım ülkesi olan Türkiye’de 1991 yılında sanayide çalışanların oranı yüzde 19,6’ya 2017’de ise yüzde 27,5’e yükseldi. Hizmetlerde çalışanlar da yüzde 34’ten yüzde 52,9’a çıktı. Tarım sektöründe çalışanlar ise yüzde 46,4’ten yüzde 19,6’a kadar geriledi. Çin ve daha bir sürü ülkede de bu dönemde sanayileşmenin yaşandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla dünyada bir sınıf yok oluyorsa bu işçi sınıfı değil köylülüktür denilebilir. Belge ayrıca yazısında hizmet sektöründe çalışanları proletaryadan saymayarak önemli bir hata yapıyor çünkü

meta dediğimiz şey sadece fabrikada üretilmez. Plazalarda ve ofislerde de üretilir. Eğitim ve sağlık gibi hizmetler dahi metalaştırıldığında doktorlar, hemşireler, bakıcılar, danışmada duranlar ve temizlikçiler birer proletere dönüşür. Marx Kapital’de yaygın eğitime geçilmesi sonrası okulların eğitim fabrikalarına dönüştüğünü anlatır örneğin. Bugün üniversiteler için de birer diploma fabrikası olduklarını söyleyebiliriz (özellikle de vakıf üniversiteleri için). Son olarak CEO ve hisse senetleri konusuna da değinebiliriz. CEO’lar, yönetim kurulları ve üst düzey yöneticiler her ne kadar ücretli çalışıyor olsalar da işçi sınıfına dahil edilemezler çünkü emek sürecinde kontrol ve karar verici mevkilerde bulunurlar. Üretim ilişkileri açısından belirleyici olan hukuki mülkiyet değil fiili durumdur. Yani bir CEO ücretli çalışan olabilir ancak fiilen üretim süreci üzerinde en tepede karar vericidir. Üst düzey yöneticiler de o işyerinde bir kapitalist gibi kontrol gücüne sahiplerdir. Dolayısıyla bu kesimler kapitalist sınıfa dahildir. Hisse senetleri ise zannedildiği kadar işleri karıştıran bir durum değildir. İşçiye verilen veya kendisinin borsada satın aldığı hisseler, kendisine üretimin planlanması ve emek sürecinde hiçbir yetki vermeyecek kadar küçüktür. Bu küçük kağıt parçaları kendisine belki ileride bir tarihte o şirket değerlenirse ek gelir sağlayabilir. Dolayısıyla bir işçinin hukuki olarak hisse senedi sahibi olması fiili olarak ona o şirkette herhangi bir yetki vermez. Bu durumda o işçi hala işçidir. Gerçi durumla ilgili Belge de “bunların belirleyici olduğu düşünmüyorum” dese de bu gibi durumların bir değişim yarattığını belirtiyor. Oysa üretim araçları mülkiyetinde sınıfları belirleyen şey hukuki durum değil fiili durumdur.


6 GÜNDEM

HÜKÜMET EKOLOJİK YIKIMDAN SORUMLU

Ak Parti, şehirleri birer şantiyeye dönüştürdü.

Geçtiğimiz hafta önce cumhurbaşkanından ‘İstanbul’a

ihanet ettik, bunda bizim de sorumluluğumuz var’ açıklaması geldi. Ardından İçişleri Bakanı Soylu Trabzon için ‘Şehrimizin doğası bir cennettir. Şehrimizin doğasına zarar verdik mi? Evet, verdik. Bize bırakılan yaylalarımızı maalesef gelecek nesillere bırakamamanın hüznü ve ıstırabı içindeyiz. Çok net söylüyorum, bu bizim sorumluluğumuzdur’ dedi. Bu açıklamalarla çok ileri gidildiğini düşündüğünden olsa gerek ilk Çevre ve Şehircilik Bakanı İstanbul’a en büyük ihaneti CHP yaptı dedi, hemen ertesi gün ise belediye başkanlarına ‘Şehirlerin canına okumuşuz, kimliksiz şehirlere sahip olduk. Çiçekle böcekle uğraşmayın, ilk işiniz kentsel dönüşüm’ dedi. Aynı konuda son açıklamayı ise Orman ve Su İşleri Bakanı yaptı. En çevreci hükümet biziz, en çok ağaçlandırma yapan hükümet biziz dedi. Bu gelgitli açıklamaların değiştirmediği tek bir gerçek var ki; AKP hükümetleri dönemi içinde bu yıkımlar bilerek gerçekleştirildi, ister kentsel dönüşüm adı altında olsun ister irili ufaklı ulaşım, enerji projeleri ile olsun hem kentlerde hem de doğal varlıkların her alanında büyük bir yıkım yaşandı. Bu yıkımlardan 15 yıldır iktidar olan AKP sorumludur. Madenden enerjiye, enerjiden inşaata AKP’nin ekonomik büyüme politikasının temelini maden, enerji ve inşaat sektörü oluşturuyor. AKP iktidara geldiği 2002’den beri bu üç alanda birden faaliyet gösteren şirketler muazzam bir biçimde büyüdü. Bu üç alanın büyümesi için koruma statülerinin kaldırılması, teşvik sistemlerinin oluşturulması gibi şirketlerin önünü açan Berat Albayrak’ın ifadesi ile “kılçıksız yatırım” imkanları sunmak için AKP hükümetleri elinden geleni yaptı. 2004’te Maden Kanununda yapılan değişiklikle (rödovans sistemiyle) madenler için işletme ruhsatı almak kolaylaştırıldı. Yine aynı yıl yürürlüğe giren 5162 sayılı kanunla Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) özel yetkilerle donatıldı. “Dönüşüm uygulamalarında kamulaştırma ve imar planı

yapma yetkisi” ile Hazine arazilerini Başbakanlık onayıyla bedelsiz devralma yetkisi TOKİ’ye verildi. Bu sayede TOKİ AKP’ye yakın inşaat şirketlerine kamu kaynaklarının aktarımında kilit noktalarından biri haline geldi. Madde 80 gibi düzenlemeler ile Hükümetin stratejik yatırım kabul ettiği projeler için; tabiat varlıkları ve SİT alanları kullanıma açıldı. Bu projeleri denetim mekanizmalarının dışında tutan, şirketlere Kurumlar Vergisi ve Gümrük Vergisi muafiyeti, gelir vergisi stopajı teşviki tanıyan, hazine arazilerini 49 yıllığına bedelsiz tahsis eden, yatırım finansmanlarında kullanılan krediler için 10 yıla kadar faiz ve kâr payı desteği sağlayan bu düzenleme OHAL kapsamında KHK ile hayata geçirildi. Ayrıca bu madde ile dava konusu edilmiş projeler davalarının bile düşürülmesi sağlandı. Şirketler zenginleşti İşçi cinayetlerinin rekor kırdığı, doğal varlıkların yıkıma uğradığı dönem içinde madenlerden çıkarılan ucuz kömür miktarında, birbiri ardına açılan kömürlü termik santrallerde artış oldu. Elektrik alım garantisi ile şirketlere sağlanan finansman ile Hidro Elektrik Santraller (HES) büyük baraj projelerinde patlama yaşandı. İşçi ve çevresel maliyetleri hükümet sayesinde minimuma indirilen ve bu sayede kârları artan maden ve enerji sektöründeki şirketler, TOKİ eliyle kamulaştırılıp, imara açılan hazine arazileri üzerinde dev projelerle daha da büyüdüler. Bu üç alanda AKP hükümetinin yarattığı avantajlı durumları değerlendiren AKP’ye yakın şirketlerin örneğin Cengiz Holding’in tarihi bu süreci oldukça net gösteriyor. 1987’de kurulan Cengiz İnşaat ilk gündeme gelişi (2000’lerin ortasında) 4,2 milyar dolar maliyetli Karadeniz Sahil Yolu projesiydi. Limak, Makyol, Nurol, MNG, Tekfen ve Kolin şirketleriyle birlikte yolun bir kısmının inşaatını üstlenen Cengiz İnşaatın aldığı kamu ihalelilerinin hem sayısı hem de işlerin büyüklükleri AKP iktidarı boyunca arttı. 2005-2009 yıllarına 422 milyon TL tutarındaki vergi cezasının tamamı silinen Cengiz Holding’in sahibi Mehmet Cengiz’in 17-25

