Editörden “Sevgi tohumları ek, yerler - gökler yeşersin” diyor, ekim ayında kaybettiğimiz şiirimizin ak saçlı bilge şairi, Bahaeddin Karakoç üstadımız. Mevlana (K.S) da ne güzel söylemiş
KAYSERİ KIZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ YAYINIDIR YIL: 2019 SAYI: 6
“Toprağa hangi tohum ekildi de bitmedi” diyerek. Bizler de başka iklimlerde yeşersin, başak versin, ötelerde açsın diye sevgi ve söz tohumları saçmaya devam ediyoruz… “Söylememek harcısı söylemegüm harsıdır / Söylemegün harcısı gönüllerim pasıdır.”
İMTIYAZ SAHIBI Şenol Doğan Kayseri Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdürü
Hikmetle konuşmasını bilmeyen için susmak daha iyidir. Çok konuşmak gönülleri karartır
GENEL YAYIN YÖNETMENI Nafiz Yıldırım
ki susamazdık. Her ne kadar hikmetli sözler söyleyemesek de bizim de gök kubbede
YAYIN KURULU Mehmet Orhan Esra Çakır Aleyna Dinçaslan İlayda Sönmez Büşra Azpaslı Meryem Kaya Rumeysa Kahveci Şule Birsöz
yıl geçmiş. Zaman ne kadar da cömertçe akıp gitmekte ve bu pervasız akışıyla bizlerden
ADRES Gülük Mah. Yunus Emre Cad. No: 13 Melikgazi - KAYSERİ ihl.mihrabdergi@gmail.com
diyor bizim Yunus... Biliyoruz ki arzın üzerinde söylenmedik söz kalmadı ve yine biliyoruz ki bizden öncekiler en güzel sözleri söyleyip gittiler. Öyleyse bizler susmalı mıydık tabii sesimiz yankılansın istedik ve yürüdük. Bir ekim günü yola çıkışımızdan bu yana tam beş de çok şeyler alıp götürmekte acımazca, bir sel gibi... Bilgiye ve belgeye kolay ulaşılabilir bir çağda yaşıyoruz şüphesiz, yani kopyala yapıştır yoluyla her ay, en azından üç ayda bir dergi çıkarmak mümkünken (fakat bu hamallıktan ileri gitmeyecek zaman ve kağıt israfından başka bir şey değildir.) bizler yılda bir sayıyla yetinmeye, hayat bulmaya çalışıyoruz. Her sayımızda orijinal olmayı, yeni kalemler kazanmayı kendimize düstur edindiğimiz için bu çizgimizden ödün vermeyerek, daha önce yayınlanmış yazıları yayınlamayarak ve okul dergisinin üzerinde geniş kitlelere hitap eden kültür-edebiyat dergisi olma hedefimizden sapmayarak yolumuza devam ediyoruz. Şimdiden tarihin derinliklerine beş güzel sayı bırakmanın gururunu yaşıyoruz. Umuyoruz ki dergimiz uzun soluklu olur ve bizden sonrakiler de onu ötelere taşır... Ötelere selam olsun!..
YAPIM
Bu bağlamda altıncı sayımızla da sizlere başka iklimlerden güzel nağmeler, güzel kokular getirdik. Her sayımızda olduğu gibi bu sayımızda da uç isimleri konuk etmeyi sürdürüyoruz.
Barbaros Mahallesi Oymak Caddesi Sümer Hukuk Plaza A Blok (8) Kat: 10 D.: 55 Kocasinan/KAYSERİ t: +90 352 221 16 16 bilgi@bilgegrafik.com KAPAK GÖRSELİ
Albert Gabriel KAPAK TASARIMI
Mülakatlarıyla dergimizi onurlandıran TURAN ŞAİRİ Yavuz Bülent BAKİLER’le, Payitaht 2. Abdulhamit Han dizisinin Tahsin Paşası, oyuncu, yazar Bahadır Yenişehirlioğlu’yla, yine değerlerimizi anmak ve anlamak adına her sayımızda yer verdiğimiz hayali mülakatımızın konuğu merhum Nurettin TOPÇU’yla yapılan mülakatları severek okuyacağınızı umuyoruz. Çin zulmü altındaki Ata yurdumuz DoğuTürkistanlı (bu zulümden henüz yeni kurtulan) lise bir talebesi kızımızın hatıralarını göz yaşlarınızla okuyacaksınız. Bunun yanında hocalarımızın ve eli henüz yeni kalem tutan talebelerimizin de yazılarını beğe-
Ali Saraçoğlu
nerek okuyacağınızı umuyoruz.
BASKI
Ezcümle, her sayımızda olduğu gibi bu sayımızda da maddi ve manevi desteklerini
Orka Matbaacılık, İnecik Mah. Çırağan Sk. No: 4 Melikgazi / KAYSERİ info@orkamatbaa.com T.: +90 352 322 17 00
eksik etmeyen okul müdürümüz Sayın Şenol DOĞAN’a, tasarımlarıyla dergimizi güzelleştiren Bilge Tasarım’a, kalem sahibi olmak için çırpınan gayretli talebelerimize ve her sayımızı heyecanla bekleyen siz değerli okurlarımıza yürekten teşekkürler ediyoruz… Selam ve Dua ile…
Bu dergi MEB Sosyal Etkinlikler Yönetmeliği'nin 24. Maddesi'ne göre hazırlanmıştır.
NAFIZ YILDIRIM
Milenyumun Mankurtları!
Benim Hikayem
ALEYNA DİNÇASLAN | 4
AFRA NUR YILDIRIM | 30
YÜSRA AKYURT | 62
Çocuk!
Matematiğin Gerekliliği
Asr-ı Saâdet Döneminde Spor
GÖKÇENUR ŞAHIN | 5
ELIF AKKAYA | 31
KENAN BOYRAZ | 64
Yarışalım Evet Ama Niçin?
Şeytanın Geh Bili Bili’si 2
Evler…
DR. YAŞAR ATİLA | 6
MEHMET ORHAN | 32
NAFIZ YILDIRIM | 66
Tıbbı Nebevi
Gönül Dağı’mdan
Bizden Kısa Kısa
TURAN KARABULUT | 8
RUMEYSA KAHVECI | 34
| 69
Ey Mahbub’u Alem, En Arab-ı Can!
Aldatan Bizden Değildir!
Biraz da Osmanlıca | 70
SÜHEYLA KIZMAZ | 10
Mülakat: Yavuz Bülent Bakiler | 12
Bana Maviyi Anlat! ZEHRA NUR ÖZTÜRK | 15
Payitaht Abdülhamid’i İzlerken RIZVAN DOĞAN | 16
Mülakat: Bahadır Yenişehirlioğlu | 20
Ey Yâr BAYRAM KÖKOĞLU | 23
İnsanın Başkenti EKREM ÇELIK | 24
Kelimelerin Kıyısında DILHUN YADIGÂR | 26
Kaçış İMRAN KÖSEK | 27
Giderayak EMEL KAPUSUZ | 28
SÜHEYLA KIZMAZ | 36
Doğu Türkistan GÜLSÜM ABDULSELAM | 38
Hakk Yolunun Dervişleri ÖNDER KARAKLI | 42
Mülakat: Âşık Meydânî | 43
Mülakat: Nurettin Topçu
Şüphesiz Algıları Yönetmek, Olguları Yönetmekten Daha Fazla Çaba ve Birikim İstiyor.
Babama Mektup ZEYNEP YAMAN | 72
İki Hece MERYEM KAYA | 73
Nazım’a Dair Yazmak RUMEYSA KAHVECI | 74
Benim Dünyamdaki Kitaplar
| 46
BETÜL AKARSU | 75
İmam-Hatip ile Hasbihâl
Gökkuşağım
ÖNDER KARAKLI | 50
MEHMET ŞIMŞEK | 76
Yabancı Dile Yabancı Kalmayın!
Bir Gül Meselesi…
GÖKHAN ÖZEN | 52
RAHMET NUR TIRTIR | 78
Hayal Et
Biz Gider Olduk!
CEYLAN GÜNGÖR | 56
ZEHRANUR ÖZTÜRK | 80
Sevdaya Dair
Çizgilerle
BERA AYHANOĞLU | 58
FATMA ABDULLAH | 82
Sonrası...
Ben Suriyeli Sündüs
BAŞAK MERCAN | 59
SÜNDÜS MUSTAFA | 84
27 Ekim 2018
Yedi On On Altı
ESRA ÇAKIR | 60
ŞIRA YAĞMUR | 85
Bizden Kısa Kısa | 86
ŞENOL DOĞAN OKUL MÜDÜRÜ
Değerli Okurlarımız; Kültür, sanat, edebiyat dergimiz MİHRAB’ın bir sayısında daha buluşturan Rabbimize hamd olsun.
hep inanırız. Hatta atasözümüz vardır “At binenin (iş bilenin), kılıç kuşananın” diye.
Dergimiz MİHRAB, Milli Eğitim Bakanlığının EBA sitesinde son iki sayısıyla kendine yer edinmiş kültür, sanat ve edebiyat sahasında da erbabının takdirini kazanmıştır. Okulumuza da çok yakıştı. Yazma, okuma, anladıklarını dile getirme, kaleme dökme becerisi olan öğrencilerimizin keşfine ve yeteneklerinin gelişmesine vesile olarak, her yıl değişen yayın kurulu ile birçok öğrencimizin kültürel ve sosyal anlamda yetişmesine de katkı sağlamıştır. Onlara rehberlik eden değerli Nafiz Bey’in gayretleri takdire şayandır. Bu işler aşkla, sevgiyle olurmuş bize gösterdiler. Derginin maliyetinden korktuk ancak kaçmadık. Onlara destek olmaya çalıştık. Maddi manevi desteklerini esirgemeyenlere de teşekkürlerimizi bir borç biliyoruz.
Çok şükür ülke olarak birçok alanda dünya çapında başarılar yakaladık ve umuyoruz ki en güçlü silahlardan biri olan kültür, sanat, edebiyat, ilahiyat (Din bilimleri) sahasında da dünya çapında başarılar elde ederiz. Bunun yolu da göz nuru yavrularımızın yeteneklerinin ve başarılarının açığa çıkmasını sağlamaktır.
Şüphesiz algıları yönetmek, olguları yönetmekten daha fazla çaba ve birikim istiyor. Okullarımızın sanat, spor, kültür sahasında çalışmalarını duyurmada yeterince başarılı olamadık. Okullarımızın başarısı ve gelecek nesillere ümit olması hem milletimizin hem de devletimizin istikbali için önemli katkılar sağlayacaktır. Toplumun her kesiminden öğrenci alan, yeteneklerini ve başarılarını ispatlamış nesillerle okullarımızın buluşması ve bunların yetiştirilmesi, ülkemizin beka tarihine de önemli katkılar sağlayacaktır. Mihrapları, kürsüleri, sınıfları, lider özellikleri işinin ehline teslim etmenin önemine
Dergimizin okul dergisi olmasından dolayı, okulumuzdan da bahsetmeden geçemeyiz. Yönetim olarak okulumuzda beşinci yılımızı tamamlıyoruz. Bu süre zarfında okulumuzda mezuniyet programları yaparak, her yıl bir okul çapında öğrencimizi mezun ettik, ediyoruz. Mezunlarımızın bir kısmı üniversitelerde, bir kısmı da değişik sahalarda başarılarına ve yaşamlarına devam ediyorlar. Ümit ediyoruz ki inşallah okulumuzda aldıkları teorik eğitimlerini hayata geçirecekler, ailelerine ve ülkemize yararlı birer bireyler olacaklardır. Çünkü bizler, sevgili Peygamberimizin “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” sözlerini kendimize rehber edinerek bu işe gönlümüzü koyduk ve talebelerimizi bu doğrultuda yetiştirdik, yetiştiriyoruz. Yürüdüğümüz bu yolda muvaffak kılması için Mevla’ya dualar ediyoruz. Daha nice güzel sayılarda ve hayırlarda buluşmak dileğiyle…
MİHRAB
içindekiler
Biz Asımlarız!
5
Çocuk! Gökçenur Şahin |
Biz Asımlarız! ALEYNA DİNÇASLAN 12 B
İ
nsanlar sürprizlerle doludur. 11. sınıfın ilk suları, su ılımış artık daha hareketli daha canlı. Üstü örtülen, müzeye terk edilen sevdaların farkına varmanın, dimağa o tadı nakışlamanın sanırım tam sırası. Bunu fark eden bir edebiyat hocamız bir projesinden söz açtı. Akif’i tanımak dedi, onun sularına yelken açmak haftada iki gün onun türküsünü çağıralım dedi. Akif demişti kimdi Akif İstiklal Marşı’nın şairi Akif! Bilmiyorduk. Tanımıyorduk! İşte utanmak buydu, utanmak o gün duygularımda karşılık buldu. Ve bu proje kurumuş çölüme su çarpacaktı. Haftada iki gün okul çıkışı toplanıyor Safahat’ın asım sayfalarını eskitiyorduk. Eskiyen sayfalardı sayfada yazan her cümle ise şu gönle kaç bin çiçek ekti hangi baharı bıraktı... Tek bir kelimesini sindirmek bile günlerce düşünmemize yol açıyordu. Yorulmuyor, gocunmuyorduk tam tersi yorgun girip diri çıkıyorduk. Demleniyorduk. Hani şairler şiirlerini demlenmeye bırakır ya işte öyle bırakmıştık kendimizi, her gün başka bir fikrimizi yontuyorduk. Bu işin ucunda çıkar yoktu, karşılık yoktu bu işin ucunda sevda vardı düştüğümüz çukurun içine atılmış ipe duyulan minnet vardı o ipe öyle sarılmak lazımdı ki aynı çukurda ömür çürütülmemeliydi.
MİHRAB
“Asımın nesli...diyordum ya... nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O,rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar”
6
Asım bizdik. Akif asım diyor biz asım oluyorduk. Dinç, diri, akıllı, imanlı, güçlü, zeki ve daha neler neler Akif ‘in seslendiği biz vardı ve o dizeler boyu serpilmiştik. Günler geçiyordu Akif artık daha belirgindi akılda, gönülde. Kokusu daha derinden işlemişti gönle. Her dizesi her cümlesi dimağa eşsiz bir tat bırakıyordu. Kitabı seveni, aldığı elbiseyi seveni, annesini seveni ve daha neler neler seveni görmüştü bu gözler yalnız vatanını böyle sevene vatan aşkını Allah aşkı ile böyle harmanlayanı ilk defa görüyordu. Aşk buydu evet yıllardır kuru sevdalarla avunduğumuz fakat dolduramadığımız boşluk buydu. O dizelerdeki dert bizimdi kelimelerin arasına sakladığı çocukta bizdik bas
bas hakkını haykıran koca karı da. Sırtında küfe isyan eden yetim de bizdik adalet için sokak sokak dolaşan Ömer de. Akif milletin sesiydi, susulanları konuşan idi. Akan suyumun yönü yolunu değiştirmeye başlamıştı bile. Okumak buydu. Su aynı hızında aynı yöne devam ediyorsa eğer okunan rüzgarla yön bulmuştu. Marifet yazmak değildi marifet üst üste defalarca koyulan taşı azıcık beri koyup tarihe kazınmaktı. Der ya Akif;
“Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir Onu en çolpa herifler de, emin ol becerir Sade sen gösteriver ‘İşte budur kubbe! diye iki ırgadla iner şimdi Süleymaniyye. Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan” Akif durmuş ya;
“Oturup dil dökecek yerde gidip döksene ter Bin çalış gayen için bir kazan ömründe yeter”
Ter akıtmalı ya masanın başında sabahlamalı yahut günlerce sorgu sual yatmalı. Akif diyordum ya belindeki silaha değil dilindeki silaha güvenen ve o silahla en büyük savaşı veren ve vermeye devam eden adam. Akif diyordum ya susulanı konuşan konuşunca yedi cihanda yankı bulan adam ve Akif diyordum ya tahtını sapasağlam kurup yıllara meydan okuyan adam... Dün bugün yarın nesil asımın nesli ses Akif’in sesi...
“Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın Derdim, sana baktı koca a biçare kitabım! Kim derdi ki: Sen çök de senin arkanda kalsın, Uğrunda harab eylediğim ömr-i harabım”
Akif’in safahatı için yazdığı bu dizelerle sonlandırmak istiyorum yazımı. Safahat bizeydi biz Safahatı Akif’le gömdük. Şimdi tekrar, yeniden Asım ‘ın neslini uyandırmanın zamanı. Akif’i bugün yeniden milletin sesi yapma zamanı.
Çocuk! Yağmurun damlasındaki hüznü mü anlatıyor bakışların? Dudaklarndan dökülen fısıltılar çok mu sessiz kaldı? Anne kokusundan mahrum bir başına mı kaldın? Minicik kanlı ellerine yüreğinin acısını mı bıraktılar? Hayalindeki oyuncağın yüreğinde can mı çekişiyor? Bir karınca misali, Bunca yükün üstesinden mi geleceksin? Ürkek bakışların anlattı bunları bana çocuk! Öyle bakışların vardı ki; uzaklara dalan.. Özlercesine... Ağlarcasına... Korkarcasına... Bedenindeki yorgunluk belliydi ama, Ruhunu gördüm be çocuk! Sevgiye muhtaç, huzura hasret, Mutluluğa özlemle bakan... Bulutların resmettiği hayalin içinde kaybolan, Ruhunu gördüm. Anlattı her şeyi Verdi senin yerine tüm cevapları...
Savaşın mazlum ve mahzun çocuklarına ithafen... GÖKÇENUR ŞAHIN - 2018 MEZUN
MİHRAB
Biz Asımlarız! Aleyna DİNÇASLAN |
7
Yarışalım Evet Ama Niçin? Dr. Yaşar ATİLA |
DR. YAŞAR ATİLA Meslek Dersleri Öğretmeni
D
MİHRAB
inleyen, gören, anlayan ve kavrayan bir varlık olarak çevremizi gözlemlediğimizde hayatta bir yarışın, bir koşuşturmacanın sürüp gittiğini görüyoruz. Dünden bugüne Âdemoğulları ve kızları bir yarışın içerisindeler. Gerek maddi alanda gerekse manevi alanda daha iyiye daha güzele daha üstün bir konuma ulaşmanın gayretindeler. Hayatımız yarış ve biz bu yarış olgusuna aslında doğuştan sahibiz.
8
İslam düşüncesinde de genel itibariyle bütün varlıklar içerisinde en mükemmel şekilde yaratılmış olduğu kabul edilen insan, üstün yaratılışına yaraşır bir şekilde, daima daha iyinin, daha güzelin ve daha mükemmel olanın arayışı içerisinde olmuş; daha az ile basit ve sade olan ile yetinmemiştir. Müslümanların ahlak eğitimiyle ilgili ilk ahlak kitaplarından birisinin yazarı olan Yahya b. Adi (ö. 973) “Tehzibü’l- Ahlak” adlı eserinde konuyla ilgili olarak şu tespiti yapmaktadır: “İnsan düşünme ve ayırt etme (irade) gücüne sahip olmakla diğer bütün canlılardan ayrılır. O seçimde bulunurken, ayırt etme gücünü terk etmedikçe ve amaçladığı şeylerde tutkusu ona galip gelmedikçe, daima işlerin en faziletlisini, mevkilerin en şereflisini ve elde edilebilecek şeylerin en güzelini ister. İnsanın kendisi için seçtiği, bu konuda sonuna ulaşmadan asla vazgeçmediği ve nihai noktasına erişmeden daha azına razı olmadığı en güzel şey, kendi yetkinliği ve olgunluğu-
dur.”1 Gerçekten de “Habil ve Kabil’den beri insanların kimi şu meydanda kimi de bu meydanda yarış kazanmaya, rekor kırmaya çalışıyor. Bunun için ödüller konuluyor, teşkilatlar kuruluyor, mahalli, milli, beynelmilel yarışmalar düzenleniyor, olimpiyatlar yapılıyor.”2 İnsan girdiği bu yarışlarda ekseri başkalarıyla yarıştığı gibi bazen de kendi kendisiyle yarışıyor. Hidayet kitabımız Kur’an’da hayattaki bu yarışa dikkat çeker ve insanın çok olana düşkünlüğünden tutunda, daha iyiye, daha yükseğe çıkma arzusundan bahseder.3 Hatta Kur’an’da Hz Âdem ve Havva annemizin cennetten kovulma sebebinin şeytan tarafından iyi tespit edilip, kandırılmalarında kullanılan, “melekler gibi mükemmel olma ve ebedi yaşayanlardan olma”4 arzu ve düşüncesine kapılmaları olduğu anlatılır. Esasen Kur’an’ın anlatımına göre insan, yaratılmışlar içerisinde “en güzel surette”5 yaratılmış, Allah ona “ruhundan üflemiş,”6 sonra yaratılmışlar içerisinde kendisine “üstün bir konum”7 verilmiş, “yeryüzünün halifesi”8 olarak tayin edilmiş, “yerler ve 1 Yahya b. Adi, Tehzibü’l- Ahlak, Çev. Harun
Kuşlu, TYEKB Yay. İstanbul 2003, s. 4.
2 Cebeci, Lütfullah, “İnsanlığın yarışı”,
Altınoluk Dergisi, İstanbul 1986, S. 7, s. 3.
3 Bkz. Hadid, 57/20. 4 Bkz. Araf, 7/20-21; Taha, 20/120. 5 Tin, 95/4. 6 Hicr, 15/29; Sad, 38/72. 7 İsra, 17/70. 8 Bakara, 2/30; Fatır, 35/39; Yunus, 10/14.
gökler onun emrine musahhar kılınmıştır.”9 Ayrıca insana “sayısız nimetler”10 verilmiş, hesapsız lütuflarda bulunulmuştur. Muhtemeldir ki bunca nimetle ikram olununca, insan nefsi daha çok, daha fazlasını istemekten de geri durmamıştır. Çoğu zaman “Çokluk kendisini aldatmıştır.”11 “Sonsuzluk arzusuyla”12 yanıp tutuşarak mal biriktirip durmuştur. İnsanın bu iştihası ve doyumsuz arzu ve istekleriyle ilgili olarak Sevgili Peygamberimiz (sav) de: “Eğer âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsaydı bir üçüncüsünü isterdi. Onun nefsini ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.”13 buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifde de Hz. Enes (ra) anlatıyor: Resûlullah (sav) yere bir çizgi çizdi ve: “Bu insanı temsil eder” buyurdu. Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizerek: “Bu da ecelini temsil eder” buyurdu. Ondan daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: “Bu da emeldir” dedi ve ilâve etti: “İşte insan daha böyle iken (yani emeline kavuşmadan) ona daha yakın olan (eceli) ansızın geliverir.”14 buyurdu. Yine Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav) buyurdular ki: “Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve 9 Hac, 22/65; Lokman, 31/20. 10 İbrahim, 34/14; Nahl, 16/18. 11 Tekasür, 102/1-2. 12 Hümeze, 104/2. 13 Canan, İbrahim, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yay. Ankara 1989, C. 6, s. 330. 14 Canan, C. 2, s. 470.
hayata karşı hırs.”15 Ayetler ve hadisler göstermektedir ki insanoğlu kendisi için hep daha iyinin, daha üstün olanın arayışı ve yarışı içerisindedir. Bu yarış içerisinde insanın hedefinde hep en üstün, en iyi olanlar olmuştur ve olmaya devam edecektir. Şeytanın da yerinde bir tespitle, üzerine gittiği bu tutku, çoğu zaman insanın istikametten sapmasının da bir aracısı olmuştur. İşte bu tutkunun dengeli bir yönelişle, Allah’ın rızasına uygun sonuçlara varması noktasında Kur’an-ı Kerim’in yönlendirmelerine kulak vermek kaçınılmaz olmaktadır. “Dünyada her milletin, her sistemin ya da farklı dünya görüşlerine sahip insanların kendilerine hedef olarak seçtiği yollar ve yönler bulunmaktadır. Fakat gerçek inanç sahibi insanların dönüp yöneleceği ve o uğurda yarışacağı parkur; “hayırlı işlerde yarış”16 parkurudur. Bu parkurun diğer adı da “sıratı mustakim” üzere oluştur.”17 Yani insan için yarış, fıtri bir tutkudur. Asıl olan bu tutkuyu yok saymak veya bastırmak değil hak ve doğru olana yönlendirmektir. Mutahhari’nin dediği gibi: “İnsan sürekli bir arayışın, çırpınışın, yükselişin içerisindedir. Yine de hangi makama ulaşırsa ulaşsın, hangi yüksek noktaya gelirse gelsin, içerisinde bir eksiklik hissedecektir. Çünkü insan bu dünyaya ait değildir. Aradığı şeyde bu dünya da değildir. İnsanın kalbi ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşacaktır.”18 Yine Kur’an, Allah’ı razı etmek için çıkılan yarışta öne geçenlerin/öncülük edenlerin “Allah’a yakın kullar olduğunu ve bunların naim cennetlerinde ağırlanacaklarını”19 beyan eder. Bu yarış gerçeğine Hadid Sûresinde de değinilir ve: “Rabbinizden 15 Canan, C. 6, s. 328. 16 Bakara, 2/148. 17 Başkurt, İrfan, Kur’an Açısından Din
Eğitiminde Adalet, Ölçü, Denge, İşaret Yay. İstanbul 2000, s. 11. 18 Mutahhari, Murtaza, İnsan-ı Kamil, (Çev. Şeyhmus Okur), Akademi Yay. İstanbul 1989, s. 83-86. 19 Vakıa, 56/10-12.
bir mağfirete; Allah’a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşuşun. İşte bu, Allah’ın lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.”20 Buyrulur. Bu ayetin tefsiri bağlamında: “Biz bu yarışta yarışacağız. Bu yarış Hz. Âdem’le başlamıştır. Yani dünyadaki yarış, bir kadın ve bir erkekle başlamıştır. Allah (c. c.) “Rabbimizin rahmetine ve Cennetine doğru koşunuz” talimatını Hz. Âdem ile Hz. Havva validemize vermiş ve bu emir kıyamete kadar devam edecektir. Bu yarışta Allah’ın rızasını kazanalım diye çocuklarımızla birlikte koşacağız. İş yerlerinde koşturacağız. Nasıl? Haramlara el uzatmadan, helâllerden rızkımızı kazanarak; öğrenci isek derslerimize iyi çalışarak koşturacağız. Bir hayat boyu koşacağız ama bu koşma Allah’ın (c. c.) koyduğu kurallar içerisinde olacaktır. Her yarışın bir kuralı olduğu gibi, bu İslami koşununda bir kuralı vardır ki bu kural zaman içerisinde Tevrat’la, Zebur’la İncil’le belirlenmiş, şimdi de bu yarışın kuralı Kur’an-ı Kerim’le belirlenmiştir. Bu kurala göre koşacağız.”21 denilmiştir. Yarış yaşadığımız hayatın ve bağlandığımız dinin bir gerçeği ise bize de mü’minler olarak bu yarışta yerimizi alacağız. Ancak ayetin tefsirinde de belirtildiği üzere yarışta niyetimiz/gayemiz/hedefimiz başkalarından farklı olacak; kurallarımız farklı olacak, mükâfatımız da farklı olacaktır. Biz sadece dünyevi çıkarlar ve nefsani arzular için koşan insanlardan farklı olarak bu yarışta Kur’an ve Sünnet’in öğrettiği tarzda, sadece Allah rızası için, cennetlere doğru, dinin belirlediği kurallar çerçevesinde koşacağız. Bizim hayattaki en üstün ve en son hedeflerimiz sadece dünyaya ait olmayacak. Şüphesiz beklediğimiz ödülümüz de farklı olacak ve onu hem bu dünyada hem de – ve özellikle- ahirette alacağız. Bi-iznillah. 20 Hadid, 57/21. 21 Toptaş, Mahmut, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Çantaş Yay. İstanbul 2009, C. 7, s. 323.
MİHRAB
Yarışalım Evet Ama Niçin?
9
Tıbbı Nebevi Turan Karabulut |
A. Rıza Karabulut’un
Tıbbı Nebevi Kitabından AHMET TURAN KARABULUT Emekli Meslek Dersleri Öğretmen
10
Biz bu yazımızda Kayseri ilmiye sınıfından A. Rıza Karabulut’un ‘Tıbbı Nebevi Ansiklopedisi’ hakkında kısa kısa ve öz bilgiler vermeye çalışacağız. Üstat eserinin giriş bölümünde eserle ilgili şu bilgileri vermektedir; “Kuran-ı kerim’de insanın yaratılışı gebelik, doğum, emzirme, emzirme süresi, süt kardeşliği, ihtiyarlık, göze perde gelmesi vs. gibi konulara temas edilmiştir. Ayrıca anatomi ve fizyolojiden de bahsedilmiştir. Ansiklopedi de Tıpla ilgili kuran-ı kerimde ki ayeti kelimeler, hadis-i şerifler Tıbbî Nebevi kitaplarında adı geçen bitkiler bunların tıbbı özelikleri, ot kökleri, baharatlar, ilaçlar, ilaç tedbirleri, sağlık, sağlığın korunması, temizlik, temizlik maddeleri, ağız ve diş sağlığı, misvak, tıp tarihi, gıda maddeleri, bunların tıbbî özellikleri, yemek çeşitleri, o zamandaki hastalıklar ve o günkü tedavi şekilleri üzerinde durulmuştur. Bunlardan temizlik, sağlığın korunması (koruyucu hekimlik) ağız ve diş temizliği gıda maddeleri ve bunların tıbbî özellikleri tıp tarihi gibi konularla ilgili verilen bilgiler ve tavsiyeler günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.
O günkü tedavi şekillerine örnek vermek gerekirse; peygamberimiz (sav) “mantar ekip dikmeden kendiliğinden meydana gelen bir bitkidir suyu ise göz hastalığına şifadır.” (buhâri-müslim) Bu hadisin açıklanmasında Tabib Dr. Nazım Nezim’i “Böyle bir tedaviyi Araplar bilemediği gibi Yunan tıbbında da mevcut değildir. Hatta hiç kimse böyle bir tedaviyi bilmiyordu işte bu sebepten dolayı hadis-i Şerifler den’dir.”Üstat A. Rıza Hoca bu konuyla ilgili “Biz modern tıbbın uygulamalarını bırakıp da mantarın suyunu göze damlatın demiyoruz ama şu bir gerçek ki mantardan bugün penisilin yapıldığı ve birçok hastalık gibi göz içinde kullanıldığı bir vakıadır. Eski tıpla yeni modern tıbbın amacı aynıdır. Ancak tedavi usulünde farklılıklar olabilir. Mesela eskiden kanamayı durdurmak için ısıtılmış demir ile dağlama yapılırken bugün ise gelişmiş dağlama aleti (Electrocautry) ile yapılmaktadır. Eskiden kulunç ağrıları için yağlı bir kremin içine ısıtılmış tuz koyarak veya tuğla ile masaj yapılırken bugün modern fizik tedavisi yöntemi kullanılmaktadır. Tıbbı Nebevi deyimi tıpla ilgili Kuran-ı Kerim ayetleri ile yine tıpla ilgili hadis-i şerifleri içine alan bir terimdir. Tıbbî Nebevinin ağırlık noktasının koruyucu hekimlikle ilgili hadisler oluşturmaktadır.. İbn-i Kayyim El Cevzi Tıbbî Nebevi adlı eserinde şöyle diyor; “belki birisi çıkıp
Hz. Peygamber (sav) peygamberliği ile tıp ilminin ne ilgisi var? Diyebilir. Böyle bir itiraz o kimsenin peygamberimiz (sav) getirdiği emir ve yasakları anlama konusundaki yetersizliğinden meydana gelmektedir…”
4-Tecrübe
Biz Kur’an’da tıbbın üç esasını ortaya koymuş bulunuyoruz.”… Bedenlerin ve gönüllerin ıslahı, sağlığın korunması ve hastalıkların tedavi edilmesi.” Peygamberimiz (sav) tedavi ile ilgilenmesinin sebebi; onun vazifesi insanları hakka davet etmek üzere Allah’ın emir ve yasaklarını bildirip dinin hükümlerini açıklamaktır… Ancak Efendimiz emir ve yasakları tanım olarak değil, onun yerine kendisinin zehirlenmesi ve vücudun sağlıklı olmasına bağlı olarak tebliğini tamamlamış bunun yanında ihtiyaca göre ümmetinin tedavisi ile de meşgul olmuştur.
Hadis-i şerif de “Cebrail’in bana haber verdiğine göre insanların tedavi oldukları şeylerin faydalısı kan aldırmaktır”(Müslim)
Tıbbî Nebevi de tedavi üç şekilde yapılmaktadır; 1-Tıbbı ilaçlarla 2-İlahi devaları 3-Hem tabii ilaç ve hem de ilahi devalarla yapılan tedavi.
TIBBÎ NEBEVININ KAYNAKLARI; 1-Kuran-ı Kerim 2-Hadis-i şerifler 3-Kıyas
5-Tadif ve tashih Kuran-ı kerim: “peygamber onlara temiz şeyleri helal kılıyor pis şeyleri de haram edip yasaklıyordu.” (Âraf 157)
Yine efendimizin Nahl suresindeki “balda insanlar için şifa vardır.” Ayetine işaret ederek bal şerbetini tavsiyesi yine tedavi için önemli bir tavsiyedir. Peygamberimiz (sav) bazen de kıyas yoluyla tedavi önermektedir. Mesela; Ümmü selame annemizin sütleğen içtiğini öğrenince peygamberimiz (sav) “sakın bir daha müshil olarak sütleğen kullanma zira o hararet verici ve zehirleyicidir sana sinameli sennut (tereyağı-bal ve kimyonu) tavsiye ederim. Çünkü bunlarda ölümden başka bazı hastalıklılar için şifa vardır.” i. İmace, İbn Abbbasi’nin rivayetine göre peygamberimiz (sav) üç şeyde şifa vardır; “bal şerbeti içmekte, kan aldırmada ve dağlama yapmakta fakat ben dağlamayı sevmem buyurmuştur. Isıtılmış tuz veya yağlı bez parçası ile yapılan tedavi bana göre dağlama yapmaktan daha iyidir… “Müsred Telkin yolu ile tedavi konusunda da peygamberimiz (sav) “Telkin sırasında okuduğunuz duaları bana arz ediniz
bakalım nasıl telkin yapıyorsunuz. Yapılan telkinde şirk olmadıkça bunda sakınca yoktur.” (Ebu Davud) Üstat A. Rıza Karabulut hoca iki cilt halinde hazırladığı Tıbbî Nebevi ansiklopedisini 200’den fazla eseri tarayarak ortaya çıkarmıştır. Bir ciltte yaklaşık 385. İki ciltte ise yaklaşık 348 madde ele alınmıştır. Bu maddelerle ilgili ayet ve hadisler incelenmiş modern tıpla ilgili karşılığı ifade edilmiştir. Efendimizin telkin, tavsiye ve uygulamalarına yer verilmiştir. Eser tamamlandıktan sonra tıp doktorlarına inceletilmiş ve görüşleri alınmıştır. Ayrıca esere Prof. Dr. Ayhan Songar ve Doç. Dr. İbrahim Balcıoğlu tarafından takdim yazıları yazılmış ve üstat takdir ve tebrik edilmiştir.
ESERDEKI BAZI BAŞLIKLAR: Açlık- Ağız- Ağız kokusu- AİDS HastalığıBağırsak Hastalıkları- Bağırsak İltihabı- Bal ve Balın Tedavide Kullanılması- Basur ve Çocuk Aldırma- Çocuk Düşürmek- Dermeğe Deniz Tutması- Epilepsi- EvhamFelç- Geğirmek- Hacamat- İdrarını Yapamamak- Kan Çıbanı- Lohusalık- Mesane Hastalıkları- Nefes Darlığı- Öksürük- Parazit- Parmak İzi- Ruhani Tedavi- Musiki İle Tedavi- Sihir- Siyatik- Şişe çekmek –taun-Telkin-Unutkanlık-Ülser-Veba –Yatağı Islatma-Zatürre gibi…
BAL MADDESINDEN BAZI PASAJLAR: “…onun karınlarından renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar ki onda insanlar için şifa vardır…(Muhammed 5) Peygamberimiz (sav) üç şeyde şifa vardır. “Bal şerbeti içmekte, kan aldırmakta ve dağlama yaptırmakta. Fakat ben dağlamayı sevmem.” Yine “size iki şifayı tavsiye ederim. Biri Bal diğeri Kuran’dır” Yine bir defasında “Sizlere Sinemali Sennutu (Tereyağı + Bal + Hurma ve Kimyonu) tavsiye ederim. Zira bunlar şâmdan (ölümden) başka birçok derde devadır.” İbn-i Mesud hazretleri de “Kur’an gönüllerdeki hastalıklara bal ise birçok hastalığa şifadır.” Demiştir. Üstad A. Rıza KARABULUT Hocanın kaleme aldığı bu Eser bugüne kadar (13) kere basılmıştır ve büyük bir rağbet görmüştür. Üstat A. Rıza karabulut hocanın 20’den fazla basılmış hacimli eserinin yanında pek çok ilmi Makale bildirileri de mevcuttur. Üstat 2012 de Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Kendisine Allahtan rahmet diliyor şükranla ve minnetle yâd ediyoruz.
MİHRAB
MİHRAB
“Tıbbı Nebevi” peygamberimiz (sav) bizzat kendisinin uyguladığı veya ümmetine tavsiye ettiği tıbbî uygulamalar anlamında kullanılmıştır. Bu uygulama peygamberimizin, sahabenin, tabiinin ifadeleri ve onlardan sonraki uygulamalar bu çerçevede ifade edilmektedir.
11
Ey Mahbub’u Alem, En Arab-ı Can!
MİHRAB
SÜHEYLA KIZMAZ 12\N
12
Ol-Saydım! Gidişine hayran hayran bakan Aişe’n, Sancağını teslim aldığım Said’in oğlu olsaydım! Belki olmayacak biliyorum ama Üzüldüğümde gözlerimden anlayan Hamza’n olsaydım! Müjdeni getirdiğinde üstünü örten Hatice’n olsaydım! Eşiğinden girdiğimde içeri ayağa kalkan, Gaflete düştüğümde Kalk, namaz kıl! dediğin, Kurtuluşa davet ettiğin Fatıma’n olsaydım! “Cennet’e yaşlılar giremez” deyip şakalaştığın, O yaşlı da ben olsaydım! Medine sokaklarında yetim olduğu için Oyunlara alınmayan, “İster misin baban ben, Aişe annen, Hasan ve Hüseyin abilerin olsun” dediğin Yetim çoçuk da ben olsaydım! İsterim Efendim! İsterim. Babam sen... Ey yüreğiyle ümmetini iki büklüm eden aşkın sahibi! Beşir gibi biz de öğrendik ki sen gidince Biz asıl o zaman yetim kalmışız! Senden sonra yetimlere baba olamadık Ya RasulAllah! Yolunu gözlüyorum, olurda gelirsin diye, Baş köşeyi ayırıyorum sinemin ama deli ğömleği giydiriyorlar bana gözlerimden yaş dökülüyor görüyorlar ama silmiyorlar, sildirmiyorlar Efendim! Devenin gözyaşını sildiğin gibi benim de gözyaşlarımı siler misin Ya da sırf sen sil diye oturup ölene kadar ağlayayım mı? Evime giderken yolumu kaybettiğimde tutup elinden
Evine götürdüğün o küçük kız olur muyum ben de Efendim Ya da sırf sen gel diye yolumu şaşıran meczubun mu olayım? Kuş’u ölen çocuğun evine taziyeye gittiğin gibi benim de evime gelir misin Efendim? Benim de kuşum öldü, en sevdiklerim öldü taziyeme gelir misin çağırsam ya da sırf sen gel diye bütün canlılar yoluna kurbanın mı olsun Efendim? “sen olmasaydın Alemleri yaratmazdım.” Buyurduğunda Rabbim! Alemlerin yaratılma sebebi olan seni çağırsam, olur musun yanımızda? Yalvarıyorum sana Rabb’im! Bizi de yolunda şehit eyleyip, komşu eyler misin Arab-ı Can’a? Gözlerin değdiğinde yüzüme, garam olur mu kurumuş yüreğim Rahmetinle... Utanan ve Kıtmir edası ile korkan bir ben gelsem yanına Ağuşunu açar mısın? Günahlarımdan utanıp geç gelsem de kardeşlerim var deyip açar mısın kapını? Ölülerin yaşadığı yerde, Ölen insanlığın ruhu gezinirken alemde Buyurur musun viraneme Ey Afitabım! Bir vaveyla inlerken arşta, ateşi sönmüş kıvılcımlara üfleyip Alev aldırır mısın çalısı hazır gönlümü? Işığın ecelini almaya gelen karanlığı durdurup asar mısın devarına kandilimi? Fitili tutuşmuş dehanımı susturup,
öğretir misin sükûtun değerini, konuşmayı bilmeyene? Gel Efendim! Gitmeyi bilmeyene gel... Öyle bir gel ki gidişine meftun, yoluna kum olduğumuzu anlasınlar. Sen konuş Efendim! Konuş ki kesilsin aşk sükun-u ecram! Kelamım yetmiyor seni anlatmaya, Şu beden artık paramparça. Aklım da yetmiyor, gönlüm de... Yetmiyor Efendim! Gözlerin nemlenince...! Hıçkırır gökyüzü didenden dökülür de Ümmetinin halini görünce Bulut’u susturup sen ağlardın yerine. Tıpkı Bulut gibi görünmezdin geceye, Yıldız sana küsmesin diye... İşitiyor musun Kalem-i Hüsrev’in nidasını? Görüyor musun emrine amade olmuş ecramın kemterini? Güneşin şakağını ağarttığı vakitte, Ruhumun seyri yansısın gözlerine. Duygular üstad, sözün bittiği yerde Kekeme kalmış kelamım konuştu, kalemim azad edilince. Konuştu ama susturdular hep. Soyka yüreği gül bahçesiyle süslemişiz biz Efendim. Göğsünde cennet taşıyan nicelerden, Hu r m a a ğ a ç l a r ı n ı a d a y a n Ebu Dahdah’a... “ne dallar kazandın” buy urdun ya Efendim! Gönlümüzü feda eden ümmetin olduk hep. Varlığını ararken bu gözler, seni bulmak ümidini sevdi. Çocukken Dünya çok güzel dedikçe gençliği sevdin, Selam buyurdun bizlere! Ve Aleyna Aleyküm Selam... Ve Aleyna Aleyküm Selam Efendim!
Ey gülüşüyle gülü utandıran...! Karamsarlığa kapıldığımda çağrır mısın beni Hira’na? Siyah nurunla aydınlatır mısın kararmış ruhumu? Sevdiğimizi sevdiğimize söylemekten bile acizken, sana vurgun olduğumuzu nasıl dile getirsin bu ahraz? Ey sana uyuduğum gecemin, sana uyduğum sabahın kızıl ufuk çizgisinde beliren Efendim, Yandır...! Yanarak temizlenirmiş ya insan, hasretinle yanmak da kabulümüzdür öyleyse... Harab olan feleğin dönüşüyle, mest ediyorsun Efendim! Üveys’in aşkı yakarken gözlerimizi, annemizin ayaklarındaki cenneti aralardık belki seni orada buluruz diye... içine hatta dışına kapanan bu ümmetinin derman olur musun derdine? İkinin ikincisi Yar-ı Gar’ın sıddıkın olsaydık Efendim! Her fedarlıkta en önde olmak... sırf sana zarar gelmesin diye mağaradaki yılan deliğini tıkayan, gül yüzüne düşen gözyaşı olsaydık Efendim! Hak yolunda yalın ayak koşarcasına... Hayrda geçilmeyen Ebu Bekircesine... Salavat istediğinde selam gönderdiğiniz Hamid’iniz olsaydım! Biliyorum zor ama en güzeli de bu değil mi ki zaten. Uğrunuza saltanatı bağışlayan Hamid’iniz olmak... Dirilip de boynuna dolanan, Cabir’in evlatları olsaydım! Yana yakıla varlığını arayan, Sümeyra olsaydım Efendim!
