Sosyalist işçi 607

Page 1

DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

SİDDETE , TACİZE TECAVÜZE HAYIR!

KADINLAR HAYATTAN MÜCADELEDEN VAZGECMİYOR ,

607

16 Kasım 2017 3 TL. sosyalistisci.org


2

GÜNDEM

EKONOMİDE HORMONLU BÜYÜME rında yerli veya yabancı hiçbir kapitalist yatırım yapmaya yanaşmıyor.

Türkiye son bir yılda, üretimde kar-

KADIN CİNAYETLERİ SOKAKTA ENGELLENECEK! Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun internet sitesinde her ay erkekler tarafından öldürülen kadınların istatistiği tutuluyor. 2017 yılının Ocak ayında 37 kadın öldürülmüş, 14 kadına cinsel şiddet uygulanmış. Haziran ayında 35 kadın öldürülmüş, 47 kadına cinsel şiddet uygulanmış, Ekim ayında 40 kadın öldürülmüş, onlarca kadına cinsel şiddet uygulanmış. Yılın bütün aylarında onlarca kadın katlediliyor. 2017 yılında Kasım ayına kadar 338 kadın öldürüldü. 2016 yılında 328 kadın cinayeti işlendi. 328 kadın katledildi. Üstelik 2016 yılında kadın cinayetlerinde 2015 yılına göre artış yaşandı. 2015 yılında 303 kadın öldürülmüştü, 2016 yılında 328, 2017 yılında daha yıl bitmeden 338 kadın öldürüldü. Kelimenin tam anlamıyla kadınlara karşı bir ç savaş ilan edilmiş gibi. Kadın cinayetleri sürekli artarken OHAL koşulları, ekonomik sıkıntılar, yasaların ağır yaptırım uygulamaması ve kadınları korumaması, siyasetin kadınları aşağılayan yaklaşımı, demokratik alandaki kısıtlamalar, toplumsal cinsiyetçi iş bölümü, erkekler üzerinde baskıyı hafifleten genel ahlak, sağcı politik iklimle birleştiğinde kadın cinayetleri artarak devam ediyor. Kuşkusuz bu sadece Türkiye’ye özgü br sorun değil. Kadın cinayetleri, cinsel şiddet ve kadınların aşağılanması küresel bir sorun. Mynamar’da yaşanan etnik temizlik, 500 bine yakın kadının tecavüz ve şiddet tehdidi altında yaşamasına neden oluyor. Kadınları alenen aşağılayan bir adam ABD başkanlık koltuğunda oturuyor. Bu yıl 25 Kasım bu yüzden çok anlamlı. 47 yıl önce Dominik Cumhuriyetinde, Trujillo diktatörlüğüne karşı özgür-

şılığı olmayan, krediye-borca dayalı bir büyüme gerçekleştirdi. 2017 yılının başlarında ekonomide durağanlık kıskacına girilince hükümet Nisan referandumunu da göz önüne alarak, acilen parasal genişlemeye gitti, şirketleri adeta paraya boğdu, piyasaya karşılıksız para verdi, böylece yüzde 5’lere varan bir büyüme sağlandı. Hükümetin piyasaya karşılıksız para vermesi ve bankaların hükümet zoru ile bir miktar kredi faizlerini düşük tutması sonucu ekonomide bir yumuşama yaşandı. Hatta hükümet bunun büyümeye yansımasını bir başarı olarak lanse etti. Ama ortaya hormonlu bir büyüme çıktı. OHAL’in ekonomiye etkisi Tümüyle sağlıksız olan bu büyüme, yeterli döviz girdisi sağlanamadığı için son bulmaya başladı. Üstelik geride yükselen bir enflasyon, peş peşe firma iflasları ve işsizler ordusu bırakıyor. Çünkü piyasaları canlandıran bu paranın hem karşılığı yok, hem de devamlılığı yok. Şimdi bu olmayan para ile büyümenin yan etkilerini yaşıyoruz. Herkes, bireyler ve şirketler krediye bağımlı hale geldi, krediyi çevirmek için daha fazla kredi almaya başladı. Hükümetin durgunluğu aşmak, günü kurtarmak için piyasaya karşılıksız para vermesinin sonucunu, enflasyondaki ve işsizlikteki yükselişte görüyoruz. Açıklanan resmi enflasyon bir yılda yüzde 8’lerden yüzde 12’lere çıktı. Pazar yerlerindeki gerçek enflasyonun ise yıllık en az yüzde 30’ları bulduğunu hepimiz biliyoruz. Hükümet piyasayı paraya boğdu, ama paranın devamlılığını sağlayamadı. Çünkü OHAL koşullarında

Her şey zamlanıyor.

hiçbir kapitalist, Türkiye’de iş ve yatırım yapmak istemiyor. OHAL’in peş peşe uzatılması, piyasalarda “Artık OHAL kalıcılaştı” algısını yarattı. Bu da yatırımları durma noktasına getirdi. Hormonlu büyümenin sonucu: Enflasyon, faiz, cari açık, işsizlik ve döviz hep birlikte yükseliyor. Ekim sonu itibariyle yıllık enflasyon yüzde 12 olarak açıklandı. Gıda ürünlerindeki artış ortalama yüzde 30’u buldu. Emeklilerin ve asgari ücretlilerin maaşları ise son bir yılda sadece yüzde 8 arttı. İşsizlik sürekli artıyor Banka mevduat faizleri yüzde 12, kredi faizleri ise yüzde 20’lere kadar çıkabiliyor. Bazı işletmeler, risk durumları fazlaca arttığından, bankalardan kredi bulmakta gittikçe zorlanıyorlar. Resmi işsizlik yüzde 12’ye yükseldi. Resmi işsiz sayısı 3,7 milyon olarak açıklandı. Gerçek işsiz sayısı ise (iş arama umudunu kaybedenler eklendiğinde) yüzde 20’ye ve 7 milyona ulaştı. İşsizliğin azaltılması için yatırımların artması, yeni iş yerlerinin açılması gerekir. Ama OHAL koşulla-

2016 yılının tamamında 32 milyar dolar olan cari açık, 2017 yılında 40 milyar dolara yükseldi. Cari açığın önemli bir kısmı geçmişte yabancı sermaye yatırımları ile finanse edilirdi, şimdi tamamen borç alınarak karşılanıyor, çünkü yatırım yapacak yabancı sayısında azalma var. Kredi derecelendirme kuruluşlarının düşük not vermesi nedeniyle, alınan döviz borçlarının faiz oranları da yüksek oluyor. Batı dünyasıyla gerginleşen ilişkiler, uzun vadede Türkiye kapitalizmini daraltan etki yapıyor. OHAL koşulları, hukuksal problemler Türkiye’ye gelen yabancı sermaye için büyük risk yaratıyor. 2017 yılı boyunca 3,80 TL seviyelerinde gezinen dolar+euro ortalama kuru, son bir ayda 4,20 TL’ye kadar yükseldi. Ortalama kur geçen yıl 3,10 TL seviyesindeydi. Son bir yılda dövizde meydana gelen artış yüzde 35’i geçti. Mevduat faizleri yüzde 12’lere yükseldiği halde TL’nin döviz karşısındaki değer kaybı karşılanamaz durumda. TL üzerinden tasarruf yapanlar çok ciddi kayıp yaşamış durumda. TL faizi, tasarruf sahibini dövize yönelmekten caydırmıyor. Ama paranın değerini korumak için faizler biraz daha yükseltildiğinde zaten kredi ile dönmekte olan şirketler batma noktasına geliyor. Son üç aydır güven endeksleri sürekli geriliyor. İşsizlik ve pahalılık, işçi ve emekçiler için can yakıcı bir sorun olmayı sürdürüyor. Türkiye’yi yöneten AKP’nin kapitalist bakışının yoksulların sorunlarına çözüm üretmesi mümkün değil.

lük mücadelesini yükselten Mirabelle kardeşlerin, diktatörlüğün askerleri tarafından tecavüze uğradı ve katledildi. 1981 yılında Dominik’te toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı Mirabellerin öldürüldüğü 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul etti. Küresel sağ ve otoriter yönelime karşı kadınlar dev bir kitle hareketiyle, zaman zaman parlayan ama her parlamada aslında sokaktan geri çekilmemiş olduğunu kanıtlayan eylemler yapıyor. Sadece ABD’de değil üstelik, Türkiye’de de böyle. OHAL koşullarında özgürlük sloganlarını on binlerce kadın birlikte defalarca dile getirdi. 25 Kasım kadın cinayetlerine karşı bir kitlesel anma günü. Ama aynı zamanda özgürlüklerin Mİrabelle kardeşlerin yoldaşları tarafından gür sesle talep edildiği ve tüm özgürlük isteyenlere ilham verecek bir gün.

TEORİK-POLİTİK DERGİMİZİN İLK SAYISI ÇIKTI!

Z YAYINLARI’NDAN EKİM DEVRİMİ’NİN ÇİZGİ ROMANI!

ALTÜST DERGİ YENİ SAYI ÇIKTI!


GÜNDEM

FAŞİST MHP BARAJ DERDİNDE

MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli, yüzde 10 barajının çok yüksek olduğunu söyleyen bir açıklama yaptı. Görünen o ki, AKP ile yerli-millî blokun bir parçası olan MHP, İyi Parti’nin kurulması ile beraber ciddi bir baraj korkusu yaşıyor. Yüzde 10 barajının antidemokratik olduğu ortada, peki MHP bir demokrasi talebinde mi bulunuyor? Asla! MHP, 1970’lerde işçi hareketine ve Alevilere saldırılar ile kendini var ettiği gibi 1990’lar ve onu izleyen süreçte de asıl olarak Kürtleri

hedef aldı. Kendini kurduğu temel konum Kürtlerin hak taleplerine karşıtlık oldu. Bu partinin gücü Ülkü Ocakları üniversitelerde Kürt öğrencileri hedef aldı. Bugün MHP, parlamentoda Kürt halkının temsilcileri olan HDP’li vekillerin cezaevine girmesini savunuyor. Seçim barajı uzun yıllar boyu anaakım politik partiler dışındaki partilerin, en çok da Kürt halkının temsilcilerinin meclise girmesini engellemek için kullanıldı.

İYİ PARTİ ERKEN RENK VERDİ liğinde kurulan İyi Parti bazı kesimler tarafından AKP’yi zayıflatmanın bir unsuru olarak görülüyor. Oysa yapılan anketler gösteriyor ki, İyi Parti AKP’den çok CHP ve MHP seçmeninden oy alıyor. Ancak sorun İyi Parti’nin AKP’yi zayıflatıp zayıflatmamasının çok ötesinde.

lıkları hemen kendini ortaya koydu. Henüz kuruluş gününde sosyal medya hesaplarından “bugün seçim olsa hangi partiye oy verirsiniz?” sorusuyla bir anket yayınladılar. Seçenekler arasında AKP, MHP, CHP ve İyi Parti vardı. Parlamentonun üçüncü büyük partisi olan HDP ise ankette yer almıyordu.

