İçindekiler Çocukluk ve Lise Yılları - 1. Bölüm………………………………………2 Üniversite ve Zindan Yılları - 2. Bölüm………………………………..4 Özgürlük ve Yazarlık Yılları - 3. Bölüm………………………………..6 Yazarlık Yılları / FİNAL – 4. Bölüm…………………………………….8
Önemli uyarı: Bu hikayede yer alan kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek ile uzaktan yakından ilgisi yoktur.
— Bu hikayeyi .pdf formatında www.e-aktug.com adresinden bilgisayarınıza indirebilirsin. — Bu eser hak sahibinden izin alınmak koşulu ile kopyalanabilir alıntı yapılabilir. — Bu hikayenin telif hakları
servisi ile korunmaktadır.
1. Bölüm Bugün mecmua’dan birkaç arkadaş ile randevum vardı. Bana bir teklifte bulunacaklarını söylemişlerdi. Üsküdar’da öğleden sonra iki de buluştuk. Behçet ve Mehmet gelmişti. Fakat Murat yoktu. Bir oğlu olduğu haberini alır almaz memleketi Bursa’ya ilk uçakla yetişmişti. Biraz geçmişti ki garson yanımıza geldi. Behçet: — Üç çay, Mustafa Abi’nin ki karanfilli olacak. Daha önceleri de buraya çokça uğradığımızdan garson neyi kastettiğimizi anlamıştı. Mehmet bu koyu sohbet arasında bir fırsatını bulup esas mevzuya girdi. Kalın bir sesle: — Bizim sizin ile ilgili bir projemiz var. Hayat hikâyenizi her hafta tefrika şeklinde okuyucuya sunmak istiyoruz. ’80 döneminin binlerce mağdurlarından birisiniz. Bizi kırmamanızı ümit ediyorum. Böyle bir teklif geleceğini randevudan önce tahmin ettiğimden şaşırdığım söylenemezdi. Zira bir otobiyografi yazma arzumda yok değildi. Bir otobiyografi yerine bir mecmuada tefrika şeklinde sunulması bana daha cazip geldiğinden teklifi geri çeviremedim. Behçet girdi araya: — O halde vaktiniz varsa bugün başlayalım. Eğer sizin için de bir sakıncası yoksa? Öğleden sonra genelde vaktimi torunlarım ile geçirirdim. Ancak oğlum Yusuf ve ailesi tatile çıktığından şu sıralar evimde kitap okuyor kimi zamanda plak arşivimden istifade ediyordum. Behçet’in geri çevirmek istemedim. Garson çaylarımızı tazeledi. Ses kayıt cihazını da iyice yaklaştırarak ilk soruyu sordu: — Mustafa Abi bize nerede doğduğunuzu, nasıl bir çocukluk geçirdiğinizi anlatır mısınız? Hem çayımı yudumluyor hem de hatıraları gözümde canlandırarak eski günleri hatırlıyordum. 1 Ocak 1960 Ankara doğumluyum. Nüfusa 3 yıl geç yazdırıldığımdan esas ay ve gün 1 Ocak değil. Babam İsmail Bey vazifesine düşkün bir memurdu. Aslen Tokat’tan gelme bir aile idik. Babamın vazifesinden dolayı Ankara’ya yerleşmişiz. Annem Fatıma Hanım ise çocuklarına oldukça düşkün el işi yaparak aile bütçemize katkıda bulunan bir ev hanımıydı. Biz 3 kardeştik. En küçükleri bendim. İki tane ablam vardı, büyük olan Zehra küçük olan ise Behiye idi. Aramızda ki yaş farkı fazla idi. Zehra ablam ile 15, Behiye ablam ile 12 idi. Bu sebepten çocukluğum yalnız ve içe kapanık geçti. İlkokulu ve ortaokulu Ankara’da okumuştum. Ortaokulun son sınıfında
iken babamın ani ölümü ailemizi perişan etmişti. Zehra ablam ve eşi Selim abi bizi yüzüstü koymayıp evlerine almışlardı. Behiye ablam ise İstanbul’da tahsilini tamamlamış, hukuk fakültesini başarı ile bitirerek avukat oluvermişti. Bir sene kadar böyle geçtikten sonra Ankara’dan İstanbul’a yatılı bir liseye kaydımı yaptırmak istemiştim. Annem başlarda razı olmasa da onu ikna etmek benim için zor olmamıştı. Belki de bu kararı vererek hayatımın hatasını yapmıştım. 