RÖPORTAJ
Sedadi BAYBAR
Katİlİn Vİcdanı’na Hoşgeldİnİz Her anlatının, hikayenin bir sesi ve ezgisi vardır. Kimi hikayeler 9-8’lik dehşet bir hızla sürüklenip giderken, kimi hikayeler okuyucusunun kafasında bir yan flütün eşliğinde bir fantezi yaratır; kimiyse dövünen aşıkların çölde savrulan kumlar gibi ruh ıssızlığında tınlayan ezgileri dinletir. Lübb ise çok farklı. Hikayeye daldığınızda kafanızda bazen sadece “tik tak... tik tak” diye ses veren bir saatin kunt vuruşlarını işitiyorsunuz. Bazense dehşetli soğuğun üzerinize kar olarak yağdığı, pelteleşmiş karanlığın suç gibi, elinize yüzünüze bulaştığı bir mekanın pesimist mi-minör ezgilerini duyuyorsunuz... Evet, biraz uğraştırıcı bir okumayla karşı karşıyayız. Nihayetinde elinizdeki kitap ne ‘iskender’ ne de siz plajda istakoz gibi kızarıyorsunuz. Roman iç inanışlarınıza ışık tutmuyor; bizzat kapkaranlık o inanışlarınızın içine terkediyor. Bakın başınızı çaresine... ama önce yazara bir kulak verelim. Zeynel Tekant İzmir ödemiş’te doğmuş büyümüş; yaprakları başka diyarların CO2sini solusa da kökleri hala bu topraklarda olan bir yazar. Biraz da bu sebeple bu söyleşiye oturduk kendisiyle. Nihayetinde bu toprakların yazarı illaki bu toprağın insanlarını yazacaktır. Kendisine soralım: Sait ne kadar Ödemişli? İşin şakası bir tarafa,” yazarlar tanıdıkları insanları yazarlar” diye bir rivayet vardır, bu ne kadar doğru?
12
Mecmua 1-15 Ekim 2016
Öncelikle merhaba. Evet, Ödemiş doğumluyum ve üniversiteye kadar orada okudum. Hala her fırsatta gelir giderim. Her ne kadar, kurtuluş mücadelesinin kahramanı, tarım kasabası olarak, naif kalabalıkları, yemekleri ve bereketli topraklarıyla anılsa da, Ödemiş, eski mekanları ve tanıdığım değişik insanlarıyla benim için esrarengiz bir yer. Sait özü itibariyle Ankaralı olabilir ama özünün özü (Lübb’ü) itibariyle kesinlikle Ödemişli. Merak uyandıran, gizemli bir karakter. (Gülüyor) Zaten kitabınızda merak yoğunluğu yüksek gizemli iki olayla başlıyor. Tımarhane ve Calip Güzeltan’la başlayıp Sait’le yürümeye başladığımız kısım. Şunu merak ediyorum: Calip’e gelen pusulaların ilkinde ‘Vicdanları rahatsız edip, bir kova su ile uyandırma, silkerek sarsma tehditleri’, son pusulada ise ‘gerçeğin ötesinde hakikattin olduğunu, vicdana geri dönme’ çağrıları mevcut. Muhatap roman karakteri olmasına karşın üstümüze alınmalı mıyız? Elbette. İnsan kendi kişisel arayışının següzeştidir. Lakin makis bulmaksa onun en muhtaç olduğu bir şeydir. Yani bir yazar daima ikinci bir akılda süzülen kendi hayalini göstermek ister. Okurun fikrine müdahildir ancak asla yaptırım gücü de yoktur. Bu minvalde, haklısınız, tehdit ve çağrı okuradır.