Sana zarar gelmesin diye zırhını kuşanan, Mus’ab olsaydım! Yaşın büyümesin dediğin yetim kızın varsa, günahını sırtlandığın gibi Benim de günahlarımla devrilen boynumu kaldırır mısın Efendim! Şeytanın yaklaşmaktan korktuğu, Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer olurdu dediğin gibi... Ömerler yaşıyor, Ömerler ölmedi... Dünyadan ayrıldığın vakit Ömer’in yakarışı gibi.. O’na öldü diyeni kılıcımla iki parça ederim dediği gibi... Ne tevafuk ki; Ömer Halisdemir’imiz var Efendim! Ömerler varmış, Ömerler ölmemiş! Eğer hüner olsaydı Cihana gelmek, Senin gidişini de görür müydü bu alemler? Üzdüler Efendim! Kırdılar... Senin hatırına kardeş olduk yine de Acının ne de güzel bir servet olduğunu hüzünlenince anladık. Meğer insan hüzünlenince hatırlarmış Yaradan’ı, Yar’ı. Alışamadık Efendim! Anlayamadık... Ey Zübde-i Alem duy öyleyse bu cihandan, Alemlerin Efendisi geçti. Ey Reşahat Kalem’inin en güzeli, Eyyüp’ün sabrı ile bekledim rüyalarımda seni... Hep sağ yanıma kıvrıldım, bir kere olsun gelirsin diye. Ama bir daha hiç ölemedim. Hüzne Ram oldum... Buyur eyle Ey Münc-i Azam! Serfür-u Bürde-i İhtiram. Başım gözüm üstüne, Acım gönlüm üstüne... CANIM EFENDİM...! Salat ve Selam…
MİHRAB
Ey Mahbub’u Alem, En Arab-ı Can! Süheyla Kızmaz |
13
Mülakat: Yavuz Bülent Bakiler | RÖPORTAJ yeni tarzını katiyen beğenmiyorum. Yani şiirin vezni olmayacak, kafiyesi olmayacak, manası olmayacak, saçmalığına katiyen katılmıyorum. Çok zor ve çok güç şiir yazıyorum. - Yazmayı düşündüğünüz veya yazıp da kendinize sakladığınız şiir ve nesirleriniz var mı? Neden?
Turan Şairi Üstad
Yavuz Bülent Bakiler’le Mülakat
Sözde, senden kaçıyorum dolu dizgin atlarla Bazen sessiz sedasız ipekten kanatlarla Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla Baş başa kalıyorum sonunda heyhatlarla Sözde, senden kaçıyorum dolu dizgin atlarla
/…/ Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin? Bazen kız kardeşimsin, bazen öp öz annemsin Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin Eksilmeyen çilemsin Orada ufuk çizgim, burda yanım yöremsin Çaresizim çaremsin. Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin?
Yavuz Bülent Bakiler
ALEYNA DINÇASLAN 12/B BÜŞRA AZPASLI 10/D İLAYDA SÖNMEZ 12/F ESRA ÇAKIR 12/B -Şair, yazar, söz ustası Yavuz Bülent Bakiler hakkında çok şey yazıldı, söylendi. Bu değerlendirmelerin dışında siz kendinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizi sizden tanımak isteriz.
MİHRAB
- Oğuz Çetinoğlu ile Mehmet Şadi Polat, benim için bir kitap hazırladılar. Bu kitap 2016 yılında, Yakın Plan Yayınları arasında çıktı. İsmi; Yavuz Bülent Bakiler Kitabı. 680 sayfaya yayılan yazılar, çeşitli dergilerde ve gazetelerdeki benim şiirlerim, yazılarım ve çeşitli çalışmalarım üzerine yapılan değerlendirmelerden ibaret.
14
Bu kitap, dikkatle incelendiği zaman görülecektir ki, bana dört üniversite tarafından Fahri doktora unvanı verilmiştir. Bu üniversitelerden ikisi, Azerbaycan, ikisi de Türkiye’deki üniversitelerdir. Şiir ve nesir kitaplarım üzerine çeşitli üniversi-
telerimizde 25 tez hazırlanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, beni üstün hizmet madalyasıyla şereflendirmiştir-Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür ve Sanat ödülüyle-Azerbaycan Halk Cephesi Türklüğe hizmet ödülüyle, Azerbaycan Ziyalılar Cemiyeti, 20. Asrın Fahri ziyalısı ödülüyle-T.C TİKA Başkanlığı: Dünya Türklüğüne Hizmet ödülüyle- Kazakistan Ahmet Yesevi Üniversitesi, Dünya Türklüğüne Hizmet ödülüyle-Türk Dünyası Yazarlar ve sanatkarlar vakfı, Dünya Türklüğüne hizmet ödülüyle- -Azerbaycan Dünya Genç Türk Yazarları, Dünya Türklüğüne hizmet ödülüyle- Academy Of Art And Culture Word, Türk Kültürüne hizmet ödülüyle -Milletler arası 4. Olimpiyat vakfı, yılın Edebiyatçısı ödülüyle beni şereflendirdiler. Bu listeyi uzatmak istemiyorum…
Ve diyorum ki, 59 ayrı kuruluş, hem Dünya Türklüğüne, hem de Türk Diline hizmet ettiğim için beni, kutladılar. Dünden – bugüne yayımlanan 25 kitabım oldu ve yayınevinin bana söylediğine göre, kitaplarımın baskı sayısı bir milyonu geçti. Şiir kitabım “HARMAN” 21. Baskısıyla 110.000 kişiye ulaştı. -Kendinizi şiirlerinizde mi yoksa ve nesirlerinizde mi tam olarak ifade edebildiğinizi düşünüyorsunuz? - Kendimi nesirlerimde daha rahat ifade ettiğimi söyleyebilirim. Ama, bazı konularda çok istediğim halde şiir yazamıyorum. Bu benim biraz da şiirde vezni ve kafiyeyi dikkate almamdan ileri geliyor. Bazı kimseler, vezinsiz, kafiyesiz, manasız, satırlar yazıyor, onları şiir sanıyorlar. Ben öyle düşünmüyorum. Hele ikinci
- Yazıp da kendime sakladığım, yani yayımlamadığım şiirlerim ve nesirlerim yoktur. Yazdıklarımı rahatlıkla yayımlıyorum. -İlk şiirlerinizde aşk ve yalnızlık temasını sık işlerdiniz. Yavuz Bülent Bakiler aşkın neresinde ve aşkın ondaki karşılığı nedir? - İlk şiirlerimde de, son şiirlerimde de, kendimi aşkın tam ortasında hissediyorum. Benim aşk şiirlerimde sevgiliye karşı cinsiyet duygusu yoktur. Yani sevgiliye sarılmak, sevgiliyle olmak çırpınışları yoktur. Benim için aşk sevgilinin adını söylemek, gülüşünü hatırlamak, yüzüne bakmak, söylediklerine kulak vermektir. Biliyor musunuz ben, yirmi sene âşık olduğum, ama serçe parmağını bile tutmadığım, yan yana olduğum zamanlarda bile kendimi ona layık görmediğim için evlenme teklifinde bulunmadığım, bulunamadığım bir aşk yaşadım. Harmandaki “Şaşırdım Kaldım İşte” isimli şiirim, öyle bir aşkın ifadesidir. Şimdiki gençler aşkı katiyen yaşamıyorlar, bilmiyorlar. Başörtülü kızların bile caddelerde, meydanlarda, gelip geçenler arasında, erkek arkadaşlarıyla sarıp öpüşmelerine hayretle bakıyorum ve onlara acıyorum Utanma duygusunun olmadığı yerde aşk olmaz. - Sizin Türkçe sevdalısı olduğunuzu biliyoruz. Sizce Türkçemiz bugün ne durumda? -Sorularınız çok önemli. Her sorunuza, ancak 4-5 sahife içinde cevap verilmelidir. Uzun yazamıyorum. Şimdi bakın; İngiltere’de ilk, orta ve lise sıralarındaki çocuklar için yazılan ders kitaplarında 71.000 kelime var. Bu rakam Japonya’da 40.000, İtalya’da 32.000’dir. Türkiye’de ise 7.000 civarındadır. Bizim çocuklarımız da, bu 7.000 kelimenin %10’uyla düşünüp konuşmaktadırlar. Bu
sokak Türkçesidir. Bir Fransız edibi diyor ki: “Millet, edebiyatı olan topluluktur.” Necip Fazıl ‘da diyor ki; “Bir milletin edebiyatı yoksa, o milletin hiçbir şeyi yok demektir...” Şimdi lütfen düşünelim: İngiliz edebiyatı, neden bizim edebiyatımızdan daha zengin? İngiltere ilim ve teknikte, neden bizim önümüzde? 71.000 kelimeyle düşünüp yazan toplulukların edebiyatı ve ilmi, elbette 7.000 kelime ile düşünüp yazan toplulukların edebiyatından o ve ilminden önde olacaktır. Aklınızda kalsın diye, bunu bir örnekle açıklamak istiyorum. Kabul ediniz ki yakınınızda çok zengin bir pazar var. Siz de çıkıp o pazara gidiyorsunuz. Ama cebinizde sadece 8-10 lira para var. Siz o pazardan 8 - 10 liraya ne alabilirsiniz? Bir de düşünün ki, o pazara 70-80 bin liranızla gidiyorsunuz. İhtiyaçlarınızı daha rahat karşılayabilirsiniz. Bugünkü Türkçe, kolsuz-kanatsız bir Türkçe. Dilimizi, önce evlerimizde, sonra okullarımızda, zenginlikleriyle öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Çocuklarımız, evlerimizde güdük çocuklar olarak yetişiyorlar. Çünkü evlerimizin %95’i kitapsız ve kütüphanesizdir. Anneler-babalar, çocuklarının, ders kitaplarından başka kitaplarla ilgilenmelerine öfkelenmektedirler. Çocuklarımız, okullarda da güdük bir Türkçe ile eğitim görmektedir. O kadar ki onlar, üniversite sıralarına geldikleri zaman, hocalarının ders kitaplarını okuyup anlayamamaktadırlar. O bakımdan
bazı üniversitelerimizde, çocuklarımıza yeni baştan Türkçe dersi verilmektedir. Bana göre dünyada, bundan daha ayıp, daha dehşetli bir eğitim olamaz. Ama bizde oluyor. Dilimize, dünkü ve bu günkü edebiyatımızı okuyarak sahip çıkabiliriz. Halbuki Türkiye ‘de her nesil, kendisinden önceki neslin edebiyatından kopuk olarak yetişiyor. Biz, bilmemekle övünen nesiller yetiştiriyoruz. - Bir dönem tartışmalara çok konu olan Türk Dil Kurumu’nun dünü bugünü desek? - Dünkü Türk Dil Kurumu, daha çok tasfiyeci bir davranış içindeydi. Birçok kelimeyi (dilimize Arapçadan ve Farsçadan girmesine rağmen) hatta tamamen Türkçeleşen kelimeleri bile dilimizden çıkarıp atıyordu. Mesela dün: Meclis, Milletvekili, siyaset, hâkimiyet, hekim, mektep, hakim vs. diyorduk. Bu kelimeleri Arapçadır diyerek attık. Yerine Fransızcadan: Parlamento, Parlementer, Politika, Egemenlik, doktor, okul, epope, egemen... kelimelerini aldık. Peki bu kelimeler Türkçe mi? Belki de bana inanmayacak ve kızacaksınız; ama ben
Bana Maviyi Anlat! Zehra Nur Öztürk |
-Siz bir programınızda: “Türkçe başka, Öz Türkçe başka” ifadesini kullanmıştınız. Bunu biraz açar mısınız? - Doğru! Türkçe başka, öz Türkçe başkadır. Türkçe, milletimizin dilidir. Bu dil aynı
MİHRAB
zamanda bir imparatorluk dilidir. Öz Türkçe ise bazı kimselerin ağzında ve kaleminde kuru, basit, ruhsuz, köksüz, takırtılı, tukurtulu kelimelerdir. 19321934 yılları arasında, Atatürk öz Türkçeyi yerleştirmek istedi dilimize tam bir çıkmaza soktuğu için, bu yanlış yoldan kendisi vazgeçti. Şimdi size çok önemli bir örnek vereceğim: bizim şu son yıllarda çıkan Türkçe sözcüklerimizde 80.000 ile 100.000 civarında kelimemiz var. Bir de Ankara’da bir yayınevinin bastığı öz Türkçe sözlüğümüz var. Ben o sözlüğü alıp inceledim. Öz Türkçe sözlükte sadece 3.175 kelime var. İddia ediyorum. 100.000 kelimelik Türkçe sözlükleri bir tarafa bırakanlar, “Aman öz Türkçe konuşalım, yazalım!” diye didinenler milletimizin, devletimizin edebiyatımızın, en büyük düşmanlarıdırlar!
16
-Bütün büyük şairler bir şiirinin adıyla anılır: “Vatan Şairi”, “Kaldırımlar Şairi”, “Otuz beş yaş Şairi”, “Bayrak Şairi” gibi... Peki siz nasıl anılmak istersiniz?
-Ben TÜRKİYE ŞAİRİ veya TURAN ŞAİRİ diye anılmak isterdim.
-Bugün “Sultanü’ş Şuara” seçilecek olsa sizce kim olurdu?
- Sizce bugün şiir ve şair hayatın neresinde duruyor?
- Ben bugünkü şairler arasında şairler sultanı olabilecek bir kimse göremiyorum!
-Bana göre bugün şiir ve şair, evimizin bahçe duvarının dışında bulunuyor. Televizyon programlarında görüyorum: Bir ses sanatçımız, sözleri beş para etmeyen, Arabesk tarzda düzenlenen bir parçayı
-Biz gençler okuma özürlüyüz. Sizin zengin bir kütüphaneniz olduğunu öğrendik. Kitap okuma ve kütüphane kurma hakkında ne tavsiye edersiniz?
kırıla döküle okuyor. Karşısında oturan yüz civarındaki kız ve erkek seyirciler, o parçayı, mikrofon önündeki ses sanatçısıyla birlikte okuyorlar. Kendi kendime düşünüyorum; acaba bu gençler, dünkü ve bugünkü edebiyatımızdan bir şiirin bir iki kıtasını, ezberden okuyabilirler mi diyorum. Okuyacaklarını sanmıyorum. Yazık, yazık, yazık! -Arif Nihat Asya desek? -Arif Nihat Asya, Cumhuriyet devri edebiyatımızın çok önemli isimlerinden biri. Şiiri de nesri de mükemmel üstü mükemmel. Benim şiirimde ve nesrimde, Arif Nihat Asya ‘nın büyük tesiri vardır. Mesela ben Nazım’ın şiirlerini ve romanlarını dikkatle okudum. Bilenlerin ve vicdanlı olanların önünde iddia edebilirim: Arif Nihat Asya’nın nesri, Nazım’ın nesri yanında, on üzerinden on defa yıldızlı on değerindedir. Ve Arif Nihat’ın şiiri, Nazım’ın şiirinden kat’iyyen geride değildir. Ama bugün, çeşitli toplantılarda, dergilerde, meydanlarda Nazım Hikmet vardır da Arif Nihat yoktur.
- Gençlerimizin okumadıkları, okumaktan hoşlanmadıkları doğru. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum: onların anneleribabaları da öğretmenleri de okumuyorlar. Osmanlı imparatorluğu 23 milyon km üzerinde 624 yıl hüküm sürdü. 322 yıl dünyanın lider devleti oldu. Devletimizin duraklaması, gerilemesi ve yıkılması; okumayan, araştırmayan, öğrenmeyen ve müspet ilimlerden uzak kalan ahmak idareciler yüzünden oldu.. Kendimizi kandırmaya gerek yok. Hem İslamiyet’i çok iyi bilmemiz, yaşamamız, hem de müspet ilimlerde çağın şartlarına uygun bir seviye üstünde bulunmamız lazım. Ordumuz, kayıtsız şartsız askeri darbelerin dışında kalmalı, vurucu, caydırıcı bir kuvvete sahip olmasıdır. Kur’an’da bir ayet var “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?” diyor. Mehmet Akif bu ayeti dikkate alarak diyor ki : “Olmaz ya tabii. Biri insan biri hayvan. Öyleyse cehalet denilen yüz karasından Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet. Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel. Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el” M. Akif, bilmeyenleri, okumayanları, öğrenmeyenleri hayvan derecesinde görüyor. Ben de Akif gibi düşünüyorum. Evimdeki kütüphanemde beş bin kitap vardı. Kızım da oğlum da, bizi bugüne kadar katiyen incitmediler. Ama benim kütüphanemden de bir tek kitap alıp okumadılar. Kendilerine üzüntülerimi söyledim. Dediler ki: -Babacığım! O kitapların dili, bize ağır geliyor. Okuyup anlayamıyoruz! Türkiye’de her nesil, kendisinden önceki neslin edebiyatını okuyup, anlayamıyor. Suçlu idarecilerimizdir, öğretmenlerimizdir, biziz. Ben 1956 yılında Ankara Hukuk fakültesine kayıt oldum. Bir topluluk önünde irticalen sadece beş dakika olsun konuşma kabiliyetim
yoktu. Konuşurken doğru dürüst cümle kuramıyor, ikide bir şey, yani, tamam, atıyorum, eee! Aaa! diyordum. Çünkü Türk’ün ve Müslümanın en büyük özelliği okumamaktır. Okumayan, hafızasında yeteri kadar kelime bulunmayan kimse, elbette başka türlü olamaz. Üç beş cümleyi doğru dürüst söyleyemez, yazamaz. Namık Kemal’in bir yazısından ve Akif’in şiirlerinden, hastalığımın sebebini öğrendim. Hayvanlıktan kurtulmak için çok, ama çok okumaya başladım. Otobüs duraklarında bile, elimde kitap ve dergi vardı. Okudukça, kafamda yeni yeni kelimeler boy vermeye başladı. Okudukça cehaletimi ve aptallığımı görerek utandım ve daha çok okumaya başladım. Sonra hafızamda, yeterli miktarda kelime birikince, ben bir topluluk önünde beş dakika değil, on beş yirmi beş dakika değil, bazen iki saat bazen üç saat, dört saat hiç durmadan, ama şey demeden, aaa, eee!, ıııı! demeden konuşmaya başladım. Sonra: Elim kalem tuttu. Dünden bugüne yayımlanan 25 kitabım oldu. Şimdi İstanbul’da; vapurlarda otobüslerde, metrobüslerde gençlerimizi görüyorum. Başlarını saatlerce cep telefonlarından kaldırmıyorlar. Ne kazanıyorlar: Hiçbir şey! Bu gençlere zorla kitap okutmak olmaz. Kendileri aptallıklarının, ahmaklıklarının, cehaletlerinin farkına varıp isteyerek okuyacaklardır. Türkiye’nin başka çıkış yolu yoktur. Bizi, 22 milyon km² üzerinde yaşatmayan Doğu ve Batı dünyası, 778.000 km² üzerinde de yaşatmayacaktır. Ben, evimdeki kitaplarımı, Sivas’ta Şems-i Sivasî Kütüphanesi’ne bağışladım. Bunu sağlığımda kendim yaptım. Çünkü biliyorum: Bizim gibi, evinde binlerce kitabı olan bir fikir ve sanat adamımız ölünce, karısı, çocukları sadece 40 gün o kitaplara tahammül ediyorlar. Sonra, o kırkıncı gün, evlerinde bir mevlüd okutuyorlar, kitapları da sahaflara veya bir kütüphaneye bağışlıyorlar. Ve tabii çok rahatlıyorlar.
BANA MAVİYİ ANLAT! Mavi olmayı anlat bana Sen gibi mavi olmayı... Gök gibi berrak, deniz gibi dalgalı olmayı. Sevince aydınlatan, üzülünce yağmur olup inmeyi anlat. Ağlayınca sevdirmeyi. Gülerken içinden akıp giden nehirleri anlat bana. Bana beni anlat Sen gibi mavi olmayı anlat. Mavi gibi bakmayı öğret bana Baktığında aydınlanan günleri.. Sevmeyi, sevdiğin de gözlerindeki maviliği anlat. Deniz gibi sakin, ben gibi yalnızlığı anlat mavili bakışlarında. Sert rüzgârların estiği günleri anlat. Gözlerini yumduğundaki huzuru, yüreğindeki mahmurluğu anlat Bana beni anlat. Sen gibi sessizliği anlat... ZEHRA NUR ÖZTÜRK / 2018 MEZUN
-Efendim, biz genç yazarları kırmayıp mülakat teklifimizi kabul ettiğiniz için Kayseri Kız Anadolu Lisesi öğrencileri ve dergimiz MİHRAB adına teşekkür ediyoruz. Saygı ve hürmetlerimizle… -Ben de teşekkür ediyorum. Derginiz MİHRAB aracılığı ile güzel Kayseri’mize ve istikbalimiz olan öğrenci kardeşlerime sevgi ve selamlarımı gönderiyorum…
MİHRAB
kendi kanaatimi yazıyorum. Bu Arapça ve Farsça kelimelere düşmanlık, bir takım kimselerin İslamiyet düşmanlığından ileri geliyordu, bugün de böyle.
17
Payitaht Abdülhamid’i İzlerken Rızvan Doğan |
Dünyayı gezmediğimden bilmiyorum –gerçi kendi ülkemi de gezemiyorum- ama görev icabı tayin olduğum illerde film yorumlarıyla ilgili gözlemlediğim bazı özellikler var elbette. Bu konuya giriş yapmadan filmi geriye sarıyorum. Payitaht filmini değil elbette, kendi yaşamımla ilgili filmi. Bir zamanlar insan resmi yapmanın, evde fotoğraf bulundurmanın günah sayıldığını hatırlıyorum. Televizyon bulundurma külliyen haram ve günahtı. Bismillah şimdi ne olacak muhafazakar kardeşim haklı olarak; “Arkadaş, günahın zamanı mekanı olur mu? Günah her zaman her yerde günahtır.” demez mi? Günahı hafifsemiyorum. Bu konuyu açıklığa kavuşturmak öncelikle ilim adamlarına düşer. Yaşlı insanlar televizyon olan eve pek gitmek istemezlerdi. Kazaen gittiklerinde de sırtlarını çevirirlerdi. Bazen elleriyle yüzlerini kapatırlar ancak çaktırmadan parmakları arasından bakarlardı. Şimdilerde ise filmleri ismini vermek istemediğim dizi ve programları, maçları izlemeden duramıyorlar. İzleme anında konuşan torunları bile azarlamaktan geri durmuyorlar. Dahasını söyleyeyim dede ve ninelerin bile ellerinde oldukça kaliteli telefonlar var. Telefondan instagram, whatsap, facebook’a giriyorlar. Paylaşım yapıyorlar. Gezdikleri yerlerde hatta kutsal mekanlarda bile selfie çekip paylaşıyorlar.
PAYİTAHT ABDÜLHAMİD’İ İZLERKEN RIZVAN DOĞAN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Ö
ncelikle şunu belirtmek isterim ki gazete ve dergiye yazı yazmak çok zormuş. Kolay mı herkesi memnun etmek. Erkeği, kadını, yaşlıyı genci…kırıp dökmeden Allah’a ters düşmeden yazı yazmak. Başına gelecekleri sen düşün artık. Toplumsal linç denen bir şey var. Benden Payitahtla ilgili yazmamı istediler. Belli ki ben bir eleştirmen, yapımcı, din adamı, tarihçi değilim. Elbette eksiğimiz olacaktır. Herkes her işi kurallarına göre hata yapmadan yapsaydı dünya güllük, gülistanlık olurdu. “Kim okurdu kim yazardı Bu düğümü kim çözerdi Koyun kurt ile gezerdi Fikir başka başk’olmasa” Aşık Veysel Bir mesleğin yapılabilmesi için onun alt yapısının oluşturulması gerekir. Tabii ki hangi filmi izlemeden önce kültür ve bilgi yönünden alt yapı oluşturacağız. Onun
İzleyiciler izledikleri filmlerde kendinden bir şeyler buluyorlar. Filmde rol alan oyuncularla kendi davranışı, yaşamını, tepkisini, giyim ve kuşamını özdeşleştirip işi bağımlılık derecesine götürüyorlar bazen ellerinde olmayarak, onlara aşık bile oluyorlar. Şahit olduğum bazılarından bahsetmek-yine dizi ve filmlerin isimlerini vermeden- istiyorum. Orta yaşlarda bir izleyiciye sordum: “İzlediğin filmden ne anlıyorsun, sana bir şey verebiliyor mu kültürel anlamda? Ya hocam sorma gitsin. Filmdeki bayan baş oyuncu yok mu, onu görmek için bir haftanın geçmesini iple çekiyorum.” dedi. Aynı cinsten soruları kız ve erkek öğrencilerime sormuşumdur. Onlardan da yakın cevaplar aldım. “Bize bir nazar oldu. Cumamız pazar oldu. Ne olduysa hep azar azar oldu!” Arif Nihat Asya Başka bir ilde lisan okulunun birinde Türkiye dışından gelenlere Türkçe öğretiyorduk. Onları sanatsal kültürel etkinliklere götürüyorduk. Türk filmi, tiyatro gibi. Sonra izledikleri tiyatro ve filmlerle ilgili düşüncelerini bir paragrafta açıklıyorlardı. Birisi aynen şöyle yazmıştı: “Hocam doğrusu ben bir şey anlamadım çünkü ben oyunun sonuna kadar güzel bayanı izledim. Gözümü ondan ayıramadım.” Vesselam. Peki kültürümüzü ve tarihimizi anlatan filmleri izleyip izlemediklerini gençlere sorduğumda oran %2 veya %3 ne yazık ki. Haklıdır gençler hangi kitapları yazdık da okumadılar. Hangi filmi çektik de seyretmediler. Zor kullanmadan, notla değerlendirmeden onlara hangi değerlerimizi ve kültürümüzü yansıtan kitapların okunması için rehberlik yaptık.
Sanatı, kültürü, edebiyatı, resmi, müziği sevdirmek için ne yaptık? Kocaman bir hiç. Bu işi Müslüman olmayan milletler, Türkiye’de ise sol kesim daha iyi yaptı, yapmaya da devam ediyor. Biz milliyetçi muhafazakarlar bu konularda para harcamayı sevmiyoruz. Döviz ve altına yatırıp cami çıkışında da kuyumcuların, döviz bürolarının önünden geçerek yükselip düştüğünü takip ediyoruz. Eve gelip televizyonda oynatılan dizileri görünce onları yayınlayan kanallara ve izleyen çocuklara kızıyoruz. Peh, yesinler seni! Bizim dindarlar, yattığı yerden kazanmayı çok mu seviyorlar acaba, ne dersiniz? Ben gençken muhafazakar zengin yok zannederdim (!).Yanıldığımı ne zaman anladım biliyor musunuz? Hani bir zamanlar malum holdingler furyası vardı. Konuşulanlara kulak misafiri olmuştum bazen istemeyerek: “Falan ağa var ya, o falan holdinge çuvallarla, kamyonetlerle para yatırmaya gittiğinde bir de ne görsün. Çeşitli devletlerde çalışan ve kendi ülkemizdeki vatandaşlarımız oralara para yatırmak için değirmende un yapmak için buğday çuvallarını sıraya dizenler gibi para dolu çuvallar görmüş. Vay anam, vay! Ya millette ne para varmış da bilmiyormuşuz.” İyi de dostum sen bilmiyor musun? ‘Parayla imanın kimde olduğu ancak Allah bilir.’ Sonra bu paralar güme gitti. Bazılarına üzüldüm, bazılarına da sevindim desem yalan olmaz. Bir de şu acı gerçeğe de değinmeden geçemeyeceğim. Hep izleyiciler mi eksik? Ya dizilerdeki oyuncuların giydikleri elbiseler, şapkalar; takındıkları yüzükler, kolyeler; bindikleri arabalar, saç tıraşları bazı esnaflar tarafından suistimal edilip vatandaşlar parasal olarak sömürülmüyor mu? Cevabını siz verin. Ya daha düne kadar giyimden yiyeceğe, çividen silaha kadar her şeyimizi dışarıdan almıyor muyduk? Şükür kısmen de olsa bugün bazı şeylerimizi kendimiz yapar olduk. Tarih, edebiyat ve diğer bütün bilim dallarıyla ilgili kaynaklarımızı başkalarından tercüme etmedik mi? İçler acısı doğrusu. Liseli yıllarda okuduğum tarih dersi kitabını bir Ermeni’nin yazdığını bugün öğrendiğimde tüylerim diken diken oluyor. Hatırlarsınız ‘Çağrı’ filmini de en güzel yabancılar yapmıştı. Ermeni’nin yazdığı bir kitapta senin ecdadın nasıl anlatılmış olabilir? Bugün gerçek tarih kaleme alan yazarların kitaplarını okuyunca, yapılan filmleri seyredince “Hı, öyle miymiş ya?” diyorum herkes gibi. Yazılmış bütün bilgiler ne tüm yanlış ne de tümden doğru diyemeyiz. Ama her zaman insafı da elden bırakmamalıyız. Eleştirirken şeytanlaştırıp cehenneme göndermemeliyiz; yüceltirken de ilahlaştırıp en üst makamlara çıkarmamalıyız.. Her insan hata yapabilir. Uyarılara, eleştirilere açık olmak lazım. Atalarımızın yaptıklarını anlatarak ömrümüzü geçiriyoruz. Ama yapılanların üzerine bir şeyler koyarak ülkemizi çağdaş medeniyetinin üzerine çıkarmak için gayret etmiyoruz. Toplumumuzda bunu gerçekleştirmeye çalışanlara minnettarım. Sen, Allah’ın resulü incinmesin diye raylara keçe döşeten, Seni ve ülkeni yıkmak için saldırır hainler dipten köşeden. Sultan Abdülhamid’i eleştiren de öven de olmuştur. Bir eleştirinin haklı olup olmadığına karar vermek için o devirde yaşanan siyasi ve sosyal olaylara vakıf olmak gerekir. Kendi hükümdarını kendi inanç ve kültürün penceresinden eleştirirsen belki mantıklı olabilir. Ama düşmanların ağız ve gözünden
MİHRAB
için az da olsa okuyan bir toplumun izleyici kitlesinin değerlendirme, yorum yapma özelliği daha anlamlı olur sanırım. Yoksa herkes kendi inanç ve yaşamına göre yapar değerlendirmeyi.
19
Dünya terazisiyle tartanlar seni kızıl sultan zalim diye nitelendirdiler, Vah, vah! Arka planda kendileri, ateşe evlatlarımızı itelendirdiler. Edebiyatımızda onun dönemini baskıcı dönem diye okutuyoruz. Onun için yazar ve şairler toplumsal konulara değinememişler diyoruz oldum olası. Bazen sanki biraz ileri gidiyoruz diyorum. Belki siyasi konularda bazı kısıtlamalar olmuştur. Bunun da bugünkü olaylara baktığımda abartıldığına inanıyorum. Kim için özgürlük? Bizim aleyhimize olan anlayışlara özgürlük. O dönem azınlıklara, Balkanlar’a, Arap yarım adasına özgürlük. O dönem şair ve yazarlar toplumsal konu olarak ‘hürriyet, eşitlikten başka konu bulamadılar mı? Doğruluk, çalışkanlık, yardımseverlik, dürüstlük, kardeşlik, ahde vefa, hasta hakları, kadın hakları, vatan, millet, din sevgisini işleyemezler miydi? İstenilenlerin kim için istenildiğine bakmak lazım. Bu Abdülhamid hep yeniliğe karşı mı çıktı. Hayır, bilakis eğitim, sağlık ekonomi, askeri alanlarda birtakım yenilikler gerçekleştiğini görüyoruz. N’oldu işgalciler bir bir gerçekleştirdiler isteklerini. Kocaman imparatorluk küçüle küçüle bugünkü Türkiye’miz kaldı. Duruyorlar mı peki? Hâlâ ülkemizde yaşayan bazı kesimlere özgürlük istemiyorlar mı? Vatanımızı bölmek için yine özgürlük naraları atıyorlar. Kendi ülkelerine gitmek isteyen bölücü örgütlere tanınan kolaylık bu ülkeyi yönetenlerimize tanınıyor mu? Belki de bugünkü Arap yarım adasında yaşanan zulmün sebebi o dönemdeki yöneticilere ihanet edip arkadan vurmalarıdır. Uyanık olalım. Yukarıda da belirttiğim gibi o dönemde eleştiren şair ve din adamaları da olmuştur. Mehmet Akif’in, İstanbul’daki bir camide, Abdülhamid Han döneminde orduda önemli bir görev sahip olan bir subayın ağzından dinlediği şu hatıra, Abdülhamid Han’ın “veli padişahlardan” olduğunu ispatlayan en çarpıcı misallerdendir: Mehmet Akif, sabah namazlarını Sultanahmet Camii’nde kılmayı adet haline getirmişti. Bir zaman, her sabah camiye erkenden gelip, mihrabın bir köşesinde sürekli gözyaşı dökmekte ve inlemekte olan, saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir zât dikkatini çeker. Durmadan ağlayan bu adamın uzun süre büyük bir hayret ve merakla takip eder.
MİHRAB
Nihayet bir gün yanına yaklaşarak, derdinin ne olduğunu, nende kendini bu kadar derbeder ettiğini sorar: “Muhterem, Allah’ın rahmetinden bu kadar ümitsizlik olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun?”
20
O zât, “Beni konuşturma, kalbim duracak” diyerek önce konuşmak istemez. Ancak, çok ısrar edince, bu halinin sebebinin ne olduğunu Akif’e gözyaşları içerisinde şöyle izah eder:
“Ben, Abdülhamit devrinde binbaşı idim. Anam- babam vefat edince sadarete (Sadrazamlığa) bir dilekçe gönderdim. Dedim ki: “Mallarımız, gayrimenkullerimiz var. Bunların bir nezarete (bakıcıya) ihtiyacı vardır. Kabul buyurulursa istifa etmek istiyorum.” Sadaret benim dilekçemi padişaha göndermiş. Bana doğrudan doğruya Hünkârdan bir yazı geldi: “İstifa kabul edilmedi” deniyordu. Ben bir daha gönderdim. Yine aynı cevap geldi. Bizzat huzura çıkıp şifahi (yüz yüze) görüşmek istedim. Ben o cehalet ile padişahın huzuruna çıktım: Sultanım, istifamın kabulünü istirham edeceğim. Durumumuz budur, dedim. Derin derin düşündü istifa etmemi istemiyordu. Yüzünden belli idi. Israrıma dayanamadı. Öfkeli bir edayla, elinin tersi ile: -Haydi, istifa ettirdik seni, dedi. Ben dönüp işimin başına geldim. Gece mana aleminde orduların teftiş edildiğini gördüm. Rasulullah Efendimiz (s.a.v) Yıldız Sarayı’nın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusunu teftiş ediyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri de orada idi. Abdülhamid, edeple Fahri Kâinat Efendimiz’in arkasında duruyordu.
Bazen üzülüyorum bazen seviniyorum izlerken Payitaht’ı, Ya Rab! İnanıp güveniyorum, bir gün dönecek inananların çarkı. Filmi izlerken anlıyorum ki şeytan, Mevla’nın huzurundan kovulduğundan bu yana hakla batıl mücadelesi devam ediyor. Selam olsun bu mücadeleden hak yolunda kazançlı çıkanlara. Bugün ve tarihte olduğu gibi makam mevki, kadın ve paraya karşı acziyeti olanlar kaybetmiştir her zaman. Lakin halkının değerlerine, inançlarına bağlı kalarak onların gönül dünyasına giren kul hakkından çekinen, ileri görüşlü, çağdaş, sabırlı, kararlı, cesur, tarih ve siyaset ilmine sahip yöneticiler kazanmışlardır. Ölseler bile milletinin gönlünde, altın sayfalı tarih sayfalarına adları yazılı kalacaktır. Kahreder zalimleri, ince zekan ve hassasiyetin muhteşem Hakan, Sana güç veren ilham kaynağını nasıl bilsin at gözlüğü takan. Şeytanla işbirliği yapan düşman bizim devletimizi ortadan kaldırmak için öyle elbirliğiyle çalışıyorlar ki izlerken aklım duruyor, nabzım düşüyor şekerim yükseliyor. Düşmanın her tuzağına karşı hamle yapmak her yiğidin kârı mı?
“Abdülhamid Han, cuma namazını daha çok Yıldız Camii’nde kılardı. Ermeniler onun bu özelliğini bildikleri için kendisine Yıldız Camii’nin önünde şirret bir tuzak kurmuşlardır. Hatta bu işin eksiksiz gerçekleşmesi için dünya çapında ün yapmış Belçikalı terörist Jorris’i de aralarına dâhil etmişlerdir. Hazırlanan plan gereğince Abdülhamid’i, Cuma Selâmlığı’ndan çıkarken bomba marifetiyle havaya uçuracaklardı. Yüz kiloluk bir bomba hazırlanmıştı bunun için… Saatli bomba hassas hesaplarla Abdülhamid’in çıkış anına ayarlanmıştı. Ama öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. O gün her ne hikmetse Abdülhamid Han, Şeyhülislâm Cemalettin Efendi’yle ayaküstü bir süre konuşmuş. Bomba şiddetli bir gürültüyle patladığı esnada o, yukarıdaki merdivenlerden yeni iniyordu. Kendisinin burnu bile kanamamıştır. Fakat bu hadisede 26 kişi hayatını kaybetmiş; 58 kişi de yaralanmıştı.”Tevfik Fikret yukarıda bahsedilen başarısız suikast girişimi üzerine “Bir Lâhza-i Teahhur” adlı, kin ve nefret dolu şiirini yazmıştır. O, bu şiirinde Abdülhamid’i yerden yere vurarak suikastçı Ermenileri övmüştür. “Ey şanlı avcı, dâmınıbî-hûde kurmadın! “Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Derken, benim birliğim geldi. Başında kumandan olmadığı için darmadağınıktı.
Çevrilen entrikalar karşısında çekilen zorluklara dayanamayıp ağlayan Tahsin Paşa’nın göz yaşları benim içime akıyor adeta. Elbette Tahsin Paşa şimdi göz yaşları döküyor lakin filmin sonunda o da ihanet ederse Allah ve milletin de ona vereceği bir karşılık olacaktır.
Efendimiz: “Nerede bunun kumandanı?” diye sordular.
Ülken için hiçbir zaman antlaşmalara abdestsiz imza atmazdın,
“Ve mekerû ve mekarallâh, vallâhu hayrulmâkirîn”
Abdülhamit de: “Ya Rasulullah çok ısrar etti. İstifa ettirdik.” dedi.
Sinsi tuzaklara karşı hamle yapmak için gece gündüz yatmazdın.
(Âli İmrân Suresi 54. Ayet)
Efendimiz: “Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik!”. Buyurdular.
Allah’ım nasıl bir fitne! Devletlerin ancak içerden yıkılacağını nasıl da iyi biliyorlar. Hükümdarın çocuklarını, akrabalarını, paşalarını, askerini avuçlarının içine almak için nasıl gayret ediyorlar. Kendini ele vermemek için zehir bile içebiliyorlar. Tehdit ve şantajın haddi hesabı yok.
(Ve onlar hile yaptılar, Allah da (onlara) hile yaptı. Ve Allah, (hileye karşı) hile yapanların en hayırlısıdır.) Ayetine inanlar hiçbir şeyden korkmazlar. Cennet mekan Akif ne güzel demiş:
İşte ben o gün bugündür bunun hicranı ve pişmanlığı ile gözyaşı döküyor, kederleniyorum. Ben ağlamayayım da söyle kim ağlasın? Payitahtı izlerken sosyal medyada yapılan eleştirileri de okumadım değil. Tabii ki film olduğu için bazı sahneler eklenmiş, bazı yerlerde abartıya kaçılmış. Kolay değil böyle konuları yeni yeni çekiyoruz. Bu film gibi tarihimizi, bazı tarihi liderlerimizi, savaşlarımızı anlatan mükemmel filmlerimiz oynuyor televizyon kanallarında. Çanakkale Savaşı’nı, Mustafa Kemal’in hayatını ve katıldığı savaşları konu alan filmleri, Diriliş gibi dizeleri çocuklarımızla izledikçe mutlu oluyoruz. Bu gibi filmler geleceğimiz çocuklara yeni ufuklar açacağına inanıyorum. Ayrıca Abdülhamid’le ilgili yazılmış bazı kitapları da okumakta fayda var zannımca. Aklımda kaldığı kadarıyla; Abdülhamid’in Akıl Oyunları (Ömer Faruk İspir) İmparatorluğun Son Nefesi (İlber Ortaylı) Kurtlar Arasında Yalnız Bir Adam Abdülhamit Han (Mehmet Alperen)
Devleti yöneten yöneticiler evlenirken (Tabi ki bayanlar için de geçerli bu kural. Konumuz Abdülhamid olduğu için erkeklerden örnek veriyorum.) eşinin asalet ve dürüstlüğünü ön planda tutmalıdır. Yoksa evin de devletin de dumanını çıkarırsın alimallah. Normal hayatta olduğu gibi sarayda da bazı bayanlar arasında kıskançlıklara şahit oluyoruz. Gençlerin de bazen hislerini ön plana çıkarıp ailelerini (özellikle de annelerini) nasıl zor duruma düşürdüklerini, annelerin de çocukların yapmış olduğu yanlış davranışları canı pahasına minder altı ettiğini görüyoruz. Unutmayalım. “Her başarılı erkeğin arkasında bir hatunu vardır.”Bunu hakkıyla yapan hatunlardan Allah razı olsun. Ayaklarına taş değmesin. Düşman hep tetikte. Her an her yerde hamle yapıyor. Ne demiş eli öpülesi atalarımız: “Su uyur, düşman uyumaz.”Hükümdarı yok etmek için aldığı havayı, tutuğu asayı, içtiği suyu bile zehirliyorlar. Ama Allah istemeyince olmuyor işte. İnananların, mazlumların tabi ki kendisinin de duasıyla her seferinde atlatıyor. Burada Abdülhamid’in öldürülmesi ile ilgili bir anıya yer vermek istiyorum.
Attın… Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın! Attın…ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın! Oysa Allah ne diyor:
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez, Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” Son zamanlarında pençesi, dişleri sökülmüş yaralı aslana ve hasta adama benzetilen kocaman imparator ve yöneticileri çakalların, sırtlanların (düşmanlarımızın) saldırısına daha fazla dayanamayıp yenik düşmüşlerdir. ine de ne mutlu bize ki ferasetli zeki devlet adamlarımız ellerini taşın altına koyup Osmanlı’dan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurarak bu cennet vatanı bizlere emanet etmişlerdir. Başta M.Kemal ve arkadaşlarına şehitlerimize maddi ve manevi destek sağlamış geçmişimize en içten duygularla teşekkür ediyorum. Sonuç olarak şunu bilmemiz gerekir ki Allah, peygamber için vatan, millet ve bayrağımıza göz dikmiş hainlere karşı ırk, yaşlı, genç, erkek, kadın, düşünce, parti ayrımı gözetmeden birlik olalım. Ayrılırsak yok oluruz. Vebalini, günahını Allah hepimize sorar. Belirttiğim bu düşünceye sahip olanlara selam, tersini düşünenlere yuh olsun! Yazımı Orhan Şaik Gökyay’ın dörtlüğüyle bitiriyorum: “Bu vatan toprağın kara bağrında Sıradağlar gibi duranlarındır, Bir tarih boyunca onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir.”
MİHRAB
değerlendirirsen, o zaman dur derim işte. Gerçek dost yanlışı gördüğünde seni ikaz edendir. Bazı araştırmacılara göre Abdülhamid’i kızdıran şey, bazı genç düşünürleri, sanatçıları ilim, fen ve sanat alanlarında eğitim görsün diye Avrupa’ya göndermiş ceplerine altın koyarak. Ama onlar gidip imparatorluğu nasıl yıkarız, yönetimde nasıl ‘söz sahibi oluruz’un hesaplarını yaptılar düşmanla baş başa vererek. Bu şekilde düşünen sözde aydınları çiçekle hangi ülkenin lideri karşılar.
21
Mülakat: Bahadır Yenişehirlioğlu |
Uzun yıllar avukatlıktan sonra oyunculuk ve yazarlık, bu geçişi merak ediyoruz. Neden bunca yıl sonra? Evet, doğrudur ben hukuk eğitimi aldım ve uzun yıllar Avukatlık yaptım. Yazarlığa gelince, okumak rahmetli annemin sayesinde benim için bir yaşam biçimi oldu uzun yıllar. Okuyorsanız ve yeteneğiniz varsa yazmamanız mümkün değil. Mesleğim ise bana insani hikâyeler konusunda inanılmaz renkler kazandırdı. Evet, yazmak bir tutkudur. Bu öyle bir tutkudur ki asla yazmadan duramazsınız. Kendi menkıbeniz sizi yazmaya sürükler ve bu inanılmaz bir serüvene dönüşür ve asla artık hiçbir şey sizi tatmin etmemeye başlar yazmanın dışında. Benim yazmaya başlama hikâyem ise son derece trajik.
Yazar Oyuncu
Bahadır Yenişehirlioğlu’yla Mülakat ESRA ÇAKIR 12-B / ŞULE BIRSÖZ 12-F BÜŞRA AZPASLI 10-D / MERYEM KAYA 10-E
MİHRAB
Bizler sizleri son 7-8 senedir tanıyoruz. Bundan önceki yaşamınız bir nevi bizlere kapalı. Siz önceki Bahadır Yenişehirlioğlu’nu bizlere nasıl anlatırsınız?