Aralık ses kayıtlarında hükümetten aldığı destekle millete nasıl küfür ettiği de açığa çıkmıştı. Cengiz Holding’in yol, altyapı, liman, kamu binaları inşaatları, enerji projeleri ve madenciliğe kadar çok geniş alanda, çok sayıda projesi var. Hükümetin ölümüne ardında durduğu, ne pahasına olursa olsun yapımına devam edeceğini açıkladığı ve en fazla ekolojik, tarihi kültürel mirasta yıkıma yol açan, bu nedenle de sadece yerellerde değil tüm Türkiye genelinde direniş gösterilen örneğin Üçüncü Havalimanı, Ilısu Barajı ve HES, Yusufeli Barajı ve HES, Akkuyu Nükleer Güç Santralı, Artvin-Cerattepe maden arama projelerinde de Cengiz Holding ve AKP’ye yakın diğer şirketler var. Artvin Cerattepe’de maden karşıtı mücadele 1990’lı yıllarda başladı ama Cengiz Holding’in projeye girmesi ile farklı bir süreç cereyan etmeye başladı. Hukuk tanımazlık, mahkeme kararlarına rağmen Bakanlık onayı ile projenin devamı karşısında Cerattepe’de günlerce sürecek nöbetle birlikte ÇED olumlu kararının iptali için Türkiye tarihinin en geniş katılımlı çevre davası açıldı. Hükümet ne mücadeledeki insanlara ya sizin derdiniz ne karda kışta niye bu ağaçların başında nöbet tutuyorsunuz diye sordu, ne de şirkete mahkeme kararını bekle dedi. Özaltın İnşaatın alt yüklenicisi Cengiz Holding 15 Şubat 2016 tarihinde, devletin kolluk güçleri jandarma ve polisler eşliğinde, Cerrattepe’ye ekipman götürmeye kalktığında, Artvinlilerin tamamı, yediden yetmişe herkese sokaklara döküldü. Günlerce üzerlerine biber gazı, plastik mermi atıldı. Artvinlilerle dayanışmaya gidenlerin yolları kesildi, şehre girişleri yasaklandı. Tıpkı Yırca’daki gibi. Mahkemenin 6.000 zeytin ağacını kesemezsiniz kararından bir gün öncesinde, köylülerin itirazlarına, direnmesine rağmen yine devlet güçleri desteği ile şiddetle, zorla Kolin şirketi ağaçları katletti. AKP hükümeti ne Yırca, ne Artvin, ne Hasankeyf, ne Alakır ne de Türkiye’nin dört bir yanında suya, toprağa, ormana sahip çıkanların yanında oldu. Bizzat Cengiz, Kolin gibi şirketler vasıtasıyla ekolojik yıkımın mimarı oldu.


GÜNDEM 7

HER YERDE DERELER HES’LERLE BÖLÜNDÜ

GÖRÜŞ Roni Margulies

2003-2007 yılları arasında 59. Hükümet döneminde 259, 60. Hükümetin görev süresince 445 HES ve (2011-2014) 61. Hükümetin iktidarda kaldığı süre boyunca 187 HES için lisans verildi. Dereler birleştirilip, borulara hapsedildi, suların toprakla teması kesildi. İnsanlar hayvanlarına, tarlalarına verecek su bulamaz oldu. Acele kamulaştırma karaları ile toprakları gasp edildi, büyük şehirlere göç etmekten başka seçenek bırakılmadı. Daha fazla yoksullaştılar. Bu süreç Karadeniz’den Akdeniz’e Türkiye’nin her yanında yaşanırken AKP’nin karşılaştığı en yaygın ve dirençli mücadeleleri de doğurdu. 2013’ün sonunda bir itiraf da Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’dan HES’ler için gelmişti. Bayraktar “HES’lerle bu iş olmaz. Haklısınız, ufak dereleri mahvediyoruz, ben de sizinle aynı fikirdeyim. Artık 10 megavattan daha aşağı enerji üretecek HES’lere izin vermeyeceğiz, kesinlikle vermeyeceğiz. Bu tarihten sonra bunun hesabını sorarsınız” demişti. Ama ekonominin büyümenin temeli tüm doğal varlıkları talan olduğu için mikro HES olmazsa, daha dev baraj ve HES projeleri, madenler ve kömürlü termik santral gibi alanlar vardı.

KUSURA BAKMASINLAR, MESELE VATANDIR “Beka sorunu” ifadesi Türkiye siyasetinin temel ifadelerinden biri hâline geldi epey zamandır. “Beka” kelimesi, “kalıcılık, var olmayı sürdürmek, kesintiye uğramadan geleceğe doğru sürüp gitmek” anlamına geliyor. Yani bizzat Türkiye’nin varlığı, bir ülke veya devlet olarak sürüp gitmesi tehlike altında. Örnek vermek gerekirse, Amerika ile yaşanan vize sorunu sırasında Erdoğan’ın yaptığı konuşmaya bakabiliriz. Şöyle dedi Erdoğan: “Bir süredir ülkemiz bu coğrafyadaki bin yıllık varlığı ve bekası açısından tarihinin en kritik süreçlerinden birini yaşamaktadır. Türkiye, içeriden ve dışarıdan kuşatılmaya çalışılıyor. Ülkemiz, tıpkı pençeleri sökülmüş bir aslan gibi ehlileştirilmek, boyunduruk altına alınmak isteniyor.” Nerede HES varsa orada direniş var.

İSTANBUL BETONA BOĞULDU AKP döneminde İstanbul’a

Cevap aynı konuşmada verilmiş: “Birileri”. “Sırbistan’da halkla kaynaşmamız birilerini rahatsız etmiştir.” “Birilerinin ileri garnizonu değiliz.” “Alan elden veren el durumuna gelmemiz birilerinin kâbusudur.”

18 milyon fidan dikildiği söyleniyor ve bununla övünülüyor.

