Mihrab 2018

Page 1



Editörden “Gideriz nur yolu izde gideriz. Taş bağırda, sular dizde, gideriz. Bir gün akşam olur, bizde gideriz. Kalır dudaklarda şarkımız bizim.”

KAYSERİ KIZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ YAYINIDIR YIL: 2018 SAYI: 5 İMTIYAZ SAHIBI Şenol Doğan Kayseri Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdürü GENEL YAYIN YÖNETMENI Nafiz Yıldırım YAYIN KURULU Mehmet Altıngöz Ekrem Çelik Eda Adıgüzel Betül Akarsu Ceylan Güngör Zehra Nur Öztürk Gökçenur Şahin Sümeyye Kandemir ADRES Gülük Mah. Yunus Emre Cad. No: 13 Melikgazi - KAYSERİ ihl.mihrabdergi@gmail.com

YAPIM

Barbaros Mahallesi Oymak Caddesi Sümer Hukuk Plaza A Blok (8) Kat: 10 D.: 55 Kocasinan/KAYSERİ t: +90 352 221 16 16 bilgi@bilgegrafik.com BASKI

Orka Matbaacılık, İnecik Mah. Çırağan Sk. No: 4 Melikgazi / KAYSERİ info@orkamatbaa.com T.: +90 352 322 17 00

Aslında bütün gayemiz Üstad N. Fazıl’ın ifade ettiği gibi; “nur yolu izde” gittiğimiz bilinsin, bizim de şarkılarımız dudaklarda kalsın istiyoruz. Başka bir ifadeyle, gerilerde bize dair bir şeyler kalsın arzusundan besleniyor bütün bu gayretlerimiz. Ötelere gitmeden sevdamıza, derdimize dair bir şeyler kalsın, kalsın ki sevdamız iz bıraksın; kalsın ki derdimiz bilinsin istiyoruz… Taşa kazınanlar mı, yoksa yüreklere kazınanlar mı daha çok iz bırakır bilmiyoruz; ancak bildiğimiz bir şey var ki arkamızda kocaman yürekli, eli kalem tutan, derdi olan, sevda yüklü gönüller bırakıyoruz. Hep iddialı olduk ve sesimizi ötelere duyurmanın gayretini taşıdık. Geride bıraktığımız sayılarla iz bıraktığımız inancındayız.. Mihrab sadece okul içinde sıkışıp kalan bir dergi olmadı şüphesiz; dergimizi Cumhurbaşkanlığı Külliyesi dahil ülkemizin her köşesine postayla, internet yoluyla (ISSUU, EBA vs.) dünyanın her yerindeki okuyuculara ulaştırmaya çalıştık ve çok güzel tepkiler aldık, alıyoruz… Sözün ilk ve son sahibine şükürler olsun… Sanatın ve edebiyatın gücünü hala idrak edememiş bir takım bî ruhlar, bu tür gayretleri lüzumsuz zaman kaybı olarak görebilir ve bu tür gayretleri sanki birilerine şirin gözükmek endişesi olarak da algılayabilirler. Bunlar sanatın ve sanatçının ne olduğunu idrak edememiş, yüreklerinde bir sevdanın derdini taşımayan, bütün hayata kendi madde gözlükleriyle bakan ruhlardır ki bizim de sevdamızı anlayacaklardır elbet bir gün… Sanatın, tahrip gücü yüksek, üzerinden asırlar geçse bile etkisini ve gücünü kaybetmeyen tesirli bir silah olduğunu unutmamak gerek. Bizler maalesef bu silahı kullanmayı yeni yeni öğreniyoruz. Bizlere bir zamanlar, sanatı fantezi, edebiyatı hikaye diye öğrettiler, küçümsediler. Ama bilmiyorlardı ki Batı, bizi (Müslümanları) önce bu silahla uyuşturdu, ‘idraklerimize deli gömleklerini giydirdi’ ve sonra da Batılıların İslam alemini hangi silahlarla vurdukları ortada… Bu bağlamda son yıllarda, gençliğimizi bilinçlendirme, tarih şuuru oluşturma ve tarihimizle yeniden barışma adına (Diriliş Ertuğrul- II. Abdulhamid Han ve Kut’ül Amare gibi…) güzel eserler ortaya koyan, sanatın gücünü bilen ve bu sanat silahını güzel kullanan TRT’mizi ve onlara bu gücü veren bütün güzel insanları yürekten kutluyor ve alkışlıyoruz… Bu sayımızda edebiyat öğretmenimiz Ekrem ÇELİK’in bu konuyu ele alan güzel bir yazısını da severek okuyacağınızı umuyoruz. Her sayımızda orijinal olmayı ve uç isimleri konuk etmeyi adet haline getirdik şüphesiz. Öğrencilerimizin; Melikgazi Belediye Başkanımız Sayın Dr. Memduh BÜYÜKKILIÇ’la, Memur-Sen Genel Başkanı Sayın Ali YALÇIN’la, Kudüs Şairimiz Sayın Nuri PAKDİL’le, güzel insan Divan Edebiyatı aşığı Hayati İNANÇ’la ve 15 Temmuz şehidimiz Yeşilhisarlı Komiser Yardımcısı Kübra DOĞANAY’ın ailesiyle yaptıkları mülakatları okuyacaksınız. Bütün bu güzel insanlara çok teşekkür ediyoruz... Yine hayali mülakatımızın bu sayımızdaki konuğu 20. yüzyılın derviş mütefekkir hanımı merhume Samiha AYVERDİ’yle yapılan mülakatı, Kayserili olmasıyla övündüğümüz Peygamber aşığı YAMAN DEDE’yi ve öğrencilerimizin çeşitli deneme, şiir ve hikayelerini beğenerek okuyacağınızı ümit ediyoruz… 15 Temmuz ruhunu canlı tutmak ve vatan için canlarını sebil eden kahramanlarımızın, dualarımızla ve kalemlerimizle yanlarında olmak adına, şühedamıza da çokça yer vermeyi uygun gördük… Bu sayımıza maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen Melikgazi Belediye Başkanımız Sayın Dr. Memduh BÜYÜKKILIÇ Bey’e, Melikgazi Belediye Başkan Yardımcısı Sayın Dr. Yüksel KAHRAMAN Beye, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler Müdürü Sayın Erkan KÜP Bey’e; tasarımlarıyla dergimiz Mihrab’ı farklı kılan BİLGE TASARIM’a, her zaman arkamızda olan Okul Müdürümüz Sayın Şenol DOĞAN Beye, Müd. Yrd. Sayın Mehmet ALTINGÖZ Bey’e, Edb. Öğretmenimiz Sayın Ekrem ÇELİK Beye ve yayın kurulundaki emektar öğrencilerimize yürekten teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ezcümle; 15 Temmuz’da, Fırat Kalkanı’nda, Zeytin Dalı harekatı’yla -Afrin’de ve bu vatan için can vermiş bütün şühedamızı rahmet ve minnetle anıyor; Kahraman Ordumuza ve emirleriyle onlara güç verenlere dualar ediyoruz… Yeni ve farklı sayılarda buluşmak ümidiyle … Selam ve Dua ile….

Bu dergi MEB Sosyal Etkinlikler Yönetmeliği'nin 24. Maddesi'ne göre hazırlanmıştır.

NAFIZ YILDIRIM


içindekiler

İmam Hatipli Olmak

Nuri Pakdil’le Mülakat

Bir fısıltı...

Röportaj: Memduh Büyükkılıç

GÖKÇENUR ŞAHIN | SÜMEYYE KANDEMIR | 30

BETÜL AKARSU | 58

Kibrit

NURAN KARABULUT | 60

| 4

CEYLAN GÜNGÖR | ZEHRANUR ÖZTÜRK | EDA ADIGÜZEL | 6

Efendimize Mektup SÜHEYLA KIZMAZ | 9

Kudüs! Ey Benim Kalbim… SEMIHA AKSU | 10

DILHUN YÂDIGAR | 33

Yaman Dede BETÜL AKARSU | 34

Efendim

Mülakat: Kübra Doğanay

ZEHRANUR ÖZTÜRK | 37

ELIF KORKMAZ | İLKNUR SAÇI | AYŞE KULA | 12

İki Neşe [Sevinç] KHADIJA (HATICE) ALSABSABI | 38

Veda

Kuruköprü Su Kemeri

KEVSER ABACI | 15

Röportaj: Ali Yalçın GÖKÇENUR ŞAHIN | ZEHRANUR ÖZTÜRK | SÜMEYYE KANDEMIR | 16

Beçe SÜHEYLA KIZMAZ | 19

Babaannem ve Arkadaşlarıyla Tarihe Yolculuk! NURAN KARABULUT | 20

Milletin Televizyonu TRT EKREM ÇELIK | 22

Benim Efendim HURIYE AKAGÜNDÜZ | 25

Zeytin Dalı Harekâtı ÖNDER KARAKLI | 26

Allah’ı Tanımak veya Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklanmak YAŞAR ATILA | 28

ZÜLEYHA ULAŞ | 39

Samiha Ayverdi ile (Hayali) Mülakat EDA ADIGÜZEL | 40

Benim Anam Benim Dilim EMEL KAPUSUZ | 43

İslâmî İlimler ve Medrese Geleneği EKREM ÇELIK | 44

Kaybolan Kelimeler DILHUN YADIGÂR | 48

Asaf SÜHEYLA KIZMAZ | 49

Hayati İnanç ile Mülakat EDA ADIGÜZEL | 50

Şeytanın Geh Bili Bilisi MEHMET ORHAN | 54

Birazcık Daha Dayan! KEVSER ABACI | 57

Cemil Baba

Müslüman ve Spor DILAVER KOPARAN | 62

Çılgın Gassaliye DILARA NUR ESMERAY | 64

Mehmet Akif Ersoy EDA ADIGÜZEL-BETÜL AKARSU | 68

Yanmaktır Muradımız..! NAFIZ YILDIRIM | 70

Kan Kırmızı DILARA NUR KOPARAN | 73

Kaybolan Oyuncağım İDIL AYDOĞAN | 74

Şühedanın İzinden Kızıl Elmaya! GÖKÇENUR ŞAHIN | 76

Issız Kuyu MÜBERRA YAPICI | 77

Ben Suriyeliyim FATMA ABDULLAH | 78

Beyaz Kuş İMRAN KÖSEK | 80

Son HURIYE AKAGÜNDÜZ | 81

Şehit Muratdağı’nın İsmi Bu Kütüphanede Yaşayacak GÖKÇENUR ŞAHIN | 82

Yaşadığım Şehir–Kayseri! FIKRET ALTUN | 84


GAYEMİZ, BÜYÜK ŞAHSİYETLERİN YETİŞMESİNE KARINCA KARARINCA HİZMET ETMEKTİR alanda dikkat çektiğini ve göz doldurduğunu söyleyebilirim. Zira Millî Eğitim Bakanlığı tarafından incelenen dergimiz beğenilmiş ve EBA’ da yayınlanmıştır. Böylece ülke geneline de sesini duyuran bir mahiyet sergilemektedir. Bu güzel esere imza atan güzel insanların hepsini tebrik ediyorum.

Değerli Okurlar, “Mihrâb” Kültür, Sanat ve Edebiyat dergimizin beşinci sayısında da sizlerle buluşmayı nasip eden Rabbime hamt ediyorum. Daha önceki sayılarda da belirttiğim gibi; okumayı– yazmayı özendirici faaliyetlere millet olarak önem vermeliyiz. Dergimiz şehrimize yakışmıştır. Ne mutlu bize ki tarihte “Makarr–ı ulemâ” yani bilginler yatağı diye bilinen ilim ve irfan şehrimiz Kayseri’nin ileri gelen idarecileri ve hayır sahibi insanlarımız dergimize sahip çıkmışlardır. Bu kadirşinaslık sayesindedir ki dergimiz 5. Sayısına ulaşmıştır. 4. sayımızda Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Mustafa ÇELİK Bey tecrübelerini bizimle paylaşmıştı. Bu sayımızda da Melikgazi Belediye Başkanımız Sayın Memduh BÜYÜKKILIÇ Bey, bizleri kırmayarak dergimize mülâkat vermişlerdir. Şunu belirtmeliyim ki “Mihrâb” yalnızca bir okul dergisi olmanın dışında bir edebiyat, kültür ve sanat dergisi olma özelliğini de taşımaktadır. Bu manada okumayı, yazmayı seven öğrencilerimiz için, yazarlık yolunda önemli bir mektep vazifesini de ifa ettiğine inanıyorum. Öyle ki ”Mihrâb” dergimizde yazan öğrencilerimiz mezun olduktan sonra yerleştikleri üniversitelerde dergicilik faaliyetlerine devam ediyorlar. Dergimizin bu

Gençlerin eğitiminde en önemli iş; onlara dinî, millî ruhu aşılayabilmektir. Bunun ne kadar önemli olduğu son yaşadığımız elim hadiselerle bir kere daha ortaya çıkmıştır. 15 Temmuz kalkışmasında meydanlara indiğimizde sağımızda solumuzda hep talebelerimizi, oğullarımızı, kızlarımızı gördük. Vatanı için meydanlara koşmuşlardı. Mezun olan erkek öğrencilerimiz de teröre karşı savaşmak ve şehit olmak istediklerini ifade ediyorlardı. Bundan daha iyi netice olabilir mi! Bu ruhun sonsuza kadar sürmesi için dualar ediyoruz… Hamd olsun mülkün sahibine… Dergimizin kültür, edebiyat ve sanat dergisi sıfatını kazanmasında büyük emekleri geçen Genel Yayın Yönetmenimiz ve Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenimiz Nâfiz Beye ve çalışkan yayın ekibine teşekkür ediyorum. Kadîm şehrimize ve tarihî okulumuza yakışan dergimizin yeni sayılarında buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz…

MİHRAP

ŞENOL DOĞAN OKUL MÜDÜRÜ

İnsan, yaradılış itibariyle en değerli varlıktır. Biz öğrencilerimize bu gözle bakıyoruz. Her ne kadar TEOG sınavında yüksek puanlar alarak gelmedilerse de gerek ahlâkî güzellikleri ve gerekse değerlerimize bağlı hayat tarzları ile temayüz etmiş kızlarımızda okumayı seven, yazan, yazarlık yapmak isteyen evlatlarımıza böyle bir imkân sunmuş olduk. Kızlarımız yazdılar, yazdıkları yayımlandı, dergiyi ellerine alıp yazılarını görünce mutlu oldular; onlar mutlu olunca aileleri de biz de mutlu olduk. İşin erbabı ise dergimizi beğendi ve takdir etti. İyi okullar kazanan talebelerimiz iftihar kaynağımız olduğu gibi okuyan, anlayan, sorgulayan ve yazan talebelerimiz de aynı şekilde göğsümüzü kabartmalıdır. Biz buna inanıyoruz. Doktor, mühendis, öğretmen olmak ne kadar güzelse fikir adamı olmak da o kadar güzeldir ve bir ülkenin kültür hayatının vazgeçilmezidir. Gayemiz büyük şahsiyetlerin yetişmesine karınca kararınca hizmet etmektir.

5


İmam Hatipli Olmak |

EDA ADIGÜZEL 12-K

İMAM HATIPLI OLMAK

Recep Tayyip ERDOĞAN (Cumhurbaşkanı) Dünyayı sadece kendi hayat biçimleri ve değer yargılarından ibaret sananlara ders verircesine 1951'den beri ilimle irfanla saygıyla muhabbetle yoğrulmuş misyonunu devam ettiren bu okulun gönül dünyamdaki yeri ise bambaşkadır. Sürekli yol ayrımlarında tercihler yapmak zorunda kaldığımız ilk gençlik yıllarımızda imam hatipli olmanın verdiği şuur ve dirayetle hamd olsun hayatımıza sırat-ı müstakim üzere yön vermeye çalıştık. Milletimiz imam-hatip okullarının işte bu özelliğini gördüğü için tüm gücüyle tüm kalbiyle onlara sahip çıktı. Burada insanları başarıya yönlendiren bir ruh, bir maya, bir iklim var. Buradan belediye başkanları, milletvekilleri, bakanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları yetişti. Söylemek istemezdim ama bilmeyenler vardır. Onun için söylemem gerekir diye düşünüyorum. Nedir o? Bazı öğretmenlerimiz de bize şunu söylerlerdi. 'Ölü yıkayıcısı mı olacaksınız? Niye buralara geldiniz?' Ölü yıkamayı dahi aşağılayanlar olmuştu. İlk adım atıldığı zaman ölüleri yıkayacak gassal yetiştirmek üzere bu okulların kurulması var idi. Fakat gün ola harman ola, devran değişti. Ve değiştiği gibi de buralardan işte hamd olsun bizler yetiştik. Buradan ilim adamları da yetişti, nice akademisyenler, profesörler yetişti. Yok yok hepsi oldu. Ama baktılar ki, bunlar farklı gidiyor, bu sefer ön kestiler. 'Kapatalım' dediler ve kapattılar. Türkiye genelindeki öğrenci potansiyelini 600 binden 60 bine düşürdüler. Ama şimdi hamd olsun ortası lisesiyle 1 milyon 300 bin öğrencisi var. Kemiyet değildir asıl olan, keyfiyettir asıl olan. Şimdi siz keyfiyete talip olacaksınız. Buradan ilmiyle, irfanıyla bu ülkenin geleceğine gerçekten hakim olacak bilgi donanımıyla yetişmenizi bekliyoruz. Buna hazır mısınız, buna var mısınız…?

Osman ELMALI (Kayseri il Milli Eğitim Müdürü) Selam olsun imam hatipli kimliğini onurla taşıyanlara…. İmam hatipli olmak, bize takdim edilmiş ve ömrümüz boyunca, yüreğimizde gururla taşıdığımız bir üstün şeref madalyası gibi… Genelde birçok insan mezun olduğu üniversitesiyle onur duyar; oysa bizler imam hatip liseli olmakla onur duyuyoruz. Şu bir gerçek ki birçok imam hatipli öğrencilerimizin bir kısmı buralarda okurken bunun kıymetini idrak edemiyor. Şunu çok iyi biliyoruz ki bu değer, gün geçtikçe yaşamımıza anlam katan muhteşem bir ödül gibi… Üstelik burada (dünyada) bizim sevincimiz, onurumuz olurken; inşaAllah inanıyoruz ki ahirette de yine imam hatipli olmak bizlere çok şeyler kazandıracaktır. Kısacası imam hatipli olmak daha çok çalışmak demektir. Bu sorumluluğu bilerek yaşamak dileğiyle bütün imam hatipli kardeşlerimi muhabbetle selamlıyorum…

Nörolog Dr. İsmail EKİCİ İmam- hatipli olmak şöyle bir şey, elbette ben doktorum nöroloji uzmanıyım; fakat bunların hiçbirinin imam-hatip yanında önemi yok benim için. İmam-hatip her zaman baş tacıdır. Maraş’ın Göksun ilçesinde beş sınıf bir arada okuduk daha sonra yatılı olarak Kayseri imam-hatip lisesi’ne geldik ve oradan hamd olsun, Erciyes tıp fakültesini bitirdik. Tabii bunun yanında imam- hatip ruhunu hiçbir zaman kaybetmedik, hep yaşatmaya çalıştık. Tabii ki imam- hatip tek başına yetmiyor bu okullardan mezun olduğumuzda da üzerine koymamız gerekiyor. Doktor, hakim, başbakan vs. olmanın önemi yok, önemli olan islamı yaşamak ve yaşatmaktır. Günümüzde siz imam-hatiplilere çok iş düşüyor. Mutlaka çok gayret edip çok çalışmanız ve imam-hatip ismini hep yaşatmanız gerekiyor. İmam- hatip bizlere çok şey kattı,bizler arkadaşlarımızı camilerde, mescitlerde tanıdık; en iyi dostlukları oralarda kurduk. İmam-hatiplerdeki eğitimi en iyi şekilde almaya çalışın, günümüzün bu karmaşasında öğrendiklerinizi yaşayarak gösterin.

