VR Dosyası

Page 1

TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA VİCDANİ RET

HAZIRLAYAN:İzmir Savaş Karşıtları Derneği


ÖNSÖZ İzmir Savaş Karşıtları Derneği Başkanı Osman Murat Ülke'nin 7 Ekim 1996 tarihinde TCK m.155'deki "halkı askerlikten soğutma" suçunu işlediği gerekçesiyle, Askeri Ceza Kanunu m.58'de düzenlenen "milli mukavemeti kırma" fiiline dayanılarak tutuklanması ile birlikte ülkenin siyasal gündemine "vicdani ret" kavramı ilk kez girmiş oldu. Aslında kamuoyu bu kavramla, 1989 yılında Tayfun Gönül ve Vedat Zencir'in Sokak Dergisi'nde vicdani retlerini açıklamaları ile tanışmıştı. Bu arkadaşlar hakkında TCK m.155'den dava açıldı, ancak sivil mahkemede yargılandılar. Bu yargılama sonucu, Vedat Zencir beraat etti, Tayfun Gönül ise üç ay ceza aldı ve bu da para cezasına çevrildi. Daha sonraki yıllarda ülkede yaşanan savaş boyutlandı, çeşitli kesimlerden savaşa karşı daha ciddi tepkiler gelişmeye başladı, asker kaçaklarının sayısı artış gösterdi. 1993 yılının sonlarına doğru gelindiğinde, bu gelişmelere koşut olarak militarizmin de rahatsızlığı giderek arttı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından Askeri Mahkemeler'in yaygın kullanımı başladı. Böylelikle, sıkıyönetim dönemleri ve casusluk suçları dışında da sivil kişilerin askeri mahkemelerde yargılanmasının yolu açıldı. Aynı yıl, Genelkurmay Başkanlığı'nın basın organlarına ve gazetecilere yönelik yaptığı suç duyurularında da büyük artışlar oldu. Genelkurmay Başkanlığı tarafından Adalet Bakanlığı kanalıyla savcılıklara gönderilen suç duyurularının sayısı 217'yi buldu. Bu suç duyurularından mahkumiyet kararı çıkmamasına tepki gösteren Genelkurmay Başkanlığı yetkilileri, "Yargı fevkalade iyi işlemelidir. 217 suç duyurusundan şu ana kadar hiç mahkumiyet yok. Bu olmaz" diye konuştular. Bu olaydan kısa bir süre sonra Genelkurmay Askeri Mahkemesi, özel bir televizyon kanalı olan HBB'nin program yapımcılarından Erhan Akyıldız ile Ali Tefik Berber'in ve İzmir’deki Savaş Karşıtları Derneği başkanı Aytek Özel'in tutuklanmasını kararlaştırdı. O tarihten bugüne kadar onlarca gazeteci, sanatçı, öğrenci ve anti-militarist TCK m. 155'ten Askeri Mahkemeler'de yargılandılar. Ancak hiçbir yargılama, kamuoyundan yeterince ilgi ve tepki görmedi. Osman Murat Ülke'nin yargılanması bu anlamda bir ilki oluşturdu. Başta üç büyük kent olmak üzere, ülkenin bir çok yerinde oluşturulan dayanışma komiteleri ile Osman Murat Ülke'ye sahip çıkıldı, TCK, m.155 ve Askeri Mahkemeler eleştirildi ve vicdani reddin bir hak olduğu vurgulandı. Medya sınırlı da olsa sayfalarında yer verdi. Ama en önemlisi "Vicdani ret" kavramı bir deklarasyon olmaktan çıkarak Osman Murat Ülke'nin eyleminde doğru bir biçimde içeriklendi. Türkiye'de asıl ilk olan buydu işte. 19 Kasım 1996'da Genelkurmay Askeri Mahkemesi, Osman'ın tutukluluk haline son vererek, askerliğini yapması için Bilecik’teki birliğine gönderilmesi kararı aldı. Yaklaşık 45 gün süren bu tutukluluğun büyük bölümünü Mamak Askeri Cezaevi'nde hücre cezası ve açlık grevinde geçti. Osman, bir sivil olduğu halde burada kendisine dayatılan askeri yaptırımlara uymadı, tek tip elbise giymedi. Aynı tavrını, hiçbir örgütlü şiddet kurumunun parçası olmayacağını, dolayısıyla askerlik yapmayacağını söyleyerek Bilecik’teki askeri birlikte de sürdürdü. Bu vicdani ve ahlaki bir tutumdur. Osman kendine ve orduya karşı dürüsttür.Kaçmadı, çürük raporu almak için uğraşmadı ve "parası neyse veririz" diyerek bedelli askerlik yolunu seçmedi. Karşısına çıkan/çıkacak olan zorlukları göze alarak/katlanarak itaatsizliği seçti. İlk olan işte budur. Bilecik’te birkaç gün kalan Osman Murat Ülke, burada emre itaatsizlik suçu işlediği gerekçesi ile tekrar tutuklanarak Eskişehir'deki Askeri Cezaevi'ne kapatıldı. Akabinde Eskişehir 1. Taktik Hava Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde "emre itaatsizlikte ısrar"


suçlamasıyla hakkında dava açıldı. 27 Aralık'ta çıkarıldığı ikinci duruşmada tahliye edildi. Tahliye sonrası götürüldüğü askerlik şubesinde Osman Murat Ülke'ye, bağlı olduğu birliğe kendi başına gitmesi söylendi. Bir vicdani retçi olan ve hiçbir şekilde askerlik yapmayacağını söyleyen Ülke'nin, doğal olarak herhangi bir zor olmadığı koşulda, kendiliğinden askere gitmesi söz konusu olamazdı. Birliği yerine evine gitti. Bir basın açıklaması yaparak kaçmadığını, adresinin bilindiğini ve olağan yaşantısını sürdüreceğini kamuoyuna bildirdi. Ayrıca 28 Ocak 1997'de Genelkurmay Askeri Mahkemesi'nde tutuksuz olarak süren duruşmasına katılarak savunmasını vermek istediğini söyledi. Bu duruşmada Osman Murat Ülke tutuklanabilir ya da zorla, tekrar birliğine götürülebilir. Böylesi bir gelişmede yaşananlar tekrarlanacak ve Osman belki de yeni zorluklar ve cezalar ile karşılaşacaktır. Ama bu, onun seçimidir... Ancak gelişmelere şöyle bir baktığımızda, Osman Murat Ülke'nin şahsında saldırıya uğrayan şeyin, barış, demokrasi ve insan hakları mücadelesi olduğunu görebiliriz. Çünkü o; temel bir insan hakkı olan vicdani ret hakkını kullanmıştır. Vicdani ret, düşünce ve vicdan özgürlüğünün meşru bir kullanımı ve tezahüründen başka bir şey değildir. Bu hak, bir çok değişik uluslararası sözleşme ve kararda yer alarak evrensel düzeyde onay kazanmıştır. Yine bugüne kadar yaşananlara baktığımızda diyebiliriz ki, Türkiye'de vicdani ret hakkının kullanılmasının, süreç olarak iki aşamalı bir yol izleyeceği görünmektedir. Reddini açıklayan kişi öncelikle, henüz sivil bir kişiyken, halkı askerlikten soğuttuğu gerekçesi ile TCK, m.155 ve askeri yargıyı karşısında bulacaktır. Bu açıkça düşünce ve anlatım özgürlüğünün engellenmesidir. Vicdani retçinin mücadelesi, temel hak ve özgürlüklerin korunması doğrultusunda ve olağanüstü bir mahkeme niteliğindeki askeri yargıya karşı demokratikleşme ve hukuk mücadelesinin bir bileşeni olarak gelişecektir. Söz konusu sorunun aynı zamanda, retçi olmadığı halde vicdani ret hakkını savunan, retçilere destek veren ya da orduyu herhangi bir şekilde eleştiren herkesin önünde durduğu unutulmamalıdır. İkinci aşama, retçinin zorla askere götürülmesidir. Artık vicdani ret bir düşünce, bir deklarasyon olmaktan çıkarak kişinin eyleminde vücut bulmaktadır. Bu aşamada militarizmin bütün şiddeti, provokasyonları, irrasyonalitesi ile karşı karşıya kalış vardır. Eleştiri daha doğrudan ve çıplaktır. Onun nesnesi olmaya karşı direnildiği için de militarizmden kopuş mutlaktır. Bu ise savaşın insan kaynaklarının kurutulması anlamına geldiği için savaş ve şiddet karşıtlığının en somut ifade ediliş biçimidir. İzmirli Savaş Karşıtları olarak çalışma tarzı ve anlayışlar bakımından, alışılagelmiş olandan farklı bir yapı oluşturma isteğine sahibiz. Gerek düşünsel düzlemde, gerekse pratik faaliyetlerde kendimizi dar çıkarcı ve pragmatik siyaset yapışlardan arındırmaya çalışıyoruz. Alanımıza giren ve kendimize dert edindiğimiz konularda demokrasi cephesindeki tüm yapı ve bireylerle karşılıklı bilgilendirme, birikim aktarma yoluyla gönüllülük temelinde ve eşit ilişki kurmak en temel ilkemizdir. Bizim için iyi ve doğru olanı başkalarına önermeyi önemsediğimiz kadar bize yapılan öneri ve eleştirileri de aynı şekilde önemsemekte ve varoluşumuz için gerekli saymaktayız. Bu anlayıştan kalkarak yukarıda ana hatlarına kısaca değinmeye çalıştığımız sürecin ilk günlerinde TCK, m.155 ve Askeri Yargı konusunda küçük bir dosya hazırlamıştık. O çalışmanın bir devamı olarak "Vicdani ret" konusunda tartışmak ve bilgilendirme yapmak amacıyla yeni bir dosya hazırladık. Bu amaç, aynı zamanda bir hatırlatmayı da içeriyor. Dosya; algılayışlara ve isteklere bağlı olarak yapılacak katkılarla daha genişlemiş, ama bize ait bir dosya olarak kalabilir. Ya da hepimizin ortak dosyası haline gelebilir. Durduğumuz noktadan baktığımızda karşı karşıya olduğumuz sorunun önemi bize, dosyanın hepimize ait