1975 senesinde liseye başlarken bana inanan insanları hüsrana uğratmamak için kendi kendime söz vermiştim. İlk senem benim için çok zor geçmişti. Babamın acısını unutmak için İstanbul’a sığınmam beni daha büyük bir yalnızlığa itmişti. Ancak yine derslerimi aksatmamam gerekiyordu. Okulumda gruplaşma hat safhadaydı. Ancak babamın bana verdiği öğütleri hatırlayarak bu gruplaşmalara girmiyordum. Kendi halimde liseyi bitirmenin derdine düşmüştüm. İlk senem her ne kadar zor olduysa da nihayet sınıfı geçmeyi başarmıştım. Artık ikinci sınıfa geçmiştim. İlk sene ki o acemilikten çıkmıştım. İstanbul denen bu şehri keşfetmek istiyordum. Ben ona bir adım yaklaştıysam o bana iki adım yaklaşıyordu. Başlarda bu bana eğlenceli gelmişti. Artık bu büyük şehirde kendime küçük bir çevre oluşturmuştum. Ancak bu yakınlaşmanın bir bataklığın kurbanını için çekmesi olduğunun farkına yıllar sonra vardım. Ailemin maddi durumu pekiyi olmadığından sık bir şekilde para sıkıntısı çekiyordum. Çoğu zaman sabah kahvaltısı ile günü geçiştiriyordum. Arkadaşlarımın hoyratça para harcaması beni kıskandırıyordu. Günler bu şekilde geçerken Ayhan isimli bir arkadaş ile tanıştım. Yaşı benden üç dört yaş kadar büyüktü. Lakin bana çok sıcak davranıyordu. Ara sıra paraya sıkıştığımda bir miktar parada verdiği oluyordu. Bir gün bana sosyal eşitlik, toplumsal adalet gibi kavramlardan bahsetti. Diğerlerinin su gibi para harcadığı bu düzen içerisinde benim onlar yanında fakir olmamın adaletsizlik olduğunu söyledi. Söylediklerini o zaman ki küçük dünyamda doğru buluyordum. Biraz zaman sonra bana çeşitli kitaplar getirdi. Kitaplardan birisini gerçek manasıyla okumamı istedi. Tam bu sırada araya Mehmet girdi: — Mustafa Abi vakit baya geç oldu. Bu bölümü mecmuada yayınlayalım izin verirsen. Sohbetimize Çarşamba günü yine buradan devam edelim sizin içinde uygunsa. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Belki de bu eski hatıralarımın tesiri hala üzerimde idi. Akşam ezanının semada yankılanması ile masamızdan kalktık ve Üsküdar Camii’nde akşam namazını kıldıktan sonra Çarşamba günü buluşmak üzere ayrıldık.
1. Bölümün Sonu
2.Bölüm Güneş henüz doğmamıştı. Sabah namazını eda etmek için Sultan Ahmet Camii'ne gittim. Namazdan sonra karşımda Ayasofya Camii'ni gördüğümde derin bir off çekerek içimden o günlerde gelecek diye geçirmeden edemedim. Kahvaltımızı mecmuadan tefrika için randevu verdiğim arkadaşlar ile yapacaktık. Derginin 47. sayısını Hilal Kitapevinden temin etmiştim. Tefrika'nın birinci bölümü için çokça telefon almıştım, eş dost tebriklerini iletiyor isabetli bir karar verdiğimi söylüyorlardı. Saat dokuza yaklaşıyordu. Randevularıma erken gitmek bir alışkanlık olduğundan ilk ben oradaydım. Biraz geçtikten sonra Behçet ve Mehmet, Murat ile birlikte karşıda göründü. Bursa'dan dün akşam dönmüştü. Masaya kurulduk hemen. Ortalık çok sakindi. Eminönü için alışmadığım bir durumdu. Murat yüzüme bakarak: — Geçen randevuya yetişemedim Mustafa Abi. Bir oğlum olduğundan çok acil Bursa’ya gitmek zorunda kaldım. Esasen bu randevuya da yetişme ihtimalim görünmüyordu. Fakat dergide ilk bölümü okuyunca oğluma Ahmet ismini koyup doğruca İstanbul’a geldim. Ahmet… Amcamın ismi idi. Çilekeş amcamın… Babamın vefatından sonra eniştem ile beraber annemlere büyük desteği olmuştu. Onunda maddi durumu olmamasına rağmen kuru ekmeğini dahi bizimle paylaşmıştı. Behçet kısık bir sesle: — Mustafa Abi, ilk bölümde çocukluk ve lise yıllarını yazmıştık. Bu bölümde lise yıllarından devam ederek üniversitedeki yaşadıklarınıza değinelim. En son Ayhan denen kişinin hayatıma nasıl müdahil olduğunu anlatmıştım. L şeklinde favorileri ile gerçek bir sosyalistti. O