22
Aslında son derece açık bir hayatım var. Nehir aslında akıyordu. Önüne bir baraj kurdum, elektrik üretmeye başladım ve görünür oldu her şey. Son dönemlerde yaptığım işlerin göz önünde olması beni
büyük kitlelere ulaştırdı. Yani elektrik üretmeye başladım ve görünür oldum ama zaten nehir akıyordu. Özgeçmişime gelirsek; 1962’de Manisa Akhisar’da doğdum. 1979 yılında Akhisar Lisesi’ni bitirdikten sonra Paris’e gidip empresyonistlerin izini takip etme kararı aldığımda annemin ‘Kulağı kesik Van Gogh gibi mi olacaksın?’ engellemesi üzerine hukukçu olmaya
yöneldim. Daha doğrusu annemin zoru ile hukuk eğitimi aldım. Çin, Fransa, İspanya, İsviçre, İtalya, Vatikan, Almanya, Avusturya İngiltere, Bosna Hersek, Karadağ, Hırvatistan, Fas, Tunus, Mısır, İran, Pakistan, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Dubai, Bahreyn gibi ülkelerde halklar, dinler, yönetimler, hukuk sistemleri ve toplumlar üzerine araştırmalar yaptım. Pek çok sivil toplum
Türkiyede12 Eylül askeri ihtilalin bütün ağırlığını hissettirdiği zamanlarda idam cezası ile yargılanan ceza evindeki ağabeyime babamın öldüğünü söyleyememiştim. Babam felçli idi ve bu acıya dayanamadı ve vefat etti. Zira ağabeyim suçsuzdu. Babamı toprağa verdiğim gün eve gelip vefat eden babamın ağzından sanki yaşıyormuş gibi cezaevindeki ağabeyime bir mektup yazdım ve gönderdim ve daha sonra uzun yıllar pek çok mektup gönderdim. Zira ağabeyim büyük bir travma yaşıyordu ve ben ona babasının ölüm acısını veremezdim. Bu sahte mektupları yazarak aslında yazarlık serüvenime adım atmıştım. Bunu çok sonra fark ettim ama. Neticede ağabeyim 6 yıllık mahkeme sürecini yaşadı ve suçsuz bulundu ve ceza evinden çıktı ve bir trafik kazasında öldü ne yazık ki. Ben o zamanlar hukuk eğitimimi alıyordum. Profesyonelce yazma sürecim ise 2011 yılında İlk romanımı kaleme aldığım gün başladı ve büyük bir hızla ardı sıra diğerleri geldi. Sanki barajın kapağı açılmış gibi hissediyorum. Avukatlığı tamamen bıraktınız mı? Oysaki biz gençler avukat olmak için çok çırpınıyoruz. Ne dersiniz?
Evet, 2011 yılında bıraktım. Uzun yıllar yapmış olmamın tatmini belki de. Belki de artık bırakma zamanımın gelmiş olmasından. Ama sanırım edebiyat aşkımın yanına hiçbir mesleki kimliği barındırmak istememesinden diyebiliriz. Tutku ile roman yazmak istiyordum ve artık başka hiçbir şey ile ilgilenmek istemiyordum. Yazar Yenişehirlioğlu mu yoksa oyuncu Yenişehirlioğlu mu yaptığı işten daha çok memnun? Bize kitaplarınızdan bahseder misiniz? Güçlü bir medeniyet inşasında Romancılığın çok önemli bir yer tuttuğuna inanıyorum. Edebiyat bir sanattır ve sanattan uzaklaşıldığında toplumun giderek hoyratlaştığını görüyoruz. Hangi fikri yapının temsilcisi olursa olsun fanatizm müthiş bir zehir ve giderek dünyamız daha berbat bir hal alıyor. Kendi kadim tarihinden ve kültür kodlarından kopuş ve savruluş müthiş bir yıkım ve bunu giderek daha ağır hissediyoruz. Kültürel kodlarımızın altını objektif olarak çizip, dün ile bugünü harmanlayarak evrensel bir bakış açısıyla genç neslimize ve geleceğe aktarmak bu yıkımın ve savruluşun önüne geçmek açısından çok önemli. Bu sebeple bu duruşu ortaya koymak açısından edebiyatın ve onun en güçlü dalı Romancılığın muazzam gücünü bu sebeple hep hissettim. Kültürel kodlarımızın bütün muazzamlığını objektif olarak tespit edip ve bugün ile harmanlayarak evrensel bir bakış açısıyla genç neslimize ve geleceğe aktarılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun için edebiyat ve onun en güçlü dalı Romancılığı bu sebeple muazzam bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Ben romanlarımda bunun gayreti içerisindeyim. Beyaz Usta Siyah Çırak romanımda 12 Eylül bağlamında insanoğlunun din ve tasavvuf üzerine yaptığı yolculuğu anlatıyorum. Mısır, Suudi Arabistan, Paris, Kudüs, İstanbul ve Akhisar da geçin bir roman bir ip ucu vereyim aslında beni anlatıyor. Kerime romanımda ezanın Türkçe okunduğu yıllarda iki kızın hazinli öyküsünü, Kerime sessiz ve korkak… “Böyle yetiştirilmiş, ona bu şekilde öğretilmişti.
Şeriye kâtibi namuslu ve kimseye zararı olmayan biri... Ailesinin dışında… Ezanın Türkçe okunma kararının alındığı 1932’de başlıyor Kerime’nin hazin hikâyesi. Son Hasat romanımda Akhisar’da geçen bir yaşanmışlığı kaleme aldım üç nesil şizofren kadının hikayesi. Aşk Cephesi romanımda Çanakkale savaşı bağlamında Rodos’ta bir otelde çalışan Angela’dan bir Ege şehrinde yaşayan Selim’e gönderilen mektupla başlıyor yolculuk… “Selim yalnız, kafası karışık, kendisiyle barışmak için işaret bekleyen günümüz insanlarından… Kendisine gelen mektupla beklediği işareti alıyor ve Rodos’a, aynı zamanda kendi içine doğru bir yolculuğa çıkıyor; yanına sadece bir “KİTAP” alarak... Aşk Çölü romanımda ise Yemen bağlamında “Bütün savaşların esas kahramanları kadınlardır. Ve savaşlar yalnızca insanları değil türküleri de öldürür. Kadınların günümüzde çeşitli şiddet olaylarıyla gündeme geldiği bir Yenişehirlioğlunun kitabı kadına temas eden önemli bir kitap olarak karşımıza çıkıyor. Kaneviçe de Tehcir meselesi bağlamında “1915 Olayları’nın 100. yılında, bir aileye; yani acıları, sevinçleri, pişmanlıkları ve aşklarıyla bir ömre odaklıyor büyütecini. Kanaviçe’de haklı/haksız yok, Kanaviçe’de suçlamalar/kınamalar, yaralayıcı bir söylem yok; sadece 1915 Ermeni Olayları’nın bir aileye düşürdüğü ateşi ve bu ateşin günümüze kadar ulaşan ızdıraplarını işliyor Bahadır Yenişehirlioğlu. İlmek ilmek aşk, ilmek ilmek hüzün, ilmek ilmek özlem… “Bazı yaralar iyileşemez” diyen Bahadır Yenişehirlioğlu kaleminden… Diye tanıtıma girdi. Hünkarım romanım da ise; Osmanlı İmparatorluğu ölüm kalım savaşında. İç ve dış mihrakların tek bir amacı var; Ulu Hakan Abdülhamid’i devirmek. Sultan Abdülhamid’in çevresinde güvenebileceği tek bir kişi bile yoktu ta ki Tahsin Paşa’yı bulana kadar. Şunu da eklemek isterim ben salt tarih değil tarih perspektifinde insan ruhuna
MİHRAB
kuruluşunda görevlerim oldu, olmaya da devam ediyor. Uzun süre Tasavvuf eğitimi aldım. Evliyim iki çocuğum var. Ailemde siyasetçiler, akademisyenler var. Büyük büyük dedem de 1892’de İzmir’in ilk belediye başkanı ve valisi Yenişehirli Ahmet Efendi’dir.
23
Ey Yâr Bayram Kökoğlu |
Oyunlarınızda canlandırdığınız tiplerle kendiniz arasında bir bağ var mıdır?
Size tavsiyem mutlaka Şark klasiklerini, Garp klasiklerini, Türk klasiklerini okuyun ve Dünya edebiyatını takip eden. Genelde bütün romancılar yazmaya otobiyografik romanlardan başlarlar. Sizin de içinde kendinizin olduğu kitaplarınız var mıdır?
Aşka bakış açınız nedir, maddi ve manevi her iki açıdan? Aşk benim için en güçlü anlatım aracı. Allah’ın indinde zamansızdır aşk. Aşk var olan ne varsa doğal olarak hepsinin içindedir. Yoksa Allah bilinmeyi neden istesin ki. Bilinmeyi isteyenin yarattığı kuluna bir fener vermesi gerekmiyor mu bu da Aşkın ta kendisidir. Bu yüzden bütün aşklar ilahidir. İnsanın insana olan aşkı bu sebeple ilahidir ve saygıyı hak eder. Allah kendi ilminde saklı bulunan aşk ile yaratmayı gerçekleştirdiği için aşık olan insanoğlunun farklı kokular duyması ve diğer insanlardan daha farklı hissetmesi doğaldır. Bu durum bilinçlenmenin ilk aşaması gibidir. Âşıklar dünyada Allahın mutlak aşkını, görebilmek ve hissedebilmek için aşkla imtihan edilirler. Aşk Allah’ı bilmenin ilk uyanış halidir. Bu yüzden bu aşka saygı duymak gerekir. Bu aslında Allah ile kul arasındaki aşkın ilk evresi olduğundan başlı başına saygıyı hak eder.
Yorumladığınız her karakter ile aranızda güçlü bir bağ kurarsınız. O karakter ile yaşar ve sonlanıncaya kadar da bu ilişkiyi sürekli korursunuz. Kısaca bu içselleştirmeyi yaşamaz iseniz karakterleriniz sahici durmazlar ve asla seyirciye ulaşmazlar. Oyunculukta olmazsa olmaz kurallarınız var mıdır? Tabi ki var. Şu yaşıma kadar arz üzerindeki duruşumla alakalı olarak buna zarar verecek ve kırmızı çizgilerimi aşacak bir karakteri asla yorumlamayı kabul etmem.
MİHRAB
Yenişehirlioğlu yazar, avukat, oyuncu. Peki, kitaplarla arası nasıl? Başucu kitaplarınız var mıdır? Merak ediyoruz.
24
Kitaplar hep hayatımın içinde oldular ve asla benden uzaklaşmadılar. Okumanın ailede kazanılacak bir kültür olduğunu düşünüyorum. Ben bu konuda nasipliydim. Başucu kitabım Kuran-ı Kerim.
‘Beyaz Usta Siyah Çırak’ romanım. Biz müslümanlar sanatı ve edebiyatı hep küçümsedik; oysa Batı toplumları bunları bir silah olarak kullanıyorlar. Biz yeni yeni sanatın ve edebiyatın gücünü anlamaya başladık sizin gibi aydın müslüman sanatçılar sayesinde. Sizce bugün ülkemizde sanat ve edebiyatın bulunduğu yer nasıl? Bu mevzuda daha neler yapmalıyız? Ne dersiniz? Güçlü bir medeniyet inşasında sanatın çok önemli bir yer tuttuğu tartışmasız bir gerçektir. Kültürel kodlarımızın bütün muazzamlığını objektif olarak tespit edip ve bugün ile harmanlayarak evrensel bir bakış açısıyla genç neslimize ve geleceğe aktarılmasının sanatın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun için sanatın muazzam etkisini gerçek manada kavrayarak yara saran işleri hayata geçirmeliyiz. Neslimizin kurtuluşu sanat ile olacaktır.
Bütün sistemi bütün halinde anlayabilmemizin tek anahtarı aşktır. Aşk bir devrimdir. Aşk yarattıran bir güçtür. Aşk Allahın ta kendisidir. Bu yüzden ne ortak ister, ne eş. Allah demiyor mu (Bilinmeye aşk duydum) diye. Aşk kainatın nabız atışıdır. Kudüs sizin için ne anlam ifade ediyor? İlk kıblemiz olması hasabiyle bizler için kutsaldır. Kudüs İslam dünyası için bir ibrettir. Kudüs insanlık için bir aynadır. Dergilere bakışınız nasıl ve biz genç yazarlara neler söylemek istersiniz? Edebiyat ve fikir dünyamız için dergiler son derece önemli. Aynı zamanda da meşakkatli ve sorumluluğu büyük bir gayrettir. Kültür hayatımızda dergiler her zaman önemli ve faydalı işlevler gerçekleştirmişlerdir. Derginiz MİHRAB’ı çok beğendim ulusal dergi havasında. Gayretli çalışmanızdan ötürü sizi kutluyorum. Çok okuyun ve azminizi hiçbir zaman kaybetmeyin.
EY YÂR BAYRAM KÖKOĞLU Biyoloji Öğretmeni
Muktedir Adındır, her kapıyı açan anahtar Ey Samed, yoktum Diledin, Muhabbetin etti var Yüceliğini övmeye yetmez dilim, eder ar Şükürden acizim, Ey Latif etsem milyon tekrar
Aşkına ulaşmadan ölsem, gönlüm kalır bîzar Vedûd isminin yansımasına olayım mazhar Nasip olurda, bu gözler Sana kılar mı nazar Ey Rahman tecelli et, bize Cennet olsun diyar
Yıldızlara, geceye, gündüze Verirsin ayar Dünya, ay, güneş ve galaksiler, Emrinle seyyar Sana kulluk, ele geçecek devasa itibar İns ve cine, Huzurunda secde en büyük vakar
Zikrinden uzak kalp, döker yaprak, olur sonbahar Sevdan gönlüme düştü, açtı çiçek, geldi bahar Ne olur, çiçeklerimin üstüne Yağdırma kar Kurbanı olduğum Rabbim, kulunu Koyma naçar
Kaos, keşmekeş Dilediğinde, bulur istikrar Elindedir, varlıkları çekip çeviren yular Hayatta bütün ölçüler yanlış, Kitabın miyar Kâinatta zerreden kürreye, Hükmün iktidar
Kusurumu yüzüme Vurmazsın, yok Senden kibar Hevesler, arzular Cemalinle aramda duvar Bir ömür Rızanla Aşkın için ederim ısrar Deli gönlüm, çok aradı, Aşkında kıldı karar
Atamam üzerimden, hatalar anlımda sakar Âlemde yok, görmedim, bilmedim nefsimden murdar Günahlar; ruhun öldürülüp, gömüldüğü mezar Arza meylettikçe göğsümün üstünü kaplar bar
Ey Didar, Kerem Et aramıza girmesin ağyar Sen ve ben, diğerleri aramızda perdedir Yâr El Azim, Sığarsın gönlüme, bana bu âlem dar Kaldır engelleri, kalacaksa kalsın tek bir zar
Şeytan, nefsim ibadetlerimi eder istismar İhlâssız ise bütün amellerim olur buhar Başım önümde, tövbelerime ettim istiğfar Hoşnutluğunu elde etmek için; her an, acar
Yüceler Yücesi, Aşkın özüme düşürdü nâr Ey Cemil, Hasretinle yanar, ederim ah u zar Dünyalar benim olsa, Sevgin yoksa işte zarar Senin Rızan olsun, olmasın bir şeyim, budur kâr
Yaptıklarımda yalnız Senin Rızan olsun şiar Hayatımda, bir tek Yüce Aşkın olsun aşikâr Mağfiretin yeter, varlık âlemi çekse azar Rahmetin okşar ise, incitmez yediğim şamar
Yaşadığım bu ömür, aldığım her nefes efkâr Ruhumda dinmesin, Aşkından doğup, esen rüzgâr İrade Buyur, başka her şeyden edeyim firar Rızayı kazandın, dendiği an, kulun bahtiyar
MİHRAB
derinlemesine yolculuk yapan metinler yazıyorum. İnsanın keşfine dair ciddi tahliller ve hikâyeler karşınıza çıkıyor romanlarımda. Önemsediğim tek şey İnsanın gizemi ve ruh dünyası.
25
İnsanın Başkenti Ekrem Çelik | tiksindirebilir ve hatta kıymet ölçüsünde taşların bile gerisinde kalabilir. Ebu Bekir gibi nur hâlesi hâline de gelebilir, Ebu Cehil gibi ebedî zulmetin mahkûmu da olabilir.
İnsanın Başkenti
Mâhiyetini bilemediğimiz bir nefha-i Rabbanî’dir insan. Rûhu ile, kalbi ile, aklı ile ve ahsen-i takvîm sırrıyla sâir varlıkların fevkindedir. Bu üstünlüğünü tescil eden en mühim özelliği, iman ve akıl mahalli olan kalptir. Onunla tanır, onunla inanır ve onunla Rabbine doğru uruc ederek miracın buudlarında dolaşır ve yine onunla yok sayar, inkâr eder ve onunla aşağıların aşağısına doğru düşer, zelîl ve muhakkar olur. Kalp insanın başkentidir. İnsan ülkesi oradan yönetilir. İnsanın nasıllığını kalbin durumu belirler. Kalbi iman eden mü’min, kalbi teslim olan müslim, kalbi inkar eden münkir, kalbi nifâka düşen münâfık olur. Kalbe girmemiş her şey sahtedir. Kalpten gelmeyen sevgi, kalpten gelmeyen inanmış görünme, kalpten gelmeyen söz… hepsi sahtedir ve te’sirsizdir. Bunlar ancak kalpten neş’et edince gerçek mânâsını bulur ve gerçek olur. Kalbin insan için ehemmiyetini Rasulullah (a.s.) şöyle buyururlar: أال وإن في الجسد مضغة إذا صلحت صلح الجسد أال وهي القلب، وإذا فسدت فسد الجسد كله،كله
Ne güzel söylemiş Şeyh Gâlib: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” (Ey insan kendine güzelce bir bak ki sen âlemin özüsün. Kâinâtın gözbebeğisin.) Ve ne güzel buyurmuş Hz. Ali (k.v.) efendimiz: و تزعم انك جرم صغير و فيك انطوي العالم االكبر
MİHRAB
(Ey insan! Sen kendini küçük bir cisim sanıyorsun. Oysa en büyük âlem sende gizlidir.)
26
İnsan; kâinâtın gözbebeği, âlemin özü, en büyük âlemin kendinde gizli olduğu eşref-i mahlûkât...Bu kadar yüce, bu kadar önemli, Rabbimizin önem verdiği, değer verdiği bir varlıktır insan. Hem maddî hem de mânevî özellikleriyle varlıkların en şereflisi…Ve tabii ki en büyük imtihanın da muhatabı…O öyle bir hareket alanına sahiptir ki en aşağı olandan ve en aşağı mertebeden, yaratılmışlar içinde en yüce olana ve en yüce mertebeye kadar uzanan ve medeniyetimizin “esfel-i sâfilîn” ile “âlâ-yı illiyîn” diye tarif ettiği muhteşem bir seyahate istidâdı vardır. Yükseldiğinde melekleri bile imrendirecek bir mertebeye de gelebilir, düştüğünde de en aşağı görülen hayvanları bile
Bunu kalbin biyolojik faaliyeti olarak anlamak da mümkün; fakat asıl, kalbin insanı salaha veya fesada götürmedeki önemine dikkat çekmiştir efendimiz. Bu derece ehemmiyeti hâiz olan kalbi onun sâhibi olan Allah’a vermektir asıl mesele. Orada yalnızca Allah hükümfermâ olur. Mü’min bir kalpte sahte ilâhlara, hevânın tasallutuna, nefsin ve şeytanın desîselerine karşı sürekli bir teyakkuz hâli vardır. İşlenen bir günahın kalpte yarattığı deprem ve ardından gelen pişmanlık bunun delilidir. Seyyid Şerif Cürcânî de “Ta’rifât” eserinde, kalbi “Rabbânî bir lâtife ve insanın hakikati” diye tarif ediyor. İnsanın hakikati ve onun en mühim kıymet ölçüsü kalptir. Rabbimizin muhatap aldığı da kalptir. O bizim kalbimize bakar. Çünki o kalplerde olanı en iyi bilendir. İnsan gibi yüce, şerefli, mükerrem bir varlığı yalnızca kana ve ırka indirmek en başta insanın mâhiyetini hafif görmek ve onun şerefini tahkir etmektir. İnsanoğlu kıymeti kana ve ırka indirilemeyecek kadar şerefli bir varlıktır. Çünkü onda kalp gibi bir latîfe vardır. O bu latîfe sayesinde Allah’ın en mükerrem mahluku olmuştur. Bu şerefi ve asaleti ona Allah vermiştir. Onun kıymetini kana ve ırka indirmek teşebbüsü Allah’ın verdiği şerefi ve asaleti bir nevi yok saymaktır. Böyle bir tavrı ise kalbini onun gerçek sahibi yerine hevânın emrine verenler gösterebilir. Bu ise ebedî bir kaybediştir. Bâkî olana teslim olmayanlar fânîlerin elinde oyuncak olmaya mahkumdurlar. İnsan ebed yolcusudur. Bu yolculukta bineği ne kanıdır ne de kendi belirlemediği ırkı; bu sonsuz seyahatte insanın bineği kalptir. Îmân dolu bir kalp…
MİHRAB
EKREM ÇELIK Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
(Bedende bir et parçası vardır. O sağlıklı ve düzgün olursa bütün beden sağlam olur. Şayet o bozulursa bütün beden bozulur. Dikkat edin! İşte bu kalptir.)
27
Kelimelerin Kıyısında Dilhun Yadigâr |
Kaçış İmran Kösek |
Kelimelerin Kıyısında
Kaçış İMRAN KÖSEK - MEZUN
Saklandı gözlerimin içine batan güneş Zaman devirdi karanlığı üstüme Ellerime dokundu boş sayfalar Kelimeler koştu gölgeme
28
vucunu açtığında elindeki kelimelerin kıyısında bulunduğu uçurumdan atladıklarını gördü. Her kelimenin intiharında diline bir kelepçe daha geçiriliyordu. Susmaya başlamıştı. Susmaya mahkum bırakılmıştı. Kelimeleri yoktu çünkü… Hepsi, hepsi onu terk etmişti… Bir tanesi hariç. Avucuna baktığında gözlerindeki beklenti ve merak bin parçaya ayrıldı… Anne. Onu terk etmeyen sadece oydu. Yıllarca onu, annesini, aklına dahi getirmek istememişti. Etmediği kötülük, yapmadığı ihanet kalmamıştı. Neden sadece o duruyordu şimdi elinde? Günlerce, aylarca, yıllarca… Yüzüne bile bakmaya tahammülü yoktu. Annesine, var olmasının yegâne sebebi olan annesine, hiçbir zaman minnet duymamıştı. Anneliğini hakkıyla yapamadığını öne sürmüştü hep. Hiç empati kurmamış, annesinin tarafından hiç bakmamış ve kendini daima haklı görmüştü.
Bunca şey yaşanmışken, ellerinden atlaması gereken ilk kişi annesi olması gerekmez miydi? Neden sadece o kalmıştı? Neden bırakmamıştı oğlunu? Merhamet miydi bu, vicdan mıydı yoksa sadece anne olmanın verdiği bir davranış mıydı? Neden?.. Genç oğlan diline makara yapmış, hep bu tek sözcükten oluşan cümleyi tekrar ediyordu. Neden?.. Saatler geçmiş, genç uçurumun kenarından ayaklarını sallandırmış, ellerindeki kelimeye bakıyordu öylece. 28 yıllık ömründe hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Annesinin yerine kendini koydu. Empati kurdu… Düşündü, düşündü, düşündü… Başı ağrıdan çatlayana, elleri o karın soğuğundan buzlaşana kadar sürekli düşündü. Ne yapacaktı? Telafisi var mıydı? Annesi neden yıllar önce onu bırakıp gitmek “zorunda” kalmıştı? İçinde hâlâ kabullenemeyen bir yanı vardı oysaki…
Uçtu bedenimden ürkek kuş...
G
ün doğuyor kalabalık çınlamaların döküldüğü yerde. Nefes kesen uçurumun kollarında uyanmış gibiyim. Duygularımla ince ince savaşırken. Düşüncelerimin kanatları altına gizleniyorum. Son baharın yaladığı yapraklar süsledi bahçemizi. Keskin ayazın ayaklarına kapanmış solgun çiçekten habersizdim. İçerideki sohbetten kaçıp yağmurun ıslak gölgesinde bulurdum kendimi. Bu masum kaçışlarda büyüdüm ben. Etrafımız hep bir kargaşa tüneli sahte, yorgun, duygusuz, bedenlerle çevrili, bu dünya ısıtmıyor içimizi. Ruhumuz bir bilmece gibi bakarken gözlerimize, Açılmamış sayfalarımızın heyecanındayız. Aslında sayfalarımız yıkık dökük bir şehir gibi. Çocukken her şeyle mücadele ederiz yaşadıklarımızla, hayallerimizle, insanlarla, düşüncelerimizle
sonunu düşünmeden hep savaşırdık ama bugün kaçıyoruz. Ruhumuz bu kargaşada yetişemiyor bedenimize. Bu rüzgardan kaçamıyoruz hangi yöne dönsek bir tutam fısıltı koşuyor peşimizden kaç diye sesleniyor ve siyah çizgilerde kayboluyor. Sessizlik boğarken sahra çölünü, yılkı atların yelesinde gezinirdi ellerim. Uzun uzun seyrederdim gökyüzünün misafir kuşlarını. Gökyüzü sakinleştirir insan ruhunu, ilmek ilmek örer sökülmüş duvarlarını. Yavaş yavaş kendine çeker her nefeste tılsımından üfler ruhumuza. Merhamet ovasından çekiyoruz köklerimizi sokaklarımız geçilmez oluyor kinden, öfkeden ve huzursuzluktan. Kuruyor açmamış çiçeklerimiz, insanlığımız. Bu yüzden kaçıyorum merhamet ovasına, açmamış çiçeklerimi sulamaya...
MİHRAB
MİHRAB
A
DILHUN YADIGÂR - 2018 MEZUN
29
Giderayak Emel Kapusuz |
nsanoğlu ömrü birçok şeye benzetmiş. En çok da yol, yolculuk. Dünya ve içindekiler bitip tükenmek bilmeyen (kıyamet hariç) bir yolda, uzun ince bir yol…
GİDERAYAK EMEL KAPUSUZ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Bu yolculukta bana Mersin’de bir yörük köyünde ilkokul başkentte, ortaokul, lise, üniversite eğitimi ve Kayseri’de öğretmenlik düştü. Yedi yaşından bu yana okullardayım, kırk yedi yıl. Nasıl geçti habersiz o güzel yıllarım… Geldi geçti ömrüm benim Şol yel esip geçmiş gibi Hele bana şöyle geldi Bir göz açıp yummuş gibi Yunus Emre Konuşmaktan çok dinlemeyi sevdim, severim. Kolay, zahmetsiz bilgi edinmenin en kısa yoludur, dinlemek ve gözlem yapmak. Dinlemenin nimetlerinden yararlanma bana ve kardeşlerime nasip oldu. Evimizin konumu anne ve babamın tutumu nedeniyle (evimiz köy meydanında üç yol ağzındaydı. Annem ve babam hesap kitap yapmayan yumuşak huylu insanlar olduğu için) çocukluğumda en yakın arkadaşlarım ninelerim ve yaşlı akrabalarımızdı. Düğünlerde bayramlarda bizde misafir olmayı isterlermiş. Annem derdi ki yengelerim, teyzelerim halalarım… kendilerine gelen misafirleri bile bir şekilde bize yönledirirlermiş. (!) uyanıklar, hizmet etmeyecekler evleri kirlenmeyecek, düzen bozulmayacak.
MİHRAB
İyi ki böyle olmuş benim ve kardeşlerimin ayağına yaşayan insan hazineleri geldi. Hiçbir yerde bulamayacağımız, duyamayacağımız yaşanmışlıklar, hikayeler, anılar, anlatılar, zorluklarla mücadele edişleri tecrübeleri… hep birlikte dinledik, eğittiler, öğrettiler, öğrendik, ağladık, güldük. Geçmişle gelecek zinciri, kopmadı, akış kesilmedi.
30
Ninem 1900 doğumlu. Dokuz on yaşlarındayken “KAÇ-KAÇ” olmuş. Adana-Mersin de Ermeniler dağlara çıkıp eşkıyalığa başlamışlar. Çoğunlukla hava kararınca köy ve kasabaları basıp VUR-KAÇ yapıyorlarmış. Ninemler evlerini, köylerini bırakıp kaçtıkları için bu olaya “KAÇ-KAÇ” diyorlardı. Bundan yüz on yıl önce Toros
Dağlarının eteğinde ormanın içinde bir köy, işe yarayan erkekler savaşta… Köylüler ikindi vakti hava kararmadan hayvanlarını sağıp, başıboş bırakıyorlarmış. Ahıra koyarlarsa ya da bağlarlarsa düşmanın öldürmesi kolay olur, hemen yakalar diye. Evleri-ahırları ateşe veriyorlarmış. Köylüler üçerli beşerli grup olup hava kararmadan köyden uzaklaşıp ormanda geceyi geçiriyorlarmış. Çarıklarını ellerine alıp derenin içinden epey yürüdükten sonra (ayak izleri belli olmasın) kaya oyuklarına büyük ağaç kovuklarına gizleniyorlarmış. Aile aile saklanmıyor, aile üyelerinin her biri ayrı ayrı grupta yer alıyor çünkü düşman bir grubu öldürürse diğerleri sağ kurtulsun tüm aile yok olmasın diye. Ninemin ağlayarak ve en üzülerek anlattığı bizim de dinlediğimiz zaman aynı acıyı ve korkuyu yaşadığımız yer. Küçük çocuğu ve bebeği olan kadınları ve ihtiyarları saklanacakları yerlerin tam tersine gitmeleri için zorlarlar bizden tarafa gelmesinler diye taş atarlarmış. İhtiyarlar öksürür çocuklar ağlar karanlıkta yerimiz belli olur, korkusuyla. Can korkusu, hayatta kalma savaşı tam bir trajedi. Ninem (ben on beş yaşındayken) seksen yaşında rahmetlik oldu. On beş yaşında halasının oğlu ile evleniyor, eşi seferberliğe katılıyor iki yıl kesintisiz askerlik yaparken verem oluyor. Tebdila gelmiş (tebdil-i hava – hava değişimi) altı ay sonrada ölmüş, iki üç ay sonra küçücük çocukları da ölmüş. Yirmi yaşında kalakalmış. 1924 te dedemle evlenmiş. Altı çocuğu olmuş en küçük dayım altı aylıkken dedemi yılan sokmuş ve ölmüş. En büyüğü 12 en küçüğü 6 aylık altı çocukla yine yapayalnız kalmış (otuz sekiz yaşında) hepsiyle tüm zorluklarla başa çıkmış depresyon tedavisi görmemiş psikolojik yardım almamış (!) Anadolu kadını, Duası şuydu: Allah düşman dediği etmesin düşmanla terbiye etmesin, gerisi olur olur gider. Arkadaşımın dedesi sekiz yıl kesintisiz askerlik yapmış. Ahmet dede hep anlatırdı. Hicaz’da çölleri geçerek gelirken açlık susuzluk çekmişler. Çölde hecin devesine rastlamışlar, komutanların emriyle kesmişler, küçük küçük kaplarda pişirmek zorunda kalmışlar, hiç ekmekleri yokmuş, etlerden birer avuç ceplerine koyup çölü
geçmişler, sonra trenle İstanbul’a oradan Balkanlara gitmişler. Bulgarlara esir düşmüş. Yaralı olduğu için hastaneye yatırmışlar. Bunlar beni nasıl olsa öldürür diye gizlice plan yapmış, verilen yemeği yiyor verilen bir dilim ekmeği gizli saklı kurutup asker çantasında saklıyormuş. Yürüyecek kadar iyileşince geceleyin ormana doğru kaçmış. Hedefi kimseye görünmeden İstanbul’a ulaşmak. Soğuk, kış kar günlerce yürümüş dağlardan Bulgarlar görse Türk askeri diye Türk ordusuna rastlarsa asker kaçağı diye vururlardı diyordu. Günlerce tek başına yürümüş kuru ekmeğinden yiyip bulduğu sulardan içmiş on beş yirmi gün sonra ekmeği bitmiş bir iki günde aç gitmiş kış kar. Bir üzüm bağına rastlamış (çubuklardan anlamış üzüm olduğunu) Karları eşeleyip sararmış kurumuş üzüm yapraklarını asker çantasına basıp günlerce bu yaprakları yemiş. Açlıktan ölmemek için (ağlayarak anlatırdı) dağlar kış yenecek başka hiçbir şey yokmuş. Bir şekilde İstanbul’a ulaşıp trenle Mersin’e gelmiş. Yaylaya da yürüyerek gitmiş, çadırlarına doğru yürürken bir yabancı geliyor diye çadırdakiler tedirgin olmuş. Annesi bile tanıyamamış bir deri bir kemik perişan … Ağlaya ağlaya annesine sarılmış. Ahmet dede tertemizdi, beyaz uzun sakalları vardı, uzun boylu idi. Beli bükülmemişti, dimdikti, ibadetine düşkün çocukları seven tatlı dilli herkesin saygı duyduğu bir gazi idi (97 yaşında rahmetlik oldu) savaşa katıldım diye, zorluklarla karşılaştım diye ne travma geçirmiş ne de problem çıkarmıştı. Allah’a ve kadere teslim olmuş iyi bir insan iyi bir mümindi. Annesinin adı ve torunun (arkadaşım) adı da Mümine idi. Arif Nihat Asya diyor ki biz abdest almayı okuya okuya değil abdest alanların ellerine su döke döke öğrendik. Biz de vatan sevgisini gerçekten vatanını seven vatanı uğruna her türlü fedekarlığı yapan büyüklerimizden öğrendik. Günümüz gençleri (öğrencilerimizden biliyorum) vatan sevgisi sınavından 15 Temmuzda başarıyla geçtiler. Muhtaç oldukları kudret damarlarındaki asil kanda mevcut imiş kanıtladılar, gösterdiler bu toprakları vatan yapan Türklüğe ve İslama hizmet eden tüm atalarımı minnet ve şükranla anıyorum.
MİHRAB
İ
31
Milenyumun Mankurtları! Afra Nur Yıldırım |
Matematiğin Gerekliliği Elif Akkaya |
MİLENYUMUN MANKURTLARI!
ELİF AKKAYA 12-B
A
Evet, tam olarak böyle. Bedeni ile var, yemek yiyor, gelişiyor, havayı teneffüs ediyor, yürüyor, öğreniyor ama bunları yaparken ruhu yok. Ne denmeli böylesine? Ruhsuz mu? İki bin yılının, milenyum çağının karnında oluşan klonlar, robotlar yani biz gençler... Öyle ki; gözlerini gökyüzüne hiç dikmemiş, göç eden kuşların seramonik dizilişine hayret etmemiş, tepesindeki bulut kümelerinden koyun, kuş, çiçek, bebek silüetleri hayal etmemiş nesil...
MİHRAB
Otobüste robot gibi otururken ya da ayaktayken gözlerini telefonundan hiç ayırmayan, gerçek hayattan kopmuş bir nesiliz biz. Otobüste bir yaşlının
32
yüzündeki kırışıklıklardan yetmiş yıllık bir hayat hikayesi kurgulayamamış, bir işçinin ellerinin kaç çimento, kaç tuğla ile nasırlaştığını hesaplayamamış, şoförün gaza basmasından fren hızına, viraj kontrolünden kural ihlaline bakarak bir aile dramını görememiş bir nesiliz, biz gençler, biz robotlar, biz modern köleler, biz mankurtlar... Parklara, bahçelere çıkmayan, çıksa da elindeki sihirli tuşlara mıhlanmış gözleriyle etrafındaki seyirlik sinema tadındaki ayrıntıları göremeyen bir nesiliz. Dikkatli baksak bankta oturan annenin kaydıraktaki oğluna şefkatli bakışını göreceğiz. Çalıların ardındaki kedinin ağaçtaki kuşa saldırı planladığını, kaslarının nasıl bir panter gibi gerildiğini göreceğiz. Başımızı yere indirsek karıncaların, yaklaşan kışın telaşıyla koca ekmek kırıntılarını nasıl taşıdıklarını, sığırcık kuşlarının daldan dala sekerken cıvıldamalarını duyacağız. Bizim belki de en büyük çıkmazımız, kendi akranlarımızla bile iletişimlerimizi sanal ve gerçek olarak ikiye ayırmamızdır. Sanalda mutlu yakınlaşmalarımıza bakarak gerçek hayatta bir araya geldiğimizde susup kalmamız ve yakınlaşmaktan ısrarla kaçınmalarımızdır. Şimdi çıksak sokağa, sorsak bir gence “Aytmatov kimdir?” diye, aval aval bakar belki, belki de tüm eserlerini sayar, bilemem. Günümüz yazarlarının (!) karşısında el pençe divan durmaları gereken bir ustadır Aytmatov. Yazdığı eleştirel ve siyasal eserleriyle dünyaya adını duyurmuş, kalemine hayranlık duymaktan
kendinizi alamayacağınız bir yazardır. Gerçek bir yazardır! Taze dimağların, kendilerini bir klona dönüştürdükleri bu devri dünya gözüyle görseydi; eminim ki bir “Gün Olur Asra Bedel” daha yazardı. Bilir misiniz, bu çıkmazın içinde kendimi bazen bir Nayman Ana gibi hissediyorum. Kimdir Nayman Ana? Aytmatov’un bir romanında bahsettiği Mankurt sembolüne karşı Mankurt’un annesidir Nayman Ana. Savaşta esir düşenlerin kafasını kazıyıp çölde kafalarına deve boynu derisi sararmış bir kabile. Çölde günlerce bu halde kalan esir, yüksek ihtimalle ölür, yok eğer ölmezse hafızasını kaybeden, itiraz edemeyen bir köleye dönüşürmüş. İşte Nayman Ana’nın oğlunu da esir almış düşmanlar ve mankurta dönüştürmüşler. Nayman Ana, onu kurtarmak için çöle gidip yanına yaklaşmış. Oğlunun gözlerinde bir umut ışığı yakalamak için dil dökmüş. Ona eski günlerini, soyunu anlatmış ama mankurtlaşan oğul, anasını bir okla öldürmüş. İşte, şu anki gençlik, yani bizler adeta birer “Mankurt” olmuşuz. Bize gerçek dünyayı anlatacak analar nerede? Hadi, kaldıralım başımızı gömülüp gittiğimiz sanal dünyadan. Bakın bu güneştir, bu çiçek, bu da böcek. Arı bal yapar, kuşlar cıvıldar. Bu yağan yağmurdur, ıslanırsak rahmettir. Özlem vardır gerçek hayatta, üzülünce ağlamak gerçektir. Sanal alemde gözünden yaş akan ifade, gerçekte ağlıyor değildir. Gerçek ağlayanın gözünden akan yaş sıcak ve tuzludur. İşte bunları söyleyecek, bizi gerçek hayata uyandıracak çağrılar lazımdır. Yoksa ruhsuz, duygusuz, cansız mankurtlar olarak çoğalmaya devam edeceğiz.
M
atematik… Matematik denilince çoğumuzun içine ürperti gelir. Gariptir… Oysa ki sadece öğrenmememiz gereken bir derstir. Çocukluğumuzdan itibaren matematiğin önemi ve gerekliliği anlatılsaydı, oyunlarla sevdirilerek, eğlendirerek anlatılsaydı belki de ‘matematik’ kelimesini duyduğumuzda güzel duygularla karşılardık kendisini. Matematiği herkes yapabilir, önemli olan “ben yapabilirim, üstesinden gelebilirim.” Diyebilmesidir, insanın. Tabi bunun için de zihnini ikna etmesi gerekir. Çünkü insan severek, isteyerek yaptığı işlerde daha başarılıdır. Zaten zekadan önce azim ve sabır gelmez miydi? Mesela bizim Türk milleti çok zeki bir millettir, fakat sabırsız bir millettir. Belki de zeka ve sabrı yan yana yürütemediği için başarısızdır. Oysa çok önemli Türk matematikçilerimiz vardır bizim; Cahit Arf, Ali kuşçu, Ali Nesin, Salih zeki, Kerim Erim gibi binlercesi… İnsanlarımızın çoğu matematiği zor ve gereksiz bir ders olarak görüyor. Hiçbirimiz annemizin karnından matematik bilerek çıkmıyoruz sonuçta, zorlanabiliriz fakat yenilmemeyi öğrenmeliyiz, her düşüşümüzde ayağa kalkmayı bilmeliyiz ki ancak matematiği o zaman yenebilelim. Gereksiz kısmına gelirsek de matematik asla gereksiz bir ders değildir. Çünkü matematik hayatımızın her alanında vardır. En basiti alışveriş yaparken eskisi gibi değiş-tokuş yapmıyoruz sonuçta, matematik bilmeliyiz ki parayı öderken hesap yapabilelim. Binlerce örnek sıralanabilir. Mesela; oturduğumuz evin metrekaresini merak ederiz, öğrenme ihtiyacı duyarız bunun için de matematik gerekir. Yemek yapacaksak malzemelerimizin ölçüsünü
belirledikten sonra yemeği yapmaya başlarız, saati kullanırken, zamanımızı yönetirken, terziler dikiş dikerken, diktiği elbisenin belirli bir simetrisi olması gerekmektedir. Randevu alırken veya verirken takvimden yararlanırız, zaten takvim de başlı başına bir matematiktir. Mimarlıkta astronomide, bir yere giderken yol mesafesini hesaplarken, coğrafyada bir bölgenin koordinatlarını belirlemede, meteorolojide sayısal hava tahmininde bulunurken… Örnekler daha da çoğaltılabilir. Ülkemizde matematik bizlere sevdirilerek öğretilmiyor, hepsi bu. Bilgilerin hepsi bir anda verilmeye çalışılıyor. Fakat öğrenci hepsini alamıyor. Türkiye, matematik sıralamasında 137 ülke arasından 99’uncu olmuş. Tabi ki de her şeye rağmen matematiği yenmeye ve üstesinden gelmeye çalışmalıyız. Zaten 99’uncu olmuşuz diye matematiği bırakmamalıyız. Zaten matematik sadece bir dersten de ibaret değildir aslında. Allah doğayı yaratırken yaratma sanatını öyle bir kullanmış ki… Her şeyin bir ölçüsü, simetrisi var. Mesela; Fraktal, eğrelti otlarında, kar tanelerinde, yıldırımlarda… Salyangoz da ki, ayçiçeğinde ki, alo vera bitkisindeki sarmal düzen. Bu düzenin de altın oranı vermesi… Mısır piramitlerinin yükseklik, taban alanı ve yükseklik katsayılarının pi, i ve e sayılarını vermesi… Gölün alanının integralle, taşın düşme hızının ise türev ile bulunması… Örümcek ağının, Arşimed spiralini örnek olması, arıların yaptığı altıgen petekler ve yüz binlercesi… Kısacası başımızı çevirdiğimiz her yerde matematik var. İnsan doğayı tanımak, anlamak isterse mutlaka matematik bilmeli.
MİHRAB
AFRA NUR YILDIRIM 10 F nnesi ölene “öksüz”, babası ölene “yetim” deniyor herkesçe. Parası olmayana “fakir”, aklı olmayana “akılsız” deniyor yine. Peki ya, kendi ruhundan habersiz ya da daha düz bir tabirle ruhu ölmüş, bedeni yaşayana ne denmeli?
MATEMATİĞİN GEREKLİLİĞİ
33
Şeytanın Geh Bili Bili’si 2 Mehmet Orhan |
Işıklı Cep Telefonları - 2 MEHMET ORHAN Meslek Dersleri Öğretmeni
Dünya tarihinde çeşitli zamanlarda ruhunu şeytana satan ve şeytanla işbirliği içerisinde olan bu tip oluşumların 21. Yüzyılda ortaya koydukları oyun ve oyuncakları dijitalle süslenen hayat olmuştur.
üyük bir teessür ve esefle ortaya koymamız ve üzerinde düşünmemiz gereken en önemli konu: Bizim bir millet ve ümmet olarak dijital değişim ve gelişime yeterince uyum sağlayamamız ve promosyon olarak yanında getirdiği bela ve sorunların altında kalmamızdır.
En basit ifadesiyle bilgisayar, internet ve son zamanlarda “internet erişimi özellikli cep telefonu” olarak karşımıza çıkan bu saldırı araçları elimizdeki en kıymetli varlığımızı çocuklarımızı, onların geleceklerini, iman ve geleneklerini değiştirmeye ve bir nevi evrilmeye tabi tuttuğunu görmemiz tehlikenin boyut ve cinsini fark etmemizi sağlayacaktır.
