Sayı: 2 / Şubat 2012
HAFTANIN KONUSU
TÜRKLERDE ORDU TEŞKİLATI
Derleyen: Eyüp AKTUĞ
www.e-aktug.com
İçindekiler Türk Ordüsünün Yapısı………………………………………..3 Türklerde Okçülük………………………………………...…….6 İslamiyet’ten Once Türk Devletinde Ordü….….…...…8 İslamiyet’ten Sonra Türk Devletlerinde Ordü….….14 Osmanlı İmparatorlüğü’nda Ordü...............................16 Türk Ordüsünün Tarihi Süreci………………………...…23
KULLANIM HAKKI Bu derginin içeriği internet üzerinden derlenmiştir. Herhangi bir telif hakkı ihlali yapıldığını düşünüyorsanız veya yazılar üzerinde hak talep ediyorsanız iletişim adresimize bildirmeniz halinde söz konusu içerik silinecektir.
2
Türk Ordüsünün Yapısı Türklerin birçok özelliklerinin yanında en fazla ön plana çıkmış yönleri de iyi birer asker olmalarıdır. Çok eski devirlerden beri çeşitli adlarda devlet kurmuş olan Türk Milleti'nin temeli düzenli bir askeri teşkilata dayanır. İlk Türk Ordusu M.Ö.209 yılında Mete Han tarafından kurulmuştur. Askerlik ilk önce Türklerde bir meslek, sonra da milli bir görev olmuştur. Türkler, mükemmel askeri kuruluşları ve değerli komutanları sayesinde varlıklarını ve bütünlüklerini dünyaya tanıtmışlardır. Türk askeri cesur, fedakar, disiplinli ve saygılıdır. Arap düşünür Cahiz, "Türk'e karşı hiçbir şey duramaz. Hiçbir kimse onu, yutulacak bir lokma olarak kabul edemez" diyerek Türk ordularının üstünlüğüne işaret etmiştir. Kanunî devrinde Avusturya sefiri olarak İstanbul'da bulunan Büsbek (Busbecq), Türk askerlerinden ve ordu kuruluşlarından şöyle söz eder: "Türkler, sefer esnasında sabırlı, tahammüllü ve iktisatlı hareket ederler. Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bu ordu galip gelecek ve payidar olacak, biz ise mahvolacağız. Çünkü Türkler hiç sarsılmamış kuvvete sahip oldukları gibi, kendilerine has zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, intizam, disiplin, kanaatkarlık ve uyanıklık var." Türk askerlik ruhunun ölmezliğini bilmeyen yabancılar, İstiklal Savaşı'ndaki zaferimizi "Türk mucizesi" diye adlandırdılar. Türklerde özellikle şehitlik ve gazilik mertebeleri kutsaldır. Allah yolunda, din, vatan ve millet uğrunda savaşırken ölenlere "şehit", sağ kalanlara da "gazi" denir. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de: "Allah yolunda öldürülenleri sakın 'ölüler' saymayın. Hayır onlar Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar." (Al-i İmran Suresi, 169) buyurmuş ve şehitlerin ölmezliğini ifade etmiştir. Türk Milleti, "ölürsem şehit, kalırsam gazi" inancı ile tarihte büyük zaferler kazanmış, son olarak İstiklâl Harbi'de bu inançla kazanılmıştır. İslamiyet'in Muhafazası İçin Hiç şüphesiz Türk Milletlerinin kuruluş ve gelişmesinde etkili olan diğer bir unsur askeri teşkilatlanmadır. Tarih boyunca Türk orduları diğer tüm milletlerin imrendiği ve aynı zamanda korktuğu, çekindiği bir ordu olmuştur. Aynı zamanda Türk askeri düşmana korku, dostuna ise büyük güven vermiştir. "Kılıç, Türklerin elinde bulunduğu sürece senin dinîne zeval yoktur." İmam-ı Azam'da Türklerin bu özelliğini şöyle belirtmiştir. Türk ordusu hem teşkilâtlanma hem de savaş düzeni açısından kendine has özelliklere sahip olmuştur. Türkler askerlik alanında birçok milleti etkilemiş, savaş gereçleri, giyim kuşam ve askerî nizam gibi konularda pek çok yenilikler getirmişlerdir. Atı bir savaş aracı olarak da kullanan Türkler, bu sayede büyük bir hız ve manevra kabiliyeti elde etmişler, kısa zamanda geniş coğrafyalara hâkim olmayı başarabilmişlerdir. Türk silâhları da ordunun hareket kabiliyetine uygun olarak hafif ve etkili silâhlardandır. Özellikle Türk okları, kılıçları ve zırhları hafif fakat etkili vasıflarıyla, Türk askerînin vazgeçilmez silâhları olmuştur. Türkler, at üzerinde hareket hâlindeyken bile bu silahları büyük bir ustalıkla kullanabilmişlerdir. Türk silâhları çeşit ve nitelik bakımından, zaman içerisinde gelişip çoğalmış, ancak askerî teşkilât ve savaş taktiği, temel özelliklerini, bütün Türk Milletlerinde muhafaza etmiştir. 3
Merkez, sağ ve sol kollardan oluşan ordu, savaş düzeninde kendine has taktiklere başvurarak, kendinden çok daha büyük orduları dahi bozguna uğratmayı bilmiştir. Düşmanın imhası ile kesin sonuç alınan bu savaş taktiği "hilâl taktiği" ,"bozkır taktiği", "turan taktiği" ve "bozkurt taktiği" gibi çeşitli adlarla tarihe geçmiştir. Sahte ricat ile düşman ordusunu merkezden uzaklaştırıp, pusuya düşürmeyi esas alan bu taktikte, sağ ve sol kollar düşman ordusunu bir hilâl içerisine alarak, imha eder. Bu taktik İslâm öncesinde olduğu gibi, İslâmî dönemde de başarıyla uygulanmıştır. Dandanakan Savaşı'nda, Malazgirt Meydan Muharebesinde, Miryakefalon'da, Mohaç'ta ve hatta Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nde bu taktik başarıyla tatbik edilmiştir. Türk Milletlerinin kuruluşu ya da İstiklalinde bu savaşların bir dönüm noktası olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.Halk Ordu, Ordu da Halktır! Yukarıda belirttiğimiz gibi Türk Milletlerinde belirli devlet ve askerlik düzeninin pek fazla değişmediği görülür. Bir devlet yıkıldıktan sonra yerine kurulan devlet hemen hemen aynı teşkilâtı devam ettirmiştir. Çünkü Türklerde halk ile ordu düzeni aynıdır. Özellikle barış zamanında sivil ve asker diye bir ayırım yapılmamaktadır. Dolayısıyla aynı halka, yani aynı kültür ve geleneğe dayanan yeni Türk Milleti'nde teşkilât özelliklerinin devam etmesi tabiîdir. Bütün Türk Milletlerinde ordu, halk ile iç içe girmiştir. Bir bölgeye sefer yapılacağı zaman sadece eli silâh tutan kişiler değil, onların aileleri de sefere iştirak ederlerdi. Bu sebeple Göktürkler, kitabelerde yazdığı şekliyle, fethedecekleri topraklara "süleyip konarlardı". Yani sadece "sü" (asker) göndermekle kalmaz, bunun yanında halkı o bölgeye "iskân" ederlerdi. Türk fetihlerinin kalıcı olması ve fethedilen bölgelerin "Türkleşmesi" bu şekilde gerçekleşirdi. Yurt tutmayı amaçlayan "sülemek" ve "kondurmak" siyaseti İslâmî dönemde de devam ettirilmiştir. "Gaza ve cihat" aşkıyla XI. yüzyıldan itibaren Azerbaycan, Suriye ve Anadolu'ya giren Türkler, kendinden önceki bazı kavimler gibi, bu bölgeleri işgal ve istilâ edip geri çekilmemişler, aksine kendileri için yeni bir yurt olduğu şuuruyla, girdikleri toprakları mamur hâle getirmeyi hedeflemişlerdir. Çadırlarıyla, arabalarıyla, çifti-çubuğuyla bütün bir millet, Anadolu'ya yerleşmiş, buraya kendi kültürünün damgasını vurmuştur. Fethedilen bölgelerde uygulanan toprak sistemi, askerî olduğu kadar, idarî ve sosyal bakımlardan da devlet ve milletin gelişip, güçlenmesine imkân sağlamıştır.Türk'ün Dünya Nizamı Türk Milleti'nin tarih boyunca kurduğu devletlerin sayısının 180'i bulduğu kabul edilir. Hatta pek çok tarihçi, araştırmalar derinleştirildikçe bu sayının daha da artabileceğini belirtmektedir. Bu devletlerden 16 tanesi ise dünya tarihinde etkili rol oynamış, çok güçlü devletlerdir. Türk Milleti her biri diğerinden güçlü olan bu 16 devletle ve bu devletlerin yönetiminde gösterdiği üstün kabiliyetle tüm dünya milletlerine tarih boyunca örnek olmuştur. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise hakimiyetleri altında yaşayan farklı etnik kökene mensup toplulukları, her birinin dil ve din farklılıklarını koruyarak, barış, huzur ve güvenlik içerisinde, asırlar boyunca bir arada yaşatma becerisini göstermeleridir. Aynı topraklar üzerinde hakimiyet kuran farklı devletler ise bu başarıyı sağlayamamış, söz konusu topraklara bu kadar uzun süreli hakimiyetler sağlayamamışlardır. Selçuklu ve Osmanlı Devletleri başta olmak üzere, Türk Milleti'ni bu coğrafyayla bütünleştiren ve güçlü kılan unsurları sadece askeri güçle açıklamak ise mümkün değildir. Anadolu'yu fetheden, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar dünyanın en karışık ve en hassas bölgesini asırlar boyunca hakimiyeti altında tutan güç, Türk Milleti'nin özünü oluşturan son derece şerefli ve üstün bir harstır. Dürüstlüğü ve mertliği ile tanınan Türk Milleti, zulümden ve haksızlıktan uzak duran, adaleti her zaman ayakta tutan, hoşgörüden ve uzlaşmadan yana olan tutumuyla tarih boyunca üstün medeniyetler oluşturmuştur. Kendilerine tabi olan 4
halklar da her zaman Türklerin yönetiminden razı olmuş, hatta çoğu zaman kendi istekleriyle onların yönetimleri altına girmişlerdir. Bu adaletli yönetim sayesinde tüm Balkanlar'ı, Kafkasya'yı ve Ortadoğu'yu kapsayan coğrafyada, üç dine ve muhtelif mezheplere mensup, dilleri, kültürleri, ırkları birbirlerinden tamamen farklı milyonlarca insan asırlar boyunca hiçbir zulme maruz kalmadan huzur içinde yaşamışlardır. Türk Milleti, "ölürsem şehid, kalırsam gazi" inancı ile tarihte büyük zaferler kazanmıştır, son olarak bir ölüm-kalım savaşı olan İstiklâl Harbi'de bu inançla kazanılmıştır.