genç aklımla ona büyük bir hayranlık duyuyordum. Bana okumam için verdiği kitapları adeta ezberliyor sosyalist davanın temel taşlarını küçük zihnime sığdırmaya çalışıyordum. Derken liseden mezun oldum. Üniversite imtihanlarına hazırlanmaya başladım. Hazırlanırken Ayhan Abi’nin bana büyük yardımları olmuştu. Aynı evde kalıyorduk onunla. Üniversite imtihanlarında tatmin edici bir başarı yaptım. Makine Mühendisliği’ni kazanmıştım. Üniversiteyi kazanmam 1979 yılına denk geldi. Üniversite ortamı ile birlikte sosyalist hareket hayatıma daha çok girdi. O zamanlar sağ-sol kavgası vardı. Bizler sol tarafta özgürlük istiyor yürüyüşler düzenleyerek düzeni protesto ediyorduk. Aynı gün ve aynı saatte aynı yerde sağ bir grupta yürüyüş düzenliyordu. Ve kavga kaçınılmaz oluyordu. İlk sene bu yürüyüşlerin ön saflarında yer aldım. Yıl 1980 olduğunda ikinci sınıfa geçememiştim. Ülkede büyük bir kargaşa vardı. 1979 yılında kokusu hissedilen darbe 1980 yılında geldi. Üniversite ile ilişkimiz kesilmiş tahsil hakkımız elimizden alınmıştı. Memlekete amcamların yayına döndüm.
Bir sabah kapımız çalındı. Kapıyı yengem açmıştı. Gelenler askerdi. Beni sordular, yengem seslendi. Beni yaka paça alıp hemen götürdüler. Annem o gün evde yoktu. Eniştemlerde kalmıştı. Mahkemede yargılananlar arasında bende vardım. Ablam Behiye ablam mahkemede müdafaamı yapsa da beni 16 yıllık mahkûmiyetten kurtaramamıştı. Zaten cezalar önceden kesilmiş olduğundan mahkeme sadece bir formalite idi. 16 yıllık zindan hayatımın ilk günü anladım ki bizler kullanılmıştık. Ne sağ kazanmıştı nede sol. Amaç vatanı kurtarmaktı. Ama kendimizi dahi kurtaramamamız acı vericiydi. Artık günleri düşünce denizinde yolumu bulmak ile geçiriyordum. İnsanlığın düşmanı komünizme eşit olan görünüşte halkçı fakat uygulamada kapitalist bir salon davası tarafından kullanılmak aptal olduğumun bir göstergesiydi. Mahkûmiyetimin ilk üç yılı bu şekilde mana denizinde boğulmamak için çırpınmakla geçti. Daha sonra beni farklı bir cezaevine naklettiler. Dört duvar arasında 4. yılımı doldurmak üzereydim. Yeni cezaevinde bir amca ile tanışmam hayatımı değiştirmek ile kalmadı beni asıl hedefe doğrultarak yayda gerili duran bir ok haline getirdi. Bu mana denizinde beni boğulmaktan kurtardı. Akıl odalarımda biriktirdiğim ne kadar soru varsa hepsini sordum. Bu amcanın ismi Fazıl idi. Asıl kurtuluşun müminin miracı olan namazda olduğunu gösterdi. Artık bu dört duvar bana bir zindandan ziyade özgürlük kapılarını açmama vesile olan bir anahtar idi. Günlerimi bu şekilde değerlendiriyordum. Bir sabah namaz için uyandığımda Fazıl amcayı bıçaklanmış olarak buldum. Babamın ölümünden sonra beni yıkan tek olay bu olmuştu. Bana öğrettikleri elimden tutup beni sapık kollardan çekerek gerçek hakikati görmemde vesile olduğu için bu emaneti taşımayı kendime borç bildim. Saat öğleye yaklaşıyordu. Oğlum Yusuf ve ailesinin bugün tatilleri bitiyordu. Antalya’dan döneceklerdi. Onları karşılamak için sohbetimizi bölmek zorundaydım. Mehmet’te: — Allah razı olsun Mustafa Abi. Bu anlattıkların yeni nesle inşallah örnek teşkil eder. Bu sohbeti mecmuaya verelim eklemek istediğin başka hatıra yoksa. Diğer hatıralarımı sonraki bölümde yayınlamayı düşünüyordum. Üzerime hiç nakit almadığımdan hesabı Behçet ve Murat ödedi. Önümüzde ki Pazar buluşmak üzere oradan ayrıldım. Hava alanına gidip Antalya’dan gelecek olan torunlarımı karşıladım. Nihayet evimde sukutun senfonisi susacak yine çocuk kahkahaları ile dolacaktı.