MİHRAP

Prof. Dr Mustafa ÇALIŞ (ERÜ Tıp Fakültesi Başhekim Yardımcısı)

6

Kayseri İmam Hatip Lisesi benim için onur ve kıvanç kaynağı olmuş bir dönüm noktasıdır. Bazı dönemlerde ön yargıyla bakılsa da hiçbir zaman İmam Hatipli olduğumu gizlemedim, bilakis gurur duydum. Benim genç İmam Hatipli arkadaşlarımdan bir akademisyen, bir yönetici olarak beklentim çok yönlü yetişmeleridir. Yani en az bir spor dalı, bir müzik veya sosyal bir başka alanda ek uğraşı içinde olmaları ve ne iş yapacaklarsa onun en iyisi olmaları için çalışmaları gerekir. En az bir yabancı dil, mümkünse daha çok yabancı dil öğrensinler. Vatanını milletini düşünme ve hizmet etme konusunda bir İmam Hatipli olarak çok önemli misyonlar yüklenmiş durumundasınız. Allah yar ve yardımcınız olsun yolunuz açık ve aydınlık olsun…


İsmail ŞAHİN (TV1 HABER MÜDÜRÜ) Babadan Dayak Yer Gibidir İmam-Hatipli Olmak! İmam Hatipli olmak bazen çok kolay, bazen ise çok zordur. Devletin açtığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetiminde yetişen gençler, bazı dönemlerde tehlikeli olarak nitelendi. Kendi yetiştirdiği öğrencilerin tehlikeli olarak nitelendiği bir dönemde İmam-Hatipli olmak gerçekten çok zordu. Biz de o dönemleri yaşayanlardandık. Hem bu zorluğu biliyorduk hem de bize yanlış yapılmasına rağmen devletimize sahip çıkmak gerektiğini hiç unutmadık. Her zorluğa rağmen devletimize sahip çıktık, hem de herkesten çok. Ama sahip çıkarken de ötelenmenin zorluğunu yaşadık. Babadan dayak yer gibidir İmam-hatipli olmak. Dayak yediğine üzülürsün; ama baban olduğu için ses çıkartamazsın…

Av. Selver DURMUŞ İmam-hatipli olmak nasıl bir duygu?.. İmam-hatipli olmak çok büyük bir ayrıcalıktı benim için. Oradan çok şey kazandım. Kuran-ı Kerimi öğrendim, namazı öğrendim; avukat olarak işimi nasıl daha hayırlı yapacağımı öğrendim. Ve daha birçok şey… Bu nasıl dile dökülür bilmem ama sanırım benim için güzel bir gurur kaynağı diyebilirim. İmam-Hatipli genç kardeşlerime söylemek istediğim; her zaman adımlarınızı atarken büyük bir gururla atın,hiçbir konuda eksiklik hissetmeyin,bu okul hayatınız boyunca sizin övüncünüz olacaktır ;çünkü İmam-Hatipli olmak ayrıcalıklıdır…

Av Ömer İkbal AYAR İmam hatipli olmanın sorumluluğu çok büyüktür. Biz zor dönemlerde imam hatip lisesi okuduk; ama o zorluklara rağmen yine de pişman olmadık ve pişman değiliz. İmam hatip lisesi’ndeyken çok şeyler kazandık. Kuran-ı, Hadis-i, Siyer-i bütün ayrıntılarıyla öğrenme fırsatı yakaladık. Bizleri ayakta tutan bunlardı, yani Kur’an’la hemhal olmuş hayatlar. Kendimize bunlar sayesinde hedefler koyduk ve içlerindeki ruhu, ahlakı, enerjiyi hissettik. İmam hatip, amaçlarımızın doğrultusu oldu manevi anlamda. Tekrardan bana imam-hatip lisesi okur musun diye sorulsa, yeniden imam-hatip lisesini tereddüt etmeden seçerim; çünkü kazandırdıkları kaybettirdikleriyle kıyaslanamayacak kadar fazla…

Uzm.Dr. Musa ÖZDEMİR (Çocuk Cerrahı) İmam Hatipli Olmak Aslında hem zor, hem de onurlu bir şeydir İmam Hatipli olmak. Zordur çünkü, kendi nefsinin ve dünyanın peşinde koşan bunca insan içinde, Hakkın ve doğrunun peşinde olmak, insan nefsine ağır gelir. İmam Hatipli onurludur çünkü, bir imam hatipli sadece ve sadece Allah'ın emri ve Rasûlü’nün izinden gitmeyi her şeyin önünde tutar. Bu ise Allah'ın insanlara bahşettiği en yüce onurdur. İmam Hatipli, Habil-Kabil olayıyla başlayıp günümüze kadar kesintisiz devam eden hak-batıl mücadelesinde hakkın yanında yer tutmalarıdır. İmam Hatipli, sadece kendi derdiyle değil tüm Ümmet-i Muhammed’in derdiyle dertlenendir. Bana bu hasletleri kazandıran okulumdan ve tüm hocalarımdan Allah râzı olsun

Murat ESKİCİ (Kayseri Gençlik Hizmetleri ve Spor İl Müdürü) İmam Hatipli olmak bir sevdadır. Ülkeye, millete, vatana, bayrağa, bağımsızlığa adanan minik yüreklerin gizli sevdasıdır. İmam hatipli olmak dava adamı olmaktır. Davası için kendisini adamanın adıdır. Hakkın savunucusu batılın korkulu rüyasıdır. Yılmadan usanmadan doğru bildiği hak yolda, Kur’an ve sünnet çizgisinde işini en iyi yapabilmenin adıdır imam hatipli olmak.

İmam hatipli müdür isen, işini en iyi yapan, örnek olan, en başarılı olan olmalısın, olmak zorundasın buna mecbursun. Çünkü sen dava adamısın adanmış minik sevdaların öncüsü olmak zorundasın. Şairin dediği gibi; ‘’Yürüyeceksin millet yürüyecek arkandan’’. Evet imam hatipli lider ruhlu ve lider olmak zorunda. Yürüdüğü zaman kitleler arkasında aynı şekilde yürümeli. İstiklali ve bağımsızlığı için tüm gücüyle mücadele edebilmeli. Hiçbir anını ve zamanını boşa geçirmemelidir. İmam hatipli olmak, mensubu olduğu dini en iyi şekilde temsil etmektir ve en önemlisi dosdoğru ölçülerle yaşayabilmektir.

MİHRAP

İmam hatipli isen dertlisin, dertli olmak zorundasın. Yükün ağır, boş ver aldırma diyemezsin, daha çok çalışmak zorundasın. Öğrenci isen, en iyi en başarılı öğrenci çiftçi isen en iyi en çalışkan en çok üreten olmalısın.

7


RÖPORTAJ

Röportaj: Memduh Büyükkılıç Ceylan Güngör | Zehranur Öztürk | Eda Adıgüzel |

CEYLAN GÜNGÖR 12-G ZEHRANUR ÖZTÜRK 12-G EDA ADIGÜZEL 12-K

Ö

ncelikle bizleri kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Memduh Başkanımızın yaşam öyküsünü merak ediyoruz biraz bahseder misiniz? -1953 yılında Develi -Şıhlı kasabasında doğdum. İlkokulu Şıhlı’da, orta öğrenimimi Kayseri İmam-Hatip okulunda tamamladım.

MİHRAP

Daha sonra Bornova Suphi Koyuncuoğlu Lisesi Fen bölümünden 1973 yılında mezun oldum. Aynı yıl üniversite sınavları sonucu Ege Üniversitesi Tıp Fakültesine kaydımı yaptırdım.

8

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1979 yılında mezun oldum. 1983 yılı sonunda Erciyes Üniversitesinde Nöroloji uzmanı oldum. Zorunlu hizmetimi yapmak üzere Niğde Devlet Hastanesine tayin oldum. Bu arada 1985-86 yılında Girne Askeri Hastanesinde Tabip Teğmen olarak askerliğimi tamamladım. Mecburi hizmet sonrası 1988 yılında SSK Kayseri Hastanesinde çalışmaya başladım ve 1993 yılında kendi isteğim ile bu hastaneden ayrılıp serbest hekim olarak çalıştım. 1993-95 yılı sonuna kadar Refah Partisi İl başkanlığı yaptım. 25 Aralık 1995 seçimlerinde 20. dönem Kayseri milletvekili seçildim. 18 Nisan 1999 seçimlerinde vatandaşlarımızın

Melikgazi Belediye Başkanı

Memduh Büyükkılıç


Evli 3 çocuk babası olup, belediye başkanlığı görevini yürütmekteyim. Memduh başkanımız nasıl bir talebeydi, merak ediyoruz? - İlkokul yıllarında olmak üzere eğitim hayatımda hep çalışkan, düzenli ve günlük olarak derslerimi yapan bir öğrenci oldum. Hiçbir zaman bugünün ödevini yarına bırakmadım. Okul derslerini fırsat buldukça ve imkan oldukça diğer yardımcı kitap ve ansiklopedilerde araştırdım, okudum. Bu çalışma prensibimi

hiç bozmadım. Öğrencilik yıllarımdaki alışkanlıklarımı yine devam ettiriyorum. Her sabah yine erken kalkıyorum. İşime her zaman gerek hastanede doktor olduğum zamanda gerek ise şimdi belediye başkanı olarak erken giderim. Belediye çalışma alanlarını ve çarşı içerisini bizzat gezerim. Öğrencilikten kalma alışkanlığım olarak her zaman not tutarak çalışır ve işleri takip ederim. Bir iş tamamlanmadıkça notlarımda her zaman yarım kalan iş olarak kalır. Disiplinli ve çalışkan bir öğrencilik hayatımda pek oyuna ayıracak vaktim olmadı. Ancak şu anda binlerce çocuğa oyun parkları ve oyun alanları yapıyoruz. Bundan da çok mutlu oluyorum. Çok başarılı ve sevilen bir doktor olduğunuzu biliyoruz. Doktorluk mesleğinden siyasete geçiş hikayenizden ve ideallerinizden biraz bahseder misiniz? - İlkokul yıllarında köy yaşantısında ve köyümüzün şehre uzaklığından dolayı

bir yakınımız veya komşumuz hastalansa şehre gitmek zorunda kalırdık. Bu nedenle tıp doktoru olmak istiyordum. Tüm idealim bu idi. Düzenli ve planlı çalışmamla ideallerimi gerçekleştirdim, Tıp doktoru oldum. Köyüme hizmet verdim. Ancak gelen teklifler üzerine siyasi hayatım başladı. Bir süre beraber devam ettirdim. Şu anda hiçbir kurum ve kuruluşta doktorluk yapmıyorum. Özel yazıhanem de yok ancak yoksul ve dar gelirli hastalarım hala mevcut. Küçükken sadece köyüme hizmet etmeyi köydeki akrabalarımı ve komşularıma hizmet etmeyi düşlerdim. Şimdi ise 565 bin nüfusu ile Kayseri’nin en büyük ilçesini yönetiyoruz. Yani gelen hayat şartları benim ideallerimi zorladı ve fazlasını yerine getirmeme vesile oldu. Kayseri denildiğinde akla ilk gelen Melikgazi Belediyesidir. Kayserimiz büyük olduğu kadar sorunları da büyük, bu sorunlarla uğraşırken çözüme

MİHRAP

büyük teveccühü ile Melikgazi Belediye Başkanı seçildim ve dört dönemdir bu görevimi sürdürmekteyim. Kayseri ekonomisinin önemli kurumlarından olan Kayseri Serbest Bölge Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini de sürdürmekteyim. Ayrıca yıllarca değişik sivil toplum örgütlerinde ve gönüllü kuruluşlarda başkanlık ve yönetim kurulu üyeliği yaptım.

9


ulaştırdığınız yahut ulaştıramadığınız temel sorunlar da var mıdır?

sizin dünyanızda, belediyeniz çalışmalarında ne kadar yer işgal ediyor?

- Melikgazi Belediyesi 1989 yılında kurulmuş bir belediye ancak köklü ve planlı bir şehirleşmenin parçasıdır. Bu sebeple sorunları yok denilecek kadar azdır. 1970’li yılların birçok olumsuzlarından etkilenmiştir. Geniş yollar, temiz çevre Melikgazi’nin ilk göze çarpan görünümüdür. Bugün birçok belediye, çalışanlarına dahi ücretlerini ödeyemezken Melikgazi halkının istek ve hizmet anlayışı, belediye çalışmamızın bir göstergesidir. Halkımız artık park ve yol gibi hizmetler değil, olimpik spor sahaları, tartan pist yürüyüş yolları, sosyal tesisler, hanımlara yönelik spor salonları, gibi hizmetleri talep etmektedir. 2009 yılında yapılan seçimler ile belediyemize bağlanan yedi bölgemizde de şehir merkezinde yapmış olduğumuz hizmetlerin aynısını yapmaktayız. Oralarda yaşayan Melikgazili vatandaşlarımızda artık standardı yüksek hizmetler ile tanışmışlardır. Dolayısı ile Melikgazi halkının hizmet çıtası çok yüksektir. Biz sorunları çözdüğümüz gibi halkımızın ufkunu da açtığımızı düşünüyor ve inanıyoruz.

Biz belediye olarak eğitimin ve eğitimcinin dostu bir belediyeyiz. Eğitimin her alanında yapılan hizmette biz de varız diyoruz. Bu zamana kadar birlerce öğrenciye karşılıksız burs verdik. Orta öğretimde okuyan 6, 7. ve 8. sınıf öğrencileri ve Lise öğrencileri ile YGS’ye hazırlanan öğrenciler için bilgisayarlı eğitim destek program paketi hediye ettik.

Şehrin sorunlarıyla meşgul olduğunuzu biliyoruz. Kayserimizi en güzel biçimde şekillendirmeye ve geliştirmeye çalışıyorsunuz. Bu konuda başka neler söylemek istersiniz? Melikgazi Belediyesi olarak büyük projeler ile Kayserimizin şekillenmesinde 2050’li yıllara hitap edecek bir şehir oluşturmaya çalışıyoruz. Ayrıca, Melikgazi Belediyesi şehrimizde “En Çevreci Belediye” ödülünün sahibidir. “Daha yeşil bir Kayseri, daha yeşil bir Melikgazi” anlayışı içerisinde ağaçlandırılacak alanlarda her yıl birlerce fidanı toprakla buluşturuyoruz. Bu çalışmaları o bölgedeki vatandaşlarımızın ve öğrencilerimizin katılımı ile yapıyoruz. Dikilen ağaçlarımızı öğrencilerimize ve vatandaşlarımıza zimmetleyerek, fidanların korunmasını ve kollanmasını sağlıyoruz.

MİHRAP

Biliyoruz Memduh Başkanımız biz gençleri çok seviyor; (bu arada biz de sizi çok seviyoruz tabi) acaba gençler

10

Kayseri Lisesi’nde düzenlenen tören ile Orta Öğretim ile Lise öğrencilerin ara sınıflarında okuyan tüm öğrencilere yönelik müfredat derslerine ilişkin ders anlatım ve sınav destekli e-eğitim aktivasyon paketimizden toplam 10. 000 adet dağıtılarak eğitime desteğimizi bir kez daha göstermiş olduk. Melikgazi Belediyesinin sosyal yönünün güçlü olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda şehrin kültür ve sanatına daha ne gibi katkılarınız oluyor? Spor ve sosyal tesislerimiz ilçe halkımıza çok yönlü hizmet vermektedir. Hizmeti ayağa götürme anlayışı içerisinde birçok mahallemize sosyal ve spor tesisi inşa ettik. Örneğin; Danışmentgazi mahallemize yaptırdığımız tesisimiz içerisinde olimpik yüzme havuzu ile nikâh salonu, derslikler, sergi salonu, internet evi, kapalı spor salonunu içerisinde barındırmakta ve o bölgede yaşayan vatandaşlarımızın ihtiyacını karşılaması için hizmet etmektedir. Biraz da sanat-edebiyat konuşalım isterseniz. Mihrab dergimizi incelediniz mi bilmiyoruz. Amacımız dergimiz mihrab’ı okul dergisi hüviyetinin dışına çıkarmak ve Türkiye geneline hitap eden bir sanat, edebiyat dergisi haline getirmektir. Biliyorsunuz bu tür dergilerin yaşaması yani uzun soluklu olması çok zor. Başkanımız bu konuda neler düşünüyor? Tabi ki inceledim, çok güzel bir çalışma olmuş, bir okul dergisinin fevkinde, emeği geçenleri kutluyorum. Derginiz çok kapsamlı, eğitim yanında kültür ve sanat ile ilgili bilgelere yer verilmesi de derginize yeni bir misyon ve vizyon kazandırmaktadır. Ancak bu tür dergilerin en büyük sıkıntısı devamlılık arz

etmemesidir. Bu açıdan daha çok kesime hitap eden ve daha çok yazar ve katılımcının bu dergide olması ve sahiplenilmesi gerektiğine inanıyorum. Her öğrenciye yer verilmesi ve imkan tanınması gerekir ki okul öğrencilerince de sahiplenilsin. Çeşitli okullara gittiğinizi, konuk olduğunuzu biliyoruz. Kayseri’nin en büyük okulu olan Merkez Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde de sizleri aramızda görmek bizleri çok sevindirecektir. Buradan bir söz alabilmemiz mümkün müdür? Üniversite ve liselerden gerek kariyer günleri, gerekse kent yöneticileri başlıkları altında bizleri davet ederek tecrübelerimizi paylaşmak istiyorlar. Bu bizlere, özellikle bana büyük zevk vermektedir. Öğrencilere bakınca pırıl pırıl bir gençlik ve geleceği görüyoruz. Bu vesile ile hem gençlere belediye çalışmalarını, belediyeciği anlattığımız gibi tecrübelerimiz ile geleceklerinde ufuklarını açıyor ve seçecekleri meslekler de öncülük ediyoruz. Sorular karşında çok mutlu oluyorum. Çünkü her soru aslında bir kıvılcım ve motivasyon oluyor. Tabi sizlerle olmaktan da son derece mutlu olurum. Son olarak Kayseri Merkez Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencilerine dergimiz Mihrab aracılığıyla neler söylemek istersiniz? Sizler geleceksiniz. Bir gün gelecek bu makamlarda sizler oturacaksınız. Sizlerin en büyük görevi şu anda çalışmak derslerde başarı olmaktır. Ailenize, milletinize ve bu topraklara faydalı olmanız çalışmaktan geçerek. Öncelikle bir meslek sahibi olun ve işinizi severek yapın. Sizlere bakınca sizlerde bu cevheri ve isteği zaten görüyoruz. Yeter ki isteyin. Bu vesile ile böyle bir çalışmada yer vermenizden dolayı teşekkür ediyor, uzun ömürlü bir yayın hayatı diliyorum. Yaşamınızın bu güzel zamanlarını kendinize ve sevdiklerinize ayırmanız gerekirken, şehrimize ve şehrimiz insanlarına ayırdığınız ve bizleri de kırmayıp kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz...


Efendimize Mektup Süheyla Kızmaz |

Efendimize Mektup SÜHEYLA KIZMAZ 11-N

a Rasulallah! Sen bu dünyada iken iki güneşi vardı ümmetinin! Şimdi birinden mahrumuz. Ne çevremizi görüyor, ne de bu dünyanın acımasız soğuğunda ısınabiliyoruz. Güneşsiz kaldı ümmetin. Nasıl da kıyıyorlar ümmetine, kafesinde iman sevgisinin kor olduğu yüreklere. Çocuklar ağlıyor annesiz, babasız çocuklar. Sen de öksüzdün, sen de yetimdin Efendim. Minik serçesi ölen çocuğa taziyeye giden Peygamberim. Göz göre göre katlediyorlar Müslümanları, kardeşlerimizi. İslam ümmetine saldırıyorlar. Ne yapalım söyle ya Rasulallah! Sana vurgun, sana meftun gönüller seni anıyor gece gündüz. Onlar seni, bil ki çok seviyorlar! Ey Nebiler Nebisi! Vefat ettin, dünya ümmetinin başına yıkıldı. Kocaman, karmakarışık labirentte rehbersiz yapayalnız kaldık. Kime güveneceğimizi de bilmiyoruz. Acaba ölmek, bu dünyadan göçmek, bu kadar kötü mü? Ne güzel söylemiş Üstad Necip Fazıl Kısakürek; “Ölüm güzel şey budur perde ardından haber. Ölüm güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?” Ey yüreğiyle ümmetini iki büklüm eden aşkın sahibi. Seni çok sevenlerden Alin gibi, Fatıman gibi, Aişen, Haticen gibi anam babam sana feda olsun diyen sahabelerin gibi, seni çook seviyoruz Sultanım. Ama biz seni görmeden sevenlerdeniz. Ey nuruyla karanlığı delen şuâ, Ey Rahmet Peygamberi! Allah’ın (c. c.) Selamı, rahmeti üzerimize olsun. Ne seni gördüm ne de seni göreni. Ama kalbimde, ruhumda o mübarek yüzünü görme arzusu var hep içimde. Yüreğimde senin için yanıp tutuşan alev alev sönmek bilmeyen koca bir ateş var. Doğuşuna Mekke şahitti de ben değildim Efendim! Doğdu! Doğdu! Muhammed (sav) doğdu. Güneşimiz doğdu diyen, vaveylalar atan bir serçe de ben olsaydım Efendim!