RÖPORTAJ Peki, günümüz modern insanı görünen gerçeklerle avunuyor ve yüce hakikatten bihaber mi? Vicdan bizi hakikate ulaştırır mı? Bir deyiş vardır “TV’de göründüyse gerçektir”. Bu asrın dayattığı tüm kanıtlar sonuçlardan ibarettir. Sonucu tetikleyen sebepler hatta müsebbib daima yok sayılmakta ya da sıklıkla muallakta. Bunun sebebinin ise gerçeğe muhtaç olan insanoğlunu hızla tatmin edebilme gerçeği. Vicdana müracat etmeyen ‘kaderimmiş’ dedirten kısıtlı bir dünya. Halbuki olayların seyircisi yahut müdahili olan insanın özgürlüğünü gaspeden bu fikir muhatap olan her kişinin akıl kelepçesi. Tam da oraya gelecektim. Bir çok suçun ifa edildiği Lübb romanınızın en öne çıkan bâbı kader meselesi. İnsanların başlarına gelen olumlu ya da olumsuz yaşanmışlıklarını “yazgı”larını suçlayarak ya da ona tapınarak tepki vermeleri bu romanı yazmanızda önemli bir etken olmalı. Daha genel sormak gerekirse: Niçin böyle bir roman yazdınız? Beni bu romanı yazmaya iten şey, başlangıç olarak kötülük sorunu olmuştur (teodise/adli ilahi). Evrende özellikle insani kötülüklerin varlığı meselesi eskiden beri tartışıla gelmiştir. İnsanların ahlaki kötülük olarak ortaya çıkardığı tecavüzler, haksızlıklar, cinayetler, zulümler vs. Felsefi yaklaşımları bir kenara bırakırsak inanç merkezinde Tanrının bulunduğu toplum kesimlerinde kötülük meselesinin kadercilikle katlanılabilir kılınmaya çalışıldığını görüyoruz. Bunun kötülüklerle psikolojik anlamda başa çıkmak için kullanılıyor olması, yani faydacı bir anlayışa dayanması hakikatte olan şeyden sapmalara da neden olmuştur. Kaderci inanış sadece Müslümanlarda değil eski Türklerde de felek olarak görünmektedir. Yahudilerde Yakubiler, hıristiyanlıkta Karaim gibi cemaatlerde de mevcudiyet kazanmıştır. Hatta İslam öncesi çölün zor ve aşılmaz şartlarına boyun eğmek durumunda kalan Arap toplumunda dehrilik olarak kendini göstermiştir. Öte taraftan, romanın temelde insanın “ne”liği meselesine odaklanmış olmasıdır. Meselenin ‘sınanma’ olduğu bir yerde Allaha karşı sorumluluk sahibi bir varlığın ‘özgür’ de olması gereklidir. Bu bağlamda romanda öncelikle insan özgürlüğünün karşısında duran iki farklı yaklaşımın hikayenin iki ayrı bölümünde ele alındığını belirtmeliyim.Birinci bölümde bahsettiğim minval üzere ‘Kadercilik’. İkinci bölümde ise pozitivizmin kaderciliği diyebileceğimiz mutlak ‘Determinizm’dir. Yâni insanı da kapsayana bir
Sedadi BAYBAR sebep-sonuç zorunluluğu. Bu yaklaşımın kadercilikten farkı: Sonuçların önceden belirli olmadığı ancak sebeplerin o sonucun doğmasına kaçınılmaz olarak meydan verdiği bir anlayışa dayanır.Yani sebeplere sıkı sıkıya bağlı olan insan kesinlikle özgür değildir. Kadercilikte ise insan sonuçlara sıkı sıkıya bağlıdır. Gördüğüm kadarıyla akademik bilgi yoğunluğu romanda hissedilen bir durum. Ama bilgiye de boğulmuyoruz. Sait’le birlikte bir serüvene çıkıyormuşuz gibi... biraz da romanın kurmacasından bahseder misiniz? Hikaye tek karakter üzerinden gelişiyor. Ancak yaklaşık 40 karakter var romanda. Sait’in yanındaki ana karakterler ise Kaderci Akdar Baba, maktul Şaki