5
Türklerde Okçülük Türklerde OkçulukOk, eski Türklerde millî silah olarak kabul edilmekte, çeşitli destan ve halk hikâyelerinde ondan bahsedilmektedir. Oğuz kelimesinin "oklar" mânâsına (ok+z) geldiğini, z'nin çoğul eki olduğunu iddia eden linguistler (dilbilimciler) de mevcuttur. Gerçekte "-z" eki birden çok şeyler için kullanılmıştır. "di-z, gö-z, sö-z, yü-z" gibi. Okun aynı zamanda sembol olarak kullanıldığı da olmuştur. Oğuzlar, Bozoklar ve Üçoklar diye iki, Göktürkler de on oklar diye on büyük kola ayrılmışlardı. Orta Asya'da yapılan arkeolojik kazılarda ele geçen oklar, Türklerin ok yapımında çok mahâretli olduklarını göstermektedir. Dede Korkut Hikâyelerinde bir Türkün alp, yâni kahraman olabilmesi için, uçan kuşları ok ile düşürmesinin de şart olduğu belirtilmektedir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Sultanı Tuğrul Bey, husûsî mektuplarında, ok ve yayı tuğra olarak kullanıyordu. Divan edebiyatında ise ok sevgilinin kirpiklerine yay da kaşlarına benzetilmektedir. Bu bir noktada mürşidin nazarıdır. Osmanlılar zamânında okçuluk büyük bir ehemmiyet taşımış, okçuların yetişmesi ve eğitimi meselesi devlet seviyesinde ele alınmıştır. Anadolu beyliklerinde ve Osmanlılarda okçu birlikleri savaşlarda çok mühim rol oynamışlardır. Özellikle Birinci Kosova, Varna, Gazze, Mısır Seferi ve 1521 Belgrad Muhâsarası'nın zaferle neticelenmesinde bu birliklerin payı çok büyük olmuştur. Böyle güçlü birlikler teşekkül ettirebilmek için ok tâlimleri ve müsâbakalarının yapıldığı ok meydanları düzenlenmiştir. İlk olarak Orhan Bey Bursa'da, sonra Yıldırım Bâyezîd Gelibolu'da, Fâtih İstanbul'da gemileri karadan Haliç'e indirdiği yerde ve Yavuz Sultan Selim'de Yenibahçe'de ok meydanları inşâ ettirmişlerdir. İstanbul'daki ok meydanlarının sayısı otuz civârında idi. Belgrad, Üsküp, Edirne, Bağdat, Kahire, Amasya, Şam, Diyarbakır ve Cidde gibi daha birçok yerde de ok meydanları bulunuyordu. Bu meydanlarda ok tâlimlerinden başka koşular, pehlivan güreşleri ve diğer atletizm müsâbakaları da yapılırdı. Divan şâirleri usta sayılan kemankeşler (okçular) için methiyeler, şiirler yazarlar, rekor sayılan atışlarda nişantaşları dikilirdi. Üçüncü Sultan Selim'in attığı okun düştüğü yere dikilen menzil taşı bugün hâlâ yerindedir. Yavuz Sultan Selim Han'ın önünde ok atan kemankeş için zamânından çok sonra Yahya Kemal'in yazdığı şiir bunların en güzellerinden biridir. İkinci Bâyezîd Han, Genç Osman, Dördüncü Murâd, Dördüncü Mehmed Han, Üçüncü Selim Han, İkinci Mahmûd Han ve Sultan Abdülazîz Han gibi pâdişâhlar, kabri Ok Meydanı'nda olan Dâmâd İbrahim Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Kemankeş Ahmed Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa ve Deli Hüseyin Paşa gibi vezirler, okçulukta zamanlarının şampiyonu idiler. Ok talimleri rüzgârın cihetine göre yapıldığından böyle her rüzgâra mâruz yerler meydan olarak seçilmezdi. Ok meydanlarının bakımı ile uğraşanlara "ihtiyar" denilirdi. Her meydanın üç ihtiyarı olup, baş sorumlu "şeyhü'lmeydan" diye adlandırılırdı. Bunlar aynı zamanda okçuluk tekkesi şeyhliğini de yaparlardı. Şeyhü'l-meydan, kemankeş pehlivanların en kabiliyetli, zeki ve dürüst olanları arasından 6
seçilirdi. Kemankeşliğe yeni başlayanlar ondan müsâde alırlardı. Şeyhü'l-meydan ile menzil ihtiyârı ve mütevelli, meydanın ve okçuluğun bütün meselelerini, ihtilaflarını çözerlerdi. Burada tâlim yapanların imtihanlarını yaparlar ve gençleri okçuluğa teşvik ederlerdi. Üç yüz metreye ok atabilen okçu, "kemankeş" ünvânını alırdı. Okçuluk tekkesi, her sene altı mayısta ok talimlerine başlamak için açılır, pazartesi ve perşembe günleri olmak üzere tâlimler altı ay devâm ederdi. Okçular, müsâbakalarına "koşu" derlerdi. Okçu meydanına öğleden evvel gelip yemekler yenildikten ve namaz kılındıktan sonra müsabaka başlardı. Atışlar mesâfe atışı ve "hedefe atış" olmak üzere iki çeşitti. Bir de zarp vurma denilen sert cisimleri delme yarışı vardı. Hedefe atışlarda, hedef tabla veya "puta" denilen kalın meşinden yapılmış ve içi saman dolu cisimlerdi. Tabla iki ayak üzerine tespit edilir. İsâbeti haber vermek için etrafına çıngıraklar konulurdu. Menzil atışına katılanlar meydan sorumlularından olan ihtiyarlar ki "azmâyiş" denilen okları kullanırlar, dokuz yüzcüler, binciler ve bin yüzcüler diye dörde ayrılırlardı. Seksen gez aralıkta dikilmiş iki bayrak arasına düşmeyen oklar müsâbaka hâricinde tutulur, oku en uzağa atan kemankeş müsâbakayı kazanırdı. Târihte meşhur kemankeşlerin menzil dereceleri şöyledir: Tozkoparan İskender 1281 gez (845,4 m), Arap kemankeş 1124 gez (741,8 m), Sübaşı Sinan 1109 gez (731,9 m), Havandelen 1235 gez (815,1 m), Kazzaz Ahmed 1037 gez (684,4 m), Benli Karagöz 1161 gez (766,2 m), Deve Kemal 1205 gez (795,3 m), Çullu Ferruh 1223 gez (807,1 m) Kaptan Sinan 1232 gez (813,1 m), Bursalı Şela 1271 gez (838,8 m) Solak Bali 1239 gez (817,7 m) (Bir gez 66 cm'dir) Okçular ok atarken, sol dizlerini yere koyup sağ dizlerini kaldırırlar "Ya Hak" diye salâ verip oku fırlatırlardı. Abdestsiz ok atmazlardı. Kazanan kemankeşin boynuna çaprazvârî şal takılır. Okçular tekkesine götürülürdü. Şeyhü'l-meyâdin de kazanana iltifât ederdi. Müsâbakalarda mükâfât koymak, sadece pâdişâhlara, vezirlere ve şeyhü'l-meydanlara mahsustu. Her yıl binlerce kemankeş yarışırdı. Topkapı Müzesindeki bir belgede; 1671'de sâdece Ok Meydanı'nda 3375 kemankeşin ok attığı belirtilmektedir. Okçular, kullandıkları âletlere hürmet ederler, tâlim veya müsâbakalardan sonra yay ve oklarını tekkedeki dolaplarına koyarlardı. Okçuluk tekkeleri iki odadan müteşekkil olup birinde sohbet edilir diğerinde ise yemekler yenirdi. Okçuluk sporunun ve tekkelerinin kendilerine âit kuralları olup, bunlara riâyet etmeyenler, kemankeşlikten men edilmeye kadar varan birçok müeyyidelere tâbi tutulurlardı. İstanbul, Edirne, Bursa gibi pek çok şehirde ok îmâlâtçıları büyük çarşılar hâlinde toplanmışlardı. Osmanlı ordusunun ok ihtiyâcını cebeci ocağı karşılamakta, bu ocak tarafından îmal edilen oklar sandıklarla savaş meydanına götürülüp burada kemankeşlere dağıtılmaktaydı. Pâdişâhı ise, dört yüz okçu muhâfaza ederdi. Osmanlının son zamanlarına doğru özellikle İkinci Mahmûd Han zamânında ateşli silahların iyice yerleşmesiyle, okçuluk eski önemini kaybetmeye başladı.
7
İslamiyet’ten Once Türk Devletlerinde Ordü Teşkilatı Türkler en eski dönemlerden beri askerliğe büyük önem vermişlerdir. Türklerde ordunun önemi İslamiyet'i kabul ettikten sonra da devam etmiştir. Ayrıca Türklerin ordu-millet olma karakteri de aynı şekilde sürmüştür. Zaten İslam dünyasında Türkler, kendi devletlerini kurmadan önce İslam Devleti'nin ordu teşkilatında görev almışlardı. Abbasilerin ve Samanoğullarının orduları büyük ölçüde Türklerden oluşuyordu. ilk Türk-İslam devletlerinden olan Tolunoğulları, İhşidler ve Gaznelilerde yerli halktan da asker bulunmakla beraber, ordunun çoğunluğunu Türkler oluşturuyordu. Türk-İslam devletlerinin ordu teşkilatında en önemli unsur insan unsurudur. Türk ordusunun insan kaynakları gulâm sistemi, ikta askerleri, Türkmen birlikleri, tabi devlet kuvvetleri ve gönüllülerdi. ? Hassa Ordusu: Karahanlı hassa ordusu ücretli olup, doğrudan hükümdara bağlı askerlerdi. ? Hanedan Üyeleri ve Diğer Devlet Adamlarının Kuvvetleri: Karahanlılar da bölge ve vilayetleri yöneten hanedan üyelerinin de kendi emirleri altında askerî kuvvetleri vardı. Bu hanedan üyeleri ve devletin ileri gelenleri kendi birlikleriyle, savaş zamanında ana orduya katılarak Karahanlı ordusunu meydana getiriyorlardı. ? Devlete Tabi Türk Topluluklarına Ait Askerler: Karahanlı devletinde yaşayan Çiğiller, Karluklar ve Yağma Türkleri gibi bazı Türk boylarına mensup kuvvetler de zaman zaman orduya katılırlardı Karahanlılar da askerî harekâtın durumuna göre ordunun komutasını bizzat hükümdar, şehzadeler ya da subaşılar (kumandanlar) yapardı. Karahanlı ordusunda hastane örgütü ile düzenli bir posta teşkilatı da vardı. Gaznelilerde Ordu Gazneli ordusu dönemin en modern ve profesyonel ordularından birisi idi. Ordu daima savaşa hazır durumda bulundurulurdu. Ordunun başkomutan bizzat sultandı. Gazneli ordusunun önemli bir özelliği de Hindistan'dan haraç olarak alınan fillerdi. Kaynakların belirttiğine göre fil sayısı en çok 1700 civarında olmuştur. Gazne ordusunda fillerin eğitilmesi ve barınması için fil hane kurulmuştu. Gazne ordusundaki askerlerin çoğu süvari idi. Gazne ordusunun sayısı da yaklaşık yüz bin kişi civarında idi. Bu sayı savaş zamanında gönüllüler ve eyalet kuvvetlerinin katılmasıyla artardı. Gazne ordusunu oluşturan unsurlar şunlardır: ? Gulâmlar: Gulâm Farsça kul demektir. Orduda "Gulâm Sistemi" ise kulluk sistemi demektir. Gulâm sistemi en gelişmiş şekli ile Gazneliler ve Selçuklularda görülmektedir. Bu sistem bir bakma o devrin askerî okulları idi. Çocuk yaşta toplanan asker adayları, gulâm yetiştirme merkezlerine (gulâmhane) getirilirler, burada at üzerinde silah kullanmayı, saray terbiyesiyle sultana hizmet etme usullerini öğrenirlerdi. Sultana yakın devlet yöneticileri ve yüksek seviyeli komutanlar gulâm sisteminden yetişiyordu. Gulâm sistemindeki eğitim süresi uzun olup, 18 ? 20 yılı bulabiliyordu. Sultanlar kendilerine en yakın askerler olan hassa birliklerini (Gulâman-ı Has) gulâmlardan seçerlerdi. Hassa askerleri savaşa her an hazır olan eğitilmiş askerlerdi. Hassa ordusu askerleri yılda dört defa bistegani adı verilen maaş alırlardı. Gulâmlar saray teşkilatında da önemli görevler alabiliyorlardı. Sultan Alp Arslan'ın kendisine bağlı 4000 gulâmı olduğu bilinmektedir. Gulâm sistemine giren askerlere memlûk (köle)' da denilirdi. 8