Yüce Rabbimizin Bakara suresi 30. Ayet ve devamında belirttiği “Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.” ifadesindeki “Allah’ın ruhundan üflediği, halife-insan” karşısında şeytanın ve şeytanlaşmış beyaz insanın yer aldığı durumu tekrar düşünmenin tam zamanıdır şimdi. Rabbimizin sınamaya muhatap ettiği ve meleklere,“halife olarak yarattığı ve bu görevi yerine getirmesini istediği insana” verdiği değeri ve kendisini, görevini ispat için beş duyu organının yanında akıl ve vahiyle güçlendirdiğini hatırlamanın zamanıdır. Maalesef ki şeytanın farklı rüşvet ve kandırmalarıyla insanların bazılarını yanına çektiğini ve kendilerini “beyaz” ilan ve iddia eden ve diğer insanlardan üstün gören, bu vesileyle şeytanın tohumu olduklarını ortaya koyan bir güruhun varlığını fark etmek mecburiyetindeyiz..
Hayatı kolaylaştırma adına icadı gerçekleşen bilgisayarların, ilk zamanlarda tabii ki bu denli insan hayatına müdahale edeceği öngörülmüyordu. Gelişen teknolojinin, bilgisayarın, rakam ve kodlarla geliştirilen dijital dünyanın en küçük ve şımarık çocuğu ışıklı cep telefonlarının ve internetin insan hayatına getirdiği bu değişimin, bin yıllardır insanı Rabbine karşı isyan ettirmeye çalışan ve eğer bunu başaramazsa en azından insanın Rabbine karşı tepkisiz kalmasını arzu eden şeytanın emellerine hizmet ettiğine inanıyorum.
MİHRAB
B
34
Bu gün herkesin cebine munis bir tavırla girmeyi başaran cep telefonlarının hayatın zorluklarına karşı (mesafe, iletişim, tanışma vs.) yardımcı olma görüntüsüyle ve internet vasıtasıyla insanın her yanını ipotek altına alma çabasını da göz ardı edemeyiz. Reklam, inanç ve siyaset sahasında ön plana çıkan dijital karmaşayı da zikretmemiz gerekir. Reklam ile insanın ekonomik açıdan ele geçirilmesi, düşünce bağlamında insanların nasıl düşünmeleri ve inanmaları gerektiği hususunda yol
gösterici konumunda olmaya çalışması bakımından dijital dünya ve onun aletleri,(Bilgisayarlar, cep telefonları, internet ve bunların olmazsa olmazı botları aracılığıyla meydana getirilen programlar (arama motorları, trojan vb. uygulamalar) ile insan hayatına müdahaleleri de muhakkak tespiti gereken hususlardandır. İnsanoğlu, yeni icatlarını eskisiyle kıyaslamayı adet edinmiştir. Ampulü bulduğunda onu mumla kıyaslamış (kırk mumluk, yüz mumluk ampul diye), Motoru bulduğunda beygirle kıyaslamış (bin dörtyüz, bin altıyüz beygir diye)… Cep telefonlarında ise elinde avucunda nesi var nesi yok hepsini ona sıfat olarak vermiş ve akıllı telefon diye isimlendirmiş. Daha öncesinde olmayan ışıkları görünce telefonda, onun kendine üstünlüğünü peşinen kabul etmiş ve onu hayatına önder edinmiştir. Sünnetullah gereği tabiat boşluk kabul etmez. Kainatın Rabbine karşı, -verdiği nimetlerin karşılığı olmasa da- en azından minnet duygumuzun tatmini, O’nun emri olan ve O’na sığınma anlamında yerine getirmemiz gereken ibadetlerin yerini (zamanı tüketmek suretiyle) almaya çalışan, O’ndan uzakta kalmanın getireceği boşluğun malayani şeyler ile doldurulmasının hedeflendiği şeytani planın içerisine çekilmeye çalışıldığımızın farkına varmamız gerekir. Uluorta sormaktan haya ettiğim bir soru var: “Bilinçsiz bir şekilde cep telefonu kullanan insanların elbise giymesinin ne anlamı kalır?” diye. Elbise kullanımı, insanın kendini soğuktan, sıcaktan korumasının yanında en anlamlı sebebini mahremiyetini muhafaza etmesi, utanma duygusunun gereği değil midir? Bilinçsiz cep telefonu kullanımı, insanın sahip olduklarını bütün dünya ile paylaşması ve mahremiyetini, gizlilik ve güvenliğini şeytanın kirli tırnaklarıyla tertemiz dünyasının koruyucu zarını yırtması demek olmaz mı? Sevdiklerimiz, ailemiz ve değer verdiklerimizin en özel anlarını bütün dijital dünya kullanıcıları ile paylaşmamız - resim, bilgi ve coğrafi konum olarak- düşünsenize dünyanın bir çok kenarında sayısını bilemeyeceğimiz kişinin gözleri önünde…namusumuz addettiğimiz kişilerin fotoğrafları… “aman nazar değmesin, maşallah de!” diye gözlerden sakındığımız evlatlarımızın her halleri…
geçelim bunları; yemek alışkanlıklarımız, günlük rutinlerimiz hakkında bilgi sahibi olunabilecek paylaşımlar… “ya hu! Kim n’itsin bizi? Ne kadar da büyütüyorsun öyle!” diye düşünüyorsanız, Google’ın kendini “Google, İnternet araması, çevrim içi bilgi dağıtımı, reklam teknolojileri ve arama motorları için yatırımlar yapan çok uluslu Amerikan anonim şirketidir. İnternet tabanlı hizmet ve ürünler geliştirir, ek olarak bunlara ev sahipliği yapar.”şeklinde tanıttığını ve el alemin çöp olarak düşündüğü bilgi ve fotoğrafları satarak, akıl almaz bir servete ulaştığını görmemek mümkün değildir. Zamanında bir meyve kutusunun üzerinde yazılı cümleyi görmüş, çok hoşuma gitmiş ve ezberlemiştim. Aynen şöyle idi: “Çöp, arzu edilmeyen yerde bulunan kıymetli maddedir.” İşte sizin belki de ele geçmesinden rahatsız olmayacağınız veya umursamayacağınız bilgi, fotoğraf ve istatistikleriniz birilerinin işine yarıyor ki buna para ödeyerek sahip olmaya çalışıyor. Google’ın biriktirdiği bu bilgiden oluşmuş çöp dağı, yakın gelecekte ortaya çıkaracağı ve piyasaya süreceği düşünülen android robot ordusunun hafızasına yüklemek istemesi, bu suretle ikiz androidlerimizi oluşturmaya çalışmak istemesi de çok iç bulandırıcı… Yazının başında bahsetmeye çalıştığım “Beyaz insan”… küresel olarak düşünüldüğünde dünya milletleriyle, onların canlarıyla, mallarıyla, vatan ve namuslarıyla oynamaktan, onların canını acıtmaktan, onları her halleriyle sağmaktan zevk alan “beyaz insan”… kendini beyaz ve başkalarından değerli gören, sırf bu maksatla türlü türlü oyunlar ile onların sahip olduklarını ellerinden almaya çalışan ve kendilerini “insan üstü sınıf” olarak görenlerin milletlerin üzerinde oynadıkları oyunlar… İşin özü: Kendini hayatın vazgeçilmezi haline getiren cep telefonlarını kullanmaktan vazgeçmemiz ihtimali bile imkansız. O halde, … ne yapılmalı? Bilmem… Ama en azından herkesin alacağı önlem kendine has olmalıdır. Ve aciliyet kodu en önlere ve en üstlere alınmalıdır…
MİHRAB
Şeytanın Geh Bili Bili’si
Bizler, Türkiye’de yaşayan insanlar olarak diğer millet ve ümmetlerden farksız bir şekilde dijital saldırının üzerimize bir bela olarak ağmasını engelleyemedik. Bu konuda Yunanistan’ın da, Fransa’nın da, Yemen ve Hindistan’ın da, Çad’ın veya Rusya’nın da aynı şekilde yara aldığını görmemiz gerekir. Bütün dünya milletlerinin aynı kuşatma altında olduğunu, konunun bütün insanlık için ne denli öneme haiz olduğunu anlamamız ve bu uğurda neler yapılması gerektiğini ve neler yapılabilmesinin mümkün olabileceğini tespit etmemiz gerekir.
35
Gönül Dağı’mdan Rumeysa Kahveci |
RUMEYSA KAHVECİ 12F
B
u içinde bulunduğum ruh yumuşak ve naifti. İnsan burada yalnız huzuru kokluyordu saz eşliğinde, Ertaş’ın sesiyle. Onun ruhunu ısıtan tek şey kelimelerin ondaki duruşuydu, yerine koyuşu, dizişiydi. Ondan önce bu kelimeleri, cümleleri kimse kurmuyor gibiydi ve onu dinleyince sanki ondaki eşsizliği, bu sesi, dokunuşu kimseden duymamış hissine kapılmıştım... Onun tellere değen parmaklarından dökülen nağmeler yüreğinden kopup gelen kelimeler, onun naif ruhuyla bütünleşerek kalpten kalbe yol yapıyordu sanki. Ancak garip olan bir şey vardı ve ben henüz 18 yaşımdaydım ve bu tür müziklere uzaktım. Benim yaşımdakilere hitap etmeyeceğini düşünürdü herkes ve tabi ki ben de öyle düşünürdüm. O zaman neydi beni ona doğru çeken ve ruhumu enginlere sevk eden şey. Belki de eskiler, hep kan çekiyor derlerdi ya hani kökle dal veya ecdatla torun arasındaki görünmeyen bağ da diyebiliriz, beni ona çeken şeye. Evet evet görünmeyen bir bağ vardı Ertaşla aramızda ve onun sesi nağmeleri beni alıp uzak iklimlere götürüyordu sanki. Ruhunu açığa çıkaran berrak yüreğinin sesini duyurabildiği sazıyla köprüler kuruyordu aramızda. Ve sazla sesin bütünleşmesi ancak bu kadar güzel olurdu. Ertaşla saz, insan ikisini ayrı düşünemiyordu. Kulak veriyordum kalbinden sesine dökülen nağmelere... Karadır şu bahtım kara Sözüm kar etmiyor yara Yaktım yüreğimi nara
MİHRAB
Eyvah eyvah ey
36
Ertaş, insanın aklına kazınmış, ruhuna işlenmiş, büyülü kelimeleri, o toprak olduğu halde kulağımızda olan sesi, sazının tınısı, aşk dolu kelimeleri, her insanın içinden bir parça olan türküleri, Anadolu’nun yetiştirdiği, büyüttüğü biriydi. Onun ruhunun sokaklarında geziyorum. Bir yanı kıraç, susuz, ot bitmemiş; bir yanı olabildiğine yeşil, uzanabildiğine mavi olan yerlerini. Harap olmuştu birine
belli, ancak sevda bu toprakları bu hale getirebilirdi. İnsan ancak sevince bu hale gelebilirdi. Yanardı içi, kavrulurdu ruhu. Bu yüzden sesi yanık, bu yüzden dokunuyordu yüreğe. Dağlanıyordu ruhu. Dağ nedir bilir misiniz? Ateşin demirle dansından oluşan bir mühürdür. Dağıydı onun yüreğinin kıraç yeri ama en çok orayı sever ama en çok orayı özlerdi. Bir olup bakarken git gide büyüyen yağmura… Yüreğinden gelen nağmeler ruhuma güller dikiyordu resmen. O huzur verici ses ve kelimeler bunu nasıl yapabiliyordu. Nasıl bir öğrenme şekli, nasıl bir yetenek. Evet o bir yetenekti. Tüm insanların hayran olacağı ve olduğu bir yetenekti. Aşk dolu ruhu dizelerinde atan kalbi onu Ertaş yapıyordu. Sözlerinin derinliği, eşsizliği insanı büyülüyordu, her dizesinde. Kurallı dizeleri, evet dizeleri kendi gibi tertipliydi ve bir ölçüye bağlıydı. Dinledikçe okudukça büyüleyen dizeler. İki şekilde de insana zevk veren, aşk dolu... Bu onun kalbinin güzelliklerinin sözcüklere dökülmüş hali idi. “Ağarsa saçların belin bükülse/ birer birer hep dişlerin dökülse /Vücudun kurusa kanın çekilse/yine şu gönlümün yârisin benim” Bu dize aşk doluydu. Ertaş doluydu… Son yüzyılda Anadolu’nun yetiştirdiği en iyi halk ozanı kesinlikle oydu. Kasetin çıkarılma sesi geldiğinde anladım ki beş on dakikam gitmişti. Çayımı alıp bir on dakikamı daha Ertaş’a ayırmak için ilerleyip yanda duran kasetlerden ‘Hapishanelere Güneş Doğmuyor’ yazılı olan kaseti taktım ve başladı, bunu seviyordum. Kurduğu cümleler insanı düşündürüyordu. Elimi bardağıma uzattığım da eski sıcaklığının kalmadığını fark ettim. Oysa bu türküye sıcak bir çay yakışırdı. Hemen seslenip bir çay daha istedim. Umarım çabuk gelirdi. Türkü ziyan olsun istemem. Çayın gelmesini beklerken kendimi sazın tınısına bıraktım.
Birer birer yoklamayı yaparlar Akşam olur kapıları kaparlar Bitmiyor geceler, olmaz sabahlar Yok mu hapishanede beni arayan Bu zindanda ölen can gardiyan Güzeldi. Çok güzel, dinlendirici, sakinleştirici bir melodiydi. Belki de bu onun içinin güzelliği ruhunun sesiydi. Çayım geldiğinde şarkı başlamıştı, onun güzel sesiyle çayımı yudumladım. Sıcak sıvı boğazımdan akarken aklıma Ertaş’ın konserindeki hareketi geldi. Akşam, tıklım tıklım bir konser alanı. Ertaş sahnede, her zamanki gibi düzgün kıyafeti ile üzerindeki takım jilet gibi duruyordu. Sahnenin tam ortasında sazıyla beraber oturuyordu. Tüm ışıklar ona dönmüş, tüm gözler de ondaydı. Parmakları tellere değmeden yavaşça önündeki mikrofana yaklaştı. Sıcak sesiyle “Kusura bakmazsanız ceketimi çıkarabilir miyim? “ardından bir alkış tufanı ve yavaşça oturduğu yerden kalkıp kibar bir şekilde ceketi çıkarıp sandalyenin ucuna koydu. Bu kuşkusuz gördüğüm en mükemmel hareketti ve daha eşine rastlayamadım tıpkı ikinci bir Ertaş’a rastlayamadığım gibi... Telefonumun melodisi düşüncelerimi yırtarak ona dönmemi sağladı. Arayan Eda idi. Telefonu elime alıp açtım ve ruhumu okşayan sesini duydum. Telefonu kapattığımda bu büyülü ortamdan çıkmam gerektiğini anladım. Masadan kalkıp kasaya ilerledim ve ücreti ödedim. Tam çıkacakken Ertaş sanki geri gel der gibi Gönül Dağı’nı söylerken oradan ayrıldım. Bizim Yunus’un “Yunus öldü diye sala verirler/ ölen hayvan imiş âşıklar ölmez” dediği gibi, Ertaş da: “Aşıklar ölmüyor her daim diridirler sanki, Aşk biterse yorulur insan, ben ölürsem Neşet yoruldu desinler.” der. Çok doğru âşıklar ölmüyor ve her daim diridirler. Hepsine selam olsun…
MİHRAB
Gönül Dağı’mdan
37
Aldatan Bizden Değildir! Süheyla Kızmaz |
Özü ve temeli dürüstlük ve doğruluk üzerine kurulu olan Peygamberimizin söylediği söz, Hadis...“Bizi aldatan bizden değildir.” Yapılan eylem veya söylemi ahlak değerleri doğrultusunda yapmaya teşvik eden aldatmadan veya dolandırmadan kaçınmayı düstur edinen derin bir kelâm... Hayat, doğruluk ve güven üzere kurulmuştur. Karşılıklı güven olmadan hayat yürümez. Bu güven, bütün beşeri ilişkileri kapsar. Çünkü insan sosyal bir varlıktır, tek başına yaşaması mümkün olmadığına göre karşılıklı görüş ve alışveriş kaçınılmazdır.
“B
SÜHEYLA KIZMAZ /12 İ
MİHRAB
ismillah” deyip dükkan açmak, günün siftahını yaparak güne ve işe başlama çabalarının artık günümüzde kendini kapitalizmin büyüsüne kaptıran laik ve seküler anlayışı içerisinde müşterilerini şişirilmiş indirim fiyatları ile kandırmak, kim daha çok râzı olup gönül hoşnutluğu kazanacak değil, kim daha çok ürün satıp cep dolduracak yarışı içerisinde nefes nefese kalmış bir satıcı anlayışı...
38
Hal böyle olunca alıcı da kendine uygun kılıfı kuşanacaktır elbette. Gittiği mağazada beğenerek aldığı daha sonra 2-3 gün kullanıp hevesini aldığı ürünü fişiyle gidip beğenmedim damgası vurup yeni kumaş parçası alacaktır karşılığında. O zaman nerde kaldı peygamberimizin ümmetine “iyi, temiz, helal kazanç” tavsiyesi...
İslam inancının değer yargılarına göre her ne sûretle ve hangi şartlarda olursa olsun, hile yapmak ve insanları aldatmak kesinlikle yasaklanmıştır. Kur-an’ı Kerim aldatmayı münafıklara yakışan çirkin bir davranış olarak buyuruyor. Çünkü münafıklığın en belirgin özelliği, Allah’a inanmadıkları halde “inandık” diyerek Allah’ı ve başkalarını kendilerince kandırmaya kalkışmalarıdır. Halbuki onlar kendilerini aldatmaktadırlar. Bir gün Allah Resulu SallAllahu aleyhi vesselem pazarda buğday satan birine uğradı. Elini buğday çuvalına daldırınca parmakları ıslandı, bunun üzerine satıcıya “Bu ıslaklık ne?” diye buyurdu. Adam “Ey Allah’ın Resul’ü! Yağmur ıslattı.” Dedi, Allah Resulü “O halde, insanların görüp aldanmaması için o ıslak kısmı yığının üstüne çıkarsaydın ya” karşılığını verdi. Ardından hikmet dolu kelamını duyurdu “Aldatan bizden değildir!”
Aldatma ve hile sadece alışverişte değil hayatın her alanında olabileceği için Hz. Peygamberimizin ifadesi son derece anlamlı ve değerlidir. Yalan, aldatma ve hilenin olduğu yerde, adalet ve hukuk olmaz. Bu sebeple hile ve aldatma her türlü olumsuzluğa neden olabilir. Müslüman bir malı satarken iyi veya kötü, malının her şeyini karşı tarafa bildirmelidir. Malın ayıbını gizlemek veya söylememek aldatmaktır. Bu sebeple bir malı ölçüp tartmadan satmak, yanıltıcı olduğu için doğru değildir. Örneğin malın kötüsünü yığının altına veya tezgahın arka kısmına koymak, süte su katmak, yüksek kaliteli mala düşük kaliteli mal karıştırmak, para veya kıymetli kağıtların sahtesini yapmak veya müşteriyi aldatarak her türlü sahtecilik güzel hadise muhataptır. Bu hal şu geçici dünyada az bir menfaat uğruna insanları aldatan ve yalan söyleyen kimselerin imanlarının zayıflığını göstermektedir. Çünkü İslamî kuralları, Kur’anî ve Peygamberî öğütleri, yaşanması için öngördükleri kuralları özümsememiş demektir. Allah’ı ve ahiret sorgusunu hesaba katmadan yaşadıkları anlaşılmaktadır. Çözüm olarak, özellikle ticaret ile uğraşanlar, daha fazla hak ihlalinden kendilerini koruyabilmeleri için Allah’ı ve Ahiret gününü hatırlarından hiç çıkarmamaları gerekir. Gönülleri sürekli Allah’a bağlı olmalıdır. Şunu iyi bilmeli ki hile ile rızık artmaz. Aksine hile malın bereketini götürür. Hile ile azar azar biriktirilen mallar, ansızın gelen bir felaketle birden bire elden çıkar. Hile yapanların yanına da sadece günahları kalır. İnsanlarla olan ilişkilerde dürüst olmak islamın şiarıdır. Başta alışveriş olmak üzere herhangi bir konuda başkalarını aldatmak ahlaksızlıktır. Dünyada insanları aldatmak mümkündür fakat ilmiyle her şeyi kuşatan Allah’ı aldatmak elbette mümkün değildir. Asıl
aldanan aldattığını sanan hilekarlardır. Aķıllı bir Müslüman her şeyden önce imanın gereği hile ve aldatmaya tevessül etmemeli, böyle bir lekeyi üzerinde taşımamalıdır. Aldatma ve hile Müslümanlık vasfı ile bağdaşmaz. Velhâsıl doğruluk ve hakkaniyet, Müslümanın şiarı olmalıdır. Müslüman müşteri ve satıcı fark gözetmeksizin eline, beline ve diline sahip olmalıdır. “Hak ile sabr dileyip bize gelen bizdendir. İlim, akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir.” (Ahi Evran) Ahiliğin kurucusu Ahi Evran ne de güzel tasvir etmiş kardeşliği birlik ve beraberliği... Osmanlı imparatorluğunun esnafların maddi ve manevi piri olarak gördüğü bir esnaf şeyhi... “Esnaf Şeyhi” nin gözetiminde olan eski mekanlarda hayırlı ve helal kazanç elde etmek adına Allah (c.c.)’a duâda bulunarak çoğu Müslüman olan üretici modeli hem tasarruf yönü ile hem de dengeyi olmazsa olmaz sayan bir nevî sistemsel teşkilatlanma modeli için Ahilik ilham kaynağı olmuştur. Dünya Tarihi’nin bilinen en adaletli sistemi Ahilik teşkilatı, eğrisi varsa bizden; doğrusu elbet sizin, hilesi hurdası yok, helalinden malımız. Müşterimiz velinimet, yaranımız yârimiz. Ziyadesi zarar verir, kanaattir kârımız. Sözü gereğince Ahiliğin ruhu İstanbul, sanat ve ticaret alanında bir yol gösterici olmuştur. İlim ve sanattan haberdar olmayan aç olur, müflis (iflas eden) ve bivâye (yoksul) kalır, herkese muhtaç olur. Demiş atalarımız. Ne de güzel demişler. Eline, beline, diline sahip ol. Kalbini, kapını, alnını açık tut ilkesi ile gözü haram olana; ağzı, günah olan sözlere, eli zulümlere bağlanır. Kapısı konuklara, kesesi ihtiyacı olana, sofrası da yürekleri gibi aç olana açılırdı.
MİHRAB
Aldatan Bizden Değildir!
Kur-an’ı Kerim’in öteden beri süregelen ahlak ve iyilik ilkesinin sonucu çarşı, pazarda vücut bulması ile oluşan helal kazanç ideası Müslüman hareketi ile kendisini bulan, fetâ olgusu ile oluşan İslam Arap kültüründe fütüvvet teşkilatı Selçuklular ile birlikte (Ahi Evran’ın katkısı ile) Müslüman “Türk” toplumunun iktisat hayatının şekillenmesi ile karşılığını bulmuş Âhilik Teşkilatı...
39
Doğu Türkistan Gülsüm Abdulselam |
Benim Vatanım DOĞU TÜRKİSTAN
Ben bu olayların çoğunu Çin’de çocukken yaşadım, gördüm. Sonra Allah’ın yardımıyla Türkiye’ye hicret edebildik. Biz Türkiye’ye kaçak yolla geldik. Bu yolda günlerce, haftalarca, aç ve susuz kaldık. Bazı çocuklar bu zorluklara açlığa ve susuzluğa dayanamayıp öldü.
GÜLSÜM ABDULSELAM 9/Y
MİHRAB
D
40
oğu Türkistan Çinlilerin taktığı isimle ŞİN CANG. Bu yeni kazanılmış bir toprak anlamına geliyor. Biz bu ismi asla söylemeyeceğiz. Doğu Türkistan, 1949’dan beri işgal altında. Doğu Türkistan’da oruç tutmak, namaz kılmak, tesettür, toplum arasında dini sohbetler yapılması, dini medreseler, Cuma namazı kılmak… Daha doğrusu İslam dininde yapmamız gereken şeylerin hepsi katiyen yasak. Yolda herhangi birine “Selamünaleyküm” diyebilir miyiz? Diyemeyiz… Çünkü bu, dinde radikallik içeriyor ve yasak. İslam’a ait isimler ve Türk isimlerini çocuklarımıza koyduğumuz zaman suçlu duruma düşüyoruz ve çocuğumuzun ismi Çince
bir isimle değiştiriliyor. Çin’in güvenlik güçleri yakın zamanda işi öyle bir hale getirdiler ki artık evlere baskınlar verip, başörtülü kadınların olup olmadığını kontrol ediyorlardı. Eğer bunlardan birini değil açıkça yapmak, gizli saklı yaptığımızı görürlerse hapse atarak çok büyük işkencelere mahkûm ediyorlar. O kişiyle yetinmiyorlar, ailesini akrabalarını da rahat bırakmıyorlar. Çin devleti Doğu Türkistan’daki askeri kuvvetlerini artıracak ülkeye, kasabaya, mahalleye sokaklara her yere asker yerleştirecek. Evlerde başörtülü kadın var mı, Kuran-ı kerim, dini kitap gibi vb. şeyler var mı diye her eve baskın yapıyorlar. Oradaki masum günahsız
çocukların diri diri iç organlarını alıp satıyorlar. O masum çocukların günahı ne? Genç kızların, kadınların, erkeklerin namusu yerle bir ediliyor. Bu da yetmedi her aileye bir Çinli aileden kadınsa erkek, erkekse kadın yerleştirdiler. Genç kızlarımız Çinli erkeklerle evlendiriliyor. Bu nasıl bir zulüm, nasıl bir aşağılamak. Müslümanların namusunu, iffetini nasıl ayaklar altına alıyorlar. Şu anda 2017 yılından itibaren toplama kamplarındaki Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin DNA’sı toplanıyor ve Kısırlaştırılıyor. Burada yaklaşık 3 milyon Uygur Türk’ü var. Her türlü işkenceye maruz
kalıp, Çinlilerin çizdiği sınırlar dâhilinde bir hayata zorlanılıyorlar. Allah’ı inkâr etmeleri ve dinlerinden dönmeleri isteniyor. Yapmayanlara karşı ağır işkenceler uygulanıyor. Çin, dünyanın gözü önünde bir soykırım yapıyor ve hiç kimse buna ses çıkarmıyor… Bir de merak edenlere; Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin ziyaretleri ve diğer ülkelerden gelen insanların ziyaretleri esnasında Çin adeta bir melek oluyor. Bütün câmilerden ezan sesi yükselip, Çin devleti için çalışan insanları getirip Çin’in insan haklarında ne kadar saygılı olduğundan bahsediliyor.
Doğu Türkistan halkına yaşatılan zulüm, gün geçtikçe büyüyor ve yaşamını yitirenlerin sayısı gün geçtikçe de artıyor. Lakin Doğu Türkistan’da ki Uygurlar onca işkence, zulüm ve eziyete rağmen yaşam mücadelesi vermeye devam ediyor. Çinliler gün geçtikçe Doğu Türkistan halkına olan aşağılık siyasetlerini, zulümlerini arttırmakta. Birçok erkeği hapse attılar, bazılarını da işkence ile öldürdüler. Çoğu da hâlâ işkence görmekte. Bu işkencelerden bahsetmek istemiyorum çünkü bir insanın düşünebileceği şeyler değil. Milletimizi darmadağın ettiler. Ey Rabbim! Sana güvenen sana inanan senin tekliğini Hz. Muhammed’in senin elçin olduğuna inanan şu insanlara yardım et ya Rabbi! Onlar Müslümanlığını yaşayamıyor sana senin istediğin gibi ibadet edemiyor. Onları affet Ya Rabbi! Ben bu olayların çoğunu Çin’de çocukken yaşadım, gördüm. Sonra Allah’ın yardımıyla Türkiye’ye hicret edebildik. Biz Türkiye’ye kaçak yolla geldik. Bu yolda günlerce, haftalarca, aç ve susuz kaldık. Bazı çocuklar bu zorluklara açlığa ve susuzluğa dayanamayıp öldü. Sınırda denize düşerek, kaybolarak vb. yollarla da ölenlerde çok. Ya da çektiğimiz meşakkatler hayatımızın en zor günlerinden biriydi. Üstelik yolda gelirken babam yanımızda değildi, o bizden önce gitmişti. Bizim aile çok geniş bir aile idi. Evimiz güzel bir konak gibiydi. Hele de köyümüz çok güzeldi. Bizim ailenin ataları meşhur kavun karpuzcuymuş. Bu yüzden dedemde kavun ve karpuzlarla uğraşır ve aynı zamanda çiftçilik yapardı. Dedem mahallede başkaları tarafından hürmet edilen ve saygı gören biriydi. Babaannem ise mahallenin çocuklarını tarlaya götürüp çalıştırıyormuş gibi yaparak onlara Kur’an okumayı, dinimizi öğretirdi. Benim babam da evlendikten sonra gizli saklı okuyarak Arapça öğretmeni olmuştu. Amcam da öyle gizli saklı okuyarak Arapça okumuş. Benim küçüklüğümden beri polisler evimize gelip sürekli bizi rahatsız ederdi, arama yaparlardı. Yaz günleri kavun karpuzu bahane ederek evde okuyan talebe var mı yok mu diye
kontrol etmek için gelirlerdi. Onlar evlerimizi haftada bir bazen haftada iki kez kontrol etmek için gelirdi. Ben alışmıştım artık hiç korkmuyordum onlar beni sorguya çektiğinde ne konuşacağımı biliyordum. Ağzımdan hiçbir şey kaçırmazdım. Ama babamı rahatsız etmelerinden sürekli sıkıştırmalarından çok sıkılmıştım. Bir gün okuldan dönerken evimizin bahçesinde bir kalabalık ve birkaç araba gördüm. İlk defa yüreğim o kadar hızlı atıyor ve korkuyordum. Ben polislerin babamı almaya geldiklerini düşünmüştüm. Eve doğru hızlıca koştum. Bahçeye girdiğimde kalbimdeki o korku da gitti. Çok şükür dedim. Bahçede ilk olarak annemi gördüm. ‘Anne bunlar ne? Arabalara niye eşyaları taşıyorlar. Kim nereye gidiyor?’ diye sordum. Annem o an sustu. Tekrardan sordum. Beni kucakladı ve sessizce kulağıma eğildi “Kızım biz şehre taşınıyoruz.” dedi. Ben şok oldum. Çünkü benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Annem beni dedemle babaannemin yanına getirdi. Ben ellerini öpüp rızalarını almaya başladım. Sanki şimdi gidecekmişim gibi onların gözleri de annemin gözleri de başka şeyler ifade ediyordu. Biraz sonra dedem, benim köyde onlarla birlikte kalacağımı annemle babamın iki kardeşimi de alarak gideceklerini söyledi. İşte o an çok üzülmüştüm. Sanki onları bir daha göremeyecekmişim gibi gözlerim yaşardı. Bunları belli etmemeye çalıştım. Annemin üzülmesini istemiyordum. O gün akşama doğru annemle babam gitti. Ben anneme Allaha emanet olun diyemedim. O kadar üzüldüm ki sesim bile çıkmadı. Babam gitseydi de annem gitmeseydi o kadar üzülmezdim. Ben anneme fazlasıyla düşkün bir kızım. Ben o zaman daha 6 yaşındaydım. Artık annesiz ve babasız bir hayata başlamak zorundaydım. Günlerim zorlaştı. Babaannem çok titiz bir kadındı. Bana herkesin yaptığı ev işlerini öğretmeye başladı. Hatta evleri tertemiz süpürüp temizlemediğim gün okula gitmeme izin vermezdi. Asla dediklerinden çıkamazdım ne derse onu yapardım. Bunların bir sebebi de ondan çok korkmam ve saygı göstermemdi. Bazen işler çok zor geldiğinde annemi özleyişim daha da çok artar ve ağlardım. Bunların hepsi babaannemin beni sevmediğinden değil, tam tersi beni çok sevdiğindendi.
MİHRAB
Üstelik oradaki insanların kendi sesini duyurmasının imkânı yok. 65 yıldan bu yana bu dünyada Çin’e ‘Dur!’ diyen olmadı. Zaten konu Müslümanlar olunca dünyanın gözü kör, kulağı sağır oluyor...
41
MİHRAB
Ben 9 yaşındayken küçük amcamı hapishaneye aldılar. Üstelik hiçbir suçu yokken. Onlar hiç kimsenin üzerinde suç aramazlardı. Onlara küçücük bir şüphe bazen de canlarının istediği insanı hapse atıyorlardı. Bu olay ailemizi çok yıktı. Ailem amcamı çıkarmak için bir sürü çözüm üretmeye çalışıyordu. Ama Allah’ın yardımıyla çok yüklü bir para ile amcam hapisten 6 ay sonra çıkmıştı. Hapiste amcama hiçbir suçu olmadığı halde işkence yapmışlardı.
42
Bir gün annemin hamile olduğunu öğrendim. Buna çok sevindim, bir yandan da korkmuş ve üzülmüştüm. Çünkü Doğu Türkistan’da 2 veya 3’den fazla çocuk doğurmak yasaktı. Ben, eğer onlar öğrenirse ne olacak, onlardan nasıl saklayacağız diye biraz endişelendim. Gerçekten de annemin hamileliğini gizlemesi çok zordu. Sağlık ocağından görevliler kontrole geldiklerinde teyzem görünürdü, annemle teyzem birbirine çok benziyordu. Bir şey de fark etmiyorlardı. Sonunda kardeşimin günü dolmuştu, annem Haziranın 17’si pazartesi günü yağmurlu bir sabah erkek çocuğunu yani kardeşimi dünyaya getirmişti. Doğum şehirde gizli oldu. Komşuların öğrenmemesi için köye büyük amcamın yanına gitmeye karar verdik. 7 gün olmuştu akika günü geldi. Akikaya teyzelerim, halalarım, dayım ve amcalarım gelmişti. O gün babam kardeşimin ismini verdikten sonra misafirlerle birlikte çıkmış, şehre gitmişti. O günden sonra babama ne ulaşabildik ne de haber alabildik. Ortadan kaybolmuştu. Babamı bulmak için gitmediğimiz yer, gitmediğimiz karakol kalmamıştı. Hepimiz endişe içinde kahroluyorduk. Komşular, babamın arkadaşları, okulda arkadaşlarım, öğretmenlerim ‘baban nerde?’ diye sorarsa ‘Urumçi’ye gitti (başka şehre)’ diyordum. Çünkü evdekiler öyle söylememi istemişlerdi. Bu olay herkesi çok endişelendiriyor ve kaygılandırıyordu. Hele benim akşamları gözüme uyku girmiyordu. Her sabah babamın hasretiyle, endişesiyle, özlemiyle uyanırdım. Çünkü Doğu Türkistan’da kaybolan kişileri hapiste öldürüyorlar
ya da işkence yapıyorlardı. Bu durum yaklaşık 6 ay sürdü, hala babamdan hiçbir haber yoktu. Boğazım ağrıyor, sesim çıkmıyordu, çok hastaydım. Okuldan geldiğimde amcam halimi görünce hemen hastaneye götürdü. Doktor 4 gün dinlenmemi söyleyerek rapor yazdı. Böylece okuldan 4 günlük izin almıştım. 2. Gün annem Çin’de yaşayan halamın yanına gideceğimizi söyledi. Ben çok sevinmiştim; çünkü o halamı çok severdim hem de çok özlemiştim. Böylece aralık ayının sonlarında küçük amcamın ailesiyle birlikte evden çıkmıştık. Bunu sadece büyük amcam biliyordu. O gün mahallemi, köyümü, dedemle, babaannemle, ananemle herkesle son görüşmem olmuştu, keşke dönüşü olmayan bu yolculuğa çıktığımızı bilseydim de onlara sarılabilseydim, rızalarını alabilseydim. ‘Allaha emanet olun elveda’ diyebilseydim; ama hiçbir şey bilmiyordum ki. Otogara büyük amcam ve eşi bizi yolcu etmek için gelmişti. Otobüse bindim ve camdan dışarı baktım. Amcam ve eşi ağlıyordu, annem ve küçük amcam da otobüste ağlıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Ben, bunlar niye ağlıyor ölmeye gitmiyoruz ki 1 haftalık bir yolculuğa çıkıyoruz sadece diye şaşırmıştım. Meğer o an onları son görüşüm olacakmış. Otobüsle bir gece yolculuk yaptık ve sabah güneş doğduktan sonra otobüsten indik, bir gün Urumçi’de otelde kaldık ve istasyona geldik. Bizim trendeki yerimiz 13. vagondaymış. Trendeki herkes Çinliydi, amcama yolculuğun ne kadar süreceğini sorduğumda 3 gün belki de 3 buçuk gün dedi. Bunu duyunca çok rahatsızlandım. Aradan 4 saat geçti tren durdu ve yeniden kalabalıklaşmaya başladı. Yeni yolcular bindi. 3-4 Çinli yolcu yanımıza geldi ve bizim yerimizin aslında onların yeri olduğunu söyledi, ardından iki görevli kadınla birlikte geldiler, görevli biletlerimize baktı ve inmemiz gerektiğini söyledi. Şaşırarak amcama neler olduğunu sordum. Aslında biletleri amcam dışarıdan satın almış ve sattığı adamda bileti trende değiştirebileceğini söylemiş. Zamanımız çok dar olduğu için amcam mecbur kalmış. Ama annemle, yengemin, erkek kardeşimin bileti öyle değildi sadece amcam ben ve kız kardeşiminki öyleydi. Amcamla beraber 4’üncü vagona geldik. Vagona girdiğimde az kalsın
bayılıyordum. Vagon o kadar kalabalık o kadar pislik içindeydi ki korktum. Bu oturma vagonuydu. Hem üstelik bizim gibi biletsiz trende kalanların hepsi bu vagonda kalıyormuş. Hiç boş yer de yoktu. öndeki adamlardan vagonun arka tarafı görünmüyordu. Ordaki görevliyle konuştuk ama biletin bittiğini söyledi. Ya trenden inmemiz gerektiğini ya da eğer inmeyeceksek de o vagonda kalmamız gerektiğini söyledi. Annemi, yengemi, küçük kardeşlerimi bırakarak trenden inemezdik ve bu yüzden o vagonda ayakta yolculuk yapmak zorunda kaldık. Öyle ayakta, susuz, uykusuz ve aç üç gün geçirdik. O üç gün benim için 3 ay gibi geçti. Önümde Çinlilerin sigara içmesi boğazımın ağrısını daha da arttırıyor, nefes almam dahi zor oluyordu. Hele kız kardeşimin ayakta kalacak hali bile kalmamıştı onu bütün gücümle ayakta tutmaya çalışıyordum. Ben de zor tutuyordum. Çünkü ben de kardeşimle aynı durumdaydım, ama o küçüktü bedeni bunlara benim kadar dayanamıyor ve ağlıyordu. Onu bu halde görmek beni çok üzüyor ve gözlerimi yaşartıyordu, ama ben güçlü olmalıydım kardeşim için. Sonunda Guangcu’ya (Çin’deki ünlü şehirlerden biri) geldik trenden indikten sonra taksiye bindik, biner binmez uyuya kalmışım. Uyandığımda bir gecedir takside olduğumuzu ve sabah olduğunu söyledi. Ben çok sevindim çünkü halamla görüşeceğimizi düşünüyordum. Sonra taksiden indik ve bir otele yerleştik. Bu sefer amcamla aynı otelde değildik. Kız kardeşim de amcamla birlikteydi. Erkek kardeşimle ben niye halamın yanına gitmiyoruz da otelde kalıyoruz diye annemi sıkıştırıyorduk. Annem sabah olunca gideceğiz diyordu ve konuyu çeviriyordu. Artık ben halamın yanına gideceğimizden şüphelenmeye başlamıştım. Ertesi gün amcamla beraber bir adam daha geldi. O adam anneme erkek kardeşimin başkasıyla birlikte yola çıkması gerektiğini söylüyordu. Kardeşim bunu duyar duymaz “Ben annemsiz hiçbir yere gitmem.” diye ağlamaya başladı. Zavallı, anneme çok düşkündü. Adam; “Söz dinleyeceksin, biz ne dersek o. Yoksa tek başına burada kalırsın!” diye saçma sapan bir şeyler söyleyerek kardeşime kızıyordu. Ben adamın söylediklerinden hiçbir şey anlamadım ve “Kardeşime ne hakla kızıyorsunuz, neden sizinle
gelecekmiş, neler oluyor?’’ dedim. Adam “Sizin bilmenize gerek yok, siz yeter ki, söz dinleyin yeter.” dedi ve gitti. Artık kafam çok karışmıştı, çıldıracak gibi oluyordum. Derken o akşam telefon çaldı. Tanımadığım bir numaraydı, yine de açtım. Karşı taraftan gelen sesi duyar duymaz şok olmuştum. Çünkü arayan babamın en yakın arkadaşı idi. Babamın en yakın arkadaşı aynı zamanda da yengemin abisiydi. O adam da babam gibi 6 aydır kayıptı. Telefonu anneme verdim, annem ile görüştükten sonra erkek kardeşim ile konuştu. Erkek kardeşime “Tahir babanı özledin mi? Görüşmek istiyor musun?, babanla çabuk görüşmek istiyorsan uslu bir çocuk ol, yaramazlık yapma, annenin ve amcanın sözünü iyi dinle.’’ dedikten sonra konuyu hemen kapattı. Ben o an hayatımın en büyük şokunu yaşamıştım. Hemen gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı, çünkü babam 6 aydır kayıptı. Her gün sağ mı? Ölü mü? Diye mahvolduğumuz babamdan bahsediyordu. Nasıl şaşırmayayım? Lakin şaşırmakla birlikte çok sevindim. Hiç olmazsa babamın sağ olduğunu öğrenmiştik. “Sonra anneme sen biliyor muydun?” diye sordum “Evet” dedi. Ben çok kızdım “Nasıl bizden babamın yanına gideceğimizi sakladın niye yalan söyledin, ne gerek vardı buna” dedim. Annem “Söylemedik çünkü söyleseydik eğer birine bir şey söylemenizden, belli etmenizden, korktuk. Eğer ki söyleseydik biz buralara kadar gelemezdik. Bizi yakarlardı.” dedi. Sabah erkenden, önceki gün gelen adam geldi ve yola çıkacağımızı, yanımıza hiçbir eşya almayacağımızı söyledi sadece annemin el çantasına izin verdi. Sanki dışarıda gezecekmişiz gibi yola çıkmamızı söyledi. Bunların hepsi dikkat çekmemek içinmiş, annem cebimizi badem, hurmayla doldurdu ve o gün yola çıktık. Bizimle birlikte dört erkek daha vardı. Sınırdan geçtiğimiz gece aysız, kapkaranlık bir geceydi. Sınırdan gece yarısı motorla, denizden kayıkla, dağa tırmanarak bunlar gibi zor aşamalar kat ederek geçtik. O zamanki tek isteğimiz sınırdan yakalanmadan geçebilmekti. Çok şükür ki sınırdan sağ salim geçmiştik. Henüz hiçbir şey bitmemişti onun gibi ondan daha zor günler bizi bekliyordu. Öyle kaçak olarak zor durumları aşarak beş ülkenin sınırından geçtik. Hepsi birbirinden zordu. Sınırlarda denize
düşerek ya da kaçaklar tarafında, kaçırılarak kaybolanlar çoktu. Kamboçya ile Tayland sınırından geçtiğimiz gün hiç aklımdan çıkmıyor, sanki dün yaşamış gibi. O sınırdan toplu olarak geçmiştik. Sınırın başlarında şehrin en pis suyunun geldiği göl gibi bir yer vardı. Bilmiyorum, belki de gölden büyüktü. Her sınırdan geçtiğimiz gece aysız ve karanlık oluyordu. Kaçaklar, özellikle öyle geceleri seçiyormuş. Ben az kalsın o pis suya düşecektim, iyi ki önümüzdekiler su olduğunu söyledi. Bizi o suyun en az tarafından geçirmişlerdi, ama öyle olmasına rağmen su, baldırımıza kadar geliyordu. Sudan geçtikten sonra sırayla yürümeye başladık. O sınırda her yerde çukurlar varmış karanlıktan onu bile fark etmemiştim. Ta ki bir ayağım çukura basana kadar sonra hem dikkatli hem de hızlı yürümeye başladım. Ben arka taraftaydım, annemin ve kardeşlerimin önden mi arkadan mı yürüdüğünü bilemedim sudan geçerken ayrılmışız. Yolu kaybetmemek için önümdeki tanımadığım adamı takip ederek yürüdüm. Öylece yürüyorduk bu yol bitmiyordu. Çok yoruldum ama dinlenemezdim. Yoruldukça annemi merak etmeye başladım çünkü annemin kucağında küçük erkek kardeşim vardı kim bilir ne kadar yoruldu dedim. Sabah namazına kadar yürüdük toplam 7-8 saat sürmüştü bu yolculuk. Sonra bizi arabaya bindirdiler. Araba on kişilikti ama arabada yirmi beş kişi vardı. Arabaya bindiğimde kolumun üstünde biri, diğer kolumun üstünde başka biri, kucağımda oturan kaç kişi vardı sayamamıştım bile. Nefessiz kalıyordum arabada. Öyle kaç saat kaldık bilmiyorum. Arabadan indiğimde ölmediğime şükrettim. Bu durum sadece bu arabaya bindiğimizde değil bindiğimiz bütün arabalarda aynı durumla karşılaşıyorduk. Sonra Tayland’da 6 ay kaldık. Bu 6 ay içerisinde dışarı hiç çıkmadık. Tayland’a geldiğimizde üzerimizde kalın kıyafetler vardı ama Tayland çok sıcaktı bu yüzden oradaki emirle herkese birer tane yazlık elbise alındı. Orada kaldığımız yer 5 katlı, eski ve çok kirli bir yerdi. Hem de çok doluydu. Odadan çıkamıyorduk, dağıttıkları yemekler sadece küçüklere yetiyordu. Günde bir kez dağıtılıyordu. 6 aydan sonra Malezya’ya geçmek için yola çıktık. İlk defa bir sınırda bu kadar uzun kaldık. Sınırdaki ormanda hafta-
larca, aylarca aç ve susuz yağmur altında kaldık. Susuzluktan ormandaki küçücük göldeki suyu temizleyip hayatta kalmamızı sağlayacak kadar az, içmeye mecbur kaldık. Su, içilemeyecek kadar pisti. Suda her şey vardı. Suyun rengi değişmiş ve yeşil olmuştu. Hatta ölenler de vardı. Bizden sonra kalanlar Tayland askerleri tarafından yakalanmış. Biz bunu duyunca Allah’a hâmd ettik. Orada yakalananların bir kısmı Çin’e verildi. Bir kısmı ise hala hapiste tutuluyor. Malezya’da 3 ay kaldık. 1 ay hapiste, 2 ay evde… Malezya’dan Türkiye’ye uçakla geldik. Havaalanında bizi 8 saat tuttuktan sonra karakola getirdiler. Karakolda saat 23.00’a kadar kaldık. Karakolun bahçesinde oturuyordum. Uzaktan babama benzeyen birini gördüm. Bizi gördü ve hemen bize doğru koşmaya başladı ve ben de babama doğru koşmaya başladım. Babamı görür görmez ağlamaya başladım. Babam “Kızım niye ağlıyorsun bana kavuştuğuna sevinmedin mi?” diye sordu. Ben “Hayır sevinçten ağlıyorum.” Cümlesini zor söyleyebilmiştim. Babam hepimizle görüştükten sonra küçük kardeşimi sordu. Küçük kardeşim bir ağacın altında uyuyordu. Babam yanına gelir gelmez uyandı ve babama sarıldı biz şaşırdık, çünkü babamı tanıdı o normalde tanımadığı birini görünce anında ağlayıp yabancılık yapardı. Babam kucağına alıp öptü sonra hiç bırakmadı takside sürekli öpüp kokluyordu. Babam gittiğinde o daha 7 günlük bir bebekti ama görüştüğünde ise 14 aylık olmuştu. İstanbul’da 4 ay kaldıktan sonra Kayseri’ye geldik. Şu anda Kayseri Kız Anadolu Lisesi’nde 9.sınıfta okuyorum. Kayseri’yi ve ümmetin sığınağı olan Türkiye’yi çok seviyorum. Allah tüm Müslümanları ve Türkiye’yi korusun. Tüm gücümle milletime ve Doğu Türkistanlı kardeşlerime faydalı olabilmek için çok çalışacağım. Allah’ım Doğu Türkistan’daki Müslümanlara o zulme karşı ayakta olabilme gücü ver Ya Rabbi! Allah hiç kimseye böyle acı yaşatmasın. Allah’ım bizi o zulümden kurtarıp sana ibadet edebilme fırsatı, hicret edebilme fırsatı verdiğin için sana yüzbinlerce kez şükrediyoruz.