adında bir şeyh ve Hikmet adındaki Sait’in öğrencisi. Mekanlar Van ve İzmir. Zaman ise 2009 ile 2015 yılları. Kurgu tamamen hayal ürünüdür ancak gerçek hayatta yaşanmış bazı olaylara da yer verilmekte; Van depremi gibi. Bir takım bilgiler üzerine inşa edilen fikirleri aktarırken en temel amacım okuyucuyu boğmamaktı. Bu sebeple de mümkün olduğu kadar kurguyu yüceltmeye, hikayeyle ilgili merak ve ilgiyi yüksek tutmaya çalıştım. Bu tabi beni zorlayan bir şeydi. Ne söyleyeceklerimden feragat etmeliydim ne de bunları okuyucunun üzerine olduğu gibi boca etmeliydim. Bu dengeyi gözeterek sürdürdüm yazım sürecini. Romanınıza başlamadan önce böyle bir hikaye yazmanızı tetikleyen şeyler nelerdi? Ve son olarak yeni çalışmalarınız var mı? George Orwell: “İnsanı yazmaya iten 4 etken vardır: egoizm, estetik coşku, tarihsel itki ve politik amaç" der, buna beşinci olarak hakikat arayışını eklemek gerekir. Bildiğimiz en eski hakikat arayışı, küçük bir çocuğun aklıyla hakikatin peşine düşmesinin anlatıldığı İbn-i Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ıdır. Ne Hay hakikate ulaşmaya çalışan ilk çocuk ne de Sait son adam. Hay daha pastoralken Sait’in hikayesi daha şehirli ve girift. Yeni bir roman hakkında konuşmak yerine yazılıp matbaadan çıktığında konuşmanın daha muteber olacağı kanaatindeyim. Şimdilik inşallah demekle yetinelim. Kitabımla alakalı merakınız için Mecmua çalışanlarına ve size teşekkür eder, daim başarılar dilerim. Sayın Zeynel Tekant, Mecmua’nın merak etttiği sorulara içtenlikle verdiğiniz cevaplar için teşekkür ederiz.
Mecmua 1-15 Ekim 2016
13
DENEME
Murat BİLMEZ
Durduğun Zaman Farkına varmak insan olmak gibi bir şey. Her gün kullandığın yollarda selam vermeden geçtiğin insanların farkına varmak. Kafanı yukarı kaldırıp da gökyüzünün farkına varmak ya da ayağının altında ezilmiş karıncanın farkına varmak. En büyüğünden en küçüğüne en az bilineninden en çok bilinenine, insanın iletişim içinde olduğu her şeyin farkına varmak. Bence bu, insanın kendisinin ve zamanının farkında olmasıyla mümkün olabilecek bir şey. Modernizmin insan algısı üzerinde yaptığı tahribatlardan bir tanesi de zaman algısı. Her şeye sahip olma, bir nevi onu kendine
köle yapma güdüsüyle hareket eden modernizm, zaman konusunda da aynı yaklaşımı ortaya koyuyor. Endüstriyel ve mekanikleştirilmiş bir zaman algısı. Tabiatı kontrol altına almaya çalışan modernizm, değişmez tabiat yasaları bularak tabiat kanunlarını standartlaştırmaya çalışıyor. Amaç yine aynı: hakimiyet. Ona göre tabiat bir kaos içerisinde ve düzene sokulmalı. Batı toplumunda saatin bu kadar yaygın olmasının ardında da belki bu anlayış aranmalı. Modernizm için zaman sıradan bir ev eşyasından farksız herhangi bir nesne. Pekala, bunun karşısına ne koymalıyız? İnsanlar babalarından ziyade zamanlarına benzerlermiş. Üzerine Yaratıcının yemin ettiği zamanı anlama çabası, ona bir değer katma çabası aslında kendi değerimizin de belirleneceği temel bir zorunluluk. Bize en çok benzeyen şeyi tanımak, onun anlamını keşfetmek, kendimizi tanımaktan ve kendimize değer katmaktan farklı bir şey olmayacak. Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı eserinde, “Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösteriyor ki zaman ve mekan insanla mevcuttur.” diyor. Zamanın ayarının insan olması. Zamanın nesne olmaktan çıkıp insanla birlikte özneleşmesi. Biz zamana değer verdiğimiz müddetçe değer kazanırız. Yıllarca yaşayıp da gerçek bir an kadar yaşamış olmamak ya da bir anı gerçekten yaşayıp da yıllarca yaşamış kadar olmak. Bu tercihi belirleyen insanın kendisi. Tıpkı Firavun’un sihirbazlarında olduğu gibi. Bir gün Firavun’u hakikate çağıran Musa ile Musa’nın bir yalancı olduğunu ispat etmeye çalışan Firavun’un sihirbazları, tabiri caizse kozlarını paylaşmak için bir alanda buluşurlar. Önce sihirbazlar iplerini yere atarlar ve bu ipler yılana dönüşür. Ardından Musa da âsâsını yere bırakır. Âsâ da bir yılana dönüşür ve diğer yılanların tamamını yutar. Sihirbazlar gördükleri durum karşısında adeta şoktadırlar. Çünkü gördükleri bir sihir değil ancak bir gerçektir. Sahtenin ne olduğunu bilenler tabi ki gerçeği bileceklerdir. Musa’yı doğrulamak niyetindedirler. Firavun, “Eğer bunu yaparsanız sizin kollarınızı ve bacaklarınızı çaprazlama keserim” tehdidini savursa da bu niyetlerinden vazgeçecek değildirler. Gerçeği gördükten sonra yaşadıkları birkaç dakikada o korkunç tehdide rağmen verdikleri bu karar, ancak hakikatin zamana kattığı değerle açıklanabilir. Onlar bir iki dakikada bir asrı yaşadılar belki de. Asırlar yaşayıp da bir an kadar yaşayamayanların aksine. Zaman sayıların ifade edemeyeceği kadar büyük bir olgu… Modern dünyanın bombardımanından kaçarak korunabileceğimiz sığınaklar yaratmalıyız kendimize. Yaşadığımız her anı anlamlandırma çabası içerisinde olmalıyız. Bunun için önce zamanın farkında olmalıyız. Zamanı durdurmak mümkün değilse de bizim durmamız mümkün. Durduğumuz zaman gördüğümüz şeyler bize yetecek.
14
Mecmua 1-15 Ekim 2016
SONRADAN PİŞMANLIĞa
ARTIK ÇÖZÜM VAR
mutsuz eden DÖVMELERİNİZDEN SİZİ BİZ KURTARIYORUZ
0232 509 15 15 Saraçoğlu Cad. No:61/1 Ödemiş
16
Mecmua 1-15 Ekim 2016
GEZİ Bİr Adım Ötesİ Dünya Katmandu’dayım. O sıra ülkedeki Monarşik yönetime son verilmesinden yana halkın artık yeter dediği zamanlar. Ilık ve puslu havanın hakim olduğu bir sabah Katmandu’ya vardım. Havaalanından otele 20 dk süren gürültülü yolculuk esnasında otomobilin penceresinden izliyorum geldiğim yeni dünyayı. Katmandu’yla ilgili ilk izlenimim sokakların ve caddelerin insan seline maruz kaldığı.Yüzlerce motorsiklet ve minik taksilerle sıkış tepiş bir durum. Oldum olası otomobillerin marka ve modellerini bilemem ama bunlar artik hurdaya gitme zamanı geçmiş cinstendi. Çıkardıkları kapkara egzos dumanları, bas bas bağıran kornalar, trafiğin gürültüsü, arkasına önüne bakmadan ilerleyen yayalar, yollara dökülmüş seyyar satıcılar, köşe diplerinde oturan dilenciler, sırtında uyuyan bebeği ellerindeki incik boncukları satan kadınlar… Hepsi trafikle iç içe. Hayretler içinde o hengamenin içinden sağ salim nasıl geçtiğimize ve de herkesin nasıl ilerleyebildiğine hala aklım ermiyor. İlginçtir