Fakat buradaki memlûk, hiçbir kanuni hakkı olmayan esir insan demek değildi. Bunlar tamamen özel statüde eğitilmiş askerlerdi. içlerinden yönetici ve komutan da çıkabiliyordu. ? Muntazam birlikler: Sürekli askerlerin oluşturduğu yaya ve süvarilerden karma düzenli birliklerdir. ? Eyalet askerleri: Eyalet askerleri iktalarda yetişmiş atlı askerlerle, şehzade ve meliklerin kuvvetlerinden oluşmaktadır. ? Ücretli askerler: Ücretli askerler Oğuz, Karluk ve Yağma Türklerinden seçilirdi. ? Gönüllüler: Gönüllüler (gazi) herhangi bir savaş esnasında, savaş bölgesine yakın yerlerden orduya katılan kuvvetlerdi. Sultan Mahmud'un 1018'deki Hindistan seferine yirmi bin gönüllünün (gazi) katıldığı bilinmektedir. Selçuklu Ordusu Büyük Selçuklular her alanda olduğu gibi askerî alanda da en ileri seviyeye ulaşmışlardı. Büyük Selçukluların ordu teşkilatı kendisinden sonra kurulan Türk devletlerince de örnek alınmıştır. Dandanakan Savaşı'na (1040) kadar tamamen göçebe Oğuzlardan oluşan Büyük Selçuklu ordusu, bu savaştan sonra yerleşik İslam topluluklarıyla karşılaşan Tuğrul Bey, ordusunda yeni şartlara uygun bazı düzenlemeler yapma gereği duymuştur. Öncelikle Gaznelilerde bulunan hassa ordusuna benzeyen özel birlikler kurdurmuştur. Türklerin yanında yerli mahallî unsurlar da askerî teşkilat içine almıştır. Çünkü fetihler için her zaman kalabalık bir orduya gerek duyuluyordu. Büyük Selçukluların askerî sistemde yaptıkları en büyük yeniliklerden birisi de askerî iktalardır. Büyük Selçuklu ordusu altı bölümden oluşuyordu: ? Gulam Ordusu: Kulluk sistemi demek olan gulam sisteminde, değişik milletlerin çocukları küçük yaşlarda alınarak gulamhanelerde özel olarak yetiştirilirlerdi. Sultanlar, kendilerine en yakın askerî birlikleri gulam sisteminden yetişmiş askerlerden seçerlerdi. Doğrudan sultana bağlı olan Gulam ordusu yılda dört defa bîstegani adı verilen maaş alırdı. Bu ordunun her türlü masrafları devlet tarafından karşılanırdı. -- Hassa Ordusu: Çeşitli Türk boylarından seçilerek oluşturulan birliklerdir. Sultana bağlı olan bu orduya maaş yerine iktalardan elde edilen vergi gelirleri verilirdi. Bu ordu her an savaşa hazır atlı birliklerden oluşurdu. ? Sipahiler (ikta askerleri): Selçuklu ordusunun en büyük kısmını sipahiler oluşturuyordu. Hz. Ömer zamanından beri uygulanan ikta sistemini Selçuklular almışlar ve kendilerine göre geliştirerek, ona askerî bir şekil kazandırmışlardır. Nizamülmülk tarafından yapılan bu askerî düzen, daha sonra bütün Türk-İslam devletlerince de kullanılmıştır. ita sisteminde ülke toprakları ergi gelirlerine göre bölümlere ayrılırdı bölümlerin her birine ikta denirdi. Kendilerine ikta verilen emirler iktalar içinde otururlar, vergisini toplarlar ve bu vergilere karşılıkta belirlenen sayıda asker beslerlerdi. Savaş zamanı bir araya gelen bu kuvvetler, Selçuklu ordusu içinde kalabalık bir grup oluştururdu. Böylece devlet ikta sistemi ile hiçbir harcama yapmadan çok sayıda askere sahip olduğu gibi, vergi toplama işini de halletmiş oluyordu. Türkiye Selçuklularında da devam eden bu sistem, Osmanlılarda Tımar adını almıştır. ? Şehzade, Melik ve Askerî Valilerin Kuvvetleri: şehzade, melik ve eyalet valileri kendilerine bağlı atlı askerî birlikler oluşturmuşlardır. Bu birlikler daha çok çeşitli Türk boylarından kurulurdu. Savaş zamanında ise kuvvetleriyle birlikte ana orduya dâhil olurlardı. ? Tabi (bağlı) Devlet ve Beyliklerin Askerleri: Büyük Selçuklulara bağlı devletlerden asker alındığı gibi, komşu devletlerden de paralı askerler toplanırdı. Sultan; Abbasi halifesi, Gürcü ve Ermeni krallıkları, Karahanlılar ve Gaznelilerden ihtiyaç duyduğunda asker talep eder, onlarda bunun üzerine asker gönderirlerdi. ? Türkmenler: Selçuklu Devleti kurulduğu zamanlarda ordunun ana unsurunu göçebe yaşayan Oğuzlar (Türkmenler) oluşturuyordu. Oğuzlar, beyleri vasıtasıyla hükümdara bağlı olmakla beraber kendi boy teşkilatları içersinde yaşarlardı. Doğudan devamlı büyük kitleler halinde göç ederek gelen Türkmenler uç bölgelerine yerleştirilirler, bu şekilde yerleşik hale geçen Türkmenler, hem üretime katkıda bulunurlar hem de yerleştikleri yerlerin güvenliğini sağlarlardı. Sultanın daveti üzerine de orduya katılırlardı. Irak, Suriye, Azerbaycan ve Anadolu'nun fethedilmesinde ve bu bölgelerin 9
Türkleşmesinde, Türkmenlerin büyük faydaları olmuştur. Ancak Selçuklu ordusunda zamanla gulam sisteminden yetişen komutanların öne geçmesiyle, Türkmenler ikinci plâna düşmüşlerdir. Buna üzülen Türkmenler de zaman zaman ayaklanmışlar ya da isyan eden bir melik veya şehzadenin yanında yer alarak tepkilerini göstermişlerdir. ? Gönüllüler: Özellikle halkı Müslüman olmayan ülkelere yapılan seferlerde, halktan çok sayıda gönüllü de cihad düşüncesiyle orduda görev alırdı. Örneğin Malazgirt Meydan Savaşında, orduya Malazgirt ve Ahlat halkından gönüllü (gazi) olarak katılanlar olmuştur. Selçuklu ordusunda kullanılan başlıca silahları, hafif ve ağır silahlar olmak üzere ikiye ayırabiliriz: ? Hafif Silahlar: Ok, yay, kılıç - kalkan, mızrak, hançer, bıçak, sapan, kargı, gürz, balta ve zırh hafif silahlardı. Bu silahların ağırlığı bir insanın taşıyabileceği kadardı. ? Ağır Silahlar: Mancınık, arrade (mancınığın küçüğü), kule, ok ve neft atan çark tipi makineler, koçbaşı denilen kale kapısı kırmaya yarayan ağaçlar ve arabalardı. Bu silahlar daha çok kuşatmalarda kullanılırdı. Ordunun Sefer Emri ve Savaş Taktikleri Türk-İslam devletlerinde ordunun sefer emrini başkomutan olarak hükümdar verirdi. Fakat hükümdarlar bu emri vermeden önce meşveret ve kengeş meclisine danışırdı Bu meclise önde gelen idareciler, ordu komutanları, divan üyeleri ve âlimler katılırdı. Mecliste konu tartışılır, sonunda da savaş veya barış kararı hükümdar tarafından alınırdı. Hükümdar savaş kararı verirse başkentin dışına saltanat çadırı kurulur, ordunun toplanması için emir verilirdi. Çadırın kurulduğu yön seferin yönünü gösterirdi. Ordu savaşlarda genel olarak merkez, sağ kol, sol kol, öncü ve artçı olmak üzere savaş düzeni alırdı. Sultan merkezde bulunur ve hassa ordusu onu korurdu. Sağ ve sol kollarda ise meliklerin ve şehzadelerin komutasındaki eyalet askerleri yer alırdı. Türkler, savaşlarda çoğunlukla sahte ricat veya Turan taktiği denilen askerî çevirme harekâtını kullanırlardı. Bu taktik daha çok nihaî zaferi kazanmak için karar verildiğinde uygulanıyordu. Özellikle Dandanakan ve Malazgirt savaşlarında bu taktik başarılı bir şekilde uygulanmıştır. ikinci uyguladıkları savaş taktiği de, karşıdaki düşmanın meydan savaşı ile yenilemeyecek kadar güçlü olduğu durumlarda uygulanan yıpratma taktiği veya vur-kaç taktiği idi. Selçukluların, Gaznelilere karşı Dandanakan öncesi uzun yıllar uyguladıkları taktik vur kaç taktiği idi. Böylece Gazne ordusu, hem psikolojik olarak yıpratılmış, hem de sayıca kayıplara uğradıklarından dolayı yenilmeleri de kolay olmuştur. İlk Türk-İslam devletlerindeki orduyu iki ana sınıfa ayırmak mümkündür. Bunlar savaşçı (muharip) gruplar ve yardımcı destek gruplarıdır. ? Muharip Gruplar: Ordunun savaşçı grupları kullandıkları silah ve alete göre isimlendiriliyorlardı. Bunlardan bazıları; okçular, mızrakçılar, gürzcüler, mancınıkçılar, neftçiler (bir çeşit yanıcı yağ kullanıcılar), kılıççılar, sapancılar, kementçiler, nakkaplar (engel deliciler) lağımcılar ( tünel kazıcılar), meşaleciler ve bayraktarlar sayılabilir. ? Yardımcı Destek Grupları: Bunlar da harem, hazine, silah ve hayvanların geride kalan muhafızları, mutfak görevlileri, sakalar (su taşıyıcıları), ordu inşaatçıları ile sağlıkçılardır. İlk Türk-İslam devletlerinde teçhizatın en önemli vasıtası at idi. Türk atı, Orta Asya'daki kendine has özelliklerini Ön Asya'ya da taşımıştır. Türk atının kulakları küçük, sağrısı kuvvetli idi. Ayrıca Gazne ordusunda filler de kullanılmıştır. Bu fillerin barınması için ordu da filhane kurulmuştu. Döneminin çok büyük ve en muntazam ordusu olan Büyük Selçuklu ordusu, kendisinden sonra kurulan Türk devletlerine de örnek olmuştur. 10'lu ve 40'lı sistemin görüldüğü Selçuklu ordusunun sayısı en gelişmiş dönemde 400.000 civarında idi. Türklerde Denizcilik Türkler, Orta Asya'da kurdukları ilk devletlerden başlayarak, Anadolu'ya gelinceye kadar, denizcilikte önemli bir faaliyet göstermemişlerdir. Türkler, tarihlerinin büyük bir kısmında Asya kıtasının iç bölgelerinde yaşamalarından dolayı, askerî teşkilâtlarını kara ordusu esasına göre kurmuşlardır. Türkler; Hazar Denizi, Aral Gölü ve Basra Körfezi kıyılarına hâkim olmuşlarsa da, bu sularda dikkate değer bir denizcilik faaliyetine girmemişlerdir. Türklerin, Malazgirt 10
Zaferi'nden sonra üç tarafı denizlerle çevrili Anadolu'yu fethetmeleri, denizcilikle yakından ilgilenmeleri sonucunu doğurmuştur. Çünkü Anadolu'ya hâkim olmanın ve bu topraklarda tutunabilmenin şartlarından birisinin de, karada olduğu gibi denizlerde de güçlü olunmasının gerektiğini anlamışlılardı. Ayrıca bu dönemlerde Anadolu kıyıları, denizcilikte ileri gitmiş olan Venedik, Ceneviz ve Papalık donanmalarının sürekli tehdidi altında idi. Bu nedenlerden dolayı Türkler, hem Anadolu'nun güvenliğini sağlamak, hem de ekonomilerinin gelişmesine katkı sağlayacak olan ticaret yollarının kontrolünü ele geçirebilmek amacı ile denizciliğe önem vermeye başlamışlardır. Çaka (Çakan) Bey ve Türk Denizciliğinin Kuruluşu İlk Türk denizcisi ve Türk denizciliğinin kurucusu sayılan Çaka (Çakan) Bey, Oğuz Türklerinin Çavuldur boyundandır. Batı Anadolu'da Bizanslılarla yapılan savaşlara katılan Çaka Bey, bu mücadelelerin birinde Bizanslılara esir düşerek İstanbul'a götürülmüştür. Uzun yıllar kaldığı İstanbul'da, Bizans'ın zayıf ve güçlü taraflarını ve iç siyasetini öğrenme fırsatı bulmuştur. 