MİHRAB
Bana hep çok güzel dualar ederdi. Hele dedem çok severdi beni, tabi ben de onu. Ben onların ilk torunu sayılırdım. Dedemi kendi babamdan çok severdim. Dedem şehre gittiğinde beni de yanına alarak birlikte annemle babamın yanına giderdik. Bazen onlarla köye gelirdi.
43
Hakk Yolunun Dervişleri Önder Karaklı |
Mülakat: Âşık Meydânî | RÖPORTAJ
Hakk Yolunun Dervişleri (Hû ile Redifli Musammat Gazel) ÖNDER KARAKLI Tarih Öğretmeni
Dedem
Âşık Meydânî
44
Hakk yolunun dervişleri, efgân ederler Hû ile Sahra-yı kalp teşvişleri, büryân ederler Hû ile
Her sedefte dür-dâneyi, derd-i bî- derde devâyı Sahrâya düşen katreyi, ummân ederler Hû ile
Nöbette aslan Mehmetler, mübarek vatanı bekler “Arşın etrafın melekler, cevlân ederler Hû ile”
Çekip ışk-ı mâşuk kahrı, geçip arzu-yı nefs bahri Dil de zahm-ı hârdan zehri, dermân ederler Hû ile
Ehl-i kâmil olmaz eğri, pervâne-ve’ş yanar bağrı Haccü’l- Harameyn’e doğru, seyrân ederler Hû ile
Düşüp muhabbet yeline, kavuşup kudret gülüne Cân u teni dost yoluna, kurbân ederler Hû ile
Dil- gül-şenine hicreti, eyyâm-ı ömür gurbeti Medd-i şâhen-şâh sohbet-i yârân ederler Hû ile
Terk edip zerk ü riyâyı, dost edip hamd ü senâyı Libâs-ı zühd ü takvâyı, mestân ederler Hû ile
Şühedâ kanı vatânı, çark-ı felekten devrânı Âleme ism-i Rahmân’ı, nişân ederler Hû ile
Keserek dili gıybetten, kaçıp uyku-yı gafletten İçip zemzem ü şerbetten, fermân ederler Hû ile
Vâdi-i kâmil mürşîdi, menzil-i maksûd irşâdı Şehr-i vücûd-ı hurşîd-i rahşân ederler Hû ile
Şehbâz-ı ömr-i bî-karâr, dâmen-i vasl-ı hoşgüvâr Gül de eyyâm-ı nev-bahâr, hazân ederler Hû ile
Çekip hicaptan perdeyi, habbetü’s-sevdâ serdeyi Günde beş vakit secde-i şükrân ederler Hû ile
Dürr-i yektâya feth-i bâb, dil-i bî-hûşleyin gülâb Rûh-ı revân da ızdırâb, gümân ederler Hû ile
Dü çeşmden dökerek şebnem, düş ü hayal bâğ-ı İrem Hakk’tan alıp halka subh-dem, ihsân ederler Hû ile
Berzâh-ı ile seferi, tamu mu uçmak mı yeri Mecnûn-ı gedâ Önder’i, mihmân ederler Hû ile
Âşık Meydâni kimdir?
Âşıklığa nasıl başladınız?
1942 yılında Kayseri’nin Akkışla ilçesine bağlı küçük Tuzhisar köyünde doğdum. Türkmenlerin çoğunlukta olduğu bir köydü. Gerçek adım İdris Eroğlu’dur. Babam Hürmüz Efendi, annem Asiye hanımdır. Yoksul bir ailenin çocuğu olduğum için okula gidemedim ama pes de etmedim. Okuma ve yazmayı kendi kendime öğrendim dışarıdan imtihanlara girerek ilkokul diploması aldım. Okumayı ve yazmayı çok seviyorum. Okula gidememek en büyük hüznümdü.
Âşık Veysel’den etkilenmiştim. Çünkü Veysel Tuzhisar’a geldiğinde bizde kalırdı. Saz çalıp, söylerdi. Bana da ustalık yapmış saz çalmayı öğretmişti. Bende 17 yaşında şiir yazmaya başladım. 19 yaşına gelmiştim dağda koyun otlatırken uykuya daldım ve bir rüya gördüm; yeşilliklerle dolu bir yerdeydim ağacın altında oturuyorum. Susadığımın farkına vardım su arıyordum, yanıma biri geldi kim olduğunu bilmiyorum. Bana kadeh bardağına benzer bir bardaktan su içirdi. O su öyle bir suydu ki hayatımda içtiğim en lezzetli suydu. İçtikten sonra uyandım. Bu rüya dilimin çözülmesine ve irticalen şiir söylememe sebep oldu ve döküldü o an dudaklarımdan;
Hazır mektuptan haber alınmazdı Radyodan haberi aldırdı okul Her köyde okul bulunmaz idi Buhranı ortadan kaldırdı okul 22 yaşında iken Güllü Hanım ile evlendim, 6 çocuğum oldu. Evlenmeden önce birçok meslekte çalıştım. Bunlardan bazıları; imamlık, çobanlık, garsonluk ve çiftçilikti. 1981 yılında da Âşıklar Çay Ocağını açtım.
Göç etmiş meralım benler nakışlı Az eylen varayım dur bende ben de Güvercin gözlü de şahin bakışlı Yâdigâr hayalin yâr bende ben de
MİHRAB
MİHRAB
ESRA ÇETİN 12-O
45
Mahlas âşıklara verilen isimdir. Soyadımdan dolayı mahlasımı Eroğlu olarak kullanıyordum, daha sonra bir rüya gördüm. Rüyamda pirler tarafından bâdeli âşık olarak kabul edildim ve mahlasımı Meydanî olarak verdiklerini söylediler. Bunun üzerine şiirlerimde Meydanî mahlasını kullandım. Denizler mürekkep ağaçlar kalem, Öyle sır ki yetişmez kelâm Zahirde Meydanî olduk vesselâm Her âleme baştanbaşa uğradım. Şiirin ve şairin sizin dünyanızdaki tarifi nedir? Kısaca bahseder misiniz? Şiir benim için herhangi bir şeye duyulan hislerin bir düzen içinde karşı tarafa aktarılmasıdır. Şiir söyleyemediklerimizi anlatma biçimidir. Biz bu tür hikayelerin eskilerde kaldığını sanki günümüzde olmayacağını sanırdık. Âşıklık geleneği bugün hala devam ediyor mu yani rüyasında bade içenler var mıdır? Âşıklık geleneği devam ediyor. Fakat bu bir bade içme şeklinde değil meslek halinde gerçekleştiriliyor. Günümüzde geçmişten gelen bade içmiş aşıklar vardır. Şimdiki âşıkların bade içtiğini düşünmüyorum çünkü âşıklık fıtrattan doğuştan gelen özünde cevher olan lavlar fışkıran yanardağ misalidir.
MİHRAB
Âşıklar çay ocağından bahsettiniz burayı açmadaki amacınız neydi? Sizce bugün saz ile çalıp söyleyenlerin ben aşığım diyenlerin hepsi âşık mıdır, bade içmişler midir yani bu iş bu kadar kolay mıdır?
46
Çay ocağını açmaktaki amacım âşıklık geleneğinin nesillere aktarılmasını amaçlamıştım. Zamanımızdakilerin hepsi âşık olarak adlandırılır saz çalıp söylerler fakat bade içmemişlerdir bade içme kolay değildir çünkü âşıklık bir rüyada verilir ve o kişi âşık kabul edilir.
Sizin de gerçekten yaşadığınız (maddi anlamda) bir aşk oldu mu? Varsa bizimle paylaşabilir misiniz? Akkışla ile Şarkışla arasında onlarca Türkmen köyü vardır. Bu Türkmen bölgesi vaktiyle bir deli sevdaya tanıklık eder. Bu bölgede yaşamış olan iki sevdalıdan biri, güzeller güzeli Ülger diğeri ise Kara Yağız. Yiğit mi yiğit İdris’tir. 17 yaşında çobanlık yapmaktadır. Bir gün sürüyü kırklar çeşmesine indirir ve gözlerine ağırlık çöker. Biraz sonra uykuya dalar ve bir rüya görür; bir pir-i fani ve komşu kızları Ülger başucundadır. Pir-i fani selam verir, İdris’te alır ve Ülger’e döner. Ona bakar bakmaz bir hoş olur. Ülger’se bir içim sudur. Pir-i fani Ülger’e bahçendeki elmayı ver der. Pir-i fani cebinden altın kaplamalı bıçak çıkarır ve elmayı dörde böler. Birini İdris’e, birini Ülger’e uzatır, diğer parçasını kendisi alır ve son parçayı da YA ALLAH deyip gökyüzüne fırlatır. O sırada gökyüzünde bir Şahin belirir ve elmayı alır gider. Pir-i fani İdris’e döner; ‘evladım bundan sonra senin mahlasın ‘Meydanî’ der. ‘sen Ülger’e yazıldın ve Ülger de sana yazıldı’ der ve gider. İdris uyanır ne olduğunu anlamaya çalışır ve deyiş söyler. Gel zaman git zaman Meydanî’nin halini gören yakınları bu çocuğa sevdiği kızı almazsak kara sevdaya tutulur derler. Bunun üzerine Meydanî’nin ailesi dünür giderler. Fakat Ülger’in annesi asla razı gelmez. -Ülger dayısının oğlu ile nişanlıdır- der bu olay Meydanî’nin zoruna gider. Aradan duyurulur ki Meydanî’nin bu âşıklık hali Ülger’in annesine de gelir haber. Komşulara; -Benim kızım kala kala cin çarpmış bir deliye mi kaldı? Der. Komşularda Meydanî’nin annesine söylerler. Annesi rahatsız olur bu durumdan. Ülger’in annesi kardeşine “hemen gelin verelim Ülger’i” der. Dayısı gelir ister fakat Ülger direnir evlenmek istemez. Bu hal üzerine dayısı geri adım atar. Bir süre sonra Ali, köyün hatırı sayılır kişilerini toplar ve dünür olarak giderler. Ailesi daha fazla kırmamak için Ülger’i Ali’ye nişanlarlar. Ülger hislerini dizelere döker ve söyler;
Geceleri gündüzleri Düşmüşüm dara ağlarım Gölümdedir onun yeri Er oğlu ere ağlarım. Ülger’in nişanlandığını duyan Meydanî, kendini dağlara vurur. Ülger’e sitem ederek şöyle seslenir;
oldu, der ve hasretini döktükten sonra Sevdiğim Allah’a Emanet ol ki, seni ancak ona emanet edebilirim. Der ve mektubu Ahmet’e verir. Çok geçmeden Meydanî Ankara’dan gelmeye karar verir. Oradan Tuzhisar’a doğru yol alır. Ülger’in eskiden çadır kurduğu yere gelir ve başalar söylemeye; Otağına vardım, baykuşlar konmuş
Vallahi barışmam, dargınım sana
Keklik öten, keklik biten yaylalar,
Gönülden sevgini silene kadar
Güneşi buz tutmuş, ışığı sönmüş.
Gözlerin ağlaya, ciğerin yana
Keklik öten keklik biten yaylalar
Benim kıymetimi bilene kadar. Meydanî var ile yok arasındadır. Zamana benzer, tarif etmek mümkün değil. Ülger’in düğün günü gelir, Ülger’i yalnız bırakmayan yengeleri, ablaları, kardeşleri vardır. Çünkü Ülger birkaç kez canına kıymaya kalkar ama kurtarılır. Aradan uzun zaman geçer Meydanî’nin tanıdıklarının baskısı üzerine dünür gitme planları yapılır fakat Meydanî geri çevrilir. Evlenmeyeceğini söyler ve dizeler dökülür aşkından
Bizim elin baharı var, yazı var Taşlarında ceylanların izi var. Meydanîyem yüreğimde sızı var Keklik öten kekik bilen yaylalar
Yaraladı beni, kaşınan vurdu
Derken gözlerinden damlıyordu yaşları. Toparlandı ve eve yürümeye başladı. Birkaç saat sonra varmıştı eve. Annesiyle hasret giderir. Karnını doyurduktan sonra yatarlar sabah olur. Meydanî kahvaltısını yapar ve dolaşmaya çıkar, bir derenin başına oturur ve söyler.
Seslenemez, söylemez dosta dargınım
Ah derdimi ben kullara açamam
Doldurdu tüfeği, boşunan vurdu.
Güvenilmez gider, ele der gelir.
Meydanî köyden ayrılmayı düşünür. Sazını omzuna alır ve gider. Ankara’ya varır. Orada bekçilik yapar 6 ay geçer ve bir gün amcasının oğlu Ahmet Ankara’ya gelir. Meydanîyle buluşur. Ona Ülger’den ucu yanık bir mektup getirir. Yanık olmasının sebebi sevdanla tutuştum yanıyorum demektir. Mektubuna; yiğidim, aşığım, efendim, ey sevdiğim, sonsuz sevgilim, diye başlar ve hasretini yazdıktan sonra Ali’den boşanıp baba evine vardığını çok hasta olduğunu söyler. Meydanî bunu okuyunca ne yapacağını bilmez ve o da başlar mektup yazmaya; Ülger’im, yıldızım, güneşim, ayım, sevgilim, hayatım, sen bir lokmasın dertlere derman, sen gönüller mülküne sahip ey sultan… Bize bu sevda emanet verildi, seni sevmek bana vacip
Dem almış petekten bade içemem
İflah olmam ben Ülger’e tutuldum
Yine yardan gizli gizli sır gelir Vuruldu kalbimden yaram çok çetin Yeşil giyer, bazı beyaz kispetin Canavarlar dağda arar, kısmetin Dostun kurdu, yüreğimi yer gelir. Bu sırada Ülger, Meydanî’nin sevdasından bitap düşer, kardeşleri sorar. Hala onu seviyor musun?, diye Ülger susar ve yutkunur, anlarlar ki hala gönlü ondadır. Kardeşleri kızar onun adını ağzına alırsan öldürürüz derler. Meydanî’yi vazgeçirmek için plan yaparlar. Komutan köyü teftişe
geldiğinde köyün kızlarına laf atıp saz çalıyor diye adını çıkarırlar. Komutan sinirlenir getirin ahlaksızı der. İki jandarma gider alır gelir Meydanî‘yi Ülger’in kardeşleri suçlamalara devam eder. Komutan sorar; Meydanî’ye ne diyorsun onlara Meydanî: “Beyim büyükler bilir” der ve içeride oturan bir amca bağırır oradan; “İftira atıyorlar bu çocuğun hiçbir suçu yok.” Kumandan sazını getirin bakalım der ve saz gelir. Hadi bir iki şey söyle de inanayım der ve Meydanî başlar.
DAR GELİR
Demiş ki bir zalim aklı bozulmuş
Canavar dağda arar kısmetin
Aşığa dellenmek iş değil dostlar
Dostun kurdu ciğerimi yer gelir
Ah derdimi ben kullara açamam Güvenilmez gider ele dar gelir Dem almış petekten bâde içemem Yine yardan gizli gizli sır gelir Vuruldum kalbimden yaram çok derin Bazı beyaz giyer yeşil kispetin
Kim bilir kaderim böyle yazılmış Mümine hakaret etmek hoş değil dostlar Kumandanın hoşun gider ve âşıklıkla ilgili sorular sormaya başlar. Meydanî cevaplar. Akşama doğru Meydanî her zamanki yerine gider, oturur sazı yanındadır. Ülger’in kardeşleri Meydanî’yi döverler. Meydanî Ülger’in kardeşleri tenezzül edip de beni dövdülerse ne mutlu bana asla şikâyetçi olmam der. Akrabaları sinirlenir ve giderler. Meydanî’nin bibisi iki sevdalının haline dayanamaz ve Ülger’in yanına gider. Meydanî seni görmek istiyor der. Ülger hasta hasta Meydanî’nin evine gelir. Meydanî şaşırır ve görür görmez eli ayağına dolaşır, dili tutulur, bibisi konuşsana der lâkin bildiği her şeyi unutur Meydanî bakakalır gözlerine. Ülger’in gözlerinden yaşlar dökülür. Bibisi sazı verir eline ve başlar;
Deli gönlüm bunalıp da coşalı Dertli sinem aşk odunda pişeli Meydanî’ysem senden ayrı düşeli Yaşayamam ölüm buna er gelir.
Gel hele yanıma, gelsen ne fayda Kuluncumda yastık yattıktan sonra Belki de bugünde, belki bu ayda Dert beni yiyip de bitirdikten sonra Ülger bu sözler sonunda bayılır. Meydanî bibisini çağırır Ülger’i uyandırırlar uyandıktan sonra Meydanî’ye son kez bakar ve gözlerinden yaş döke döke gider. İşte dostlar, gerçek âşık sevdi mi böyle sever. Ölene kadar değil mahşere kadar sever…
MİHRAB
Peki mahlasınızı siz mi aldınız ve neden Meydanî?
47
Mülakat: Nurettin Topçu | RÖPORTAJ
Nurettin Topçu, 1909 yılında İstanbul’da doğdu. Lise tahsilini İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamlayan Topçu, 1928’de kazandığı burs ile, birkaç arkadaşıyla birlikte Fransa’ya gitti. İki yıl sonra Strasbourg’a geçti ve üniversitede felsefe bölümünde eğitimine devam etti. Daha sonra sanat tarihi eğitimi aldı.1934 yılında yurda geri döndü. Bir sene sonra Galatasaray Lisesi’nde felsefe öğretmeni olarak görev aldı..1939 yılında, İzmir’de bulunurken Hareket Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Dergide yayınlanan “Çalgıcılar yine toplandı” başlıklı yazıdan ötürü Denizli’ye sürgün edildi. Denizli’deyken İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi ile tanıştı. Bu dönemde sürekli mahkemelerle uğraşan Topçu, bir süre sonra Haydarpaşa Lisesi’ne tayin edildi. Sonrasında ise Vefa Lisesi’ne geçti., Nakşîbendi şeyhî Abdûlaziz Bekkine Efendi’ye intisab etti. Topçu, Celâl Ökten’den de İslami ilimler dersleri aldı. Son olarak İstanbul Erkek Lisesi’ne tayin olan Topçu, buradaki vazifesinden 1974 yılında yaş haddinden emekli oldu. 10 Temmuz 1975’de hayatını kaybetti. Topkapı’daki Kozlu Kabristan’a defnedildi.
MİHRAB
Topçu’ya, 2017 senesinde “İnsanın var oluşunu sadece et, kemik, kan ve maddeden ibaret görmeyip ruhun derinliklerine inen, isyanın da bir ahlakı olduğunu ve bireyin toplumda bir ahlak nizamı çerçevesinde kendine yer edineceğini anlatan, bu millete Anadolu irfanının kıymetini ve düzen kurucu ahlakını kuşanmayı telkin eden, kadim İslam ve Türk tarihini, tasavvufu ve modern dönemdeki sosyolojik gerçekliğimizi tahlil eden eserleriyle merhum Nurettin Topçu’ya” denerek, “Vefa” alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verildi..
48
Eserleri: Türkiye’nin Maarif Davası, İsyan ahlakı, Yarınki Türkiye, İslam ve İnsan, Ahlak Nizamı, İradenin Davası, Mehmed Akif, Felsefe, Büyük Fetih, Bergson, Amerikan Mektupları Düşünen Adam Aranızda, Ahlak, Devlet ve Demokrasi, Sosyoloji, Millet Mistikleri, Psikoloji, Mantık, Mevlana ve Tasavvuf, Reha, Kültür ve Medeniyet, Taşralı, Varoluş Felsefesi Hareket Felsefesi, Var Olmak
çıkmıştı, Allah’a inanmıştı. İlâhî iradeyi seyretmişti.
“Sanat bütün insandır.” sözü Mehmet Akif’in şahsında gerçekleşmiş bulunuyor. Bütün büyük sanatkârlar gibi onun eserinde kendini buluyoruz. Dışa çevrildiği zamanlarda bile, dış dünyasında kendi ruhunun akisleri görülüyor. Zamanında hakkıyla anlaşılmayan yalnız biri var ki bugün kalplerin sultanıdır. Bütün varlığını şiirle dile getiren Akif, bizi bu dünyada iken büyük mahkemenin huzura yükselten mürşiddir; büyük kurtarıcımızdır. Hattab’ın oğlu Ömer’in XX. asırda yaşayan müridi, onun gibi haşin mizaçlı, sert yürüyüşlü, zulme tahammülsüz, riyâ karşısında şiddet taşıran bir imân ve isyân heykelidir. Onun yedi ciltlik Safahat’ı, bir volkanı andıran iç hayatının macerasıdır; ruh dünyasının; cemaatin acılarından başlayıp ilâhi denemede nihayetlenen dramıdır; bir kelime ile bir büyük ruhun romanıdır.
-Akif ’in Asım’ı dediğimizde sizin dünyanızdaki karşılığı nasıldır?
-Mehmet Akif’in ecdad duygusu ve vatan sevgisi hakkında ne söylersiniz? Akif’in milliyetçiliği şu iki unsurun karşılaşmasından, kaynaşmasından doğmuştur. Birisi, onun ruh yapısına bütünü ile gömülmüş, sinmiş olan tarih, mazi, mefâhir, ecdad duygusu. Bu adeta onun varlığından ayrılmayan içgüdü gibi bir şeydi. Sanki o kendine baktığı zaman bin yılı görüyor, tanıyor, teşhis ediyordu. Adeta bir içgüdü ile -Rousseau’nun bize tanıttığı deruni, ilâhi bir içgüdü ile- kendi benliğinde bin yıllık tarihini okudu, tanıdı, ecdadı ile karşılaştı. Onların hepsinin karşısında hürmetle eğildi. Hepsine, tarihinin büyüklerine, mefâhirine, maceralarına, ıstıraplarına söz verdi ve bunların huzurunda yemin etti. Biz, onun bakışlarında bu yeminin bütün kahraman ifadesini görebiliriz. Milliyetçiliğinin şiddet, hareket kazanması sonunda bir isyan haline gelmesi ise, gitgide kendisini tatmin etmez olan ahlâkî yapının tamiri, kurtarılması, zaruret oldu. Bu onun milliyetçiliğinin ikinci unsurudur. Bu ahlâkî yapı üzerinde, bu ahlâkî sefalet bahsinde Akif lakayt kalamıyordu. Onun vicdanı pazarlık kabul etmiyordu, bir sınır tanımıyordu. Âlâyı istiyordu çünkü sonsuzluk yolculuğuna
Âsım, sanki Âkif’in gençliğidir. Âsım, Akif’in sanatında bir merhaledir. Ondan birinci devrenin idealizmi yeni bir davayı doğuruyor. Sanatkâr devrini kurtaracak ideal genci sahneye çıkarıyor. Âsım’ın şahane heykelini yapıyor. Hakikatte bu hayal ettiği kendi gençliğidir. Esasen Âsım, şairin bulunduğu yaşın olgunluğu ile birleştirip yaptığı kendi gençlik heykelidir. Kendi idealinin heykelidir. Safahat’ın Âsım kitabı (bölümü) ise, Âsım milliyetçiliğimizin şiirle dile gelen muhteşem romanıdır. I. Cihan Harbi’ni yaşayan Âkif Anadolu’nun çocuğunu cephede tanımıştır. Ruhu serâpâ İslam olan Anadoluculuk davasının temellerini bu eserde buluyoruz. Asırlarca süren felaketlerin, ıztıraplarla acıların vatanı olan Anadolu’nun insanını olduğu kadar toprağını, kaderini ve ona musallat olan müsibetleri tam ve isabetli görüşlerle canlandıran bu kitap ana tez olarak Anadolu çocuğunun yeryüzünde benzeri bulunmayan hayat kudretini, hiç yıkılmayacak yaşama azmini ortaya koymaktadır. Onun muhteşem hayat iktidarına delil olarak Çanakkale Harbi’ni ileri süren Anadoluculuk davasının büyük mürşidi, cihad kahramanlarını bize takdim ederken onların ruhundaki büyüklüğü dünya edebiyatında eşi görülmemiş mübalağa sanatıyla bakınız nasıl anlatıyor. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın -Bir ülkeyi yapan da yıkan da muallimlerdir. Sizin tabirinizle, “Muallim, ruhlar sanatkârı.”dır ve “Kırk yıl muallimlik yaptım ve sınıfa her defasında mabede girer gibi girdim.” diyen birisiniz. Peki, yaş çömlek hamuru misalindeki genç ruhlara şekil veren muallim, size göre nasıl biri olmalıdır? Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar, hazırlar, bize sunar;
biz yaşarız. Bizim vazifemiz, bu hayata anlayış katmaktır, anlayışla ona iştirak etmektir. Balını yemeyip, yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. Muallim geçeceği, yol bütün engellerle örtülü olduğu halde, buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealcidir. İdealinin düşmanları karşısında bile bunlara “Beddua et!” diyenleri, “Hayır, ben beddua için gönderilmedim.” diye susturarak, “Bir gün gelecek bunlar dâvamıza en büyük hizmeti yapacaklardır.” diye tebşir eden rahmetler müjdecisidir. Tahammülsüzlüğün, şikâyetin başladığı yerde muallimlik davası biter. Muallim, daima muvaffakiyetsizliğin, zaaflarının sebebini arayarak kendini düzeltmeye çalışmalıdır. Gandi, talebesinde hata görürse, bunun sebebini nefsindeki kifayetsizlik olduğunu kabul ederek oruç tutuyordu. Muallim, kaderin karşısına çıkardığı engellerle mücadele ederken sonuna kadar nefsinden fedakârlık yapmayı göze alabilen cesur insan olmalıdır. Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir. Ruhun ulvî olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. İdeale istediğimiz kadar, hatta bizden istenildiği kadar örnek olmak mecburiyetindeyiz. Muallim halk gibi, her yaşayan gibi yaşayamaz. Herkesin sevinip güldükleri gibi sevinip gülmemize “bizim bildiklerimiz” mânidir. Peygamberimizin bunu pek güzel anlatan bir sözü var: “Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız ve zevklerinizi yapamazdınız.” Ve bu hale ancak sevgi yolu ile ulaşılıyor. Nefsin arzularından geçme hali, aşkın meyvesidir. Muallim, hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder. Ruhlarımıza sunar ve hakikat âleminden haberler verir. Tehdit ve dayakla öğretmek, muallimin işi olmadığı gibi içgüdülerimize serbestçe alacağı istikametleri göstermek de muallimin vazifesi değildir. Birincisi düşmanın, ikincisi dalkavukla hokkabazın işidir.
MİHRAB
Türk Fikir Adamı Nurettin Topçu ile (Hayali) Mülakat
BETÜL AKARSU / 2018 MEZUN
-İstiklal şairi Mehmet Akif’i ve onun kalemini nasıl tasvir edersiniz?
Ruhumuza aşılar yapan doktor, muallimdir... 49
Mektepsiz hayat uçurumlara doğru hamleli akış halinde başlar, yuvarlandığı uçurumların dibinde dağınık, gayesiz ve ölü unsurlar halinde parçalanıp kalır. Böyle bir cemiyette fertler ümitsiz, iradesiz ve iktidarsızdır. Kendilerine inanmaz, birbirlerine tutunamazlar. Onda ilk yıkılan ahlak nizâmıdır. Zirâ kaidesiz yaşayan insan bir hoyrat, bir hayvan, bir psikopat gibidir. İçerisinde devletin, ticaretin, ordunun ve çocukluğun da mektep haline getirildiği cemiyet mesul bir cemiyettir. İnsanoğlu denen bu yaratıkların ulusu için mektebi her yerde bulmak, her yerde öğrenmek ve her yoldan Allah’a gitmek kabil olsa bile halk için mektepler lazımdır. Hayatın her sahasında mektepleşme, kaideleşme, şuurlaşma hareketi zarurîdir: İşte inkılabımızın gerçek hedefi. -Anadolu’nun göğsünde açılan yabancı kökenli okulların varlığı, millî mektebin ruhunu zedeler mi? Bir eğitimci olan sizin bu konudaki düşüncenizi öğrenmek istiyorum.
MİHRAB
Bir milletin bağrında yabancılaşan mektep, mektebi yıkıcıdır; millet kültürüne sokulmuş hançerdir. Yabancı kültür dilenmekle, zannedilen garblılaşmak da mümkün değildir. Deve hamuru yemekle deve olunmaz, deve olarak doğmak lâzımdır. Yabancı kültür, sadece millî kültür ağacının köklerini kurutur, onu soysuzlaştırır. Çocuklarına yabancı dil öğretmek için yabancı mekteblere koşanlar, pire uğruna yorganlarını yakıyorlar. Bu adamlar, bir avuç su içmek için suda boğulanlardır. Mektep, ancak millî mekteptir.
50
-Üzülerek söylüyorum ki, bugün muallime verilen değer (!) ne yazık ki olması gerekenin çok ama çok altında. Muallim ve muallimlik sıradan görülmeye başlanmış vaziyette. Halbuki bu meslek zannımca yapılabilecek en kutsal meslek ve her kişinin kârı değil. Siz bu konuda neler söylersiniz?
Maarif demek, muallim demektir. Descartes “Hür olmayan düşünce, düşünce değildir.” diyor. Bu söze inanarak diyebiliriz ki; hür olmayan muallim, muallim değildir. Mahkûm edilmiş fikir ve irfandır. Fikir ve kültürün mahkûmiyeti en az vatan toprağının esaret altında kalması kadar acıklıdır. Muallimi bu karakterleriyle tanımayıp, onun millet ruhunun yapıcısı olduğuna inanmayan bir zihniyet, muallimi basit bir memur kadrosu haline koyar ve her tarafından çiçeklenecek kültür ağacını kökünden baltalar. -Efendim şahsiyet sahibi insan ne demektir ve ne gibi vasıfları vardır? İnsan ne alelade bir bütünün parçası ne de bütünün içinde kaybolmuş biri değildir. Çünkü İslam, insanı fert olmaktan çıkarıp, şahıs haline getirmiştir ve insanları birleştirip bir sürü yapmamış, onların hür iradelerine değer vermiştir. Bu insanların ilk vasfı, hayat kaidelerine sahip oluşlarıdır (…). Bir hayat kaidesini kendi hareketlerinde yaşatan adam, iman adamıdır (…). İkinci vasfı ise bu insanın sorumluluk sahibi bir insan olmasıdır; kendi hareketlerinden sorumlu olduğu gibi şuuruna eriştiği bütün hareketlerden kendine sorumluluk payı çıkaran insandır. Bu insan bağlı yaşayan insandır. -Biz öğrencilere, genç ruhlara, tembelliğe duçar olmanın uçurumuna yaklaşan bedenlere ve zihinlere bir muallim olarak sizin söyleyecekleriniz çok kıymetlidir... Neler tavsiye edersiniz..? Gençler! Bir millet mektebiyle millet olur. Bir millet, mektebinde yükselir. Mektebin büyüklüğünü görmek mi istiyorsunuz? Mektebin hayatına girin, koridorlarında dolaşın, sıralarının üstünü yoklayın, gençliğinin altında parıldayan necabet damgasına bakın. Her birinin yüzünde ilâhî nazardan nişâne olan hâya menbaında kaynaşan bin sevimli manayı seyredin: Biliniz ki cemaatın en temiz unsurları sizlersiniz. Hayat ve dünya görüşlerinizde sizi kurtarıcı olan, kendi içinizden size emniyet sunan ne varsa hocalarınızın, mektebin verdiğidir. Bütün bilmediklerinizi suna-
cak zekanızın ufukları arasındaki bütün açlığınızı doyuracak olan bütün gıda, bunu da hiç unutmayınız ki, insanlığın muazzam ruh yükünü sırtında taşıyan, bunu taşımış olan hocalarınızın dağarcığında bulunmaktadır. Sizi onlar her ders yılının başında büyük bir ruh açlığıyla karşıladılar. Bu sizin gençlik devrenizin en büyük saadeti olmuştur. Filozof Sokrat’ın şu sözü, hikmetin sonuncu basamağı olan sırra ne yoldan ulaşıldığını ortaya koyucudur: “Ben yalnız bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimi bilmektir.” Hiçbir şey bilmediğinizi bilecek kadar çok bilgi, derin bilgi, ilâhi bilgi mi elde etmek istiyorsunuz? Her şeyi ve bütün varlığı sevmeyi öğreniniz. Bu ulvî sevginin şartı; her an bir vazifenin emri altında bulunduğunu bilmek, her an kendinden bir fedakârlık beklendiğini göze almak, her gün yeni bir hizmete hazır olmaktır. Bizim işimiz sizin yalnız zekâlarınızı işlemekten ibaret değildir. Aynı zamanda kalplerinizi yoğurmaktır. Biz, sizin birtakım dersleri öğrenen zekâ makinaları olduğunuzu hiç düşünmedik. Şahsiyet ve halleriniz, bizim hünerimizin gerçek eserleridir. Yapılan bir halle, yükseltilen bir ruh, bir deha eserinden daha fazla bir şeydir, bir alemin yaratılışı gibidir. Bize “Siz ne iş yapar, ne vazife görürsünüz.” diye soranlar olursa onlara, sonsuz sevinçle içimiz taşarak “Bizim vazifemiz karakter yapmaktır, şahsiyet yaratmaktır.” diye cevap vermede saadet buluruz. Mektep koridorları gerçek fetihlerin yeridir. Harp cephesindekinden daha derin ve trajik duygular sisteminin yaşandığı muhteşem ve ilâhi sahnedir. Burada kendine irşad aydınlığı arayan gençlik, aynı zamanda kendisine verilen irşad ışığını ellerinde taşıdığı için irşatcısına mürşit de olabilir. Bugüne kadar vazifeyi yapan ben, yarının mürşitleri siz olacaksınız. Merhum Nurettin Topçu’nun Anadolu sevdası, bu memlekete kattığı fertler ve düşünceler paha biçilemez... Ardında bıraktığı eserler ve fikirleriyle hâlâ fertleri eğitmeye devam eden bir dava adamı... Allah’ın rahmeti onun ve sevdiklerinin üzerine olsun…
Vuslat
Bera Ayhanoğlu 12/B 12/ B
Günün son demi Ufuk sararmış, gün salmış saçlarını Çehren nazlı gelin misali Gözlerin uzaklara seslenir Beyaz bir yele bürünmüş bedenin Bilmem hangi kış vurdu Hangi sesi bozuk selama durdu Vuslat demi bu dem Kokusunu yaymış Yüzünü dönmüş güne Yalnızlığını pay etmiş bedenine Yorgun gemin yalpalıyor yine Yolu bozuk sularına kaptırmış yelesini Suskunluk kol geziyor feryadında Değirmenin öğütmez olmuş Kaçışların anlamsız... Bu son demdi Bedenin artık toprakla bütünleşti Kimsesiz, bir başına, oralarda...
Gece’nin Sırrı İMRAN KÖSEK MEZUN
Nefesi kesildi zamanın, Karanlığı içine çekti aynalar. Yaslandım rüzgarın dipsiz enkazına, Ayak seslerini duydum yıldızların. Ayazın nabzında uyukladım. Sarıldı nefesime toprak kokusu. Ruhumu ıslattı bu yağmur, Yanımda kimsesiz huzur. İnce bir iplikle dikili korkularım, Sürükleniyor peşinden gözyaşlarım. Ağırlaştı sükutum, dinlerken çığlığını. Dolunayda asılı kızıl salıncak, Söküyor beynimin serap duvarlarını. Peşimde siyah ayın, beyaz gölgesi Bu sessiz gece üzerimdeki hayalet perde.
MİHRAB
-“Okuyacaksınız, okutacaksınız; kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede. İlmin en büyük ibadet olduğunu halka öğreteceksiniz!” sözünüzden yola çıkarak sormak istiyorum: Mektepsiz hayat, topluma nasıl yansır?