İyi Parti, yıllarca MHP içindeki çizgilerini yakından bildiğimiz açıkça ırkçı isimler tarafından kuruldu. Kendilerini ne kadar “değişmiş”, ne kadar “yeni” sunarlarsa sunsunlar ırkçı-

Kuruculardan Umutcan Günerkaya bir tweet atarak Abdullah Çatlı’yı andı. İyi Parti Genel idare Kurulu Üyesi Lütfü Türkkan ise attığı tweetle antisemitist olduğunu ortaya koydu.

MHP’den ayrılan Meral Akşener lider-

Musevilere ilişkin “açgözlülük” kalıplaşmış yargısına sığınan Türkkan: “Museviler gömülmeden önce ölen kişinin gözüne bir tutam toprak koyarlar. Anlamı; ‘gözünü toprak doyursun’muş. Anladınız siz onu…” diye yazdı. Dahası Akşener liderliğindeki ülkücülerin meclis başkan adayı, nefreti körükleyen ırkçı fikirleriyle bilinen Yusuf Halaçoğlu. İyi Parti, ne iyi ne de yeni, bildiğimiz ırkçıları çatısı altında toplayan bir yapı.

YÜKSELEN MİLLİYETÇİLİK KARŞISINDA ENTERNASYONALİZMİ SAVUNMALIYIZ

3

BARIŞTAN YANA Yıldız Önen

TRUMP VE PUTİN SURİYE KONUSUNDA ANLAŞMIŞ! Birisi ABD’nin başkanı. Trilyoner, maço, iklim değişiminde ABD’nin katkısını görmezden gelen hatta iklimin değiştiğini kabul etmeyen birisi. Diğer Putin. Rusya’nın emperyal yayılmacı bir güç olarak yeniden dünyaya, en başta da ABD’ye kafa tutmasına liderlik ediyor. Trump aynı zamanda bir ırkçı. Gösteri yapan ırkçıları açıktan destekleyen türden bir ABD başkanı. Putin Rusya’nın askeri gücünü sürekli olarak kanıtlayacak alanlara yönelen bir başkan. Kırım, Ukrayna Rusya’nın askeri gücünü test ettiği ve bu gücüyle siyasi değişimlerde başrol oynadığı alanlar. ABD, tüm dünyaya kan kusturan bir devlet. Çin Denizi’nde Latin Amerika’ya, Ortadoğu’dan Balkanlar’a kadar müdahale etmediği, bombalamadığı, kontra eylemler düzenlemediği, işgal edilmesine katkı yapmadığı ülke yok neredeyse. Ve uluslararası kuruluşlar şimdi ABD ve Rusya’nın Suriye konusunda anlaştığını açıklıyor. Rusya ve Suriye ilişkisi bütünüyle kanlı bir ilişki. Suriye’de başlayan isyana kan dökerek karşılık veren Esad zor duruma düştüğünde yardımına ilk koşan İran oldu ama Esad rejiminin iktidarını koruyabilmesi Rusya’nın verdiği destekle mümkün oldu. 300 binden fazla Suriyeliyi öldüren Esad rejimine destek veren Rusya, Suriye’de yüzlerce insanın ölümünden de sorumlu. 15 Şubat 2016 tarihinde İdlib’de Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünün yönettiği hastaneyi hedef alan saldırı bir komite tarafından araştırıldı ve araştırmanın sonucunda Rusya’nın saldırının faili olduğu açıklandı. Bu Rusya Suriye’nin geleceğinde söz sahibi. ABD’nin Suriye’nin geleceğinde belirleyici olmasına ise hiç değinmeye gerek yok. Daha 2003 yılında giriştiği Irak işgalinde döktüğü kanlar kurumadı. Yüzbinlerce insanın işgal sonucu öldüğü Irak, aynı zamanda IŞİD gibi örgütlerin mayalandığı bir yıkıma maruz kaldı. ABD’nin Afganistan işgali, Irak işgali sırasında Feluce’de gerçekleştirdiği kitlesel katliam olmasa IŞİD gibi örgüt türeyebilir miydi sorusu çok gerçekçi bir sorudur.

İzmir, 1 Mayıs mitingi.

2000’li yıllarda Türkiye’de milliyetçilik ciddi bir kriz içine girmişti. İlginç bir şekilde “milliyetçilik yükseliyor” panelleri, tartışmaları yapılıyor olsa da Türk milliyetçiliğinin neredeyse bütün kırmızı çizgileri bir bir yerinden ediliyordu. Kürt sorunu ve Ermeni soykırımı gibi milliyetçilik tarafından görünmez kılınmak istenen sorunlar açıkça tartışılmaya başlanmıştı. Kopan “milliyetçilik yükseliyor” fırtınasının sebebi, milliyetçiliğin bu krizine, bazıları sonradan Ergenekon davasında yargılanacak olan Kemal Kerinçsiz, Veli Küçük

gibi isimlerin panel, mahkeme vs basarak milliyetçiliği sorgulayanları hedef göstermesi yatıyordu. O zamanlar da ana muhalefet partisi olan CHP, bütün muhalefetini milliyetçilik üzerinden kuruyordu ancak milliyetçiliğin altındaki zemin kayıyordu. Bugün ise milliyetçiliğin gerçekten yükseldiği günler yaşıyoruz. Hükümet ve iktidar blokunun ortakları Türkiye’nin beka sorunu olarak tanımladıkları “tehditlere” karşı bütün politikasını yerli-milli diye ad-

landırdıkları milliyetçilik üzerine kuruyorlar. İktidar bloku milliyetçilik yaparken, muhalefet de hükümete milliyetçilik üzerinden karşı çıkıyor. HDP’yi dışarıda tutarsak IKBY referandumundan, Suriyeli göçmenler meselesine, Kürt sorununda savaş politikasına kadar hükümet ve muhalefet partileri arasında ciddi bir fark yok. Bu milliyetçi yükselişe karşı enternasyonalizmi savunan, milliyetçiliğe amasız fakatsız karşı çıkan bir hattı inşa etmek hayati önem taşıyor.

ABD Irak’ta katliamlara devam ediyor hala. The Independent gazetesi Temmuz ayında Irak’ın Musul kentinin IŞİD militanlarından kurtarılması sırasındaki çatışmalarda 40 binin üzerinde sivilin hayatını kaybettiğini yazdı. Bu operasyon açık bir şekilde ABD’nin koordinatörlüğünde sürdürüldü. Ortadoğuluların hayatına çekirdek çitleyerek ölümlerini gönül rahatlığıyla izleyecek kadar önem veren bu iki emperyalist ülkenin Suriye’nin geleceğini tayin etmesi, iki mafya ailesinin bir mahallenin kaderi hakkında karar vermesi kadar adil ve demokratik. Suriye’nin kaderi Suriye halklarının demokratik kararına bırakılmalıdır. Suriye halkı, kaderini belirlemek için Trump’a, Putin’e ve başka güçlere mahkum değildir. Bunu göstermesi için Esad’ın ve Trump ve Putin gibi işgalcilerin Suriye’nin geleceğinden elini çekmesi yeterlidir.


4

DÜNYA

TRUMP’IN DENGESİZLİĞİ, ABD’NİN RAKİPLERİNİ HAREKETE GEÇİRİYOR

KORE YARIMADASINDA ÜÇÜNCÜ BİR YOL VAR

SAVAŞA HAYIR

Manila’daki APEC zirvesinden. ALEX CALLINICOS

Ken Burn’ün, Vietnam Savaşı hakkındaki sorunlu tarafları da olan ancak sürükleyici belgeselini izleyen herkes Washington’daki başkanlık politikaları ve Güneydoğu Asya’daki savaşın ritmi arasındaki karşılıklı ilişkiden çok etkilenmiştir. Bunun doruk noktası, Richard Nixon’un devrilmesine yol açan ve Nixon’un Vietnam Savaşı’na karşı çıkanları savaşın muhaliflerini izleme girişimleriyle başlayan Watergate skandalıdır. Aynı karşılıklı etkileşim Donald Trump’ın Asya turunda da görülüyor. Özel savcı Robert Mueller tarafından, Trump’ın seçim kampanyasındaki rakamlarla ilgili olarak geçen hafta başlattığı ve kampanyanın başında bulunan Paul Manafort’u da kapsayan soruşturma yeni bir Watergate’in yolda olabileceğini gösteriyor. Bu soruşturma ayrıca Trump’ın içinde yaşadığı Goodfellas (Sıkı Dostlar) filmi tarzı dünyayı da gözler önüne seriyor. Financial Times’a göre, “bu hafta Trump, seçim kampanyasının başına geçmeden önce Paul Manafort’u tanımadığını söyledi.” Aslında Trump’ın akıl hocası olan, şehrin John Gotti ve Anthony ‘Fat Tony’ Salerno gibi en büyük mafya figürlerini temsil eden efsanevi New York avukatı Roy Cohn tarafından 1979’da tanıştırılmışlardı. “Trump, yaptığı birçok binanın inşaatında Salerno’nun inşaat şirketi S&A Concrete’i kullandı. Paul Manafort lobicilik şirketini 1980’de kurduğunda Trump onun ilk müşterisiydi.” Ve Roy Cohn, 1950’lerde, John McCarthy’nin komünist cadı avı sırasında onun baş danışmanıydı. Trump bugünlerde, dünyanın en büyük üç ekonomisine (Çin, Japonya ve Güney Kore) ev sahipliği yapan ve son zamanlarda Kuzey Kore rejiminin çıkışlarıyla bulanan Kuzeydoğu Asya’yı ziyaret ederek Washington’daki basınçtan kaçıyor. Kim Jong-un yönetimi, ABD’deki nükleer silahları hedef alma kapasitesini geliştirmeye devam ediyor. Uzun zamandır geleneksel füzelerini ve toplarını Güney Kore’nin başkenti Seoul’e doğrultmuş durumda. Tweet atmak Trump’ın Dışişleri Bakanı Rex Tillerson,

Eylül ayının sonunda, Kim Jong-un ile diyalog kurmaya çalıştığı günlerde Kuzey Kore ile savaşın bir seçenek olmadığını söylemişti. Trump hemen Tillerson’un “Küçük Roket Adam ile anlaşmaya çalışarak zamanını boşa harcadığını” söyleyen bir tweet attı. Trump’ın kullandığı dil onun Güney Kore’de pek hoş karşılanmamasına yol açıyor. Ancak Japonya başbakanı Shinzo Abe Trump’ın Kuzey Kore’ye “stratejik sabır gösterme döneminin” bittiğini söyleyen açıklamalarını benimsiyor. Bu ziyaret Çin’i de kapsıyor. Nixon Çin’e 1972’de Halk Cumhuriyeti’nin kurucuları Mao Zedong ve Zhou Enlai ile tanışmak için gitmişti. Vietnam Savaşı’nı sonlandırmak için yardım ve Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’ne karşı denge arayışı içindeydi. Fakat Nixon aynı zamanda Çin Komünist Partisi liderliğine iyilik yapıyordu. Kültür Devrimi, Çin’in çok yalnız kalmasına ve izole olmasına neden olmuştu. Çinli bir tarihçiye göre, 1969’da Sovyetler Birliği ile Çin’in yaşadığı sınır savaşı neredeyse nükleer savaş noktasına gelmiş ve bunun olmasını Nixon engellemişti. Trump, Nixon’ın tersine, Çin’i son parti kongresinin başkan Xi Jinping’i “esas” lider olarak tanıdığı ve “düşüncelerini” Komünist Parti anayasasına yazdığı bir dönemde ziyaret ediyor. Xi’nin Trump’ın ona iyilik yapmasına ihtiyacı yok. Başkanlık döneminin başında Trump Trans-Pasifik’ten (Çin’i izole etmek ve sıkıştırmak için Obama tarafından dikkatli bir şekilde hazırlanmış ticaret anlaşması) çekildiğinde Xi zaten en büyük hediyesini almıştı. Trump’ın tweet atarak yönetme biçimi ve korumacı retoriği Xi’ye çağdaş neoliberal küreselleşmenin güvenilir bir koruyucusu olarak ortaya çıkma fırsatı verdi. ABD’nin ticaret politikası bilinmezliğini korumaya devam ederken Çin, devasa Belt and Road (Kuşak ve Yol) İnisiyatifi’ne kararlı bir şekilde devam ediyor ve Avrasya’yı Çin ekonomisine bağlayacak ulaşım alt yapısı inşa ediyor. ABD, dünyanın en büyük ekonomisi ve açık arayla en büyük askeri gücü olmaya devam ediyor. Fakat Trump’ın dengesiz sıkışmış liderliği Washington’un rakiplerine küresel jeo-politikayı yeniden dizayn etme fırsatı veriyor.