1078 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah'ın yardımı ile Bizans tahtını ele geçirmeyi başaran Botaniates (Botaniyates) zamanında da Yunancayı öğrenen Çaka Bey, imparatordan bir de asalet unvanı almıştır. Çaka Bey'in İstanbul'da iken iyice öğrendiklerinden bir diğeri de denizcilik idi. Çaka Bey, 1081 yılında imparator olan I. Aleksios Komnenos (Aleksi Komnen) zamanında İstanbul'dan kaçarak İzmir dolaylarına gelmiştir. Burada mensup olduğu boyun yardımıyla İzmir'i ele geçirerek bir beylik kurmuştur (1081).Kısa zamanda otuz parçadan oluşan bir donanma kuran Çaka Bey; Midilli, Sakız, Rodos, İstanköy ve Sisam gibi Ege adaları ile Ege kıyılarından Urla ve Foça gibi yerleri fethetmiştir. Çaka Bey'in kısa zamanda güçlenmesi, Bizans imparatoru Aleksi Komnen'in harekete geçmesine neden olmuştur. Denizdeki yeni rakibinden kurtulma yolları arayan imparator, Çaka Bey'in üzerine bir donanma göndermiş fakat bu donanma Çaka Bey tarafından bozguna uğratılmıştır. Bunun üzerine Çaka Bey, kuzeye doğru çıkarak Çanakkale kıyılarında bazı yerleri fethetmiştir. Çaka Bey'in en büyük amacı İstanbul'u Bizans'ın elinden almaktı. Ancak, İstanbul'un güçlü surlarla çevrili olması ve ayrıca Bizans'ın sürekli dışarıdan yardım alması bunu zorlaştırıyordu. Bu amaçla Çaka Bey, hem kara sınırlarını güvence altına alabilmek, hem de Bizans'ı doğudan sıkıştıracak bir müttefik kazanabilmek için kızını, Anadolu Selçuklu sultanı I. Kılıç Arslan ile evlendirdi. Ayrıca Avrupa'da, Bizans'a karşı mücadele eden Peçenek Türkleri ile iyi ilişkiler kurmaya çalışarak onlarla anlaştı. Çaka Bey'in planına göre kendisi denizden, I. Kılıç Arslan Anadolu'dan, Peçenekler de Balkanlardan olmak üzere Bizans'ı üçlü bir Türk kıskacına almaktı. Bu planı anlayan Bizans imparatoru Aleksi Komnen, oluşturulan ittifakı bozmak için Balkanlara gelmiş olan Kuman Türkleri ile anlaşma yolları aramaya başladı. Türkleri birbirine düşürme politikası uygulayarak bu durumdan kurtulmak isteyen imparator, Kumanları (Kıpçaklar) Meriç kıyısındaki Umur bey'de ordugâh kurmuş olan Peçeneklerin üzerine saldırttı. Hazırlıksız yakalanan ve çok kayıp veren Peçenekler bu beklenmedik ani baskın karşısında dağıldılar (Levunion Savaşı - 1091). Müttefiki olan Peçeneklerin yenilgisine rağmen cesaretini kaybetmeyerek hazırlıklarını sürdüren Çaka Bey, Bizans'a karşı mücadelesine devam etmiştir. Çaka Bey'den ciddi şekilde çekinen Bizans imparatoru, İzmir üzerine ordu sevk etmiştir. Karadan ve denizden saldırıya geçen Bizanslılar, 1092 yılında Midilli adasına çıkarma yapmışlardır. Çaka Bey, Bizanslılarla büyük bir mücadeleye girilmişse de, çıkan bir fırtına sonucu İzmir'e çekilmek zorunda kalmıştır. Sonuçta Midilli Adası'nın Bizanslıların eline geçmesini engelleyememiştir. Bizans daha sonra I. Kılıç Arslan ile Çaka Bey'i birbirine düşürme politikası izlemiştir. Bu amaçla I. Kılıç Arslan'a elçiler göndererek Çaka Bey'in asıl hedefinin Bizans değil, İznik olduğuna onu inandırmaya çalışmıştır. Ayrıca Çaka Bey'in Çanakkale'ye kadar ilerlemesi ve Anadolu Selçuklu topraklarına yaklaşması, I. Kılıç Arslan'ın kuşkularının artmasına neden olmuştur. Bizans oyunlarını iyi bilen Çaka Bey, damadı olan I. 11
Kılıç Arslan'ı Bizans entrikasına karşı uyarmak ve onunla anlaşmak amacı ile yanına ziyarete gittiğinde zehirlenerek öldürülmüştür (1093). Hem Peçeneklerin hem de Çaka Bey'in etkisiz hale getirilmesi Bizans'ı büyük bir tehlikeden kurtarmıştır. Bizans'ın uyguladığı Türkü Türk'e kırdırma politikası bir kez daha başarıyla uygulanmıştır. Çaka Bey'in ölümünden sonra, Ege denizi kıyılarında ve adalardaki üstünlük devam ettirilememiştir. I. Haçlı Seferi (1096?1099) sırasında Bizans, Çaka Bey'in topraklarını ele geçirerek bu beyliğe son vermiştir. iki Türk gücünün birbirine düşmesi ve Çaka Bey'in ortadan kaldırılması, Türk denizciliği için büyük bir darbe olmuştur. Günümüzde Türk Deniz Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak, Çaka Bey'in ilk donanmayı oluşturduğu 1081 yılı kabul edilmektedir. ANADOLU (TÜRKİYE) SELÇUKLULARI DÖNEMİNDE TÜRK DENİZCİLİĞİ Anadolu Selçuklu Devleti'nde denizcilik alanındaki ilk faaliyetler Süleyman şah'ın vekili (naibi) Ebul Kâsım tarafından başlatılmıştır. Süleyman şah, Antakya seferine çıkarken, İznik'te kendi yerine vekil olarak Ebul Kasım'ı bırakmıştı (1084). Ebul Kâsım, Süleyman şah'ın ölümünden sonraki altı yıllık dönemde Bizans'la mücadeleyi devam ettirmiştir. Bizans'ı baskı altına almak için donanmanın gerekli olduğunu anlayan Ebul Kâsım, Marmara kıyısındaki Kils Limanı'nda bir tersane kurdurmuştur. Böylece Ebul Kâsım, karadan abluka altına aldığı Bizans'ı denizden de baskı altına tutabilecekti. Ancak kurulmaya çalışılan bu ilk Selçuklu donanmasının ömrü fazla uzun olmamış, I. Haçlı Seferi sırasında yakılarak yok edilmiştir. Haçlı baskıları ile Anadolu'nun kıyı bölgelerinden iç bölgelerine doğru çekilmek zorunda kalan Anadolu Selçukluları, XIII. yüzyılın başından itibaren yeniden sahillere dönmeye başlamışlardır. Anadolu Selçuklu Devleti'nde, kıyılarda önemli şehirler fetheden ve denizcilikle ilgilenen sultanların başında I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1192?1196), I. İzzeddin Keykavus (1211- 1220) ve I. Alâeddin Keykûbat (1220- 1237) gelmektedir. I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Karadeniz ve Akdeniz kıyılarına önemli seferler düzenlemiştir. Trabzon Rumlarını yenerek bu günkü Samsun ve çevresini ele geçiren I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Karadeniz ticaretinin gelişmesi için büyük çaba harcamıştır. daha sonra Akdeniz'e yönelen I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Anadolu'nun Mısır ve Avrupa ile ilişkisini sağlayan önemli bir liman kenti olan Antalya'yı fethetmiştir (1207). I. Gıyaseddin Keyhüsrev'in Antalya'da kurduğu tersanede yaptırdığı küçük çaptaki donanması, I. Alâeddin Keykûbat döneminde Alâiye (Alanya)'nin fethinde de kullanılmıştır. I. İzzeddin Keykavus, Karadeniz kıyısındaki önemli bir ticaret merkezi olan Sinop'u fethederek, bölgedeki Trabzon imparatorluğu'nun hâkimiyetine son vermiştir (1214). I. Alâeddin Keykûbat, Akdeniz'deki hâkimiyet alanını genişletmek amacıyla büyük bir ticaret merkezi olan Antalya yakınlarındaki Kalonoros'u 1223 yılanda ele geçirmiştir. Şehri yeniden imar eden I. Alâeddin Keykûbat'ın isminden dolayı buraya Alâiye (Alanya) adı verilmiştir. Ticaret bakımından önemli bir üs olan Alâiye'ye tersane yaptıran Alâeddin Keykûbat, Anadolu'nun Akdeniz sahilindeki Türk hâkimiyetini güçlendirmeye çalışmıştır. Ayrıca I. Alâeddin Keykûbat döneminde ilk defa deniz ötesi sefere çıkan Selçuklu donanması, Karadeniz kıyılarında fetihler yapmıştır. Kastamonu uç beyi Hüsamettin Çoban komutasında yapılan bu deniz ötesi seferde Kırım'da bulunan Suğdak şehri fethedilmiştir (1227). Sinop-Kırım deniz ticaret yolunun emniyet altına alınması için yapılan bu Suğdak Seferi sonrasında, Anadolu Selçuklu Devleti'nin ticareti gelişmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin denizciliğe verdiği önem sayesinde Karadeniz ve Akdeniz kıyılarındaki birçok liman şehri ele geçirilerek devletin ekonomik yönden güçlenmesi sağlanmıştır. Ayrıca Selçuklular, Anadolu'nun bu kıyı şehirlerinde kurdukları tersanelerle donanma güçlerini artırmışlar ve ticaret yollarının güvenliklerini sağlamışlardır. Anadolu Selçuklu Devleti'nin, 1243 Köse dağ Savaşı sonrasında Moğolların hâkimiyeti altına girmesi, her alanda olduğu gibi denizcilikte de gelişmelerini engellemiştir. Bundan sonraki dönemde denizcilikle, Anadolu'da kurulmuş olan Anadolu beylikleri ilgilenmeye başlamıştır. BEYLİKLER DÖNEMİNDE TÜRK DENİZCİLİĞİ 12
Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra, Anadolu'da kurulan Türk beyliklerinden denize kıyısı olanlar birer donanma kurarak, kara ordusunun yanında deniz gücü de oluşturmaya çalışmışlardır. Ege kıyılarında Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları ve Karesioğulları ile Karadenizde de Candaroğulları ve Pervaneoğulları denizcilikle uğraşıp donanma gücü kurmuş olan Anadolu beylikleridir. Aydınoğulları: Aydınoğulları Beyliği'nin kurucusu olan Mehmet Bey, İzmir'i aldıktan sonra burada bir tersane yaptırarak denizcilik faaliyetlerine girişmişti. Mehmet Bey, İzmir ve Selçuk'ta kurdurduğu tersanelerde yaptırdığı donanması ile Sakız Adası'na seferler düzenlemiştir. Aydınoğulları Beyliği, Mehmet Bey'in oğlu Gazi Umur Bey zamanında denizcilikte önemli bir güce ulaşmışlardır. Gazi Umur Bey Sakız, Bozcaada, Semadirek ve Eğriboz adaları ile Mora ve Rumeli kıyılarına başarılı akınlar da bulunmuştur. Gittikçe kuvvetlenen Umur Bey, Bizans ile siyasi ve askerî ilişkiler kurmuştur. Bulgarlara karşı Bizans'ın yanında yer alan Umur Bey, Bizans'taki taht kavgalarından yararlanmasını bilmiştir. Ayrıca Umur Bey, Bizans'la birlikte Kili ve Eflâk bölgelerine de seferler düzenlemiştir. Gazi Umur Bey'in Ege'de gittikçe güçlenmesi üzerine, Papanın teşviki ile Venedik, Ceneviz, Rodos ve Kıbrıs donanmalarından oluşan Haçlı donanması, İzmir'e baskın yaparak, burada bulunan Aydınoğullarının tersane ve donanmalarını yakmışlar, İzmir'in bir bölümünü de işgal etmişlerdi (1344). Gazi Umur Bey kaybettiği yerleri geri almak için verdiği mücadelede şehit olmuştur (1348). Umur Bey, denizcilik alanındaki başarıları ile Türk denizcilik tarihinin en önemli şahsiyetlerinden birisi olmuştur. Gazi Umur Bey'in ölümüyle Aydınoğulları Beyliği'nde denizcilik faaliyetleri gerilemiştir. Saruhanoğulları: Ege'de güçlü bir donanma kurmuş olan Saruhan Bey, Foça ve Sakız Adası'ndaki Cenevizliler ile Midilli Adası'nı vergiye bağlamıştır. 1334 yılında Aydınoğlu Gazi Umur Bey ile birlikte Yunanistan ve Mora kıyılarına düzenlenen seferde, Saruhanoğulları donanmasına, Saruhan Bey'in oğlu Süleyman Bey komuta etmiştir. Saruhanoğulları Beyliği'nin üç yönden Türk beylikleri ile çevrili oluşu, onları deniz yönünde genişlemeye yöneltiş, bu nedenle de Saruhanoğulları güçlü bir donanma kurma zorunluluğu duymuşlardır. Menteşeoğulları: Menteşeoğulları da denizcilikle ilgilenmiş olan Türk beyliklerinden birisidir. Ege'de güçlü bir donanmaya sahip olan Menteşeoğulları, özellikle Mesut Bey döneminde, Rodos şövalyeleri ve Kıbrıs Krallığı ile başarılı mücadeleler yapmış ve Rodos Adası'nın önemli bir kısmını da ele geçirilmiştir (1300). Ancak ada daha sonra Rodos şövalyeleri tarafından geri alınmıştır. Mesut Bey'in oğlu Orhan Bey de, Ege'de ve Akdeniz'de önemli deniz seferlerinde bulunmuştur. Karesioğulları: Karesioğullarından Yahşi ve Demirhan Beyler, donanmaları ile Rumeli kıyılarında faaliyet göstermişlerdir. Bu beyliğin Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılması ile donanmaları Osmanlılara geçmiş ve bu donanma da gelecekte Osmanlı donanmasının çekirdeğini oluşturmada önemli rol oynamıştır. Candaroğulları: Karadeniz kıyısındaki Sinop şehrinde bir tersaneye sahip olan Candaroğulları, Karadeniz'de faaliyet göstermişlerdir. Bu beylik Osmanlılara geçtikten sonra Sinop, Osmanlıların Karadeniz'deki önemli bir deniz üssü durumuna gelmiştir. Pervaneoğulları: Deniz kuvvetleri olan beyliklerden bir diğeri de, Karadeniz kıyısındaki Pervaneoğulları Beyliği'dir. Pervaneoğulları, Trabzon imparatorluğu ve Cenevizlilere karşı başarılı mücadeleler yapmıştır. Pervaneoğulları, denizcilikte, özellikle son hükümdarları olan Gazi Çelebi döneminde çok güçlü duruma gelmişlerdir. Cenevizlilerle yapmış olduğu savaşlardan zaferle çıkan Gazi Çelebi, Kefe yakınlarında bir Ceneviz donanmasını yenilgiye uğratmış, ayrıca Cenevizlilerin Sinop'a düzenledikleri saldırıları da önlemiştir. Gazi Çelebi, Cenevizlilerin elinde bulunan Kırım üzerine de bir sefer düzenlemiştir (1313).