olması gerektiği sonucunu veriyor. Değerlendirme size/sizlere ait. Sonuç ne olursa olsun her türlü katkı ve çaba bizim için değerlidir ve önemlidir. Hepsi için şimdiden teşekkür ediyoruz.. VİCDANİ RED KAVRAMINA İLİŞKİN DEĞİNMELER Dil önemlidir. Kavramlarımız, öyle zannediyorum ki, içeriklerinden daha fazlasını; kavramı kullananın o içerikle kurduğu ilişkiyi de gösterirler. Ve bilinmesi, iyice bilinmesi gerektiği üzere her kavram belli bir düşünce dünyasında doğar ve bu dünyanın renklerini kendisiyle beraber taşır. Gerek bu makaleye adını veren "vicdani ret" kavramı, gerekse bu kavramın içinde doğduğu savaş karşıtı çerçeve, üzerinde yaşadığımız coğrafyada ilk kez on yıldan daha kısa bir süre öncesinde duyulmaya başlandı ve sadece üç yıldır örgütlü bir mücadelenin ekseni olageldi. Bizi bu makaleyi kaleme almaya yönelten öncelikli neden "vicdani ret" kavramını kendi öz bağlamında açıklamaya çalışmak ve sınırlı da olsa öncelikle ahlaki ve -belli bir dolayıma tabi olarak da- politik temellerini ifade etmekti; ancak, yazma nedenimiz salt bu çabayla sınırlı değil. Vicdani ret kavramının -ya da pratikte, ilk vicdani retçilerin ortaya çıkmasının- çok geniş olmasa da yarattığı bir etki var. Bu etkinin öncelikli nedenini elbette on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın belirlediği politik-toplumsal gerçeklikte aramak yerinde olur. Savaşın yarattığı bu koşullar vicdani ret kavramının kendi gerçekliğini anlamayı (paradoksal olmayan ama yine de ilginç bir şekilde) zorlaştırmaktadır. Zira, savaşa ilişkin her -tarafsız değil ama varolan taraflardan bağımsız- tutum savaşan tarafların gayretkeşliğiyle ya yok edilmeye ya da taraflardan birine yamanmaya çalışılıyor. Buna bir de bu coğrafyanın gayet pragmatist, incelmiş bir zekadan ve idealleriyle diyalektik bir ilişkide belirlenmesi gereken -ama böyle olmayan- ahlaki değerlerden yoksun olan geleneksel muhalefet kültürünü ekleyin. Sonuç; bir düşüncenin kendisini savaşan tarafların ya da geleneksel sol muhalefetin dışında; olduğu gibi var etmesinin ve hele de kamuoyu tarafından anlaşılmasının bütünüyle zorlaşmış olduğudur. Ortaya çıkan birçok yeni kavram gibi "savaş karşıtlığı", "vicdani ret", "antimilitarizm", "şiddetten arınmış eylem", "sivil itaatsizlik" vd. de yol açtıkları muhalefetin etkisi oranında devlet tarafından bastırılmaya, geleneksel sol söyleme eklenebildikleri oranda bu söylemin sürdürücüsü kesimler tarafından kendilerine mal edilmeye, aksi takdirde, "demokratik küçük burjuva tavrı" olarak bir kenara atılmaya, savaş konusundaki duruşlarıyla da "haklı savaş"ın destekçisi haline getirilmeye çalışılıyor. Bu erozyondur. Bu makale, aynı zamanda, okuyucusuna etkiyebildiği oranda bu erozyonu azaltma isteğinin de bir ürünüdür. Vicdani Reddin Ön temelleri Vicdani ret, bireyde vücut bulan ve bu nedenle belli bir birey tasarımı doğrultusunda kavranabilen savaş karşıtı bir tutumdur. En kısa tanımıyla; bir bireyin ahlaki tercih, dini inanç ya da politik görüşleri nedeniyle askerlik yapmayı reddetmesidir. Farklı motivasyonlardan kaynaklanan ama aynı eylemde birleşen bireylerin, kuşkusuz, ortak bir paydaları vardır. Bu payda militarizme karşı olmaktır. Militarizmin ve hizmet ettiği devlet aygıtının (tahakküm mekanizması da diyebiliriz) birey üzerindeki en arsız tasarruf iddiasına karşı olmaktır. Özel olarak militarizm ve genel olarak da tahakküm mekanizması hayatımızın birçok alanında ve hatta hayatımızın kendisi üzerinde çeşitli tasarruflar iddia etmekte, bu tasarrufları kullanmak için şiddeti örgütlemekte ve bu tasarruf iddiasına karşı çıkmayı da -yine örgütlü şiddet ile garanti altına alınan- yaptırımlara bağlamaktadır. Tüm toplumsal modelimiz, bir tahakküm mekanizması olan iktidarın bu tasarrufunu kullanabileceği biçimde örgütlenmiştir; ailede, okulda, işyerinde, orduda ve bizatihi her gün onlarca defa üzerinde yürüdüğümüz caddelerde. Ve tek tek her birey, iktidarın kendi üzerindeki bu tasarruflarını kabul edecek, bu