Sözler senalar, sedalar yeter mi seni anlatmaya Efendim. Kafiyesiz şiirler mana bulur seni anlatınca. Çok sevdin bizi, ümmetini çok sevdin. Nice nidâlar ettin bize, Ya Resulallah izin ver de birkaç kelime de ben söyleyeyim. Kâinatın, güllerin Efendisi. Yaratılanların en güzeli. Sultanım seviyor musun bizi hala? Seviyor musun bu aciz ümmetini? Ümmetim diye seslendin bizlere layık olabildik mi peki sana? İncindin, ama incitmedin. Üzüldün ama üzmedin. Terk edildin, aşağılandın, sana çöl Peygamberi dediler; ama sen bizi terk etmedin, bırakmadın yapayalnız. Onlar bilmiyorlar! Bilseler böyle yapmazlardı dedin, sahip çıktın, terk etmedin. Ne çok isterdim Efendim! Üstünde oturulan bir kütük olup peygamber, Muhammed beni terk etti deyip sonra hıçkırıklar içinde ağlayan kuru odun parçası, Mekke şehirlerinde çölde yollarını bekleyen kum tanesi olmayı... Nasıl söylesem, nasıl anlatsam seni? Kâfi değil ki kelimeler sayfalar. Bizi de onları sevdiğin kadar çok sever misin Efendim? Ey Ay Yüzlüm! Sevmeyi, hasreti, şefkati senden öğrendik biz. Gönlüm yaralı ta en derinden. Dokun! Dokun da deva bulsun devası bulunmayan yüreğim. Bir defa olsun yazınca adını kalemim aramaz bir daha yazdıranı. Ne yıllar geldi geçti, ölümsüz aşk diyenler utansın. Ümmetin sana aşık Sultanım, Leyla Mecnun der dururlar. Aşkımızı, hasretimizi görmezler, bilmezler ki. Gülüşün vardı ya hani gülünce gül utanırdı... Musab Bin Umeyir vardı bir de sana benzeyen. Sana adanmış ruhların kalplerindeki kor ateşlerin nedeni Yusuf yüzlü, Hamza yürekli, Veysel Karani gibi biçare gençler seni özlüyor Habibim. Sana benzemeye çalışıyorlar. Sen olmayı istiyorlar. Sana kavuşmak, o nadide sesini dinlemek istiyorlar. İsmini sayıklıyorlar her gece. Çıkıp gelsen bir kere olsun nasıl karşılarım seni, dünya kokuyorsun der misin Sultanım? Sustuklarımla duy beni, içten içe ağlayışım, haykırışlarımla duy Efendim…

MİHRAP

Y

11


Kudüs! Ey Benim Kalbim… Semiha Aksu |

Kudüs! Ey Benim Kalbim…

MİHRAP

Bir hayal peşinde koşarken, düştüğüm bu yolda, Sonunu bilmediğim sokaklar vardı karşımda… Annesini arayan bir çocuk edasıyla, ararken seni, ne ben biliyordum kalbimin ne istediğini, ne de kalbimin kendisi… Ne güzel özetlemiş Kudüs şairi, “Kudüs kalbimin ta kendisi... “ Kudüs, ey benim kalbim… Kudüs, ey sevdanın miracı olan şehir… Sevdanın, hasretin ve özlemin, Ey kalemin tükendiği şehir… Kalbimin sustuğu yerde kalemim nasıl konuşsun sen çan sesleriyle uyuyup, uyanırken… Zeytin dağında güvercinlerin sustuğu şehir, Selahaddin’i gülmeye küstürüp, kendi de Gülmeye küsen şehir… Ey zincirlere dost olan, intifada da kıyam şehir… Hayfa’nın portakalları kadar, Şeyh Yasin’in sakallarına da kan düşüren şehir…

12

Yüzyıllardır var mıdır seni özleyenlere bir duan, Ya da seni unutanlara bir bedduan… Sen ki üç kutsal dinin annesi, Anneler darılsa da beddua etmezler çocuklarına… Yağmur bile düşmeye hayâ ederken topraklarına, Bağrından kanın eksik olmadığı kutsal şehir. Birkaç satır mı yetecek seni anlatmaya… Yoksa tarihin bile tarihe sığmayan sayfaları mı anlatacak seni. Ey, güneşin bile kendini kavurduğu yerde, gözyaşlarıyla güneşi söndüren şehir… Tarih sensin, sen tarihin ta kendisisin. Ve seni en güzel anlatacak olan da yine sensin… Çölün suya hasretiyle sesleniyorum sana. Gülmenin ağlamaya zıt düştüğü yerde. Ağlamayı yeni öğrenen bebeğin, gözyaşlarıyla sesleniyorum… Benim bile kendimi duymadığım yerde, senin beni duyman ümidiyle, sana sesleniyorum. Güneyinden kuzeyine hasretle,


Cennet’ül Me’vanın, muallak taşının memleketi. Sidret’ül Münteha’da miraca yükselişin memleketi. Kudüs! Ey Beytül Makdis hitabıyla, Sevgilinin memleketi. Namazgâhların, kuyuların, minberlerin, mihrabların memleketi. Zekeriyya’ya Yahya’yı müjdeleyen, Meryem’e İsa’yı üfleyen, Yakub’a zindan, Yusuf’a sultan olan şehir. El halil kapısında İslam’ı kucaklayan şehir. Sen, felçli bir bedenin zulme direnişi, sapanın silaha karşı gelişi, Memleket memleket, sevda sevda, Hanzala’nın hasreti… Ezgilerin bana fısıldadığı hüznü fısıldıyorum sana, Bir Yakub hüznü var ki içimde, sorma… Sormalara gelmez bu hüzün, bekle bizi ey Kudüs! Bizler de geleceğiz, belki yazın, belki güzün… SEMIHA AKSU 11/İ

MİHRAP

Ke’es çeşmesinden, zeytin çeşmesine, Gadiriyye’denTenkezziye’ye, Emeniyye’den Farisiye’ye… “Yemin olsun, dönüş sahibi olan geceye” Geceyi susturduğu zaman gündüze, bizler ne sevdamızı unuttuk, ne de davamızı. Gönlümün yüreğinde taşıdığı Kudüs’le, Bir gün Kudüs’e gelme ümidiyle Kalemin kâğıda şahit düştüğü yerde... Gece bütün, ihtişamıyla kucaklarken intizarı, Peygamberi dört yanından sevinçlere boğan Bir nimet ile… Kavursa da çölün bağrını ateş, Ateşlere kurban olan bir şehir ile... Gecelerin, geceye denk düştüğü yerde, Sevdaların bile sevmeye yenik düştüğü yerde, Hayalin de, hayale yetmediği yerdeyim… Ağlamayı öğrenmeden, ağlatılan bebek gibi, Şehitliğe şahit olduğum yerdeyim…

13



–Şehidimizin polis olmasına razı değildim dediniz. Sizden habersiz akademiye girmiş. Peki, size akademiye girdiğini söylediğinde onu nasıl karşıladınız, neler hissettiniz? Evet, benim ilk başlarda rızam yoktu. Çok istediğini bildiğim için sınav tarihleri açıklanmadan aradım, söyledim. Ama o çoktan sınavlara girmiş ve kazanmış. Kazandığını söylediğinde sesi o kadar sevinçli geliyordu ki, onun sevinciyle benim de içim birden huzur buldu ve onunla gurur duyduğumu söylemiştim. –Polis olarak duruşu, davranışları nasıldı? Cesaretliydi, mertti. Sert bir duruşu vardı. Heybetliydi. Güçlü bir karakteri vardı. Kübra, Cennet, Gülşah, Seher Sur’a ilk atanan bayan özel harekâtçılarmış. Bu dördü yürürken erkekler çekinirmiş. Çok cesurlarmış. –Operasyonlarda karşılaştığı sıkıntıları sizlerle paylaşır mıydı? Kübra’nın ağzı çok sıkıydı. Çok zorda olsa bile çok iyiyim derdi. Diyarbakır görevinde yıkık bir evde kalmış; ama bize “Beş yıldızlı oteldeyim.” demişti. Göreve yazdığı arkadaşları patlamada şehit düşünce, Gülay kendine gelememişti. Ama bize hep çok iyi olduğunu söylerdi. Böyle sıkıntılarını da genellikle ablası ve babasıyla paylaşırdı. Ama yine de kötü ne yaşadıysa çok anlatmazdı. –Genel olarak nasıl bir yaşantısı vardı, nelerden hoşlanırdı? Çok çalışırdı Kübra’m. Özellikle de geceleri. Arkadaşları ile gezmeyi çok severdi. Yardımseverdi de. Yedirmeyi, içirmeyi severdi. 4 ayda 10 bin kilometre yapmış mesela. –Küçüklükten beri polis olmayı isteyen Kübra Doğanay’ın acaba başka hayali var mıydı? Başka meslek düşünüyor muydu?

Çok cesaretli biriydi Kübra’m. Elinden her iş gelirdi. Herkese yardım etmeyi çok severdi. Herkesin derdine koşmak isterdi. Dedikoduyu, çok konuşmayı sevmez ve ortamında da bulunmazdı. Çok güleç bir insandı. Yeri geldiğinde ağırlığını koyup, erkek askerleri dahi korkuturdu. Kendini anlatmayı, yüceltmeyi hiç sevmezdi. Mütevaziydi. –Peki, eğitim serüveni nasıl gelişti? Polis olmaya nasıl karar verdi? İçine kapanık birisiydi zaten Kübra. “Ben güzel sanatlar fakültesine gitmek istiyorum.” dedi, biz de onayladık. Kayseri Güzel Sanatlar Lisesini bitirdi. Daha sonra Ankara Hacettepe Eğitim Fakültesi Öğretmenlik Bölümü’nü kazandı. Ama gitmek istemedi. İç mimarlığa hazırlandı. Zaten önceden beri söylerdi polis olmak istiyorum, diye. Ama benim rızam yoktu. Durmamış zaten, girmiş. Hem akademiye girmiş, hem de üniversitesini dereceyle bitirmiş. Daha sonra da özel harekâtı kazanmış.

Evet, başka hayali de vardı. Polislikten sonra en büyük hayali pilot olmaktı. Ama nasipte polis olmak varmış. –Şehit olmadan önce konuştunuz mu? Evet, hiç saatini unutmam 21.10’da aradım. Normalde hiç bu saatlerde evde bulunmazdı, ulaşamazdım. Hep dairede olurdu; ama bu sefer ulaştım. Ne yapıyorsun kuzum, dedim. İyiyim annem, evdeyim, dedi. Kızacaksın ya Kübra’m bir şey soracağım, dedim. Sor anne, dedi. Karnını doyurdun mu, yedin mi bir şeyler, dedim. Doyurdum anne, dedi. Kübra, sana bir sürprizimiz var. Sana bulaşık makinesi aldık, dedim. İyi yapmışsınız anne Allah razı olsun, dedi. Yeni eşyalar almıştı. Onları sordum geldi mi diye, geldi anne, dedi. Sonra 10 saniye kadar telefonu bırakamadık. Ne o kapatabildi ne de ben kapatabildim. Anne, yorgunum yatacağım, dedi. İyi kuzum Allah rahatlık versin, dedim. Ama hâlâ kapatamadım sanki son konuşma gibi… Sonra çok konuşmadık, kapattık. –Peki, şehit olmaktan, şehitlikten bahseder miydi size, bu konular aranızda hiç açılır mıydı? Şehit olmayı dile getirir miydi? Bayrama geldiğinde bana hediye almış. Bir anda “Anne oğlum yok diye üzülme tamam mı? Ben senin hem oğlun hem kızınım.” dedi. “Öylesin annem.” dedim. “Nereden alıyorsun böyle cesareti Kübra’m?..” dedim. “Allah vergisi anne.” dedi. Sonra

MİHRAP

–Selamun aleyküm. İlk önce bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Şehit Kübra Ablamıza Allah’tan rahmet, sizlere başsağlığı diliyoruz. Amacımız acınızı tazelemek değil. Şehidimizin kahramanlıklarını, fedakârlığını milletimize ve biz gençlere örnek olarak göstermek. Dilerseniz ilk sorumuzla başlamak istiyoruz. Bizler merak ediyoruz, şehidimiz nasıl biriydi, nasıl bir kişiliği vardı?

15


“Bir şey daha söyleyeceğim anne.” dedi. Ben de “Söyle kuzum.” dedim. “Ben şehit olursam üzülmeyeceksin tamam mı?” dedi. Ben de; “Durup dururken nereden çıktı bu Kübra’m?” dedim. Sonra tekrardan “Niye anne şehit olan arkadaşlarım ana kuzusu değil mi?” dedi. “Ağlamayacaksın tamam mı?” dedi. Ağzını kapattım, “Bir daha böyle şeyler söyleme.” dedim. “Yapacak bir şey yok anne…” dedi. En son bu konuda böyle konuşmuştuk.

MİHRAP

–Sizin için 15 Temmuz nasıl bir geceydi? Kızınızın şehadet olayını anlatabilir misiniz?

16

15 Temmuz gecesinde biz darbe olduğunu anlamamıştık. Çünkü yakın zamanda babam vefat etmişti. O yüzden televizyonu açmıyorduk. Haberimiz yoktu. Telefon çaldı. Başçavuş abimiz var, o aramıştı. “Harun darbe oluyormuş haberiniz var mı? Kübra’nın numarasını verin.” dedi, verdik. Kübra evdeydi diye aramamıştık. Hemen televizyonu açtık. Ankara’da 1. patlama olmuş, Kübra o zaman evdeymiş. Yanına arkadaşı gelmiş. Eviyle patlamaların olduğu daireye yakınmış. 1. patlamada Kübra’nın cam balkonu kırılmış. Kübra hemen kalkıp, üniformasını giymiş. Arkadaşı “Dur! Bir öğrenelim neymiş diye.” deyince, “Yok, benim gitmem lazım” demiş. O arada arkadaşının abisi aramış. “Kübra komiseri saklayalım” demiş. Kübra: “Bana bakın, ben vatan haini değilim. Benim arkadaşlarım oradayken ben

saklanamam!” demiş. Arkadaşları ile toplanmışlar ve oraya varmışlar. Mühimmatları donanmışlar, çıkmışlar. 600 metre gitmişler, geri göndermişler daireye Kübraları. Gönderdiklerinde ikinci bombayı patlatmışlar. Ama Kübra araçta değilmiş. Bombanın patlatıldığı yerde kalmış. –Şehit ailesi olmak nasıl bir duygu? Bize hissettiklerinizi aktarabilir misiniz? Kübra’m şimdi yok buna üzülüyorum; ama bir o kadar da gururluyum, onurluyum. Bu vatana iki evladım daha var. Onları da seve seve vatanıma bağışlarım. Allah kimseyi vatansız–yurtsuz bırakmasın kızım. Allah devletimize, milletimize ve şimdi Afrin’de olan asker evlatlarımıza yardım etsin, gazaları da mübarek olsun inşAllah… – Çok teşekkür ediyoruz bizleri kırmayıp kabul ettiğiniz için. Kayseri Kız Andadolu İmam–Hatip Lisesi öğrencileri ve Mihrab dergimiz adına şehidimiz, kahramanımız Kübra Doğanay’a ve Aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Sizlere, 15 Temmuz şehitlerimizin ve bütün şehitlerimizin ailelerine sabırlar diliyoruz. Allah, Afrin’de savaşan kahraman Mehmetçiğimizin de yar ve yardımcısı olsun İnşAllah…


Veda Kevser Abacı |

Veda KEVSER ABACI 12-G

şte bir sonun daha başındayız. Bütün bir ömür unutamayacağımız başlangıçların öncesindeki sonda. Koskoca dört yılın ardından son sınıftayız. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi, her baharın bir kışı olduğu gibi, bu güzel ve özel aileden de ayrılmanın zamanı geldi.

Dört yıldır yürüdüğümüz sokakları, oturduğumuz sıraları, gezdiğimiz koridorları, her tenefüs kalabalıklığı ile bizi sürekli şaşırtan kantinimizi, tenefüslerde soru yağmuruna tuttuğumuz hocalarımızı bırakıp gidiyoruz. Bakmayın sözcüklerin kolayca ağzımızdan döküldüğüne. Ağzımızdan dökülürken sözcükler, gönlümüzden de alıp götürüyor en değerlilerini… Bu kocaman ve bir o kadar da değerli aileyi bırakıp gitmek çok ama çok zor. Bu güzel günleri ardımızda bırakıp, dönmemek üzere giderken, geçmişe dair özlemlerimiz artıyor günden güne. Mesela, derslerin hiç geçmeyen son beş dakikasını, derslerde konu ile ilgili yapılan esprileri, öğle aralarındaki o kalabalığı o cıvıl cıvıl çıkan sesleri, derse geç kalınca merdivenleri hızlı hızlı çıkıp son anda yoklamaya yetiştiğimiz adrenalin dolu zamanları, sınav sonuçlarını hocalarımız sınıfta okurken ki heyecanlarımızı, şiir tadında geçen ders saatlerimizi özleyeceğiz, bu aileye dair ne varsa hepsini özleyeceğiz. Her sabah uyanırken birazcık zorlansak da, otobüs yolculukları bizi bıktırsa da, kışın üşüsek de yazın sıcaktan bunalsak da, yine de okulun kapısından içeri girince, şu güzel havasını soluyunca geçip gidiyordu hepsi, unuturduk, değerdi her şeye… Dolu dolu geçen dört sene. Hani derler ya “anlatılmaz yaşanır”, bu güzel aile de tıpkı böyle. Sözcükler bile anlatamaz, yetersiz kalır. Bizim için çabalayan, bizlere faydalı olabilmek için nefes tüketen hocalarımızın hakkını asla ödeyemeyiz. Derslerde kimimiz çok konuştu sabrettiler. Kimimiz hiç konuşmadı böyle de

kabullendiler. Kimi zaman kızdırdık, kimi zaman üzdük belki ama hiç kötü düşünmedik. Bizi evlatları gibi görüp, bir derdimiz, sıkıntımız olduğunda çözüm bulmak için uğraşırlardı. Azıcık gülümsememiz eksilse yüzümüzden hemen, “Her şey yolunda mı?” diye sorarlardı. Hocalarımızdan çok değerli şeyler öğrendik. Mesela, insanın sadece kendini düşünmemesi gerektiğini, insan kalbinin çok değerli olduğunu, saygının, sevginin, ve samimiyetin bulunması zor bir hazine olduğunu, ne yaparsak Allah (c. c.)’ ın rızasını düşünmeyi, kısacası hayata dair ne varsa bütün her şeyi. Vedaları sevmez kimse. Bırakıp gitmek zordur. Hayatımızda yeni sayfalar açacak olmamız güzel; ama önemli olan eski sayfaları tozlandırmamak, geri dönüp o güzel günlere bakmak.. Beraber yaşadığımız şeyleri unutmak ne mümkün? Asla unutulmayacaklar her zaman hasretle hatırlanacak. Burası bizim için sadece bir okul olmadı, aynı zamanda ev oldu, yaşama alanı oldu. Burada büyüdük, burada yetiştik, burada hazırlandık geleceğe. Artık kendi sayfalarımızı açıp, yeni şeyler yazma vakti, ama geçmişi unutmadan. Mezun olduğumuz bu güzel günde bizlerden desteğini hiç esirgemeyen Sayın Okul Müdürümüze ve Müdür Yardımcılarımıza, bizlerden engin bilgilerini esirgemeyen değerli öğretmenlerimize ve yanlarında olmaktan, bir şeyler paylaşmaktan her zaman zevk aldığımız arkadaşlarımıza çok ama çok teşekkür ederiz. Siz olmasaydınız bu güzel günler de olmazdı. Artık gitme vakti. İşte son bir zil çaldı bizim için, elveda dercesine. MİHRAP

İ

17


RÖPORTAJ

Röportaj: Ali Yalçın Gökçenur Şahin | Zehranur Öztürk | Sümeyye Kandemir |

Memur–Sen Genel Başkanı

Sayın Ali Yalçın’la Mülakat GÖKÇENUR ŞAHIN 12-G ZEHRANUR ÖZTÜRK 12-G SÜMEYYE KANDEMIR 12-F

–Kayseri Kız And. İmam Hatip Lisesi 7 Güzel Adam Kütüphanemizin açılışını yapmak için okulumuza teşriflerinizden, kütüphanemize olan katkılarınızdan ve bizleri kırmayarak dergimiz Mihrab’a bu güzel vaktinizi ayırmanızdan dolayı sizlere çok teşekkür ediyoruz. Sayın, Memur–Sen Genel Başkanımız tekrar hoş geldiniz.

MİHRAP

Bizler, Mihrab dergisi olarak büyük hayallerle yola çıktık, yani sesimizi bütün Türkiye’ye duyurmayı hayal ediyoruz; ancak birçok kişide okul dergisi dendiğinde hemen bir ön yargı oluşuyor ve sanki geçici bir hevesmiş gibi bakılıyor. Bu bağlamda bizler sizin okul dergilerine bakışınızı merak ediyoruz; Mihrab dergimiz nasıl buldunuz?