13
İslamiyet’ten Sonra Türk Devletlerinde Ordü Teşkilatı Büyük selçuklularda devletin temeli olan ordu, Hassa ordusu ve timarlı sipahilerden meydana eliyordu. sarayda özel olarak yetiştirilip, doğrudan sultana bağlı olan Gulamân-ı saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi. Bunlar senede dört defa maaş alırlardı. Hassa ordusu; melik, vali, vezir ve diğer yüksek rütbeli devlet memurlarının emri altında, her an harekete hazır askerler olup maaşlıydılar. Sipahiler; süvari kuvvetleriydi. Sipahi ordusu mensuplarından her biri, ülkenin çeşitli bölgelerinde kendilerine tahsis edilen toprakların (ikta=dirlik) gelirlerinden geçimlerini sağlıyordu. Selçuklular, askerî iktalar sayesinde, maaş ödemeden bir orduyu beslemiş, mühim bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmişti. Bu sayede üretimin artmasını, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idarî bir kadronun kurulmasını temin etmişti. Bin süvariden fazla asker besleyen ikta sahipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcudu, 400.000'e kadar çıktı. Bunun 46.000'i merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmış durumdaydı. İkta sistemiyle, ülke menfaatlerini âhenkleştirip, kudretli askerî ve idarî teşkilata sahip oldular. Aynı sistem, Osmanlılar'ı da etkiledi. Halk arasından Haşer denilen ücretli askerler de alınırdı. Ayrıca gönüllü Gâziyân ve çeşitli askerî sınıflar da vardı. Selçuklu ordusunun gezici hastaneleri ve Çerge denilen hamamları vardı. Orduda hafif silah olarak ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak, harbe, sökü, bozdoğan da denilen topuz, gürz, balta, nacak, çekre, zemberek, pala, cevşen (zırh) ve çokal kullanılırdı. Ordunun silahları ülke içinden, en iyi malzeme kullanılarak, sanatında pek mahir ustalar tarafından imal edilirdi. Büyük Selçuklularda deniz kuvvetleri olmamasına rağmen, bağlı devletlerde vardı. Ordunun ihtiyacının karşılanması ve meselelerin halline Dîvanü'l-ceyş bakardı. Karahanlılar'da ordu, Selçuklular'da olduğu gibi başlıca dört ana bölümden meydana gelirdi. Bunlar, saray muhafızları, hâssa ordusu, hanedan mensupları ile valiler ve diğer devlet adamlarının kuvvetleri, devlete bağlı Türk teşekküllerine mensup kuvvetlerdi Gaznelilerde ordu, dört kısımdan meydana gelirdi. Bunlardan süvariler ilk kısmı meydana getirir ve ordunun en kalabalık bölümünü teşkil ederdi. Çoğunun iki atı vardı. İkinci bölümü yayalar meydana getirip sayıları az, başlıca vazifeleri ise şehirleri korumalarıydı. Ordunun üçüncü kısmı sultanın özel birliğiydi. Buradaki askerler, Türkistan'daki oymak savaşlarında hakimiyet altına alınan yerlerdeki Türk çocuklarıydılar. Ordunun son bölümünü, filler meydana getirirdi. Bunlar doğrudan doğruya sultan tarafından denetlenirdi. Filcilerin çoğu Hintliydi. Bunların muharebelerdeki görevi, düşman saflarını bozmak ve yarmak, düşman atları, kendilerine ve kokularına alışmamışsa, onları ürkütüp bozgun çıkarmak, okçulara yüksek atış yeri sağlamaktı. Harezmşahlarda ordu, hassa ordusu ve eyalet askerlerinden meydana geliyordu. Memleketin her tarafına dağılmış haldeki ıktâ sahiplerinden teşekkül eden muazzam bir süvari kuvveti bulunuyordu. Ayrıca, muhtelif eyaletlerde askerî valilerin emri altında özel kuvvetler vardı. Bunlar, sultana tam bağlı olup, istenildiği yere kuvvet sevk ederlerdi. Anadolu Selçuklularında ordu; Gulamân-ı Saray, hassa ordusu, hânedâna mensup meliklerin kuvvetleri, Türkmen kuvvetleri, tâbi kuvvetler, ücretli 14
askerler ve donanmadan oluşurdu. Ordunun ve idarenin esasını, mahallinde çiftçilerin ödediği vergilerle beslenen Türk iktâ askerleri teşkil ederdi. Orduda, dinî vazifeleri görmek ve gazâ ruhunu canlı tutmak maksadıyla âlim, derviş ve mutasavvıflar bulunurdu. Silah olarak, ok, yay, kılıç, kargı, çomak, gürz, mızrak, topuz, nacak, mancınık, merdiven, seyyar kule kullanılırdı. Ordudaki birlikler, çeşitli bayrak, tuğ ve alem taşırlardı Tolunoğullarında ElKetâ'i'de askerî iskân, milliyetlere göreydi. Her kavmin mahalleri ayrıydı. Tolunlular ordusunun mevcudu, yüz bine yaklaşırdı. Ordu, Türk ve Sudanlılardan meydana gelirdi. Ordunun kışlaları, kumandanların konakları etrafındaydı. Eyyubî Devleti gücünü ordudan alan bir devletti. Ordudaki askerlerin çoğunluğunu Kıpçak Türkleri (memlûk) oluştururdu. Askerler daimî askerler ve gönüllüler olmak üzere iki gruba ayrılırdı. Esas Eyyubî ordusu, mesleği askerlik olan daimî askerlerden oluşuyordu. Çoğunluğunu süvarilerin oluşturduğu daimî askerler de hassa askerleri ve memlûklardan meydana gelmekteydi. Eyyubîler, Kafkaslardan Kıpçak Türklerini memlûk (köle) olarak alıp, özel bir eğitimden geçirerek gulam-asker olarak yetiştirirlerdi. Gulamların bazıları azat edilerek sultan ve emirlerin hassa kuvvetlerini oluştururdu. Eyyubî ordusunun büyük bölümü aylıklı asker olan memlûklardan oluşurdu. Eyyubî ordusundaki daimi askerler iktalı idi. Selçuklu ikta sistemini örnek al?p uygulayan Eyyubîlerde ikta sahibi olan her emir, belli miktarda savaşta hazır asker yetiştirmek ve savaş giderlerine katkıda bulunmakla görevli idiler. Bu askerlerin sayıları, silahları ve aldıkları maaşlar Divan el-Ceyş'teki defterlere yazılırdı. Gönüllüler ise sadece ihtiyaç olduğu zaman silahaltına alınan, diğer zamanlarda da kendi işleriyle uğraşan kişilerdir. Eyyubî askerlerinin kullandığı silahlar; kılıç, kalkan, ok ve yay, balta ile nacaktı. Eyyubîler donanma gücüne de sahiplerdi. Dimyat ve İskenderiye'de kurulan tersanelerde,ordunun ihtiyacı olan gemiler yapılırdı Memlûk ordusunun esasını Kafkasya ve Kıpçak bozkırlarından getirilen Türk gençleri oluşturuyordu. Memlûk ordusu sultanın muhafız birliği, tımarlı askerler, emirlerin askerleri ve yardımcı kuvvetlerden meydana geliyordu. Nil Nehri üzerinde bulunan Ravza adasında yetiştirilen ve saray köleleri de denilen muhafız birlikleri ordunun çekirdeğini oluşturuyordu. Sultana hizmet eden memlûklar iki sınıftı. Birinci sınıf, sultanın şahsına ait memlûklardı. Sultan tahttan indirildiğinde veya öldüğünde bu memlûklar de görevden alınır, saraydan uzaklaştırılarak diğer emirlerin hizmetine verilirdi. ikinci sınıftaki sultan memlûkları ise saltanat hizmetinde bulunurlar, sultan değiştiğinde veya öldüğünde görevlerinde kalırlardı.Tımarlı askerler, tımar sahiplerinin özel olarak yetiştirdiği askerlerdi. Kendilerine tımar (ikta) verilen sultanın komutanları ve emirlerin çocukları topraklarından elde ettikleri gelirlerinin üçte biri ile geçinirler, üçte ikisi ile de asker yetiştirirlerdi. Memlûk ordusunun en kalabalık bölümünü, emirlerin yetiştirmek zorunda bulunduklar köle askerler (Tımarlı askerler ) oluştururdu. Bunların dışında beylerin besledikleri askerler de vardı. Bunlarda iktalı idiler. Ayrıca valiler de düzenli asker beslemek zorunda idiler. Memlûk Devleti'nin Akdeniz ve Kızıldeniz'de donanma gücü de vardı. Fakat bu donanmalar kara ordusu kadar güçlü değildi. Savaş kararları, sultanın başkanlığını yaptığı şûra tarafından verilirdi. Orduya bizzat sultan veya emirlerden biri komuta ederdi. Memlûk ordusu tamamen atlı birliklerden oluşuyordu. Ayrıca gerek askerî teşkilatta, gerekse devlet yönetiminin çeşitli alanlarında düzenli olarak işleyen bir posta teşkilatı kurulmuştu. At, çok hızlı gidebilen hecin develeri ile güvercinlerin kullanıldığı posta teşkilatı, o dönem için oldukça ileri düzeyde idi
15
Osmanlı İmparatorlüğü’nda Ordü Teşkilatı Osmanlı'da Askeri Teşkilatlanma ve Kapukulu Askerleri Padişahlar öteden beri Osmanlı İmparatorluğu Ordusu nun Başkomutanlık önemli görevini yapmışlardır. Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretlerinin Saltanatı zamanına gelinceye kadar "vezir-i evvel" adıyla anılan Sadrazam sivil işlerde Padişah tarafından kendisine bağışlanan salt vekaleti taşıdığı gibi, eskiden askeri kuvvetlerin de amiri idi. Böylece savaşta "Serdar-ı Ekrem" adı ile Padişah ordusunun başına geçerek savaş alanına doğru gitmek karariyle sefere çıkardı. Deniz işlerine bakmak konusu Kaptan Paşa'ya verilmişti ve O da seferde Padişah donanması komutanlığını üzerine alırdı. Padişah ordusu aslında kapıkulu ve eyaletler askeri adları ile başlıca İki bölüme ayrılmıştı. Deniz kuvvetleri son bir ikinci bölümdü. Bu bölümlerin her biri de müteaddit ocaklardan oluşurdu. Özel bir ad ile anılan veya özel bir görevle çalıştırılan muvazzaf askerlerin tümüne "Ocak" denir, ocağın da en büyük subayına "Ocak Ağası" adı verilirdi. Padişah Sarayının (Enderunun) iç hizmetleri de ocaklara bölünmüştü. Bu uçaklar arasında da askeri sınıflardan say ilebilenler de bulunurdu. "Bostancı Başı" adındaki bir kişinin komutasında olarak Padişah saray ve bahçelerinin korunmasına ve daha sonralan Boğaziçi'nin de disiplini İşleriyle görevlendirilen bostancılar, "Müteferrika Ağası" adı verilen bir kişinin yönetimine verilirdi. Asillerden ve büyük kişilerin çocuklarından oluşan ve sürekli olarak silah altında tutulan ve Padişahın sefere gitmesi halinde beraberinde hizmet alan "Muteferrikalar"ı da, Padişah Sarayının (Enderunun("Asker Ocakları" arasında sayılabilir. Hazine, kiler ve seferli adlarında üç koğuştan oluşan "Enderun okula" da önceleri Osmanlı Ordusunun Harp Okulu yerine geçerdi. Her koğuşun öğretim süresi birkaç yıldan oluşurdu. Askeri sınıfların ocak ağalarına "Dış ağalan" ya da "Birun ağaları" ve Padişah Enderun ocakları ağalarına da "Enderun ağalan" yada "İç ağaları" denir; tüm olarak subaylara da "Ağa" adı verilirdi. KAPIKULU ASKERLERİ Kapıkulu diye adlandırılan askeri sınıf bugünkü askeri terimimizce Hassa askerlerinden oluşur, devletten "Ulufe" adı ile ve gündelik hesabiyle maaştan başka tayinat da alırdı. Daha önceleri yalnız İstanbul'da kışlada yaşarken, sonraları Sınır boylarında bazı kalelerle Önemli mevkilerin korunmasıyla görevlendirilerek, taşraya da yerleştirildiler. Bunlar aslında piyade ve süvari olmak üzere başlıca iki sınıftan oluşurdu. Kapıkulu Piyadesi Bu piyade askerleri aşağıdaki 7 ocaktan Kurulu idi : Yeniçeriler Acemioğlanları Cebeciler Topçular Top arabacıları Humbaracılar Sakalar Yeniçeri Ocağı Yaya beyler, bölükler, sekbanlar denilen üç bolümden meydana gelirdi. Yaya beyler birden yüzbire kadar 101 ortadan, bölüklüler birden altmış bire kadar 61 ortadan, sekbanlar da 34 ortadan kurulu idiler. Yaya beylere cemaat, bölüklere ağa bölükleri yada sadece bölük, sekbanlara da 16