trafikte kimse kimseye kızmıyor, bağırmıyor, küfür etmiyor ama sürekli klaksona basıyor. Otel resepsiyonuna varış ve ilk "nameste", bu sözü 3 haftalık seyahat boyunca o kadar çok duyacağım ki, tanrım! Ellerinizi avuç içlerinden birleştirip çene altınıza doğru dik tutup göğsünüze yaklaştırılarak hafif bir baş eğme ile herkese "nameste" deniyor. Hem merhaba, hem nasılsınız yerine kullanılan sımsıcak bir söz. Eşyalarımı bırakıp Thamel'in dar sokaklarında cıngıl cıngıl hediyelik eşya satılan renkli 'Pasminalar'a gidiyorum. Bisiklet taksicilerden yani riksalardan ardı ardına tapınaklara götürme tekliflerine hayır demek isterken ve daha etrafı tam kolaçan etmemişken prenses gibi arka koltukta buluveriyorum kendimi. Sıska bacaklarıyla beni çeken riksacı kalabalığı yararak pek marifetli manevralarla slalom yapıyor. Dubar meydanına gidiyorum, şehrin can damarına, eski sarayın olduğu meydana. Aman Allahım! Görüntüsüyle tam bir panayırı andıran bir yer. Meydanda ve açılan yollarında 50 yi aşkın tapınak var. İnsan, hayvan karışımı tanrı ve tanrıça ikonları ve resimleri, tüm bunların önünde dua eden insanlar. Yüksek Stupaların eteklerinde oturanlar, sunak satıcıları, yerlere açılmış kadife çiçekçileri, her kösede yanan renkli mumlar gibi anlatmakla bitmeyecek farklı obje ve görüntüyle çevrili meydan. Atmosfer çok ağır. Baharat, tütsü, toz ve binlerce mumdan tüten duman karışımını soluyorsunuz. Burası turistik satıcılardan çok günlük ibadetleriyle ilgilenen insanların yemek, mum, çiçek gibi ihtyaçlarını karşılayan, köylülerin getirdikleri taze sebze ve meyvelerle dolu. Tapınakların basamaklarında, kış güneşi altında şekerleme yapanlar, oynayan çocuklar, bu görüntüleri izleyen, fotoğraf çeken, satıcılara sürekli "no thank you" diyen turistler mevcut. Çöpleri karıştıran maymunları ve köpekleri de söylemeyi unutmamalıyım.
Burada kast sistemi var. Hinduların, Budistlerin, Tantrizm ve eski kabilecilerin bir arda bu tapınaklarda kardeşçe ibadet etmelerinden bibirlerine karşı toleranslı topluluklar olduklarını çıkartıyorum. Söylenenlere göre toplam 33 milyon tanrı, tanrıca, batıl öğreti ve hikâyeleri var. Putperestler ve reakarnasyona inanıyorlar ve bu meydanda ki en önemli tapınak Kasthamandap. Başkente adını veren bu tapınak. 12. yüzyıldan kalma kat kat etek görüntüsünü andıran gösterişli çatısıyla tamamen Sal ağacından yapılmış. bu görüntüsüyleTanrıyı ifade ediyormuş İlginç hikâyesi ile bir diğer tapınak Kumari Bahal. Kast sisteminden gelen bir aileden 3-4 yaşında iken türlü imtihanlardan geçirilerek seçilen bu kız çocuğu, ergenliğine erişinceye kadar bu tapınakta yaşıyor. Asla dışarı çıkamıyor, yılda 2, 3 defa kutsal günlerde ışıl ışıl kıyafetlerle bir taht-ı revan üzerinde taşınarak çıkarıldığında halk onu görmek ve onun tarafından kutsanmak için meydana dökülüyor. Ben gelmeden bir kaç gün önce bu günlerden biriymiş, bunu kaçırdığım için çok üzülüyorum. Kumari her gün öğleden sonra kaldığı tapınağın avlusuna gelenlere ahşap oymalı bir pencerenin ardından kendisini on dakikalığına gösteriyormuş. Bende gittim gördüm. Gözleri siyah