18

–Öncelikle hoş bulduk. Biz Eğitim Bir Sen ve Memur Bir Sen olarak bir öğretmen tarafından kurulmuş bir Sendika hareketinin vücut bulmuş haliyiz. Yedi Güzel Adam diye sayılan edipler arasında Mehmet Akif İnan da vardı. Akif İnan’ın hayali yazmaktı, yazan öğretmen sayısını, yazan adam sayısını çoğaltmaktı. O yüzden Mihrab dergisi bu anlamda önemli bir faaliyettir. Akif İnan’ın da hayatı Hilal dergisi, Mavera dergisi gibi çeşitli dergilerle başlıyor. Olgunlaşma dönemi ve kabiliyetlerini yansıtma Serüveni onun da dergi yayıncılığıyla yükselip ortaya çıkıyor. Dolayısıyla ben inanıyorum Mihrab dergisi çok önemli yazarlar çıkaracak, entelektüeller çıkaracak. Mütevazi

bir çalışma gibi gelebilir ama gayretli çalışmalar neticeye ulaşan başarılar mütevazi şekilde başlar daha sonra iddia sahibi olur. O iddialar ispata dönüşür ve ortaya güzel tablolar çıkar. Bulunduğumuz yer bir okul olduğu kadar Dergi de bir okuldur. Bu okul çok yazar kimlikler üretecektir. Bunu zaman gösterecek o yüzden tekraren emek verenleri kutluyorum, bütün öğrencileri bu dergiye karınca kararınca belki yayınlanır mı benim bu yazım yeterli mi diye düşünmeksizin katkı sunmaya davet ediyorum; çünkü yapılan her türlü yazı faaliyetlerinin bir giriş gelişme sonuç aşaması vardır. Dolayısıyla yazarlığın da bir giriş, gelişme, sonuç kısmı vardır. Bu işler önce çok iddiasız gibi görünse de cesaret etmekle başlar sonra yazdığınızın üzerine koyarsınız sonra biraz daha derinleşirsiniz. Daha sonra ortaya bir kimlik çıkar. O yüzden bu çalışma önemli bir faaliyettir. –İmam hatip okullarına bakışınız nasıl? İmam Hatip okullarının kuruluşundan günümüze kadar geçirdiği zorluklardan ve bunların üstesinden nasıl gelindiğinden bahseder misiniz? –İmam Hatip Türkiye’de eğitim içerisinde önemli bir projedir. ilk başlangıçta İmam Hatiplerin kuruluş süreci din adamları yetiştirme süreci değil, İmam Hatip’ler din alanına ilişkin yeni bir model üretme ve yeni bir adam yetiştirme süreci olarak, aslında Türkiye’deki mevcut dini alanı tahrip etmeye yönelik bir proje


frenleyemediler. Bu anlamdaki doğru yürüyüşü engelleyemediler. Gelinen noktada İmam Hatiplilerin yolu daha çok açıldı. Milletiyle kaynaşan beraber bir gelecek tasavvuru ile yürüyen yeni bir nesil söz konusudur.

Dünyadaki olumsuzluklara bakarak umudu kırmamak lazım. Şuna inanmak lazım iyiler kazanacak bu kadar net. Kötüler ne kadar çoğalırsa çoğalsın sonunda iyiler kazanacak.

–Bir dönem imam hatipli olmak sanki 2. sınıf vatandaş gibi karşılanıyor ve pek de zeki olmayan dindar ailelerin çocukları buralara gönderiliyordu; ancak son yıllarda bu anlayış bütünüyle sanıyoruz değişti ve artık zeki çocuklar da bu okullara gelmeye başladılar diye düşünüyoruz. Sizler bu hususta neler söylersiniz.

–Biz öğrencilerimizden kendilerine yüklenen anlamı boşa çıkarmamak babında yoğun bir gayret göstermelerini kendilerinin bir kimliği olduğunu ve o kimliklerinden asla utanmamaları gerektiğini, toplumun onları o kimlikle değerli kıldığını bilmelerini istiyoruz. Toplumda bazı kesimler İmam Hatiplilerin üzerinden çok itibarsızlaştırıcı cümleler kurduklarını okuyoruz, bunlar maksatlı cümleler, dünlerde daha çok kuruluyordu. Ama çoğu karşılıksız kaldı.

MİHRAP

olarak başlamıştır. İlerleyen süreçte halk bunun arkasındaki art niyeti gördüğünde öğrencilerini almış, okullar yalnızlaşmış ve daha sonra yeniden asli kimliği ile faaliyet gösterebilecek bir İmam Hatip serüveni başlamıştır. Her geçen gün millet yeni yaklaşımı benimsediği için dini ile kavga etmeyen birini tahrip etmeyen dinde reform adı altında dininden uzaklaştırmayan, yozlaştırmayan ve bu milletin kendi değerlerini dinin kendi asli hüviyetini ifade edebilecek bir hale büründüğünde teveccühü artmış ve belli dönemlerde kapanmış belli dönemlerde çoğaltmıştır. Sistemin egemen güçleri denilen milleti kendisinden ayrıştıran beyaz adam olarak gören kendisi efendi, milleti köle olarak değerlendiren tipler imam hatiplilere belli dönemlerde barikat uygulamasına kalkışmışlar. Katsayı uygulamaları ile yolunu kesmeye çalışmışlar, dolayısıyla geçmiş dönemlerde doksanlı yıllarda orta kısımlarını kapatmaya yönelik 8 yıllık kesintisiz eğitim gibi bir proje gerçekleştirdiler. Onun üzerine sadece İmam Hatibi değil bütün meslek liselerini tırpanlayan bir ideolojik eğitime dizayn gerçekleştirdiler. Ama talebi

19


onlara sirayet eder ve bir tiryaki gibi artık o derginin tiryakisi olurlar. Gayretinizin devam etmesini diliyorum. Umudunuzu üzmeyin, kaybetmeyin başladığınız yerde ”Niye bu kadar ilgi göstermiyorlar.” diye bazen herkes ilgi göstersin beklersiniz. Herkesin ilgi göstermesine gerek yok. İlgilisi ilgi göstersin yeter. O yüzden ben, sizi kutluyorum ve tebrik ediyorum.. Bugün sanki millet olarak okuma özürlü bir toplum olduk. Sizce bu sağlıklı bir durum mu, bu hastalığımızın tedavisi için neler yapmamız gerek. Biz gençlere bu konuda tavsiyeleriniz nelerdir?

Bugünkü gelinen noktada ise muhtar bile olamaz deyip İmam Hatip mezunlarını aşağıladıkları yerden ülkeyi yöneten dünyaya umut aşılayan bir noktaya taşıdık. Dolayısıyla imam hatipler bu milletin asli unsurudur. Bu yapı eğitim skalası içerisinde her gün kendini bir oranla artırıyor. Kalitenin de bu noktada artması için idareci arkadaşlarımıza öğretmen arkadaşlarımıza ve ailelere görev düşüyor. Ben bu anlamda gayret gösteren başta meslektaşlarım olmak üzere aile birliklerinde görev alanlara da ayrıca bu vesile ile teşekkür ediyorum. Mihrab dergisini de bu anlamda kutluyorum. Yedi Güzel Adam Kütüphanesi’nin bu okulda açılmış olmasını da bu okul açısından anlamlı buluyorum. Buradan nice Yedi Güzel Adam’lar çıkacağına olan inancımı da bu vesile ile ifade ediyor, sizleri gayretiniz için tebrik ediyorum.

MİHRAP

– Bir zamanlar dergi demek genç yazarların ve genç fikirlerin yeşerdiği alanlar demekti, yani bütün büyük yazarların hayatında dergiler önemli yer işgal ediyordu. Bizler, Genel Başkanımızın, edebiyatçı ve yazar kimliğinin olduğunu biliyoruz. Başka bir ifadeyle, yazarlık geçmişinizi çok merak ediyoruz.

20

– Bizim de yayın faaliyetlerimiz öğrencilik dönemlerimizde oldu. Dergiler çıkardık, üniversitede dergi çıkardığımız zaman soruşturma geçirdik. Yayın faaliyetleri yaptığımız için ondan sonraki dönemde de üniversitede kınama cezası aldık, yılmadık yine yayın faaliyetlerimizi devam ettirdik. Atandığım, öğretmenlik yaptığım okulda da dergiyi, ilde ilk dergi başlangıcını yaptık. Basın Yayın alanında bir şirket kurduk. Bir dergiyi baştan sona grafik dâhil yapabilecek şekliyle bir yeteneği de bu vesile ile kazanmış olduk. Onun için Sendikanın Genel Merkezine giderken de basından sonra başkan yardımcısı olduk ve yayın faaliyetlerine daha yoğunlaştık. Onun için derginin özel bir anlamı vardır. İlk geldiğinde matbaa kokar, mürekkep kokar, o koku çok iyi bir kokudur. O yüzden öğrenciler o kokuya aşina olduğunda ve ona itina gösterdiğinde dergicilik

–Çağ değişiyor, dün birbirimizle oturup aynı ortamda sohbet ederken, birbirimizle anılarımızı tecrübelerimizi paylaşırken, yeni içine girdiğimiz çağda televizyonlar insanları meşgul ediyor. Dolayısıyla insanlar vaktinin çoğunu bu tip ortamlarda harcamaya çalışıyor. Ama bu tip ortamlardan yükleme yapan olumlu anlamda yükleme yapan ortamlardan daha uzak. Onun içerisinin doldurulması da gerekiyor. Tabi ki kitabın yerini hiçbir şey tutmaz. Öğrenme ortamları değişiyor; ama öğretmenin yerini hiçbir şey doldurmaz. Sonra her şeyi arayıp bulabileceğimiz arama motorları, ama hiçbir şey bir kütüphaneyi, bir kitabı elinize aldığınızda sizin o kitabın içerisine gömülüp kaybolduğunuz ve oradaki kahramanların yerine kendinizi koyduğunuz atmosferi size vermez. O yüzden kitap okuma oranının artması gerekiyor. Bunun içinde belli çalışmalar lazım. İşte Memur Sen Eğitim Bir–Sen olarak bu anlamda Yedi Güzel Adam kütüphanelerini yedi bölgeye, yedi kütüphane diyerek sembolik bir çalışma başlattık. Herkes okumuyorsa, bir kişi okuyorsa bile bu kadar yatırımı buraya yapmak bence değer diye düşünüyorum. Çünkü toplumları değiştirecek insanlar bazen sadece bir kişi olur. Bir kişiden başlar değişimler, dönüşümler. İslam da bir kişi ile başladı ve bütün kıtalara yayıldı ve şuan dünyada 2 milyara yaklaştı Müslüman sayısı. O yüzden hiç kimse kendisini küçümsememeli. Benden mi dönüşüm olacak gibi bir açmazın içerisine girmemeli ve umudunu yitirmemeli. Ben varsam her şey olur diye ben inat edersem, ben ısrar edersem, ben iman edersem her şeyi başarabilirim diye düşünmeli. Bir kişi bile buradan faydalansa o gelecek de bir katma değer olarak bu ülkeye yansıyacaktır. O yüzden umudunuzu üzmeyin okuma oranı düşüyor diye düşünmeyin. Biz ne yapabiliriz diye düşünün. Bu da işte o yaptığınız faaliyetlerden birisi onun için ben okul müdürümüze de öğretmenlerinize de burada bu imkanı açan herkese, bunu oluşturan bütün arkadaşlarımıza bu vesileyle takdirlerim ifade ediyorum. Allah razı olsun sağ olun, dünyadaki olumsuzluklara bakarak umudu kırmamak lazım. Şuna inanmak lazım iyiler kazanacak bu kadar net. Kötüler ne kadar çoğalırsa çoğalsın sonunda iyiler kazanacak. İyilerden olmak önemli bu da bir iyilik meşalesi iyilik adımı. Yedi Güzel Adam’lardan hep iyilikle bahsediliyor. Hiçbirinin hakkında olumsuz bir cümle kurulmuyor, demek ki iyilikleri çok. İnşallah bu çalışma bereketlenir. Buradaki öğrenciler bundan istifade ederler. Ben tekrardan teşekkür ediyorum. –Bizler de Kayseri Kız And. İmam hatip Lisesi ve Mihrab dergisi adına bu güzel sohbetten ve okulumuza teşriflerinizden dolayı çok teşekkür ediyoruz…


Beçe Süheyla Kızmaz |

Beçe Ağlama çocuk, korkma! Bak, yeni rüyalardasın. sın? Söyle, neden, kime kızgındılar senin? Elinden oyuncağını mı al sız kalırım diye mi korktun? Vatansız bir karış topraknı korkma! Peygamberim okşar başı şı semaya! Haykır, yükselsin sesin ar n vicdansızlar işitsin! Sesini, gözleri kan bürüyevakti… Vakit sevinç vakti, huzur var. Ağuş açmış bekleyenlerinısın. Sevin çocuk çil gözlerin ış praktan Silkin de kalk çocuk ölü to madan önce kurduğunuz hayaller. Düşleriniz var mıydı? Uyuizi kapatan anneleriniz neredeler? Korkmayın diye gözlerin uncaklarınızı kurtaran babalarınız nerede? Enkazın altında kalmış oy mu? Söyle çocuk yüreğin acıyorlarınıza dünyayı, Sığdırsam o küçücük avuç Doğrulur mu beliniz? rsak acır mı yine? Kanayan yaralarınızı sa n kefen utandı çocuk. Minicik bedenlerinizi sarayok. Yol uzun gidecek derman , yangınlar içinde kül… İmtihan ağır, gönül yorgunrur mu? Süzsem gözyaşlarınızı, kuazsa nefes ölür mü? Kapatsam ummanı alam

MİHRAP

SÜHEYLA KIZMAZ 11–N

21


Babaannem ve Arkadaşlarıyla Tarihe Yolculuk! Nuran Karabulut |

Babaannem ve Arkadaşlarıyla

Tarihe Yolculuk! NURAN KARABULUT Tarih Öğretmeni

H

MİHRAP

enüz lise 1. sınıfa gidiyordum. O zamanlar şimdiki gibi tabletler, telefonlar, sosyal medya olmadığından kıymetli zamanımızı daha verimli kullanabiliyor, ailemizle daha fazla vakit geçirebiliyorduk. Benim en keyif aldığım şey ise babaannem Zühre Hatun ve onun muhteşem arkadaşlarının sohbetlerini dinlemekti. Peki, neden mi muhteşem; Çünkü sabahtan akşama kadar konu komşu ziyaretinde yedikleri yağlama ve mantılara rağmen oldukça çevik olan bu teyzelerin benim gözümde özel güçleri de vardı. Belki Süpermen gibi uçamıyorlar. Örümcek adam gibi daldan dala konamıyorlardı ama hepsi de çeşitli bilim dallarında adeta uzmandılar.

22

Biyoloji ve Felsefe alanında Nigar teyze; baykuşun tünemesinden, tavşanın kaçmasına, köpeğin olmasından, gece vakti öküzün böğürmesine kadar çeşitli farklılıklardan Frederich Nietzsche’yi kıskandıracak derecede felsefi yorumlar yapardı. Tavuk horoz gibi ötse hemen oracıkta kestirir. Kedinin sırt üstü düşmesini, sırtının Hz. Ali tarafından sıvazlanması ile açıklardı. Hele de kurban kesilirken hayvanın dili dışarı çıkarsa, kurban sahibinin o sene öleceğini bile bilirdi. Ve benim tabiat olaylarına karşı bakış açım İkbal teyze ile farklı boyutlara taşınmıştı. Onun haftanın 7 gününe özel uygulamaları olup cuma günleri evini temizlemediği gibi cumartesi günü çamaşır yıkamanın uğursuzluğuna Hanife Teyzeyi de inan-

dırmıştı. Gece Ay’a doğru tükürmek, sövmek de uğursuzluktu. Güneş ışığı sabah sidikliye, akşam güzele vururdu. Pazartesi başlanan işler ağır giderken Salı’nın sallanması ve Çarşamba’nın çarşafa dolaşması kaçınılmazdı. Yıldız kayarsa kesin akşama biri ölür. Gök gürleyince bıçağı dama atar, yıldırım düşmesi gibi büyük bir felaketi engellemiş olurdu. Tıp alanında kendini ispat eden Sadakat ve İffet Teyzeler burun kaşınması, kulak kızarması ve göz seğirmesinde İbni Sina’yı unutturacak tanı ve tedaviler ortaya koyarlardı. Kulağı çınlayan biri tarafından anılırdı. Mezarlığı parmağı ile işaret edenin parmakları kurur. Ölen kişinin etleri kemiklerinden ayrılsın diye 40 ve 52 gün ölü evinde dua okunur. Ölünün


Kötü haber duyduklarında elleriyle kulaklarını çekip tahtaya vururlar ve kötü haberi hayra tebdil ederlerdi. Gecenin şerrinden Allah’a sığınan Müzeyyen Teyze akşamları bize ömrümüz kısalacağından tırnak kestirmez, ölü eti yememizden korktuğu için sakız çiğnetmezdi. Gece gece ıslık çalanı görünce de cini periyi başımıza topladınız diyerek soğan, sarımsak, tuz, un ve çörek otundan yaptığı tütsüyü yakıp oda oda gezdirirdi. Hatta ona göre incir ağacı altında uyuyanları şeytan alır götürür satamadan getirirdi de neyse ki Kayseri’de incir ağacı yetişmediğinden böyle bir sorun da olmamıştı.

İnsanoğlu fıtratı gereği inanmaya ve telkine müsait olduğundan esrarlı olayların peşine düşmüş ve şifa umuduyla her çareye başvurmuştur. Tıpkı şeker babaannem ve onun çılgın arkadaşları gibi… Yine bir gün bir araya gelerek saç üzerinde bazlama partisi verirken, Cevriye Teyzenin evde kalan kızının kısmetini açmak için yaptıkları plana şahit olmuştum. Talas yolu üzerinde bulunan halk arasında Döner Kümbet diye bilinen mekâna gidilecek dua edilecekti. İşin esrarlı kısmı eğer dilekleri kabul olursa Kümbet dönecekti. Yahu koskoca Kümbet nasıl dönerdi, peki Kümbet dönerken nasıl olur da kimse görmezdi ya da kırılıp dökülmezdi. Kafamda onlarca deli soru hemen araştırmaya koyuldum. Belki de bugün tarih öğretmeni olmam da ilk adımımı atmış ve tarihe yolculuğum böyle başlamıştı. Sene 1276 Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat kızı Şah Cihan Hatun adına yaptırılan bu Kümbet belki de Kayseri’de Selçuklunun izlerini taşıyan en mükemmel imzalardan biriydi. Türbenin 12 yüzünde de farklı bitkisel ve geometrik desenler bulunuyor. Orta Asya Türk kültürünün

mührü olan Hayat Ağacı çift başlı kartal, insan başlı ve kanatlı iki pars ve diğer cephelerde muazzam işlenmiş bitkisel motifler… İşte insanın başını döndüren o muhteşem güzellikteki süslemelerden dolayı kümbetin etrafında tüm bir tur attığınızda koskoca kümbetin döndüğü hissine kapılıyordunuz. Ertesi gün babaannemlere Kümbet ile ilgili bu bilgileri verdiğimde bana inanmamışlardı. Hatta oraya gittiğimizde Allah’tan sana da akıl fikir vermesi için dua edeceğiz demişlerdi. Duaları kabul oldu mu bilmiyorum; ama şundan eminim ki Kümbet dönmüyor. Duaların kabulü için ne dönen bir kümbete ne de Allah’a ulaşmak için Eiffel Kulesi’ne ihtiyacımız vardı. Bize şah damarımızdan yakın olan, dualarımızı her yerden duyabilirdi. Bu arada merak eden varsa hemen söyleyeyim. Cevriye Teyze’nin kızı o senenin sonunda evlendi. Babaannem ve ekibi ise bir işi daha başarı ile bitirmiş olmanın gururu ile yağ mantısı partisi düzenleyip yeni planlara koymuşlardı bile. Onları rahmetle anıyorum...

MİHRAP

ağzında bulunacağı inancı ile fıstıklı helvalar yapılıp iki tabak da fazladan yerlerdi. Maksat ölünün ağzı tatlansın. Aşeren kadın neye bakarsa çocuk ona benzerdi. Kadın güzelleşirse çocuk erkek, çirkinleşirse çocuk kız doğardı. 5 yaşına kadar konuşamayan çocuklar bir cuma günü ezan ile sela arası Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin türbesine götürülür. Türbe anahtarı çocuğun ağzında çevrilirdi. Bülbül gibi olmasa da kısa bir süre sonra çocuğun dilleneceğine inanılırdı.