Peki, Türkiye’nin “varlığı ve bekası” nasıl kurtarılacak? “Birilerine” meydan okuyarak, tavır koyarak. Şöyle:

Oysa dünyada 200 ekolojik bölgeden, Avrupa’da acil korunması gereken 100 ormandan biri olan Kuzey Ormanları üçüncü havalimanı, üçüncü köprü ve Kanal İstanbul ile yok ediliyor. 6173 hektar üzerine kurulu üçüncü havalimanı alanındaki tüm ormanlık alan yok edildi. Madrid'in yüzde 35'i, Roma'nın yüzde 34,8'i, Londra'nın yüzde 33'ü, Berlin'in yüzde 14,4'ü, Paris'in yüzde 9,5'i halka açık yeşil alanlar, parklar ve bahçelerden oluşurken, bu oran İstanbul'da sadece yüzde 2,2.

Söz konusu faaliyetlerin failleri belirsiz: “çalışılıyor”, “isteniyor”. Kim çalışıyor? Kim istiyor?

“Biz kabile devleti değiliz.” “El pençe divan duran bir Türkiye yok.” “Kusura bakmasınlar, aldığımız kararın arkasındayız.” “Tüm piyonlarıyla bunlar üzerimize geliyorlar, gelecekler. Ama biz sağlam duralım.” “Mesele burada vatandır. Gerisi teferruattır.” Türkiye’nin bekasını kim tehdit ediyor, nasıl ediyor, beka sorunumuz tam olarak nedir, biraz muğlak doğrusu. Birileri üzerimize geliyor, daha da gelecekler, ama kusura bakmasınlar, mesele vatandır. Ha, peki! AKP’li olmayanlar arasında yaygınlaşan kanı, Türkiye’nin değil Erdoğan ve AKP’nin beka sorunuyla karşı karşıya olduğu. Ve bu söylemin AKP tabanını seferber etmek için kullanıldığı. “İktidarın beka sorunu” (Ahmet İnsel), “Beka sorunu: Erdoğan’ın mı, Türkiye’nin mi?” (Levent Gültekin) gibi yazılar bunu anlatıyor.

Kuzey Ormanları, İstanbul.

MERALAR YOK EDİLDİ

Son 60 yılda mera ve çayırların üçte ikisi plansız arazi kullanımı sonucu yok edildi. 44 milyon hektarla ülke yüz ölçümünün yüzde 56’sını oluşturan mera ve çayır alanları, 2014 yılı verilerine göre 14,6 milyon hektara inerek yüzde 19’a geriledi.

SULAK ALANLAR FONKSİYONLARINI YİTİRDİ Son 40 yılda 1.3 milyon hektar kadar sulak alan geri dönülemez şekilde ekonomik ve ekolojik fonksiyonlarını kaybetti. Ekolojik denge ve biyolojik çeşitliliğin korunması için hayati öneme sahip olan sulak alanlar inşaat, maden, enerji gibi çeşitli sektör ve projenin tehdidi altında

n 2016 Dünya Çevre Performansı Endeksi raporunda 180 ülke arasında Türkiye 99. sırada. Biyolojik Çeşitlilik ve Yaban Hayatı kategorisinde 180 ülke arasında 177. sırada.

Bunun kısmen doğru olduğu kuşkusuz. Ama mesele bundan ibaret değil. Hükümet de geleneksel devlet aygıtı da, Suriye ve Irak’ta Kürt hareketinin attığı adımları, devletleşme doğrultusunda kaydettiği mesafeyi Türkiye için bir beka sorunu olarak algılıyor. Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtleri de güvenilmez ve/veya düşman olarak gördükleri için, Kürtler açısından başarı sayılabilecek her şeyi Türkiye’nin geleceği açısından bir tehdit olarak algılıyorlar. Bu, Türkiye devletinin 90 yıllık değişmez algısı. Türkiye’nin iç ve dış politikasını 3-4 yıldır bu algı belirliyor ve bu beka sorununa karşı alınan önlemler şekillendiriyor. AKP’nin yeni ittifakları, “yerli ve millî” vurgusu, AKP-MHP işbirliği, Avrasyacılık lafları, dış ve iç “düşmanlara” karşı açılan savaş hep bu temele oturuyor.


8 GELENEK

EKİM DEVRİMİ: İNSANLIĞIN GEÇMİŞTEKİ GELECEK POTANSİYELİ

Ekim 1917, Rusya. CAN IRMAK ÖZİNANIR

Teknolojinin 100 yıl öncesine göre inanılmaz geliştiği, tek bir tuşla dünyanın öbür ucundaki insanlarla iletişim kurabildiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Öyle ki, günümüzde artık yapay zekâ tartışmaları yapılıyor, bu zekânın gelişimiyle işçi sınıfının ortadan kalkabileceği, robotların insanların yerini alabileceği tartışmaları çeşitli kötümser ve iyimser şekillerde yapılıyor. İnsanlık, artık uzayla, biyolojiyle, kimyayla, fizikle, tıpla ilgili çok daha fazla bilgiye sahip. Ancak bütün bu bilimsel gelişmeler, insanlığın bilgi birikiminin daha fazla artmış olması bir zamanların ütopyacılarının beklediği gibi insanlığı daha adil, daha huzurlu, daha barışçıl bir dünyaya taşımadı. Günümüzün dünyasında distopyalar büyük ilgi görüyor, bunun sebeplerinden biri de dünyamızın pek çok açıdan distopyalara benzemeye başlaması. Bugün kapitalizmin krizi ve neoliberal uzlaşının çözülmesi sonrası dünya son derece kaotik görünüyor. Pek çok emperyalist ve altemperyalist gücün rekabetlerini Ortadoğu’da bombalar ve zaman zaman kara savaşıyla sınadığı, bu rekabetin sonucunun devasa bir mülteci dalgası yarattığı, mülteci karşıtlığının pek çok ülkede geçer akçe görülmeye başladığı, Avrupa’nın pek çok merkez ülkesinde ırkçıların yükselişe geçtiği, dünyanın en büyük askeri gücü ABD’nin başına Donald Trump gibi ırkçı, homofobik ve kadın düşmanı bir liderin geçtiği, yıllardır demokrasiye dayalı bir uygarlık projesi üzerine kurulu olduğunu anlatan Avrupa Birliği’nin Katalonya halkına dönük şiddete göz yumduğu bir dünya, OHAL KHK’leri,

birkaç cephede birden savaş ve yerli-millî nefret ideolojisi ile yönetilen bir Türkiye. Üstelik 100 yıl öncesinin tersine bugün ciddi bir iklim krizi bütün gezegeni felaketlerle sarmalıyor. Kapitalizmin kanlı bilançosu Aslında kapitalizm altında dünyanın bir distopyaya benzemediği günlerin sayısı çok az. Belki ileri kapitalist ülkeler 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde görece güvenceli hayatlar yaşıyorlardı ancak 20. yüzyılın ilk yarısı Avrupa’daki devlerde yaşayanlar da dâhil herkes için tam bir kaos ortamıydı. 1917’de Rusya’daki Ekim Devrimi’nin en güçlü motivasyonlarından birini oluşturan ve onun tarafından sona erdirilen I. Dünya Savaşı sırasında 13 ila 15 milyon arasında insan öldü. Savaşın getirdiği açlık ve kıtlıktan ölenler bu rakama dâhil değil. Ekim’in ilk yaptığı işlerden biri Rusya’nın savaştan çekilmesini sağlamak olmuştu. Ekim Devrimi ile başlayan devrimci dalga da kapitalizm tarafından kanla bastırıldı. Rusya’da işçilerin eşitlik ve özgürlük ideallerini boğmak isteyen kapitalist devletler sadece Rusya’da kanlı bir iç savaşı kışkırtmakla kalmadılar, kendi ülkelerindeki devrimci kalkışmaları da işçileri ve liderlerini katlederek sona erdirdiler. Devrimlerin yenilgisi dünyayı kapitalizmin en korkunç yüzüyle, faşizmle tanıştırdı. Almanya’da, İtalya’da, İspanya’da faşistler iktidara geldiler. 1915’teki Ermeni Soykırımını örnek alan Naziler, milyonlarca Yahudi’yi katlettiler. Emperyalist rekabet II. Dünya Savaşı’nda bu sefer 70 milyondan fazla insanın hayatını yitirmesine yol açtı. İnsanlık ilk defa atom