ve sürmeli, hiç bir duygu ifadesi vermeden orada oturup bakıyor size ve sizde ona, o kadar. Bu kız ergenliğe erdiğinde ise yeni bir kız çocuğunu seçilip onu tanrıca yapıyorlarmış. Ergenliğe erişen ve yeni tanrıçanın tahtına oturduğu sabık tanrıça görevi sona erdiğinde kendisine ve ailesine varlık veriyorlarmış. Lakin acı olan şu ki, uğursuzluk getirir diye kimsenin bu kızla evlenmemesi. Son olarak sizlere kokusunu hiç unutmadığım bir yerden bahsetmek istiyorum. Kirli, kuru ama kutsal Baghmati Nehri kıyısındaki Pashupastinath Tapınağı. Bu tapınakta Hindu geleneklerine göre yaşamış ve ölmüş kişilerin bedenleri yakılıyor ve külleri önündeki nehre dökülüyor. Her millette olduğu gibi burada da cenaze ritüeli çok ağdalı. Kast burada da var. Yıkanılması ibadet olan nehrin kenarında üç adet ölü yakma sütunu var. Kraliyet ensupları, zenginler ve fakirler için ayrı ayrı tanzim edilmiş. Ben tapınağa vardığımda henüz tutuşturulmuş bir cenaze vardı. Çalıların, odunların üzerinde beyaza sarılmış bir ölü yanıyordu. Cenaze sahipler ise yakınlarda toplanmış sessizce olanı izliyorlardı. Çevreye yayılan koku ise pek hoş değil. Orada daha fazla kalmak saygısızlık olacağından köprüden karşıya geçtim. Hindu olmayalar tapınağa giremiyor bende merdivenlerine oturdum. Nehrin karşısında az önce tutuşturulmuş cenaze törenini bir müddet izliyor ve fotoğraflıyorum. Ülkeme döndüğümde bu fotoğrafı gören dostlarım sanırım tiksiniyor. Ama ben hiç etkilenmiyorum. Belki Katmandu'yu Katmandu yapan, yakılan ölülerin geride kalanların üzerine sinen dumanıdır. Biliyorum! Çünkü oradaydım.
Mecmua 1-15 Ekim 2016
17
Ödemiş Umut Tiyatrosu ile hoş bir sohbet Umut Tiyatrosu kurucularından Canan ve Mehmet Mursallı çiftinin tiyatro geçmişleri çok eskilere dayanıyor. Canan Hanımın tiyatro ile ilk karşılaşması ilköğretim yıllarına dayanır iken Mehmet Bey 90'lı yıllarının başında sahnelere merhaba demiş. Tiyatro yaşantılarını bir çatı altında toplama ve kendi tiyatro projelerini gerçekleştirmek isteyen Mursallı Ailesi 1994 yılında Umut Tiyatrosu'nu kurmaya karar vermişler.
ile genç arkadaşlarımızı da tiyatro ile tanıştırmaya devam ediyor. Umut Tiyatrosu ile yaptığımız röportaj esnasında çektikleri sıkıntıları dile getiren Mehmet ve Canan Mursallı; kendilerine ait bir tiyatro sahnelerinin olmayışından kaynaklı olarak eğitimlerde ve sahnelemeye hazırladıkları oyunların çalışma esnasında yaşadıkları sıkıntıları anlattılar. Geçmiş dönemlere göre tiyatro seyircisinde de azalma olduğunu vurgulayan Umut Tiyatrosu ekibi tiyatroya büyük bir aşk ve özveriyle yaklaştıkları için bu tarz sıkıntıların üstesinden geleceklerine inanıyorlar. Yeni sezon için daha önce sahnelemedikleri 4'e yakın oyunun hazırlığını sürdüklerini, seyirciyi komik ve çok önemli mesajlar veren oyunların beklediğinin haberini de siz okurlarımıza aktarmamızı istediler. Umut tiyatrosu bu güne kadar sahneledikleri oyunlarda halkın gülmeye ihtiyacı olduğunu düşünerek genelde komedi oyunlarına yer verdiklerini ve çocuk oyunlarında ise eğitici ve ders çıkartılabilir oyunları sahnelediklerini eklediler.