23


Milletin Televizyonu TRT Ekrem Çelik |

M

EKREM ÇELIK Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

MİHRAP

edya yani basın yayın organları; günümüzün siyasî, politik, sosyal ve kültürel hâdiselerinin ardındaki en büyük güçtür. Milletlerin varoluş mücadelesinde de en büyük etkenlerden biri yine medyadır. Bu gücü elinde tutanlar; devletlerin yönetimlerine, ekonomilerine, sosyal ve kültürel hayatlarına yön vermektedirler. Bu öyle büyük bir güçtür ki, silahla elde edemediğiniz her şeyi bu güç sayesinde elde edersiniz. Silahla alamadığınız toprakları bu güçle alırsınız. Cephede yenemediğiniz toplumları basın yayın yoluyla mahvedersiniz. Aynen bizim topraklarımızda olduğu gibi… William Ewart Gladstone, 1930’lu yıllarda Müstemlekât Nâzırlığı yapmıştır. 1882 yılında Mısır Meselesinden dolayı Avâm Kamerasında Müslümanları mahvetmenin yolunu açıklar. O zaman başbakan olan Gladstone, Kur’anı bir eline alarak Avâm Kamerasında şöyle demiştir: “Bu Kur’an Müslümanların elinde

oldukça, Avrupa, Doğu’ yu yani İslâm âlemini kontrol altına alamayacaktır.”1 Çanakkale’de, İstiklâl Harbi’nde Müslüman Türk’ü yenemeyen Batı, Türklerin bu gücü, Kur’an’dan aldıklarını, imanlarından beslendiklerini biliyordu. Onları mahvetmenin başka bir yolu olmalıydı. Nihayet o yol da bulundu: Kültür emperyalizmi! Osman Yüksel Serdengeçti merhumun kullandığı bu tabir, emperyalist devletlerin başka devletleri yutmak için kullandıkları modern metodun adıdır. Serdengeçti bu anlayışı “ Çanakkale’yi topla, tüfekle geçemeyenler, başka yoldan, başka şekilde geçmesini bildiler.” sözüyle tam on ikiden vurur. Tam da onun dediği gibi oldu. Savaşta yenildiler ama topraklarımız hariç her şeyimizi ele geçirdiler. Dilimizi bile. İslâm kokan, Türklük kokan ne varsa kötü gösterdiler. Osmanlı’ yı yerden yere vurdular. Modernizmin pençesinde can çekişen milleti tarihine düşman, milletine tepeden bakan, Batı’yı kutsayan, Batılı olmayı şeref sayan zavallılara dönüştürdüler. Mankurtlaştırdılar âdeta. Bütün bunları da medya sayesinde yaptılar. Gazeteler, dergiler, radyo ve televizyon ellerindeydi. Bütün bu

1 Nurnet. Org, “Kur’an Müslümanların Elinde Oldukça Onlara Hâkim Olamayız”, Erişim: 20 Mart 2018, http://www. nurnet. org 24


1991 yılına kadar TRT 1, TRT 2 kanallarındaki programlarla idame edilen kültür ve eğlence hayatı değerlerimizle çatışmıyordu. Fakat son derece ciddî havası, resmî bir atmosferi vardı. O zamanın programlarını hatırlayan herkes buna hak verecektir. 1991’ de özel TV kanallarının hayata geçmesiyle ülke bir anda yabancı kültürlerin, müstehcen programların, seviyesiz, hiçbir değer yargısı tanımayan eğlence dünyasının kucağına itilmişti. Gençlere cinsel mesajlar veren sözüm ona “lise” dizileri, kumarı, içkiyi, her türlü yasak ilişkiyi özendiren diziler ve nihayet tarihimizi ve dinî değerlerimizi aşağılayan alçakça teşebbüsler her gün yeni bir kültür bunalımına yol açıyordu. Hangi birini sayalım ki! “Biri Bizi Gözetliyor” adlı hırs, yalan, sahtelik, fitne, fesat programı; Batı’dan

kapılarını sonuna kadar açan “Aşk–ı Memnu‘” adlı, yazarının gayesine gölge düşüren diziyi…daha hangi birini sayalım! Ve bütün bu ve benzeri program, dizi, film müsveddelerinin girdabında boğulan Türk gençliği!

devşirme ve gençleri zinaya teşvik eden aşağılık lise dizileri, Sultan 4. Murad’ı homoseksüel bir sapık gibi gösteren “İstanbul Kanatlarımın Altında” adlı aşağılık filmi, Osmanlıyı ve Kanunî Sultan Süleyman’ı bambaşka mecralarda hapseden, kendi zavallı zihniyetlerinin yamalı elbiselerini giydirmeye çalışan “Muhteşem Süleyman” adlı diziyi, çalgılı, çengili, dansözlü, içkili “yılbaşı/ noel programları” nı, cinsel içerikli sahnelere

İşin bir de Hollywood cephesi var. Sinema yabancı filmlerin esareti altındadır. Tarihlerinde hiç olmamış, hiç yaşamamış sahte kahramanlar üretip pazarladılar yıllar boyu. Amerika Askerî Tarihinde hiç var olmamış bir sahte kahramanı izledi evlatlarımız: “Rambo”. Birincisi yetmedi, 2, 3. sünü çektiler. Gişe rekorları kırdı. Yetmedi bir de “Rocy” diye bir boksör tasarladılar. Muhammed Ali’miz gerçekti, ama o Müslüman olduğu için Hollywood’un ilgisini çekmedi. Rocy de 1, 2, 3. serisini tamamladı. Bir de Vietnam zaferini (!) işleyen prodüksiyonlar ABD askerinin kahramanlıklarını (!) anlattı durdu yıllarca. Her sayfası destanlarla dolu, üç kıtada 72 millete diz çöktürmüş, isimleri altın harflerle yazılası yiğitlerin harman olduğu asil Türk milletinin evlatları Rambo’ya, Rocky’e, Bruce Lee’ye hayran oluyordu ne yazık ki! Çünkü ona tarihini, millî değerlerini sunacak, ona nasıl asil ve büyük bir millet olduğunu, Batı’nın sinema kahramanlarının hayalden, yalandan ibaret olduğunu gösterecek ne bir televizyon ne de sinemamız vardı. Cılız yapımlar, Battal Gazi gibi tarihî şahsiyetiyle hiç de uyuşmayan filmler de maalesef bir parça vazife ifa etmekle birlikte millî ihtiyaca cevap vermiyordu. Nihayet millî hasretimiz sona eriyor ve bu milletin millî televizyonu baş döndürücü bir hızla ve hiç beklenmedik uluslararası muhteşem başarılara imza atıyordu…

MİHRAP

basın yayın organlarının başında Batı’ya köle ruhlar yer tutmuştu. Batı emrediyor, bu kuklalar da harfiyen yerine getiriyordu.

25


Yıllarca Batı mührünü taşıyan Basın Yayın Organlarının pençesinde can çekişen asil milletimiz nihayet televizyonuna kavuştu. Devletin, milletin, Anadolu’muzun hatta Türk Dünyası’nın, Turan’ın hatta Filistin’in, Gazze’nin, ümmetin sesi olan bir televizyonumuz vardı artık: Yepyeni ve millî çehresiyle Türk milletinin dünyaya haykıran sesi TRT. Türk milletinin haysiyetini gözeten TRT Haber’le, Turan İllerinin Türk Dünyası’nın sesi olan TRT AVAZ ile; Keloğlan’ımızı, Dedem Korkut’umuzu hatta minik Türk çocuğu Peppe ile evlatlarımıza millî ruhu

Turgut, başkası Ertuğrul, bir de Noyan… al sana harika bir oyun…Rambolar, Rocyler, Bruce Leeler yok artık evlatlarımızın dünyasında. Ertuğrul’umuz var, Bamsı’mız, Turgut Alp’imiz var hamdolsun. Vatan düşmanlarının “Kızıl Sultan“ dediği, bizimse Ulu Hakan Abdulhamid Han diye yâd ettiğimiz aziz dedemizi anlatan “Pâyitaht” ımız var; yıllarca gizlenen, çoğumuzun yeni öğrendiği ve İngilizleri dünyaya rezil eden bir avuç Müslüman Türk askerinin destanını anlatan “Kut’u’l–Amâre”miz var. Başka televizyonları izlerken, acaba kötü bir şey çıkar mı, diyerek elinde kumandayla bekleyen insanımız, milletin televizyonu TRT’yi izlerken gönül rahatlığıyla seyrediyor. Bizim kanalda yanlış bir şey çıkmaz, diyor zira. Dünyaya Türk dizilerini satan bir TRT var artık. Mesela Diriliş, bizzat Mehmet BOZDAĞ’ın ifadesiyle dünyada 1, 5 milyar insanın, bütün Arap ülkeleri ve Türkî Cumhuriyetler başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde ilgiyle izleniyor. Sosyal paylaşım sitelerinde birçok farklı millete mensup insan profil resmini Ertuğrul, Diriliş… yapmış. Bizi kültür emperyalizmiyle vurdular. Fakat biz başka milletlere emperyal hislerle yaklaşmadık hiç. Bugün de TRT “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü.” mantığıyla ulaşıyor insanlığa, Yunus’un sesiyle, Ahmet Yesefî’nin

MİHRAP

aşılayan TRT ÇOCUK ile; izlerken keyif veren aynı zamanda dünyayı, insanı, kainatı anlamamıza muhteşem görüntü kalitesiyle ışık tutan TRT BELGESEL ile; Arap coğrafyasına, ümmete Türk milletinin elini uzatan TRT el–ARABİYYE ile, Doğu ve Güneydoğu’daki Türkiye vatandaşı Kürt kardeşlerimize millî kimliklerini ifade etme hizmeti sunan TRT KURDî ile, Diyanet’in gayet seviyeli programlarına sahne olan TRT DİYANET TV ile eski resmî, soğuk, itici çehresi yerine milletin her kesimine güler yüzle hitap eden, yelpazesi evrensel çapta geniş fakat bir o kadar da millî değerimiz hâline gelmiştir TRT.

26

Gururluyuz, iftihar ediyoruz. Dünyaya millî kültürümüzle, sanatımızla, edebiyatımızla, dinî çalışmalarımızla, tek kelimeyle muhteşem dizilerimizle adam gibi, dosdoğru, insanî değerleri insanca sunan bir Basın Yayın Organı nasıl olur, dersini veriyor TRT’miz. Bugün artık Çarşamba günlerini iple çektiğimiz, evimizin fertleri haline gelmiş kahramanlarıyla, atamız Ertuğrul ile, Bamsı’sıyla, Turgut Alp’iyle “Diriliş”imiz var. Çocuklarımız dışarıda “Dirilişçilik” oynuyorlar. Biri Bamsı oluyor, diğeri

nefesiyle, Dedem Korkut’un bilgeliğiyle yüreklere nüfuz ediyor. Teşekkürler milletin televizyonu. Türk milleti minnettardır. Türk’ün tüm cihanda haykıran sesi, sanatta, kültürde, sinema ve müzikte, her alanda millî damgamızı yeniden üç kıtaya vuran sadây–ı Türkân! Teşekkürler TRT


Benim Efendim Huriye Akagündüz |

Mektup

Benim Efendim K

okundaki tüm güzelliğin üstüme sinmesidir arzum. Rüyalarıma gel bir kere ey sevdiğim. Gül yüzünü görmek adına günlerce uykuda kalayım. Saniye saniye adını zikredeyim. Semada kavuşturayım ellerimi. Dualarımı seni görmeye ortak edeyim. Ey Efendim, canda canım Efendim…

Salavatlarımı sana yolluyor, dualarımı sende kabul görüyorum. Açıyorum minik avuçlarımı. Ettiğim dualara senin adınla başlıyorum, bitirmek istemeyerek… Can peygamberim! Dünya ve ahriret izindeyim. Gittiğin yoldur ışığım. Karanlığımda mumlar eritenim…

Özledim seni. Yüzündeki güzelliği görmeden… Bilmek yetiyor bazen. Kalp gözümüzle bakıyoruz sana. Seni candan seviyoruz ey Efendim. Adını duyunca içimiz sızlıyor, kalbim durmaksızın zikrediyor seni. Rabbime şükürlerimi sunuyorum. Özledim seni ey Efendim…

Ey Efendim… Sınandığım, imtihanlarla dolu bu dünyadan sana yürek dolusu salavat, dua ve sevgi gönderiyorum. Ben mahzun, sen kabul gör, yüzümü güldür ey peygamberim… Uykularımda bekliyorum seni. Bekliyorum…

Ben senin ümmetin… Ümmetinse sana hasret… 571’in sevdasısın sen, gülleri adın yapan yılda. Özledim… Cennete koşar adım gelmek ister gibi…

Yemin ederim senin gittiğin yoldan gitmeye. Gül yüzüne hasret kalarak… Tövbelerim, istiğfarlarım karışıyor gözyaşlarıma. Bir de sen aklımdasın diye ağlıyorum. Hasretim sana ey peygamberim, hasret…

Ey nur yüzlüm… Rabbimin en sevdiği. Özlemler nehir oldu yoluna akıyor, sevdalar yoluna… Boynum bükük, mahzun, biçare… Gel peygamberim! Bir kere yüzünü göreyim, kokunla yeşerteyim dünyamı…

Bir yaş daha süzüldü gözlerimden, ince ince. Sana geleceğim yolları ıslatıyor, güneşi açtıran Rabbime yalvarıyorum. Sadece bir kere göreyim seni… Bir yüz görümlüğü olsun rüyalarda görünseniz Efendim. Canım Efendim…

MİHRAP

HURİYE AKAGÜNDÜZ 12/A

27


Zeytin Dalı Harekâtı Önder Karaklı |

MİHRAP

ZEYTİN DALI HAREKÂTI

28

‘’Zeytin Dalı Harekâtı’’ leşker-i sevdâya sor Arzu-yı nefsle cihâdı, bülbül-i şeydâya sor

Vururken düşman-ı gaddar, âlem-i İslâm mı nâ-çâr Pas tutmuş kapın kim açar, nesim-i sabâya sor

Kim Müselman kanı içmiş, kim teröre kucak açmış Kimler gelmiş kimler geçmiş, bî-vefâ dünyaya sor

Afrin’den Münbiç’e zafer, nûr-ı kan-ı şühedâ yer Misal-i Bedr arslan nefer, var kûh u sahrâya sor

Kilis’teki roketleri, Doğu Guta’da jetleri Beşşâr gibi Yezitleri, deşt-i Kerbelâ’ya sor

Dilde Kur’an, elde bayrak, Cenab-i Hakk kıl muvaffak Maranez, Bafelyun, Minnak, dağ-ı Burseyâ’ya sor

Türab da mihr ü mehtâbı, didede misafir hâbı Gazi, şühedâ sevâbı, Cenab-i Mevlâ’ya sor

Şem’i-meclis-i veş gibi, gül ü gül-bûn âteş gibi Ferhad-ı belâ-keş gibi, derde müptelâya sor

Yakar mı âteş-i sûzân, garp mı zehr-i mârı kusan ‘’Büyük Ortadoğu Plan’’, İran’la, Rusya’ya sor

Şehit, tarihin kalbini, Halep, Lâzkiye, Afrin’i Simge’yi sulh Zeytin Dalı’nı şah-ı mülk-i bekâya sor

Yere düşer Koçyiğitler, hilâl ağlar, güneş titrer Gazadaki ‘’Tim-i Hançer’’ habbetü’s- sevdâya sor

Anahtar mevki Cinderes, dağ-ı Darmık bomba-yı ses İdlib, Afrin, Azez ‘e pes, dil subh u mesâya sor

Ağlar visâl, güler firâk, hüsn-i cemâl et ferahnâk İsrâ, Mi’râç, Refref, Burak, Mescid-i Aksâ’ya sor

Nere Kamışlı, Tel Abyâd, nere Şeyh Hadid, Tel Rıfât Bâğ-ı hüsn eyyâm-ı firkât, mürg-i hoş-nevâya sor

Toprağa düşen fidanı, muzaffer Fırat Kalkanı Afrin’de doğan destanı, Mahbûb-ı Hudâ’ya sor

Mor dağlardaki ıslığı, bi-tâb yürekte çığlığı Dü çeşme çöken pusluğu, dur baht-ı karaya sor

Öksüz yetim İslâm yurdu, taarruzda çakal, kurdu Kays’ı, Mecnûn eden derdi, nergis-i şehlâya sor

Suriye’ye sevkiyâtı, Mümbiç hava harekâtı Arslan Mehmet’te şefkâti, Refik-i Â’lâ’ya sor

Fasl-ı diyar-ı gurbeti, dilde melâl-i hasreti Cevr ü cefânın hikmeti, derd-i bî- devâya sor

Hal-i perişan gezmeyi, yanağa boncuk düzmeyi Akl u fikr ser-mest yüzmeyi, didede deryâya sor


Obüs, top ateş, roketle, ordu-yı Özgür Suriye Şol hikmet-i Fetih Sûre, var dest-i du’âya sor

Maksud-ı ‘’Kızıl Elma’’yı, düğüne giden orduyu Tabuta konan yavruyu, Cennetü’l- Me’vâ’ya sor

Kirli oyun ne son ne ilk, merhem-i şifaysa birlik Kim kalb-i sadık müttefik, girbâb-ı belâya sor

Şehit ölmez yurt bölünmez, nûr-ı Hak hakikat sönmez Kimler sorgu suâl vermez, şol dürr-i yektaya sor

‘’JÖH’’ deniveren timleri, taşıyıcı ‘’Kirpi’’leri ‘’SAT, SAS’’ komando erleri, çeşm-i temâşâya sor

Zülf-i şebden tâb-ı rûyun, tar u mâr şehr-i vücûdun Azez’de gün-be-gün nûrun, zemin ü semâya sor

Yürekte tufan-ı Nuh’u, yağmalanmış aziz rûhu Ağlayan Cebel-i Nûr’u, Sidretü’l- Müntehâ’ya sor

Vâdî-i ışk râh-ı dırâz, dilde nûr-ı reh-i Hicâz Alev-fürûz sûz u güdâz, dûd-ı meh-likâya sor

Rejime koşan kaçağı, tüneller kazan alçağı Tar u mâr olan ocağı, seng-i musallâya sor

Ensariye, Anti- Lübnan, Doğu Guta deryâ-yı kan Sebeb-i feryâd ü figan, Humus’la, Hamâ’ya sor

Tek vatan u millet, bayrak, zemine düşer mi sancak Ayrılır mı etle tırnak, can u dil fedâya sor

Vatan sana canlar fedâ, hüsn-i cemâl kılma cüdâ Kim mazhâr-ı lûtf-ı Hudâ, erbâb-ı gazâya sor

Çakala bırakmış leşi, kanat çırpmış zafer kuşu Afrin’de doğan güneşi gazi, şühedâya sor

Burseya’da Kestel Cindu, Azez, Mare, El Bab, Raco Mevki Tel Afer, Minnağ’u, bülbül-i güyâya sor

Hicrette neş’e kervânı, vakt-i mevsim-i hazânı Gel evlâd-ı Fatihân’ı, garibü’l-gurebâya sor

Arslan Mehmet vuslat özler, şerbet-i şehâdet ister Bal pekmez mi Havz-ı Kevser, Resûl-ı Murtazâ’ya sor

Aşiyan-ı mürg-i dili, Haccü’l-Harameyn’de gülü Fırat’ın geçtiği çölü, şeyhü’l-ulemâya sor

Önder-i bî-çare suskun, bağ-ı dehre m’ola küskün Hikmet-i seyran-ı mahzûn, Mecnun-ı gedâya sor

Afrin, Münbiç’te sancağı, yalçın dağlarda bayrağı Mübarek vatan toprağı, var cihan-ârâ’ya sor

ÖNDER KARAKLI Tarih Öğretmeni

Âteş-i sûzân-ı elem, kalem-i dil, çeşm-i pür-nem Kubbe-yi gönülde âlem, şah-ı dil-rübâya sor

MİHRAP

Kar mihman mı zülf-i siyah, piyade mi bahr mi Timsah Kırık kafa, bacak, eli kol, der mi gonca-yı ümit sol Didâr-ı hürriyete yol, Kubbetü’s-Sahrâ’ya sor Kim kalb-i pâk u bî- günâh, bûy-ı gül-gülebâya sor

29


Allah’ı Tanımak veya Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklanmak Yaşar Atila |

Allah’ı Tanımak Veya Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklanmak YAŞAR ATILA Meslek Dersleri Öğretmeni

İ

MİHRAP

manın ilk şartı olan Allah’a imanı, tahkiki imana ulaştırmanın yolu O’nu iyi tanımaktan geçer. Allah’ı iyi bilmek ve tanımak yani “marifetullah” imanın temel unsurlarından birisi kabul edilmiştir. Allah’ı tanımak O’nun isim ve sıfatlarını iyi öğrenmekle mümkün olur. Allah’ı tanıdıkça insan aslında kendisini de daha iyi tanımaya başlar. Bu tersi bir şekilde de söylenmiştir ki –kendini bilen Rabbini bilir– bu da doğrudur. İnsan Rabbini tanıdıkça O’nda olan isimlerin birçok tezahürünün kendinde de olabileceğini görür. Mutlak olan Allah’ın isimlerinin insanda izafi olarak zuhur etmesine “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” denilmiştir.