tasarruflarına hizmet edecek ve üstüne üstlük bir de bundan gurur duyacak biçimde yetiştirilmekte, daha doğru bir tabirle öğütülmektedir. Hayatımız üzerindeki bu tasarruflar neredeyse sonsuz bir çeşitlilikte ortaya çıkar. Vergiye tabi tutulmak, yasal olarak gözaltına alınmak, yasalar ile onaylanmayan ama aynı yasalar tarafından fiili olarak korunan bir biçimde işkenceye uğramak, tecavüz edilmek, okulda dayak yemek, işten çıkarılmak, aç bırakılmak, hayatımızın bir buçuk yılını orduya adamak, bunu yapmaya zorlanmak, yapmaktan kaçındığımız takdirde soruşturulmak, aranmak, yakalanmak, dövülmek, itaat etmeye zorlanmak, insan öldürmesini öğrenmek, şiddet kullanmak, insanlıktan çıkarılmak, köylülere bok yedirmek, yapmak istemezsek yine dövülmek, ana dilimizi konuşamamak, vb, vb. Yaşamımız boyunca bunları ve daha nice benzerlerini hepimiz görürüz. Bazılarımız bunların arasından yaşar gider, bazılarımız ise "Niye?" diye sorar. Rahatsız olur. Yaşanan durumu kendi adalet tasarımına, ahlakına, inançlarına, kısaca kendisini kendisi yapan herzeye aykırı bulur. Burada bir insanın hayatı üzerinde iki farklı hak iddiası vardır; biri o insanın kendisine aittir, diğeri ise iktidara. Vicdani ret kararı, bu çatışkının en yoğun yaşandığı durumlardan birinde ortaya çıkar ve çoğunlukla, askere çağrılan bireyin bu çağrıyı alenen reddetmesiyle gerçekleşir. Aslında söz konusu olan, bireyin kendi hayatı ve bizzat yaşama hakkı üzerinde, kendisinden başka bir yetkenin tasarrufunu kabul etmemesidir. Ve bu, bize, son derece makul gözüküyor. Ahlaki Sorumluluk: İşbirliği Yapmamak İnsanları vicdani retçi olmaya yönelten çeşitli gerekçeler vardır. Bu gerekçeler içerikleri bakımından birbirinden gayet farklı olabilirler. Birey iman ile bağlandığı bir kutsallık tasarımı doğrultusunda askerlik yapmayı reddedebileceği gibi, son derece politik bir tasarım yani bir toplumsal tasarım doğrultusunda da bunu yapabilir. Vicdani ret, bu farklı gerekçelerin ortaklaştığı ahlaki bir momenttir. Zira, hangi gerekçeyle olursa olsun askerlik yapmayı reddetmek, savaş mekanizması ile işbirliği yapmayı reddetmektir ve bireyi, bu reddedişe -neredeyse kaçınılmaz olarak- sürükleyen ahlaki bir sorgulamayı gerektirir. Ahlaki sorgulamayı, kavramların diliyle konuştuğumuz böyle bir metinde ifade etmek gerçekten zor. Anlamak için, insanın kendisiyle hesaplaşmasının derinliklerini tahayyül etmeliyiz. Bu tahayyül bizi tek bir söze, sık sık acı verebilen bir sözcüğe sürüklüyor: Sorumluluk! İnsan sorumludur. Eylemlerinden ve eylememezliklerinden sorumludur. İrade sahibidir ve bu yüzden her koşulda doğru bildiği gibi davranma "imkanı"na sahiptir. Ahlaktan ve sorumluluktan söz edebilmemizi mümkün kılan yegane şey de zaten bu "imkan"dır. Birey, bu imkanı kullanmadığı her durumda "kötülük" olarak addettiği şeyden kendisinin de sorumlu olduğunu duyumsar. En azından, dürüst ahlaki sorgulama bunu gerektirmektedir. Bir eylemin sorumluluğu onu gerçekleştirene olduğu kadar, ona iradi onay veren herkese aittir. Ve kanımızca, askerlik bunun için zorunludur; daha çok insanı savaş mekanizmasının günahlarına ortak etmek için. Vicdani ret, bu günaha ortak olmak istemeyen ahlaki duyarlılıktan doğar. Savaşa Karşı Vicdani Ret Basitçe şunu soracağız: Üzerinde yaşadığımız coğrafyada bir savaş var mı? "Kirli" ya da "haklı" demiyoruz, "terör" ve "teröre karşı mücadele" de demiyoruz; sadece savaş... "Kürdistan", "bölge" ya da "güneydoğu Anadolu"da yaşanan bir savaş... Tırnak içinde kullandığımız kelimelerden bağımsız olarak bu soruya "Evet" diyecek çok az


insan var. Bu şu demektir; tırnak içindeki kavramların kendisinden doğdukları politik tasarımlardan bağımsız olarak savaş üzerine düşünen çok az insan... Kavramların bu çeşitliliği, bizim sadece "savaş" demeyi yeğlediğimiz olgunun tanımlanmasına dair bir tartışmayla karşı karşıya olunduğunu gösteriyor. Gerçi aklı başında hiç kimse, durup dururken, savaş yerine "kirli" ya da "haklı" savaş, "terör" ya da "teröre karşı mücadele" demeyecek; veya bizim gibi, sadece "savaş" demeyi yeğlediğini belirtme ihtiyacı duymayacaktır. Bu, savaş üzerine politik tasarımlar dolayımından düşünmenin ve bu yolla yargıda bulunmanın doğurduğu bir sonuçtur. Ve bu sonuç bize şunu söylemektedir: Pek çok insan belli (ve değişken olabilen) politik amaçlar doğrultusunda, belli tarihsel koşullarda savaşı bir araç olarak onaylamaktadır. Ve bu onay, kimi durumlarda onaylayandan bağımsız da olarak, kendisini politik bir bütünlüğe dayandırır. Savaş, bu politik bütünlük içerisinde onaylanan ve gözetilen amaçların gerçekleştirilmesi yolunda meşru bir araç olarak kabul edilmekte ve pek çok "özgürlükçü-eşitlikçi" söylem tarafından mücadelenin en üst biçimi olarak kutsanmaktadır. Bu durum üzerine düşünmek bizi, ister istemez, araç-amaç ilişkisi üzerine düşünmeye sürüklüyor. Politik düşünceler tarihi açısından bunun neredeyse kadim bir tartışma olduğunu biliyoruz. Bu tartışmayı burada bütünüyle yapmak mümkün değil; ancak, dikkat çekmek istediğimiz önemli bir nokta var. Araç-amaç ilişkisi bakımından birbirine zıt gibi görünen iki tutumdan bahsedile gelir. Birincisi, amaca ulaşabilmek için her türlü aracı meşru gören bir tutumdur ve Makyavel ile özdeşleştirilmiştir. Bu tutum aracın meşruiyetini "yarar" ilkesine göre belirler. İkinci bir tutum doğal olarak başka bir ilkeye dayanır. Bu ikinci tutuma göre bir aracı meşru kılan şey, onun gözetilen amaca "uygun" olup olmadığıdır -ve mesela, tarihsel olarak tipik bir temsilcisini Gandhi'de ve onun şiddetten arınmış direnişinde bulur. Doğrusu, bu ayrımın araç ve amaç arasındaki karşılıklı ve kesintisiz etkileşimi hiçe saydığını düşünüyoruz. Böylesi bir ayrım, her iki tavrı da salt bireyin tercihine tabi olan iki imkan olarak göstermektedir. Oysa, hele ki söz konusu ettiğimiz şey politika olduğunda, araçlardan önce amaçlar tercih edilirler ve bu iki tercih birbirini kesintisiz olarak belirler. Başka bir deyişle, araç ve amaç arasında yapısal bir farklılık aramak boşunadır. Kanımızca Makyavel de, Gandhi de bunun gayet iyi farkındaydı ve her ikisi de politik ideallerine giden yolu bu idealin yapısına uygun bir şekilde formüle etmişlerdi. Öncelikli sorun amacı gerçekleştirmek için doğru aracın ne olduğu değil, bizatihi amacın ne olduğudur. Amaç kendi aracını söyler. Savaştan yana olmak ya da ona karşı olmak... İşlek bir zihin temel sorunun bu olmadığını görecektir. Bir araç olarak savaşı onaylayan ya da reddeden iki ayrı ilkeyle -ve dolayısıyla iki ayrı "amaç kavrayışı"yla- karşı karşıyayız. Savaşı politik bir araç ya da şu çok sevimsiz deyişle "politikanın başka araçlarla devamı" olarak ele aldığımızda, açıktır ki, amacına uygunluğu ölçüsünde meşru bir araçtır o. Öyle ya da böyle her türlü "haklı savaş" söyleminin göz önünde bulundurduğu da bu olsa gerek. Nitekim, ulus-devlet kurmak için savaş kadar uygun pek az araç vardır ve savaşın "doğa"sı ulus-devletin "doğa"sına pek az haksızlık eder. Zira, her ikisi de tahakkümcü niteliklidir. Tahakkümün çeşitli kisveler altındaki her türlü makro politik tezahürünün savaş ile içli dışlı olmasının bir tesadüf olmadığını düşünüyoruz; bu makro politik tezahürlerin hepsinde "haklı savaş" düşüncesini buluyor oluşumuz ise hiç tesadüf değildir. Söz konusu olan tahakkümcü bir toplumsal tasarım yaratmak ya da onu korumaksa savaş buna çok uygun bir araçtır ve