Seul’de Trump protestosu. SONER DİNÇSOY

Amerikan başkanı Trump Güney Kore’yi de kapsayan Asya gezisinde öne çıkan konu Güney Kore’nin başkenti Seul’e gitmesi oldu. Çünkü iki tarafın karşılıklı saldırgan açıklamalarıyla dünyayı nükleer bir felakete sürükleme potansiyeli taşıyan olası bir savaşın taraflarının birbirlerine en çok yaklaştığı yer Seul. Kuzey Kore başkanı Kim Jong-Un’un ya da Trump’ın ne söylediklerini bütün ana akım medya aktardı, tehditler ve “yok etme” nidaları yine havada uçuştu. Bütün bunların ortasında ise Seul’de bu gelişmelere karşı çıkan kitlesel bir hareket örgütlendi. Bu, dünyanın dört bir yanındaki savaş karşıtı aktivistler için umut kaynağı olabilecek türden bir hareketlilikti. Güney Kore genelinde aralarında ‘Uluslararası Sosyalist Akım’ın Güney Kore örgütü olan ‘İşçilerin Dayanışması’nın da yer aldığı onlarca örgüt Amerikan başkanının ülkelerine gelmesine ve bölgede savaş tehditleri yağdırmasına karşı sokaklardaydı. İşçi sendikaları, toplumsal hareketlerin temsilcileri, sosyalistler ve LGBTİ+ aktivistleri hem Trump’a hem de savaşa karşı kitlesel bir mobilizasyon oluşturdular. Protestocular bölgeyi yıkıcı bir savaşa sü-

rükleme tehdidinin altında yaşayan insanlar olarak, savaşa karşı olduklarını vurguladıkları gibi, Güney Kore’nin Amerikan hegemonyası altında bir ‘arka bahçe’ olmasına da karşı olduklarını toplandıkları meydanda dile getirdiler. Washington Post gazetesine konuşan bir Güney Koreli aktivist ise “Buraya protestoya geldim, çünkü savaştan korkuyorum. Eğer savaş patlak verirse hepimiz öleceğiz.” dedi. Çeşitli sebeplerle savaşa karşı çıkan sıradan insanların bu eylemliliği, her ikisi de birbirinden beter durumdaki Kuzey Kore ve ABD liderliği arasında sıkışmış bir politik iklimde, başka türlü bir politik hattın varlığını göstermesi bakımından oldukça önemli. Savaş, tehdit, bomba, nükleer çılgınlık… gibi ‘olasılık’lardan başka neredeyse hiçbir şeyin konuşulmadığı konuşanların ise sesinin kısık kaldığı bir dönemde, Seul’deki kitlesel protesto ve savaş karşıtı hareket çok önemli bir adım oldu. Silahlanmanın gezegeni yok edecek düzeye geldiği, savaşların artarak devam ettiği, emperyal bloklar arasındaki rekabetin yeni çatışmalara neden olduğu ve olabileceği bir siyasal istikrarsızlık döneminde, küresel savaş karşıtı hareket en birleştirici ve hayati politik hareket olarak öne çıkıyor.


DÜNYA

5

ARAP YARIMADASINDA ZORBALIĞIN KALESİ

Suudi savaş uçakları tarafından yerle bir edilen Yemen. ŞENOL KARAKAŞ

Suudi Arabistan’da olaylar çok hızlı gelişti ve durulacak gibi görülmüyor. Aynı anda bir kaç önemli hadise yaşandı. Önce Lübnan başbakanı Hariri Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da yaptığı bir basın açıklamasıyla istifasını sundu. Hayati tehlikesi olduğunun altını çizdi. Aynı sırada Suudi Arabistan Kralı Salman’ın kurduğu ve geniş yetkilerle donattığı “Yozlaşma Karşıtı Kurul” 11 prens ve onlarca bürokratı tutukladı. Bundan bir hafta önce ise Kral Salman’ın veliaht olarak atadığı Prens Muhammed bin Salman ‘ılımlı İslam’a geçiş yapılacağını açıklmamıştı. Suudi Arabistan’da ahlak polisinin önüne geleni tutuklama yetkisinin elinden alınması ve bazı şartları yerine getiren kadınların araba kullanma ve futbol stadyumlarında maç izleme hakkının tanınması tutuklama ve 800 milyar dolara yaklaştığı ilan edilen servete el koyma hamlesinin öncesinde geldi. Gelişmeler her şeyden önce Suudi Arabistan’da derin bir istikrarsızlığın başladığını gösteriyor. Arap Yarımadası’nda zorbalığın kalesi olan bu ülkede petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte başlayan sıkışmışlık, tahminlerin çok ötesin-

de. Mühdan Sağlam’ın Gazete Duvar’daki yazısında belirttiği gibi, Suudi ekonomisi 2016’da yüzde 13’lük bütçe açığı verdi ve düşük düzeyli büyüme gösterdi. Benzer biçimde enerji gelirlerinden oluşan 2 trilyon dolarlık ulusal refah fonunun 250 milyar dolarlık bölümü, Ağustos 2015’ten 2016 sonuna kadar ekonomiyi onarmak ve çeşitlendirmek için harcandı. Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı (OPEC) Eylül 2016 verilerine göre Suudi Arabistan, dünyada kanıtlanmış petrol rezervlerinin yüzde 18’ini elinde bulunduruyor. Varil petrolü en ucuza üretebilen ülkede ekonomi bütünüyle petrole bağımlı. Günlük 10.5 milyon varil petrol üretimiyle dünya lideri. Petrol gelirleri bütçe gelirlerinin yüzde 87’sini, ihracatın yüzde 90’nını ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yaklaşık yarısını oluşturuyor. Nüfusu 30 milyon olan ülkede 6 milyon yabancı işçinin ezici çoğunluğu petrol ve petrole bağımlı sektörlerde çalışıyor. Petrol fiyatlarının düşmesi bu nedenle Suudi Arabistan’da şiddetli bir sarsıntıya neden oldu. Rejim Arap Yarımadası’nda zorbalığın kalesi olmanın yanı sıra, tüm dünyada katliamcılığın ve işgallerin kalesi olan ABD’yle de kopmaz bağlara sahip. Stratejik öncelikleri çoğu kez ABD’nin stratejik önceliklerine bağlı olarak gelişiyor. ABD son 35 yıldır İran’a,

yaklaşık son 20 yıldır da “radikal İslam”a karşı mücadeleyi küresel hegemonya stratejisinin merkezine koyuyor. Suudi rejimi de Ortadoğu’da en büyük düşmanı olarak İran’ı görüyor. Bir yandan İran, Türkiye, Mısır ve İsrail gibi askeri güce sahip olan ülkelerle doğrudan çatışmadan kaçınıyor ama öte yandan İran’ı bölgesel gücüne yönelik en büyük tehdit olarak görüyor. Suudi Arabistan krallığı 2011 yılında başlayan Arap Baharı’nda kendi varoluşuna yönelik devasa bir tehdit algıladı. Seçim, meclis, partiler gibi kavramlara bütünüyle yabancı olan ve bu türden demokratik yapılarda kendi yokoluşunun işaretlerini gören rejim, üstüne üstlük bir de aşağıdan halk inisiyatifinin ve diktatörlüklere karşı kitle eylemlerinin zirve noktalarından birisi olan Arap Baharı’nın ima ettiği tüm gelişmelere düşman. Bu nedenle Arap Baharı’nın frenlendiği en önemli karşı hamle olan Mısır darbesi Suudi rejimince desteklendi. Mısır’da darbecilerin “demokrasi, demokratik seçimler” gibi kavramları baş tacı eden ABD ve uygar dünya tarafından meşru kabul edilmesi sadece küresel kapitalizmin ideolojik iki yüzlülüğünü kanıtlamakla kalmıyor, Suudi rejimine de petrol fiyatlarının artmasının yarattığı siyasal sıkışmışlıktan kurtulmak için zaman

kazandırıyor. İngiltere’de yaşayan Lübnanlı sosyalist aktivist Jad Bouharoun’un yazdığı gibi birkaç bin soylunun devletin bütün servetini kontrol ettiği bir siyasi mimaride, yozlaşma karşıtlığı kelimesinin ağza alınması dahi komik. Gerçekte bu olaylar, bütün gücü elinde toplamayı amaçlayan Kral Muhammed bin Salman tarafından yönetilen bir iç tasfiye süreci. Kadınların araba kullanması, ahlak polisini yetkilerinin azaltılması gibi adımlar, her yönüyle yozlaşmış bir düzende “Yozlaşma Karşıtı Kurul” gibi yapıların oluşturulması, rejimin korktuğu Suudi Arabistan yoksullarının tepkisini yumuşatmayı ve aşağıdaki politik eğilimlerin devletin zirvesi tarafından kavrandığını ve yumuşatılmaya çalışıldığını gösteriyor. Veliaht Prensin ilan ettiği “Ilımlı İslam”a geçiş vurgusu ise rejimin sadece batıyla değil tüm dünyayla geliştirmek istediği ekonomik ve diplomatik ilişkilerin sürdürülebilmesi ve geliştirilmesi için atılan bir adım olarak görülmeli. Suudi Arabistan, petrol fiyatlarındaki düşüşün yarattığı ekonomik sarsıntıyla, bu sarsıntının yarattığı taht oyunlarında açığa çıkan devlet yönetiminde yaşanan istikrarsızlık ve bölünmeyle, ekonomik krizin vurduğu kitlelerin tepkisinden duyulan devlet

korkusunun yarattığı sarsıntıyla, bu korkunun bir ifadesi olarak önerilen “ılımlı İslam” gibi açıklamalarla pandoranın kutusunun yavaş yavaş açılmasıyla ve Arap Yarımadası’nın ve Ortadoğu’nun hegemonik gücü olma özelliğini kaybetme korkusuyla, özellikle Suudi Arabistan nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan ve krizden etkilenen Şii kitlelerin harekete geçme korkusuyla hareket ediyor. Buna tahtı kaybetme korkusu da eklenince, Suudi rejiminin bütün bu korkularıyla aynı anda başa çıkamayacağını söylemek aşırı bir iddia olmaz. Yemen’de gıda ve ilaç ambargosuyla on binlerce insanın ölümünden ve Ortaçağ hastalıklarının yayılmaya başlamasından, 7 milyon insanın ölümle yüz yüze kalmasından sorumlu olan, Lübnan’ın içişlerine doğrudan müdahale eden, bölgede en çok silah satan rejim olan Suudi Arabistan veliaht prensi, tutuklama dalgasına başlamadan önce Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner ile saatlerce görüştü. ABD’yle Trump’ın son ziyaretinde en az 110 milyar dolarlık anlaşma imzalayan Suudi Arabistan bölgede en çok silah satan güç aynı zamanda. Bu gücün istikrarsızlığı, bölgedeki tüm ezilenler için yeni fırsatların gündeme gelmesi demektir.