bombası ile tanıştı. ABD tarafından Hiroşima kentine atılan atom bombası yaklaşık 140 bin, Nagazaki’ye atılan atom bombası ise yaklaşık 70 bin kişiyi bir anda öldürdü. II. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalizm bir toparlanma dönemine girdi. Ancak bu savaşların bittiği anlamına gelmiyordu, sadece ABD’nin Vietnam İşgali’nde 1 milyonun üzerinde asker, 3 milyonun üzerinde sivil öldü. 20. yüzyıl kapanıp, 21. yüzyıla girdiğimizde ise ABD, Afganistan ve Irak’a saldırarak geride milyonlarca ölü bırakacak ve bugünün kanlı çatışmalarına ve IŞİD gibi örgütlerin Ortadoğu’da güçlenebilmesine zemin hazırlayan en önemli faktörlerden biri bu işgaller olacaktı. Bugün milyonlarca insan açlıkla yüzleşirken, 2016 yılında sadece ABD 611 milyar dolar askeri harcama yaptı, onu 215 milyar dolarla Çin ve 69,2 dolarla Rusya izliyor. Ekim geleceğimizdir Bu karanlık tablo içinde 100 yıl önce olmuş Ekim Devrimi’ni anmanın ne anlamı var? Sosyalist Tartışma toplantılarında Foti Benlisoy’un da söylediği gibi hafıza da bir mücadele alanı ve bu mücadele alanında sıradan insanların neler yapabilmeye muktedir olduklarını gösteren Ekim Devrimi’nde ne olduğunu hatırlamak çok önemli bir yer tutuyor. Stalinizm tarafından içi boşaltılmış ve bürokrasinin çıkarına alet edilmiş hâliyle veya yukarıda saydığım insanlık suçlarını işleyenlerin “diktatörlük” karalamalarıyla değil, olduğu hâliyle Ekim Devrimi’ni hatırlamak bize bütün bu karanlık tablo içindeki umudu ve o umudu gerçek kılmanın mecburiyetini gösteriyor.

1917’de Rusya’da o güne kadar cahil, kaba, bilinçsiz görülen işçiler, yeryüzündeki en demokratik iktidar aygıtı olan sovyetler aracılığıyla, bildiğimiz toplumdan tamamen farklı bir toplum kurmaya soyundular. Ortalama bir işçi ücretinden fazla ücret almayan kendi temsilcilerini seçtiler, bu temsilcileri her an geri çağırma hakları vardı. Rusya’da devrime kadın işçiler öncülük ettiler. Devrimden sonra ilk iş boşanma hakkının tanınması, eşit işe eşit ücretin hayata geçmesiydi. Sonra kürtaj yasallaştı. Eşcinsellik karşıtı yasalar kaldırıldı. Savaş sona erdirildi. Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakları kabul edildi, inançlar üzerindeki baskılara son verildi. Bütün bunlar bir grup insanın “parlak” fikirleri ile değil, işçilerin kendi eylemiyle gerçekleşti. Bolşevik Partisi, burjuva iktidarı ile sovyet iktidarının aynı anda var olamayacağını göstererek işçilere öncülük etti ancak bunu işçilerin önüne geçerek değil, işçilerin içinde yaptı. Ekim, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterdi ancak bu dünya çapında kazanılması gereken bir zaferdi. Bugünkü “distopya” görünümlü dünyanın panzehiri küresel Ekim Devrimi’dir. Devrim mümkündür ve eğer insan hayatına zerre önem vermeyen kapitalistler tarafından yeniden 20. yüzyılın bir benzerine sürüklenmek istemiyorsak gereklidir. Yeni Ekimlerin anahtarı ise bugün verilen yüzlerce mücadele ile insanlığın bu muazzam özgürlük deneyimi ile bağlar kurulmasında yatmaktadır. Yeniden, “bütün iktidar sovyetlere!”


EMEK GÜNDEMİ

EKONOMİYE GÜVEN AZALIYOR

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

ARABULUCU DEĞİL ÖRGÜTLÜ MÜCADELE Yeni iş yasası ve özellikle arabulucu meselesi, hükümet tarafından işçi sınıfının önüne yeni bir engel olarak konuldu. İşçilerin gündeminde örgütlenme ve geçim sıkıntısı konularında zaten bin bir türlü zorluk vardı. Şimdi mahkemelerde hak arama konusunda yeni bir engel daha çıkarıldı. TBMM’de 12 Ekim 2017 tarihinde kabul edilen İş Mahkemeleri Kanunu ile birçok yasada değişikliğe gidildi. İşçi alacaklarında 10 yıl olan zaman aşımı süresi 5 yıla indirildi, işçilerin haksız işten atılmalarda Çalışma Bakanlığına başvurma hakları ellerinden alındı. Özellikle de arabuluculuk sistemi ile iş hayatına yepyeni bir sorun daha getirildi. İşçiler, işe iade ve her türlü alacak nedeniyle patronlara karşı şimdiye kadar mahkemelere başvuruda bulunabiliyorken, artık arabulucu süreci sonuçlanmadan dava açamayacaklar. Arabulucu hizmeti ücretli olacak, ücretleri taraflarca eşit olarak karşılanacak, ilk arabulucu toplantısına katılmayan taraf, tüm yargılama giderlerini davayı kazansa bile kendisi ödeyecek. Her ne kadar arabulucular için 3 haftada sonuçlandırma ve bu süreyi en fazla 1 hafta uzatma şartı getirilmişse de, arabulucunun taraflara tebligat yapmak için harcayacağı süre dikkate alındığında, kaybedilecek süreler ayları, belki de bazı durumlarda yılları bulabilecek.

Zamlarla hayat pahalılığı artıyor.

Siyasal istikrarsızlık ekonominin geleceğine karşı güvensizliği büyütüyor. Kapitalist ekonominin devamı için güven hayati bir fonksiyona sahip. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL yönetimi, Ortadoğu'da savaş politikaları ve uluslararası krizlerle devam eden siyasal istikrarsızlık, büyüme rakamlarına rağmen, kitleleri kaygılandırıyor. Almanya ve Avrupa Birliği ile kopma noktasına gelen ilişkiler, ABD ile yaşanan kriz, Rusya ve müttefikleriyle yakınlaşma, Suriye'de savaş siyaseti ve operasyonlarla geçen bu dönem, milliyetçi nutuklara rağmen, özellikle ekonomik sonuçları açısından kitleleri tedirgin ediyor.