30

İslam Düşüncesinde genel olarak “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” müslümanın ideali olarak kabul edilir. Allah, kendisine ulaşılması, yakınlaşılması, dost edinilmesi gereken en yüce varlık olunca, “Allah’a benzemek”1, “O’nun sıfatlarıyla muttasıf olmak” veya “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak” da insanın hayattaki en yüce hedefi olur. 1 2 3

“Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma” konusu eskiden beri müslüman bilginlerin müslümanlara gösterdiği bir hedef olagelmiştir. Müslüman filozofların birçoğu ve Müslüman mutasavvıfların tamamı; “insanın en yüksek amacının, Allah’a yakınlaşmak (kurbiyyet) ve Allah’ın fiillerine benzer fiiller ortaya koyacak ruh yüceliğine ve arınmışlığına ulaşmak olduğunu belirtmişlerdir.”2 Gazali, bu konuyla ilgili olarak: “Kişi Hak Teâlâ’ya yaklaştıran sıfatlardan ne miktar elde etmiş ise, o miktar O’na yakınlık kazanmış olur.”3 demektedir. Gazali’ye göre; “marifetullah”ın da mertebeleri vardır ve bu mertebelerin nihayeti de yoktur. Allah’ın bilgisine, kudretinin harika eserlerine, dünya, ahiret, mülk ve melekût âlemlerini süsleyen eşsiz ve benzersiz sanatlarına vukufiyet arttıkça, Allah’ı bilme/tanıma da o derece artar ve tahkiki imana/marifete o nispette ulaşılır. Bütün bu açıklamalardan sonra, Allah ile ilgili olarak Kur’an’ın, ortaya koyduğu en yüce isimler ve sıfatları üzerinden Allah’a iman edip, O’nun “Esma–i Hüsna”sını

Burada Allah’a benzemekten murad mahiyet yönüyle değil, vasıflar yönüyledir. Çağrıcı, Mustafa, İslam Düşüncesinde Ahlak, İFAVY. İstanbul, 1989, s. 108 Gazali, el–Maksadü’l–Esna Şerhi Esmai’l–Hüsna, Ferşat Yayınları, İstanbul, 1972, s. 57

tanımaya çalışan kimselerde, “tehallak bi ahlakıllah” (Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma) hedefi gereğince, bütününü değil ama bir kısmını tespit ettiğimiz, şu değerlerin tecelli etmesi beklenmektedir. Bu değerler Kur’an’ı ve Sünneti kendisine rehber edinmiş, Rabbini tanıyan insanda bulunması gereken en önemli erdemlerdir. İnsan bu değerlere sahip çıkarak kendisine lütfedilmiş “ahsen–i takvim” ve “eşref–i mahlûkat” konumunu muhafaza edebilir; “hilafet” ve “emanet” görevlerini en iyi şekilde yerine getirebilir. Öncelikle Allah, mutlak iyi ve güzeldir. O’nun isimleri ise en güzel isimler, eserleri en muhteşem eserlerdir. Öyleyse O’nu tanıyan insandan, güzel görüp, iyi dinleyip, güzel anlayıp, iyi ve en güzel işler yapması; kendisine her türlü güzelliğe ulaşmayı hedef olarak belirlemesi beklenir. Allah’ın “el–Evvel ve el–Ahir” oluşunu kavrayan insanda, fanilikten kurtulma ve sonsuzluğa kapı aralama düşüncesi meydana gelir. Aşkın olana aşinalık kazanır. O’nun “ez–Zahir ve el–Batın” oluşunu


Allah’ın ahlakıyla ahlaklanan kişi; Rabbine ve iyi olan her şeye yakın “el–Karib”; canlı, hayat dolu “el–Hayy, el–Muhyî”; zengin, güçlü ve kuvvetli “es–Gani, es–Kadir, el–Muktedir, el–Kavi, el–Metin”; bilgiyi seven, bilgi sahibi olmaya çalışan, ve her bilenin üzerinde bir bilenin olduğunu bilen “el–Alîm, A’lem, el–Habir”; her türlü

hesabını iyi yapan “el–Hasib, el–Muhsi”; hakikate kulak veren “es–Semî”; hakkı gören “el–Basîr”; bütün işlerini yerli yerinde yapmaya çalışan ve adaleti her daim gözeten “el–Âdil, el–Hâkim”; insanlara doğruyu gösteren “er–Reşîd”; iyi olan, iyilik eden ve her işte bir hayr gören “el–Berr, Hayr”; övmeyi, takdir etmeyi, teşekkür etmeyi bilen, övülmeye layık işler yapan “el–Hamîd, eş–Şakir”; affeden, esirgeyen, bağışlayan “er–Rahman, er–Rahim”; acıyan, şefkatli ve merhametli olan “er–Raûf”; başkalarına esenlik veren “es–Selâm”; güvenen ve güven veren “Mü’min”; her türlü olumlu değere sahip çıkıp koruyan “el–Muheymin”; herkesi kucaklayan, hoşgörülü ve geniş yürekli “el–Cami”; çevresini aydınlatan “en–Nur”; sözü en güzel ve en doğruyu söylemeye çalışan “el–Sâdık” birisi olmalıdır. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaya çalışan kişi: Sorumluluğu altındakileri en iyi şekilde besleyen, büyüten ve terbiye eden “Rabb”; iyi bir yönetici, yardımcı ve dost olan “el–Velî, el–Vâli”; dengeli olan, aşırılığa meyletmeyen “el–Adl”; adaleti gözeten ve adaletle hüküm vermeye çalışan “el–Muksit”; karar verme yetkinliğine sahip olan “el–Hakim, el–Hakem”;

Sonuç olarak Allah’ı tanıyan ve O’nun ahlakıyla ahlaklanan kişi, Allah’ın “el– esma–i hüsnasını öğrenip, o isimlerden kendisine uyabileceği vasıflar çıkartan kimsedir. Bu kişi Allah’ı sevdiği ve O’nu kendine dost bildiği için O’nun yarattıklarını da sevip onlara yardımcı olmaya çalışarak dostuna benzemeye çalışır. Çünkü O “ni’me’l–Mevla ve ni’me’l–Nasır” (ne güzel dost ve ne güzel yardımcı)’dır.

MİHRAP

bilmek, insanın kavrayışını genişletir, ona görünenin dar kalıplarını kırdırır. O’nun “Ehad ve el–Vahid” oluşu, insana birlik ve bütünlük düşüncesi verir; aynı anadan olan kardeşler gibi herkese ve her şeye karşı, sevgi ve rahmet olma, kardeş olma duygusu verir. O’nun “es–Samed” oluşu, insanın muhtaç olduğunu ve ihtiyacının sadece O’na olduğunu öğretir. O’nun “el–Kerim ve el–Ekrem” oluşu, insanın da alabildiğine cömert olması ve fazilet türlerinin hepsine sahip çıkmaya çalışması gerektiğini hatırlatır. O’nun “Celil, el–Âlî, el–Müteâlî, el–Azîm, el–Aziz, el–Kebir, el–Mâcid, el–Mecîd” oluşu, insana izzetli, şerefli, onurlu ve asaletli olmasını öğütler. O’na ve yaratılmışlara karşı tevazuyu öğretir. Çünkü her şeye gücü yeten, yegâne kudret sahibi “el–Kâdir” ve her türlü noksanlıktan münezzeh olan “Sübhan” ve yegâne “el–Mütekebbir” O’dur.

hesabını iyi ve hızlı gören, doğru hükmü ertelemeyen “Esrau’l–Hâsibin”; dost ve yakınlarına değer katan “er–Râfi’”; izzet ve şerefine düşkün olan “el–Muiz”; alçağı alçak olarak gören ve ona değer vermeyen “el–Hâfıd, el–Müzil”; çevreye duyarlı, gözlemleyen, kontrol eden “er–Rakîb”; bilimsel gelişme ve icatlara önem veren “el–Bedi’, el–Bari”; olaylara tanıklık eden “eş–Şehid”; suçu ve suçluları hoş görmeyen “el–Müntakım, el–Kahhar”; kötülüklere engel olmaya çalışan “el–Mâni’”; ancak iyilik kapılarını da her daim açık tutmaya çalışan “el–Fettâh”; affı seven, gerektiğinde affetmeyi bilen, bağışlayan “el–Afuv, el–Gafur, el–Gaffar, el–Tevvâb”; muhtaçların ihtiyaçlarını bilip, onlara lütuf ile yardım eden “el–Latif, el–Nasır”; misafirine ikram eden ve onları en güzel şekilde ağırlayan “Hayru’l–Münzilin”; yol arayanlara yol gösteren, irşad eden “el–Hadi”; acele ve kızgınlıkla hareket etmeyen “el–Halim”; isteklere karşılık veren “el–Mücîb”; karşılık beklemeden yardım eden “el–Vehhâb”; teşekkür etmeyi bilen “eş–Şekûr”; çok sabırlı, dayanıklı ve dirençli olan “es–Sabûr”; kendisine güvenilen, sorumluluk alan “el–Vekil, el–Kefil”; çok seven ve çok sevilen “el– Vedûd” birisi olmalıdır.

31


RÖPORTAJ

Nuri Pakdil’le Mülakat Gökçenur Şahin | Sümeyye Kandemir |

Kudüs Şairi

Nuri Pakdil ile

Mülakat GÖKÇENUR ŞAHIN 12-G SÜMEYYE KANDEMIR 12-F

–Efendim, klasik bir soru olacak ama biz gençler, sizin döneminizi ve sizleri daha çok Yedi Güzel Adam dizisinden tanıdık ve hayranı olduk. Şiirlere, dizilere konu olan “Yedi Güzel Adam’ı sizden dinleyebilir miyiz?”

MİHRAP

— Maraş’ta lise yıllarında tanıştığımız arkadaşlarımla birlikte, Şubat 1969’da, Ankara’da, Edebiyat Dergisi’ni çıkarmaya başladık. 1972 yılında da Edebiyat Dergisi Yayınlarını kurduk. Edebiyat Dergisi’ndeki arkadaş grubumuza “Yedi Güzel Adam” adı, Cahit Zarifoğlu’nun aynı adlı bir şiirinden esinlenilerek takılmıştır. “Yedi Güzel Adam” olarak anılan bizler, birbirimize çok bağlıydık. Birimizin parası hepimizin parası olurdu. Birimizin sevinci hepimizin sevinci, birimizin sıkıntısı hepimizin sıkıntısı olurdu. İdeolojimiz ortaktı. Hepimiz sapına kadar İslâm devrimcileriydik.

32

Biz her zaman, yazmayı ve düşünceyi önceledik. Zamanla farklı kulvarlarda ilerleyenlerimiz oldu, ama herkes yapmak istediğini en iyi yapanlardandı. Öykü yazan iyi öykücü, şiir yazan iyi şair, deneme yazan iyi denemeci oldu. Aslında, simgesel bir ifade olan “Yedi Güzel Adam” tanımlaması için

şunu söylemek istiyorum: Ülküsel konumunu algılayan her insan, güzel insandır. –Siz her zaman ‘Kudüs Şairi’ olarak bilindiniz. Hayatınız hep mücadeleyle geçti. Ancak, Kudüs hâlâ zincirlere bağlı ve kan ağlamakta. Kudüs sizin için neden bu kadar önemli? — Filistin davasına inanmış ve bu davanın başarıya ulaşması için karınca kararınca çaba sarf etmiş bir yazarım. Bu çabanın ana tetikleyicisi elbette Filistin topraklarının bir parçası olan Kudüs’ün Ezelî–Ebedî Ulu Önderimiz, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in Miraç’a çıkarken son ayak bastığı yer oluşudur. Benim Kudüs sevgim, çocukluğumda sevgili annemin bana yoğun bir şekilde Kudüs sevgisi aşılamasından gelmektedir. Elbette, babam da bana mütemadiyen Kudüs sevgisi aşılamıştır. Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır. Bir şeyi çok sevdiğinizde, doğal olarak onun eserlerinize yansıması da olacaktır. Tarihte, Müslüman halklarla, ortak inancın ve ortak kültürün koşullandırdığı konumda yan yana idik. Bugün de, yarın da yan yana olmalı, inanç ve kültür ortaklığımızın


–Sizce İslamî bakış açısı, başka bir ifadeyle İslamî referans, sanatçı için kısıtlayıcı mıdır, yoksa ufuk açıcı mıdır? Veya bir sanatçının eserlerinde toplumsal sorunlara İslamî bakış açısıyla bakması nasıl bir şey? — Bir yazar, ya da şair çalışmalarında toplumsal sorunların hepsine aynı ölçüde, yoğun biçimde eğilmelidir, tüm toplumsal olaylara ve insan ilişkilerine yoğun ilgi göstermelidir. Çünkü biz edebiyatı sadece güzel söz üretme eylemi olarak görmedik, görmüyoruz. Biz sanatı ve edebiyatı bir romantizm üreteci olarak tanımlamıyoruz. Edebiyat, bir duruş, bir tutum alış, karşı koyuş, muhalefet aracıdır. Edebiyatçı da, emek sömürücülerine, kara siyasaya karşı bir duruş sergilemelidir. İslamî referans, sanatçı için kısıtlayıcı değil, ufuk açıcıdır. Çünkü dinimiz, sonsuz güzelliktir, bitimsiz evrenselliktir, sınırsız estetiktir. İslâm dini özgürlükçüdür, ilericidir, devrimcidir, bağımsızdır; sömürünün her biçimine karşıdır, başta anamalcılığa karşıdır, başta yabancılaşmaya karşıdır İslâm

Öğretisi. İnsanın, yalnızca, ‘emeğinin karşılığını yiyebileceğini’ vurgular bu din. Elbette, İslam’ın bu ebedî ilkeleri, sadece sanatçıların değil vicdan aklığını koruyabilmiş her insanın referansı olacaktır, olmalıdır. –41 tane eseriniz olduğunu biliyoruz. Şairlik ve yazarlık kimliğiniz içinde sizce Nuri Pakdil daha çok hangi eserini beğeniyor veya hangi unvanla anılmak hoşunuza gidiyor? — Kitaplarımın hepsini de çok severim ama en çok sevdiğim Umut Piyesidir. Piyesteki “Bay” karakteri benden epeyce izler taşır. Tiyatro, edebiyatın, başka bir anlatımla sözün eyleme dönüşmesidir. Ne şiirde, ne öyküde, ne romanda bulunmayan bir işlev yüklenmiştir oyuna. Bu nedenle Umut oyununu kitaplarım arasında hep ayrı bir yere koymuşumdur. Burada genel bir vurgulama yapmak istiyorum: Benim kitaplarım, ‘zulümsüz‘, ‘sömürüsüz‘, ‘putsuz‘, ‘kimlikli‘, ‘erdemli‘, ‘erekli‘, ‘ışıklı‘, ‘aşkınlıkla dopdolu‘ bir yeryüzü oluşturma çabasına bir katkıdır. Puta tapıcılık sapkınlığına bir karşı koyuştur. Benim için yazı yazmak bir bakıma da savaşa girmek, savaşmak demektir. Çünkü yazılarım, eserlerim her türlü putçuluğa karşı, her türlü

MİHRAP

bilincinde olmalıyız. Bu bağlamda, Müslüman halklarla çok sıkı kültür ilişkileri kurulmasını istiyorum.

33


— Bir dergiyi okuyabilmem, takip edebilmem için, önce o derginin diline özen gösterilmesi gerekir. Yazarlarının ve şairlerinin insanı anlamaya, yorumlamaya çalışması gerekir. Ele aldıkları konuları uygarlık bağlamında değerlendirmeleri gerekir. Kendilerine ve okuyucularına saygılı olmaları gerekir. Bir de ne olmamaları gerektiğini söyleyeyim: putperest ve firavunist olmamaları gerekir. Bu gerekirlikleri vurguladıktan sonra, özgürlük savaşımına bir kelimeyle bile olsa katkı sağlayanlara, selam olsun diyorum. Yerli düşünce düşmanlarına karşı, Batı saldırganlığına karşı eserleriyle bir direniş üssü oluşturan yazarlarımıza, şairlerimize selam olsun diyorum. – “Yedi Güzel Adam” adını taşıyan okul kütüphanemizi, okulumuzu, dergimiz MİHRAB’ı nasıl buldunuz?

yabancılaştırmaya karşı, her türlü sapmalara karşı vermekte olduğum savaşı anlatmaktadır. Ben, “haydi artık, insanoğlu, at bu putu çöp sepetine!” demek için yazıyorum kitaplarımı. Tüm kitaplarım bu bağlamda okunmalıdır. – Günümüz sanat–edebiyat ortamına bakışınız nasıl? Sizce bugün Yedi Güzel Adam’ın yerini dolduracak yeni güzel adamlar var mı veya yetişiyor mu? — Bir gerçeğe dikkatinizi çekmek istiyorum: Batılı sömürgeciler ve işbirlikçileri Büyük Osmanlı Devletini yıkarak yerine irili ufaklı kukla ülkeler kurdular. Bu ülkelerdeki Batıcı yazarlar da, bu süreçte, yabancılaştırma girişimlerini olanca güçleri ile desteklediler. Ancak, çok şükür, zorbalar halkımızın yüreğinden bağımsızlık tutkusunu, insan sevgisini söküp atamamıştır. Şimdi bu sevgi, her gün biraz daha yoğunlaşarak kendi mecrasına doğru ilerlemektedir. Yüzümüzü güldüren, yüreklerimize bir muştu çarpıntısı getiren oluşumlar var: yerli düşünceyi yayan yayınevleri, kitaplar çoğalmakta, yerli yazarlar daha aydınlık yöne doğru ilerlemektedirler. Koşulları düzeltmek için, yabancılaşma birikimi düşün tutsaklığını kaldırmak için kaynaklarımıza dönme gereğine inanmış İslâmcı yazarlar, İslâmcı düşünürler yeni eserler koyuyorlar ortaya. Uygarlığımızı oluşturan düşünce, kitaplarla, dergilerle yayılıyor. Ortadoğu düşüncesiyle yüklü bir edebiyat ürünlerini vermeye başlamıştır Türkiye’de. Biz, ülkemize sanatla, edebiyatla gelen ve yerleşen yabancılaşmanın, yine sanatla, edebiyatla ülkemizden atılabileceğine inanıyoruz.

MİHRAP

–Sanat–edebiyat dergileri veya okul dergileri bugün sizce amacına hizmet edebiliyor mu? Günümüz dergilerine bakışınızı merak ediyoruz.

34

— Bir dergi çıkarmak, yayınını sürdürmek çok zor, çok çetin bir süreçtir. Sanatsal çalışmalar çok sabır ister, incelik ister, dikkat ister, dayanma ister. Bir inancımı belirteyim: Yaza yaza yazar olunur. Bir yazarın ödevi, tartışmasız, yazmaktır. Denemek ve başlamak, sürekli çalışmak gerekiyor. Görüyorum ki, siz de bunu yapıyorsunuz. Bu çaba içinde olan genç arkadaşlarımı kutluyorum. –Bizleri kırmayıp geldiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Son olarak, biz imam–hatipli gençlere neler söylersiniz? –Gençlerle bir arada bulunmak her zaman beni heyecanlandırmıştır. Davetiniz dolayısıyla müteşekkir kaldığımı söylemeliyim. İmam–hatipli genç arkadaşlarıma, yerli düşünceyi savunan şairleri, yazarları okumalarını öneriyorum. Halkın dostu, savunucusu olan, insanı savunan yazarları, şairleri okumalarını öneriyorum. Okuya okuya, yaza yaza bir umut büyüyecektir gönüllerimizde, yurdumuzun coğrafyasında, yeryüzünde. Bu umut, tüm putçulukların, tüm zulüm düzenlerinin bir bir yıkılması, insana onurunu yeniden kazandıracak olan kendi uygarlığımızın yeniden yaşanır olması umududur. –Kayseri Kız And. İmam Hatip Lisesi öğrencileri ve Mihrab dergimiz adına çok teşekkürler ediyor ve sizlere Allah’tan sağlık ve uzun ömürler vermesini diliyor ellerinizden öpüyoruz. – Daha önce de söylediğim gibi, özgürlük savaşımına bir kelimeyle bile olsa katkı sağlayan, yerli düşünce düşmanlarına karşı, batı saldırganlığına karşı eserlerinizle bir direniş üssü oluşturan siz genç yazarlarımıza, şairlerimize ve sizi yetiştiren hocalarınıza selam olsun diyor teşekkür ediyorum...