tahakkümcü politik düşüncelerin böyle bir aracı "haklı" olarak adlandırmaması için hiçbir neden göremiyoruz; çünkü savaş, tahakkümün bir başka işlevidir. Vicdani ret de bu düzlemde kavranabildiği ölçüde derinlikli olarak ve hakiki anlamıyla anlaşılabilir. Savaşın hiçbir türüne destek vermemek ve herhangi bir savaş mekanizması içinde yer almayı reddetmek anlamında vicdani ret; savaşı, yani militarizmi, yani örgütlü ve kurumsal şiddeti onaylayan hiçbir politik amacı ve toplumsal tasarımı insan topluluklarının geleceği için hayra alamet bir şey olarak görmemektedir. Toplumsal Değişimin Aracı Olarak Vicdani Ret Vicdani retçilere sıklıkla söylenen şeylerden biri, savaşa karşı bu kadar bireysel bir tutumun, gerçi iyi niyetli olduğu, ama yetersiz kaldığı ve sonuç almaya yönelik olmadığıdır. Bu, diyoruz ki, vicdanının sesini dinleyen bir insanın durumunu anlamamanın bir sonucudur; retçi öncelikle sonuç almak için değil, vicdani kanaatleri gereği başka türlü davranması mümkün olmayacağı için bu yönde davranmaktadır; ama konumuz şimdi bu değil. Vicdani ret tekil bir eylem olarak, şüphesiz, toplumu dönüştürmeye muktedir değildir. Ama unutulmaması gerekir ki vicdani retçi ahlaki bir öznedir; kendi iradesi doğrultusunda davranmakta ve ister istemez ötekileri de böyle yapmaya davet etmektedir. Bu davet, yapısı gereği, bir toplumsal değişim çağrısıdır. Elbette, çoğu kişi bilir ki, toplum böyle çağrılarla değişmiyor; ama bunu bilenlerin pek azı, toplumun bu çağrılar olmaksızın hiç değişmeyeceğinin farkındadır. Dolayısıyla retçinin tutumu, bizzat örnek teşkil etmesi bakımından toplumsal değişim yönünde bir değere sahiptir. Vicdani reddin toplumsal değişim için ifade ettiği asli önem, eylemin kendisinden ziyade, kişiyi bu eyleme sürükleyen kavrayışta yatar. Vicdani retçi -reddinin gerekçeleri çok farklı olsa da- belli bir toplumsal değişim istikametine işaret etmektedir. Bu istikamet; bir, toplumsal değişim mücadelesine katılanların iradelerini özgürleştirmeleri, dolayısıyla iktidar tarafından belirlenen ve yönetilen kişiliksiz nesneler olmaktan çıkıp ahlaki ve politik özneler haline gelmeleri şeklinde; iki, özgürleşme sürecinin politik araçlarını tahakkümün köleleştirici araçlarından ayırmaları, yani şiddetten arınmış bir mücadele örgütlemeleri şeklinde; üç, istenen yeni dünyanın değerlerini bugünden inşa etmek ve onlara yaşam alanı açmak şeklinde; ve daha, şu anda aklıma gelmeyen başka şekillerde tezahür eder. Tüm bu tezahür edişler belli bir meşruiyet fikrine dayanmaktadır. Bu meşruiyet, kuşkusuz iktidar nezdinde değil, üçüncü taraflar yani halk nezdinde ortaya çıkar ve toplumsal değişimin momenti halktan başkası olmayacaktır. Şüphesiz, demek istemiyoruz ki, şiddetten arınmış eylem kendisinden menkul olarak üçüncü tarafları ikna eder ve dönüştürür. Hayır. Demek istediğimiz, vicdani reddin de bir parçasını teşkil ettiği bu eylem biçimlerinin, kendi duruş noktalarını anlatabilmek ve diğerlerini ikna edebilmek için sahip olduğu imkanlılıkların (istidatlar) daha fazla olduğudur. Hiçbir tahakküm sistemi kendisini mutlak bir varoluşa dönüştürmeyi -en azından şimdiye kadar- becerebilmiş değildir. Her tahakküm sisteminin az ya da çok gedikleri vardır ve öyle zannediyorum ki bu gerçek hiç değişmeyecektir; zira insan, yapısı gereği çok çeşitli varoluş imkanlarına sahiptir. "En kapalı, en totaliter toplumlarda bile birisi çıkar ve düzenin çarkına bir yerde çomak sokar; çünkü özne her zaman eyleme muktedirdir ve daima bir özgürlük imkanına sahiptir." Şiddetten arınmış eylem biçimleri meşruiyetlerini tam da sistemin bu kapatılamaz gediklerinde tesis ederler ve bu gedikleri genişletirler. İktidarın şiddeti karşısında, şiddetten arınmış tutum (şiddete boyun eğmeyi değil, şiddete rağmen yapacağını yapmakta ısrar etmeyi kastediyorum) anlatmak istediğini üçüncü taraflara çok daha doğrudan


ve kendisinden kaçınılamaz bir arılıkla iletme imkanına sahip olur. Onun meşruluk iddiasının pratikteki karşılığı işte budur. VİCDANİ REDDİN KISA TARİHİ Vicdani reddin kökenlerini Ortaçağ'da ilk olarak orta Avrupa feodal beyliklerinde bulmak mümkün. O dönemde çeşitli Hıristiyan tarikatları feodal beylerle anlaşmalar yapıp, bir çeşit "savaş vergisi" ödeyerek üyelerini ordu hizmetinin dışında tutuyorlardı. Bu durumu gerçek anlamıyla vicdani ret olarak tanımlamak mümkün değildir; zira, reddetmek denen insani yeti hiçbir çağda bedeli para ile ödenen bir şey olarak ortaya çıkmamıştır. Bu çizgiyi ilk terkeden ve feodal rejimin ya askerlik hizmeti ya savaş vergisi dayatmasına karşı ilk radikal çıkışı gerçekleştiren Almanya'daki "Wiedertaeufer" tarikatı, Katolik kilisesinin kışkırtmasıyla kanlı bir şekilde bastırıldı. Sonrasında 18. yüzyılda İngiltere’de, dini inançları nedeniyle şiddet kullanmayı, askerlik yapmayı ve vergi vermeyi reddeden "Quaker" tarikatını görüyoruz. Quaker'lar gerekçelerinin açıklığı ve tavırlarındaki tutarlılıkla ilk vicdani retçiler olarak adlandırılabilirler. Vicdani retçilerin 20. yüzyılda ilk kitlesel çıkışı 1. Paylaşım Savaşı sırasında İngiltere’de gerçekleşti. Savaşa çağrılan binlerce insan savaşa katılmayı reddettiler, 3.000 tanesi hapse atıldı. Bu çıkıştan sonra 1921 yılında İngiliz retçilerin önemli bir bölümünü oluşturduğu WRI (War Resisters' International - Uluslararası Savaş Karşıtları) kuruldu. WRI daha sonra yerel savaş karşıtı örgütlerin ve vicdani ret örgütlerinin uluslararası çatısı haline geldi. Vicdani ret hareketi 1968 ve sonrasında bütün Avrupa'yı sarstı. Avrupa devletleri vicdani ret hakkını '70'lerin ortasından başlayarak tanımaya başladılar. '80'lerin başında Yunanistan ve Türkiye dışında bütün Avrupa ülkelerinde vicdani ret hakkı tanınmış durumdaydı. Ancak vicdani ret hakkı "sivil hizmet" zorunluluğuyla birlikte elde edilebildi. Silahlı hizmet yapmak istemeyen insanlar gene zorunlu olarak ve çoğunlukla askerlikten daha uzun bir süre hastane, okul vb. sosyal birimlerde çok düşük ücretlerle hizmet etmeye zorlanıyorlar. Batılı liberal devletler bu yasal düzenlemeyle Avrupa vicdani ret hareketinin büyük bölümünü yönlendirmeyi başardılarsa da, bugün, hem askerlik yapmayı hem de sivil hizmet yapmayı reddeden insanlardan oluşan "total ret" hareketi Avrupa, Latin Amerika ve Afrika'nın çeşitli ülkelerinde sürmektedir. Bu tavır devletin birey üstündeki hiçbir tasarrufunu kabul etmemesi ve uluslararası savaş düzenine her ne biçimde olursa olsun hizmet etmeyi reddetmesi ile radikal savaş karşıtlığının gerçek taşıyıcısı durumundadır. İNSAN HAKLARI, BARIŞ, DEMOKRASİ VE VİCDANİ RED Kürt sorununun çözümü için önerilen savaşın başlamasından bu yana 12 yıl geçti. Adı ister "düşük yoğunluklu çatışma" ya da "terörle mücadele" olsun; ister "kirli" ya da "haklı" ön eklerini alsın, her savaş gibi coğrafyamızda yaşanan savaş da hesaba gelmez maddi ve manevi kayıpların yanı sıra, tüm toplumsal ve siyasal yaşamda muazzam bir değişim ve altüst oluşa neden olmaktadır. Savaşla birlikte, insan hakları ihlalleri daha da yoğunlaşmıştır. Savaşa bağlı olarak ırkçılığın ve şovenizmin geniş yığınlar arasındaki yaygınlığı ve gördüğü itibar ürküntü vericidir. Halkın adeta devlet gibi davranmaya başladığı koşullarda, devlet de militarist emir komuta zincirinin tepesindeki karar merciinden ibaret bir görünüm vermektedir. Siyasal kirliliğin artışına koşut bir şekilde, demokrasi düşmanlığı ve hukuk tanımazlık, siyaset yapışın temel ilkesi haline gelmiştir. İnsan hayatının zerre kadar önemi kalmamıştır. Şiddet, sorunları çözmenin tek aracı olarak benzersiz bir iktidara sahiptir. Farklı olanı anlamaya çalışmak, kendini ötekinin yerine koymak tek kelime ile ihanettir. Herkes bizden olmak zorundadır, aksi taktirde yok edilmeyi hak etmiştir. Yok edilmeyi istemeyenler ise bu coğrafyayı terk etmek