Son dönemde yayınlanan iki araştırmanın sonuçları, Ak Parti'nin istikrara atıfta bulunarak oy istediği dönemin çoktan geride kaldığını göstermekte. Dört sektörden yayılan güvensizlik Hizmet, perakende ticaret ve inşaat sektörlerinin ardından ‘ekonomik güven endeksi’nde de düşüş yaşandı. Türkiye İstatistik Kurumu, Ekim ayı ekonomik güven endeksi, bir önceki aya göre yüzde 1,5 oranında azalarak 103 değerinden 101,4 değerine düştü. Düşüş, tüketici, hizmet ve perakende ticaret sektörü güven endekslerindeki düşüşlerden kaynaklandı. Ekonomik güven endeksi öncü bir gös-

İŞYERLERİNDEN HABERLER n Kırklareli’de işten çıkarılan Şişecam işçilerinin İstanbul’a başlattıkları yürüyüş devlet tarafından engellendi. Ancak mücadelenin sonucunda cam işçileri işe iade taleplerini kazandılar. n İZSU’da çalışan taşeron şoförler sendikalaştı. Genel-İş İzmir 2 No’lu Şube örgütlenerek yetkiyi aldı. n İstanbul Tuzla’da kurulu Şişecam’ın taşeron firması Kluh Destek’te, Çimse-İş sendikasının işçilere sormadan üç yıllık sözleşme imzalaması işçileri isyan ettirdi. Fabrikada iş bırakma eylemi yaşanabilir. İşçiler, Tekirdağ fabrikasındaki işçilere de birlikte mücadele çağrısı yapıyorlar.

terge olarak kabul edilirken 100’den büyük olması ortalama üzeri güveni; 100’den küçük olması ise ortalama altı güveni göstermekte. Her 5 kişiden ikisi kaygılı Visa ve 22 bankanın desteğiyle İPSOS'a yaptırılan ikinci araştırmaya göreyse Türkiye’de her 5 kişiden 2’sinin son bir yılda para biriktirdiği görülürken, bireyleri birikim yapmaya iten temel nedenlerde “geleceğe ilişkin belirsizlik” ve “kaygı” öne çıktı. Birikim yapanların yarısı sağlık sorunu, doğal afet, aniden işsiz kalma gibi beklenmedik durumlar için para biriktirdiğini söylüyor.

İş hukukunda işveren güçlü taraf, işçi ise güçsüz taraf olarak kabul edilir ve işçi korunurdu, arabuluculuk sisteminde bu bakış ortadan kaldırıldı. Hakkını dava yoluyla almak isteyen işçi, zorunlu arabuluculuk sisteminde belki de yıllarca sürebilecek yeni bir uzatma ile karşılaşacak. Hak arayan işçi için yargılama giderlerine arabulucu bürosu giderleri ve arabulucu ücretleri eklenecek. Bu durum mahkemede kaybetme korkusu yaşayan, yargılama maliyetlerinden endişelenen binlerce işçi için işverenle kendi aleyhine uzlaşma durumu doğduracak. Bu düzenleme, işçi sınıfının içinde bulunduğu veya içine itildiği koşullardan sermayenin yararlanması için yapılmıştır. Sendikalar, bu yasanın görüşülmesi sürecinde hemen hiçbir tepki göstermediler. İşçilerin üçte birinin kayıtsız çalıştırıldığı, kayıtlı işçilerin de sadece yüzde 12’sinin sendika üyesi olduğu günümüzde, var olan sendikal örgütlülükler işçi sınıfının çıkarlarını korumada yetersiz kalmaktadır. İşçilerin kendi çıkarlarını korumak için iş yerlerinden, tabandan başlayan örgütlenmelere ihtiyacı var.

n Zonguldak’ta Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) torba yasa tasarısının içinde yer alan ve TTK’nin özelleştirilmesinin önünü açacak olan 58. maddenin geri çekilmesi talebiyle direnişe hazırlanıyor. n Sendikalı oldukları için işten çıkartılan DHL Express işçilerinin direnişi 100. gününü geride bıraktı. Yine sendikalaştıkları için kovulan Akkim işçileri de direnişte üçüncü ayı geride bıraktı. n KESK üyelerinin ihraçlara karşı başlattıkları eylemler Kartal’da devam etti. n Sendikalaştıkları için işten atılan Kod-A işçileri, İstanbul’un ardından İzmir’de de eylem yaptı.

Direnişteki Kod-A işçileri.


10

KİTAP

KAPİTAL’İ NASIL OKUMALI? Z.SONER DİNÇ

Almanyalı siyaset bilimci Michael Heinrich'in alandaki önemli başvuru metinlerinden olan ve ilk olarak 2004 yılında Almanca "Kritik der politischen Ökonomie: Eine Einführung" başlığıyla yayınlanan kitabı Kapital’e Giriş başlığıyla Türkçe'ye çevrildi. Kapital'in (ilk cildinin) yayınlanmasının 150. yılında olduğumuz şu günlerde, bu kitabın Türkçe'de de olması, konuya dair yapılan güncel teorik tartışmaları izleyebilmek, bir parçası olabilmek ve kapitalizmi anlama çabası için oldukça önemli bir katkı. Kapital’e dair pek çok kılavuz kitap bulmak mümkün, örneğin David Harvey’in çalışması bunlar arasında en ünlü olanı. Ancak Heinrich’in ‘Giriş’ kitabındaki belirgin farklılık, güncel olanla bağının çok daha sıkı olması: Kitabın İngilizce basımına yazdığı önsözün, o günlerde (2012) oldukça hareketli olan Arap coğrafyasındaki politik isyanlara atıfla başlıyor olması bunun açık bir göstergesi. 2011’de ABD’de başlayan “İşgal Et!” eylemlerinden Arap Baharı’na uzanan süreç yeni ve kitlesel bir protesto dalgası başlatmıştı. Bu dalgayla birlikte, çok yeni olmayan bir süreç de tekrar canlandı: Sovyetler Birliği’nin dağılması ve onun uydusu durumundaki Doğu Bloğu ülkelerinin çökmesiyle, artık mutlak olarak zaferini ilan ettiği söylenen kapitalizme yönelik eleştirel, sorgulayıcı, tartışmaya açık arayışlar da ivme kazandı. Kapitalizmi anlama çabaları da, dünya genelinde Marx’ın Kapital’ine olan ilgiyi belirgin olarak artırdı. Kapital’i okumak çok çeşitli sebeplerden ötürü korkutucu görünebiliyor, ancak kapitalizmi anlama çabasında kaçınılmaz bir şekilde emek sarf etmek gerekiyorsa eğer, bunun sonucunda elde edilen şey, bu zorluğu da katlanılır kılıyor. Üç cilt ve iki bin sayfadan oluşan Kapital, içinde yaşadığımız dünyayı anlamak ve değiştirmek isteyen herkes için, bir mihenk taşı olarak duruyor. Bu her ne kadar bireysel bir okumanın sonucu olacak olsa da, Heinrich’in çalışması ve benzerleri bu süreçte yönlendirici-işlevsel kitaplardır. Anlatılan gerçekten de senin hikayendir Heinrich’in kitabı Marx’ın yaşadığı dönemin politik ortamının tasviriyle başlıyor, ki bu politik ortam hem Marx’ı hem de doğal olarak eserlerini şekillendirecek olan bir dünyadır. Kapital’in ilk cildi 1867 yılında yayınlandı, ama Marx Kapital’den önce de pek çok konu üzerinde yazmıştı. Aradan geçen uzun yıllar boyunca değişmeden kalan çekirdek öz ise, Marx’ın dünyayı değiştirme ve kapitalizmi alt etme konusundaki şaşmaz sürekliliğiydi. Zaten Heinrich de bu noktayı kitabında defalarca kez belirtmektedir. Heinrich’in kitabının karakteristik bir özelliği ise, onun Kapital’in alt başlığında da bulunan ‘Eleştiri’ kavramına olan sıkı bağlılığıdır, kitabın yaptığı şey kuru bir aktarımdan ziyade eleştirel bir yeniden okuma ve yorumlama olduğu için de önemlidir. Elbette Heinrich de Marx’ın Kapital’de kullandığı temel kavramlar olan değer, emek, para, sermaye, artı değer, faiz, kapitalist üretim süreci,