2. Bölümün Sonu
3.Bölüm Güneş yavaş yavaş batıyor, bütün kızıllığı ile adeta İstanbul’u kırmızıya boyuyordu. İlk iki bölüm benim açımdan çok güzel bir etki bırakmıştı. Üçüncü bölüm için Behçet ve ekibi ile birlikte benim evde randevumuz vardı. Onlar için birkaç bir şey hazırladım. Biraz geçtikten sonra kapı çalındı. Gelenler Behçet ve Murat idi. Mehmet’i sordum, Murat cevapladı: — Mustafa Abi, Mehmet iki gündür hasta şuan evinde istirahat ediyor. Ancak üç dört güne iyileşip yeni sayı için hazırlıklara başlayacak. Şu sıralar İstanbul’da galiba salgın var. Benim torunlarımda Antalya’dan döndükten sonra hastalandı. Umarım biran önce iyileşir diyerek esas mevzuumuza girmek istiyordum. Bu hafta üçüncü bölümü okuyucuya ulaştıracağız değil mi? Diye sordum Behçet’e: — Evet, Mustafa Abi. Geçen hafta “Üniversite ve Zindan Yılları” adlı bölümü yazmıştık. Bu hafta hapishane yıllarınız ve hapishaneden sonra ki değişen yaşantınız ile devam edelim. Tam 16 yıl boyunca hapishanede Fazıl Amca sayesinde çok şey öğrenmiştim. Bir Müslüman’ın ne yapması gerekiyorsa elimden geldiği kadarı ile onu yapmaya çalışıyor günlerimi bu şekilde geçiriyordum. Haftada bir kere ailem görüşe geliyor bana umut veriyorlardı. Ne oldu nasıl olduysa 16 yıllık hapishane yaşantımın 9. yılında memlekette AF ilan edildi. Nihayet 32 yaşımda özgürlüğüme kavuşmuştum. Özgürlük dediysem parmaklıkların kaldırılmasından bahsetmiyorum. Zindan ile birlikte beni bulan ruhumun özgürlüğüne tam manası ile kavuşmuştum. Zehra ablamın 3 çocuğu olmuştu. Behiye ablam ise henüz evlenmemiş, mesleğinde ilerlemek için var gücüyle çalışıyordu. Hemen bir iş bulup aile bütçemize katkıda bulunmam gerektiğini anladım. Çünkü ailemin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar henüz geçmiş değildi. Cezaevinden arkadaşım olan İbrahim’i ziyarete gittim, iş konusunda bana yardımcı olabilirdi. Beni bir tersanede işe yerleştirdi. Bu işte 2 yıl çalıştıktan sonra artık bir yuva kurmanın vaktinin geldiğini anladım. Eşimle tanışmamız ise şöyle olmuştu; Ben bir akşam tersanede işlerimi bitirip eve dönerken mahallemize yeni bir ailenin taşındığını gördüm. Bu gibi durumlarda ailenin taşınmasına yardım etmek adettendir diyerek bende yardım ettim. Eşim Elif’i de o ailenin ortanca kızı olarak gördüm o anda ona karşı hislerim yavaş yavaş başladı. Derken artık küçük kız kardeşi vasıtası ile mektuplaşmaya başladık. Zamanla ailelerimizde tanıştı ve küçük bir törenle nişanlandık. Tersane işinden ayrıldıktan sonra biriktirdiğim para ile ev eşyaları vs. masraflarını karşıladım. Ve en nihayetinde 1993 senesinin Nisan ayında evlendik. Ve bu evlilikten bir oğlum oldu. Adını Yusuf koyduk. Onu benim düştüğüm hatalara düşmemesi için elimden ne geliyorsa yaparak