1994 yılından 2000 yılına kadar süre gelen Umut Tiyatrosu'nun ilk evresi olarak adlandırabileceğimiz süreçte ekip giderek büyümüş ve Ödemiş dışında da oyunlar sahnelemeye başlanmış. Kısa bir dönem tiyatroya ara veren Mursallı ailesi 2014 yılında oğulları Canberk Mursallı'nın da etkisiyle tekrar sahnelere merhaba diyor. Şuanda da Ödemiş’te ve düzenledikleri turneler ile davet aldıkları tiyatro etkinlikleri ayrıca Ayvalık, Balıkesir, Urla da düzenlenen festivallerde göstermiş oldukları yüksek sahne performansları ile Ödemiş'in adından sıkça söz ettirir olmuşlar. Sadece oyun sahnelemekle de yetinmeyen Umut Tiyatrosu ekibi belirli dönemlerde düzenledikleri eğitim etkinlikleri adı altında; atölye çalışmaları, drama eğitimleri, ses ve diksiyon eğitimleri
Röportajımızın sonuna doğru umut tiyatrosunun siz değerli okuyucularımızdan ise küçük bir isteği vardı. Çocuklarınızı tiyatro oyunlarına götürmeniz ve tiyatro eğitimlerine önem vermenizi bu sayede daha hoşgörülü ve daha mutlu bir toplum oluşacağının da altını çizdi…
TİYATROYA AŞKLA BAĞLIYIZ... 18
Mecmua 1-15 Ekim 2016
Doğalgaz Çevre Dostu
ISITMA SİSTEMLERİ
Temiz bir gelecek için...
ÖZKAN R
KLİMA
YİTİP GİDENLERİN ANISINA Adile Naşit, sağ elindeki zili boyunun yettiği yüksekliğe kaldırmış, delicesine sallıyor, meraklı bakışlarla kendisini izleyenlere doğru koşuyordu. İnsanların yanına geldiğinde nefes nefeseydi ve sesinin çıktığı kadar bağırıyordu: - Geliyorrr, geliyorrr! Hulusi Kentmen, sessizliği bozan ilk kişi oldu: - Ne oldu Adile, neden bağırıyorsun, gelen kim? Adile, konuşacak durumda değildi. Durdu, ellerini dizlerine koyarak nefeslenmeye başladı. İsmet Paşa, Adile'nin kendisine gelmesini beklerken: - Deniz oğlum, sen bir bakıver şöyle yukarılardan, gelen kimmiş, Adile'nin açıklaması akşamı bulur… Deniz Gezmiş, Paşa'nın takılmalarına alışıktı, sadece gülümsedi. Oradakiler ise kahkahalarla güldü. Adile Naşit rahatlamıştı. Doğruldu ve Deniz'i işaret ederek: - Bu çocuğun aynısından vardı ya bizde, işte o geliyor. Atatürk, Nazım Hikmet'e baktı: - Ne diyor Adile Nazım, sen bir şeyler sezebildin mi? Berkin Elvan, yeni bir haber almış ya da bayramlıklarını görecekmiş heyecanıyla yaklaştı yanlarına ve kendisini sevgi ile izleyen Yaşar Nuri Öztürk'e yöneldi: - Hocam, ne oluyor burada? Adile ablanın hali neden böyle? Hoca, saçlarını okşayarak yanıtladı Berkin'i: - Az bekle, hep birlikte anlayacağız Berkin… Atatürk'ün yanından bir an olsun ayrılmayan ve kendisinden bir şeyler istesin diye gözlerinin içine bakan Ebulfez Elçibey, bir Paşa'ya, bir yanındakilere bakarak olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. Ata'ya bir şey olacak diye de ödü kopuyordu. Bunu çok iyi bilen Atatürk, eliyle rahat olmasını istediği Elçibey'e: - Rahat ol Ebulfez, anlarız birazdan gelenin kim olduğunu… Can Yücel (Babasının bile ifadesiyle -Can Baba-), hemen