TOPLANTI DUYURULARI 2 Kasım Perşembe 19.00 Beyoğlu TRUMP’IN SONU GELDİ Mİ? Konuşmacı: OZAN TEKİN Üsküdar SAĞ POPÜLİZMİN YÜKSELİŞİ Konuşmacı: FERHAT KENTEL

3 Kasım Cuma 19.00 Fatih ORTADOĞU’DA BARIŞIN OLANAKLARI Konuşmacı: FARUK SEVİM sömürü… gibi kavramların açıklamasını yapar, orijinal kaynaktan aktarımlar da yapar. Ancak Marx’tan sonraki marksist kuşakların yaptığı çeşitli katkılara itirazlarını dile getirmekten de çekinmez. Sözgelimi Marksist emperyalizm teorisi külliyatındaki bazı çalışmaların, Marx’ın kapitalizmi anlama ve açıklama çabalarıyla ilgisinin olmadığını da söyler. Bunların yanı sora, sosyalist olma iddiasındaki çeşitli ülkelerde –Rusya, Çin ve Doğu Avrupa ülkeleriyaşananların da Marx’ın ortaya koyduğu özgürleşme teorisiyle hiçbir ilgisinin olmadığını, devlet iktidarını ele geçirenlerin diğer kapitalist devletlerden esas itibarıyla farklı olmayan kaygılarla hareket ettiklerini de vurgular. Tam da bu noktada ana akım siyasetin genel kapitalist çıkarları koruduğunun, devletin maddi temeliyle sermaye birikimi arasında organik bağ olduğunun da altını çizer Heinrich. Bunun tek tek bireylerin kötülüğünden bağımsız bir yanı olduğunu, iktidarda solcu partilerin bile olmasının akıbeti değiştirmeyeceğini de belirtir. Burada Heinrich’in öne çıkarmaya çalıştığı nokta kitabın çeşitli yerlerinde belirgin olarak vurgulanır. Çünkü Marx da bireysel kapitalistleri suçlamaya girişmez, bu sömürü koşullarının mevcut sistemin işleyişinde ‘normal’ olduğunu, bu koşulları değiştirmenin yolunun da kapitalizmi ortadan kaldırmaktan geçtiğini belirtir. Ancak unutmamak lazım ki, Marx Kapital’in ilk cildinin çok farklı yerlerinde defalarca kez, 19. yüzyıl boyunca işçi sınıfının gündelik hayatta derhal karşılığı olan konulardaki mücadelesini anlatır, ‘iş günü’ için verilen mücadeleler ayrı bir bölüm olarak kitapta yer alır. Kapital’in güncelliği, devrimin güncelliği Marx sınıf kavramını kullanan ilk kişi değildi, ancak onu devrimci bir şekilde ele alan, onu radikal bir politikanın merkezine koyan ilk isimlerdendi. Hakezâ sömürü kavramını da kendisinin çağdaşı pek çok insan sıkça kullanıyor, kapitalizm altında da sömürünün ortadan kaldırılabileceğini söylüyorlardı. Marx’ın bunlardan temel farklı kapitalizmin reforme edilebilir bir yapısı olmadığını, alt edilmesi gereken bir şey olduğunu ısrarla vurgulamasıdır. İçinde yaşadığımız istikrarsızlıklar, savaşlar, muazzam boyutlara varan toplam zenginliğe

rağmen karşı karşıya kalınan yoksulluk… insanları sistemi açıklayabilme gücü olan kaynaklara yöneltiyor ve Marx’ın Kapital’de ortaya koymaya çalıştığı yöntemsel çaba bugün hala geçerliliğini korumaktadır, 150 yıl önce yazılmış nostaljik bir kitap olmaktan ziyade, bugünün dünyasına temas etmektedir. Her gün gözlerimizin önünde olup biten şeylerin bir yeniden anlatımıdır. Heinrich, Kapital’in bir bütün olarak kapitalist üretim sürecini ve kapitalist toplumu anlamak için en iyi katkıyı sunduğunu belirtir. Bu elbette doğrudur, ama daha da fazlası, Kapital, Marx’ın da temel amacı olan, dünyayı anlamak ve değiştirmek isteyenler için başlı başına kılavuzdur. Dünyadaki toplam servetin yarısının 8 kişide, diğer yarısının ise 7 milyar insanda olduğu ‘ütopik’ bir durumda, mevcut sistemi alt etmenin imkansızlığına inanmak için geçerli bir argüman görünmüyor. Heinrich kitabının finalini bu bölümün bağlamına çok uygun olarak şöyle etkileyici bir anlatımla bitiriyor: "Tarihsel olarak emsalsiz bir maddi zenginlik söz konusu iken, gerek üçüncü dünya olarak adlandırılan ülkelerde, gerekse de gelişmiş ülkelerdeki krizler, işsizlik ve küresel kapitalizmin yarattığı toplumsal tahribat düşünüldüğünde; artık yerel olarak yaşanmayan aksine bir bütün olarak gezegeni etkileyen kapitalist üretimin neden olduğu, yaşamın doğal temellerinin yıkımı göz önüne alındığında (iklim değişikliği gibi); ‘demokratik’ burjuva devletlerinden kaynaklanan ya da onlar tarafından desteklenen bitmeyen savaşlar hesaba katıldığında, komünist topluma ulaşmak ne denli zor olursa olsun, kapitalizmi ortadan kaldırmak ve yerine ‘özgürce bir araya gelmiş insanların birliğini’ kurmak için yeterince iyi neden söz konusudur."

n Michael Heinrich: Kapital’e Giriş, çeviren: Koray R. Yılmaz, Yordam Kitap

Kadıköy EMPERYALİZM NEDİR? Konuşmacı: AYŞEN YAŞAR Şişli IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELEDE YUNANİSTAN DENEYİMİ Konuşmacı: DENİZ GÜNGÖREN