yanlış terimle seymenlerde denirdi. Kuruluş tarihine göre birbirlerine önceliği bulunan bölümler bazı farklı üstünlükler elde etmişlerdi. Yeniçeriler yukarıda sayılan üç bölümden, korucular, oturaklar ve fodlahavaran (Fodla: Yassı pide şeklinde bir çeşit ekmek) adlarıyla üç kışıma daha ayrılırlardı. Korucular bütün yeniçeri ortalarının erleri arasından seçimle ayrılarak, İstanbul, Edirne ve Bursa'da bulunan Padişah saraylarını korumakla görevlendirildi. Oturaklı da denilen oturaklar emekli askerlerden meydana gelirlerdi. Bunlar muvazzaf hizmetten her ne kadar bağışık idiyseler de, disiplinlerinin sağlanması için kendilerine ayrılmış olan subayların maiyetlerine verilerek eski görevlerine Ödül olarak belirli sürelerdeki ödeneklerini alırlardı. Fodlahavaran denilen topluluk devlete hizmetleri geçmiş olan yeniçerilerden ölenlerin yetimleridir. Bunların geçimlerini sağlamak için ocaktan az bir ödenek verilirdi. Bütün yeniçeri ocağı yeniçeri ağası adında bîr kişinin komutasına verilmişti. Yeniçeri ağasından başka ocağın: Sekban başı, kul kethüdası ya da kethüdabey, zağarcıbaşı, tornacıbaşı, mahzar ağa, büyük ve küçük hasekiler, başçavuş, kethüda piri, katip ya da yeniçeri efendisi adlarındaki büyük subaylardan olurdu. Bugünkü piyade bölük yada taburlarının karşılığı olan yeniçeri ortalarından her biri de "çorbacı" adında bir bölükbaşının komutasında bulunurdu. Her ortanın da odabaşı, vekilharç, bayraktar, baş eski ve aşçı ustadan oluşmak üzere bir subaylar topluluğu bulunurdu. Her ortanın ya da birkaçının; imam, zağarcı, tornacı, talimhaneci, solak gibi bir özel ve ortaklaşa ismi ile ikinci bölümün tuğ ve alem bahsinde anlatılacağı gibi yine ortak bir işaretleri vardı. Acemi Oğlanları Düşmandan tutsak alınan ya da devşirme yasasına göre her üç ya da her beş yılda bir 7?8 yaşlarındaki Osmanlı uyruklu Hristiyan çocukların toplanmasından oluşurdu. Bunlar acemi oğlanları ocağında yedi yıl görevlendirilerek her çeşit zorluk, yorgunluk ve ağır silahları kullanmaya alıştırıldıktan, dinin koşullarıyla eğitilerek Türkçe öğretildikten sonra; yeniçeri ocağı İle kapıkulu ocaklarında açık bulunan boşlukların yerini doldurmak üzere "yeniçeri kapısı" yahut "çıkma" terimleri ile eğilim ve heveslerine göre ocaklara dağıtılırlar. Böylece acemi oğlanlar Osmanlı Ordusu erlerinin özel bir okulu durumunda idi. 59 ortadan oluşan bütün acemi oğlanlarının amiri yeniçeri ağası idi; fakat birçok işi gücü bulunmasından ötürü ağanın bunlara bakmağa vakti bulunmadığından, "İstanbul ağası" ağaya vekaleten bunlarla ilgilenirdi. Bundan başka her ortanın da çorbacı, meydan kethüdası ve kapıcı adlarında üç subayı bulunurdu. Acemi oğlanları ocağı 1640 (Hicri 1048) yılına kadar sürdü. Ondan sonra devşirme yasası uygulanmadığından bu ocak kaldırıldı. Cebeci Ocağı Piyade silahlarıyla mühimmatını onarım, dağıtım ve korumakla görevlendirildiğine göre, Cebeciler bugünkü tubar tüfekçileri yerindedir. Tümü de "Cebeci başı" adında bir kişinin komutasına verilir; Maiyetinde "Cebeciler katibi" adında bir muhasebeci bulunurdu. Savaşta ordu komutanları eşliğine uygun miktarda cebeci verilir, barışta ise askeri mevkilerde gereği kadar bulundurulurdu. Topçu Ocağı Kısmen top doldurmak hizmetlerini yerine getiren, kısmen de top namluları dökümünde ve kundak yapımıyla patlayıcı madde hazırlanmasında çalıştırılanlardan oluşan ve "Topçubaşı" namında bir kişinin komutasında bulunan bir sınıftı. Topçu başının yönetiminde top dökümhanesi müdürü olarak "Dökücü Başı" bulunurdu. Ocağın nazır, topçular katibi, kethüda piri adlarında üst rütbelileri de vardı. Bu ocak birkaç ortalara bölünmüş, her ortanın da çorbacı, odabaşı ve daha başka adlarda subayları 17
bulunurdu. Topçu ortası denilen birlik bugünkü terimle topçu bölüğü veya bataryası demek ise de, her ortanın oluştuğu topların çap ve sayıları bugünkü topçu bataryalarında olduğu gibi belirli ve sınırlı değildi. Top atmağa ve top arabalarını kullanma ve sürmeye memur olan erler bugünkü topçu bataryalarında olduğu gibi bir kıt'ada toplu olarak bulunmazdı, Arabacı Ocağı Top arabalarını çalıştırmak ve sürmekle görevli ve "Arabacıbaşı" adındaki birinin komutasına verilmiş olan sınıftı. Arabacıbaşından başka topçu ocağına benzer büyük yöneticileri olan bu ocak da birkaç orta'ya bölünürdü. Humbaracılar Yabancı ordularda eskiden "Bombardiya" denilen askerlerin karşılığı olan ve kale ve mevki muharebelerinde gözle görülmeyen hedefler üzerine "havan" denilen ateşli silah ve "Humbara" atmakla görevli idi. "Humbaracıbaşı" adında birinin komutasında öteki ocaklarda olduğu gibi büyük rütbeli subaylara sahipti ve çeşitli ortalara bölünmüştü, at: Bugünkü Padişah ordusunda humbaracıların çalışma ve görevleri sonradan kurulan topçu obüs alaylarına çevrilmişti. Htımbara işini görmekte olan obüslerle atılan mermilere "humbara" değil "dane" adı verilirdi. Lağımcılar Kalelerin sarılma ve savunmasında toprak altında yollar (Dehlizler) kazarak ve lağım bağlayarak "lağım savaşı" yapmakla görevli mühendislerden oluşurdu. Bunlar öteki ocaklar gibi ortalara bölünmüş değillerdi. Bununla beraber bağımsız bir ocak sayılarak "lağımcıbaşı" denilen bir subayın yönetiminde bulunur ve erleri arasına Osmanlı uyruklu Hristiyanlar da alınabilirdi. Saka Ocağı Yeniçeri çorbacılarından "saka başı" adında bir kişinin gözetiminde bulundurulan kapıkulu ocaklarının en aşağı sınıfı sayılırdı. Sakaların "saka başı"ndan başka subayları yoktu. Kapıkulu ocaklarını oluşturan ortalardan herbirine erlerin her çeşit gereksinmeleri için gerekli suyu sağlamak üzere birkaç saka eri görevlendirilirdi. Kapıkulu Süvarisi Sürekli olarak silah altında bulundurulan bu süvari askerinin İstanbul'da kışlaları yoktu. At beslemekte kolaylık olmak, fakat saltanat başkentine yakın bulunarak gerektiğinde hızla toplanmalarına olanak sağlamak için İstanbul, Edirne ve Bursa kentleri arasındaki köy ve kasabalarda yerleşmelerine izin verilirdi. Bu süvari askeri; Silahtar Sipahi Sağ ulufeciler Sol ulufeciler Sağ gureba bölüğü Sol gureba bölüğü adlarıyla altı bölükten oluşurdu. Her bölüğün bir "bölük ağası", bundan başka Kethüda Bey, Kethüda Piri, Katip ve Kalfa adlarında bir topluluk erkanı, başçavuş, çavuş isimleriyle de küçük rütbeli subayları vardı. Bu bölüklerin sırasiyle ikisine baş, ikisine orta, son ikisine de aşağı bölükler denirdi. Baş bölüklerden silahtar bölüğüne "Sarı Bayrak" Sipahi bölüğüne "Kırmızı Bayrak", Osmanlı tarihinde "Bölükat-ı Erbaa" denilen diğer dört bölüğe de ayrıca "Alaca Bayrak" da denilirdi. Silahtar bölüğü savaş zamanı yolların ve geçitlerin onarım ve yapımında çalıştırılan müsellem ve yürükleri toplayarak onlara nezaret ederdi. Sipahi bölüğü Padişah ordusunun hareket yolu üzerinde geriden gelecek askeri kıt'alara işaret olmak üzere her iki fersahta bir "Ordu Tepesi" adında küçük tepeler kurulmasına büyük çaba gösterirdi. Bölükteki Erbaa ise "Livayı Şerif" koruyuculuğunda olarak din adamlarının başı ile beraber sadrazamın maiyetinde bulunurdu. Yukarıda saydığımız altı bölük erlerinden ayrılan üçyüz süvari de savaşta verilen emir ve yazıların bildiri ve ulaşımında bir tür yaverlik hizmetinde bulunurlardı. Bunlara mülazım adı verilirdi. Barış zamanı ise kiraya verilen devlet arazisinin yönetiminde Hristiyanlardan alınan vergileri toplamakla görevlendirilirdi. OSMANLI ORDUSU EYALET ASKERLERİ Önceleri Osmanlı ülkesi eyalet ve sancaklara bölünmüştü. Eyalet bugünkü deyimle il demekti. Genellikle 18
Vezirler, Beylerbeyi, Mirmiranlar; sancaklara da Mirliva ve Beyler memur edilirdi. Bunlardan vezirlerden gayrısına "Ümera" denirdi. Osmanlı Devleti salt bir askeri hükümet olarak kurulduğundan, vüzera ve ümera sivil devlet işlerine bakmak ve düzenlemekle beraber askeri görevleri de yerine getirirlerdi. Böylece ülkenin barış zamanında güvenliği ile birliğini yani disiplinini sağlar, savaş zamanında da maiyetlerindeki mevcut askerleriyle savaşa giderlerdi. Devlet hazinesinin doğrudan doğruya yararlandığı gelir kaynakları; müslüman olmayanlardan alınan vergiler, gümrük, madenler, tuz ocakları gelirleriyle, komşu devletlerden ve mümtaz eyaletlerden "Maktuat" adı ile alınan vergilerden oluşurdu. Bu gelirlerin büyük ve önemli kısmı olan aşar gelirleri has, zeamet ve tımar adlarıyla yukarıda adı geçen vezirlerle ümeraya ve aşağıda bahsolunacak tımar ve zeamet sahiplerine bırakılmıştır. Bunların dirlikleri yani geçimleri için kendilerine bırakılmış olan gelirleri oranında olmak üzere sefer zamanında bir miktar asker çıkarmaları özel kanunla saptanmıştı. Yasaya göre geliri yılda yüzbin akçeyi geçen birliğe has adı verilirdi ki, bunlar vüzera ve ümeraya verilirdi. Eyalet paşalarının hassı bir buçuk milyona, sancak idaresine memur olanların has sı ise beşyüzbin akçeye kadar yükseltilebilirdi. Has sahibi olan eyalet paşaları ve sancak beyleri savaşa gittikleri zaman hasları kaç yüz bin akçe ise, her beşbin akçesi için bir cebelû yani silahları gelişmiş ve savaş kabiliyetleri üstün bir süvari götürmeye zorunlu idiler. Fakat bunlar kendi haslarıyla barış zamanında da daire hakkı adında maiyetlerinde bir askeri kuvvet bulundururlardı. Savaşa, bütün daireleri halkı ile birlikte giderler ve yasa gereği olarak göndermekle yükümlü oldukları askerlerin birkaç katını yanlarına alırlardı. Eyalet ve sancaklardan bazılarının fethi sırasında ondalık gelirleri has, zeamet, tımar