zorundadırlar. Tüm bu dayatmalara karşı çıkış ve itaatsizlik ise güçlü değildir; geniş yığınlar nezdinde meşruiyet kazanmış bağımsız bir söylemi yoktur ve mücadele araçlarının seçiminde sistemden tam bir kopuşu yaşayamamaktadır... Savaşın etkilediği sosyal ve siyasal koşulların betimlemesini daha da uzatmak ve ayrıntılandırmak mümkün. Ancak, bu kadarı bile nasıl zorlu ve karmaşık bir gerçeklik içinde olduğumuzu anımsatmaya yeter. Doğaldır ki; bu anımsatmayı bir amaç güderek yaptık. Amacımız; insan hakları, barış ve demokrasi kavramları ile ilişkisi içinde vicdani reddin içinde yaşadığımız gerçekliğin neresine denk düştüğünü ortaya koyma isteğidir. İnsan Hakları ve Vicdani ret 'Vicdani ret' kavramının etik, politik içeriklendirmesi her şeyden önce insanın insan olmaktan kaynaklanan temel hak ve özgürlüklerine dayanır. Temel hak ve özgürlüklerin meşru kullanımı olan vicdani ret; aynı zamanda, görünür bir gerçeklik haline getirdiği bu hakların teminatıdır da. Vicdani ret, insan hakları kavrayışı ve hak kullanımı bakımından oldukça geri düzeyde olan Türkiye'de, insan hakları mücadelesinin bir bileşeni olarak, hak sahibi olma ve hak arama bilincinin gelişmesini hızlandıracak önemli bir moment özelliği taşımaktadır. Vicdani ret öncelikle "yaşam hakkı" nın savunusuna dayanır. Aydınlanma düşüncesinin, insanı kendisi dışındaki ve ona aşkın ilkelere dayanarak kavrayan her türlü dünya görüşüne karşı geliştirdiği birey olmak, biricik bir kişiliğe sahibi olmak anlayışları, devamında bizi "hak sahibi olma" fikrine ulaştırması bakımından önemli bir gelişmedir. Birey/kişi kavramı "irade" ve "eyleme" özgürlüğü gibi yetilerin üzerine oturmaktadır. İrade ve eylemeye ehil olmak ise bir takım doğal haklara sahip olmak ve onları kullanabilmek demektir. İnsan bio-psiko-sosyal bir bütünlüğe sahiptir. Kişi olarak haklarını kullanabilmesi için bu bütünlüğünün korunması bir zorunluluktur. Ancak, bio-psiko-sosyal bütünlüğün oluşmasının ve süreğen bir "gerçeklik" hali kazanabilmesinin ön koşulu da, önce dünyaya gelmiş olmak, sonrada "yaşamı sürdürmek", yani "yaşamak" tır. Bu da "yaşam hakkı" denilen şeyi karşımıza çıkarır. Diğer tüm hakların kullanılabilirlik merkezi olarak "yaşam hakkı" içeriği, kapsamı ile "bir" ve "aynı" olan bir özden ibarettir. Tıpkı tek hücreli bir canlı gibidir. Ona yapılacak herhangi bir müdahale ya da sınır getirme çabası hücrenin tümlüğünü etkiler. Bu aslında onu yok olmaya götüren ya da yok olma tehdidi içeren bir etkilemedir. Dolayısı ile söz konusu "özün", yani "yaşam hakkı"nın, mutlak varoluşunun korunması için, hiç bir önlem, yaptırım ya da kurallar dizgesi ile sınırlandırılmaması, noksana uğratılmaması gerekmektedir. Buradan kalkarak daha özlü bir şekilde diyebiliriz ki "yaşam hakkı", "insanın öldürülmezliği" hakkından başka bir şey değildir. Oysa savaş yol açtığı ağır kıyım ve yıkımlarla insanın varlığına karşı en ciddi tehdittir. Başta yaşam hakkı olmak üzere her türlü insan hak ve özgürlüğünün alabildiğine çiğnendiği, yok edildiği nesnel bir durumdur. Bu bakımdan savaşın hiçbir türüne destek vermemek; öldürmeyi öğreten, ölmeyi ve öldürmeyi emreden her türlü şiddet mekanizması içinde yer almayı reddetmek anlamına gelen vicdani retçilik ise, yaşam hakkını mutlak olarak savunmak demektir. Öncelikle kendi yaşam hakkından yola çıkan vicdani retçi, gerçekleştirdiği bu eylemi ile aynı zamanda başkalarının yaşam hakkının koruyucusu ve güvencesi de olmaktadır. Vicdani reddin dayandığı temel haklardan bir diğeri ise evrensel bildirgenin 18. maddesinde belirtilen "düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkı"dır. Derin inanışları da kapsar biçimde


dinsel, ahlaki veya benzer nedenlerden kaynaklanan vicdani ilkelerle ortaya çıkan vicdani ret, düşünce ve vicdan özgürlüğünün meşru bir kullanımı ve tezahüründen başka bir şey değildir. Bu tezahür ediş, doğal olarak beraberinde "düşünceyi ifade özgürlüğü" gibi temel bir hakkın kullanımını da getirmektedir. Düşünmenin ve düşünceyi ifade etmenin suç sayıldığı, bir çok yasal düzenlemeyle engellendiği bir ülkede, bu hakların dolayımsız bir kullanımı olan vicdani reddin de önünde elbette büyük zorluklar vardır. Vicdani retçinin karşısına, düşüncelerini açıkladığı andan itibaren, "halkı askerlikten soğutmak" gibi belirsiz bir suçu düzenleyen TCK, m.155 ve olağanüstü yargı niteliğindeki askeri mahkemeler çıkmaktadır. Dolayısıyla, vicdani redde ilişkin hak alma çabaları başarıya ulaştıkça "düşünceyi ifade özgürlüğü" için verilen mücadelede önemli bir adım daha atılmış olacaktır. Demokrasi ve Vicdani ret Yurttaşların çoğunluğunun hala "kapıkulu" duygu ve zihniyeti ile körü körüne bağlı olduğu bir devletin egemenliği altında yaşıyoruz. Bu, demokrasinin en temel öğesi olan, verili olanı sorgulayan, eleştiren, reddeden ve değiştirmeye çalışan "özgür iradelerin" yokluğu anlamına gelmektedir. Ordu da, söz konusu duygu ve zihniyetin yeniden üretiminin gerçekleştiği, devletin en önemli ideolojik üretim aygıtlarından biridir. Dolayısıyla, her bakımdan koşulsuz itaati isteyen bir kurumun sorgulanması ve işlevinin reddi anlamındaki vicdani ret; "tebaa" olmaktan, "kulluk"tan kurtulup "irade" ve "eyleme" özgürlüğüne sahip, "birey" olmaya giden yolu açan önemli araçlardan biri durumundadır. Bireyin özgür iradesine dayalı bir çıkış olan vicdani ret aynı zamanda bir toplumsal değişim çağrısıdır. Bu çağrı, diğer tezahür ediş biçimlerinin yanı sıra önerdiği insan ilişkileri ile de gerçekleşir. Tahakkümcü, otoriter ilişkilerin yaşandığı bir ortamda özgür iradelerin, bunlara dayalı vicdani kanaatların oluşmasının mümkün olamayacağı çok açıktır. Bu bakımdan hiçbir iktidar ve tahakküm ilişkisine izin vermeyen, eşit ve özgür irade sahiplerinin ilişki biçimi olarak taban demokrasisi, vicdani ret hareketinin daha doğru bir deyişle anti-militarist hareketin oluşmasının ve gelişmesinin önkoşuludur. Bu önkoşul aynı zamanda, bugüne kadar yönetenler açısından olduğu kadar, yönetilenler açısından da hep sorunlu bir kavram olan demokrasinin yaşam biçimi haline gelmesi için bir öneri, bir imkanlılıktır. Vicdani reddin reel düzlemde demokratikleşme ve hukuk mücadelesinin zenginleşmesine yönelik katkısı ise çok daha yakın bir imkanlılık olarak gözükmektedir. Bu, uluslarüstü hukuk normlarının benimsetilmesi uğraşısıdır. Başka bir çok alanda olduğu gibi, bu alanda da T.C. devleti altına imza attığı uluslararası sözleşmeleri ve kararları bir türlü uygulamamakta ve yokmuş gibi davranmaktadır. Vicdani ret hakkına ilişkin uluslararası düzeyde alınmış kararların ve yapılmış sözleşmelerin iç hukuk kuralı haline getirilmesi yönünde sağlanacak bir başarı bir çok açıdan örnek oluşturacaktır. Diğer alanlardaki uğraşılar ile karşılıklı etkileşim içindeki bu katkı, genel demokrasi ve hukuk standardının yükselmesi anlamına da gelecektir. Barış ve Vicdani ret Bugün ulaşılan noktada, savaşın getirdiği yıkım, hiç kimsenin hatta savaşı sürdüren güçlerin bile tahammül edemeyeceği boyuttadır. Bir çözüme ulaşma ve barış talebi, tüm ağırlığı ile kendini dayatan bir gerçekliktir. Ne var ki savaşan güçler, savaşı kendileri açısından rasyonalize eden, meşrulaştıran, gerekliliğini mutlak kılmaya çalışan ve biraz dikkatlice incelendiğinde benzerlikler taşıdığı görülen bir söyleme sahipler. Bu söylemin ve onu