9 Kasım Perşembe 19.00 Beyoğlu İSTİKRARSIZLIK DERİNLEŞİRKEN Konuşmacı: YILDIZ ÖNEN

10 Kasım Cuma 19.00 Kadıköy BELEDİYE BAŞKANLARI NEDEN İSTİFA ETTİRİLDİ? Konuşmacı: MELTEM ORAL Şişli BELEDİYE BAŞKANLARI NEDEN İSTİFA ETTİRİLDİ? Konuşmacı: VOLKAN AKYILDIM Ankara: Konur Sokak 14/13 Kızılay Beyoğlu: Leylek Cafe, İstiklal Caddesi, Küçük Parmakkapı Sokak, No 15 Kat 3 Fatih: Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31 Kadıköy: Serasker Caddesi, Nergis Apt. No:88 Kat:3, Şişli: Nakiye Elgün Sokak, No: 32/3 Osmanbey Üsküdar: Daimler Pastanesi Tunusbağı cd. No:46 İzmir: Kıbrıs Şehitleri Caddesi, 1462. Sokak 20/1-Alsancak


KADIN

11

#BENDE: TACİZE KARŞI KÜRESEL TEPKİ

Hindistan: kadınlar tecavüze ve tacize karşı sokakta. MELTEM ORAL

ABD sinema sektöründeki pek çok kadın, Hollywood’un ünlü film yapımcısı Harvey Weinstein’ın kendilerini taciz ettiğini açıkladı. Şantaj ve tehditle cinsel tacizlerini yıllardır aralıksız sürdüren Weinstein çok sayıda tecavüzle de suçlanıyor. Dünyaca ünlü birçok aktrisin peş peşe yaptığı açıklamalar, kadınların ‘konuştukça’ birbirine cesaret verdiğini gösterdi. Sadece ünlü kadınlar değil asistanlar ve diğer çalışanlar da konuşmaya başladı. Olay bir “Hollywood skandalı” olmaktan çıkıp tacizi/ tecavüzün ne kadar yaygın olduğunun belgeseline dönüştü. Film yapımcısının zenginliğini ve toplumsal konumunu kadınları taciz etmek ve üzerini örtmek için kullandığı biliniyor. Weinstein’ın sistematik tacizleri sinema sektöründeki cinsiyetçiliğin yargı ve medya kurumlarıyla nasıl muhafaza edildiğini de ortaya çıkardı. 2015’te Weinstein’dan şikayetçi olan Ambra Battilana Gutierrez polis tarafından verilen bir kayıt cihazıyla birlikte Weinstein’la görüşmeye gönderildi. Ses kayıtları Weinstein’ın tacizi açıkça kabul ettiğini ve Gutierrez’i tehdit ettiğini kanıtlıyor. Ancak Manhattan Bölge Savcısı Cyrus Vance Jr eldeki açık kanıta rağmen soruşturmaya gerek olmadığına karar vererek davayı kapattı. Birkaç gün sonrasında Weinstein’ın avukatı tarafından savcının seçim kampanyasına yaklaşık 50 bin dolar aktarıldı. Bu olay meselenin sadece tacizci bir adamdan ibaret olmadığını, tacizcileri koruyan ilişkiler ağını mümkün kılan bir sistemle karşı karşıya olduğu-

muzu gösterdi. Eğer savcı davayı açsaydı, Weinstein yargılansaydı ceza alabilirdi ve bir dizi tacizi cezalandırılabilir, bir o kadarının da önüne geçilebilirdi. Dünyaca ünlü kadın oyuncular birer birer yaşadıkları tacizleri anlatınca Weinstein ve benzerleri hakkında tüm dünyada tepkiler yükseldi. Ancak her politik tartışmada hortlayan ‘zamanlama manidar’cılar bu meselede de yine piyasadaydı. Açığa çıkan onca şeye rağmen yine kadınları suçlayanların türlü senaryoları büyük bir tartışma başlattı. Kimileri “yıllarca susup tacizi şimdi açıklayan” kadınları samimi bulmadı kimileri de bir anda herkesin konuşmasının film yapımcısını sektörden silmek için yürütülen daha kapsamlı bir kampanyanın parçası olduğunu iddia etti. Sonuç olarak tüm bu argümanlar tacizin üzerini örten ve kadınları sorumlu olarak gören cinsiyetçi fikirlerin yeniden üretilmesinden başka bir şey değil. Kadınlar neden susuyor? Tacize uğrayan aktrislerin yıllarca susmuş olması ‘neden şimdi’ tartışmasını başlattı. Benzer tartışmlar Woody Allen ve Bill Cosby vakalarında da yaşanmıştı. Toplumsal statüsü, zenginliği ve sektördeki gücü itibariyle Weinstein’ın tacizciliğinin ve korunmasının şaşırtıcı olmaması kadar, kadınların yıllarca konuşmaması da şaşırtıcı değil. Bu durumun nedeni kurumlara, ilişkilere, gündelik hayata ve yasalara hakim olan cinsiyetçilik. Avukat Güley Bor’un Bianet’teki yazısında

aktardığı üzere, ABD’deki her 1000 tecavüz vakasından sadece 310 tanesi polise bildiriliyor. Şikayetten sonra öc alınacağından korkulması, yasalara karşı güvensizlikle tacizin/tecavüzün gerçekten cezalandırılmayacağının düşünülmesi, tacizin yalnızca fiziksel olabileceğine dair toplumda hakim olan yanılgı, kadının kendi deneyimini başkalarına kıyasla daha önemsiz görmesi, yaşanılan deneyimin yarattığı travmanın konuşmayı ve şikayet etmeyi zorlaştırması ve daha pek çok neden kadınların suskunluğunda etken. Yani koca bir cinsiyetçi sisteme karşı kadınların duyduğu haklı güvensizlik. Weinstein olayı, tecavüz konusunda kadınlar açısından adaletin olmadığı küresel durumun bir parçası. Benzer deneyimler her yerde, işte, ülkede yaşanıyor. Yapımcı hakkında şikayette bulunan Gutierrez’in kapıların üzerine kapandığı deneyimi bile birçok kadının tacizi/tecavüzü şikayet etmek konusundaki isteksizliğini anlamak için yeterli. Cesaret bulaşıcıdır Tüm bu sürecin en önemli gelişmesi tacize karşı küresel bir tepkinin oluşmasıydı. Weinstein yönetim kurulu üyesi olduğu şirketinden kovuldu, Oscar ödülleriyle bilinen Sinema Sanatları ve Bilim Akademisi’nden atıldı. Sektördeki birçok isim tarafından tepkiyle karşılandı. Weinstein’ı korumaya çalışanlar da küresel tepki dalgasının parçası oldu. Bağış yaptığı Demokrat Parti üyeleri bağışları iade etti. Son olarak sosyal medyada “ben de (me too)”

etiketiyle tüm dünyadan binlerce kadın yaşadıkları tacizleri anlatarak tacize/tecavüze karşı küresel bir kampanya başlattı. İlk 24 saatte hashtag yarım milyondan fazla kullanıldı. Kendiliğinden kitlesel bir sanal eylem dalgası haline geldi. Cesaret Weinstein’dan başka tacizcilerin hedefi olmuş kadınlara da bulaştı. Müzisyen Björk’ten Avrupa Parlamentosu’nun sekreterlerine kadar dünya çapında kadınlar yaşadıkları sistematik tacizi teşhir etti. Tıpkı Özgecan Aslan cinayetinden sonra Türkiye’deki görsel ve sosyal medyadaki “sen de anlat” dalgası gibi. Onbinlerce insanın kadın cinayetlerine karşı sokağa döküldüğü o dönemde, haber spikerleri, sabah programcıları canlı yayında medya sektöründe yaşadıkları tacizleri anlatmış, Twitter’da binlerce kadın gündelik hayatın bir dizi alanında nasıl tacize uğradıklarını anlatmıştı. Şimdi küresel çapta oluşan bu dalga cinsiyetçiliğin, tacizin, tecavüzün, şiddetin her yerde yaşandığını, hiçbir kadının ‘ayrıcalıklı’, ‘azade’ olmadığını gösteriyor. Taciz kadar kadınların tepkisi de küresel. Daha önce tanınmış pek çok ismin sistematik tacizi ortaya çıkmıştı. Ancak bu sefer Weinstein olayının dünya çapında bir tepki dalgasını tetiklemiş olması son dönemde kadın hareketinin, cinsiyetçiliğe karşı mücadelenin yükselmesinden bağımsız değil. Ocak’ta ABD’de sokağa çıkan milyonlarca kadın, geçen 8 Mart’ın birçok ülkede son yılların en kitlesel gösterilerine sahne olması tüm kadınlara güven veriyor.