biçiminde ayrılmış ve bölünmüş olmadığından, bütün ondalık ve diğer gelirler doğrudan doğruya devlet hazinesine kalırdı. Bu gelirlerden o yörenin memurları ile ayni yörenin güvenliğini koruyan askerlerin salyane (özel maaşları} alındıktan sonra geriye kalan gelirler İstanbul'a gönderilirdi. Eyalet ve sancakların bu yoldaki yönetimine salyane usulü denirdi. Önceleri salyane ile yönetilen iller; Bağdat, Basra, Halep, Mısır, Cezayir gibi birkaç eyaletten meydana gelirken, sonraları bu yöntem gittikçe genelleşmiş, yayılmıştır. Şimdiye kadarki açıklamadan anlaşıldığı gibi eyalet askeri barış zamanında da kısmen silah altında bulundurulur ve kısmen de şimdi olduğu gibi redif ve müstahfız askerlerine benzer bir şekilde savaş zamanı silah altına alınırlardı. Aslında eyalet askeri, yerli kulu piyadesi, serhat kulu ve topraklı adı ile anılan süvari askerinden meydana gelirdi. Yerli Kulu Yerli kulu piyadesi aslında Eyalet Paşalarıyla Sancak Beylerinin komuta ve yönetimleri altında bulunur, subayları da bunlar tarafından atanırdı. Yalnız görevlendirildikleri sürece maaş ve tayınları eyalet ve sancağın yönetimine göre ya adı geçenler tarafından veya devlet hazinesinden ödenirdi. Bu askerler şu beş sınıftan meydana gelirdi. Azab Sekban ve tüfekçi İcareli Lağımcı Müsellem Azab Bekâr anlamında kullanılırdı. Tersane ocaklarında çalıştırılan bir askeri sınıfa bekâr olmaları koşulu ileri sürüldüğünden ötürü Azab denirdi. Taşrada hizmet gören Aazblar sayıca sınırlı ve belirli olmazlardı. Birbirlerine uyum ve bağlılıkları olmamak üzere yurdun mülki bölümüne göre birçok küçük müfrezelere bölünürlerdi. Bu müfrezelere de kapıkulu ocaklarındaki bölünmeye göre Orta adı verilirdi. Her sancak ve ildeki azablar Azabağası, Azab Katibi adında iki, her orta da Odabaşı ve Bayraktar adlarında iki subayın komutasında bulunurlardı. Sekbanlar Olağanüstü gereksinim durumunda kendi istekleri ile hizmete girerek 19
çalışan köylülerden meydana geldikleri için yerli kulu piyadesinin en aşağı sınıfı sayılırlar ve bu sınıfa Hristiyanlar da kabul edilirlerdi. Azab ve sekban sınıfları sonuna kadar yerli kulu piyadesi arasında kalmışsa da, zamanla önemleri kaybolduğundan yerlerine tüfekçi adında bir piyade sınıfı kullanılmıştır Her 50?60 tüfekçi bir bayrak sayılır ve gönüllü subay adında bir subayın komutasında bulunurdu. Her sancak ve eyaletteki tüfekçi bayrakları tüfekçi başı denilen bir subayın komutasına verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beşer tüfekçi başı bulunduğundan bunlardan birine serçeşme adı verilir ve şimdiki Zaptiye Albay Beyleri yerinde tutulurlardı. İcareliler Sadece sınırlarda bulunan kent ve kalelerde kullanılan yerli topçulardır. Bunların subayları kuşkusuz topçuluk bilgileri bulunması gerektiğinden Eyalet Paşalarının komutasında bulunmak üzere İstanbul'dan gönderilirlerdi. Buna da Topi ya da Topçu Ağası denilirdi. Bu topçulara ücretli olarak çalıştırılmalarından icareli denmiştir. Lağımcılar Sınır üzerinde bulunan bazı Önemli kalelerin ansızın sarılabilmesi düşüncesi nedeniyle, bu gibi hallerde karşıt lağım muharebesini yönetmek üzere barış zamanında da bu kalelerde lağımcılar bulundurulurdu. Çoğunlukla Hristiyan taba olan bu lağımcılar İstanbul'dan Lağımcı Başı adıyla gönderilen bir subayın komutasına verilirdi. Müsellemler Eski askeri terimimi/ce çarhacı adı verilen öncünün ilerisinde hareket ederek Padişah ordusunun geçeceği yollan ve geçitleri onarımla görevli olduklarından bunlar yalnız savaş zamanı toplanırlardı. Barış döneminde vergiden bağışık olduklarından, bunlara müsellem denilmiştir. Aslında müsellemler rumeliye özgü ve çoğunlukla Hrİstiyanlardan meydana gelirdi. Anadolu'da ise bu sınıf asker genellikleİslâmlardan kurulur ve adına da yörük denirdi. Serhat Kulu 17nci Yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti 'nin hiçbir komşu hükümet ile çizilmiş ve saptanmış sınırları olmadığından serhat akıncıları barış döneminde bile fırsat buldukça çeteye gitmek denilen, komşu ülkelere saldırı, yağma ve çapul yaparlar bunlar da anlaşmalara aykırı sayılmazdı. Bu nedenle uzun süre sınır beyliklerinde kalan Mihaloğulları ve Evrenoszadeler gibi eski soylu aile üyeleri, Osmanlı ve yabancı tarihlerinde "Akıncı" adıyla anılan hafif süvari askerlerinin başında bulunarak akınlar dan olağanüstü güç ve iktidar kazanmışlardı. Sınırlar saptanmağa başlandıktan sonra bile, akıncılık tamamen ortadan kaldırılamamıştır. Bunun ürerine hükümet, düşman tarafından gelebilecek saldırıya karşı koymak ve fırsat düştükçe "çeteye gitmek" üzere sınırlarda "Serhat Kulu" denilen süvari sınıfından askerin sürekli olarak konulmasını ve kullanılmasını gerekli görmüştür. Bu Serhat Kulu : Deli (Delil) Gönüllü Besli denilen başlıca üç sınıftan oluşurduysa da, bunlara sonraları levent ve hayta isimli iki sınıf daha eklenmiştir. Bunlardan her elli altmış kişisi bayrak adında müfreze meydana getirir, bu müfrezelerin birkaçı Deli Başı adı verilen bir subayın komutasında bulunurdu. Birkaç Deli Başının askeri Alaybeyli ya da Serçeşme adı verilen bir büyük subayın eşliğine verilirdi. Yurtiçinde bu saydığımız asker sınıflarından bazıları Eyalet Paşalariyle sancak beyleri nin halkı arasında yerli kulu piyadesinden sayılarak yörenin asayişinin sürekliliğini sağlamakta da çalıştırılırlardı. Topraklı Süvarisi Bu süvari askeri has, zeamet ve tımar sahipleri ile savaşta bunların yasal olarak çıkarmağa zorunlu bulundukları cebelulardan oluşurdu. Barışta da devlet tarafından kendilerine gösterilen toprağın aşar geliri ile geçimlerini sağladıklarından bunlara topraklı denilmiştir. Evvelce de anlatıldığı gibi Eyalet Paşaları ve sancak beyleri has sahibi oldukları gibi, saltanat başkenti ile eyalet ve sancakların ileri gelen memurlarına da 20
geçimlerini sağlamak üzere has verilirdi. Bunlar çoğu zaman hasların kendileri tarafından atanan yerli bir ümena (emin güvenilen kimseler) aracılığıyla toplarlardı. Savaşta ise yukarıda anlattığımız gibi hasların her beşbin akçesi için bir süvari çıkarmaya zorunlu olurlardı. Has, atanma ile olduğu halde zeamet ve tımar çocuklara geçerdi. Kayıtlı gelirleri yirmibin akçeden yüzbin akçeye kadar olan dirliğe zeamet denirdi. Bunun asıl baş kalemine, yani temeli oluşturan yirmibin akçesine "Kılıç Hakkı" ve ödül olarak da yüzbin akçeye kadar sonradan alınan hak ve tahsis olunan miktarına "Terakki" denirdi. Zeamet sahibi kayıtlı bulunan gelirin her beş bin akçesi için, en üstün silahlarla donatılmış bir süvari erini savaşa götürmeğe zorunlu idi. Zeamet, Başkent ile eyalet ve sancak merkezlerinde bulunan bazı memurlara da bedeli karşılığı verildiğinden, zeamet sahiplerinin kendilerine bırakılan arazinin başında bulunmaları koşulu ileri sürülmezdi. Babadan evlada intikal eden zeamet sahipleri kendi vatanlarının subay ve sahibi, ülkelerinin ocakzadesi bulundukları için, halk bunları büyük görmüştü. Kendileri de soylulukları ile övünen görkemli kişiler olduklarından, barış döneminde, tımar sahipleri ile birlikte, ilçe ve köylerin asayişinin korunmasını ve düzenini tamamiyle sağlayabilirlerdi. Böylece, kendilerine bırakılan arazinin kalkınmasından maddi olarak yararlandıklarından, ülkenin bayındırlığına ve servetin çoğalmasına olağanüstü çaba gösterir ve çalışırlardı. Gelir kayıtları üçbin ya da altıbin akçeden yirmibin akçeye kadar olan dirliğe "Tımar" adı verilirdi. Bunun, "kılıç hakkı" denilen üçbin ya da altıbin akçesinden sonra her bir katı için tımar sahibi savaşa bir süvari götürmeye zorunlu bulunurdu. Tımar, bazı kalelerin korunmasında çalıştırılan erlere ve sınırda bulunan camii şeriflerin imam ve hatipleriyle Padişah Sarayının hizmetlilerine verilebilirlerdi. Bunlardan birincisi ve en çok olanları eşkinci tımarı adındaki kişilerdi ki, kesin olarak kendi topraklarında oturmaya zorunlu idiler. Ancak savaş zamanında muharebeye giderlerdi. Dirlik sahibi olanlar aşar gelirleri kendilerine bırakılmış olan toprağın yasalara göre sahibi sayılırlardı. Bu arazilerin ürününü, yasal olan aşarını kendilerine almakla beraber mahlülat ını yani doğrudan varisi olmadığı halde ölenlerin vakfa kalan miraslarını isteklilere devretmek, ferağ ve intikal halinde belirli olan harcı ödetmekle tapu senedi vermek hakkı vardı. Ancak toprağın ekim hakkı köy ve kasaba halkından, toprağı kullananlara ait bulunurdu. Zamanla tımar ve zeamet usulü kaldırılmış olduğundan, aşar gelirleri maliye hazinesince, ferağ ve intikal harcı, defteri hakani (Tapu ve Kadastro Bakanlığı) nezaretince alındığından dolayı mirasçısı olmayan araziyi başkasına devretmek de ortadan kalkmıştır. Her sancakta bulunan tımar ve zeamet sahipleri ile bunların çıkarmaya zorunlu oldukları atlılar savaş zamanı sancak beyinin bayrağı altında toplanır, sancak beyleri de bağlı oldukları Eyalet Paşasının komutasında olarak savaşa giderlerdi. Savaşa memur olan tımar ve zeamet sahiplerinin onda biri hem yurdu koruma görevinde bulunmak, hemde arkadaşlarının dirliklerinin işlerini düzenlemek üzere korucu adiyle sancaklarında kalırlardı. Sayıları yüzelli bini geçen bu süvari kuvvetinin savaş zamanı iaşe işleri de has, tımar ve zeamet sahiplerine aitti. Muharebede meydana gelen kayıplardan boşalan yerlere geçmek ve kahramanlıklar göstermek suretiyle yararlanmak için gönüllü adı ile savaş zamanı defterlere kaydolmamış olan bir hayli atlı savaşçı da bu süvari kuvvetine katılırdı. Osmanlı Devleti nin Kırım Hanlığı, Erdel Krallığı, Eflak ve Buğdan Emaretlerinden oluşan mümtaz eyaletlerinden de savaş zamanında Padişah Ordusuna kuvvet verilerek 21
yardım olunurdu. Bu mümtaz eyaletler tımar ve zeamete bölünmüş olmadığından, askeri sınıfları kendilerine özgü bir biçimde kurulmuştu. Tümünün askeri kuvveti de kırk elli bin süvariden oluşurdu. Bu yazı Osmanlı Askeri Teşkilatı ve Kıyafeti / Mahmut Şevket Paşa / KKK / 1983 kitabından alımıştır.