ötesinde babası Hasan Ali Yücel ve Bahriye Üçok'un eğitim üzerine yaptıkları hararetli konuşmayı ve İsmail Hakkı Tonguç'un açıklamalarını bir kenara bırakarak Atatürk'e yaklaştı: - Paşam bir gelişme var galiba? - Var da anlamaya çalışıyoruz şimdilik. Adile haber getirdi ama kendisine gelemedi. Belini doğrultup konuşabilirse anlayacağız… Can Baba'nın kalın kahkahalarına diğerleri de eşlik etti. Meraklı gözlerle olup bitenleri anlamaya çalışan Mahsuni Şerif: - Dostlar, Yılmaz nerde, epeydir göremedim kendisini? Can Baba tam küfürü basacaktı ki, Atatürk'ün gözleriyle karşılaştı ve yüz ifadesini yumuşatarak:
20
Mecmua 1-15 Ekim 2016
- Yılmaz Güney iki saat kadar önce şu arka duvarın dibindeki toprağı eşeliyordu eline geçirdiği bir çöple. Altını oyarak devirdiği duvarın altında kalmadıysa ya da kazdığı çukura düşmediyse gelir. Ortalık bir anda kahkahaya boğuldu. Kendisinden bahsedildiğini anlayınca kulak kabartan Yılmaz Güney, Can Baba'nın esprilerini de duymuş, hafif bir tebessümle yaklaşmıştı. - Hayırdır Can, arkamdan konuşuyordun sanki. - Ulan ben Kenan Evren faşistinin arkasından konuşmadım, senin arkandan mı konuşacağım… Atatürk dahil herkes katıla katıla gülüyordu. Metin Oktay, yanında Lefter Küçükandonyadis olduğu halde yürüyüşten dönüyordu. Ruhi Su, orijinal ses tonuyla “Geldiğiniz yerlerde kimseleri gördünüz mü topçular?” diye sorunca, ikisi birden durdu: - Hayır abi görmedik, birisi mi gelecekti? Ahmet Taner Kışlalı, başından beri hiç istifini bozmadan olup bitenleri anlamaya çalıştığı yerden hafif doğrularak: - Metin, bizim Adile'nin dediğine göre o geliyor ama, O'nun kim olduğunu anlayamadık henüz. İlhan Selçuk söze girdi: - Deniz'e benzediğini söyledi ama… Uğur Mumcu, cebinden çıkardığı sağ elinin işaret parmağını Deniz'e döndürerek: - Hiç kimseler benzeyemez ona İlhan, biliyorsun! - Biliyorum Uğur biliyorum da, öyle dedi işte Adile… Atatürk, bir süre kafasını sağa sola çevirdikten sonra: - Ya çocuklar, benim hemşehrim nerede? “Biraz önce gördüm Hasan Tahsin'i Paşam, emrederseniz arayalım” dedi Mahir Çayan. Atatürk gülümsedi: - Aman gözünü seveyim sen karışma bu işe Mahir. Şimdi ne kadar devrimci varsa toplarsın etrafına. Bak Deniz de fırsat bekliyor burada… Mahir, biraz utangaç, biraz keyifli ve takdir edilmenin hazzı ile: - Aman Paşam, biz sizin yanınızda uykudan uyandık buraya geldik sayılırız. Hem… Paşa, el işaretiyle susturdu Mahir'i ve Deniz'i göstererek: - Şu Uzun Adam'ı görüyor musun? Sadece ikiniz bir dünya edersiniz. Bir daha sakın işi yarım kalmış ezikliği içinde görmeyeyim hiçbirinizi. Yusuf'a, Hüseyin'e falan da söyle… “Emredersiniz Paşam” dedi sessizce Mahir… Metin Oktay ile Lefter, gruplar arası futbol turnuvası düzenlemişlerdi. '1 Mayısçılar', 'Soma ve Maden Kurbanları', 'Gezili Gençler Birliği',
21
Sonbaharda ispanyol esintisi...
22
Mecmua 1-15 Ekim 2016