51
İmam-Hatip ile Hasbihâl Önder Karaklı |
‘Dergâh-ı Huda’ya doğrudur râhın’ Ma’den-i letâfet, kalb-i ferâhın İmam-Hatip denen o mümtaz şâhın Hüsnünü medh eden, diller öğünsün
MİHRAB
ÖNDER KARAKLI Tarih Öğretmeni
52
Şâh-ı hubân olan, İmam-Hatibim Ehl-i ilm ü irfân, kullar öğünsün Cennet ü cemâle artar hasretim Dü çeşmin yaşında, pullar öğünsün
Fatih’ten yadigâr, Asım’ın nesli Gâh Akifler çıkar gâh Şeyh Galib’i Kalbe taht kur feth et, ol gönül eri Zemherinde açan, güller öğünsün
Dil-i mecrûhumda nihavent sızı Nesim-i sonbahar devirdi yazı Mescid-i Cuma’nda kılıp namazı Rukûyla, secde de, beller öğünsün
Miskin Yunus gibi derviş-i kâmil Dergâh-ı Taptuk’ta gülüş mü menzil Mazide horlanmış, mübarek nesil Takvayla geçtiğin, yollar öğünsün
Habib-i Zişân’dan alarak feyzi Oldun dinî, müspet ilim merkezi Mevlana’ya görün Şems-i Tebrizî Mor, yeşil, karalı, şallar öğünsün
Dideden çağlayıp kanlı yaşları Çatında mihmân mı ardıç kuşları Müderris, talebe din kardaşları Dersliğe çağıran, ziller öğünsün
Nûr-ı imandandır sen de kardeşlik Bekâ-yı Visâl’den duyulur ıslık Azâd olsun şol mahbe-yi hissizlik Hakk’ı tesbih eden, diller öğünsün
Bağrında ezan var, semada bayrak Kan-ı şühedâyla yoğrulmuş toprak Allah Allah deyü, hep çağlayarak Kerem’den savrulan, küller öğünsün
İmbiklerden hüzün damlar zamana Mağlup düştü gönül, fasl-ı hazana Mangal yüreklerde, nâr-ı hicrâna Üç beş metre kefen, çullar öğünsün
Kılavuzun Resûl, yol Kur’an, Sünnet Ümmid-i istikbâl, dem-be-dem iffet Nevbet-i tahâmmül dün ü gün sabret Cehle mezar deşen, kollar öğünsün
Mürşid-i kâmiller çıkan bahçende Muhammed sevdası açan bahçende Yüzlerce muallim geçen bahçende Mahv u sermest esen, yeller öğünsün
Katmer katmer olan sabır bahçende Özlem rıhtımında dertli lehçende Hak’tan alıp halka sunan bohçanda Dergâha çağıran, geller öğünsün
Hedefse Viyana, maksutsa Tuna Cûşa gel haykır ki kopsun fırtına Mazlûma kanat ger karlı soğukta Elif, vav, hı, dal ve zeller öğünsün
Kubbende beş vakit okunsun ezan Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid, Kur’an Uşşâka görün de Yusuf-ı Kenan Sudan’dan, Mısır’a Niller öğünsün
Bülbül-i şeydânın şems ü mehtâbı Güldür ciğer-kebâb, hâne-harâbı Kültür, sanat, edeb dergin Mihrâb’ı Okuyup feyz alan, teller öğünsün
Ey imanlı gençlik! Ey nûr-ı kandil! Hubbü’l-vatan deyü açan karanfil Didenden deryâya, olup da mendil Hüznünü kurutan, tüller öğünsün
Hoş geçer bağrında gündüz geceler Nûr-ı imâna gark, solgun çehreler Çenârdan el almış, abdestli eller Hû deyuben dönen, kollar öğünsün
Garibim sereyim dergâha postu Talih-i makûsun bizeymiş kastı El pençe karşımda sun ecel tastı Cennetle müjdeli, hâller öğünsün
Hüsn-i cemâlinde, var güzel ahlâk Dökülür hazânda, günahkâr yaprak Tövbekâr bir halde sevâb umarak Petekler şad olsun, ballar öğünsün İmâme’l-kıbleteyn cedde’l-Hüseyn’nin Azîze’n-neş’eteyn cedde’l-Hüseyn’nin Ziyâe’l-kamereyn cedde’l-Hüseyn’nin Gül cemâlin gören, çöller öğünsün Üreyimde kervan titrer meşegget Şan-şöhret-feharet feth eyler ülfet Peyvendeki garaz nihân mehebbet Çığır ferşe dönen, fallar öğünsün İle ılgâr verip yazlar seyrangâh Nazende sahrada derin haz dergâh Nağme-yi derundan çek dûd-ı eyvâh Toprağa göyercin, hâller öğünsün “Belke menem yatmış bahtım o yana” Üzün gülsün sabâ! Gel de bu yana Çepiş gıdıylayan, gaçan davşana Gara dağdan yahşi, seller öğünsün Gırık dala konmuş könül yavru kuş Bakıp üfüğlara gâh hayal gâh düş Geyb edme yoluma gadam alam kış Taş bağırda soğuk, küller öğünsün Eyyâm-ı kış yatıp, bahar göğeren Gark bolmış reyhana gardaşım deyen
Ahmed-i Muhtar’dan koku getiren Yürek serinleten, yeller öğünsün Ümmet-i İslâm der bağ-ı dehr fâni “İskender, Zülkarneyn, Süleyman hâni” Pervâz-ı gönülde, verirken cânı Vücûddan çekilen, kıllar öğünsün “Ey yil! ahbâbga var, de nâmım diğil” Ey yil! Men bilenge, kelâmım diğil Mevc-i deryâ-yı cûd, selâmım diğil Bahâr-ı nâz-perde, zallar öğünsün “Mühlet-i Hazret-i Âdem’den beri” Rind-i şeyda ister Havz-ı Kevser’i Yevm-i mahşer sağdan almış defteri Ser verip ser alan, kullar öğünsün Bülbül-i şûrîde, gönlün derbeder Mahbûb-ı Hüdâ’ya kavuşmak ister Küstü nevbahar, yaz yaklaştı güzler Fasl-ı kış kar kusan, beller öğünsün Üreyimde kemân titrer, düz ılgar Alnımdaki muncuk terim güz ılgar Torpağ öler, daşa değer yüz ılgar Baş eyer govgaya, gallar öğünsün “Sene nere gelir… Gider bilmirem” Gışım fereh geçer, sonu bilmirem Kelbimde heyret var, yönü bilmirem Gark bolmış reyhâna, çöller öğünsün Önder Sivas merkez, Gazibey köyün Oğuz Elbeyli’ye, uzar mı boyun Melekü’l-Mevt derse, ukba da toyun Kar yağmış zülfünde, teller öğünsün
Yabancı Dile Yabancı Kalmayın! Gökhan Özen |
GÖKHAN ÖZER İngilizce Öğretmeni
MİHRAB
D
54
il iletişimin en önemli unsurudur. Dil vasıtasıyla insanlar karşısındakine iletmek istediği mesajı aktarır. Dil bir insanın hayatındaki en değerli varlığıdır. Dili olmayan insan duyguları alınmış bir varlıktır. Dili olmayan insan sevinemez, şaşıramaz, üzülemez, heyecanlanamaz, heves edemez, algılayamaz yani yaşayamaz. Ana dil insanın doğup büyüdüğü aile ve soyca bağlı bulunduğu toplum çevresinden öğrendiği, bilinçaltına inen ve kişilerle toplum arasındaki ilişkilerde en güçlü bağı oluşturan dildir (Korkmaz
1992). Başka bir tanıma göre ise anadil kişinin önce annesinden ve ailesinden, daha sonra da sosyal çevresinden öğrendiği, şuur altına yerleşen ve onun toplumla kendi arasındaki bağlarını oluşturan dildir (Topaloğlu 1989). Yabancı dil ise TDK sözlüğüne göre “ana dilin dışında olan dillerden her biri” ve “ana dilin dışında öğrenilen uzmanlık dili” olarak tanımlanmaktadır (TDK,2019). Teknolojinin gelişmeler ve bilimdeki ilerlemeler sayesinde dünya eskiden olduğundan çok daha küçük ve çok daha
bilinen bir yer haline gelmiştir. Artık insanlar dünyanın diğer ucundaki bir ülkeye eğitim almaya, farklı kıtalardaki ülkelere ticaret yapmaya, değişik ülkelere tatil yapmaya hatta her hafta sonu başka bir ülkeye alış verişe gidebilmektedir. Böylesine baş döndürücü bir hızla gelişen ve küreselleşen dünyada farklı ülkelere mensup insan toplulukları bir birleriyle daha sık etkileşime geçmekte ve de iletişim kurmaktadır. Bu iletişimi sağlıklı kurmak ve ihtiyaçlarımızı en etkin bir şekilde gidermek için de muhataplık
Yabancı dil öğrenirken yanlış algılanan bir kavram da yabancı dil öğrenme ile yabancılaşmak ve yabancılar gibi olmak kavramlarının birbirine karıştırılmasıdır. Yabancı dil öğrenmeye direnç göstermenin en önemli nedenlerinden olan öğrendiğimiz yabancı dilin ait olduğu millete benzeme korkusu, ya da kendi öz kültüründen kopma korkusudur. Dil öğrenenlerde ya da öğrenenlerin velilerinde öğreneceği dilin kültürünün etkisi altında kalacağı ve milli köklerinin, örfünün, ananesinin gerektirdiği gibi davranmaktan vazgeçeceği ya da onlar gibi davranacağı korkusu yaşanmaktadır ve bu da yabancı dile ve onu öğrenmeye karşı bir ön yargı oluşturmakta, sonuç olarak da ya bireyin dili öğrenmesinden vazgeçmesine ya da öğrenme sürecinin daha zor geçmesine neden olmaktadır. Ama bu tam anlamıyla bir yanılgıdır. Bir dili öğrenirken o dilin o kültürde yer aldığı şekliyle, hedef kültürle bağını koparmadan anlamlandırarak öğrenmek başka, o dili değil de o dilin ait olduğu kültüre öykünme, sorgulamadan tüm değerlerini alma, onlar gibi davranma kısacası asimile olma başka bir şeydir. Birey dinî ve milli değerlerinden kültürel köklerinden kopmadan da bir yabancı dili öğrenebilir. Kısacası yabancı dilden korkmamalı, yabancı-
laşmaktan korkmalıyız. Kafamızdaki ön yargılarımızdan da kurtulduktan sonra, peki yabancı dili nasıl etkili bir şekilde öğrenebiliriz? Yabancı dili nasıl daha etkili ve kalıcı öğrenebiliriz sorusundan önce, bir yabancı dili etkili bir şekilde biliyorum demek ne demektir onu açığa kavuşturmak gerekir. Bir yabancı dili etkili bir şekilde biliyorum demek için öncelikle dört temel becerinin her birinde yetkin olmamız lazım. Bu beceriler a) okuma b) yazma c) dinleme ve de d) konuşmadır. Yani bir dili biliyorum demek için sadece konuşmak yetmez. Aynı şekilde o dilde okuduğumuzu anlayabilmeli, formal ya da informal yazışmalar yapabilmeli, dinlediğimiz bir radyo programını ya da izlediğimiz bir televizyon programını en azından konuşurken duyduğumuz kişinin telafuz ettiği cümleleri anlayabilmeliyiz. Ancak maalesef günümüzde dil eğitimi ya da bir dili öğrenmek denildiğinde o dilde dört temel beceride eşit bir şekilde geliştirilmemekte dilin yalnızca bir becerisine ağırlık verilmektedir. Yabancı dil seviyem B1 diyen ve bu şekilde de sertifikalandırılan bir birey dört temel beceriden sınava alındığında okuma becerisi B1, çıkarken, dinleme becerisi A2, yazma ve konuşma becerisi A1 bile çıkmaktadır. Peki bir yabancı dili 4 temel beceriyi de aynı seviyede öğrenmek mümkün müdür? Ya da bir yabancı dil nasıl etkili bir şekilde öğrenilebilir? Öncelikle bir dili zorlama ile öğrenmek yerine onu edinerek ve o yabancı dile sık sık ve bolca maruz kalarak doğal yöntemlerle, kasıtsız bir şekilde öğrenirsek öğrendiğimiz dil kalıcı olur ve öğrendiğimiz şeyleri asla unut-
mayız. Çevremize baktığımızda yeni doğan bebeklerin dil öğrenimlerini gözlemlemişizdir. Onlar yanlarında normal konuşma hızında ana dillerini konuşan yetişkinleri uzun bir süre dinler. Uzunca bir süre konuşmaya teşebbüs bile etmezler. Fakat belli bir süre sonra ilk sözcüklerini sarf ederler, tek sözcük aşamasını bitirdikten sonra cümleler söylemeye başlar ve en nihayetinde de akıcı bir şekilde kendilerini ifade ederler. Bu sürecin tamamında ebeveynler çocuğun söylediklerini yılmadan bıkmadan düzeltir ona dönütler ve pekiştireçler verirler. Yani bir yabancı dili öğrenirken öğretenin de öğrenenin de çok sabırlı olması lazım. Yabancı dil öğrenmeyi kar yağmasına benzetebiliriz. Kar yağmaya başladığında önce zemin soğumaya başlar zemin soğuyana kadar düşen tüm kar taneleri erir. Bu kar tanelerini yabancı bir dilde öğrendiğimiz ilk sözcükler, yapılar ve ifadelere benzetebiliriz. Yer yüzeyi yeterince soğuyunca yer ıslanır, bir müddet sonra ise her yer bembeyaz bir örtüyle kaplanır. İşte biz kelimeler, yapılar öğrendikçe ve yabancı dile maruz kaldıkça dil becerilerimiz gelişecek, dile giderek daha fazla hakim olacağız. Ülkemizde genelde yabancı dil öğrenememeden şikayet edilmektedir. Aslında doğru yöntem ve tekniklerle yapıldığında dil öğrenmek sanıldığı kadar çileli ve zor bir iş olmaktan çıkıp bir müzik aleti öğrenir gibi, resim çizmeyi ya da ebru sanatını öğrenir gibi eğlenceli ve dolayısıyla da verimli bir hal alacak. Peki yabancı dil nasıl öğrenilmeli ? 1. Öncelikle her hobiyi öğrenmeye başladığımızda olduğu gibi Yabancı dili öğrenmek,
MİHRAB
Yabancı Dile Yabancı Kalmayın!
kurduğumuz milletin dilini akıcı ve etkili bir şekilde konuşabilmemiz gerekmektedir. Artık yabancı dil öğrenmek artık bir lüks değil, ihtiyaç da değil; bir zorunluluktur. Bilginin, bilmenin ve bilim inşa etmenin hayatımızda hiç olmadığı kadar önemli hale geldiği günümüzde kendimi gerçekleştirdim diyen her bireyin mutlaka en az bir dili çok iyi derecede bilmesi gerekmektedir.
55
2. Yabancı dil öğrenmeyi, bir zorunluluğu yerine getirmek, dersi geçmek, doktora eğitiminin ön koşulunu yerine getirmek ya da işe girmek için şartları sağlamak için değil de, keyifle yol alınacak bir macera olarak görmeliyiz. Bilinmeyen yerlere yapılan bir keşif yolculuğunun tutkusunu içinizde duyduğumuzda, yabancı dili daha çabuk ve daha iyi öğreniriz. İngilizce öğrenmeye yönelik kitabı her açtığımızda, hedef dilde bir film izlerken, yabancı dilde şarkı dinlerken ya da klip izlerken heyecanlanmıyorsak, yabancı dil öğrenimi bir yük hatta bir işkenceye dönüşebilir. 3. Yukarıda verdiğimiz kar örneğinde olduğu gibi Yabancı dil öğrenirken, sabırlı ve inatçı olmalıyız. Başlangıçta sayfanın bir paragrafını okuyup anlamamız belki uzun zaman alabilir ancak adım adım, üzerine katarak, birikimli bir şekilde ilerlediğimizde gün gelecek en ağır metinlerin altından kolayca kalkabilir hale geleceğiz. Tıpkı Türkçe dilindeki “damlaya damlaya göl olur.” Ve İngilizce dilindeki “Roma bir günde Roma olmadı.” vecizelerinde olduğu gibi.
MİHRAB
4. Yabancı dil öğrenirken ana dilimizdeki kalıplarla ve söz dizimiyle düşünmeye ve dili ana dilinizin ilkelerinden ve düşünce kalıplarından yola çıkarak öğrenmeye çalışmamalıyız. Zira farklı dil ailelerine mensup olmaları ve farklı kültürlerle yoğrulmaları nedeniyle her dilin kendi doğası ve ruhu vardır. Aklımıza, kültürel geçmişimize ve paradigmamıza yatkın olmasa bile hedef dilde öğrendiğimiz kuralları ve iletişim tarzlarını sorgulamadan, değiştirmeden olduğu gibi kabul etmeli ve dili kullanırken o dili ana dili olarak konuşanların hissettikleri gibi hissetmeye çalışarak uygulamaya çalışmalıyız.
56
5. Yabancı dil öğrenimimizi yalnızca yazılı metinlere, basılı kitaplara indirgemek kendimize büyük bir haksızlık olacaktır. Bunun yerine
yabancı dil öğrenirken beslenme kaynaklarımızı mümkün olduğunca çeşitli tutmak dil öğrenimimizi hem kolaylaştıracak hem de kalıcı öğrenme sağlayacaktır. Mutlaka yabancı dil öğrendiğimiz kaynakların arasında şiir, şarkı, atasözü, deyim, fıkra, tekerleme, şaka, masallar ve destanları katmalıyız. 6. Ülkemizde pek yaygın olmayan ancak son zamanlarda hayatımıza giren hedef dildeki “podcast” lar ve radyolar dinlenerek, sosyal medya da yayınlanan yabancı dildeki içeriği takip ederek ve hedef dilde filmler izleyerek hem girdi dediğimiz “input” ları zenginleştiririz hem de öğrenmemiz kalıcı olur. Bu aktiviteler bizim dinleme becerilerimizi geliştirir aynı zamanda da telafuzumuzu geliştirir. 7. Yazma becerilerimizi geliştirmek için ise blog oluşturup online günlük tutabiliriz tabiî ki aynı şeyi klasik kalem ve defter kullanarak da yapabiliriz. Bu dil öğrenmeye yeni başlayanlar için çok zor olsa da ilk başlarda birkaç cümleyle başlayan yazma eylemimiz zamanla hem uzun paragraflara dönüşecek hem de akıcı hale gelecektir. 8. Yabancı dili öğrenmek için en etkili yollardan birisi de dil öğrenmeyi etkileşimli hale getirmektir yani tercihen gerçek arkadaşlarınızdan oluşan bir öğrenme grubu oluşturup dili birlikte ve sosyal bir şekilde öğrenmektir. Arkadaşlarımızla yeni kelimeleri tartışabilir, sinemada birlikte izlediğimiz bir film hakkında öğrenmek istediğimiz yabancı dilde yorumlar yapabilir, anlamadığımız konu ya da yapıları birlikte tartışarak “peer learning” diye kavramsallaştırılan akran öğrenmesiyle daha kalıcı ve daha hızlı ilerleme sağlayabiliriz. 9. Belki çoğumuza komik gelebilir ama bir yabancı dili en iyi pratik etmenin yolu kendi kendinize konuşmaktır. Evet saçma, tuhaf ya da komik gelebilir ama yolda yürürken kendi kendinize yabancı dilde bir şey hakkında konuşmanız ya da gördüklerinizi yabancı dilde ifade etmeniz yabancı dil öğrenimimize önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. Ayrıca kendi başımıza olduğunuz ve kimse bizi duymadığı
için rezil olma korkusunu da yenip öz güven depolayabiliriz. 10. Son olarak bir yabancı dili kalıcı ve kolayca öğrenmek istiyorsak, sık sık o dilin konuşulduğu coğrafyalara gezi ve turlarla gidebiliriz. Bunu yapamıyorsak ülkemizdeki turistik yerlere de gidebiliriz. En etkili öğrenme yolu olan “yaparak ve yaşayarak öğrenme” ilkesinden faydalanarak gezip gördüğünüz yerlerde konuşulanlar fiziki mekanlarla ve aktivitelerle de birleşerek sizde kalıcı bir öğrenme sağlayacaktır. Bir de bulduğumuz her fırsatta hedef dilde konuşmaya ve bol bol pratik yapmaya çalışmalıyız. Hatta fırsat bulmayı beklememeli kendi fırsatlarımızı oluşturmalıyız. Sonuç olarak doğru yöntemlerle yapıldığında, istekli ve gayretli olunduğunda yabancı dil öğrenmek hayal olmaktan çıkıp eğlenceli bir hayat olmaya başlar. Humanist yani insancıl eğitim perspektifinden bakıldığında gerekli imkan ve şartlar sağlandığında her insan yabancı dili kalıcı bir şekilde öğrenebilir. Siz de henüz bir yabancı dil bilmiyorsanız bu yazıyı okur okumaz yerinizden kalkın kendi karakterinize ve mizacınıza uygun bir dil belirleyin ve bugünden başlayarak keyifli, maceralı ve eğlenceli bir yolculuğa çıkın. Bir dil bir insan, iki dil iki insan klişesine girmeyeceğim ama şundan şüpheniz olmasın. Her dil keşfedilmeyi bekleyen yeni bir dünya, deneyimlenmeyi bekleyen bir kültür ve de yaşanmayı bekleyen yepyeni ufukları olan bir hayattır!
Enkazın Altında Kaldı Elleri uçurtma tutan çocukların, Yüzlerinden kan akıyor. Gözlerinde bir bulut yığını, ellerinde kuru ekmek… Okula giden ablaların kucağında, Silahlardan sakındığı küçük kardeşi uyukluyor. Gülümsemesi gereken çocukların yüzünden, Yaş eksik olmuyor. Ellerindeki oyuncaklar, mermi kovanları. Vakitleri yok çoğunun, oyun oynayacak Zincirlerle bağlanmış hayalleri, Kaybolmuş ruhları var. Bomboztoprakyığınlarınınarasındayatanbedenleri… Annesi yok çoğunun, Babası yok. Tebessümü, silah seslerine kurban kalınca unuttular Bembeyaz kumlar, kıpkırmızı toprak… Enkazın altında yok oldu masum bedenleri, Ne umut, ne sevinç… Bembeyaz ruhları kana boğuldu Elleri uçurtma tutan çocukların ve Enkazların altında kaldı hayalleri… DILHUN YÂDİGAR Mezun
KAYNAKÇA Korkmaz, Zeynep (1992), Gramer Terimleri Sözlüğü, TDK Yayınları 575, Ankara. TDK,(2019),Güncel Türkçe sözlük, http:// www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_content&view=frontpage&Itemid=1 02.02.2019 tarihinde erişilmiştir. Toplaoğlu, Ahmet (1989), Dil Bilgisi Terimleri Sözlüğü, Ötüken Neşriyat, İstanbul. https://www.webtekno.com/yabanci-dil-ogrenmek-isteyenlere-10-onemli-tavsiye-h49988.html 03.03.2019 tarihinde erişilmiştir.
MİHRAB
kendi kararımız olmalı ve bu konu da çok istekli olmalıyız. Bir başkasının zorlaması ile oluşacak bir öğrenme süreci, takdir edersiniz ki asla verimli olmaz.
57
Hayal Et Ceylan Güngör |
B
CEYLAN GÜNGÖR 2018 Mezun
en ruhundaki kırılmışlıkların ve acının en derinden gelen sesiyim. İsmim Hayal. Çok acı çektim cümlesini hiç kullanmadım ben çünkü çektiğim acıları değil o acılara dayanan yüreğimin hikâyesini anlatıyorum bu satırlarımda. Kırık bir düş, yıkık bir hayaldi yaşamım. Aldığım her nefeste ömrümden ömür giderdi. Siz hiç keşke nefes almasam diye düşündünüz mü? Ben düşündüm. Çünkü; aldığım her nefeste kaybolan çocukluğuma olan hasretim ve büyümek zorunda olan gençliğim gelirdi gözlerimin önüne. Masumca arardım kaybolan çocukluğumda boğulan gençliğimi. Yıktığım tabularımda yıktığım dünyayı inşa etmeye çalışan bir ben bulurdum yaşamımda. Sonsuz sandığım acılarıma yine ben merhem olurdum. Kırdığım hayallerimi yine ben toplardım. Arkasına baktığında boş bir yalnızlık bulma hissini kimse benim kadar derinden hissedemez. Sorulan sorulara, acılara bürünmüş, kaçamak cevaplar vermeyi yine ben bilirim. Şimdi bakıyorum gökyüzüne boş, bir ümit yok yukarıdaki boşlukta. Artık yalnızlık yok, umutlarımı yıkan bir son yok sonsuzlukta. Kayboluyorum sessizlik çukurunda, sessiz insanlarla. Hayatım boyunca akşamın soğuğunu ısıtan bir korkuya sahiptim; kaybetme korkusuna. Ben hep korkmuşumdur kaybetmekten, galiba korkmakta da haklıydım çünkü; korkularım, gerçeklerim oldu. “Korkan insanlar hata yapmaya mahkumdur” derdi dedem hep. Haklıydı, ailemi kaybetme korkusundan aldığım tedbirler ailemin sonu oldu. Sekiz yaşına kadar gerçek ailemin yanında kaldım. Ta ki o günün sabahına kadar. Sabahın mutluluğuna gözlerimi açmıştım lakin değil mutluluk hüzün bir sona gözlerimi açtığımdan habersizdi naciz bedenim. Yatağımdan atladım banyoda bir saat boyunca vakit geçirmişim. Bugün bir gariplik vardı sanki. İçimde bir kırıklık hissediyordum, fırtına öncesi sessizlik gibiydi ev. Ama bunları bir kenara bırakıp bu mutlu sabahı mutlu bir gün haline getirecektim. Ben tam bunları düşünürken içerideki sessizliği ve mutluluğumu yırtan babamın bağırışıydı. Bu sessizlikle buluşan mutluluğum babamın acı çığlıklarında son bulmuştu. Koşar adımlarla içeriye doğru ilerlemeye başladım. İçerideki manzarayı görür görmez nutkum tutulmuştu. Sesimi çıkarıp bağırmaya mecalim kalmamıştı. Sanki sözler boğazımda düğüm, gözlerimde damla olmuştu. Şu an bilmesem de hayatımda hiç
unutamayacağım bir görüntüydü. Varoluş sebebim ala boyanmış yatıyordu. Annem… Bu görüntüyü görmemek, bu içimdeki yok oluşu hissetmemek için her şeyi verirdim. Yerde yatan anneme baktım. Karnından kanlar akıyordu. Babam bana bıçağı göstererek odana git diye bağırmaya başladığında vücudum o an kendine geldi ve babamın dediğini değil kalbimin sözünü dinleyip koşarak annemin yanına gittim. İnanamıyordum. Bu dokunduğum varlığıyla beni ısıtan insan şimdi nasıl buz gibi ve bembeyazdı. Bulanıklaşıyordu önüm, onu net göremiyordum. Her zaman olduğu gibi boynuna yatıp yumuşak kokusunu içime çektim. Uyanmasını istiyordum. Kalkmasını, beni uyandırıp kahvaltı hazır demesini istiyordum. Sesinin kulağıma ulaşmasını, yumuşak sıcak ellerinin saçlarımın arasında gezmesini istiyordum. Babam bunların hiçbirini görmezmiş gibi bana hala defol diye bağırıyordu. Asıl onun hayatımızdan defolması gerekiyordu. Asıl onun gitmesi gerekiyordu. Durduramadığım yaşlarımla asıl sen defol diye bağırdım. Ve anneme geri döndüm. Buz kesmişti. Annem ‘Uyuyanın üstüne kar yağar derdi’ üstünü örtmeliydim. Kenarda yerde duran battaniyeyi çekip üzerine örttüm ve yüzünü öptüm. Uzaktan ambulansın siren sesi geliyordu. Birileri ambulans çağırmış olmalıydı. Babama döndüğümde yerde oturmuş vaziyette karşıya bakıyordu. Elinde bıçak vardı. O sırada kapı çaldı. Babam irkilip kapıya doğru gitti. İçeriye ellerinde çantalarla koşturarak bir sürü kişi gelmişti. Biri beni kucağına alıp annemden uzaklaştırmaya çalıştı. Dayanamadım, onu itip annemin yanına doğru koştum, son kez melek yüzünü görmek istemiştim. Yüzündeki örtüyü kaldırdığımda tanımadığım bir abi beni yine kucaklayıp bir kadına verdi. Tüm bu olanların ardından kadın bana gülümseyerek on sekiz yaşına kadar orada mutlu olacağımı söyledi. Nereden
bahsediyordu? Neden on sekiz yaşında kadar mutluydum? Ben annemsiz mutlu olamazdım ki. Kadın beni kapıdan çıkarırken anneme bakıp ona son kez sanki beni duyabilecekmiş gibi ‘Anne!’ dedim.. O gün götürüldüğüm binada bir odaya yerleştirildim. İstisnasız tan ağarıncaya kadar ağlamıştım. Düşünceler yavaş yavaş üstüme gelmeye başlamıştı. Boğuluyordum adeta. Artık bir ailem yoktu. Annem ve babam yoktu… Buradaki herkes benim gibiydi. Kimsenin doğru dürüst bir ailesi yoktu. Birbirimize aile oluyorduk, abla oluyor, kardeş oluyorduk. Ama kimse anne olamıyordu, kimsede o şefkati bulamıyordum, kimsede o sıcak bakışı bulamıyordum… Ve o gün geldi çattı. İşte korktuğum başıma gelmişti. Evlatlık alınmak istiyordum… Nasıl yani? Yeniden bir ailem mi olacaktı? Yabancı bir kadına ‘anne’ mi diyecektim? Bunu nasıl yapacaktım? Düşünceler beni yine boğuyordu. Galiba yine aynı şeyleri yaşamaktan korkuyordum. Her gün okula gider akşam yurda döner yatarken ağlamadan uyumazdım. Gecenin aydınlık olduğunu söyleyen annemin, olmayan ışığa hasret yaşadığını düşünüp ağlardım. Bugünün yalnızlığında, geçmişin kalabalığını özlüyor ve limansız gemilerde denizin insafına kalmış kayık gibi dalgalanmaya mahkumdum. Acımasız dünyada acınacak insanlar olduğumuzu hatırlar kendimi avutmaya çalışırdım. Üvey ailemin yanında hiç geçmeyecekmiş gibi gelen koca bir on sene geçirdim. On sekiz yaşına giren her yetimhane çocuğuna hayat hikâyesi anlatılır ve kendi yaşamını çizmesi için bir şans verilirmiş. Bana hayat hikâyemin anlatılmasına ihtiyacım yoktu çünkü her şey daha dün gibi aklımdaydı. Şansımı kullanmayı tercih ettim. Ama bu seçimimin bana neler kaybettireceğinden habersiz kullanmıştım bu şansımı…
On dokuz yaşında evlendim. Birbirimizi çok sevdiğimizi düşünmüştüm meğer yanılmışım. Eşimin ailesi bana öz evlatları gibi davrandılar hep. Annesi annem, babası babam gibi sevmiş, benimsemişlerdi. O sene içerisinde anne olacağımı öğrendim. Bu mükemmel haber bana o kadar iyi gelmişti ki. Yaralarımın sarıldığını, iyileşmeye başladığımı hissediyordum… Yeni hayatımıza bir ev tutarak başladık. Yuvam olacağını düşündüğüm evim, zindanım olmuştu. En ise mahkum. Ve nihayet Meleğim dünyaya geldi. Adını Melek koymuştum çünkü beni rahatlatan ve mutlu eden tek şeydi. Lakin bu mutluluğum da son buldu diğer mutluluklarım gibi. Cani eşim, Meleğimi boğarak öldürdü. Mutlu olmaktan korkar hale geldim. Bende meleğimi gerçek Dünya’ya, ahirete, yolcu ettim. Meleğim giderken sanki tüm şansımı ve umudumu da götürmüştü. O benim yaşamaya dair tek umudumdu. Ama artık umudum yoktu. Dünyadaki iyi şeylerin beni asla bulmayacağına inanıyordum. Eşim de babam gibi cani ve gaddar bir adam olmuştu ve babamla aynı sona layık oldu “Hapishane”. Bende dünya hapishanesinde tek başıma acılara boğuldum. Birkaç defa intihara kalkıştım. Dinimi yok saydım. Her şey artık bana çok anlamsız geliyordu. Rabbim bana bir yardımcı, bir yeni umut gönderdi sanki. Çalıştığım yerdeki abla elimden tuttu. Gözümdeki perdeyi çekip resmin tamamını görebilmemi sağladı. Onun sayesinde kendime yeni bir şans daha verdim. Artık bir umudum vardı. Küçük bir umut tohumu. Filizlendirip, büyütebileceğim bir umut… Şimdi ise ikinci evliliğimi yapmak üzereyim. Nişanlandım, nişanlım imam ve beni tekrar dünyaya döndürdü. Dünya iplerini tutup ahiretimi güzelleştirmemi sağladı. Gelecekte neler olacağını bilmiyorum. Yaşam bir oyun bizler ise kukla neler olacağı kadere ve bize kalmış...
MİHRAB
Hayal Et
59
Sevdaya Dair Bera Ayhanoğlu |
Sonrası... Başak Mercan |
SEVDAYA DAİR ALEYNA DINÇASLAN 12/B
Zaman çok hızlı Gözlerin siyahı unuttuğu gibi Unutacak bu gözler Gidecek ya! Karanlık tarafınıza ışık tutamadan... Kalbinizin koridorlarında Kim bilir kaç kişi dolaştı El sürdü duvarlarına Bir ben miyim Kapınıza dayanıp da Nidalar savuran Sevmek şart derler Doğrudur! Lakin! Bazılarını güzel sevmek gerek Sevdiğin kitabın sayfalarına dokunur gibi
Dokunmak lazım sevgisine Allayıp pullamak lazım... Yağmurun torağa Ağacın yaprağa olan sevgisinden Çalıp! Öyle sevmek... Geceye atfedilen her yalnızlığa Her serzenişe şükredip sevmek... Nelerde zırvaladı kalemim Sevgi satırlara sığsaydı Bugün en büyük şair ben idim Benim de sevdaya dair sözlerim vardı Lakin sustum Boğazımda düğümledim Niçin ortalıkta ziyan edeyim Övmek de isterdim...
Sonrası... BAŞAK MERCAN - 2018 MEZUN
D
erme çatma bir saksının içinde kurumaya yüz tutmuş bir çiçek. Her sabah doğmaktan usanmayan güneşin tadını teninde hissediyor. Etrafına bakınıyor... yanında boynunu bükmüş, teninin her bir yanı buruşmuş ama güzelliğinden taviz vermeyen bir çiçek görüyor. Tek yaşam belirtisi o. Ama o da; ölü. Taşla, betonla, demirle kuşatılmış etrafı... Ama o, bir karış toprağına sığınıyor. Her sabah onu fazla sevgiye boğmaktan kurutmuş olan güneşin toprağına... Bir şey eksik... Su vereni yok. Hakikatte suyun yerini alan şey ne peki..?
MİHRAB
Öte yandan, ya su vereni olursa..? Günden güne büyüyecek. Teninin altına sığmayan damar gibi fışkırtacak etrafına yapraklarını. Diz kapağında kabuk bağlayan yarayı soymaya çalışan küçük bir kız çocuğu gibi, soyacak altındaki dalların kuru yerlerini; ürkerek ama zevk alarak. Günler geçecek kendini aşacak. Yeni dallar yaratacak kendinden. Sonrası... Kim bilir..?
MİHRAB
Sapan gibi olan dalları, çok kalın olmasa da incecik bir gövdeden yukarıya süzülen iki kolu var bu hayata tutunmaya çalışan çiçeğin. Dalları kupkuru. Toprağı ise, günlerdir sahursuz ve iftarsız oruç tutan insan dudakları gibi: çatlamış. Çölde serap görüp, günlerdir yakalamaya çalışan bedevi kadar halsiz ama her daim
umutlu. Dallarının ucunda ise serçe gagası kadar bir yaprak fışkırmış. Onun var oluş sebebi olan kahverengi kuru dallara inat, bu yaprak taptaze ve yemyeşil. Bir bebeğin attığı ilk kahkaha kadar güzel. Hapsolduğu kuru toprağa, buruş buruş sert dallara inat, o yumuşacık. Su vereni olmazsa onu da boğacak bu ruhsuzluk. Canını yitirecek. Her gün doğup ona hayat veren güneş; onun sonu olacak... Ve bir daha asla dirilemeyecek.
60
61
27 Ekim 2018 Esra Çakır |
Ş
ESRA ÇAKIR 12-B
Eve gidene kadar şarkılarıyla avutmaya çalıştım kendimi, biraz da içimden haykırırmışçasına söyleyerek.
Açtığımda öz abimmişçesine “Alo, kızım ben Haluk abin. Bak geleceğim ama sonra bizi dövmesinler…” deyip gülmesi hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. Telefonu kapattığımda heyecandan ölecektim, gerçekten gelecekti. Düşlerim, hatta düşlerimin ötesi gerçek oluyordu. Bekliyordum, evin içinde bir mahpushane bahçesindeymişçesine volta atarak zamanın geçmesini bekliyordum. Ev mahpushane, içinde ben mahkum, zaman parmaklık ve saat gardiyan olmuştu adeta. Parmaklıklar bir bir eriyordu.
u ana kadar yaşamış olduğum en güzel gün diyebiliriz bu tarih için.
Neden mi? İmkansız sandığım bir olayın imkansızı gerçekleşti de o yüzden… Klasik bir dershane günüydü, sıkıcı ve yalnız geçen. Kulağımda kulaklık bir şarkı çalıyordu “Yeter artık yeter gönül feryat et bir bakarsın düşlerin gerçek olur.” Kulaklığımı çıkardığımda beni üzen mi sevindiren mi bilemediğim bir haberle karşı karşıya kaldım. Az önce bangır bangır dinlediğim şarkının sanatçısı (Haluk Levent) geliyordu Kayseri’ye. Hem de evimize çok yakın olan bir yere. Öğrendiğimde derin bir hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü gidemeyecektim. Sebebi, “Geçmişte kaldı artık mutlu günler Deli gönlüm sana hala vurgundur Yeter artık yeter gönül feryat et Bir bakarsın düşlerin gerçek olur”
MİHRAB
Her şey çok güzeldi. O anları yaşarken bile yaşadıklarımın gerçek olup olmadığını sorgulamaktan kendimi alamıyordum. Sahnede gözlerimin içine bakarak “Şımartılmamış aşkın, sessizliğe yakın.” sözleri dökülüyordu ağzından. Ve konser sonunda “Ey Türk gençliği!” diyerek bitirmişti o dökülen sözleri. O gün işte böyle bir gündü. Eve gelince mutluluktan uyuyamadığım bir gün.
Evet, başlıyorum en baştan anlatmaya:
62
ediyorduk ailece. Ve işte konser saati gelmişti “Ee, hazır mıyız çıkalım mı?” sorusu üzerine çıkmıştık yola. Asansördeki küçük sohbetimizde Daha on yedi yaşındaki bir kız, olduğumu öğrenmişti. (Katıldığı bir programda benden öyle bahsediyordu: “Daha on yedi yaşındaki bir kızımız, o kadar masum, o kadar içten ki.” diyerek. İzlerken kulaklarıma kadar kızardığımı hatırlıyorum. Her izlememde de aynı duyguları yaşarım.)
Eve geldiğimde arkadaşımdan bir mesaj aldım: “Ooo kanka Haluk Levent tweetine mention atmış.” Ne diyor bu kız dedim ve girdim Twitter’a. Bir de ne göreyim… Haluk Levent tweetimi görmüş ve cevap vermiş “Söyle annene babana, gelip izin alayım.” Cevap verdiğine şaşırarak ve geleceğine inanmayarak yeni tweetler üfürmeye devam ediyordum. “Tabii gel abi aç DM’i konum atayım.” Gibi.. Derken gerçekten açtı ve bir mesaj attı: “İstersen ailenle görüşebilirim.” Nasıl istemezdim? Bunu ona söylediğimde “Tamam.” dedi. “Gönder numaranı.” Aradan geçen birkaç dakika üzerine telefonum çaldı.
Ve bir telefon daha “Abicim biz geldik, kaçıncı kat, hangi numara?” Mutluluktan ve heyecandan ölüyordum, o kadar ki; aşağı inip kapıda karşılamayı bile akıl edemez haldeydim, tabii bir de buna heyecanı bastırma çabalarım girince ne yapacağımı bilemez hale gelmiştim. Derken işte asansörün kapısı açılmıştı, karşımda “Merhaba.” diyerek bana sesleniyordu. O an sadece gülümsüyordum daha doğrusu sadece gülümseyebiliyordum ve sonunda kendimi konuşmaya zorlayarak “Hoş geldin abi.” diyebilmiştim. İçeri girdiğinde anneme “Anacım, nasılsın anacım?” deyişi gözümün önünden gitmiyor. Oturduk ve başladık muhabbete. Şaka gibiydi, konserine gidemiyorum diye üzüldüğüm adam evime gelmiş ve yıllardır görüştüğümüz ahbabımız gibi muhabbet
Tabii ertesi günün de nasıl özel bir gün olduğunu es geçmeyelim. Hayatımda alışık olmadığım şeyler meydana geliyordu. Tanıyıp tanımadığım bir sürü insan mutluluğumu paylaşıyor bazısı da mutluluğuma göz dikiyordu. Kimi Haluk Levent’in evimize gelip babamdan izin alması üzerine konuşuyor, kimi de başörtümle konsere gidip gitmememi tartışıyordu. Bu konuşulanlar arasında bir de ayaklarım vardı (en komiği): heyecandan bir yere sığdıramadığım ayaklarım... Sanırım meşhur olmak böyle bir şeydi. Herkes her şeye konuşuyordu. O gün Haluk abinin arayıp da “Kız Esra meşhur oldun he.” deyip gülmesi de bunun en güzel ispatıydı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi aradan birkaç hafta geçti ve bir mesaj geldi; Eser Yenenler Show’a davet edilmiştim konuk olarak. Ne kadar gidemesem de bu durum beni çok heyecanlandırmıştı. Evet, işte ben de meşhur olmuştum… Tabi ki bunlar işin komik olan kısmıydı. Gerçek ve en güzel kısmı ise kim ne derse desin bunların hepsi unutulacaktı. Ama benim o an ki mutluluğum bende daimi bir anı olarak kalacaktı. Bende unutulmayacak anlar ve anılar bırakan Haluk abime sonsuz teşekkürlerimi, AHBAP’lara da sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
MİHRAB
27 EKİM 2018
çevrenin tek başıma konsere gidebileceğim kadar güvenilir olmamasıydı. İçime sığdıramadığım bir isyanım vardı ortamı bu denli güvenilmez hale getirenlere. Ve bir tweet attım, “Allah’ım neden erkek değilim, neden evimin dibindeki konsere gidemiyorum, neden?..” diyerek. Bir yandan da garip bir hüzün duyuyordum. Keşke gelmeseydi, en azından üzülmezdim, deyip duruyordum.
63
Benim Hikayem Yüsra Akyurt |
H
ayatımın en güzel dönemiydi hafızlık yıllarım. Kâh ağladık kâh güldük. Ama sonunda başardık. Yürüdüğümüz zor ve meşakkatli yolu hiç bıkmadan, vazgeçmeden tamamladık. Elbet zorluklarımız oldu. Lakin Allahu Teala’nın İnşirah suresinde bahsettiği gibi “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” Ayetine uyup gayretimize devam ettik…
MİHRAB
Hafız olmak istediğimde 11 yaşında küçük bir çocuktum. Çeyrek hafız olan bir kız gelmişti sınıfımıza. Nasıl ezber yaptığını anlatmıştı. Çok imrenmiştim. O zamanlarda Kuran-ı Kerimin 150 sayfasını ezbere bilmek inanılmaz gelmişti. Eve geldiğimde annem ve babama dedim ki: “Anneciğim, babacığım ben de hafız olmak istiyorum, hafız olmadan ölmek istemiyorum. Ne olursunuz beni de hafızlık kursuna gönderin.” Tabii annem de babam da çok şaşırmışlardı. Ne diyeceklerini bilemediler. Başlarda annem “Daha çok küçüksün ben senden ayrı kalamam.” dese de, sonradan kararlı olduğumu gördüklerinde izin vermişlerdi.