6 GÜNDEM

KAPİTALİZM

YASAL VERGİ KAÇAKÇILIĞI

ÖRGÜTLÜ HIRS Offshore hesaplarla vergi vermemek için varlıklı kişiler, kendi ülkelerinin vergi hukuku ile uluslararası regülasyonlara hakim olan aracı şirketler aracılığıyla, başka isimlerle “vergi cenneti” ülkelerde açılan bazı hesaplara para aktarıyorlar. Ancak kendi ülkelerindeki denetleyicilere yakalanmamak için bu işin “uzman” bir firma tarafından gizlilik içinde yürütülmesi gerekiyor. Finansal danışmanlık hizmeti veren bu şirketler, vergi kaçakçılığını “yasal” hâle getiriyor, zenginlerin paraları böylelikle dünyanın çeşitli yerlerinde vergi oranları çok düşük olan küçük adalara aktarılıyor.

ZENGİNLER VERGİ ÖDEMEK İSTEMİYOR

Egemen sınıf mensupları hiçbir zaman vergi vermek istemiyor. Mesele yalnızca offshore hesaplarla yapılan kaçakçılıktan ibaret değil. Birçok ülkede siyasetçiler, yatırımcılar için vergi oranları yüksek tutulursa “sermayenin kaçacağını” söylerler. Bu yolla kamu kaynaklarına aktarılacağı umulan vergilerin yükü emekçilerin ve yoksulların sırtına bindiriliyor. Örneğin Türkiye’de 2010 yılında ödenen gelir vergilerinin üçte ikisi işçi ve memurlardan geldi. Şirketlerin ödediği kurumlar vergisi ise toplam vergi gelirinin %10’u ediyordu. Patronlar hem işçilerin artı değerine el koyarak sömürü yoluyla zenginleşmek, hem de bunun sonucunda gelirlerinin mümkün olan en az kısmını vergi olarak ödemek istiyor.

OZAN TEKİN

İçinde yaşadığımız dünyada bize sürekli olarak çalışmanın, “hakkıyla para kazanmanın”, hukuk dışı hiçbir şey yapmamanın ne kadar önemli olduğu anlatılır. Bunun bir yanı da kazancımızın vergisini ödemektir. Bu yüzden her yere “vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” yazılır. Yani gelirimizin bir bölümünü, kamu hizmetlerine kullanması için devlet otoritesine veririz. “Vergi kaçakçılığı” ise büyük bir suçtur. Öte yandan, geçtiğimiz yıl ortaya çıkan Panama Belgeleri’nin ardından, geçtiğimiz günlerde sızan Cennet Belgeleri, dünyanın en zenginlerinin “vergi cenneti” adalarda açtıkları offshore hesaplarla nasıl vergi kaçırdıklarını gözler önüne serdi. Şirket hukuku ve off-shore yatırım konusunda hizmet sağlayan Appleby adlı kuruma ait 6,8 milyon belge, 1950’den 2016’ya kadar olan dönemi kapsıyor. Hepsi vergi kaçırıyor Belgelerde 50 kadar ülkeden 120 zenginin offshore hesapları açığa seriliyor. Vergi kaçıran zenginlerin arasında İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth, Nike ve Apple gibi en büyük firmalar, ABD Başkanı Donald Trump’ın kabinesinden Ticaret Bakanı Wilbur Ross, Başbakan Binali Yıldırım’ın oğulları Erkam ve Bülent Yıldırım, futbol dünyasından Fenerbahçe ve Galatasaray başkanları Aziz Yıldırım ile Ünal Aysal gibi isimler var. Panama Belgeleri’nde ise Rusya devlet başkanı Vladimir Putin, Suudi Arabistan kralı Selman bin Abdülaziz el-Suud, Pakistan Başbakanı Nawaz Şerif, eski Irak Başbakanı İyad Allavi, İngiltere Başbakanı David Cameron, Mısır diktatörü Mübarek’in oğlu Alaa Mübarek, İzlanda Başbakanı Sigmundur Davíð Gunnlaugsson, Azerbaycan Devlet Başkanı Ilham Aliyev’in ailesi, eski Çin devlet başkanının kızı, Suriye diktatörü Beşşar Esad’ın kuzenleri ve Ukrayna devlet başkanı Petro Poroşenko başta olmak üzere 12 ülkeden 143 siyasetçinin offshore hesaplar aracılığıyla vergi kaçırdığı saptanmıştı. Sıradan insanların vergileriyle ilgili “şeffaflık” ve “denetim” isteyen egemen sınıf, sıra kendisine geldiğinde ise “gizlilik” arıyor. Appleby firması, milyarlarca dolarlık mülklere sahip müşterilerini “gizlilik” gerekçesiyle açıklamıyor. Küresel zenginliğin %15’inin, yani 26 trilyon Euro’nun “vergi cenneti” adalarda tutulduğu tahmin ediliyor. Birleşik Krallık’a bağlı Manş Adaları’nın nüfusu 145 bin, adada kayıtlı 800 bin şirket var. Bunlar vergi vermiyor. Oxfam’ın araştırmalarına göre, en büyük şirketlerin %90’ı offshore hesaplar ve buna benzer adalar aracılığıyla vergi kaçırıyor. IMF’ye göre, bu adalara yapılan “yatırım”, 2001’den bugüne dört kat arttı.

Olağan işleyiş Offshore hesaplar aracılığıyla vergi kaçırma, olağan bir dünyada bir grup “aç gözlü” veya “kötü niyetli” patronun başvurduğu bir yöntem, bir sapma değil. Kapitalizmin bütün işleyişi, bu ve buna benzer hırsızlıklara, rekabete ve sömürüye dayanıyor. Sızdırılan her yeni belgede görülen isimler, bu durumun asla “istisnai” olarak görülemeyeceğinin çok açık bir kanıtı. Kapitalist toplumda üretim süreci, azınlık bir grubun çoğunluğun emeğinin ürünlerine el koymasıyla şekillenir. “Sermaye sahibi” olanlar, üretim araçlarının sahipleri, işçilere onlar için ürettikleri değerin daha azını öderler. Bu şekilde kâr eden patronlar, kendi aralarında rekabet ederler. Hepsi, sömürüyle elde ettikleri geliri tekrar yatırıma aktararak “işlerini büyütmeye” çalışırlar. Bu arada üretim süreciyle ilgili maliyetlerini düşürmeye çalışırlar. Devletlerin yarattığı hukuk, bu sömürü ve sermaye birikim sürecinin “sağlıklı” işleyişini garanti altına almak içindir. Ancak offshore hesaplarda görüldüğü gibi, rekabet, bu hukuku dahi ihlal etmenin “yasal” başka yollarının üretilmesine yol açar. Savaş, baskı ve yoksulluk 40 yıla yakın süredir uygulanan neoliberal politikalar iflas etti. Bunu küresel kapitalizmin en büyük kurumları itiraf ediyor. Bu çöküş, egemen sınıfın tüm pisliklerinin gün yüzüne çıkmasına neden oluyor. Bunun bir yüzü Panama ve


GÜNDEM 7

M DÖKÜLÜYOR

SIZLIK DÜZENİ

GÖRÜŞ Roni Margulies

TÜRK DEVLETİNİN SİMGESİ Sokakta kalpaklı insanlar ve sosyal medyada Atatürk maskesi takmış okul çocuklarının fotoğraflarını gördükten sonra, 10 Kasım günü gazete manşetlerine baktım. Bütün gazeteler aynı manşeti atmak ve bunu her yıl yapmak zorunda oldukları için, yaratıcı veya ilginç bir şey bulmakta biraz zorlanıyorlar elbet: “Ata’mıza koştuk”. “Sevgi seli”. “Dünyada tek”. “Kimseyi tanımadık senden daha güzel”. “Tarihte benzeri yok”. “O’na koştuk”. “Halk Ata’sına koştu”. “Yenilmez sevgi”. “Yer gök Atatürk”. Bu yıl azıcık farklı ve özgün olmayı bence Aydınlık gazetesi becermiş: “Türk milleti hazırolda”. Kendisini “sol” diye düşünen bir partinin gazetesi için güzel bir manşet doğrusu! Her yıldan farklı olarak, bu yıl sevgi selinin yanı sıra başka bir konu da gündeme geldi. Hükümet medyasında şu manşetler vardı: “Atatürk’ü bunların tekeline bırakmayız”. “Atatürk’ü size mi bırakacağız!” “Atatürk’ü CHP’ye bırakmayız” (iki tane). Cumhurbaşkanı’nın şöyle dediği 10 Kasım günü haberlere yansıdı:

Cennet belgelerinde ortaya çıkan hukuki hırsızlıklar ise diğer yüzü de tüm dünyada otoriterleşme, sağa kayış, ulus devletlere ve milliyetçi baskı politikalarına geri dönüş. Rekabetin ve çelişkilerin sonunda savaş ihtimalleri beliriyor.

GELİR ADALETSİZLİĞİ DERİNLEŞİYOR

21. yüzyılın ilk çeyreğinde, kapitalizm, milyarlarca insan için yoksulluk, savaş, baskı ve sömürüden başka bir şey vadetmiyor.

Zenginler paralarını vergi ödenmeyen adacıklara ak-

Biz başka alem isteriz

dünya nüfusunun %11’ini, toplamda 815 milyon ki-

Egemen sınıfların bütün bu çürümüşlüğüne ve zorbalığına karşı alternatif ise işçi sınıfının örgütlü mücadelesi. Bundan yüz yıl önce, farklı emperyalist bloklar arasındaki rekabetin milyonlarca işçinin cephelerde birbirini öldürdüğü bir savaşa yol açmasının ardından, Rusya’da işçi sınıfı iktidarı ele geçirerek başka bir dünyanın kapısını aralamıştı. Ekim Devrimi savaşa karşı barış talebini hayata geçirdi. Ulusal baskıya, cinsiyetçiliğe, homofobiye ve emek sömürüsüne karşı radikal adımlar attı. İşçiler, kendi hayatlarını demokratik ve kolektif bir şekilde yönetebilecekleri bir düzen kurmayı denediler. Bugün vergi kaçıran egemen sınıfların tamamı, o dönem Rusya’daki işçi iktidarını ezmek için askerlerini yolladılar. Bugün de bu hırsızlık düzeninin sona erdirilmesi için umudumuz Katalonya’da bağımsızlık için direnen, Zonguldak’ta özelleştirme konusunda AKP hükümetine geri adım attıran işçi sınıfının uluslararası birliği ve mücadelesinde.

tarılırken, milyarlar açlık ve yoksullukla boğuşuyor. BM’nin yayımladığı bir rapora göre, açlık sorunu şiyi etkiliyor. Dünyanın en zengin 8 kişisi, en fakir 3.5 milyar ile eşit varlığa sahip. En zengin %1 ile geri kalan %99’un zenginlikleri, 2015 yılında birbirine eşitlenmişti. Şu an %1, dünyanın geri kalanından daha fazla varlığı elinde bulunduruyor. Forbes, bu yılı “dünyanın en zenginleri için bir başka rekor yılı” olarak kutladı. Dünyadaki 1542 milyarderin toplam geliri geçtiğimiz yıl %20 arttı. Dünyada yoksulluğu yok etmek için 200 milyar dolar gerekiyor. Bu 1542 kişinin toplam varlıkları bunun 30 katı değerinde.