Kibrit Dilhun Yâdigar |

Kibrit Bedenine, ruh üflendi. Kibrit alev aldı. Yaşamak için de ölmek için de sadece saniyeleri vardı. Alevini yaşatmak için başka bir oduna ihtiyacı vardı. Veyahut bir kâğıda. Saltanatını devam ettirmek için başka birine muhtaçtı. Kendi türünden. Yine kendinden kopan bir parçaya... Bir kâğıda tutundu o da. Kâğıt, kibritin aleviyle yeşerirken; kibrit, ölüme doğru son adımını atmıştı bile... Kibrit ölürken kağıt can buldu. Fakat onun da birine ihtiyacı vardı. Kibritten ve kendinden daha güçlü birine. O da birkaç oduna tutundu bu sefer. Kâğıdın kibrit kadar kısa olmasa da fazla ömrü yoktu. Kâğıt, oduna tutunduğunda ölümün uçurumuna bıraktı kendini. Odun, kibritten miras kalan ateşin gölgesinde can bulurken, hafif bir rüzgâr esti. Alev güçlendi. Diğer odunlar da can bulurken, akşamın karanlığında odunlar yaşama başlamış olmanın huzuruna ermişlerdi.

MİHRAP

DILHUN YÂDIGAR 12-N

35


Yaman Dede Betül Akarsu |

Yaman (Yanan) Dede Talas 1887 / İstanbul 1962

BETÜL AKARSU 12-N Bahtiyar Sürgün…

Y

aman Dede’nin adını ilk kez duyuşum bundan yaklaşık dört–beş ay önceydi. Okul dergimiz Mihrab ve Nafiz Yıldırım Hocamız sayesinde. Yıllardır Kayseri’deyim ve Yaman Dede’nin adını şu zamana kadar duymamış olmam benim için öyle utanç verici bir his ki… Lakin geç olsa da tanımış olmanın mutluluğunu yaşıyorum.

MİHRAP

Yaman Dede’yi bana en iyi tanıtan kaynak, Sadık Yalsızuçanlar’ın Diyamandi adlı kitabı oldu. Bu kitap, Yaman Dede’nin evlatlarım dediği talebelerine yazdığı mektuplardan oluşuyor. Her mektupta ayrı bir yangın var. Okurken adeta yaşamış gibi oldum.

36

İlk kez bir kitapta bu kadar çok cümlenin altını çizdim. Nedenleri farklı farklı… Kimisinde kendimi buldum, kimisinde bilmediğim şeyler adına satır altlarına

mürekkep damlattım, kimisinde daha başka şeyler... Ama en çok eksiklerimi çizdim. Bende olmayanları. Keşfedemediklerimi, görmediklerimi, göremediklerimi; hayret ettiklerimi, hayran kaldıklarımı... Hepsini. Yaman Dede’nin yazdığı her satır yüreğime saplanan bir ok gibi battı, kanattı. İçimi yakarken yüreğime derin nefesler aldırdı. Bu kitabın başı ya da sonu yok. Her sayfası ebediyete doğru koşuyor. Her kelimesinden aşk damlıyor. Ne kadar müthiş bir yaşam öyküsü bu, hayran olmamak elde değil… Kayseri Rumlarından iplik tüccarı Yuvan’la Afuranî’nin oğlu olan Yaman Dede, 1884 yılında Talas’ta doğar. Diyamandi (Yaman Dede) doğduktan bir süre sonra ailesi Kastamonu’ya göçer... İlköğrenimini ve liseyi burada bitirir.


“Ne olduysa o günlerde oldu. İkinci sınıftayım. Ders yılının ortaları. Farsça hocamız bir gün tahtaya birkaç mısrâ yazdı. Bugünmüş gibi hatırlıyorum. (…) Siyah tahtaya beyaz tebeşirle yazılmış kelimeleri okuyunca yandım. Gönlüme bir ateş düştü. Bu ateş, beni ömrümce yaktı.” (sf. 8, 9) Bir Rum ailesinden gelmiş olmasına rağmen Arapça, Farsça ve Kur’an’a müthiş bir ilgi duyar. Bu ilgi, başarı ve muhabbetin nihayetinde Diyamandi’ye medresenin kapıları açılır. Liseden mezun olunca 1909 yılında Yükseköğrenim için İstanbul’a gider… İstanbul’da Hukuk Mektebi’ne kaydolur. Okulunu devam ettirirken o çok sevdiği biricik hocası Ahmed Remzi Dede’yi de burada tanır…Yüreğinin alevine odun atanlardan birisidir Ahmed Remzi Koryürek. Bizim Dedemize “Yaman” lakabını veren isim... “Sonra bir ulu Sultâna, Ahmed Remzi Dede’ye erdim. Ondan Mesnevî okudum. Elimden tuttu, beni Mesnevî denizine daldırdı. Ufkum genişledi, inancım arttı.” (sf. 14) Öğrenmeye aç ve âşık olan Yaman Dede, birçok hocalar görür; ilim, edep ve aşk dersleri alır. O’nu keşfeder. Yine O’nun yolunda… Yıllarca Müslüman oluşunu saklar. Karısından, kızından ve diğerlerinden… Namazlarını kilitli kapıların ardında kılar, sahursuz oruçlar tutar. Ailesinin Hristiyan olması ve kendisinin Müslüman oluşunun bilinmesi, onlara herhangi bir zarar getirir düşüncesiyle namazlarını hep kuytu köşelerdeki mescitlerde kılar. Kimsenin bilmediği, kimsenin görmediği… İçten içe Müslümanlığını ilan etse de dışarıdaki insanlar onun Hristiyan olduğunu zannediyorlardı ve babasının ona verdiği isimle sesleniyorlardı: Diyamandi. “Başlangıçta Diyamandi idim. Sonra Yamandi molla oldum. Sonra Yaman Dede dediler. Sonra, Yanan Dede.” (sf. 9) Müslümanlığını saklamak o kadar zordu ki… “O dönemde adeta çift kimlikli idim. Müslümanlığımı ilana değin bu hâl devam etti. Karım ve kızım birer Hristiyan mümini idi. Dinlerindeki samimiyetleri, onlara duyduğum saygıyı artırıyordu. Neye inanırsa inansın, müminin bende hep saygıdeğer bir hali vardır. Onlara duyduğum sevgi, ‘Keşke Müslüman olsalar…’ hasretini derinleştiriyordu. Bu gerilimi hep yaşadım.” (sf. 59) Müslümanların ve Hristiyanların özel günlerinde Yaman Dede çaresiz kalır, ne yapacağını şaşırır. Özellikle Hristiyan yortularında tuhaf şeyler yaşadıklarını yazmıştır bir mektubunda. Noel Yortusu’nda karısının ısrarı üzerine onları kiliseye kadar götürür, eğer karısının çok üzüldüğünü ve öfkelendiğini görürse; içeri girer, en arkaya oturur, onlar için niyaz edermiş... “‘Yarabbi!’ derdim, ‘Ne olur, onlara da lütfet, sonsuz bağışını onlardan da esirgeme.’” (sf. 59) Lakin bir yerden sonra yüreğindeki bu yangın öyle bir hâl alır ki dumanının kokusunu almaya başlarlar. Karısı, kızı, yakınları onu apaçık ayıplamaya başlar. Saklamak artık kabil değildir.

“Diri diri yakacaklarını da bilsem, kendimi tutacak halde değildim. Sonunda Müslüman olduğumu açıkladım. Aramızdaki güçlü bağa rağmen karım ve kızım bunu benimseyemediler. Çok üzüldüler.” (sf. 24) Patrikhane durumu haber alınca vaziyet artık katlanılamayacak hâle gelmiştir. İki dinin bir evde barınamayacağını söylerler ve karısına boşanması hususunda baskı yaparlar. 1942 yılının karlı bir kış gecesinde Yaman Dede ağlayarak karısı ve kızıyla vedalaşır. “Evden çıktım. Selamsız yokuşundan Üsküdar iskelesine indim. Ortalık sessizdi. Soğuk iliklere işliyordu. Sanki herkes ağlıyordu. Tarifi imkânsız bir acıyla kıvranıyordum. Geride bıraktığım insanların o çaresiz, o ıstıraplı yüzleri beni yakıyordu.” (sf. 24) Boyun büker, kabullenir. Her şey Allah’tandır der… Yüreğinin ateşi daha çok harlanır, hiç sönmeyecek aşk ateşinin odunu ile. Bir süre sonra da ismi değişir Diyamandi’nin. Mehmet Kâdir Keçeoğlu olur. Kızından ve karısından ayrı bir hayat yaşamaya başlamıştır. Kendisi bunu,“Bahtiyar Sürgün” diye anlatır... Yaman Dede bu olanlara nasıl dayandı; çünkü Allah’ın âşığıydı, Efendimizin âşığıydı, Mevlâna’nın âşığıydı… Bedeni, bilhassa ruhu bunu nasıl kaldırdı? Allah, yangınını herkese vermiyor; aşkı, herkes kaldıramıyor. Öyle bir aşk ki alevinden bir gün dahi şikayet etmemiş… Öyle bir aşk ki, yandıkça yakılmak istemiş… Volkan misali, kaynadıkça kaynamış, en sonunda patlamış ve Efendimize olan aşkını kelimelere dökmüş… Gönül hun oldu şevkinden boyandım ya Resulallah, Nasıl bilmem bu nirana dayandım ya Resulallah, Ezel bezminde bir dinmez figandım ya Resulallah, Cemalinle ferahnak etki yandım ya Resulallah.... Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen, Muazzam bir sehasın sen, dilersen rehnumasın sen, Habib–i kibriyasın sen, Muhammed Mustafa’sın sen, Cemalinle ferahnak et ki yandım ya Resulallah.... Yaman Dede... Hayır, hayır Yanan Dede! Ölümünün üzerinden yıllar geçti. On yıllar geçti. Ateşin üzerine su döküp, toprak atınca sönmesini bekleriz. Ölünce, Yaman Dede’ninki de öyle olmuştur sanmıştım. Buradan gidince ateşi sönmüş, artık kimsenin meşalesini aydınlatamaz diye düşünmüştüm. O kadar yanılmışım ki... Hayattayken ne ölçüde iz bıraktıysa öğrencilerine ve diğerlerine bugün de aynı izi, ne kadar zaman geçerse geçsin, iyileşmeyecek bir izle derinlere bırakmaya devam ediyor. Ateşi sönmedi onun. Hiç de sönmeyecek. Meşalemizi aydınlatıp Hak yolunda yürümemize yardımcı oluyor. Hani Bizim Yunus demiş ya: “Yunus öldü deyusela verirler / Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez.” diye…

MİHRAP

Mevlâna’ya, kendi deyimiyle Ulu Sultân’a olan aşkı da bu dönemde ateşlenir.

37


Yaman Dede de öyle. Âşık... Ve ölmedi, ölmeyecek. Kimisine bu aşk hiç nasip olmazken, kimisi çok geç kavuşurken; Yaman Dede on üç–on dört yaşındayken bu aşka sımsıkı sarılmış. Yıllarca yana yana gezmiş insanların arasında. Dede’nin yandığı öyle bir ateş ki, kavruldukça kavrulmak istemiş. Ama öyle bir–iki yıl değil. Ömrünce... Yaman Dede avukat olmasına karşılık çoğu zaman kendini bu mesleğe ait hissetmedi. Ortaokul ve liselerde Edebiyat öğretmenliği yaptı. Gözlerinin nuru, evlatlarım dediği talebelerini yetiştirdi. Onların da kalbine ateş düşürdü… Yaman Dede’nin çok fazla hatırası var. Öğrencilerine ve hayatına dair. Tabii bunlar bizim mektuplarından öğrendiklerimizle sınırlı. Bir mektubunda şu anısından bahseder: Taksim’de bir dostunu ziyarete gider ve dönüşte de mescide uğrar. O sırada okunan ezan, onu öyle fena bir ahvale bürür ki namazı dahi güçlükle kılar. Yola koyulmak üzere dışarı çıktığında ayakta duramaz haldedir. Bedeni öyle çok titrer ki mescidin duvarına yaslanmak zorunda kalır. Tam o sırada yanına yoldan geçen bir öğrencisi yaklaşıp “Hocam, hayırdır, neyiniz var, hasta mısınız?” diye sorar. Bu sırada gözyaşlarını tutamayan Dede, öğrencisine cevap verir: “Hayır evladım, hayır. İyiyim. Bir şeyim yok. Az önce ezan–ı Muhammedî okundu. Onun adını duyunca kendimi kaybediyorum, ayakta duracak mecalim kalmıyor. Bir yere dayanmam veyahut oturmam gerekiyor.” der. Çocuğun gönlünü de yakar... (sf. 71) Allah âşıkları muhakkak acı çekiyorlar. Mutlu mesut öbür diyara geçeni yok denecek miktarda. Bizim Dedemiz de çok çekmiş. En çok da hasreti. Kızına duyduğu hasreti... Yüzünü görememiş Müslüman olduğu için. Hatta Müslüman olduğu için de kızını dışlamışlar. “Senin baban Müslüman. Sen Müslüman kızısın, bizden değilsin.” diye. Hristiyanlarda din değiştirmek çok ayıp karşılanan bir durumdur. Bu yüzden Yaman Dede’nin kızını, Belma’yı da dışlar Hristiyan cemaati. Kimse onunla arkadaşlık kurmak, evlenmek istemez... Bu vaziyet onun o kadar zoruna gider ki sağda solda konuşur babası hakkında. Hatta bir keresinde canı o kadar çok yanar ki: “Mevlâna, babamı bizden aldı.” der. Yaman Dede bu cümleyi duyduğunda içi öyle bir sızlar ki... “Kızım bir gün anlayacaktır... Mevlâna beni onlardan almadı, beni benden aldı.” der.

MİHRAP

Öyle... Mevlâna, Yaman Dede’nin aklını başından almış bir zat. Küçük yaşta bir kıvılcımdan büyüyen bu yangınını talebelerine de aşılar. “(…) O tatlı, o mübarek ismi orada söylediler işte. Tahtaya şu kelime yazıldı: Mevlânâ Celâleddîn Rûmî… Sonra o ateşten kelimeler yazıldı:‘Dinle neyden kim hikayet etmede…’ Olan olmuştu. Kalbimin en derin yerinden vurulmuştum. Durup durup bunu hatırlıyorum.” (sf. 189)

38

Atmış küsur yıl hiç durmadan, ateş harlandıkça harlanır. Yaman Dede, yandıkça yanar. Mevlâna’ya o kadar vurgun o kadar hassas ve hasrettir ki... “Konya’dan bir mektup gelir, zarfın üzerindeki Konya damgasını görünce, kalbim yerinden fırlar, aklım başımdan gider. Cânân’ın yurdundan bir dost gelir, kanım damarıma sığmaz, beni yeniden yakar. Oradan her gelen benim için Cânân’ın elçisidir. Aziz elçinin ayaklarının altına kanımın son damlasına kadar akıtmak isterim.” (sf. 168) Çemberine aldığı herkesin yüreğine kor düşürmüş. Öğrencilerine, sevdiklerine... Keza onda da durum pek farklı değil. Mevlâna’nın düşürdüğü bu koru, tanıştığı insanlar ve gördüğü ilim dersleri arttırmış. Bu yangını nasıl tarif ederim, hâlâ bilmiyorum. Kelimelerle anlatmaya çalışıyorum; hem konuşuyorum, hem yazıyorum lakin yazdığım ve konuştuğum şeylerde o kadar çok boşluk var ki, sanki hiçbir zaman dolduramayacakmışım gibi... Aynı kelimeleri belki sürekli tekrar edip duruyorum ancak o kelimelerin altına yükleyebiliyorum bu aşkı bir nebze de olsa…. Gerçek aşkın büyüklüğünden mi kaynaklanıyor bunlar? Yoksa başka bir şey mi? Böyle bir aşk kıskanılmaz mı?.. Tabii bazen de yanlış anlaşılabiliyormuş Yaman Dede’nin bu hali... Doç. Dr. Emin Işık, Yaman Dede’nin öğrencilerinden birisi. Yaman Dede için hazırlanmış bir belgeselde bir hatırasını anlatıyor: “Mesnevî dersin, ağlar; Konya dersin, ağlar; Mevlâna dersin, ağlar... Bunu da sordum kendisine. Bir gün yine Mesnevî’den bahsederken ağlıyordu. Ders yaparken gözünden yaşlar akıyordu. Çok duygulu, çok hassas biri. ‘Hocam, siz Mevlâna’yı Hz. Peygamber’den daha mı çok seviyorsunuz?’ dedim. Belki bir hocaya sorulmayacak soru ama... Hz. Mevlâna’yı aşırı sevmesi beni biraz rahatsız ediyordu. Böyle sorunca, ‘Öyle şey olur mu evladım, o ne demek?..’ dedi. ‘Hiç Hz. Mevlâna, Efendimizden çok sevilir mi? Ama ben hidayetimi ona borçluyum. Ben Mesnevî okuyarak Hz Muhammed’i tanıdım. Bu yola Mevlâna sayesinde girdim. Beni bu yola getiren, Peygamberle tanıştıran, tevhide ulaştıran oydu. Ben kendi rehberimi nasıl görmezden gelebilirim? Bütün hidayetimi ona borçluyum. Eserlerine borçluyum. İnsan rehberine saygılı olmalı, hürmetkâr olmalı... Yoksa Hz. Mevlâna hiç Hz. Peygamberden daha çok sevilir mi?’ dedi.” Yaman Dede hakkında daha söyleyecek çok kelamım var lakin söyleyecek hiçbir şeyim de yok… Son olarak, Kayseri–Talas Belediyesi’nin restore ettiği, Yaman Dede’nin bir dönem yaşadığı Yaman Dede Konağı’nı ziyaret etmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Gidip görmüş, havasını teneffüs etmiş biri olarak söylüyorum: Eşsiz bir yer... Selam olsun Yaman Dede’ye, onun sevdiklerine, onun eteğinde yetişen âşıklara ve onun gibi olan âşıklara....


Efendim Zehranur Öztürk |

B

Efendim..!

Mektup

ZEHRANUR ÖZTÜRK 12/G

ugün de sana hasret olan bir güne uyandım. Seni görmeden sana hasret olan ümmetlerinle karşılaştım ‘Efendimize Mektup yarışması var’ dediler. Seni anmak için bana bir fırsat verdiler. Kalemimin ucundaki hasretle sustu derinlik. Yarışma dediler hasret dedim, hasret dediler nebi dedim, sevgi dediler bir o dedim ben sustum, dünya sustu, sessizliğe bürünmüş bir ben konuştum. Seni aradım lal olmuş gönlümle. Kayıp karanlıklarda bir sen vardın. Bizlerin içinde sen yokken benliğimiz eksik kaldı. Hayatım boyunca sana hayran büyüdüm, sensizliğe seni bürüdüm, seni tanıdım, seni duydum ama sana hasret büyüdüm efendim. Seni anlatıyorlar bana ‘ kelimeler kifayetsiz’ demiyor kimse anlamsız kelimelere anlam yüklüyorlar, sensiz kelimeler cümle olmaz dilimde efendim. Bir kervandayım sanki ‘sensizlik kervanında’. Bu kervanda senin hayalinle yolcu oldum efendim. Senden yoksun kalbi kırık seni istiyoruz. Sensizliğe senin hayalinle sarılıyoruz efendim. Yine seni görme umuduyla yattım yastığıma. Gecenin soğuk karanlığında senin hayalinle ısındım, seni düşümde görme arzusuyla yanıp kavruldum efendim. Bir rüyayla uyandım geceye, senin ismini fısıldıyorlardı kulaklarıma. Rüzgâr ağaçtan düşen bir yaprak gibi sürükledi beni sensizliğe efendim. Seni aradım gecenin sessiz soğunda gözlerimin mahmurluğuyla balkona attım kendimi. Güneş yine sensizliğe doğmuş ve uçtu kuşlar ne selam var ne sabah.