64
Annemle beraber Kayseri Özkoyuncu Kız Kuran Kursu’na gittik. Yemyeşil ağaçların kapladığı, rengarenk çiçeklerin süslediği bir kurstu burası. O kadar heyecanlıydım ki kursa girdiğimde. Her yerden arı vızıltısı gibi Kuran-ı Kerim sesleri geliyordu. Herkes ezber yapıyordu. Çok imrenmiştim. Kuran-ı Kerim’e bakmadan ayetleri tıkır tıkır okumak çok hoşuma gitmişti. Neyse ki kurs idarecimiz olan Hatice Aksüt hocamızın yanına varmıştık. Annem, benim hafızlığı çok istediğimi dile getirmişti. Hatice hocam ise, benim yalnız olmadığımı, benim gibi hafızlık için can atan
minik yüreklerin olduğunu söylemişti. Bir an önce başlamak istiyordum. İki gün sonra başlayabileceğimi öğrendiğimde dünyalar benim olmuştu. O iki gün heyecandan uyuyamamıştım. Ve beklenen gün gelmişti. Bir yanım ailemden ayrı kalacağım için hüzün doluyken, bir yanım da hafızlığa başlayacağım için sevinç doluydu. Kursa geldiğimizde yatakhaneye eşyalarımı yerleştirdikten sonra annemle vedalaşma zamanım gelmişti. Annem ağlıyordu. Bana belli etmemeye çalışıyordu ama anlıyordum işte. Biraz
YÜSRA AKYURT - 9/B - HAFIZ
hasret giderdikten sonra annem gitti. Ben de sınıfa çıkmıştım. Bir sürü benim gibi kızlar vardı. Hepsiyle tanıştık, kaynaştık. Artık benim ailemdi onlar… Bir kaç ay yüzünelik yaptıktan sonra başlamıştık hafızlığa. İlk sayfamı ezberleyecektim. Hepimizi çalıştıran belletmen hocalar vardı. Bize yardımcı oluyorlardı. Ve nihayet koskoca bir günün sonunda ezberleyebilmiştim bir sayfayı. Sabah olduğunda resmî hocalara dersimizi veriyorduk. Sıra bana geldiğinde sayfamı güzelce verebilmiştim. Her güne yeni bir sayfa ekleyerek 30 günün sonunda 1. dönüşümü tamamlamıştım. Ödül olarak da masalarımız süslenip, taç takılıyor, salavatlar getiriliyor, dualar ediliyordu. Evet, artık hafızlığa adım atmıştım. Annem ve hocalarımın desteğiyle başaracağımı hissediyordum. Lakin şeytan boş durmayıp iyi yanımdan giriyordu. Kuran-ı Kerimi her açtığımda annem geliyordu aklıma. Onu çok özlüyordum. Ders yaparken hep ağlıyordum. Sonraları ise ezberlediğim bir ayet-i kerime geldi aklıma. “İnnallahe meassabirîn.” “Allah sabredenlerle beraberdir.” Bu ayet içimi çok ferahlatıyordu. Eve geldiğimde anneme “Anneciğim artık seni özleyince ağlamayacağım, sabredeceğim. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” demiştim. Annemin de çok hoşuna gitmişti böyle demem. Eve sadece hafta sonları geliyorduk. Hafta sonlarını da en güzel şekilde geçiriyorduk. Bir müddet sonra artık alışmıştım. Arkadaşlarım, kardeşlerim olmuşlardı adeta. Beraber ağlıyor, beraber gülüyorduk. Hepimzin de hedefleri aynıydı. Gönlümüzü yüce kelama açmak... Ne güzel şeydi hafızlık. Her şey bir yana
sabrı öğretiyordu insana. Ne kadar aciz olduğumuzu bildiriyorduk Allah’a. Her geçen gün bir adım daha yaklaşıyordum hafız olmaya. En sevdiğim, kıymetli hocam Melehat Töken hocam bize bir anne şevkatiyle yaklaşıyordu. Sıkıldığımız zamanlar bize kıssalar okuyor, bahçeye çıkartıyordu. Herkesin karakterine uygun bir şekilde yaklaşıyordu. Kimseyi sıkmıyor, zorlamıyordu. Bazen ezber yaptığım sayfalarda çok zorlanıyordum. Bir türlü ezberleyemiyordum. Hocam da beni öbür dersime geçiriyor, beni rahatlatmaya çalışıyordu. Gel zaman git zaman çeyrek hafız olmuştum. Tıpkı beni hafızlığa teşvik eden arkadaşım gibi. Ben de artık Kuran-ı Kerimin dörtte birini ezberlemiştim. Yine pastalar yapıp küçük bir kutlama yapmıştık. Artık hedefim yarım hafızlıktı. Tabi gittikçe şeytan bizimle daha çok uğraşıyordu. İçimize hep pes etme duygusu veriyordu. Lakin şeytanın önüne geçmeyi başarabiliyordum. Zorlansam da pes etmiyordum. Kursta Ramazanlarımız çok güzel geçiyordu. Hem oruç tutuyor, hem de sabahtan akşama kadar ezber yapıyorduk. İftara az bir vakit kala oyunlar oynuyor, ezan okununca da orucumuzu açıyorduk. O kadar güzel bir maneviyat vardı ki, küçücük yaşımızda bile o maneviyatın tadını alabiliyorduk… Bazen derslerimiz bitmiyordu. Biz de gece yatıştan sonrasına kadar çalışıyor ders yapıyorduk. Bizimkisi bir aşktı ve aşk emek isterdi. Gitgide zihnimiz açılıyor günlük 3-4 sayfa ezber yapıyorduk. Nihayet yarım hafız olmuştum. Kendimi cennete bir adım daha yaklaşmış gibi hissediyordum. İnsanlar cennete, cennet ise hafızlara âşıktı. İnşallah ben de cennetin âşık olduğu hafızlardan olacaktım. Bazen kursumuzda hıfzını tamamlayan ablalar oluyordu. En güzel elbiselerini giyip tören yapılıyordu. Biz de hep o günün hayalini kuruyorduk. Bize küçük hafızeler diye hitap ediliyordu. Çünkü kursun en küçükleri bizdik. Arada bir komisyon üyeleri geliyordu. Sayfalarımızın ne âlemde olduğunu öğrenmek için bize Kuran-ı Kerimden ezberlediğimiz yerleri soruyorlardı. Allaha şükür ki şu ana kadar girdiğim komisyonlarım çok
güzel geçmişti. Ama önemli olan bundan sonrasıydı. Herkes okula giderken biz ara vermiştik. Sene sonunda da sınavlara girip sınıfı geçmiştik. Yazın havalar sıcak olunca pikniklere gider oyunlar oynardık. Biraz eğlendikten sonra kursa gider tekrar dersimizin başına otururduk. Çok ders çalıştığımız için karnımız da çok acıkırdı. Yemekhaneci teyzelerimiz, hepsinden Allah razı olsun, birbirinden güzel yemekler yaparlardı. Günler birbirini kovalıyor ben ise hafızlığımın peşinden koşuyordum. Hıfzımı tamamlamama çok az kalmıştı. Bu sene bizim 2. senemizdi. Devamsızlıktan dolayı sınıf tekrarı yapacaktık. Ama olsun hafızlığımızın önüne hiçbir şey geçemezdi. Evet bazen haylazlıklarımız oluyordu. Hocalarımızın gösterdiği büyük bir sabırla yolumuza devam ediyorduk. Bu yol öyle kutsal ve yüce bir yoldu ki önümüze taşlar çıksa bile devam etmemiz lazımdı. Çünkü sonunda cennet vardı. Sanmayın ki hafız olunca her şey bitiyor. Tam tersine her şey bittiği anda başlıyordu. Çünkü önemli olan Kur’an ve sünnete uygun olarak yaşamak ve yaşatmaktı… Nihayet hafız olacağım gün gelip çatmıştı. Hafız olmam için sadece bir ayetim kalmıştı. O ayeti ezberledikten sonra hafız oluyordum. Ertesi gün arkadaşımla beraber törenimiz olacaktı. Beraber bitirmiştik. Evet biz artık hafızdık. Senelerdir hayalini kurduğum ânı yaşıyordum. Ama bir türlü inanamıyordum. Koskaca 600 sayfalık Kuran-ı Kerimi nasıl ezberlemiştik? Demek ki sabır ve azmin sonunda yapamayacağı hiçbir şey yoktu insanoğlunun. Başarının verdiği duyguyu tatmak bambaşka bir şeydi. O ana kadar yaşadığımız anılar birer birer canlandı gözümde. Ne kadar da alışmıştım kursa. Sanki benim ikinci evimdi orası. 13 yaşında gelmiştim. Koskoca 2 senem geçmişti bu yurtta. Ne kadar da çok şey öğrenmiştim ben burada. Yardımlaşmayı, paylaşmayı, sevgiyi, saygıyı, sabrı… Kısacası insanlığı öğrenmiştim ben burada. Akşam olduğunda törende giyeceğimiz elbiselerimizi hazırladık. Artık yatış vakti gelmişti. Ama beni bir türlü uyku
tutmuyordu. Heyecandan uyuyamıyordum. Sabah olunca güzelce hazırlanıp yemekhaneye inecektik. İlahilerle birlikte yürüyüp ismimiz anons edilecekti. Ve beklenen an gelmişti. Tıpkı imrendiğim ablalar gibi benim de ismim anons edilmişti. Aynen şöyleydi. “Yerler ve gökler şahit olsun ki hafızlık D sınıfından Yüsra Akyurt hıfzını tamamlayıp hafız olmuştur Allah tüm isteyenlere nasip etsin.” Ardından amin sesleri ve tekbirler yükselmişti semâya. Diğer hafız arkadaşlarımla beraber salavatlaştıktan sonra hocalara sıra gelmişti. Mutluluktan ağlıyorlardı. Ah Melahat hocam sizin hakkınızı nasıl ödeyecektik biz? Hocalarımızın ellerini öptükten sonra da kursumuzun o güzel bahçesine çıktık. Hep beraber hatıra fotoğrafları çekindik. Her şey için ne kadar şükür etsek azdı. Birkaç saat sonra asıl tören başlayacaktı. Ezberlediğimiz son ayetleri verecektik. Bunun haricinde ise küçük bir program hazırlamıştık gelecek olan misafirlere. Birkaç saat ne de çabuk geçmişti. Bir bakmışız ki sahnede son ayetimizi veriyorduk. Kelimelerle ifade edemeyeceğim duyguları yaşıyordum o an. Programımızı yaptıktan sonra anneme kocaman sarıldım. Onlar olmasa ben ne yapardım? Şimdiki hedefimiz ise hafızlık tespit sınavına girip belge almaktı. Ama okula başladığım için hafızlığımı tekrar etmem zor oluyordu. Yazları tekrar yapmaya kursa gidiyordum. Bir dahaki senenin eylül ayında sınava girip kazandım. Önceleri komisyon üyeleri bize sadece ezbere bildiğimiz yerlerden soruyorlardı. Şimdi ise Kuran-ı Kerim’den herhangi bir sayfayı açıp okutturuyorlardı. Baştan, ortadan, sondan… Evet hafızlık zor işti. Ama bundan sonrası daha da zor olacaktı. Bir ömür boyu sadece hafız olarak değil, muhafız olarak yaşayacak ve yaşatacaktık Allah’ın izni ile… Rabbim iki cihanda yüzümü güldür. Hazreti Kur’an’ı kalbime indir. Şu mahzun gönlümü aşkınla doldur. Ey güzel Allah’ım budur dileğim
MİHRAB
Benim Hikayem
Hafız oldum Ya Rab hafız öleyim… 65
Asr-ı Saâdet Döneminde Spor Kenan Boyraz |
Asr-ı Saâdet Döneminde Spor KENAN BOYRAZ Beden Eğitimi Öğretmeni
por evrensel kültürün bir parçası, dünyada dili, ırkı, dini farklı insanları birleştiren önemli bir vasıtadır; Dünya barışına katkı sağlayan bir etkinliktir. Çağımız sporunu, fiziksel faydalarının yanı sıra insanların ruhsal sağlığını da olumlu yönde etkilemek, sosyal ve moral kazançlar sağlamak amacı ile yapılan hareketler topluluğu olarak tanımlayabiliriz. Spor, fizik kondisyonunu iyileştirmeyi amaçlayan, oyun, yarışma ve mücadele anlayışıyla yapılan fiziksel etkinliklerdir. İnsanlar, tarih boyunca koştular, tırmandılar, ağır nesneleri kaldırdılar, yüzdüler. Ne var ki, bu fizik etkinlikleri her zaman spor amacına yönelik ve yarışma biçiminde olmadı.
MİHRAB
İslam tarihinde Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtu vesselam) hayatta olduğu döneme Asr-ı Saâdet denir. Asr-ı Saâdet terimi “mutluluk dönemi, insanların en bahtiyar oldukları çağ” anlamına gelmektedir. İşte bu dönemde de birçok insan, adına spor diyebileceğimiz bazı etkinlikler yapmışlardır.
66
Bu dönem insanlarının hayat tarzı fazladan bir spor yapmayı gerektirmeyecek kadar ağırdı. Seferler, çobanlık, ticaret kervanları gibi vesilelerle kilometrelerce süren sıcak çöl iklimindeki yolculuklar Arapları, yerleşik medeni toplumlardan daha hareketli, güçlüklere daha dirençli bir hale getirmişti. Aralarında savaş eksik olmayan Arap kabileleri, gençlerini buna hazırlamak zorundaydı. Bunun için savaş oyunları yapma âdeti yaygındı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) zamanında yapılan bazı sporlar gençleri cihada hazırlamaya yönelikti. Hz. Peygamber, çocuklara ata binme, ok atma ve yüzmenin öğretilmesini tavsiye etmiştir. Kendisi de bazı sporları bizzat
yapmış ve teşvik etmiştir. Şimdi bunlardan bazılarını ele alalım:
GÜREŞ: Tarihi çok eskilere kadar uzanan güreş, Asr-ı Saâdet’te meşru ve yaygın olan sporlardan biridir. Rukane adlı sırtı yere gelmeyen pehlivan, Mekke’de bu spor dalında isim yapmıştı. Askeri seferlere katılabilmeye gücü yettiğini Hz. Peygamber’e ispatlamak maksadıyla bazı delikanlılık çağındaki sahabeler, onun huzurunda güreşe tutuşurlardı. Bunun sebebi, yaşı küçük olanlar şayet kendilerinden büyük olan öteki gençlere üstünlük sağlayabilirlerse, gönüllü sıfatıyla bu savaşlara katılabilme hakkını elde etmekti (Hamidullah, İslam Peygamberi, 11/1076; İbn Hişam, s. 560). İslâm kültüründe güreşin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Hz. Peygamber’in birer savaş sporu olarak atıcılık, binicilik, koşuculuk ve yüzmeyi teşvik ettiği gibi (Abdülhay el-Kettânî, II, 92-96, 316-318, 363-364) bizzat kendisinin de güreştiği bilinmektedir. Dönemin ünlü pehlivanlarından Rükâne b. Abdüyezîd, İslâm dinini kabul etmek için Resûl-i Ekrem’in kendisini güreşte yenmesini şart koşmuş (a. g. e., II, 364, 365) ve yapılan karşılaşmada Hz. Peygamber onu yenmiştir (Ebû Dâvûd, “Libâs”, 21; Tirmizî, “Libâs”, 42). Rükâne de bunun üzerine veya başka bir rivayete göre daha sonra Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olmuştur. Kaynaklarda Resûl-i Ekrem’in Rükâne’den başka bazı kimselerle de güreştiği, ergenlik çağına gelen ashap çocuklarının askere alınmaları için her yıl düzenlenen merasim sırasında birbirleriyle güreştikleri, ayrıca Hz. Hasan ile Hüseyin’in de Resûlullah’ın huzurunda güreş tuttukları
zikredilmektedir (Abdülhay el-Kettânî, I, 304; II, 364-366). Hz. Peygamber’in, “asıl pehlivan ve güçlü kimsenin güreşte başkalarını yenen değil, öfkelendiğinde kendini tutan kimse olduğunu” ifade eden hadisi de (Buhârî, “Edeb”, 102; Müslim, “Birr”, 106-108) yine güreşle ilgilidir.
BINICILIK İslam’dan önceki Cahiliye dönemi Mekke’sinde at yarışları için bir saha bulunuyordu (Hamidullah, İslam Peygamberi, 11/844). Hz. Peygamber, “Ok atma, at ve deve yarışı dışında ödül caiz değildir” (Tirmizi, “Cihad”, 22; Nesaî, “Bey”,14) buyurarak, bu tür sporları teşvik etmiştir. Şehir halkı gibi, Hz. Peygamber de bu yarışlara giderek, kazananları belirliyor ve onlara ödül veriyordu. (Ebu Dâvud, “Cihad” 60; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11/5, 55, 91)
YÜZÜCÜLÜK: Hz. Peygamber (a. s. v.) bir hadiste çocuklara yüzme öğretilmesini şöyle tavsiye etmiştir: “Çocuklarınıza ok atmayı, ata binmeyi ve yüzmeyi öğretiniz” (Tayalisi, Sünen, 2096). Hz. Peygamber bizzat kendisi de yüzme öğrenmişti. Bir defasında annesi ve Ümmü Eymen adındaki kadın köleyle birlikte, henüz çocukken Medine’ye gitmiş ve Neccaroğulları kabilesine ait bir su birikintisinde yüzmeyi öğrenmişti (Hamidullah, İslam Peygamberi, 1/42; İbn Sa’d, Tabakat 1/73).
Eslem kabilesinden bir grup ok atışırken, Hz. Peygamber, yanlarından geçti ve “Ey İsmailoğulları! Haydi, ok atınız. Sizin babanız da usta bir ok atıcısıydı. Bu yarışta ben de Seleme b. Ekva tarafındayım” buyurdu. Hz. Peygamberin bu sözü üzerine, karşı takımın okçuları duraksadılar. Resûlullah onlara “Ne oldu ki ok atmıyorsunuz?” diye sordu. “Ya Resûlullah Siz, karşı takımdayken, biz nasıl ok atarız?” cevabını verdiler. Bunun üzerine Resûlullah, “Haydi atın! Ben hepinizle beraberim” buyurdu (Zebidi, Tecrid-i Sarih, IX, s. 133–134, no: 1386). Resûlullah (a. s. v.), hem savaş gücünü arttırmak, hem de boş vakitleri değerlendirmek üzere, gençlerin okçuluk sporuyla meşgul olmalarını ve kendi aralarında yarışlar düzenlemelerini teşvik ediyordu. Habeşistanlıların Mescid-i Nebevi’de yaptıkları mızrak oyunları kadın-erkek pek çok kimse tarafından da seyredilirdi. Hz. Ömer (r. a.) bir defasında bunu engellemek istemiş, Resûlullah (a. s. v.) ona “Bırak oynasınlar” demiştir. Hz. Âişe (r. anha)’ye bizzat Hz. Peygamber, bu mızrak oyununu seyretmeyi teklif etmiş, onu ridasıyla / elbisesinin üst kısmıyla örterek, mescitte icra edilen oyunu beraberce Hz. Âişe usanıncaya kadar seyretmişlerdir. Resûlullah, “Haydi Habeşliler! Gösterin kendinizi” diyerek, onları teşvik etmiştir (Buhari, “Salat” 69, “İdeyn” 25; Müslim, “İdeyn” 17, 221). Hadisler bu ve benzeri oyunları, mescidlerde dahi oynamanın, kadınlarla
birlikte seyretmenin caiz olduğu, genç kız ve kadınları fazla sıkmamak, baskı altında tutmamak, meşru eğlence isteklerini anlayışla karşılamak gerektiğini göstermektedir.
KOŞUCULUK: Asr-ı saadette yapılan sporlardan biri de koşuculuktu. Hz. Peygamber, Seleme b. Ekva ile Ensar’dan birine, (belli bir mesafeden) Medine’ye kadar koşu yarışı yapma izni vermişti. Bir sefer esnasında, hanımı Hz. Âişe’yle (r. anha) geride kalan Resûlullah (a. s. v.), onunla koşu yapmış ve bu yarışı Hz. Âişe kazanmıştı. Birkaç yıl sonra yeniden yapılan başka bir koşuyu ise Hz. Peygamber kazanmış ve Hz. Âişe’ye “Bu birincilik, önceki birinciliğin rövanşıydı” demiştir (Ebu Davud, “Cihad” 61; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI/264; Hamidullah, İslam Peygamberi, 11/1016). Yine Hz. Ali’nin de iyi bir koşucu olduğu bazı kaynaklarda nakledilmektedir.
SONUÇ: Sonuç itibariyle sporun ciddi faydaları ve bazen de zararlarının yanında, yapan ve seyredenler için eğlendirici yanları da vardır. Asr-ı Saâdet’te gerek savunma gerekse daha güçlü ve sağlıklı olma amacıyla o günün şartlarında çeşitli spor dallarıyla uğraşılmıştır. Meşruiyet sınırları içinde olduğu sürece bu tür spor dallarıyla uğraşılması mubahtır. Önemli olan gerek rakip sporcuya, gerekse sporda kullanılan canlı varlıkların hayatlarına kastedilmemesi veya yaralanmalarına
yol açılmamasıdır. Bununla birlikte hem sporun yapılışında hem de seyrinde dini / fıkhî kurallara aykırı davranılmaması da gerekir. Bütün oyun ve eğlencelerin mubah sayılması için, bazı şartlar gerekir. Mesela kısaca oyuna dalarak namazı ve ibadeti ihmal etmemek, oynayanların ya da izleyenlerin dillerini kötü sözlerden sakınması, rakip oyunculara insani ve ahlaki ölçüler içinde davranışta bulunmak, sporcuların dinimizde belirtilen giyim-kuşam ölçülerine riayet etmesi gibi hususları zikretmek mümkündür. Hangi alet ve metotla oynanırsa oynansın, oyunun önceden belli olmayan sonucunda, taraflardan biri veya birkaçı kâr yahut zarar edecekse, kumar gerçekleşmiş demektir. Spor ve oyunların kumara alet edilmemesi bağlamında Kur’an-ı Kerîm’deki şu ayet bizleri bağlayıcıdır: “Ey iman edenler! (Sarhoşluk veren her türlü) içki, (kaybedenin kazanana bir bedel ödediği her türlü) kumar, dikili taşlar / putperestlik sembolleri, (kehânet için kullanılan her türlü şans ve) fal okları şeytan işi pislikten başka bir şey değildir; o halde bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa erebilesiniz. Şeytan, içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan tamamen) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide Sûresi, 5/90-91). Bu âyetler, kumarı hem haram kılmakta, hem de bu hükmün hikmetlerini sıralamaktadır (Vecdi Akyüz, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, 111/509–51).
ATICILIK (OKÇULUK VE MIZRAKÇILIK): Yukarıda da geçtiği gibi Hz. Peygamber (a. s. v.): “Çocuklarınıza ok atmayı, ata binmeyi ve yüzmeyi öğretiniz” (Tayalisi, Sünen, 2096) buyurmuştur. Bu dönemde
MİHRAB
S
yapılan ok atma, hem bir savaş hazırlığı, hem de spor ve eğlence amacı güdüyordu.
67
Evler… Nafiz Yıldırım |
Ev sahibi ayda yetmiş lira alır. Kapıda at nalından, sarımsaktan bir nazarlık Önümüzde kaleler, arkası mezarlık. Gün olur çoluk çocuğunla bir bakarsınız Güzelim vaiz sokağında benim de Ferah, aydınlık bir evim olur …” Turgut Uyar
NAFIZ YILDIRIM Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Eşyanın ruhu var mıdır bilinmez; ama zannediyorum onlar da bizim gibidirler. Galiba ruhlarında (içlerinde) barındırdıklarıyla neşelenirler, hüzünlenirler, insanları bağırlarına basarlar bir ana şefkatiyle kollar ve korurlar. Aslında her şeyimize şahit olurlar; güzel, çirkin hayatımıza dair ne varsa… Ev sözcüğü şüphesiz mimariye ait bir terim; ancak mimariden çok sosyolojinin yahut psikolojinin bir parçası olmayı hak ediyor gibi. Bizi koruyan, saklayan, sırlarımızı açığa vurmayan, bizi ele vermeyen, dilsiz ama üzerimize titreyen mekanların elbette bir ruhu olmalı ki insanlar üzerinde bu kadar tesir ve iz bırakmış olsunlar. Galiba bu bakımdan psikolojinin bir parçası olmayı hak ediyorlar. Böyle olduğu içindir ki onlar için yüz yıllar boyu çok şeyler söylendi, yazıldı… Bütün medeniyetlerde ev, daha geniş ifadesiyle mimari hep ön sıralarda yer aldı. Dev sütunlar üzerine inşâ edilmiş devasa yapılar, güç ve ihtişam göstergesi oldular. İçinde yaşadıkları, yapıldıkları dönemlerde dahi hep hayranlık uyandırdılar. Hatta kendilerinden sonra gelen nesilleri bile hayran bıraktılar. Bir bakıma kendi dönemlerinin yaşam koşullarını kendilerinden sonrakilere net bir şekilde anlattılar susarak. Hayran olmamak elde değil, susarak, yüksek sesle konuşmak… “İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar. İrili ufaklı, birbirinden farklı, Ahşap evler, kagir evler yaptılar. Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu, Evlerin içi devir devir değişti
MİHRAB
Evlerin dışı pencere, duvar.”
68
B. Necatigil
Kafamızda ve yüreğimizde iz bırakan bütün medeniyetleri gözümüzün önüne getirdiğimizde göreceğiz ki bu medeniyetler, olumlu veya olumsuz mimarilerinin etkilerini toplum üzerinde göstermektedirler. Olumsuz dedik; çünkü mimari yapıları, evleri yerle yeksan eden güçler, medeniyetler de bugün hafızamızdaki yerlerini aldılar; Ebreheler, Moğollar… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bir bakıma gücün göstergesi olarak hem yıkmışlar hem de yapmışlardır. Gariptir ki her ikisi de iz bırakmıştır. Bu bağlamda İrem bağlarına, Fıratın kenarında yakın zamanda gün yüzüne çıkan Zeuma’ya, Efes antik şehrine, Aspendos kalıntılarına, Selçuklu ve Osmanlı mimarisine bakmak sanırım yeterli olacaktır. Bugün Amerika Birleşik Devletleri tarihinin veya geçmişinin olmadığından bahsederler; çünkü mimari yapısının gerilere gitmediğini hepimiz bilmekteyiz. Demek ki tarih bilincinin veya geçmişinin oluşmasındaki en önemli etkenlerden biridir mimari. Evler veya mimari unsurlar bir nevi geçmişle gelecek arasında konuşan bir tarih gibidir. Ve her dönemde de gücün ve ihtişamın göstergesi olmuşlardır. Bizler bir ülkenin, bir şehrin dahası bir insanın maddi ve manevi gücünü anlamak için evlerine (evine) bakıyor ve bir kanaat sahibi oluyoruz… Bugün Orta Afrika Kıtası’nda, Afganistan’da gördüklerimiz bizi hüzne sevk ediyor. Sadece hüzne mi sevk ediyor tabiî ki değil, onların maddi yaşamlarına dair her şeyi de okuyoruz. Aslında bu okumada bize yardımcı olan tek unsur o insanların görüntülerinden ziyade yaşadıkları çevrelerin ve mekanların bize anlattıklarıdır şüphesiz.. Bir şehre girdiğimizde büyülenir ve etkisinde kalırız. Bizi büyüleyen doğası değildir çoğu zaman; mimarisidir, yaşayan ve yaşanan bir kent olmasıdır zannımızca.. Öyle olmasaydı, insanların çoğu kırsal alanlarda yaşardı. Bu gün hala insanlar güçlü olduklarını anlatmak için evlerini anlatır ve gösterirler.
İlk tanıştığımız insanların önce alelacele adını, kimliğini (etiketini) nerde yaşadığını dahası hangi mahallede oturduğunu öğreniriz. Şunu kabul etmeliyiz ki bunu hepimiz yapıyoruz… Bütün bu gayretlerimiz aslında karşımızdaki kişinin ne kadar güçlü olduğunu anlamak çabasından kaynaklanıyor. Bu bağlamda kendimizi ve nerede durduğumuzu sorgulayabiliriz. Nerde durduğumuz derken, hangi değer yargılarına sahip olduğumuz anlamında… Yazının girişinde evlerin de ruhu var mıdır demiştik. Çok doğru, evlerin dahası bütün eşyaların ruhu vardır kanaatindeyiz. Bunu nesnelerin üzerimizdeki olumlu, olumsuz etkilerinden anlarız sanıyorum. Giydiğimiz değişik renkteki elbiseler, gittiğimiz değişik mekanlar bizi mutlu veya mutsuz edebiliyor. Zaten bugün ilimde geldiğimiz nokta da bütün eşyanın atomlarının, moleküllerinin hareket halinde olduğunu bizlere göstermektedir.. Çocukken köye, dedemin yanına gittiğimde (bugün olduğu gibi) güzel yapılı, içinde insanların cıvıl cıvıl hareket halinde olduğu evlere hayran olurdum. Tabi bunun yanında sahipsiz, kimsesiz dahası ruhunu, sahiplerini kaybetmiş evler de beni hüzne sevk ederdi. Küçücük aklımla Onların ruhsuz olduklarını, sahipsiz, kimsesiz olduklarını anlar hüzünlenirdim. Galiba bu alışkanlığım hala devam ediyor. Beni her zaman, perişan halde zar zor ayakta duran evler düşünceye sevk etmiştir. Bazen dakikalarca onları izler, dertlerine ortak olmak istemişimdir, çaresiz. Bunun yanında güçlükle ayakta duran evlere de üzülürüm. Sıvaları dökülmüş, ahşapları çürümüş, boyaları solmuş evlerdir bunlar ve içlerinde kendileri gibi hayata, geleceğe ümitle, iştahla bakmayan insanlar (yaşlılar) barındırırlar çoğu zaman. Bunu anlamak zor değildir elbette; çünkü nefes aldıklarını hissedersiniz ve aldıkları nefeslerinde de ne kadar zorlandıklarını görür, hüzünlenirsiniz..
Burada P.Safa’nın 9. Hariciye Koğuşundaki hasta çocuğun (kahramanın) hastaneden çıkıp yaşadıkları mahalleye geldiğinde, mahalleyi tasvir edişi akla gelmekte, çünkü hasta çocuğumuz da her sene kemik ameliyatı olur ve ayakta zar zor durur. Kendiyle, evler arasında manevi bir bağ kurar; “Fakat eve gittim. Şehrin bir ucundan öbür ucuna. Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli (iltihaplı) adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederdim. Kiminin kaplamaları biraz daha kararmıştır, kiminin şahnişini biraz daha yumrulmuştur, kimi biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir; ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum; ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkça yaşayamazlar, onları çok seviyorum; ve hepsi, rüzgârdan sancılandıkça ne kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeyler saklarlar, onları çok... çok seviyorum.” Buna mukabil aynı çocuk akrabalarının yanına (köşklerine) gittiğinde yaşam dolu olur ve hayata tutunur… Hasılı mekanların üzerimizdeki etkisi bir bakıma yaşamımıza yön verecek kadar güçlü dersek yanılmış olur muyuz bilmem… Atalarımız ne güzel demişler “dünyada mekan ahrette iman” diye. Sokakta yatıp kalkan insanlara acıdık ve evsiz, barksız insanlar dedik, onlar için.. Hatta “ev alma, komşu al” dedik.. Ne garip bugün evli barklı olduk ama komşularımızı ve bir çok değerimizi kaybettik. Son yüzyılda mimarimiz gelişirken sanki ruhunu kaybetti … Çok sahipli devasa binalar inşa ettik, ruhsuz fakat güzelliğine kapıldığımız bu beton yığınlarına sevdalandık hırsımızla… Üstad N. Fazıl’ın dili ve yüreğiyle; Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan! Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün arkan! Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada… Garanti yok sen gibi faniye sigorta da! Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın! Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın! /…./ Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu; Komşuluk mana ve ruh ne varsa heder oldu; Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden; Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden… Evim, evim, vah ışığım, anne kucağı evim!” MİHRAB
EVLER…
“Bizim ev iki oda, bir sofa
69
Bizden Kısa Kısa | BIZDEN KISA KISA
Evleri yüksek kurdular Önlerine uzun balkon Sular aşağıda kaldı Aşağıda kaldı ağaçlar. Evleri yüksek kurdular On bin basamak merdiven Bakışlar uzakta kaldı Uzakta kaldı dostluklar. Evleri yüksek kurdular Cama, betona boğdular Usumuzdaydı unuttuk Topraktan uzakta kaldı Toprağa bağlı kalanlar. Gülten Akın Şairin ifadesiyle “Bakışlar uzakta kaldı uzakta kaldı dostluklar…” Uzak kaldık birçok değerlerimizden. Geçmişte “buldum” diye sevinenler şimdilerde kaybetmenin hüznünü yaşıyor; hem de kaybettiklerini kendine bile itiraf etmekten korkarak…
MİHRAB
Hiç kimse, dahası birçok mimar, mekanların, içinde yaşayacakların psikolojisini, ruhunu hesaba katmıyor. İstatistikler insanların, en az on yılda bir ev değiştirdiklerini söylüyor. Şayet bu değiştirdiğimiz evlerin ruhları olsaydı, bu evler, bizden bir parça olsalardı, böyle kolayca onları terk edebilir miydik? Galiba kazandıkça kaybediyoruz…Bu sıkıntımız, edebi metinlere baktığımızda sanki yeni değil ve bu durumdan her dönemde şikayet edilmiş gibi… Burada Mehmet Rauf’un Karanfil ve Yasemin romanındaki mekanlarla ilgili eleştirel tespitini hatırlamakta fayda var: “…Ne pencerelerde, ne merdivenlerde naçiz bir hüsn endişesi olmadığı gibi, (…) Esasen bütün İstanbul evleri tek bir kafanın zevksiz dimağının mahsulü olmak üzerine yapılmış çergelerden başka bir şey miydi?” (KY: 216)
70
Üstad Sezai Karakoç Balkon şirinde, bu hali (ironik bir şekilde) çok güzel anlatmakta; Çocuk düşerse ölür çünkü balkon Ölümün cesur körfezidir evlerde Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Genç Önder
Anneler anneler elleri balkonların demirinde İçimde ve evlerde balkon Bir tabut kadar yer tutar Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen Şezlongunuza uzanın ölü Gelecek zamanlarda Ölüleri balkonlara gömecekler İnsan rahat etmeyecek Öldükten sonra da
2019 Mezunlarımızın Mezuniyet Programlarını Yaptık, Katılımıyla Bizleri Onurlandıran Memduh Başkanımıza Teşekkürler
Arapça Şiir Okuma Yarışmasında Öğrencimiz Yüsra Akyurt İl 1.’si Oldu.
Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarları Sezai Karakoç Hasılı hep kazandığımızı sandıkça kaybettik ve kaybetmeye de mahkumuz. Bu evler kimin, mülk kimin, evim var diye sevinenler, evim yok diye üzülenler nerde..? Yine geldik bizim Yunus’un (K.S) durduğu yere;
Okulumuza Hoş Geldiniz
Mal sahibi, mülk sahibi, Hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan!.. Ümit ediyoruz kaybettiklerimizi yeniden kazanır ve madde ile mananın birlikteliğini, bir saadetin şarkısını mırıldanır gibi yeniden mırıldanırız… Selam ve dua ile…
İl Müftülüğünde Kahvaltı
Mevlid-i Nebî’de Öğrencilerimize Belediye Başkanımız Memduh Büyükkılıç Pilav İkram Etti.
MİHRAB
Evet devasa binalar, içini ruhunu görmediğimiz binalar inşa ettik. Daha önceki dönemlerde yapılan evlere, konaklara baktığınızda sahiplerinin özelliklerini görmeniz mümkündü. Oda sayısına, avlusuna, avlu duvarına kadar hasılı nereye ne kondurulmuşsa hepsinin bir izi, bir anlamı vardı sahipleri için ve sahipleriyle ruh ve beden gibiydiler. Bugün aynı şeyleri söylemek mümkün mü? Genel olarak şüphesiz sıra dışı mekanlar inşa edilmekte; ancak bugünün mimarisi ruhsuz ve manasız mekanlar halindeler sanki..
71
Biraz da Osmanlıca |
MİHRAB
MİHRAB
BİRAZ DA OSMANLICA
72
73
İki Hece Meryem Kaya |
Babama Mektup Zeynep Yaman |
BABAMA MEKTUP
74
Yasaklı bir kelime gibisin artık Sensiz olmak yoruyor insanı Sanki öldüm bende seninle Gömüldüm kara toprağa
Ah bu gökyüzü sana benziyor, sessiz Hüznü de neşeyi de hep yaşıyor Ah bu deniz, bu ağaçlar sensin Baktığım her şey seni anlatıyor
Sanki cennet bahçesiydin Belki bir papatya… Ah sen benim canımdın Ölen sen misin ben mi baba?
Ellerim ağrıyor sana yazmaktan Kimseye gönderemediğim mektuplarım var Bu mektuplar sana ama Sen hiç gelmiyorsun baba
Hani korkardım küçükken Beni bırakıp uzaklara gitmenden Ama sen beni bıraktın baba Sen beni yalnız bıraktın…
En çok annem yaşıyor hasretini Cam kenarında yaşlanıyor Saçları ağardı çoktan Elleri, yüzü, kırış kırış oldu
Seni unutmaktan çok korkuyorum Yüzünü, gözlerini, sesini, gülüşünü… Seni unutmaktan korkuyorum baba Ve her gün yüzün biraz daha siliniyor.
Bu mektuplar hep sana baba Canıma, kahramanıma… Bana bıraktıklarını saklamaya çalışıyorum Ama seni de anıları da unutuyorum
Çok acı çekiyorum baba Gencecikken bıraktın gittin beni Seninle dertleşememek acıtıyor canımı Eve gelince karşılayacağım bir babam yok.
Seni çok özlüyorum baba Herkesten çok Seni çok seviyorum baba Ah yasaklı bu kelimeler…
İki Hece MERYEM KAYA 10/E
H
er şey iki hece ile başlar. Dünya’ya geldiğinde belki de ilk o heceleri söylemişsindir. İlk adımlarını atarken belki de ya da ilk düştüğünde. Bazı şeyler iki hece gibi görünse de özlemi büyüktür. Bazı şeyler neden özlenir ki çok sevildiğinden mi? yoksa sevmeye dayanamayıp gittiğinden mi? Benim de özlediğim şeyler var. Çünkü sevgisine, kokusuna, dayanamadıklarım var. Ben çocukluğumdaki bayramları özlüyorum. Sevgi vardı, saygı vardı, en önemlisi sevdiklerimin kokusu vardı. Giden belki özlemez de kalan özlemekle bir olur. Özlem ve hasret birbirine yoldaş olurlar. Eğer en sevdikleriniz gittiyse yalnızlaşırsınız. Kimsenin gözünde değeriniz kalmaz ve size hep eksik gözüyle bakarlar. Emin olun ki gidenin kokusu, sesi, gölgesi size geride bıraktığı emanetidir. Gölgesi özlenir mi? Yok artık demeyin! Gölgesi bile özleniyor çünkü ayrılık büyük imtihandır. Büyükler hep der ya Allah ayrılık vermesin diye kalbi ayrılığa düşünce anlıyor insan.
Bu imtihana dayanmak ya bir haykırış ya da hatırladığın bir bakışın içine çeken sonsuz bir bekleyiştir. Gözlerindeki o yaşanmışlık var ya; işte o akla düşünce belki de el ayak buz kesilir, derman kalmaz hiçbir şeye, iştahı kesilir, gülmeyi unutursun. Ruhunun karanlık noktalarında çaresizce bekleyen hasret ve özlem kaybolup gitmiştir artık. Ve dayanamaz gibi olur kalbin ama buna rağmen insanlar daha da canını acıtmasın diye güçlü durur ve gülümsersin. Çoğu insan gerçekten mutlu zanneder, bilmez hangi karanlığın içinde boğulup gittiğini anlamaz, duymaz sesini. Ama içi kan ağlıyordur. Bir nesne özlenirse yerini başka bir şey geçebilir, fakat özlenen bir insan ve hayatımızda büyük bir yer kaplıyorsa işte onun yerine hiçbir şey konulmaz çünkü o sönmüş ışığın feneri olur.. Gündüzleri insanlar acılarını belli etmez genelde çünkü; bu tür insanların yaraları kabuk bağlamaz ve dışardan görülebilecek kadar açıkta tutmazlar. O yüzden geceyi tercih
ederler. Gecenin kör karanlığında seni kimse fark etmez ve kendi benlikleri ile baş başa kalırlar. Gökyüzüne anlatılır bütün kara bulutlar acımız biraz olsun dinsin, unutulsun diye fakat unutulmaz sadece tozlu raflara kaldırılır. Ta ki onu hatırlatacak bir olaya kadar çok denedim unutmayı fakat olmadı. O hiç kimsenin dilinden düşmeyen iki hece var ya hep karşımdaydı ve çıkmaya da devam edecek. Kalbimi belki parçalıyor fakat dayanacağımı biliyorum. Derdi veren Allah dayanma gücünü de verir elbette hem ne diyor bakara suresi 153. Ayette “Allah sabredenlerle beraberdir.” Bu ayete dayadım kalbimi. Ben özlüyorum belki kimse bilmeden, anlamadan, görmeden, duymadan. Ben özlüyorum iki hecelik o dolu dolu kelimeyi. Nedir bu iki hecelik çok güzel ve anlamlı olan. Söylendiği zaman içini huzur kaplayan nedir? Çok merak ediyorsunuz değil mi? “Baba” desem anlar mısınız beni? Tutar mısınız ellerimden babamın tuttuğu gibi?
MİHRAB
MİHRAB
ZEYNEP YAMAN 10-D
75
Benim Dünyamdaki Kitaplar Betül Akarsu |
Nazım’a Dair Yazmak RUMEYSA KAHVECİ 12-F
N
azım’ın ruhunun koridorlarında geziyorum. Deniz, sevgi, insan kokulu, parmaklıklı koridorlarında, eskimiş bir o kadar da dolu, bir o kadar da boş koridorlarında... Duvarlarına yazılı şiirlerini okuyorum. Beni alıp götürüyor, sürüklüyor peşinden... Münevver’e, Piraye’ye Vera’ya. Bazen sokağa iniyoruz, deniz oluyoruz onunla, insanlara sesleniyoruz. Kayboluyoruz insanların içinde, kavgasının içindeki gibi. İçimizden gelen sesleri kuralsız dizelerimizde haykırıyoruz topluma. Parmaklıklara düşüyoruz. Soğuk, paslı demirlere, rutubet kokulu duvarlara. Kazıyoruz sevgilinin ismini Piraye... Ne güzel şey hatırlamak seni yazmak sana dair hapiste sırt üstü yatıp düşünmek: filanca gün falanca yerde söylediğin söz, kendisi değil edasındaki dünya...
MİHRAB
Durmadık yıkık duvarlara yazdık satırları, törpülemeden zihinlerimizi, kırarak yazdık kalemimizin ucunu, kelimelerimiz kırılmasın diye. Bağırabilmek insanlara dokunabilmek, yerlerinden kaldırabilmek için yazdık, gittik. Kelimelerimiz idam edilmesin diye zemherinin koynunda...
76
İşte şimdi soğuktu ama özgürdük, kelimelerimiz, düşüncelerimiz, kalbimiz özgürdü burada, donan ellerimizi ısıtmak için dokunuyorduk yüreklere... Değiştiriyordu soğuk bizi artık farklı yazıyor daha farklı düşünmeye başlıyorduk.
Yitiriyorduk bahçeleri, zift dökülmüş güller, hırçın denizler bize eşlik ediyordu şimdi. Küçük bir çocuğun heyecanı gibi titrerdi ruhu Vera’yı görünce. Yazdığı mektuplardan, şiirlerden tanırdım ben onun Vera’sını. Ona kelimelerini giydirir güzelleştirirdi. Özlem denizinde yüzdürürdü onu. “Herkese selam sana hasret” derdi öyle de oldu. Nazım’ın yüreği buz tuttu. Ömrü sayılara, güneşin batışına ay’ın doğuşuna kalmıştı. Nazım Vera’ya hasret, uğruna gittiği memleketinin topraklarına uzak, zemheri topraklarına yatırıldı, aşk dolu bedeni... Denizler mi sen Yıldızlar mı sen Bu esen rüzgâr mısın sen Gel yine deniz, gel yine gece olalım. Gel yine soğukta ellerimiz donsun aşk aleviyle yanan ruhumuzda ısıtalım. Gel yine savunalım aç, susuz, yorgansız, başına yağmur tanesi değenleri. Gel yine dök uzunlu, kısalı tek dizelik şiirlerine içini. Haykır ruhunu, kopar benliğini dizelere dökül. Dökül dökül ki Nazım buradan geçti, burada oturdu buradaki ceviz ağacındaydı diyelim. Gel Nazım bize, memleketine gel, hırçın deryaları, soğuk rüzgârları, ruhumuzu aşıp gel. Ah be Nazım; edebiyat Hocam hep: “Siyaset sanatçıya yakışmıyor, sanatçıyı daraltıyor, kirletiyor.” derdi. Ne kadar da haklıymış meğer. Öyle olsaydı seni daha çok severdik… Yine de bir gün toprağına gül bırakmam dileğiyle...
Benim Dünyamdaki Kitaplar
DILHUN YADIGAR - 2018 MEZUN
O
kumak, bir insanın her yönden gelişmesine aracı olan yegâne vasıtadır. Okumak, bir kez dünyaya gelip yüzlerce hatta binlerce hayatı insanın sanki kendisi yaşıyormuş gibi hissetmesidir. Hatta bizzat yaşamasıdır. Okumak, gelişmektir. Hem kendini olgunlaştırmak, hem de etrafındaki insanların düşüncelerini etkilemektir. Hayatı görmektir. Bu eylem bize insan zihninin farklı veçhelerini gösterir. Varlığından bihaber olduğumuz düşünceleri görmemizi sağlar. Bilgisizliğin kabuğunu derimizden soyup atmaktır. Kitap okumak da bunların başını çeker. Benim kitap okuma alışkanlığım öyle çok uzun yıllara dayanmıyor. Küçükken de okurdum ama düşkünü olacak kadar aşırı bir kitap sevgim yoktu. Ömer Seyfettin’in kaleminden hikâyeler okurdum. Kaşağı, Yalnız Efe, Falaka, Bomba... RobinsonCrusoe ve bunun gibileri. Klasikleşmiş, bilinen hikâyeleri hiç okumadım desem yeridir... Ne Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’i, Ne Hansel ve Gretel’i... Çoğunu okumadım. Ben, Kaşağı’daki Hasan’ın abisinin çaresizliğini hissederdim; Falaka’da o minicik çocuğun ayağının altına geçirilen falakayı
sanki kendim yemişim gibi sızlardı içim, ayaklarımı kendime çekerdim, bana da vurulacakmış gibi. Issız bir adada yalnız olup da hayatta kalabilen adamın zekâsının harikalığı ve yıllarca yaşaması beni çok büyülerdi… Küçükken benim için bir kitabı bir günde bitirmek çok büyük bir şeydi. Sanki büyüklere özgü bir şeymiş gibi görürdüm çabucak kitap bitirmeyi. Bir gün, orta kalınlıkta bir kitabı sadece birkaç saat içerisinde bitirmiştim. Hatırlıyorum da, ne çok mutlu hissetmiştim kendimi... Kitap okuma alışkanlığı kazanmamdaki dönüm noktalarımdan biri bu olmuştu. Kitapları gördüm o günden sonra. Varlıklarını hissettim... Yaşadıkları dünyaları merak ettim, kitap yazarlarının zihninin her bir köşesinde barınan en ufak bir ayrıntıdan yüzlerce sayfalık yazıları çıkarışlarına hayranlık duydum. En çok da merak ettim çünkü her insanın yetişme biçimi farklıdır ve yetiştirilme biçimi onların kalemlerine etki eden en önemli şeydir. İnsan zihnini adım adım gezmek gibi, yeni kalemlerin tadına varmak. En çok bunu merak ettim. KnutHamsun, Açlık kitabında yazarak karnını doyurmaya çalışan bir
adamın öyküsünü anlatır. Öyle güzel anlatır ki keşke o adamın yerinde ben olsaydım bile dersiniz. Keşke sokakta kalsam, açlıktan günlerce başım dönse ama hüviyetim kalemim olsa, dersiniz... Bir yerde, “Düşler ve sanrılar!.. Kendi kendime dedim ki: ‘Şimdi yemek yiyecek olursam kafam yine alt üst olacak... Aynı humma beynime musallat olacak ve yine manasız bir sürü icatla mücadele etmek zorunda kalacağım.’ Benim gıdaya tahammülüm yoktu. Bunun için yaratılmamıştım, garabetim burada idi, uzviyetimin gıdaya karşı nefreti vardı.” Ve bunu sırılsıklam aç olan bir adam söylüyor... Kalemi her şeyi. Böyle bir karakter yaratabilmek için yazarın da hissetmesi gerekir. Hissedilmezse yazılamaz. Kim bilir, belki yaşamıştır bile..? Okumanın böylesine zevk verdiği bir dünya nasıl terk edilebilir ki..? Nasıl sırt çevirip küflenmeye bırakabilir insan o sayfaları..? Kütüphanelerde gördüğüm o raflar dopdolu ve kimisine yıllardır elini dahi süren olmamış, bırakın okumayı... Kendini geliştirmek isteyen biri okur; sürekli, durmadan, ansızın, nagehan okur da okur...