oluşturan düşünüş biçiminin içinde kalarak, gerçekten savaşa karşı bir tutum geliştirmek ve çözüm üretmek mümkün değildir. Kurumsal şiddeti onaylayan tüm siyasal, toplumsal amaçları yadsımak; savaşın hiçbir türüne destek vermemek; herhangi bir savaş mekanizması içinde yer almayı reddetmek anlamındaki "vicdani ret", taraflardan tümüyle bağımsız ve üçüncü bir seçeneğin varolduğunu açık ve net olarak göstermektedir. Bu, aynı zamanda, savaşın insan kaynaklarının kurutulması çağrısını da içermektedir. Bu çağrının karşılık bulması halinde savaşı durdurabilme ve gerçekten savaş yanlısı güçlerden bağımsız, adil bir çözüm üretebilme imkanı yakalanabilecektir. Son günlerde yaşanan gelişmeler, özellikle kazadan sonra açığa çıkan siyasal gerçekler açıkça göstermiştir ki; barış, demokrasi ve insan hakları mücadelesinin önündeki asıl engel militarizmdir. Savaşın sürmesini isteyen de "o" dur. Başta faili meçhul cinayetler olmak üzere her türlü insan hakları ihlalinin sorumlusu da "o" dur. Artık militarizmi doğrudan hedef almadan sürdürülecek olan demokrasi ve insan hakları mücadelesi ile bir sonuca ulaşmak mümkün görünmemektedir. Bu bakımdan militarizmi doğrudan sorgulamaya alan, onu güçlendirecek her türlü ilişkiden kendini muaf tutmayı amaçlayan vicdani reddin barış, demokrasi ve insan hakları mücadelesinin bir bileşeni olarak önemi görmezden gelinemez. VİCDANİ REDDE İLİŞKIN KARAR ÖRNEKLERİ 1. BIRLEŞMIŞ MILLETLER Askerlik hizmetini vicdani redle ilgili 1993 yılı kararı (8 Mart l993 dökümanı E/CN 4/1993/L.107: "Gençliğin, askerlik hizmetini vicdani ret sorusunu kapsayacak biçimde, insan haklarının desteklenmesi ve korunması içerisindeki rolü".) Avusturya, Kosta Rika, Rusya Federasyonu, ABD, Kanada, Hollanda, Portekiz ve Birleşik Krallık (İngiltere ve Kuzey İrlanda) tarafından hazırlanmıştır. İnsan Hakları Komisyonu; -Tüm Üye Devletlerin, insan haklarını ve temel özgürlükleri destekleme ve koruma ve çeşitli uluslararası insan hakları belgeleri, Birleşmiş Milletler Şartı ve insancıl hukuk çerçevesinde üzerine aldığı yükümlülükleri yerine getirme ödevleri olduğunu tekrarlayarak, - İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin, yaşam hakkı, kişi özgürlük ve güvenliği, düşünce, vicdan ve din, vicdani ret haklarını düzenleyen 3 ve 18. maddelerini hatırlayarak, - Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi tarafından tanınan, herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip olduğunu akılda tutarak, - Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkının yasal uygulaması olarak herkesin askerlik hizmetini vicdani ret hakkı olduğunu tanıyan Mart l989 tarihli 89/59 sayılı tavsiye kararını hatırlayarak - Genel Kurul'un l985 yılını "Uluslararası Gençlik Yılı, Katılım, Gelişme, Barış" olarak adlandırdığı 17 Aralık 1979 yılı 34/15 no'lu kararı, Genel Kurul'un; genç insanların anlayışla, tüm insanlar için barış, adalet ve saygı ruhuyla büyütülmesi gerektiğini düzenleyen Aralık 1965, 2037 (XX) ve 19 Aralık 1968, 2447 (XXIII) sayılı tavsiye kararlarını akılda tutarak, - Pek çok ülkede askerlik hizmetini vicdani reddi sağlamaya dair devam eden gereksinime dikkat çeken Alt- Komisyon Özel Raportörü'nün düzenlediği insan hakları ve gençlik hakkındaki sonuç raporuna ( E/CN.4/Sub.2/1992/36) dikkat ederek, - askeri hizmeti yapan insanların, vicdani ret geliştirebileceğinin bilincinde olarak, - askeri hizmeti vicdani reddin, derin inanışları da kapsar biçimde dinsel, ahlaki veya benzer


nedenlerden kaynaklanan vicdani ilkelerden ve nedenlerden ortaya çıktığının farkına vararak, 1. Uluslararası Sivil ve Politik Haklar Sözleşmesi m. 18'de olduğu kadar İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi m.18'de de belirtildiği gibi, herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkının meşru kullanımı olarak askerlik hizmetini vicdani ret hakkı olduğuna dikkat çeker, 2. Zorunlu askerlik hizmetini yapmakta olan kişilerin, askerlik hizmetini vicdani ret hakkının dışında bırakılamayacağını belirtir, Askerlik hizmetini vicdani redle ilgili pek çok yerel yasanın var olduğu gerçeğinin farkına varır, 3. Eğer henüz yapılmadıysa, askerlik hizmetini vicdani reddi samimi temelde ele alan , askeri hizmetten ayrık tutmayı amaçlayan yasalar yapılmasını ve önlemler alınmasını Devletlerden rica eder, 4. Vicdani retçiler için, tavsiye kararlarında, vicdani ret nedenleriyle uyarlı pek çok alternatif hizmeti tanıttıklarını, bu doğrultuda, bazı Devletlerin deneyimlerini akılda tutarak, vicdani redçileri hapis cezasına mahkum etmekten kaçındıklarını, bu koşulları hazırlamamış olan zorunlu askeri hizmet sistemi bulunan ülkelere hatırlatır, 5. Bu tür hizmetlerin kamu nezdinde silahla ilgisi bulunmayan (non-combatant) veya sivil karakterli olması gerektiğini ve cezalandırıcı niteliğinin bulunmaması gerektiğini vurgular, 6. Eğer henüz yapılmadıysa, Üye Devletlerden, kendi ulusal yasal sistemlerinin çatısı içinde vicdani reddin uygun olmadığına özel durumlarda karar verecek, bağımsız ve tarafsız yapılar oluşturulmasını rica eder, 7. Askeri hizmetten etkilenen tüm ilgili kişilere askerlik hizmetini vicdani ret ve vicdani redçi statüsüne sahip olmak için gerekli vasıtaların bilgisinin ulaşılabilir olmasının önemini belirtir. 8. Genel Sekreter, varolan kararları Birleşmiş Milletlerin tüm Üye Devletleri'nden etmesini ve askeri hizmeti vicdani ret hakkının, Birleşmiş Milletler'in tüm kamuoyunun bilgilendirilmesi etkinliklerinin içerisinde yer almasını talep eder, 9. Genel Sekreter aynı zamanda, Komisyon'dan, askerlik hizmetini vicdani ret konusundaki elllibirinci oturumunda, Hükümetler tarafından üretilen dilekleri ve kendisine ulaşan bilgileri rapor etmesini talep eder, 10.Bundan sonra bu konunun, elli birinci oturumunun gündemini oluşturan "Gençliğin, askerlik hizmetini vicdani ret sorusunu kapsayacak biçimde, insan haklarının desteklenmesi ve korunması içerisindeki rolü" başlığını ile dikkate alınmasına karar verir. Yanı sıra; BM İnsan Hakları Komisyonu, vicdani ret konusuna 1981 yılında değinmiştir. Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ve Uluslararası Sivil ve Politik Haklar Sözleşmesinde herkesin düşünce, vicdan ve din hakkı olduğu tanınmıştır. Komisyon, 1989'daki kararı içinde (karar no 1989/59) 'Uluslararası Sivil ve Politik Haklar Sözleşmesi m. 18'de olduğu kadar İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi m.18' de belirtildiği gibi, herkesin düşünce,vicdan ve din özgürlüğü hakkının meşru uygulaması olarak askerlik hizmetini vicdani ret hakkı olduğunu tanır.' Aynı zamanda