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

MADENLERDE İS, CİNAYETLERİ DEVAM EDİYOR Soma’da 13 Mayıs 2014’te yaşanan ve 301 madencinin can verdiği facia, Türkiye’nin en bü-

yük işçi katliamı olarak tarihe geçti. Bu büyük facianın ardından bazı iyileştirmeler yapıldı. Madencilerin çalışma saatleri günlük 6 saatle sınırlandırıldı, ücretleri iki asgari ücret olarak belirlendi. Kişisel koruyucu ekipmanların bulundurulması ile ilgili kesin hükümler getirildi. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) madenlerde risklerin en aza indirilmesini öngören sözleşmesi imzalandı. Başlangıçta denetimler sıkılaştırılmıştı, kurallara uymayan ocaklar kapatıldı, ama kurumsal bir tavır olmadığı için aradan geçen 3,5 yılda denetimler zayıfladı. İş cinayetleri azalmak yerine daha da arttı. En son Şırnak’ta olduğu gibi madenler yine ölümlerle gündeme geldi. Soma’dan sonra uygulamaya konulan yasa ve yönetmelik değişikliklerinin pek çoğu işçi ölümlerini engellemekten çok, patronların sorunlarını çözmeye yönelik oldu. Pek çok olumlu düzenleme patronların itirazı sonucu değiştirildi: n Taşeron sistemini engellemek için havza madenciliği yasası çıkarıldı ama hemen ardından yasa ortadan kaldırıldı. n Pek çok kamu işletmesi kiralama yöntemi ile özelleştirilmeye devam etti. n Madenlere ruhsat verilmesi ile ilgili kamusal sorumluluk ortadan kaldırıldı, özel firmalara sorumluluk verildi. n Soma faciası sonrası olumlu bir husus olarak “her ocağa bir daimi nezaretçi” uygulaması getirilmişti, ama patronlar itiraz edince üç sahaya bir mühendis bakabilir kuralına dönüldü.

Soma katliamı sonrası verilen hiçbir söz tutulmadı.

TAŞERON SİSTEMİNE ENGELDİ, KALDIRDILAR

SOMA’DAN SONRA ÖLÜMLER DURMADI, DEVAM ETTİ Soma’dan önce ve sonraki 2 yılda yaşanan kazalara baktığımızda rakamların değişmediğini hatta üretim miktarlarına baktığımızda ölüm sayılarının arttığını görüyoruz. Soma benzeri olaylardan sonra köklü değişikliklere gidilmesi, madencilik ve iş güvenliği yasalarının bütünüyle değiştirilmesi gerekirdi. Sorunun nerede olduğunun tespiti için bilimsel araştırmalar yapılmalı, hukuki olarak hesap vermesi gerekenlerin dışında asıl olarak bu faciaların nedenlerinin tespit edilmesi ve bir daha olmaması için neler yapılması gerektiği araştırılmalıydı. Bütün bunlar yapılmadı. Türkiye’de Kozlu, Sorgun, Yeni Çeltek, Karadon, Soma, Ermenek, Şirvan ve Şırnak’ta maden faciaları yaşadık. Madencilik alanında her yıl en az 60-70 kişi iş cinayetlerinde hayatını kaybediyor. Şirvan ve Şırnak’taki son iki kaza açık işletmelerde meydana geldi. Yer altı madenciliği çok riskli olmaya devam ediyordu, ama artık yer üstü madenciliği de tehlikeli hale geldi.

Soma'dan önce de sonra da sendikaların ve meslek örgütlerinin önemli bir önerisi vardı: Havza madenciliği. Havza madenciliği yapıldığında sahada taşeron sistemine izin verilmez, böylece iş güvenliği zafiyeti en aza indirilir. Hükümet Soma’dan sonra Şubat

2015’te havza madenciliğini uygulamaya başlayacağını ilan etti, rödevansı özel sektörde yasaklıyoruz dedi, ama 2016 ağustosunda enerji üretim amaçlı kömür sahaları bölünüp parçalanabilir diye yeni bir yasa çıkardı. Havza madenciliğini yeniden ortadan kaldırdı. Daimi nezaretçilik gevşetiliyor, denetimsizlik ve iş cinayetleri artacak Soma’dan sonra madencilik kanunundaki en önemli iyileştirme tek-

SENDİKALARI GÜÇLENDİRMELİYİZ Özellikle işçi sendikaları tüm süreçlerde işçilerin can güvenliğinin sağlanması konusunda çok daha müdahil olmalıdır. Madencilik deneyim isteyen, riskli bir alan olduğu için Türkiye’de uzun süre kamu eliyle yapıldı. Yaşanan tüm büyük facialar, 1983’deki Armutçuk ve 1992’deki Kozlu kazası haricinde özel sektörde, kiralanan rödevanslı sahalarda ve taşeron şirketlerde oldu. 1992’den sonra kamuda madencilik alanında büyük çaplı kaza olmadı. Maden sektöründe Soma faciasından beri sendikalaşma oranlarında belirgin bir düşüş yaşanıyor. İstatistiklere göre sektörde çalışan işçi sayısı son üç yılda 200 bin olarak gerçekleşti, sektördeki toplam işçi sayısında bir değişiklik olmadı. Ama sendikalı işçi sayısı 39 binden, 32 bine geriledi. Sendikalı işçilerin büyük çoğunluğu kamuda çalışıyor, kamu giderek küçülüyor, özel sektöre kiralama yoluyla işletmeler devrediliyor. Özel sektörün sendika düşmanlığı nedeniyle sendikalaşma oranı ise gittikçe düşüyor. Bunun çok doğrudan sonucu iş cinayetlerinde artış oluyor.

nik nezaretçiliğin kaldırılıp yerine daimi nezaretçiliğin getirilmesi olmuştu. Daha önce teknik nezaretçi adı altında 10 ayrı ocağa bir mühendis nezaret edebiliyordu. Soma’dan sonra her bir ocak için bir mühendisin daimi nezaretçi olması kuralı getirildi. Ancak mermer ve taş ocakları patronları bu kurala itiraz edince, 3 ocağa bir mühendis kuralına geçildi. Bu da yeni ölümlere, iş cinayetlerine davetiye çıkarmak anlamına gelmektedir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.