“Birileri çıkmış biz Atatürk’e Atatürk dedik diye bir sürü senaryo yazıyor. Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise bizim bunu dememizden daha doğal ne olabilir? CHP gibi bir partinin Atatürk’ü milletimizden kaçırmasına rıza göstermeyeceğiz. Atatürk’ü bunların o zihinsel fetişizmine kurban edilmesine rıza göstermeyeceğiz.” Ardından CHP milletvekilleri ikiye bölündü. Bir kesimi, “Bunlar Atatürk’ü bizim kadar sevemez, hatta hiç sevemez, yalan söylüyorlar” derken, bir kesimi de “Nihayet doğru yola geldiler, Atatürk sevgisine ulaştılar, ne güzel oldu” diyerek sevindi. Erdoğan ise, “Atatürk’e Atatürk dedik” konuşmasının devamında durumu açık bir şekilde izah etti: Artık geriye doğru gidecek tek bir santim yerimiz yoktur. Bölgemizdeki kanlı senaryolar tekrarlanarak tekrar tedavüle sokulmuştur. Kurtuluş Savaşı verirken ilan ettiğimiz Misak-ı Millî’ye sahip çıkamadık. Biz Misak-ı Millî’ye yeniden sahip çıkmalıyız diyoruz... Fırat Kalkanı ve İdlib’de yapılan budur... Suriye ve Irak’ta kurulan tezgâhların amacına ulaşmasını engellemek için elimizden geleni yaptık, yapıyoruz... Tendürek dağlarında, Gabar’da, gerekirse Kandil’de, Sincar’da... mağaralarına kadar, inlerine kadar girecek, bunları bitirinceye kadar yola devam edeceğiz.” CHP’liler Atatürk’ü bir sevgi yumağı zannededursun, Erdoğan biliyor ki Atatürk her şeyden önce Türk milliyetçiliğinin, Türk devletinin simgesidir. Bu simgeyi kullanmayacak da neyi kullanacak? Geç bile kaldı!


8 GELENEK

1918 ALMANYA: DÜNYA DEVRİMİ BİR HAYAL DEĞİLDİ

1918, Almanya. İşçiler sokakta. ÇAĞLA OFLAS

Rus devriminden bir yıl sonra Almanya’da, Ekim 1918’de 20 bin denizci savaşa devam kararı veren Alman genelkurmayına isyan etti. Tıpkı Rusya’daki gibi asker konseylerini ilan etti. Kasım 1918’de isyan tüm kentlere yayıldı. 4 Kasım’da tüm Kiel şehrinin denetimi işçi ve asker konseylerinin elindeydi. Ayaklanma 5 ve 6 Kasım’da Lübeck, Brunsbüttel’e daha sonra da Altona, Bremen, Bremenhaven, Cuxhaven, Flensburg, Hamburg, Neümünster, Oldenburg, Kendsburg ve Rostock şehirlerine yayıldı. Buralarda da işçi ve asker konseyleri kuruldu. Kuzey Almanya’da başlayan hareketlilik, 7 Kasım’da güney ve orta Almanya’ya da yayıldı. Braunschweig, Frankfurt, Hannover, Lüneburg, Münih gibi büyük şehirlerde işçi ve asker konseyleri kuruldu. 8 Kasım’da İşçi, Asker ve Köylü Konseyleri Bavyera Cumhuriyeti’ni ilan ettiler. Çanlar Prusya krallığı için çalmaya başlamıştı. Nitekim, Alman sosyalisti Karl Liebknecht bir kitle gösterisinin ardından imparatorluk sarayının balkonundan sosyalist cumhuriyeti ilan ederken, aynı saatlerde Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) önderi Scheidmeman da burjuva cumhuriyeti ilan etti. Avrupa devrimlerle sarsıldı Tüm Avrupa’da kıtlık ve sefalete neden olan Birinci Dünya Savaşı toplumsal çözülmelere yol açtı. Önce Rusya’da işçi sınıfı Çarlık otokrasisini devirerek savaşa son verdi. Rus devriminin etkisi tüm Avrupa’ya yayıldı. Almanya’nın dışında da ayaklanma gündemdeydi. Avusturya’da 1918 Ocağında savaş karşıtı grevler yapan işçiler Viyana’da işçi konseylerini ilan ettiler. 21 Mart 1919’da Macar Sosyalist Konseyler Cumhuriyeti ilan edildi. Aynı yıllarda kitlesel grevler İngiliz devletini temelinden sarstı. Savaşın yarattığı toplumsal çözülme, Avusturya, Macaristan gibi yenik ülkelerin dışında savaştan galip çıkan İtalya’da da etkisini gösterdi. 1919-20 yıllarında İtalya’da iki kızıl yıl yaşadı.

toplumsal yaşamda konseyler hâkimdi. Konseylerdeki işçilerin içinde SPD’nin önderliği yaygındı. SPD parlamentarizm yanlısıydı. Konseylerin iktidarına dayalı bir sistem Ekim Devrimi’yle gündeme gelen yeni bir gelişmeydi. Bu nedenle de parlamenter siteme geçilip işçi ve asker konseylerinin ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyordu. Ülke genelinde yapılan Konseyler Kongresi'nde SPD delegeleri, konseyler hareketinin sona ermesi gerektiğini anlatılar. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in liderliğini yaptığı Spartakist hareket kendiliğinden başlayan devrime hazırlıksız yakalanmıştı. İşçi ve asker konseyleri içinde etkileri sınırlıydı. SPD liderliği konseylerdeki sosyal demokrat çoğunluğu kullanarak, konseyleri ele geçirmeye çalıştı. Ellerindeki gücü devretmek istemeyen konseylere ya da devrimin güçlenmesi için mücadele etmeye devam eden devrimcilere karşı, imparatorluk güçlerini kullanmaktan imtina etmediler. Ocak 1919’da savaştan dönen askerleri karşı devrimci bir ordu olarak örgütleyen burjuvazi isyanı bastırdı. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i katletti. Bavyera’da kurulan Sovyet de kanla bastırıldı. İhanetin bumerang etkisi Ancak 1920 Mart’ında SPD’nin sola karşı kullandığı silahı kendisine döndü. 13 Mart 1920 gecesi ağır silahlarla donanmış askeri birlikler Berlin’e girerek hükümetin dağıtıldığını ilan ettiler. Daha önce işçilerin ayaklanmasının bastırılmasında SPD’nin kullandığı tüm komutanlar şimdi ona karşı dönmüştü. Kapp darbesi adı verilen bu girişim karşısında SPD liderliği çaresiz kaldı. Sola karşı verdiği savaşta dayandığı ordu, sağa karşı vereceği savaşta onun yanında yer almayı reddetti: Kurmay Başkanı Hans von Seeckt "Reichswehr, Reichswehr'e ateş etmez!" diyordu. Hükümetinin başında bulunan Ebert ve Noske Berlin’den kaçarak Dresden’e sığındılar.

Reformizmin ihaneti

İşçilerin birliği darbeyi yendi

Almanya’da işçilerin kendiliğinden eylemi imparatorluğun devlet aygıtına ve şirketlerin iktidarına son verme fırsatını yakalamıştı. Şubat Rusya’sına benzer bir durum ortaya çıkmıştı. Resmi olarak iktidar SPD’deydi. Ancak

Cumhuriyetin imdadına yine işçiler yetişti. SPD üyeleri, sendikacılar ve komünistler darbeye karşı birleştiler. SPD’nin sol kanadının oluşturduğu parti ve SPD liderleri genel grev çağrısı yaptılar. Darbeye karşı direniş çağrısı

tüm ülkede etkili oldu. Trenler işlemedi, elektrik gaz şebekeleri çalışmadı. Berlinde başlayan grev dalgası Ruhr, Saksonya, Hamburg, Bavyera ve Thuringia’nın sanayi bölgelerine, hatta arazi sahiplerinin malikanelerine kadar yayıldı. Grevin gücü altında ezilen darbe, birkaç gün içinde dağıldı. İşçi sınıfı burjuvazinin imdadına yetişti. Ancak durumu kurtaran SPD gücünü kendisini ezmek isteyen orduya karşı kullanmak yerine orduya karşı grev ve işgal hareketini gerçekleştiren işçi sınıfına döndürdü. Hareketi kanlı bastıran SPD bir kez daha kitlelere ihanet ederek, devlet aygıtının parçalanarak yeni tipte bir demokratik iktidar örgütleme fırsatını reddetti. Kazanımlar Her şeye rağmen devrim yine de işçi sınıfının kazanımlar elde etmesini sağladı. Grevlerin baskısı işveren örgütlerinin çalışma koşullarını toplu görüşmeler yoluyla düzenlenmesi için sendikalarla merkezi bir anlaşma yapmasını sağladı. Ayrıca asgari 50 işçi çalışan işyerlerinde işyeri konseylerinin kurulması ve günlük çalışma saatinin tam ücret verilerek sekiz saatle sınırlandırılmasını kabul edildi. Yine kadınların seçme ve seçilme hakkı ve sosyal yasalar da devrimin bir ürünü oldu. Alman devriminin yenilgisi işçi sınıfına çok daha pahalıya patlayacak gelişmelere öncülük etti. Devrimin yenilgisi Rus devriminin izolasyonuna yol açtı. İç savaş sonucunda işçi sınıfının atomize olduğu koşullarda karşı devrimci güçler iktidarı ele geçirdiler. Stalin, Rusya’da büyük bir baskı aygıtı kurdu. Tek ülkede sosyalizm teorisi başta olmak üzere pek çok sağcı fikir hareketin uluslararası düzeyde yenilgisine yol açtığı gibi, ideolojik olarak da telafisi zor zararlar görmesine yol açtı. Almanya’da ise yarım kalan devrimin işçi sınıfı açısından sonuçları ölümcül oldu. Almanya’yı Birinci Dünya Savaşı’na sokan kapitalistler, 1929 ekonomik buhranı karşısında krizi sermayenin lehine çözmek uğruna Nazilerle ittifak kurdular. Parlamenter sistemi ortadan kaldırdılar. İşçi hareketini atomize ettiler. Devrim günlerinin müttefiki sosyal demokratlar da olmak üzere, komünistleri, Yahudileri, eşcinselleri, sakatları toplama kamplarında katlettiler. “Almanya’yı yeniden büyük yapmak” ve daha fazla birikim yaratmak uğruna yeni bir dünya savaşı başlattılar.