MİHRAB
Nazım’a Dair Yazmak Rumeysa Kahveci |
77
Gökkuşağım Mehmet Şimşek |
Mehmet Şimşek Meslek Dersleri Öğretmeni
Gözleri kör edercesine parlak, Kulakları patlatırcasına gürültülü. Yağmursa yağabildiğine yağıyordu, Gökten boşanırcasına. Acaba Nuh tufanı tekrar mı ediyordu? Etrafta bir gemi de yoktu ki sığınayım. Su diz kapaklarımı geçmişti. Elbisem vücuduma yapıştığı kadar yapışmıştı. Oysa benim o zamanlar siyah ve beyazım vardı, Güçlükle ilerliyordum. Sadece siyah ve beyaz… İlerliyordum ilerlemesine ama, Beyaz o kadar değildi ama, Bazen çamurlu suda sürüne sürüne, Siyah pek bir iç karartıcıydı. Bazen düşe-kalka. İçimi sıktıkça sıkıyordu. Bütün olumsuzluklara rağmen, Bunalıyordum. Yaklaşıyordum gökkuşağına. Rahatsızdım, Ulaşacaktım, Kurtulmalıydım, Kavuşacaktım ona. Ne pahasına olursa olsun kararlıydım. Hayaliydi ortamımı unutturan. Evet, yaklaşmıştım. Ona ulaşmak zor demişlerdi bana. Çocuklar gibi seviniyordum. Yağmurlu havalarda çıkarmış, Tüm karanlıklar geride kalacaktı artık. Islanırmışım, Hem de sırılsıklam olurmuşum, O da ne…!? Hatta sudan çıkmış sıçana bile dönermişim. Birden kayboluvermişti. Olsundu. Gökkuşağını göremiyordum. Döneydim. Yer mi yarılmış, Ona ulaşaydım da, tek sıçan olaydım. Yoksa gök mü açılmıştı da içine girmişti. Nereye gitmişti. Karar vermiştim bir kere Neredeydi. Ve çıktım yola. Kayıplara karışmış, kaybolmuştu. Şimşekler çakıyordu,
MİHRAB
Güzelliğini anlatmışlardı bana. Gökkuşağı tek hedefimdi. Kitaplarda öyle yazıyordu. Her çeşidinden renkleri varmış, Ve renkleri çok parlakmış Göz kamaştırırcasına güzelmiş, Mavisi, kırmızısı, yeşili varmış.
78
Gerçekle yüzleşmiştim o an. Gerçek bazen ne kadar acı veriyordu insana. Yalan söylediler bana Ulaşırsın dediler. Yeter ki azmin olsun dediler Sıkıntısına katlan dediler. Yalan söylediler bana, yalan… Bunu bana neden yaptılar. Oysa gerçeği söyleyebilirlerdi. ‘Gökkuşağına ulaşılmaz.’ Diyebilirlerdi. Belki o zaman kırılırdım onlara. Ama sonra anlardım onları. Ve şimdikinden daha çok severdim Boşaydı çırpınışlarım. Yağmurun tam ortasındaydım artık. Yapayalnız. Çaresiz. Sırılsıklam. Sudan çıkmış sıçan gibi… Dimyat’a pirince giderken, Acaba evdeki bulgurdan da mı olmuştum? elimi havaya kaldırıp son bir gücümle yalvardım: ‘Ben artık gökkuşağının renklerini istemiyorum. Siyahımı ve beyazımı istiyorum. Hatta beyaz da sizin olsun. Siyahı verin bana, benim siyahımı…’
Sarımsaklı Muhallebi MEHMET ORHAN Meslek Dersleri Öğretmeni
B
uradaki aşkı, kadın-erkek arasındaki kimyasal ve duygusal hâl anlamında değil, zirvesine ulaşmış salt sevgi manasında düşünürsek; aradaki ilişkinin mahiyetine göre insanlar birbirlerini sevebilirler. Bu, normaldir. Herkesin sevdikleri/çok sevdikleri vardır. Ancak körleştirecek seviyeye geldiğinde arkadaş durum vahimleşmeye başlar. Ana, baba, eş, evlat, hoca, komşu, öğretmen, öğrenci… vs. Tabii ki sevilir. Ancak her birine gösterilmesi gereken sevginin sınırlı olması gerektiği açıktır. Bunlara Allah ve Rasulünü de ekleyebiliriz. Sevginin sınırlarının çizilmesi ve belirlenmesi gerekir. Yukarıdaki ana, baba, eş ile başlayan dizedeki kişilere duyulan sevgi, aşk birbirinin yerine konması imkânsızdır. “Eş, ana-baba gibi sevilmez” başlığı altında özel bir hâl olarak ele alınır ve İslam hukukunda boşanma sebebidir. Örnekler artırılabilir… Ana-Baba’ya beslenen sevgi anormalleştiğinde, ensest sapıklık boyutuna kadar gider… Peygamberlere gösterilecek sevginin sınırı belirlidir. Peygamberi, Allah’ı sevdiğimiz gibi seversek Hristiyanların düştüğü yanılgıya düşeriz. Allah’a hasretmemiz gereken sevgi, herhangi bir insana duyduğumuz sevgiye benzerse şirke düşmüş oluruz. Meşhur kaidedir; bir şey haddini aşarsa, zıddına inkılap eder. İnsanın hocasına veya bir başkasına olan sevgisi, haddi aştığında ve onu olmaması gereken bir yere koyduğunda, artık onun söylediklerini sorgulamamaya ve en kötüsü, söylediği her şeyde mutlak kendinin anlamayacağı bir şeylerin olduğunu ve kendine düşenin söyleneni olduğu gibi yapmasını gereğine inanması, iradesinin sonunun başlangıcıdır. H. Cibran’ın ifadesiyle: “İnsan bir fikirle sarhoş olunca, bu fikir hakkındaki en çürük ifadeyi bile leziz bir şarap kabul eder.”
MİHRAB
GÖKKUŞAĞIM
79
Bir Gül Meselesi… Rahmet Nur Tırtır |
Ve dedik ki: “Esselatü vessalamu aleyke ya Rasulallah” Sana geldik Efendim, layık olamasak da çağırdın ya bizi buraya Elhamdulillah… Evimize gelmiştik, değişik hisler içerisindeydim; acaba alışabilecek miydim? O duyduğum Arap lisanını bir gün öğrenebilecek miydim?... Çok farklıydım, hem çok cesur, bir yandan da o kadar ürkek… İlk yeşil kubbe göründü gözüme.. Ayaklarımın yerden kesilişiyle beraber hoş geldin ümmetim! deyişi yankılandı kulaklarımda Allah Rasulü’nün…
Bir Gül Meselesi… MİHRAB
RAHMET NUR TIRTIR 10/H
80
H
asret yurdum, gül diyarım ve en sevgilinin huzur bahçesi;
Küçüktüm daha o zamanlar, 12 yılın hasretine kavuşmak için, BİSMİLLAH! Deyip yola koyulduk, zordu gitmek meşakkat gerektiriyordu, tüm araştırmalardan sonra babam yola çıktı. Önce kendi işlemlerini halledip Mekke’ye Efendimizin doğduğu topraklara gitti. Annemin şu sözleri üzerine “Git hacım istersen haremin bahçesinde yat ama Allah aşkına götür beni Medine’me… Muhacir olalım Ensarlarla tanışalım…
Cennet bahçesinde biz de namaz kılalım, yurdumuz yuvamız orası olsun, bir tas da olsa çorbamız orada pişsin… Bir Medine fukarası da biz olalım…” Böyle bir istek nasıl reddedilebilir ki?... Babam da çıktığı bu yolculukta canla başla koyuldu işlere… Çok bekledik ama hiç ümitsizliğe kapılmadık, biliyorduk; O ki Âlemlerin yaratıcısı Rasulullah’ın davetlilerini geri çevirmezdi… Mekke’deki bir otelde babam tanıdık biriyle karşılaşmış, bakın Allah’ın işine ki, öyle böyle derken o adam babama iş olduğunu eğer isterse Medine’de hurma bahçesinde çalışabileceğini söylemiş… Tabi ki babam da kabul etmiş… Ve, Medine zamanı… Aylardır beklenen an, o davetiye, o arayış… Gel ümmetim demiş Râsul, gel yeter hasret çektiğin… Âcizane kapandık secdemize, gitme haberimiz geldiğinde… Henüz hissetmemiştim oraya nasıl bağlanacağımı, hatta sanmıştım ki bir ara, özlerim burayı ablamı, abimi… Ta ki o uçağın içinde yankılanan Medine-i Münevvere’ye girdiğimiz haberiyle, göz-
Ve bir nida yükseldi Kubbetul hadra’dan; ALLAHUEKBER, ALLAHUEKBER, LAİLAHE İLLALLAH ALLAHUEKBER… Bilal-i Habeşi’nin Allah Râsûlü olmazsa ezan okuyamam deyişi geldi aklıma; İnsanların cennet bahçesine koşturduğunu görünce asrı saadet yurdunda olduğumu bir kez daha anladım… Küçük, büyük, yaşlı, genç herkes huzuru ilahiye kavuşmak için koşuyordu… Namazımızı eda ettikten sonra gözlerimi o muhteşem huzurda gezdirip, Medine hayalimizin, içinde buldum kendimi… Ve artık hayaller bitip hayata başlamıştı yolculuk… Evimize gelmiştik, küçük ve filmli pencereleri, kahverengi ahşap kapısı, yeşil halıfileksle kaplı yerleri bana bir hayli ilgi çekici aynı zamanda hoş gelmişti… Zaten oradayken, evin, arabanın, malın, mülkün hiçbir önemi yoktu Allah Rasulü varken… Medine’de 24 saat, Türkiye’dekinden epeyce farklıydı. Sıcak iklimden dolayı burada hayat güneş battıktan sonra başlar, ta ki güneş doğana kadar devam ederdi, dükkanlar sabah namazıyla açılıp, öğlen kapanır, gün batarken tekrar açılırdı. Ezan okunduğu an bütün esnaf, dükkanlar açık, eşyalar dışarıda hiçbir güvenlik olmaksızın öylece bırakıp namaza giderlerdi… Ve onlar da biliyordu ki bu beldede kardeş kardeşe kötülük yapamaz, sırtından vuramazdı, şayet başka durumlar olsa bile şeriat hükümleri uygulanırdı… İnsanların güler yüzlülüğü ve tabiî ki ticarette
yapmış olduğu pazarlıklar insanı bir hayli mutlu ediyordu… Üç beş gün derken artık okula gitme zamanım gelmişti. Okulda ilk günüm kimseyi tanımadığım için biraz yalnız geçmişti. Sonradan sonraya birbirimizle kaynaşıp kardeş olmuştuk Elhamdülillah. Kız ve erkek okulu ayrı ama birbirine yakındı. Hocalarımızın tümü kadın ve okula tabiri caizse erkek sineğin dahi girmesi yasaktı. Öğretmen ve öğrenci arasındaki bağ oldukça samimi, içten ve aile gibiydi… Dersler ise Türkiye’dekiyle aynıydı. Fakat lise bittiği zaman YÖS sınavıyla Türkiye’de üniversite okunması gerekiyordu çünkü burada Türk Üniversitesi yoktu. Bir gün okul çıkışı yeşil kubbenin karşısında otururken karnımın acıktığını hissedip sanki Efendimiz beni duyarcasına Ya Rasulallah ben senin misafirin değil miyim? Bana yemek ikram etmeyecek misin? Dedikten hemen sonra birisi gelip elime bir yemek paketi uzattı. O zamanlar çocuktum tabi, kıssadaki hisseyi çok fazla anlayamamakla beraber, sevinçle yeşil kubbeye baka baka Rasulün ikramını yemiştim… Ve şu da bir gerçek ki; o hüzünlü şehirde hiçbir zengin ve fakir aç kalmaz, evsizlere ev, yurtsuzlara yurt, kimsesizlere sahip olurdu o yetim şehir… Mucizelerle, beklenmedik mutluluklarla doluydu Medine’min her anı… Cuma günü; Bir bayram sabahına uyanırmışçasına aralanırdı o masum gözler, bembeyaz entarileriyle, Efendimizin gönül bahçesinde sağa sola koşturan, Habibullah’ın küçük ümmetlerinin aldıkları huzur, gözlerinden okunuyordu… Cuma’nın bereketi ile nasiplerini arıyorlardı… Çünkü o güzel günde büyükler tarafından istisnasız bir şekilde hediyeler taksim edilirdi… Yine büyükler de kefeni andıran elbiseleriyle bize ölümü hatırlatırlardı, adeta mahşer yerine dönerdi o kutlu bahçe … İmamların namazı ağlayarak kıldırmalarıyla cemaatin Âmin diyerek secdeye kapanışları insanı tutup kendine getiriyordu… Hele de 11 ayın sultanı olan Ramazan-ı Şerif… Kendi fakir gönlü zengin insanların, sıcacık tebessümleriyle dolu Rahmet sofraları ve o sofraların başında hiçbir karşılık beklemeyerek yalnızca sevgilinin
mübarek sözlerine uyarak Allah’ın rızasını uman Rasul aşıklarının çağırışları… Artık epeyce alışmıştım Medine’ye, sokaklarına, bir sıkıntın olsa yardımına koşan insanlarına, aile yuvası gibi okuluma, yemeklerine, tadına, tuzuna her şeyine alışmıştım, Medine’sinden tut, Al baik’ine, sudan ucuz muzlarına, Medine’mden Mekke’me giderken arabamızın camına atlayan maymunlarına bile… Kısacası her şeyine işte… Efendimiz (s.a.v); “Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir.” buyurmuştur… Yeşil halılar, insanların gözyaşı dökerek hıçkıra hıçkıra ağladıkları, secdelere kapanıp “Esselatü vesselamu aleyke ya Rasulallah, essalatu vesselamu alayke ya Ebubekrin sıddıkiEssalatu vesselamu alayke ya Ömeri hattab…” nidalarının yankılandığı cennet bahçesi… Huzurun kaynağı, duaların kabulü, tövbelerin makbulü, Rasulullah’ın evi… Hakikatin sesi, nefesi, ta kendisi… İçim sıkıldığı an oraya gidip Ravzay-ı Mutahhara’da ağlayarak, dua ederek secdeye kapandığımda daha secdeden kalkmadan sıkıntımın gittiği yer… Nasıl geçtiğini anlamadığım bir şekilde büyümüştüm… Ve tüylerimi ürperten gurbete yaklaşıyorduk adım adım… Medine’min şartlarının ağırlaşması ve hükümetin değişmesiyle artık Türkiye’ye, benim için esas gurbet olan yere dönme haberi yakmıştı yüreğimi… En büyük imtihanı yaşıyorduk, bütün zerrelerim ayrılık acısıyla titrerken, bi yandan da kalbime huzur dolmuştu babamın; “Buraya veda etmiyoruz sadece kısa bir ayrılık yaşayacağız “Sözleriyle… Râsulullah’tan ayrılmak ne ana babadan, ne bacı kardeşten ayrılmaya benziyordu yakıyordu, kor ateş gibi yüreğimi yakıyordu inceden ve derinden… Hala aklıma geldikçe diyeceğim ama yanlış olur çünkü ben hala oradayım… Veda etmedim ben oraya… Görüşmek üzere YA RASULALLAH diyerek gözyaşlarımı emanet edip, oradan geldik… Allah bir gün nasip ederde o Kutlu Şehre giderseniz bu aciz ümmetinden selam götürmeyi unutmayın İNŞALLAH…
MİHRAB
lerimin mescidin kubbeleriyle buluşma anına kadar… Ve içimde sıcak bir esinti… Velhasıl indik uçaktan, yüzümüze vuran o ılık rüzgârla...
81
Biz Gider Olduk! Zehranur Öztürk |
12.
MİHRAB
sınıfa yeni geçmiştik ve okulun ilk günüydü. Büyük bir heyecanla bir an önce sınıfımıza gidip kimlerle hangi sınıfa düştüğümüzü öğrenmek için meraklı düşüncelerle okulun bahçesine attım adımımı. Her öğrenci gibi hangi sınıftayız, hangi arkadaşlarımız bizimle beraber ve en önemlisi sevdiğimiz hocalar dersimize giriyor mu girmiyor mu?
82
Klasik bir okul sabahı Müdürümüzün bize naçizane tavsiyeleri, Kur’an-ı kerim ile yapılan açılış ve geçtiğimiz yıldan mezun olan birkaç öğrenci konuşmasıyla başladık. Tabi biz arkadaşlarımızı görme arzusuyla yanıp tutuşurken o anların hiç geçmeyeceğini düşünmeden edemezdik. Nihayet konuşmalar sona ermişti ve yavaş yavaş sınıflarımıza doğru hareketlendik. Nereden ve neden olduğunu bilmeden fazlasıyla heyecanla dolmuştu kalbim. Sınıfımızı bulup merakla bakan gözlerim
ZEHRANUR ÖZTÜRK 2018 MEZUN
yakın arkadaşlarımı arıyordu ve sonunda en yakınımı bulmuş ve aylardır merak ettiğimiz ders programına ulaşmaya çalışıyorduk. Kapının girişinde bir dosyanın içerisinde asılı olan ders programına ilişti gözlerim. Büyük bir heyecanla ve merakla ilk işimiz tanıdığımız ve sevdiğimiz hocalarımızın dersimize girip girmemesiydi, tek tek baktım fakat gözlerimin hüzün dolu anlara şahit olduğu an yani beni çok seven ve benim de çok sevdiğim hocamın 4 yıl boyunca hiç dersime girmemiş olması ve buna duyduğum hayal kırıklığıyla dolmuştu gözlerim. Bu hüznümü ve hayal kırıklığımı şimdilik bir kenara bırakıp en sevdiğim derse hangi hocanın girdiğine bakmak oldu. Karşımda garip ve daha önce hiç duymadığım bir isim vardı. Büyük bir merakla sevdiğim dersin ilginç isimli hocasını bekledim ama okula gelmediğini öğrendim bu merakımı daha da arttırmıştı. Yana yakıla
bir sonraki dersi beklemem gerekecekti, o gün günümün nasıl geçtiğini anlamadım aklımda sadece sevdiğim dersin garip isimli hocasını bir an önce görmek ve tanışmak istemem vardı. Nihayet bir sonraki ders gelip çatmıştı, yine kendimde garipsediğim tuhaf bir heyecan vardı. Zil çaldı ve artık yavaş yavaş hocalarımız derslerine doğru adım atıyordu, bu arada tabii ki sınıfın kapısı açık! Merakla birkaç arkadaşımızla beraber hangi hoca bizim sınıfa gelecek bekleyişleri vardı. Gören duyan da bir şey var sanacak ama öğrenciyiz işte bizim de heyecanlı bekleyişlerimiz ancak hocalarımıza olurdu. Bekleyişimizin son bulduğu, merakımızın gittiği an, yani yeni hocamızın sınıftan içeriye girmesiyle son buldu. Aklımızda sormak istediklerimiz, hakkında her şeyi öğrenmek istememiz gayet normaldi sanırım. Selam verme faslı ve defteri imzalama faslı başlamıştı
Günlerden bir gün yine edebiyat dersindeyiz, sevdiğim dersin garip isimli hocası bizden bir yazı yazmamızı istemişti. Konumuz ise “O” bildiğimiz Türkçemizde bulunan 29 harfin 18. sırasında yer alan “O” harfiydi. Saçmalaya bildiğiniz kadar
saçmalayın ortaya bir yazı çıkartın demişti. Düşünüyorum, ne yazabilirim, hocamızın da dediği gibi ne saçmalayabilirim diye. Birkaç cümle döküldü kalemime, yazıyorum ama kendimden de pek emin değilim. Yazımı yarım bir şekilde bıraktım ama gün boyu düşünüyorum aklıma gelirse devam ettireyim diye fakat bir şey bulamıyordum. Ertesi gün derste birkaç arkadaşımıza okuttu gayet güzel saçmalamışlardı. Elimde duran fazlasıyla beyaz sadece bir kısmı karalanmış olan kâğıdı bir an önce ortadan kaldırmam gerektiğini düşündüm. İşte o zaman başlamıştı yazmaya olan merakım ve kendimi geliştirme çabam. İlkyazım tabii ki dillere destan değildi öyle de olmasını beklemiyorduk zaten ama başlangıç her zaman önemlidir. Sık sık yazıp sevdiğim dersin garip isimli hocasına göstermeye gidiyordum. Yaptığı yorumlar olumsuz da olsa beğenmese de canım sıkılmış da olsa hatta bir daha götürmeyeceğim de desem yine de kendimi yanında yazılarımı gösterirken buluyordum. Hatta bazen bunu bir öğrenciniz göndermiş deyip kendi yazılarım hakkında yorum alıyordum neden yaptığımı bilmiyordum ama yapıyordum işte. Zaman kısaydı ve birçok şey öğrenmiştim bile ama hala öğrenmem gereken çok şey vardı. Sinirlensem de yine de vazgeçmiyordum. Öyle bir zaman geldi ki güzel yorumlar almaya başlamıştım. Küçük olumlu bir dönüt alsam günün en mutlu insanı oluyordum. Zaman geçtikçe kalemim daha da güçleniyordu en azından sevdiğim dersin garip isimli hocası öyle olduğunu söylüyordu, ben kendimde pek gelişme görmesem de. Ne gitmelerim bitiyordu ne de yazdığım yazılar… Daha çok üretmem
daha çok yazmam daha çok öğrenmem gerekiyordu. Bazen içimden gelmiyordu, bazense sadece yazmak içimi dökmek istiyordum. Öyle ya her istediğimiz zamanında olmuyordu. Ve zaman bize hocayı da yazmayı da sevdirmişti; ama vefasız zaman hızla akıyordu, nasıl geçtiğini anlayamadığımız günleri haftaları geride bırakmıştık ve şimdi de ayrılık vakti gelip çatmıştı. Okuldan ayrılma vaktinin yavaş yavaş ruhumuza işlemesi an meselesiydi. Ne kadar gitmek istemesek de artık lise hayatımızın sonuna doğru yol alıyorduk. Zaman o kadar acımasız ki. Ne kaldı şurada. Yıl vardı zamana meydan okuyan. Yavaş yavaş akıp geçti ömrümüzden. Günümüz hızla geçiyor dediğimiz günler kaybolup gitti benliğimizden. Sonra ayları sayıyorduk. Şimdi ise haftayı bırakıp günlere başladık. Duvarların dili olsa da konuşsa yorgun olan gözlerimizi anlatsa sevgi dolu yüreklere. İşte başladı büyük maraton. Aldı bizi gözü yaşlı sınav telaşı oysa tek isteğimiz meslek sahibi olmaktı. Derdimiz büyük zannetmiştik başta, dertsiz yüreğimize dert edinmiştik. Kalemler ne çekti elimizden, ya sinirden yırtıp attığımız kâğıtlar, ya da yanlış mı deyip de sildiğimiz doğrularımıza ne demeliydi? Öyle veya böyle sona gelmiştik; ama bundan sonra kitap kardeşim, kâğıt-kalem can dostum olmuştu. Ve veda vakti gelip çatmıştı, şairin dediği gibi kalmak mı zordu, gitmek mi bilinmezdi; ama gitmeliydik ve de gittik… Yunus’un dediği gibi “biz gider olduk, kalanlara selam olsun.”
MİHRAB
Biz Gider Olduk!
hatta bitmişti bile, zamana adeta meydan okuyorduk. Nihayet tanışma faslına geçmiştik. Bilirsiniz okulun ilk günü yahut ilk dersi hep böyle geçer. Sevdiğim dersin garip isimli hocası önceki derslere neden gelemediğini anlattı, küçük bir rahatsızlık geçirdiğini ilk gün aramızda olamadığı için üzgün olduğunu belirtti, daha sonra ellerini tıpkı düşünceli ne konuşacağını bilmeyen bir konuşmacı edasında arkasında birleştirip tahtaya yaslandı. İlk başta ilgimi çeken hiçbir şey olmamıştı. Konuşurken o kadar yavaş konuşuyor ve kelimelerini o kadar özenle seçiyordu ki canım çok sıkılmıştı. Bazı söylediklerini hiç anlamamıştım doğrusu; çünkü bir o kadar da şifreli yani gizemli konuşuyordu sonra birden gözlerinin ve kulaklarının çok keskin olduğunu fakat bu sıralar gözlerinin bu özelliğini kaybettiğini belirtti tabi ben pek önemsememiştim. Yavaş konuşması benim uykumu getirmişti ve sıra arkadaşıma dönerek kitabı işaret ettim ve kitaba “çok uykum geldi” diye not düşmüştüm. Birden “gördüm” diye bir ses beni irkiltti. Hocanın yüzüne baktım hafif bir gülümsemeyle hiç yüzüme bakmadan anlattığı konuya hiç bozmadan devam etti. Oysa ben, o kadar utanmıştım ki kelimeler boğazımda düğüm olmuştu adeta ve o dakikadan sonra o anın verdiği utançla pür dikkat sevdiğim dersin garip isimli hocasını dinlemeye başlamıştım. Sevdiğim dersin garip isimli hocası sık sık konuşmasında “bunu hocanıza sorun size anlatsın” diyordu. Kimdi bu soruları soracağımız hoca, neyi kime soracaktık? Yine birçok gizem dolu sorularla baş başa bırakmıştı bizi. Hani hocalar gidince arkasından yapılan anlamsız konuşmalar vardır ya! İtiraf etmeliyim ki hemen hemen her öğrencinin zevkle yaptığı bu konuşmayı teneffüs sırasında şaşkınlıkla ve merak dolu bakan gözlerle yapmaya başladık. Tabii ki kötü konuşmalar değildi sadece çok değişik olması bizim ilgimizi çekmişti.
83
84
FATMA ABDULLAH 10-D
MİHRAB
MİHRAB
Çizgilerle Fatma Abdullah | ÇİZGİLERLE
85
Yedi On On Altı Şira Yağmur |
Ben Suriyeli Sündüs Sündüs Mustafa |
Ben Suriyeli Sündüs
Yedi On On Altı ŞIRA YAĞMUR 12/F
B
enim adım Sündüs Mustafa. 16 yaşındayım, 6 kardeşim var. Suriye’de İdlip’de yaşıyordum. Bizim 15/08/2012 tarihinde hayatımız değişti. O güne kadar içinde yasemin, limon çiçeği, reyhan ve başka güzel kokulu çiçeklerin olduğu cennet bahçeli saray gibi bir evde yaşıyorduk. Mahallemizde çocuk sesleri, komşuların sesleri vardı. Bir saniyede her şey yerle bir oldu. Korkunç, ürkütücü bir görüntüydü. Eski halinden eser kalmadı. Bütün mahalle yerle bir oldu. Bu insanlara ne oldu?
MİHRAB
Ramazan günüydü ortalık çok sessiz ve sakindi. Ben namaz kılmak için secdeye durdum. Ellerimi göğsümde birleştirdim. O anda çok şiddetli bir ses bütün sessizliğin ortasına girdi. Her şey o anda bitti. Bir afet gibiydi. İnsanlar, evler, taşlar her şey dümdüz olmuştu. Bütün hayallerim yerle bir olmuştu. Geçmişim, geleceğim, sevdiğim kitaplarım, oyuncaklarım, çiçeklerim…
86
Benim için hayat 15.25’te durmuştu. Benim babam pilot olduğu için siyasi tutukluydu. Bir anda ikinci bir âleme gittim. Çok karanlıktı. Zamansız, mekansız bir yerdi. Her şeyi unuttum. Etrafımdaki hiçbir şeyi hissedemedim. Sonra beni bir şeylerin çektiğini hissettim. Üzerimde büyük bir ağırlık vardı. Vücudum parçalandı diye düşündüm. Beynim patlamış gibiydi. Nefes almaktan aciz kalmıştım. Bağırıyorum, bağırıyorum ama sesim çıkmıyor beni kimse duymuyordu. Boğuluyor muyum, yaşıyor muyum, öldüm mü bilmiyorum, cevabını veremiyorum. Hiçbir şeyi idrak edemiyorum. Etrafta ne olmuş bilmiyorum. Bir anda bir elin bana dokunduğunu hissettim. Beni salladı “Ses ver, uyan gözlerini aç!” diye seslendi. “Kızım sana bir şey oldu mu?” dedi. YaRabbım bu babam! Bana “Hadi kalk.” dedi. Baba beni bırak kalkmak
istemiyorum, dedim. Babam beni kaldırdı. Ben yaşıyorum diye düşündüm, kalkmak istedim ama her defasında düşüyordum. Babam beni bir yere oturttu. O an etrafıma baktım. Bu olayı tarif edecek bir kelime bulamadım. Babam annemin üzerindeki taşları ve toprakları temizlemeye çalışıyordu. Annemi o enkazdan çıkarmaya çalışıyordu. Yaşıyorlar mı? Evet yaşıyorlar, gördüm. Annem çok kötüydü ama o kendine bakmadan beni soruyordu. Anne ben iyiyim, diye bağırdım. Annem cevap verdi:“Elhamdülillah, elhamdülillah!” Sonra kalktım etrafıma baktım. Etrafımda hiçbir şey yoktu. Her şey yerle bir olmuştu. Anne burada ne oldu, diye sordum. Sonra yerimden fırladım. Bu nasıl bir faciaydı? Annemin çığlıklarını duyuyordum. Kardeşim öldü zannetmişti. Babam o sırada kardeşimin üzerine düşen tavanı çıkardı. O yaşıyordu. Kucağıma aldım ama hâlâ inanamıyordum. Allah’ım bu bir mucize, dedim. Evden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Enkazın arasında bulabildiğimiz kıyafetlerimizi giydik ve oradan çıktık. Önce çocuk seslerinin, sevgi dolu insanların seslerinin olduğu bir mahallenin yerini çığlıklar, feryatlar, yardım çığlıkları almıştı. Herkes acı içinde kalmış, kıyamet kopmuş gibiydi. Her yerde parçalanmış insanlar ve kanlar vardı. Bunlar komşularımın, arkadaşlarımın parçalarıydı. Az önce gülen, konuşan, oynayan insanların. Mahallemize düşen bomba şimdiye kadar atılan en büyük bombaydı. İdlip’e, sivillerin üzerine atılmıştı. Bir aileden 30 kişi ölmüştü. Bunlar televizyonda gösterildi. Ama Suriye hükümeti bu olayı deprem oldu diye gösterdi. Yani yalan bir haberdi. Biz bombadan ölüyorduk. Bu bombadan kurtulduk, amcam bizi buldu ve “Hepiniz sağ mısınız, nasıl sağ çıktınız bu faciadan?”diye şaşırdı. Biz artık vücudumuzdaki ağrıları hissetmemeye
başladık. Yaralıydık, fark etmemiştik. İdlip’in en büyük hastanesine gittik. Yaralarımız iyileşti ama kalp yaralarımız nasıl iyileşecekti?.. Evsizdik artık. İdlip’i terk edip yakın bir köye gittik. Ama savaş o köye de geldi. Bu köyden de ayrılmak zorunda kaldık. Bu defa şanslıydık; biz ayrıldıktan kısa bir süre sonra, o ev yandı ve kül oldu. Başka köye gittik o köyde de bombalı araç patladı. O köyü de mahvetti. Artık nereye gidecektik? Hiçbir şeyimiz yoktu. Yanımızda sadece imanımız vardı. Bir karar vermeliydik. Türkiye’ye gelmeye karar verdik. Bu karar, dünyadaki en zor karardı. Memleketimin kokusunu içime çektim ve bu kokuyu kalbimin en derinliklerine hapsettim. Akrabalarıma bir vatan bıraktık. Allah’ım sen bize bu musibetlerin sabrını ver, bize bu dünyada ve öbür dünyada güzel şeylerle karşılaştır. Ben ülkeme sevgi içinde veda etmedim. Ülkemi savaş halinde bıraktım. Gidiyorduk ama nasıl bir yere gidiyorduk bilmiyordum. Ailem gurbeti seçmeye mecbur kaldı. Hayatımız, eğitimimiz içindi. Memleketin mavi gökyüzünü ruhlarımıza sarıp gurbete gidiyorduk. Türkiye’ye geldik. Kilis’te uçak seslerini, bomba seslerini duymayacaktık. Küçük kardeşim bu seslerden çok korkuyordu. Bizim şimdi en büyük hayalimiz, vatanımız. Türk kardeşlerimiz bize kapılarını açtı ve maddi, manevi bize destek oldular. Biz milyonlarca genç insan Suriye’ye dönmeyi ve orada yeniden Suriye’yi yaşatmayı çok istiyoruz. Suriye’den başka bir ülke istemiyoruz. Biz gençler bunun sorumluluğunu taşıyacağız. Vatanımızı eskisinden de güzel yapacağız. Bunun için çok okuyacağız ve çok çalışacağız. Savaşı sevmiyoruz ve istemiyoruz, yarınlarımız için barış bekliyor ve yardım istiyoruz: bitsin artık ne olur, yardım edin! Evimize dönelim...
Adımlarım benden izinsiz atılıyor Nereye gideceğini ezberlemiş. Girdim Hepsi durmuş beni karşılıyor sanki Yüzlerce insan çıt çıkarmadan duruyor Sessizlik… Sessizliği yırtan kalbim Adımlarım attıkça büyüyor. Yaklaştıkça kalbim havalanıyor Ruhum bedenimi terk ediyor her adımda Yokuşu çıkıyorum, bu ilk çıkışım değil Ona gelirken bu yokuşu bile görmüyor ayaklarım. Düz yol gibi Az kaldı Bu yol bir iki adımda biter elbet Zamanın sayılmadığı Yolun olmadığı bu yerde Beni sen değil Toprak Beni sen değil mezarın karşılar. Bir rüzgar sarıyor bedenimi Ben de seni, Hele de duyamadığım sesini Sen de bizi özle çocuk, Sen de bizi sev Sadece ikimizi Hem sevdik, hem özledik Bir ikimiz…
MİHRAB
SÜNDÜS MUSTAFA 9/Y
87
Bizden Kısa Kısa |
Kırk Hadis Etkinlikleri
Mevlid-i Nebî’de Okulumuzu Gelin Gibi Süsledik.
Okul Bahçesini Düzenleme Çalışmaları
2019 Mezunlarımızın Mezuniyet Programlarını Yaptık, Katılımıyla Bizleri Onurlandıran Memduh Başkanımıza Teşekkürler
MİHRAB
Kick Boks Yarışmasında Derece Yaptık
88
Suriyeli Öğrencilerimizin Erciyes Gezisi
NAZLI GÜNER BÜŞRA UĞUR MERVE NİLAYDA ÜNLÜ ÖZLEM GÖV KÜBRANUR DEREBAŞI SEHERGÜL DOKAN AYŞE DAĞ GÜLŞEN AKPOLAT AYŞENUR AY HAVAGÜL YAVAN HAVVA PINAR CIĞIR MÜNEVVER SARIÇİÇEK SELİN EKİNCİ BEYZA ÇELİK GÜLHAN GÜMÜŞ AYŞEGÜL YALÇINKAYA AYTEN AYYILDIZ ESRA GÜLHAN KÜBRA CİMŞİT AYŞEGÜL SARIÇAM GAMZE ÇELİKKANAT SELENAY ASYA ÖZDEMİR TUĞÇE TUFAN BEYZAGÜL ATİLA DİLARA NUR PERK GÜL NUR KAVAKLIOĞLU İLAYDA ADA MERVE REYAN ÇOBAN FİDAN AY HATİCE NEBİOĞLU İREM BOSTANCI BEYZA NUR ÖZBEK ÇİÇEK BAYRAM RÜMEYSA ALINÇ ASLIHAN ÜNAL FATMA SOYDEN BÜŞRA KAYA AYNUR ÖZER SÜMEYYE KILINÇ ZEYNEP ASLAN FATMA ADIYAMAN FATMA GÜL ŞAHİN GAMZE BALAK KADRİYE ŞAHİN MERVE SEZİGEN SÜMEYYE KANDEMİR ŞÜKRANNUR DEVECİ GAMZE ARDIÇ SİNEM TEKMEZ
Acil Yardım ve Afet Yönetimi Adalet Adalet Adalet Adalet (İÖ) Aşçılık (İÖ) Bankacılık ve Sigortacılık Biyoloji Büro Yönetimi ve Yönetici Asistanlığı Büro Yönetimi ve Yönetici Asistanlığı Büro Yönetimi ve Yönetici Asistanlığı Büro Yönetimi ve Yönetici Asistanlığı Büro Yönetimi ve Yönetici Asistanlığı Büro Yönetimi ve Yönetici Asistanlığı (İÖ) Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Çağrı Merkezi Hizmetleri Çocuk Gelişimi Çocuk Gelişimi Çocuk Gelişimi (Açıköğretim) Dış Ticaret Dış Ticaret Dış Ticaret Dış Ticaret Dini İlimler Gazetecilik Geleneksel El Sanatları Geleneksel El Sanatları Gıda Mühendisliği Gıda Teknolojisi Gıda Teknolojisi Grafik Tasarımı Halkla İlişkiler ve Tanıtım Halkla İlişkiler ve Tanıtım Halkla İlişkiler ve Tanıtım Hemşirelik Hemşirelik Hukuk Büro Yönetimi ve Sekreterliği Hukuk Fakültesi İç Mekan Tasarımı İktisat İlahiyat İlahiyat İlahiyat İlahiyat İlahiyat İlahiyat İlahiyat İlahiyat (İÖ) İlahiyat (İÖ)
AKSARAY ÜNİVERSİTESİ TOKAT GAZİOSMANPAŞA ÜNİVERSİTESİ MUNZUR ÜNİVERSİTESİ (TUNCELİ) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) YOZGAT BOZOK ÜNİVERSİTESİ NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ YOZGAT BOZOK ÜNİVERSİTESİ SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ BALIKESİR ÜNİVERSİTESİ TARSUS ÜNİVERSİTESİ (MERSİN) KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ YOZGAT BOZOK ÜNİVERSİTESİ SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ (ERZURUM) KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ RECEP TAYYİP ERDOĞAN ÜNİVERSİTESİ (RİZE) KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ ANKARA SOSYAL BİLİMLER ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ TOKAT GAZİOSMANPAŞA ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) SELÇUK ÜNİVERSİTESİ (KONYA) MANİSA CELÂL BAYAR ÜNİVERSİTESİ YOZGAT BOZOK ÜNİVERSİTESİ NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ KIRŞEHİR AHİ EVRAN ÜNİVERSİTESİ MARMARA ÜNİVERSİTESİ (İSTANBUL) HİTİT ÜNİVERSİTESİ (ÇORUM) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) RECEP TAYYİP ERDOĞAN ÜNİVERSİTESİ (RİZE) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ)
ZELİHA İNCİ
İlahiyat (İÖ)
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ)
ASLIHAN DEMİR CANAN KAYA DUYGU METİN EMİNE KEFKİR ESRA BIYIKLI FATMA NUR DURĞUN FATMANUR DELİOĞLU GAMZE KOKMAZ HATİCE CEYLAN HİLAL AYDEMİR İPEK KARAKAŞ
İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ (ERZURUM) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ (ERZURUM) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ (ERZURUM) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ (ERZURUM) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ (ERZURUM) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ (ERZURUM)
MİHRAB
2017- 2018 dönemi üniversitelilerimiz
BIZDEN KISA KISA
89
MİHRAB 90
MELEK YILDIRIM MERVE ÇELEBİ MERVE KAPCİ MERVE KARAKUŞ MERVE PAYDAŞ MERVE TOKUŞ SEMA NUR HEYBETLİ TUĞÇE YILDIRIM RESMİYE ÇOLAK ŞEYMA EDİZ ASLI BAKIR AYŞE NUR TUZCU ESRA NUR BUDAK MEDİNENUR ŞAHİN NURCAN ATMACA ŞERİFE TAŞKANAT ZEYNEP GÖKKAYA PINAR BUDAK NİMET YENEN SALİHA CEYHAN KADER DOĞAN ÖZGE ÖZKAN NESLİHAN YILMAZ SAFA MERVE KAHVECİ SAKİNE DAĞLI FATMA BETÜL KAÇAN HACER KUŞ GİZEM TAN İREM ŞAHİN ÖZLEM YILMAZ EMİNE ARSLANGİRAY GAMZE ALAN LALENUR KUŞKAYA TÜLAY SÖYLEMEZ ESENGÜL ÖZDEN SELMA TEPECİ HÜRİYE AKAGÜNDÜZ TÜRKAN AKYOL GÖZDENUR DEMİR CEYDA GÜMÜŞ NEFİSE SERENAY ÖZCAN CEYLAN KAHRİMAN FATMA SOYTÜRK HASRET KARDELEN KIZILKAYA HEDİYE YAKUT MELEK TURHAN GÜLAY BİRİCİK HATİCE KARATEPE RABİA ADEVİYE ATVUR BEYZA ÖZTÜRK GÜLTEN TEKKAYA NESRİN BEYZA SARIDAĞ ÖZLEM KARAOĞLU ŞEYDANUR YAKUT KÜBRA BEYAN NURGÜL ATMACA ELİF SUNULU TAHİRE FATMA GÜMÜŞOLUK EDANUR ÖZTAŞ SENA NUR BÜTÜN ŞÜHEYDA SARAÇ GÜLENDE HASDEMİR SAİME BETÜL AYDIN
İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim) İlk ve Acil Yardım (Ücretli) İnsan Kaynakları Yönetimi İslami İlimler İslami İlimler İslami İlimler İslami İlimler İslami İlimler İslami İlimler İslami İlimler İslami İlimler (İÖ) İş Sağlığı ve Güvenliği İşletme Kamu Yönetimi Laborant ve Veteriner Sağlık Laboratuvar Teknolojisi Laboratuvar Teknolojisi Laboratuvar Teknolojisi Maliye Maliye Mimari Dekoratif Sanatlar Muhasebe ve Finans Yönetimi Muhasebe ve Vergi Uygulamaları (Açıköğretim) Okul Öncesi Öğretmenliği (İÖ) Optisyenlik Optisyenlik Organik Tarım Radyo ve Televizyon Programcılığı Radyo ve Televizyon Programcılığı (İÖ) Radyo ve Televizyon Teknolojisi Radyoterapi Sağlık Kurumları İşletmeciliği (İÖ) Sanat Tarihi (İÖ) Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Sosyal Güvenlik Sosyal Güvenlik Sosyal Güvenlik Sosyal Güvenlik Sosyal Hizmetler (İÖ) Sosyoloji Sosyoloji (İÖ) Tarih Tarih Tarih (İÖ) Tıbbi Dokümantasyon ve Sekreterlik Tıbbi Dokümantasyon ve Sekreterlik Tıbbi Laboratuvar Teknikleri Tıbbi Laboratuvar Teknikleri Türk Dili ve Edebiyatı Türk Dili ve Edebiyatı Türk Dili ve Edebiyatı (Açıköğretim) Türk Halkbilimi Türk Halkbilimi Türkçe Öğretmenliği Türkçe Öğretmenliği
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ (ERZURUM) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) AVRASYA ÜNİVERSİTESİ (TRABZON) KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ AKSARAY ÜNİVERSİTESİ GİRESUN ÜNİVERSİTESİ NİĞDE ÖMER HALİSDEMİR ÜNİVERSİTESİ KIRŞEHİR AHİ EVRAN ÜNİVERSİTESİ NİĞDE ÖMER HALİSDEMİR ÜNİVERSİTESİ NİĞDE ÖMER HALİSDEMİR ÜNİVERSİTESİ KIRŞEHİR AHİ EVRAN ÜNİVERSİTESİ NİĞDE ÖMER HALİSDEMİR ÜNİVERSİTESİ KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ NİĞDE ÖMER HALİSDEMİR ÜNİVERSİTESİ SELÇUK ÜNİVERSİTESİ (KONYA) SELÇUK ÜNİVERSİTESİ (KONYA) SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ İMAM ÜNİVERSİTESİ NEVŞEHİR HACI BEKTAŞ VELİ ÜNİVERSİTESİ KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) KASTAMONU ÜNİVERSİTESİ KIRŞEHİR AHİ EVRAN ÜNİVERSİTESİ YOZGAT BOZOK ÜNİVERSİTESİ KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ NİĞDE ÖMER HALİSDEMİR ÜNİVERSİTESİ ZONGULDAK BÜLENT ECEVİT ÜNİVERSİTESİ KAYSERİ ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) YOZGAT BOZOK ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) AKSARAY ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) NİĞDE ÖMER HALİSDEMİR ÜNİVERSİTESİ NİĞDE ÖMER HALİSDEMİR ÜNİVERSİTESİ HİTİT ÜNİVERSİTESİ (ÇORUM) AKSARAY ÜNİVERSİTESİ KIRKLARELİ ÜNİVERSİTESİ SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) SİNOP ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ (ANKARA) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ İMAM ÜNİVERSİTESİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) ANADOLU ÜNİVERSİTESİ (ESKİŞEHİR) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ) SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ KAHRAMANMARAŞ SÜTÇÜ İMAM ÜNİVERSİTESİ
ŞEYMA ÇAVUŞ
Türkçe Öğretmenliği
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ (KAYSERİ)