yetiştirdim. Şimdi is Yusuf hakikatli bir Doktor oldu. Mesleğinde 5. senesini dolduruyor. Sohbet uzayıp devam ediyordu. Ancak bundan büyük bir keyif alıyorduk. Behçet girdi araya: — Mustafa Abi, peki yazarlığa nasıl başladınız, bize birazda ondan bahsedebilir misiniz? Üniversite’den mezun olamadan hapse girmem aslında aklımı başıma getirmişti. O günden sonra daha fazla okuyor, daha fazla irdeliyor, daha fazla araştırıyor ve hakikatin idrakine daha fazla varıyordum. Bu noktadan sonra yazı ve şiir konusunda kendimi var gücümle geliştirmeyi amaçladım. Çünkü esas mücadele topla tüfekle verilmiyordu. Esas mücadele kalemin gücünde saklıydı. Birçok konferansa katıldım. Gerek dinleyici olarak gerekse konuşmacı olarak, hepsinden kendime bir pay biçtim. İnsanın bildiğini söylemeyip susması kadar korkunç bir vaziyet yoktur. Bu sebepten dolayıdır ki çeşitli mecmualarda bildiğimi gücümün yettiğince söylemeye bu davanın sesini duyurmaya çalıştım. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da başarısız olduğum söylenemez. Türkiye son yıllarda demokrasi adına çok büyük gelişmeler yaşadı. En başta referandum yani halk oylamasının sonuç ne olursa olsun ehemmiyetini anladı. Bundan dolayıdır ki Türkiye’de birtakım zararlı yani Türkiye’nin gelişmesine engel teşkil edici sistemler yavaş yavaş kaldırıldı. Birileri kendini bu dava yolunda feda etmeseydi bu noktaya nasıl gelebilirdik ki! Demokrasi şehidi Adnan Menderes’in, bir diğer şehidimiz Turgut Özal’ın tamamlayamadıkları hedefe ulaşmak için her bir birey var gücü ile çalışmalıdır, ben de yazılarım ile bu büyük ateşe en azından bir mum ışığı dahi katkı sağlayabilmek amacını taşıyarak yazıyorum ve yüce Allah ömür verdikçe de yazmaya devam edeceğim. Sohbet o kadar güzeldi ki, saat neredeyse gece yarısını bulmuştu. Çaylarımız soğumuş, hava biraz ayaza çekmişti. Mehmet telefon ile aradı: — Mustafa Abi, randevunuz nasıl geçti. Haftaya mecmuaya vereceğiz Mehmet kardeşim. Okuyunca sohbetimizi eminim ki biran önce iyileşmek ve diğer sohbetlerimize katılmak isteyeceksin. Mehmet’e karşı verdiğim bu cevap Mehmet’i sohbeti kaçırdığı için üzmüştü. Saat bayağı bir geç olmuştu. Behçet’in evi Anadolu yakasında olduğundan bu gece onu misafir ettim. Murat ile vedalaşıp bir sonraki sohbette görüşmek üzere uğurladım.
3. Bölümün Sonu
4. Bölüm Kapı zili uzun uzun çaldı. Sabahın bu saatinde kimseyi beklemiyordum. Merakla kapıyı açtım. Gelen küçük torunum Turan idi. Elleri arkasında ağır adımlarla evin içine girdi. Hayırdır Turan, ne oldu diye sordum. İnce sesi ile: — Dede evde çok sıkılıyorum. Abim hep ders çalışıyor. Babam da bugün hastanede nöbetçi bende senin yanına geldim. Geç bakalım salona diyerek torunumla öğleye kadar biraz vakit geçirdim. Kızım Hatice’yi arayarak merak etmemesini Turan’ın yanımda olduğunu söyledim. Saat bire doğru mecmuaya gitmem gerekiyordu. Bu sebepten torunumu evine bırakıp Anadolu yakasına geçtim. Bu sefer ki tefrika için randevumuza ben misafir olarak gidecektim. Mecmuaya ulaştığımda Behçet, Murat ve Mehmet’in beni okuma salonunda beklediklerini gördüm. Selam verip salona girdim. Bana geçen hafta ki sayının yüz bin civarına ulaştığını söylediler. Hatıralarımın ilgi çekmesi beni memnun etmişti. Mehmet: — Mustafa Abi, ben geçen hafta sohbetimize katılamadım. Hastalanmış olduğumdan ancak yeni iyileşebildim. Fakat 3. Bölümü okuduğumda gerçekten üzüldüm. Bu hafta nereden devam edelim. Haklısın Mehmet geçen hafta sohbetimiz çok güzel geçti. Artık senin şanssızlığında mı nedir bilemedik. Evet arkadaşlar bu hafta yazarlık yıllarım ve meslekte yükselişim ile devam edeceğiz. 