EMEK GÜNDEMİ

BOĞAZİÇİ’NDE EĞİTİM-SEN EYLEMİ:

ZENGİNİN PARASI, İŞÇİNİN SÖMÜRÜSÜ

“YAŞASIN DAYANIŞMA!” Boğaziçi Üniversitesi’nde emekçilerin servis haklarını geri almak için yaptıkları eylemler bir haftadır sürüyor. Üniversitenin “atanmış” bir yıllık yeni rektörü yönetiminde kesintiler devam ediyor. Emekçilerin sayısı 61’den 50’ye düşürülen servislerinde güzergahlar ve kalkış noktaları konusunda da skandal değişiklikler yapılmıştı. 8 Kasım Çarşamba günü Eğitim-Sen’in düzenlediği eylemlerin üçüncüsü yapıldı. Rektörlük önünde toplanıp "Yürüye yürüye işe gelinmez", "Yaşasın emekçi-öğrenci dayanışması", "Emekçiyiz haklıyız kazanacağız" şeklinde sloganlar atıp halay çeken eylemci emekçiler ve öğrenciler, sonrasında üniversitenin Etiler giriş kapısına doğru yürüyüş düzenledi ve burada bir basın açıklaması yapıldı. Bu açıklamada özetle daha önce yapılan eylemler neticesiyle kazanılan güzergahların eski haline getirilmesi konusunda yetinmeyecekleri ve tüm hakları iade edilene kadar eylemlere devam edileceğini söylediler. Basın açıklamasında ayrıca "Emekçilerin, halkların kendi kaderini eline aldığı Ekim Devrimi yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor" denilerek Ekim Devrimi'nin 100'üncü yılı kutlandı. Boğaziçi Üniversitesi’nden öğrenciler

9

MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim

ZONGULDAK’TA MADENCİLER KAZANDI Zonguldak’ta Taşkömürü Kurumu’nda (TTK) çalışan yaklaşık 3 bin maden işçisi, kurumun özelleştirilmesinin önünü açan torba yasa tasarısını protesto etmek için kendilerini madenlere kapatarak direnişe geçtiler ve 24 saat madenlerden çıkmadılar. İşçilerin ‘Maden ocağından çıkmama’ eylemi, Türk-İş ve Genel Maden İşçileri Sendikası başkanlarının, “TTK iş yerleri özelleştirilmeyecek, bu konuda hükümetten güvence aldık” sözleri ile sona erdirildi. İşçiler, verilen sözler tutulmaz ve gerekli adımlar atılmazsa direnişe kaldıkları yerden devam edeceklerini sendika başkanlarına söylediler. Madenci direnişi, metal eylemlerinden sonra belki de işyerinden topluca çıkmama açısından en etkili işçi eylemi oldu. Daha önce benzer bir “işyerinden topluca çıkmama” eylemi metal işçileri tarafından 2015 yılından gerçekleştirilmişti. Onlarca fabrikada binlerce işçi, toplu sözleşme görüşmelerinde işçiler aleyhine sözleşmeye imza atan Türk Metal sendikasını ve patronları protesto etmek için günlerce fabrikalarından ayrılmadılar. Bursa’daki metal fabrikalarında direnişe geçen işçiler hem hakları için hem de sendika bürokrasisine karşı mücadelede sahip oldukları yaratıcılığı bir kez daha gösterdiler. İşçiler tarafından kurulan ‘Fabrikalar arası Kurul’, direnişin başlamasında ve yaygınlaşmasında büyük rol oynadı.

Tüpraş işçileri, patronları Koç’a sesleniyor.

Ekonomist dergisinin her yıl açıkladığı ‘En

Zengin 100 Kişi ve Ailesi Araştırması’ listesinde yer alan isimler milyarlarca liralık servete sahipler. Liste serveti 8 milyar dolar olan ailelerden başlıyor. Son beş yıldır listenin zirvesindeki isimler aynı. Bunlar, Koç Ailesi, Şahenk Ailesi ve Şevket Sabancı Ailesi. Bu üç ailenin listedeki yeri hiç değişmiyor. Koç grubu, Ford Otosan, TOFAŞ, Arçelik, Opet, TÜPRAŞ, Aygaz gibi şirketleri elinde bulunduruyor. Türkiye’de en zengin şrketler listesinin daima zirvesinde. Koç grubu 2015 yılında metal sektöründe başlayan grev dalgasına karşı çıkışıyla da meşhur. Hem işçi eylemlerinin bastırılması için elinden geleni yapanhem de eylemler bittikten sonra grevlere katılan işçileri işten atan, Türk Metal adındaki işçilerden çok patronara hizmet eden sendikayla kurduğu

İŞYERLERİNDEN HABERLER n Zonguldak’ta özelleştirmeye karşı 3 bin madenci kendilerini ocağa kilitledi. Eylemler sonuç verdi, hükümet torba yasada geri adım attı, TTK’nın özelleştirilmesi gündemden çıkartıldı. n KHK’larla ihraç edilen Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) üyesi emekçilerin İstanbul’daki eylemleri 39. haftayı geride bıraktı. n SIO Automotive’de kadro istedikleri ve sendikaya üye oldukları için işten atılan güvenlik işçileri, Lüleburgaz’da basın açıklaması yaptı: “Taşeron düzenini yıkacağız!”

saadet zinciri nedeniyle emekçilerin alınterini servetine servet katmak için kullanan Koç grubunun birinciliği, Türkiye’dek sayısız politik tartışma ve saflaşmanın egemen sınıf açısından pek de anlamı olmadığını gösteriyor. Koç’a bağlı Arçelik fabrikalarında bir işçinin günlük maliyeti 13.5 TL iken, Koç grubunun serveti 8 mlyar doların üzerinde. Listedeki patronların şirketleri iş cinayetlerinden, güvencesiz çalışma koşularından, sendikasızlaşmadan, işten atmalardan, düşük işçi ücretlerinden sorumlu. Bu bir kaç yüz bin kişilik ailenin serveti milyonlarca işçi ailesinin itelendiği yoksulluğun üzerinde yükseliyor. Bizim yoksulluğumuz, bizim emek gücümüz, bizim çalışmamız onlara servet birikimi, şatafatlı yaşamlar olarak dönüyor.

n Sendikalaştıkları için işten atılan Arkadaş Kitabevi emekçileri, sendikaları Sosyal-İş ile birlikte Batıkent Atlantis AVM’de bulunan Arkadaş Kitabevi önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. n Bursa Gürsu Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Gökkuşağı Tekstil’de meydana gelen ve 5 işçinin yaşamını yitirdiği iş cinayeti, yürüyüş ve basın açıklamasıyla protesto edildi. n Media Markt patronunun bir diğer şirketi olan Real Market'i hileli bir şekilde iflas göstermesi sonrasında işsiz kalan Real Market işçileri, İstanbul Levent'teki Media Markt Genel Müdürlüğü ve mağazası önünde hak arama eylemi yaptılar.

Grev yasaklarıyla toplu pazarlık hakları ellerinden alınan Şişe Cam işçileri de diğer fabrika direnişlerini kendilerine örnek aldılar, benzer direnişler yapmak için sendikaları Kristal-İş’e çağrıda bulundular. Şimdi gündemde metal işçilerinin işveren sendikası MESS ile toplu pazarlık görüşmeleri var. Türk Metal, Birleşik Metal-İş ve Çelik-İş’te örgütlü 140 bin dolayında metal işçisini kapsayan MESS grup sözleşmesi görüşmeleri başladı. İşçiler, kendi geçmiş direnişlerinden ve diğer işyerlerindeki direnişlerden öğreniyor. Bu nedenle MESS ile toplu sözleşmede kendi aleyhlerine olabilecek hiçbir anlaşmayı kabullenmeyecekler ve işyerlerini terk etmeme eylemlerini gerçekleştireceklerdir. Bu eylemleri gerekirse sendikalarına rağmen yapacaklardır. İşyeri işgali, kazanana kadar mücadele gibi kavramlar giderek gündemimizde daha fazla yer almaya başladı. İşçi sınıfının tüm kesimlerinin, diğer bütün işçi kesimlerinin eylemlerinden öğrendiğini ve bu deneyimi kendi mücadelesine aktarmakta çok maharetli olduğunu unutmamak lazım.

n İzmir Torbalı'daki dondurulmuş gıda üreticisi Özgörkey Feast işçileri, sabah erken saatlerde, işyerindeki baskı ve mobbinge karşı bir saatlik uyarı eylemi yaptılar. n Deriteks İstanbul Avrupa Yakası Temsilciliği ve Belediye-İş İstanbul 2 No’lu Şubesi tarafından Bakırköy’de yapılan eylemde “Statü değil taşerona kadro istiyoruz!” ve “Taşeron çalışma ölüm demektir!” denildi. n Şişli SES Şube, Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi yönetiminin sağlık emekçisi Nafel Aslan üzerinde uyguladığı baskı politikalarını protesto etti. n KESK İzmir Şubeler Platformu’nun OHAL ve KHK’lara karşı çarşamba eylemlerinin 36.’sı yapıldı.


10

GELENEK

EKİM DEVRİMİ: KADINLARIN KAZANDIKLARI VE KAYBETTİKLERİ MELTEM ORAL

1917 Ekim Devrimi günümüz koşullarında düş gibi görülen birçok şeyi gerçek kıldı. Hasret ettiğimiz başka bir dünyanın mümkün olabileceğine dair cesaret aldığımız en önemli deneyimlerden bir tanesi. 1917 deneyimi toplumsal mücadeleler tarihinde kadınların özgürlüğü konusunda en önemli uğraklardan. İşçi sınıfının mümkün kıldığı şeylerin nasıl bir tarihsel, toplumsal koşulda gerçekleştiğini, sıradan insanların kendi kendilerini yönettiği bir toplumsal formun nasıl bir özgürleşme pratiği kazandırdığını, ancak kazanımların neden kalıcılaşamadığını tartışmak bu deneyimden günümüze ders çıkarabilmek için gerekli. Devrim sonrası değişimler, kadınların günümüzdeki koşullarıyla kıyaslandığında çok radikal ancak kadın özgürlüğü tartışmalarının bugün geldiği aşamaya göreyse bir o kadar sınırlı. Devrimin kazanımlarının sınırlarını ve kalıcı olmayışını tartışırken doğru bir analiz ancak dönemi kendi tarihsel bağlamıyla değerlendirerek mümkün olabilir. Bugünün deneyim ve birikiminin, ekonomik, toplumsal koşullarının filtresiyle bir asır öncesini okumak ve kıyaslamak hatalı değerlendirmelere sebep olabiilyor. Mesela Sovyet Rusya’da kadınların kendi bedenlerinin denetim haklarını konuşurken bugün bildiğimiz anlamıyla doğum kontrol haplarının henüz varolmadığı bir dönemden bahsettiğimizi hesaba katmak gerekir. 1917’de kadınlar işgücünün yarısını oluştrurken, Bolşeviklerin üyelerinin yüzde 10’undan azı kadındı. 1922’de sendikalarda kadınlar yalnızca yüzde 20 civarında örgütlüydü. Mücadele içerisindeki kadın işçilerin militanlıkları aynı oranda örgütlenmelere yansımıyordu. Devrim sonrasında Aleksandra Kollontay liderliğindeki kadın faaliyetinin temel hedefi kadınları örgütlü politik hayata daha yoğun katmak oldu. Ancak kadınlar mücadele etmiyor değildi. Erkeklerin cephede olduğu dönemde daha yoğun bir şekilde işgücüne katılan kadınlar, devrim öncesinde kendi hayat gerçekliklerinden doğan öz talepleriyle defalarca mücadele etmiş, greve gitmişti. Doğum izni ve kreş mücadelenin merkezi taleplerinden birisiydi. Neler değişti? Devrim öncesi koşulları hatırlamak, devrimle birlikte hayata geçen bir dizi gelişmenin neden radikal olduğunu anlamayı mümkün kılıyor. Bazı bölgelerde kocaların kadınları cezalandırmak için kırbaçlamasının serbest olduğu son derece baskıcı ve ahlakçı bir Çarlık rejimi koşullarından devrimden bir ay sonra kilise evliliğinin kaldırıldığı bir toplum inşa oluyordu. Zinayı, eşcinselliği, kürtajı yasaklayan yasalar feshedildi. Boşanmak için boşanmak istemenin yettiği, boşanan her bir bireyin kendi emekleriyle kazandığı malları alma hakkını tanıyan yasal düzenlemeler yapıldı. Oy hakından eşit işe eşit ücret ilkesine dek kadınlar le-