Komisyon, üye devletleri, 'bu tür koşulları hazırlamamış zorunlu askeri hizmet sistemi olanları (üye devletleri)... 'ilkesel olarak kavgacı olmayan (non-combatant) (paragraf 4), sivil karakterli ve kamu yararına alternatif hizmetlerin değişik biçimlerini vicdani redcilere tanıtması (paragraf 3) doğrultusunda uyarır. 8 Mart 1995 tarihli kararında (Karar 1995/ 83), İnsan Hakları Komisyonu daha önceki kararlarını tekrar etti ve 'henüz yapılmadıysa, askeri hizmeti vicdani ret temelinde bağışıklıkları amaçlayan yasaların yapılması ve yeni mesafeler alınmasını Devletlerden ısrarla talep etti. ' (Aşağıdaki çeviriler, İnsan Hakları Helsinki Federasyonu Hollanda ..............tarafından yayınlanan "Yunanistan ve Türkiye'de Vicdani ret" adlı broşürden alınmıştır.) 2. AVRUPA GÜVENLIK VE IŞBIRLIĞI KONFERANSI 1990 Kopenhag Belgelerinde, paragraf 18.1- 18.2 şöyle der; (18) Katılımcı devletler (18.1) - Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu, herkesin, askeri hizmeti vicdani redde hakkı olduğunu tanıdığını kaydederek (18.2) - pek çok katılımcı devlet tarafından, askeri hizmetten hizmetten vicdani ret temelinde bağışıklıklara izin vere yeni mesafeler alındığını kaydederek (18.3) - pek çok hükümetler dışı organizasyonun, askerlik hizmetini vicdani ret konusundaki aktivasyonlarını kayıtlayarak (18.4) - vicdani ret nedeniyle uygun, ilkesel olarak kavgasız (non- combatant) veya sivil karakterli alternatif hizmetleri, henüz yapılmayan yerlerde, kamu yararına ve cezalandırıcı olmayan karakterde tanıtmayı dikkate alır ve bu konuda hemfikir olur (18.5) - bu konuda kamuoyuna bilgi vermeyi olanaklı kılar (18.6) - İnsani Boyut Konferansı çatısı içinde, silahlı hizmeti vicdani ret temelinde, zorunlu askeri hizmetten bağışıklıkla ilgili bireylerin benzer soruları olduğunda mütalaa içinde olunacak ve bu sorularla ilgili bilgi alışverişinde bulunur. 3. AVRUPA KONSEYI Avrupa Konseyi, ilk olarak 1967 yılında, 337 no'lu kararı ve 478 no'lu tavsiye kararı ile vicdani ret hakkını konusunda kendisini açıklamıştır. Bundan sonra, Parlamenterler Asamblesi ve Başkanlar Komitesi çeşitli nedenlerle konuya gönderme yapmıştır. 1987 yılında Başkanlar Asamblesi bir karar (no. R (87) 8) içinde ' zorunlu askerlik hizmetinden sorumlu olan, vicdani nedenlerin zorlamasıyla silah kullanmayla ilişkilenmeyi reddeden herkes bu hizmeti yapma yükümlülüğünden kurtarılma hakkına sahip olmalıdır...Bu kişiler, alternatif hizmetler yapmaya sorumlu tutulabilir.' (paragraf 1) Daha ötesi, 'alternatif hizmet... ilkesel olarak sivil ve kamu yararına olmalı' (paragraf 9) ve 'cezalandırıcı nitelikte olmamalıdır' (paragraf 10). 4. AVRUPA BIRLIĞI ...Türkiye, (üye olarak henüz kabul edilmemekle birlikte- çn) Avrupa Birliği ile ilişkilendirilmiştir ve AB ile yeni gümrük birliği anlaşmasının Avrupa Parlamentosu tarafından onaylandığını görmek istemektedir. Bu nedenle, Türkiye' nin insan hakları sicili,


Parlamento tarafından sürekli olarak incelenmektedir. Türkiye' nin Avrupa gümrük-birliği üyesi olabilmesi ve insan hakları konusu nedeniyle yükselen tansiyon sonucunda Türkiye ile AB arasında defalarca askıya alınan görüşmeler için Avrupa Parlamentosu' nun onay vermesi gerekmektedir. ..... Avrupa Parlamentosu'nun vicdani ret ve alternatif sivil hizmet konusundaki 'özgürlük ve toplumun tüm üyelerine eşit davranma ilkesine tamamen saygıyla, askere alınan herkesin, silahlı veya silahsız askeri hizmeti, vicdan temelinde herhangi bir zamanda reddetme hakkını garanti etmeye çağıran' birinci paragrafı, 13 Ekim 1989 yılında adapte edildi. Karar aynı zamanda, alternatif sivil hizmet hakkının Avrupa İnsan Haklarını Koruma ve Temel Haklar Sözleşmesi içerisine bir insan hakkı olarak alınması için Komisyon ve AB'nin Üye Devletlerine, AB'ne baskı yapmaları için çağrı yapmaktadır. (paragraf 11) 11 Mart 1993 tarihli kararda Avrupa Parlamentosu 'BM İnsan Hakları Komisyonu' nun 89/59 no'lu kararı ile askerlik hizmetini vicdani reddin tanıdığı gibi, vicdani ret hakkının, Üye Devletlerin yasal sistemleri içerisine alınması gerektiğini addeder' (paragraf 46). Yine, 'Af Örgütü tarafından pek çoğu düşünce suçlusu (prisoners of conscience) olarak kabul edilen vicdani redçilerin yargılanmaları ve hapsedilmelerini kınar' (paragraf 50) .... Geçen yıl (19 Ocak 1994) Avrupa Parlamentosu 'vicdani reddi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 1989/59 no'lu kararında tanındığı gibi, gerçek kişisel bir hak olarak addeden' başka bir kararı da adapte etti. .. . İKİ VİCDANİ RED DEKLARASYONU Vicdani retçi, bir asker kaçağı değildir. Vicdani reddi -ülkemizde son derece yaygın olan ve orduya ve askerliğe karşı duyulan içsel tepkinin de bir göstergesi olarak addedilebilecekasker kaçaklığından ayırdeden en önemli farklardan biri vicdani retçinin askerlik yapmayı reddettiğini kamuya açıklamasıdır. Bu açıklamalara "vicdani ret deklarasyonu" diyoruz. Aşağıda iki vicdani ret deklarasyonu okuyacaksınız. İlki Vedat Zencir tarafından Sokak dergisine yapılmış bir açıklamadır ve 11 Şubat 1990 tarihli Sokak dergisinde yayınlanmıştır. İkincisi ise 16 Ocak 1993 tarihinde Erkan Çalpur tarafından -İzmir’de kurulan ve Kasım '93'te kapatılan- ilk Savaş Karşıtları Derneği'nde açıklandı ve 8 Şubat 1993 tarihli Bakaya dergisinde yayınlandı. Vedat Zencir 6 Kasım 1996'da İzmir Valiliği tarafından "tedbir gerekçesi"yle kapatılan İzmir Savaş Karşıtları Derneği yönetim kurulunda görev almaktadır ve Erkan Çalpur da aynı derneğin üyesidir. Her iki vicdani retçi de askere gitmeme tavrında kararlı olarak olağan yaşamlarını sürdürüyorlar. "Ben Vedat Zencir. Şiddeti, emir alıp vermeyi yaşantıma almamaya niyetli ve kararlı olan bir insanım. Yaşantımı bir takım ahlaki ilkeler doğrultusunda göstermeye özen gösteriyorum. Bunun için yaşam anlayışımla çelişecek kurum, kuruluş ve işlerde bulunmuyorum. 20 yaşından beri kendimi ne zaman askere alınmış düşünsem veya bunun rüyasını görsem mide krampları geçiriyorum. Emir alıp vermek benim kişiliğimle, duygularımla hiç bağdaşmayan bir şey. Hele kendimi tanımadığım insanları öldürmeye hazır düşünmek -bu, hiçbir şekilde kabul edemeyeceğim bir durum. İnsan benim için dinsel boyutta kutsal bir yaratık değil, fakat ben insana tanrısal bir