3. Bölümde de vurguladığım gibi mücadelemizde esas güç kalemin sahip olduğu güçte idi. Amacımız vatandaşa bir şeyleri öğretmek değil sadece bir şeyleri hatırlatmak ve bu derin uykudan bir an evvel geç kalmadan uyandırmaktı. Yazarlık yıllarımın başında sağ görüşlü bir gazetede yazmaya başladım. O zaman ki hükümette sağ görüşlü bir parti idi. Ben her zaman tarafsız bir gözle yazmaya çalışmışımdır. Fakat bu o dönem için bende görülmek istenmeyen bir özellikti. Çünkü yeri geldiğinde hükümeti tebrik ediyor, yeri geldiğinde ise hükümetin yapmış olduğu yanlışları eleştirerek madalyonun her iki yüzünü de okuyucuya göstermeye çalışıyordum. Bunu birileri istemedi. İlk 3 senem bu şekilde zaman zaman sansürlenerek geçse de hiçbir zaman yılmadım. Ve en nihayetinde objektif tarafsız bir gazete de bir köşe bularak yazarlığa tekrar başladım. Bu aradaki bir yıllık aksama benden bir şeyler almamış aksine daha da hırslandırarak içimdeki yazma aşkını daha fazla alevlendirmişti. Bu şekilde 7 yıl boyunca aynı gazetede yazdım. Ve en nihayetinde çok değerli bir arkadaşım ile bir siyaset ve kültür dergisi hazırlamaya karar verdim. İlk başlarda maddi yetersizliklerden dolayı sadece sınırlı sayıda okuyucuya ulaşan dergimiz iki üç yıl içerisinde kendisini toparlayıp 15 günde bir yayımlanmasına rağmen aylık 500 Bin satışına ulaşmayı başardı. Şüphesiz bunda bu
yola beraber çıktığımız Umut Kardeşimin büyük payı vardı. Konuşmaya o kadar kendimi kaptırmışım ki Behçet’in sesini geç fark ettim. Behçet: — Mustafa Abi, bu tefrikanızın son bölümü artık bu noktadan sonra değerli okuyucularınıza vermek istediğiniz bir mesajınız var mı? Son olarak söylemek isterim ki. Evvela Türk Milletinin her bir ferdi başta olmak üzere bütün Müslüman alemine seslenmek istiyorum. Ortaçağ döneminde Avrupa denen karanlık uygarlık aşamasına gelememiş bir medeniyet o zaman ki Anadolu ve Mezopotamya havzası ile bugün yer değiştirmiştir. Büyük Üstâd bunu çok güzel izah etmiştir. Bende onu tekrarlamaktan öteye gidemeyeceğimden aynen aktarıyorum. Çünkü yüce Allah kelamına inanıpta uymayanlardansa, inanmayıpta uyanları dünyaya hakim kılmıştır. Bu aşamadan sonra her bir fert atasının kendisine miras bıraktığı Türk’ün öz ruhunu barındıran İslam iksirini içmeli ve yüce Allah’ın kelamına inanıp aynı zamanda uymalı ki bugünün Avrupa ve Amerikası Anadolu ile yer değiştirsin. İşte milli kurtuluşumuzun tek reçetesi budur. Bundan başka bütün kurtuluş çareleri yalan aldatmaca olacağından kurtuluşu İslam’a sarılmak olarak görmek ve kendimizi yüce Allah’a teslim edip esas özgürlüğe kavuştuğumuz an hem peşinden milli kurtuluşumuz gelecek hem de Türk esas kimliğine kavuşacaktır. Saat iki de gelmiştim mecmuaya şimdi saat yediye geliyordu. Zaman öylesine akıp geçmişti ki mecmuada bizde başka kimse kalmamıştı. Üç gün sonra tefrikanın son bölümü yayımlanacaktı. Son bölüm olması münasebeti ile ortam biraz sessizdi. Belki de bunun hüznü çökmüştü içimize. İşte yoklukta varlığı bulan ve hakikate ulaşabilmek için mücadele eden bir adamın hikâyesi… İnişli çıkışlı başlayan bu yolculuk henüz bitmiş değil. Bu dava ateşine bir mum ışığı kadarda olsa bir katkıda bulunabildiysem ne mutlu bana.
SON