Ekim Devrimi’nde bir propaganda posteri

hine bir dizi yasa/kararname vardı. Kadınlar doğum öncesi ve sonrasında 16 haftalık ücretli izne sahipti, işe geri döndüklerinde iyi hissetmedikleri her an eve gidebilirlerdi, doğum izni sonrası ilk bir ay mesai günde 4 saatti ve bu evli veya bekar tüm kadınlar için geçerliydi. Ancak yasalarla toplum değişmez. Bolşevikler eğer yeni bir toplum inşa olacaksa kadınların ezilmesinin maddi temellerinin ortadan kaldırılması gerektiğinin farkındalardı. Bu “ev içi kölelik” koşullarının değişmesi zorunlu demekti. Kadınların ezilmesinin temeli yeniden üretim sürecinde oynadıkları kritik roldür. Yani doğurganlıklarının yanı sıra çocuk bakımı ve ev işleri yükü kadınları aile hayatının bunaltıcılığına hapseder. Ailenin içerisinde cinsiyetçi bir işbölümüyle kadınların görevi olarak görülen ev işini toplumsallaştırmak, yani kadınların çocuk bakmak, çamaşır yıkamak, yemek pişirmek gibi işlerden kurtulması için önerilen yöntem kolektif, ücretsiz yemekhaneler, çamaşırhaneler ve kreşler kurmaktı. Devrimin ilk yıllarında Moskova ve Petrograd gibi kentlerde nüfusun yüzde 80’inin faydalandığı yemekhaneler vardı. Kadın dergisi Rabonitsa’da aristokratların evlerinin kreşlere dönüştürülmesinden fabrika temelli yemekhanelerin kurulmasına dek çok sayıda deneyimi aktaran yazılar yayınlanıyordu. Bolşevik Inessa Armand 1918’de tüm bu kolektif mekanlardaki işlerin, ev işlerinde “uzmanlaşmış” kadınlar tarafından yapılmayacağını, mekanları çekip çevirmek için özel olarak işçilerin istihdam edileceğini yazmıştı. Bolşevikler kadınları ev işlerinin boğucu atmosferinden sıyrılmasına, politik mücadeleye çekmeye öncelik vermişlerdi. Sınırlar ve zorluklar Ancak pratikte bu özgürleştirici hedeflerin gündelik hayata yansıması hiç de o kadar ko-

TOPLANTI DUYURULARI 16 Kasım Perşembe 19.00 Beyoğlu KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE Konuşmacı: MELTEM ORAL

lay değildi. Ekim Devrimi bir anda çölü gül bahçesine çeviren sihirli bir değnek değildi. Bunun nedeni devrimin siyasi liderliğinin ideolojik zaaflarından ziyade ‘ailenin kararname ile kaldırılamayacağı’ gerçeğiydi. Aile kurumunun karşılık geldiği toplumsal işlevi üstlenecek kolektif kurumlar, alanlar yaratılmadıkça iyi niyetli yasaların, çabaların sınırlı kalması kaçınılmazdı. Pratikte ailenin yerine ne konulabilirdi? Hedeflenen kolektif yemekhane, kreş, çamaşırhanlerin tüm topluma yayılabilmesi için bütçe ayrılmalıydı. Ancak dönemin Rusya’sında uzun yıllar süren savaş koşullarının getirdiği sefalet muazzam boyuttaydı. Yemekhaneler için en basitinden çatal, bıçak, tabak, çanak temin etmek bile büyük bir sorundu. Ev işlerinin kolektifleştirilmesi çabası çok sınırlı ve kısa süreli bir deneyim olsa bile oldukça önemliydi. Ancak birçok meselede somut olanakların sınırlılığına tostlanıyordu. Doğum kontrolü hakkında tartışmak mümkündü ama pratikte kondom bulmak bir meseleydi çünkü kondomun temel maddesini üreten bir sanayi yoktu. Kürtaj ücretsiz ve serbestti ama hastane sayısı az, tıbbi teknolojik yeterlilik ve teçhizatlar sınırlı, doktorlar yetersizdi ve yataklar savaştan gelen yaralılarla ve salgın hastalıkların mağdurlarıyla tıka basa doluydu.

Üsküdar ARABULUCULUK UYGULAMASI KADINLARI NASIL ETKİLEYECEK? Konuşmacı: RUMEYSA ÖZÜYAĞLI

Mevcut olanaksızlıkların yanı sıra başka faktörler de özgürleşme pratiklerinin sınırlı kalmasında etkiliydi. Öncelikle hayat düz bir çizgi halinde ilerlemiyor. 1917’den Sovyetlerin çözülüşüne dek geçen yılları kesintisiz bir çizgi olarak görmek en sık düşülen hatalardan birisi.

23 Kasım Perşembe 19.00

Neden kaybedildi?

Üsküdar 1918 ALMANYA: SAVAŞI DURDURAN DEVRİM Konuşmacı: ÇAĞLA OFLAS

Devrim izole kalmıştı. Bolşeviklerin devrimin hayatta kalması için kaçınılmaz olarak gördükleri Alman Devrimi yenilgiye uğramıştı. Ağır bir iç savaş süreci yaşanıyordu ve 14 ülke devrime saldırıyordu. Savaşın getirdiği yıkım ve bir dizi nedenle Yeni Ekonomik Politika’lar (NEP) uygulanmaya başladı. Bolşevikler için bu ekonomik uygulamalar sosyalizmle bağdaşmıyordu ve günün şartlarının dayattığı bir zorunluluktu. Ancak istisna kural olmaya başladı. 1920’lerle birlikte Bolşevik Partisi içersinde ciddi bir siyasi mücadele başladı. Troçki ve çevresinde 1923’ten beri örgütlenen bir muhalefet vardı. Parti içindeki muhalefet demokrasi ve ekonomi konularında eleştirileri etrafında örgütlenmeye çalışırken Zinovyev, Kamenev ve Stalin’in başını çektiği iktidar odağı muhalefeti ezmek için sert bir mücadele başlattı. NEP uygulamaları batı kapitalizmiyle rekabet etme hedefiyle ekonominin temel kararkteri haline gelmeye başladı. Yaşanan siyasi dönüşüm, devrimin kazanımlarının kaybedilmesiyle sonuçlanıyordu. Giderek yükselen stalinizm ekonomik politikalarla uyumlu bir şekilde aileyi yeniden Sovyet “resmi ideolojisinin” merkezine yerleştirdi. İşçi sınıfı kendi kendisini örgütlemeyi ve yönetmeyi kaybettiği ölçüde kadınların kazanımları da kaybedildi.

17 Kasım Cuma 19.00 Fatih DEMOKRATİK İSLAM MÜMKÜN MÜ?: ALİYA İZZETBEGOVİÇ DENEYİMİ Konuşmacı: ÜMİT AKTAŞ Kadıköy KAPİTALİST YAĞMA: ZENGİNLERE VERGİ CENNETLERİ Konuşmacı: ÖZDEŞ ÖZBAY Şişli KADINLAR HAYATTAN E MÜCADELEDEN VAZGEÇMİYOR Konuşmacı: RUMEYSA ÖZÜYAĞLI Beyoğlu GÜNÜMÜZDE FAŞİZM VE OTORİTER REJİMLER Konuşmacı: AHMET YILDIRIM

24 Kasım Cuma 19.00 Fatih 1918 ALMANYA: SAVAŞI DURDURAN DEVRİM Konuşmacı: ŞENOL KARAKAŞ Kadıköy 1918 ALMANYA: SAVAŞI DURDURAN DEVRİM Konuşmacı: ÇAĞLA OFLAS Üsküdar KADIN YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE Konuşmacı: RAHİME KAHRAMAN Beyoğlu: Leylek Cafe, İstiklal Cad., Küçük Parmakkapı Sok. No 15 Kat 3 Fatih: Ehibbâ Cafe, Zeyrek Mah. Haydarbey Caddesi. No 31 Kadıköy: Serasker Caddesi, Nergis Apt. No:88 Kat:3 Şişli: Nakiye Elgün Sokak, No: 32/3 Osmanbey Üsküdar: Daimler Pastanesi Tunusbağı cd. No:46


İKLİM

11

BONN’DA COP23 TOPLANTISI EMRE MERT

Birleşmiş Milletler Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kap-

samında düzenlenen 23. Taraflar Konferansı (COP23) Almanya’nın Bonn kentinde 6 Kasım’da başladı. Konferansa 25 bin kişinin katılması bekleniyor. Konferans karar konferansı olarak da bilinen 2015 Paris İklim Konferansı’nda alınan kararların yürürlüğe konulması gündemiyle toplanıyor. Bu amaçla ayrı ayrı her ülkenin sera gazı salınımlarının düzenli olarak kontrol edilmesi için bir mekanizma oluşturulması tartışılıyor. Paris Anlaşmasında ülkeler sera gazı salınımlarını azaltmak için belirli oranlarda hedefler oluşturmuşlardı. Bonn’daki toplantıdan hemen önce Birleşmiş Milletler ülkelerin bu hedeflerin gerisinde kaldığına dair bir rapor yayınladı. Trump ABD Başkanı olur olmaz bu anlaşmadan çekildiğini duyurmuştu ancak yine de ABD Bonn’a bir heyet göndereceğini açıklamıştı. Amerikan basınında bu heyetin nükleer enerji ve temiz kömür diye adlandırılan bir kömür türünün propagandasını yapmak için Bonn’da görevlendirildiği yazılmıştı. ABD heyeti Paris Anlaşmasının uygulanması sürecine aktif katılım yapacaklarını ve masada olacaklarını söyledi. Trump’ın Paris Anlaşmasından çekildiğini açıklamasına rağmen Amerika’da 20 eyalet, 50’den fazla şehir ve en büyük Amerikan şirketlerinin 60’dan fazlası sera gazı salınımlarını azaltacaklarına dair bir anlaşma imzalamışlardı. Bu oluşumlar Bonn’da America’s Pledge adıyla bir grup oluşturdu. Bu grup Çin ve ABD’den sonra dünyanın en büyük 3. ekonomisini de oluşturuyor. Bonn’da bu grubun gönüllü katkılarının diğer bağımsız devletlerle aynı denetim mekanizmalarına tabii olmasının karara bağlanması önerildi. Konferansa bir okyanus adası olan Fiji’nin başkanlık etmesi oldukça önemli. Toplantıda Trump yönetimine en sert çıkışlardan birini Fiji heyeti yaptı. Heyet ABD ile bile müzakere yapmak durumunda olduklarını söylemişti. Fiji, geçtiğimiz yıllarda kasırga etkisiyle yıkıma uğradı ve iklim değişikliğinin en fazla tehdit ettiği ülkeler arasında yer alıyor. Fiji gibi mağdur ülkelere maddi yardımların yapılması için oluşturulan Yeşil İklim Fonu’nun işler hale gelmesi de Bonn’daki toplantılarda gündemde yer alıyor. Katkıda bulunmaları için gelişmiş ülkelere çağrılarda bulunuluyor. G20 üyesi olmakla övünen Türkiye de Yeşil İklim Fonundan yardım almak için temaslarda bulunuyor. Bonn aynı zamanda Almanya’nın en eski ve en fazla karbon salınımı yapan termik santrallerinden birinin bulunduğu bir şehir. Bonn’daki toplantı başlamadan önce yapılan alternatif forumda çevre örgütleri burada bir ara-