yükleme yapmadan her insanın yaşamını en az kendiminki kadar kutsal buluyorum. Bu yüzden de gerekçesi ne olursa olsun öldürmeye yönelik herhangi bir yapı içinde bulunamam. Kendi değerlerim doğrultusunda yaşamak benim en doğal hakkım. Üstelik benim değerlerim gayet safiyane şeyler. Şiddet istemiyorum. Emir almak-vermek istemiyorum. Şimdi, bunun dışında bir davranışa zorlanmamı da doğrusu hiç aklım almıyor." Vedat Zencir *** "İnsanlık ailesinin bir ferdi olarak ben, her türlü cinayete, bir cinayet örgütü (hem de en büyük olanı) olarak orduya ve tabi ki savaşa karşıyım. Ayrıca, ben karşı olduğumu net biçimde ortaya koymadıkça, sessiz kaldıkça bu aşağılık durumu onaylamış olacağımı düşünüyor, yaşanan bu rezilliklere karşı bir sorumluluğum olduğunu hissediyorum. Bu düşüncelerim ve ahlaki ilkelerimle ben (elbette ki) insan öldürmek ve bunu yapacak kişileri eğitmek amacıyla kurulmuş bir örgüt olduğunu düşündüğüm orduya katılmayı, bir olmayı reddediyorum. Bu hareketim üzerine bana ya da konusunda nutuk çekmek isteyenler olabilir. Ama ben kendimi herhangi bir millete dahil ya da devlete ait hissetmiyorum. Egemen ahlaki kalıplar da beni bağlamıyor. Birey olarak kendi (insanca olduğunu düşündüğüm) ahlakım var ve ona göre hareket ediyorum." Erkan Çalpur "BIR DÜŞÜNCE SUÇU OLARAK "HALKI ASKERLIKTEN SOĞUTMAK" (T.C.K. Madde 155) Rahatlıkla gözlenebileceği üzere son yıllarda sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmaları giderek sıklaşıyor. Bunun bir nedeni üzerinde yaşadığımız coğrafyada on yılı aşkın süredir yaşanan savaşın, devlet ve kurumlarını daha baskıcı, daha militer, daha pervasız hale getirmesi ise, bir diğer nedeni de, kuşkusuz, bu pervasızlığa "Dur!" diyen insanların ortaya çıkmasıdır. Bazı insanlar, bu memlekette başlarına gelebilecek her türlü şeyi göze alarak düşüncelerini açıklamakta, militarizmi ve tüm taraflarıyla savaşı eleştirmektedirler. Ve böylece "düşünce suçu" olarak bildiğimiz durum ortaya çıkar. Şüphesiz bu, "düşünce suçu"nun tek biçimi değildir. Üzerinde yaşadığımız coğrafyada, Türkiye Cumhuriyeti devletinin çeşitli yasaları ile yüze yakın düşünce suçu tarif edilmiştir. İşte "halkı askerlikten soğutma" suçunu düzenleyen TCK'nın 155. maddesi de bu yasalardan birisidir. Ancak 155. madde yol açtığı yargılama usulü ve bu usulün siyasal işlevi göz önüne alındığında diğer "düşünce suçları"ndan belli bir farklılığı içerir. Sözünü ettiğimiz 155. madde aynen şöyle: "Geçen maddelerde yazılı olan ahval haricinde kanunlara karşı gelmeye halkı teşvik ile memleketin emniyetine tehlike ivaz edecek surette makale nesir edenler ve halkı askerlikten soğutmak yolunda neşriyatta veya telkinatta bulunanlar yahut umumi bir içtimada veya basın toplandığı yerlerde bu suretle nutuk irat edenler iki aydan iki seneye kadar hapis olunur ve bunlardan 4500 liradan 36.000 liraya kadar ağır cezayı nakdi alınır." Görüldüğü üzere, bu madde ile kişilerin askeri yasalar ve askeri uygulamalar konusundaki görüş, inanç ve düşünceleri bir suç kabul edilerek cezalandırılmaktadır. Bu gayet açık.


İkinci ve daha önemli bir nokta ise şudur. 1993 yılına dek "halkı askerlikten soğutmak" bir terör suçu olarak fiilen Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin (DGM) görev alanında kabul ediliyordu. 1993'ten bu yana ise bu suç Türk Askeri Ceza Kanunu'nun (TACK) 58. maddesi ile ilişkilendirilmekte ve "vatana ihanet" kapsamında ele alınarak görevli mahkeme olarak askeri mahkemeler kabul edilmektedir. TACK Madde 58 şöyle der: "Her kim Türk Ceza Kanunu'nun 153 ve 161. maddelerinde yazılı suçlardan birisini ve 155. maddede yazılı halkı askerlikten soğutmak yolunda neşriyatta ve telkinatta bulunmak ve nutuk irdetmek fiillerini işleyecek olursa, milli mukavemeti kırmak cürmünden dolayı mezkur maddelerde gösterilen cezalarla cezalandırılır." Bunun anlamı şudur ki, savaşa, militarizme ve askerliğe karşı düşüncelerini açıklayan insanlar sadece "halkı askerlikten soğutmak" ile değil, fakat "halkı askerlikten soğutmak yoluyla milli mukavemeti kırmak" ile suçlanmakta ve bundan dolayı da sivil mahkemelerde değil askeri mahkemelerde yargılanmalarına zemin hazırlanmaktadır. "Halkı askerlikten soğutma" suçunun sivil ceza kanunu (TCK) içerisinde zaten düzenlenmiş iken bir de askeri ceza kanununda (TACK) yer almasının en önemli nedeni sivil yasanın ilgili genel hükümlerinden sıyrılmak istemidir. "Halkı askerlikten soğutmak" suçu, "milli mukavemeti kırmak" ile ilişkilendirilerek "vatana ihanet" suçları arasında ele alınmaktadır; ve böylece de zaman aşımından müstesna tutulmaktadır. Dolayısıyla herhangi bir tarihte savaşa ve militarizme karşı bir görüş dile getirmiş olmaktan dolayı ömrünüzün sonuna kadar yargılanma tehdidi altındasınız. Tüm modern ceza teorileri -en azından prensipte- önce suçlu yaratıp sonra cezalandırmak isteminden ziyade, toplumda suç oranını azaltmaya yöneliktir. Devletin kendisine çizdiği meşruluk alanı içerisinde ceza vermenin amacı da, "suç" ile bozulduğu varsayılan toplumsal dengenin yeniden sağlanmasıdır. Dolayısıyla, devlet, ceza verebilme yetkisini bireylerin davranışlarından intikam alma yönünde kullanamaz. "Halkı askerlikten soğutmak" şeklinde bir suç tarif edilmiş olması düşünme ve düşüncelerini açıklama özgürlüğünü baştan aşağıya ihlal ederken, bir de tarif edilen bu suçun zaman aşımından müstesna tutulması, intikamcı bir ceza anlayışıyla karşı karşıya olduğumuzu ve dolayısıyla devletin, kendisine çizmiş olduğu meşruiyet alanının dışına çıktığını gösterir. 155. maddenin askeri bir suç olarak kabul edilmesine imkan veren bu usul, aynı zamanda savaşa ve militarizme yönelik eleştirileri askeri yargı kapsamına sokmaktadır. Böylece kişinin düşüncelerini açıklaması sonucu baskıya maruz kalması, yargılanması, hapsedilmesi yetmezmiş gibi, bir de tüm bu işler askeri makamlar tarafından yapılmaktadır. Yani bir sivil olarak askeri uygulamaları eleştirmenin bedeli, askerler tarafından, askeri yasalara göre yargılanıp, askeri hapishanelere tıkılmak olmaktadır. Bu sıradan bir baskı politikası değildir. Genel anlamıyla militarizme ve savaşa, özel olarak da -vicdani ret kavramıyla ilişkili olarak- zorunlu askerliğe yapılan eleştirilerin askeri yargı kapsamına alınmasıyla Genelkurmay Başkanlığı meseleye el koymuş oldu ve konu kati biçimde tartışmaya kapatıldı. Böylece savaş karşıtı düşünce ve daha genel olarak orduyu ve militarist politikaları eleştirme mevhumu "dokunulmaz" bir alana taşınıyordu. Askeri yargının öncelikli olarak hizmet ettiği siyasal işlev de budur: Orduyu ve yürütülen militarist politikaları


"eleştirilebilir olanın" sınırları dışına çıkarmak. Bu "dokunulmazlık", her militarist devlet geleneğinde aynı olduğu üzere Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde de ordunun diğer devlet organlarından ayrık, onlardan üstün ve eleştirilemez bir yere sahip olmasından kaynaklanır. İşte 155. maddeyi ihlal edenler, aslen bu dokunulmazlığı tanımadıkları içindir ki, devletin intikamcı ceza uygulamalarının hedefi durumuna gelmektedirler.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.