22
Türk Ordüsünün Tarihi Süreci Türk milleti gibi, Türk ordusunun da şanlı, şerefli bir tarihi vardır. Türklerde siyasî hayat, orduyla birlikte doğmuş ve gelişmiştir. Ordu-millet bütünlüğü, tarihin her devrinde değişmeyen bir gelenektir. Türk tarihinin bu geleneği, Orta Asya’daki ana yurtlarında ve göçlerden sonra dünya tarihinde önemli roller oynamıştır. Orta Asya’da kurulan Hun İmparatorluğu, ilk Türk Devleti kabul edilir. Bunu, Göktürk ve Uygur devletleri takip etmektedir. Orta Asya’da hüküm süren Türk devletlerinin düzenli orduları vardı. Süvari birlikleri, ordunun esasını teşkil ediyordu. Cesur ve cengâver askerlere sahip bu ordular, Asya’ya hakim oldukları gibi, Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemişlerdir. Hun Türkleri, Hakan Mete’nin kumandasında 400.000 süvariyle, M.Ö. 201’de Çin karargâhını kuşatmıştır. Bunlardan sonra gelen Türk devletleri daha batıdaki topraklar üzerine kurulmuştur. İslâmiyet'in yayılmasıyla, Türkler kitleler hâlinde Müslüman olmuş, böylece İslâmiyet'in şerefi, Türklüğün asaletiyle yan yana gelince tarihe şan veren büyük devletler kurulmuştur. Bu devletlerin ordularının müşterek gayesi; İslâmiyet'i insanlara duyurmak, onları dünyada ve ahirette rahat ettirecek bir yolu onlara bildirmek olmuştur. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından sonra Oğuz Türkleri tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti ve 1071’de Malazgirt’te büyük kuvvetlere sahip Bizans hükümdarı Diyojen’i yenen Alparslan, aynı inançla hareket etmişlerdir. Büyük Selçukluları, Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti zamanı takip etmiştir. Bu devletlerin devamı ve ülkeler fethetmeleri, hep orduları sayesinde olmuştur. Bir ideal için savaşan Türk orduları, tarih boyunca Asya, Afrika ve Avrupa’da bayrak ve sancaklarını dalgalandırmışlar, inanç, örf ve âdetlerinin o beldelerde yerleşmesinde öncülük etmişlerdir. Bu idealin Allah tarafından kendilerine verildiğine inanan Türkler, tarih boyunca bunu hiç kaybetmemişlerdir. Bu bakımdan, hiçbir zaman gelişi güzel yapılmayan savaşlarda, milyonlarca Türk evlâdının kanı, katî surette boş yere dökülmemiştir. Türk ordularını kıtadan kıtaya dolaştıran hep bu ideal olmuştur. 1071 yılında Malazgirt zaferiyle kapıları açılan Anadolu topraklarına giren Türkler, bir çok beylik, Anadolu Selçuklu Devleti ve Türklüğün en önemli devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğunu kurdular. Bu Türk topluluklarında değişmeyen unsurlar; dil, din, töre ve geleneklerdi. Yüzyıllar boyunca Türk Bayrağı bir uçtan bir uca dalgalanmış, atlarını Tunada sulayan Türkler, Viyana kapılarına dayanıp, Akdeniz’de kesin egemenlik kurarak Arap yarımadasını, Kuzey Afrika’yı ellerine geçirmişlerdi. 23
Kişi olarak askerliğe gönül veren Türkler tüm dünyaya ordu-millet olduklarını kanıtlamışlardı. Orta Asya’daki Türk uluslarından başlayarak, her Türk savaşçı durumunda olduğundan askerliğe özel meslek gözü ile bakılmamıştır. Göktürk kitabelerinde belirtilen tanrı vergisi askerlik misyonu, Türklerin bütün zamanlarda ülküsü kabul edildi. Türkler, bulundukları her yerde, ıstırap çeken, hor görülen, yanlış inançlara sapmış milyonlarca insanı korumuş, oralarda hak ve adaletin temelini atmışlardır. Türk ordusunda; sömürü, soygun, katliam ve ahlâksızlık yoktur. Aksine, insanlık, hamiyet, şefkat, hakka saygı ve adalet vardır. Zalimlerin karşısında, mazlumların yanında, hakkın müdâfii olan Türk ordusu, gittiği her yerde kurtarıcı olarak karşılanmıştır. Ateşli silahların bulunmasıyla, Türkler bu yeniliği derhal askerî sahada kullanmasını bildiler. Selçuklu ordusunda top kullanılmıştır. Osmanlılar, kendilerinden önceki Türk devletlerinin ordularının kuruluş teşkilatlarından istifade ederek kendilerine has bir ordu meydana getirdiler. Çaka Beyin İzmir’de tersane kurmasıyla Türklerde başlayan denizcilik, Osmanlılar zamanında çok gelişti. On altıncı yüzyılda Türk donanmaları, Akdeniz, Kızıldeniz ve Umman Denizinde serbestçe dolaşabiliyordu. Bu yıllarda Osmanlı Devletinin Donanması; Devlet Filosu, Derya Beyleri Filosu ve Garp Ocakları (Cezâyir, Tunus, Trablusgarb) Filosu olmak üzere üç filodan kurulu bir kuvvet halindeydi. On sekizinci yüzyılda duraklama devresine giren deniz kuvvetleri, 19. yüzyılda süratle makine devrine geçti. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla zamanın deniz kuvvetleri kuruluşuna geçilmiş, modern deniz araçları yapım ve alımına devam edilmiştir. On dokuzuncu asrın sonunda, 20. asrın başında dünya ordularında Hava Kuvvetlerinin kurulması ve gelişmesi neticesinde Türk Hava Kuvvetlerinin temelleri 1911 yılında atıldı. Balkan Savaşında ilk defa savaş görevi yapan pilotlar, Birinci Dünya ve İstiklâl savaşlarında ellerindeki imkânların azlığına rağmen, büyük hizmetlerde bulundular. Daima düzenli, tertipli ve uzun ömürlü devletler kurma özelliğine sahip olan Türkler, yurtlarında iç güvenlik ve huzurun sağlanması için kanunlar koymuşlar ve teşkilâtlar kurmuşlardır. Göktürklere ait Orhun Kitâbelerinde 'yargan' kelimesiyle ifade edilen bir zabıta teşkilâtının, hakanın emrinde olarak, emniyet ve âsâyişi sağladığı bilinmektedir. Osmanlı ordusunun kuruluş ve yükselme devrinde tam uyguladığı görevi; iç ve dış düşmana karşı devleti savunmaktır. Bu görevin mesuliyeti çok ağır, başka işle uğraşmaya izin vermeyecek kadar kutsaldır. Ordu politikayla uğraşmaz. Politikaya bulaşan ordu, devleti 24
savunacağı yerde politikacı olarak onu yıkacaktır. Osmanlı ordusunun politikaya karışması 1876 yılından sonra önü alınmaz bir hâle geldi. İlk defa subaylarda başlayan bu hal, 1908 yılından sonra bütün orduya sirayet etti. Bâbıâli Baskını, Balkan Harbi üniformaların siyaset meydanlarına asılmasına sebep oldu. Bu ise ordunun mahvında, devletin yıkılmasında önemli rol oynadı. İstiklâl Harbinde bundan arınan ordu, yıkılmayan inancıyla zor şartlar altında istiklâlini yeniden kazandı. Bilhassa 1950 yılından sonra modern silahlarla teçhiz edilen Türk ordusu, her geçen gün gelişen silah teknolojisinden istifade ederek kendini yenilemekte, dostlarına güven, düşmanlarına korku vermektedir. Kanunî zamanında fevkalâde büyükelçi olan, amansız Türkİslâm düşmanı Baron Von Busbecq, Türk ordusu için şöyle diyor: “Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve payidar olacak, diğeri de mahvolacaktır. Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam surette devam edemezler. Türklerin tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var. Sefer görmüş askerler, zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umumî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamahkârdır. Disiplini hor görüyoruz. Sebatsızlık, serkeşlik, sarhoşluk, sefahat, bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır... Bizim askerlerimiz arasında olduğu gibi, hiçbir tarafta bir sarhoşluk, cümbüş yâhut kumar gibi şeylere tesadüf edemezsiniz. Türkler, kâğıt ve zar oyunu bilmezler...” Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, ordu-yu hümâyun ile Uyvar Seferine katılmıştır. Müşahedelerini şöyle anlatır: “...Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk, ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde herşeyi peşin para ile satın alır, hanlarda geceleyen asker parasını öder. Türk ordugâhında, kızlarına tecavüz edildiği için şikâyete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir davranışla karşılaştığını söyleyerek şikâyete gelen de yoktur. Zira böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hıristiyanların ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksini husule getirmiştir...” Aynı konuda Iorga ise şöyle demektedir: “Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi, o ülkenin halkı için felâket, bir Türk ordusunun geçişiyse saadetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi. Zengin Türk askerleriyle geniş ölçüde alış veriş yaparlardı. Balkanlarda genç 25
Hıristiyan kızları, tek başlarına, mal satmak için, endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Aynı durum Avrupa orduları için hayal bile edilemezdi. On sekizinci asrın başlarında ise Kont Bonneval; “Mâhir bir kumandan, Türk askeri ile dünyayı bir kutuptan diğer kutba kat edebilir...” demektedir. II. Dünya Savaşının alevleri sınırları yalarken Türk ordusu görevi başındaydı. Savaş sonrası Dünya üzerindeki gelişmeleri izleyen Türk Silahlı Kuvvetleri, insanlık idealleri uğruna 1950 yılındaki Kore Savaşlarına katılarak tüm dikkatleri üzerinde topladı. Kore’ye gönderilen takviyeli piyade tugayı girdiği savaşlarda, azmiyle, kahramanlığıyla, ruhuyla, bir çok ülke ordularına örnek gösterildi. Türk Silahlı Kuvvetleri KORE’de 731 şehit verdi. 18 Şubat 1952’de NATO’ya katılan Türkiye Cumhuriyeti, Silahlı Kuvvetlerinde modernizasyon çalışmalarını başlattı. Caydırıcılık gücü sürekli artan Türk ordusu 1974 Kıbrıs Barış Harekatında güç ve yeteneğini bir kez daha kanıtladı. Türk Silahlı Kuvvetleri, 1980'li yılların sonunda yeniden yapılanma sürecine girdi. Günümüzde birbirlerinden farklı siyasi rejimlerin, dinlerin, ekonomik sistemlerin ve askeri güçlerin karşı karşıya geldiği bir bölgede yer alan Türkiye, Karadeniz’e, Ege’ye, Akdeniz’e, Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya hakim olan konumu ile, üç kıta arasında kara ve deniz ulaşım yollarının kesiştiği Cebelitarık Boğazı’ndan başlayıp, Orta Doğu ve Orta Asya’ya uzanan stratejik halkalar zincirinin odak noktasını oluşturur. Türk Boğazlarına sahip olan Türkiye, Süveyş’i ve dolayısı ile bölgedeki deniz ulaştırmasını kontrol edebilecek bir mevkiidedir. Jeopolitik ve jeostratejik önemi bu denli büyük olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığına bağlı olan Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri’nden oluşmaktadır. Barış zamanında iç güvenlik kuvvetlerinin bir parçası olarak görev yapan, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlıkları, savaş zamanında Kara ve Deniz Kuvvetleri komutası altına girmektedir. Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanıdır. Savaşta Başkomutanlık görevini Cumhurbaşkanı adına yerine getirir. Silahlı Kuvvetlere komuta etmek, savaşa hazırlanmasında personel, istihbarat, harekat, teşkilat, eğitim-öğretim ve lojistik hizmet ilkeleri ve programları Genelkurmay Başkanlığının sorumluluklarıdır.
26