15 BİN BİLİM İNSANINDAN ACİL UYARI! 180 ülke tamamından bir bilim insanın grubu tüm dünyayı acil bir şekilde uyardılar. 15 bin bilim insanının uyarısının başlığı şöyleydi: “Zaman bitiyor.” Bu, ikinci uyarı. 25 yıl önce 1700 önde gelen bilim insanı bir uyarı yapmış ve 1992 yılında acil önlemler alınmazsa dünyanın geri dönüdürülemez bir şekilde sakatlanacağını açıklamıştı. 25 yıl önce yapılan uyarılar dikkate alınmadı.

Bonn’da iklim protestosu.

ya geldi. Bonn’a çok yakın olan bu termik santralde aktivistler bir eylem gerçekleştirdi. 11 Kasım cumartesi günü Bonn sokaklarında 2000 kadar aktivist renkli bir protesto düzenledi. Almanya’da termik santrallerin kapatılması için son yıllarda işgal eylemleri yapılıyor. Termik santrallerin genişlemesi için yapılan ağaç katliamını engellemek için dünyanın çeşitli yerlerinden gelen aktivistler ormanlarda kamp kurmuşlardı ve birkaç senedir bu kamptaki direnişleri devam ediyor. ABD’de ise çevre örgütü Sierra Club’ın başlattığı Beyond Coal kampanyası ülkede termik santrallerin yarısının kapatılmasında büyük rolü oynamıştı. Sierra Club, Obama döneminde termik santrallerin kapatılmasında yakaladıkları oranı Trump döneminde de sürdürmeyi başardıklarını açıkladı. Bu kampanyanın Avrupa’ya yayılmasıyla birlikte tüm Avrupa ülkelerinin

Bugün ise durum çok daha vahim. 15 bin bilin insanı uyarılarına “Biz korku yaratan insanlar değiliz” diyerek başlıyor. Oregan Eyalet Üniversitesi’nden ormancılık fakültesinden bir profesör “kanıtlarımızı korku yaratmaya çalışan yabancı çobanlıkla suçlayanlar yanılıyor. Biz verileri analiz ediyoruz. Uzun vadeli gözlemlerin sonuçlarını analiz ediyoruz. Sürdürülemez bir yolda hızla aşağı doğru gideyoruz.” diyerek yeni uyarının öneminin altını çiziyor. yeni uyarının tam adı “Dünya Bilimcilerinin İnsanlığa İkinci Uyarısı.” Uyarıyı yapanlar 1992 yılında yapılan ilk uyarıdan sonra olumlu adımların atıldı-

tamamen kömürden uzaklaşması için yerelde ve Avrupa genelinde çalışmalarda bulunuyorlar. Şu an itibariyle Avrupa’da İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda, Portekiz ve Baltık ülkeleri kömürden tamamen uzaklaşacaklarını beyan ettiler. 28 Avrupa ülkesinin de tamamen yenilenebilir enerjiye geçmesi bu iklim kampanyalarıyla hedefleniyor. Ancak bunlar küresel ısınmayı durdurmak için oldukça yetersiz. İklim değişikliğinin sorumlusu olan devletlere ve şirketlere karşı mücadele devam ediyor olmakla birlikte kapitalizmin doğasında bulunan rekabet ve büyüme zorunluluğu iklim değişikliğine dair devletlerin ortak bir çözüm bulmasını imkansız kılıyor. Ekolojinin ve ekolojinin bir parçası olan insanlığın kurtuluşu bu nedenle çevre ve ekoloji mücadelelerini antikapitalist bir perspektifle inşa etmekten geçiyor.

ğını da vurguluyorlar. Bu olumlu adılardan birisi Ozon tabakasının incelmesine neden olan süreçler konusunda atılanlar. Fakat genel olarak insanlık ilerleme maskesi altında berbat bir sınav veriyor. Temel çevre tehlikeleri ve acil dikkat siteyen hçbir konu dikkate alınmadı.

suyunda yüzde 26 oranında kayıp olduğunu, hayvancılıktan çıkan pislikler nedeniyle ölü bölgelerde yüzde 75’in üzerinde artış yaşandığını ve karbondioksit emisyonlarında yılda üçte ikilik bir artış olduğunu gösteriyor. Üstelik insan nüfusunun artışı son hızla devam ediyor.

Bilim insanları dört önemli noktanın altını çiziyor bu konuda: 1. Sera gazının salımı azaltılmıyor , 2. Ormansızlaşma hızlnıyor, 3. Tarım üretiminde ve toprak kullanımında müthiş bir gerileme yaşanıyor, 4. Altıncı büyük kitlesel yokoluş sürecine girilmiş durumda.

15 bin bilim insanı, hükümetleri bir dizi adım atmaya çağırıyor. Bunlardan birisi, korkunç boyutlara yükselen gelir dağılımındaki uçurumun artması. Küresel kapitalizmin gezegeni yok eden, yoksulları derin bir sefalete mahkum bırakan poltikalarına karşı kitlesel eylemleri örgütlemek tek çaremiz.

Analizler, taze içme suyu ve kullanma


DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE

Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org

MİLLETVEKİLLERİNE ÖZGÜRLÜK n

Milletvekilleri tutuksuz yargılanmalı

n

Baskı değil özgürlük istiyoruz

n

OHAL artık son bulmalı

Halkın oylarıyla seçilen 10 milletvekili hapiste.

6 milyon insanın oyunu almış Selahattin Demirtaş'la birlikte HDP'li 9 milletvekili bir yıldır tutuklu. Bu tutukluluk hali keyfi, çünkü HDP'liler henüz mahkemeye dahi çıkartılmadı. Gazetemiz çıktığı gün Anayasa Mahkemesi, HDP'li vekillerin başvurularını görüşecek. Daha önce verdiği karar, 'milletvekili tutuklu yargılanmaz’dı. CHP milletvekili Enis Berberoğlu da aylardır hapiste. Hakkında verilen ağır cezanın iptali yönünde bir mahkeme kararı var. Berberoğlu'nun sızdırmakla suçlandığı MİT Tırları haber ve belgelerinin belirtilen zamandan çok önce çeşitli medya kuruluşlarında ele alındığı biliniyor. Buna rağmen inatla hapiste tutuluyor. Halkın oylarıyla seçilmiş milletvekillerinin, tutuksuz yargılanmaları gerekirken hapse atılması başta muhalif seçmenler olmak üzere halkın bütününe verilmiş bir gözdağıdır. Bir yılda neler kaybettik? HDP'li vekiller 4 Kasım 2016 günü tutuklandı, bu tutuklamalar ağır sonuçlara sebep oldu: - Meclisteki üçüncü parti ve Kürtlerin siyasi temsilcisinin ağır baskılarla devre dışı bırakılması, mecliste gerek savaş tezkeresinin gerek baskı yasalarının engelsiz ve tartışmasız geçmesine yol açtı. Milyonların umudu olan barışın sesi susturulurken, her türden diyalog ve müzakere ortamı da yok edildi. - Vekillerin tutuklanması, genel tutuklama ve kitlesel işten çıkarma dalgasına hız verdi. Seçilmişler, fikirlerinden dolayı kolayca hapse atılırken, toplumun geniş kesimlerinin demokratik kazanımlarının geri alınması kolay oldu. - OHAL'le süren bir yıllık baskı, ekonomiyi istikrarasızlığa sürüklerken, hayat pahalılığı da arttı. Bunu protesto etme ve değiştirme imkanları da olabildiğince kısıtlandı. - 15 Temmuz darbe girişimi davası, darbeye karşı olanların da tutuklanmaları ile sulandırıldı. Yenik darbecilere koz verilirken, bir bütün olarak darbenin üstüne gitme yolu da kapatıldı. Bilanço vahim, adaletsizlikler diz boyu, ister hükümeti ister muhalefeti desteklesin, halkın çoğunluğu olan bitenden rahatsız. OHAL uygulamalarının son bulmasını istiyor. Derhal serbest bırakın! Artık yeter! Muhaleft üzerindeki OHAL'e hayır! Tutuklu 10 milletvekili derhal özgür bırakılmalıdır. Milletvekillerinin serbest bırakılması, toplumu zehirleyen bu siyasal iklime son verecek, demokratikleşmenin önünü açacaktır. Emekçilerin çıkarı baskı da değil özgürlükte. Acil çözüm bekleyen taleplerimizi kazanmak için demokrasiye ihtiyacımız var.

Mecliste protesto eylemi.

REDDETTİĞİMİZ KÖHNEMİŞ YÖNTEMLER 1990'larda Kürt millletvekillerinin hapse atılması ve yıllarca tutuklu kalmasının bedelini ağır bir şekilde ödedik. Bugün aynı baskı politikalarının bedelini yine biz ödüyoruz. O gün askeri vesayet rejimi hüküm sürüyordu. Yargı, adaleti getiren bir araç değil, muhalefeti susturmak için inen bir balyoz gibi çalışıyordu.

vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması ise sadece HDP'yi siyaset dışına itmekle kalmadı ana muhalefet partisini de prangaladı. Geçen yazı saran adalet isteği ve yürüyüşlerine rağmen, meclisteki

2018 bütçe görüşmelerinde muhalefet hiçbir varlık gösteremez durumda. Askeri vesayetin reddedilen yöntemlerini diriltip halka dayatanlar, geleceğimizi de çalıyor.

Bu devlet mekanizması sadece Kürt vekilleri tutuklamakla kalmadı, daha da ileri giderek Refah Partisi'ni kapatarak bir darbe gerçekleştirdi. İleride Ak Parti'ye yönelik kapatma girişimleri de gücünü buradan aldı. Ak Parti, MHP ve CHP oylarıyla

10 yıl hapiste tutulan vekiller, Orhan Doğan ve Leyla Zana.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.