çalışıyorlar efendim. Aydınlığı geceyle örtmeye çalışıyorlar ama bilmiyorlar gündüz geceye hiçbir zaman yenik düşmedi efendim. Uykusuz gecelerim var bilir misin? Sensizlik kor olmuş yüreğime, yarınlar küsmüş geleceğe ümmetinin halini görmez misin efendim. Çınar olmaktan korkuyorum hata yapmaktan değil hatamı tekrarlamaktan korkuyorum efendim. Ümmetin sensiz dökülüyor ellerinden değil kalplerinden tut efendim Sen ki yağan yağmurda bereket sen ki doğan güneşle ruhumuzu aydınlatansın. Bizi yalnızlık tufanında yalnız bırakma efendim. Ey misk–i amber kokulum, güneş yüzlüm, gül kokulum elinden tutulmuşların, gönülden bağlanmışların sana olan hasretle yanmışların olmak isterdim. Yetim öksüz olup senin çektiğin sıkıntıları çekmek isterdim, ellerimden tutmanı, gözlerime bakmanı isterdim. Şefaatine mazhar olup cennette sana kavuşmak isterdim. Ayrılık çok acı sensizlik çok acı efendim. Koca bir boşluktayım sanki sana tutunuyorum, karanlıktan korkuyorum efendim. Sensiz yaşama yaşam diyorlar. Sensiz yaşam hayat değil efendim… “Efendim, Müjdecim, Kurtarıcım, Peygamberim! Sana Uymayan Ölçü Hayat Olsa Teperim…”

Sensiz ümmet karanlık, sensiz çocuklar şefkatinden yoksun, sensiz kalbimiz yaralarla dolu, mahzun çocukları ağlatıyorlar sensiz. Yokluğuna gömülmüş bir hasret gibi sen diyorum ama sen yoksun efendim. Senin getirdiğin huzuru kanla bozuyor hain, karanlık yüzler. Sensiz diyorum ya hani, aslında olmayışın değil canımızı yakan, ümmetinin huzurunu bozan karanlık yüzlerdir kalbimizi parçalayan. Sensiz ümmet perişan Afganistan, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Kudüs kan gölüne döndü efendim gülmeyi unuttuk. Sensiz güneş bulutlara küs, sensiz ay gecelere küs, sensiz hayat benliğimize küs neredesin Ey Allah’ın Resulü! Seni sensiz yaşamaya mahkûm yüreğimizle geldik kapına. Bize kapını kapatma efendim.

Gel de gör Şam’ı, Halep’i, gel de gör Kudüs’ü efendim. Gel de gör ümmetini gel ki sahipsiz ümmet… Perdesiz pencerenin ayıbını bana sorma efendim. Aydınlığa perde çekmeye çalışıyor hainler, sonsuz güneşini kapatmaya

MİHRAP

Hayallerim dokunulmazlığın son raddesindeyken sesleniyorum sana, Ey Nur Dağının Nur Yüzlüsü! Bizi sensiz, senin hayalinsiz bırakma. Her geceye aydınlık besliyor beden, kalbi kırık kalmış neden? Bir ben birde sen yarınlar olmaz mı efendim?

39


İki Neşe [Sevinç] Khadija (Hatice) Alsabsabı |

İki Neşe[Sevinç] KHADIJA (HATICE) ALSABSABI 12/A

Eğer bir çocuk iyi işler yaptığında övülürse değer vermeyi öğrenir. Bu konuda eksiklik hissettiğim için kendi başıma “Ah neşesi yeter.”diyebilirim çünkü okula giderek eğlenebiliyorum ve neşeyi bulabiliyorum. Hayat da öyle değil mi zaten? Minik ve basit şeyler ile mutlu olabilmeyi… Babam eşliğinde okula gittiğim gün cuma idi, yanlış hatırlamıyorsam.

MİHRAP

Ancak biz okula gidemedik. Çünkü okul yolunu kaybettik, ya da okul yok oldu diyebilirim. Ben size bu olayın üzüntülü yüzünü göstermek istemiyorum. Ben Halep´te savaşın acısını yaşayan birisiyim tam tersi ben savaşın ne demek olduğunu küçük yaşta öğrenmiş oldum, tabiki eve dönmek zorunda kaldık. O gün okulun değerini gerçekten anlayabilmiştim. Evet, ağlamıştım ama ağlamak bir üzüntünün belirtisi değil sadece, bir duygu patlamasıdır. Ben o cumadan sonra okula gidemedim. Aradan bir yıl geçiyor, ben hâlâ evdeyim ve hiçbir şey yapamıyorum. Yine bir salı günüydü, sabah saat 11: 30´u geçiyordu. Babam “Taşınacağız buradan.” dedi. Evi değiştirmek benim hayalimdi. Fakat bu kadar hızlı olmasını beklemiyordum. O gün, bugün ve daha sonra ne evimi gördüm ne de ülkemi.

40

Sınırdan geçişimiz dün gibi gözlerimde canlanıyor. Bir ayağımı sınır kapısının iç tarafına bir ayağımı sınır kapısının dış tarafına bakacak şekilde koymuştum. Evet, şu an iki ülke arasında her iki ülkede varım demiştim. Ve çok büyük bir mutluluğa kapılmıştım, anlatamam.

Sözlerim yetmiyor. Türkçemin bu kadar geliştiğini düşünmüyorum; ama içimde kelebeklerin uçuştuğunu söyleyebilirim. Biz bir şehre varmıştık ve ben o anı aklımdan çıkaramıyorum. İki yıl içinde enerjimi ve mutluluğumu deşarj ettim diyebilirim. Daha sonrasında ben bir buçuk yıl aradan sonra okula gidebilmiştim. Heyecandan kendimi yeni sınıf arkadaşlarıma tanıtmak için çöplüğün yanında durmuştum ve titreyerek “I´m Khadija, 13 years o…ld I´m….your….a..n..ew f…rien…d.” gülümseyerek söylemeye çalışıyordum. Çünkü kendimi kabul ettirmek istiyordum, dışlanmak istemiyordum ve tam tersi hiç ummadığım şekilde karşılandım. Gülümseyen yüzler, benimle konuşmaya çalışan arkadaşlar, kendini tanıtan, önüme İngilizce kitabı fırlatan… O anda çok karmaşık bir duygunun içerisindeydim, sevildiğini hissetmek duygusu idi herhalde. Ben bunu yaşayabileceğimi düşünmemiştim. Bunu bana yaşatan Türk arkadaşlarım ve Türkiye Cumhuriyeti’ne nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Sözlerim yetersiz. Duygumdan anlayın iyi ki varsınız iyi ki ümidi kalmayan insanlara ümit oluyorsunuz. İyi ya da kötü nasıl olursa olsun hayatımızda anıların yeri hep var olacaktır. Bugünü yaşarken dün olanlar bir anı bizim için, yarın da bugün yaşananlar anı olacaktır. Anılarımız geçmişimizden ibarettir, yaşanmışlıklarımızdan korkmamalıyız. Onların bize ait olduklarını unutmamalıyız…


Kuruköprü Su Kemeri Züleyha Ulaş |

Kuruköprü Su Kemeri

Suya Hasret Kalmış Vefa Bekliyor ZÜLEYHA ULAŞ Tarih Öğretmeni

özümde yaş kalmadı akacak, her taşım sızım sızım sızlıyor: Yeniden yaşatın beni…

Kayseri Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’nden tarih sevdalısı bir gurup öğrenciyiz. Tarih öğretmenimiz ile Tübitak 4006 bilim fuarına katılmak üzere Talas Kuruköprü Su Kemeri üzerinde çalışmayı tercih ettik. Neden mi? Öncelikli olarak Kuruköprü Su Kemeri’nden haberdar olduktan sonra internet üzerinden araştırmaya başladık. Kuruköprü Su Kemeri’nin, Roma İmparatorluğu döneminde Kayseri’nin su ihtiyacını karşılayan Gürpınar (Salguma) Köyü’nden çıkan suyun Kayseri’ye ulaştırılması amacıyla yapılmış olduğunu öğrendik. O dönemin önemli su kemerlerinden olan Kuruköprü bir zamanlar yağmur yüklü bulutlardan inen ve gürül gürül akan taşıdığı suyla Tabiata canlılık insanlara hayat vermiş. En önemlisi can vermiş Kayseri’ye. Çığlık olmuş Anıt’ın önce resimlerini, sonrasında ise asırlardır kırılıp dökülmesine rağmen o mağrur ve mahsun cismini gördük. Öyle bir görünüşü vardı ki… Mahzun, buruk, biraz da üzgün ve kırgın gibi geldi bize. Kemerleri göz göz olmuş konuşuyordu bizimle. Nerede kaldınız? Yıllardır gözlerim yollardaydı der gibi duruyordu karşımızda. Yılların yorgunluğu vardı üzerinde asırların getirmiş olduğu değişim ile kemerinden akan sularının yerini toz, toprak ve rüzgârın aşındırdığı oyuklar almıştı. Yeniden can bulmak isteyen bir tohumun yakarışı gibi sesini bize duyurmaya çalıştığını hissettik üzerinde gezerken. Yorgun ve aşınmış ayakları zor taşıyordu o devasa Kurukörüyü. Biraz dikkat kesilince rüzgarın uğultu-

suna karışmış derinlerden bir inilti duyar gibi olduk.” Bana bu mu yaraşır, bu mudur hakkım? Asırlardır nice düğünlerde çağıldayarak şarkı oldum raks edenlere, şırıltımla mışıl mışıl uyusunda büyüsün diye ninni oldum bebeklere. Güneş göğü delerken sırtını bana yaslayanlara buz gibi gölgelik oldum..Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun? Diyen sevdalı kızın sevdiğinin ardında akıttığı gözyaşı oldum.. çatlayan toprağa.. tohuma kurda kuşa ve hasılı her şey emrine verilmiş olan insana can niyetiyle köprü oldum aaah ah.” Hepimizde bir burukluk vardı, Kuruköprü’nün hali yüreğimize dokunmuştu. Tepemizdeki güneş susuzluğumuzu hatırlatınca içmeye yeltendiğimiz su bir türlü kursağımızdan geçmek bilmedi. İşte o anda anladık susuzluğun ne demek olduğunu… Bir şeyler yapılabilir mi diye yeniden can bulsun diye Kuruköprü’ye ses ve nefes olmaya niyet edip araştırma yaptık. Acaba kadirşinas birileri el atmış mıdır bu meseleye diye. Sadece bir gazete haberine rastladık. Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin Kültür Varlıkları Bölge Koruma Kurulu Başkanlığı’nın çalışmasına dair. Sonra Talas Belediyesi Etüt Daire Başkanlığı’ndan öğrendiğimize göre aslında ciddi çalışmalar yapıldığını ve çok maliyet gerektiren bir proje olduğu için finanse etmekte zorlandıklarını öğrendik. Ama umutlar tükenmemiş Karayolları Bölge Müdürlüğü planına alındığını ve çok yakında projelendirmeyle ilgili kararın verileceğini eğer olumlu olursa 2019 itibariyle ihale usulü çalışmaya başlanabileceği müjdesini aldık. Yüz yıllardan beri o toprağı yurt bellemiş bu anıtlaşmış sessiz çığlığa bir Davudi ses olmak için gönüllü olduk. Gayret bizden.

MİHRAP

G

41


Samiha Ayverdi ile (Hayali) Mülakat Eda Adıgüzel |

SAMIHA AYVERDI İLE (HAYALI) MÜLAKAT MİHRAP

EDA ADIGÜZEL 12-K

42


–1905’te, İstanbul’un o zamanlar milli ve mahalli adetlerinin canlı olarak yaşadığı semtlerinden birinde olan Şehzadebaşı’nda doğdum. Babam Piyade Kaymakamı İsmail Hakkı Bey’in şeceresi Ramazanoğulları’na kadar uzanır; annem Meliha Hanım ise, bugün Budin’de medfun olan Bektaşi dervişi “Gül Baba” ahfadındandır. Çocukluk hayatım, dadımın söylediği ninnileri manalandırmak endişesiyle başlayan bir düşünce ve tetkik atmosferine sarılı olarak geçmiştir. Yine aynı semtte Kalenderhane Camii önündeki meydana bakan büyük amcam İbrahim Efendi’nin konağındaki hayat, harem sohbetleri, babamın selamlık sohbetleri hafızamda derin izler bırakmıştır. 1921’te Süleymaniye İnas Numune okulunu bitirdikten sonra, tahsil hayatım hususi olarak devam etmiştir. Bir buçuk yaşımdan beri hayatımı safha safha hatırlarım. Kendime gelmeye başladığım zaman da, dünyanın sırrını düşünmeye başladım. Satıh üstü kıymetlerle aram hiçbir zaman iyi gitmedi. Düşünmek ihtiyacı en büyük zevk oldu bana. – 1971 yılında yapmış olduğunuz bir mülakatınızda “Yazar olmasaydınız hangi mesleği yapardınız?” sorusuna “Herhalde gene aynı mesleği” cevabını vermiştiniz. Peki okumak ve yazmak Sâmiha Ayverdi için nedir? –On bir sene evvel, hislerimi, düşüncelerimi rencide eden bir eser okumuştum. İsmini hatırlayamıyorum. Gene de neşretmek için yazmamıştım. Fakat sözlerini kıramadığım kimselerin ısrarı ile basılmıştır. İç alemimdeki mücadelelerin tatmini için yazarım. Bu zeminden istifade ederek beşeriyete edebiyat penceresinden küçük bir ses duyurmak. Tahassüsler ve fikirler çok defa karaya vuran balık gibi hiç takibinden ötürü kendilerini sahile atarlar. Bir kere de o sahile düştü mü tabii ki artık geri dönemez. İsteyerek veya istemeyerek bizden kaçan hisleri ve fikirleri sahifeler veya satırlara dökmüş oluruz. – Kalem tutmak kimi zaman çok zordur ve kağıda mürekkep akmayabilir. Lakin sizin ne kadar eşsiz yazılar yazdığınız ortada... Peki siz yazmaya nasıl başladınız? –İlk eserim olan “Aşk Bu İmiş” i o zaman okuyup da hislerimi rencîde eden bir eserin reaksiyonu ile on beş günde yazmıştım. Neşretmeyi tasavvur etmezken, sözünden çıkamayacağım bir büyüğümün arzusu neticesi olarak neşrettim.” Kendilerine (Ken’an Rifâî Hazretlerine) götürdüm ve takdim ettim. […] “Bu kitap basılsın.” dediler. “Benim ismimle olmasın, müstear isim konsun.” diye istirham ettim; “Hayır,” dediler “senin isminle çıksın.” Bir müddet sonra basıldı. (Aşk Budur ortaya çıkışı îtibâriyle çok farklı bir eserdir. Eser, Ken’an Rifâi’nin öğrencilerinden Semiha Cemâl Hanım tarafından yazılmaya başlanır. Fakat kendisi

çok genç yaşta Allah cezbesine tutulup bu âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi Sâmiha Ayverdi’ye verilir.) – Kaderle ilgili neler söylersiniz..? İnsan olarak, kaderimize teslim mi olmalı yoksa mücadele mi etmeliyiz..? –Kader, insanın kendi varlığı ile beraber yoğrulmuştur. Ondan içtinap (kaçınma) edilemez. İnsan, kaçmak istediği kaderini beraberinde götürür. Bir hikâyecik vardır: Bir deve ile yavrusu, sahibinin yedeğinde gidiyorlarmış. Yavru pek ziyade yorulmuş, annesine, “Pek yorgun düştüm, şuraya otursak da biraz dinlensek...” demiş. Deve cevap vermiş: “Çocuğum görmüyor musun yularım kimin elinde? Eğer bu yular kendi elimde olsa buralara kim gelirdi?” demiş. Onun dediği gibi, mukadderatın ipi de, herkesi ne tarafa çekmeği kararlaştırmışsa, oraya götürüyor. Herkesin, geçmiş veya haldeki amellerinden örülmüş olan bu yular boynuna sarılmış, onu mukadder olan yere doğru çekmekte, sürüklemektedir. Herkesi sevk eden bu mukadderattır; onun haricinde kimse ne ileri ne de geri bir adım atamaz. –Samiha Ayverdi için tasavvufun anlamı nedir?... –Tasavvufu, dünya ve hayat şartlarının boğuntusu içinde bunalmışlara, nefes aldıracak bir menfez sayabiliriz. Ruhun ve ruhaniyetin temiz, saf havası koklanan, kirlerden ve kirliliklerden arınmış manevi dünyalara açık bir menfez… Tasavvuf denen bu birlik, sevgi ve ahlak anlayışına dayalı ilahi yol, Eski Mısır’da, Eski Yunan’da, Hint’te, Çin’de, Museviyet’te, İseviyet’te, zaman zaman çıkışlar yapmış ve sonunda da, İslamiyet’in bağrı, onun kemal durağı olmuştur. Şu da dikkate alınmalıdır ki, dünyanın hiçbir ülkesinde hiçbir devrinde, tasavvuf, bir cemiyetin bütününe mâl olmamış ve kütlenin ruhuna solüsyon halinde karışarak, cemiyet ruhunun temelini teşkil etmemiştir. Ancak Müslüman–Türk tasavvufudur ki, devletin ve kütlenin siyasi, içtimai, iktisadi yapısına hakim olarak, vicdani değerlere nirengi noktası teşkil ettiği gibi, tefekkür ve sanata da istikamet çizmiş, yol göstermiştir. –Osmanlı hayatına ve yaşamına büyük bir hayranlığınız ve sevginiz olduğunu biliyoruz, bir çok eser ve yazılarınızda naklediyorsunuz. Bizlere bu hayranlığın sebebini tarif eder misiniz? –Toprağına ve imanına bağlı her Türk gibi, benimde Osmanlı’nın şehamet, kudret ve medeniyet devrine hayranlığım vardır. Amma yalnız Osmanlı’ya değil, atlı medeniyet devirlerine, bilhassa Anadolu Selçukluları’na da müstakil bir medeniyeti zirveleştirmiş olmakla hayranlık duymamak hem nankörlük, hem de gaflet olur kanaatindeyim.

MİHRAP

–Bir Osmanlı Hanımefendisi olarak tanıdığımız Sâmiha Ayverdi’yi biraz da sizden dinleyebilir miyiz? Aileniz, hayatınız...

43


– Bir konuşmanızda “Kişinin kıymeti, talebinin manasıyla ölçülür.” diyorsunuz... Gerçekte de öyle midir, biz neyi istiyor ve arzuluyorsak kimliğimizi, kişiliğimizi de göstermiş, ele vermiş mi oluyoruz. Yani kişinin değeri istekleri ölçüsünde midir? –Evet. Kişinin kıymeti, talebinin manasıyla ölçülür. Bir kimsenin talebi süflî ise, kendi de öyledir. Ulvî ise kendi de ulvîdir, Hülâsa yaptığın şey, iyilik olsun, fenalık olsun aslâ kaybolmadığı için zamanı gelir, seni bulur. Çünkü her taraf aynadır; her ne suret bağlarsan o suretin bu aynada belireceği aşikârdır. Aynaya karşı yumruk sıkarsan o da sana öyle yapar, gülersen o da güler. Mademki bütün cihan insanın fiillerine ayna gibidir, o halde aynanın önünden kaçmak elbette muhaldir. Bir kimseye fenalık yaparsan, kahredici ile karşılaşırsın. Zira evvelce de dediğim gibi Allah Teâlâ’nın tasarrufu, insanlara gene insanlar vasıtasiyle vaki olur. Eğer bu hakikati bilirsen, niçin bu böyle oluyor, filan kimse neden böyle yapıyor, diyemezsin. İşte bu noktadan, hakikî failin Allah olduğu manası çıkıyor. – Bugün aşk denildiğinde her kesimden insanın kolaylıkla ulaşacağını düşündüğü bir kavram akla geliyor. Sâmiha Ayverdi’nin aşka bakışını merak ediyoruz. Sizce aşk nedir ve aşka ulaşmak bu kadar kolay mıdır? –İnsan aşkla diri, aşksız ölü… Aşkla dirilmiş olan da bütün varlığını değişmiş, ona kaptırmıştır. Aşkla hayat bulan ve terbiye görenin hem demi de Allah Teâlâ’dır... Herkes aşka lâyık olmaz, çünkü aşka lâyık olan Allah’a lâyık olur. Sadakat insan için, zannedildiği kadar yüksek ve değerli bir merhale değildir. Gördüğü iyiliğe karşı bir köpek de sadakat gösterir. Hem yalnız sahibi için değil, sahibinin dostlarını, dostlarının dostlarını tanır. Halbuki çok insan vardır ki, doğrudan doğruya sahibine, yani Yaradan’a havlar ve onun bilvasıta uzattığı eli, iyilik gördüğü kimsenin elini ısırır ve bir hayvanın bile çıkabileceği basamağa yükselemez. Köpek, değil sahibi için, hatta onun bir emri için bile canını vermekten çekinmez. O halde insan sadık, hem can verecek kadar sadık bile olsa, bir köpeğin yapabileceği bu hareketle iftihar etmesi gülünç olmaz mı? İnsan, ancak hayvanların yapamayacağı şeyle iftihar etmekte haklıdır. O da, bilgi ve aşktır. Bu varlığın evveli de aşk, sonu da aşktır. İnsan, nihayette Yaradan’a kavuşacağını zannederken gözü aşk nuru ile görmeye başlayınca, Allah Teâlâ’nın kendinde olduğunu görür ve bu görgü onda, kenarı ve nihayeti olmayan bir zevk hasıl eder. Esasen zevk denen şeyin hakikati aşktır; yani hakikî zevk, aşktır.

MİHRAP

–Bugün İslam coğrafyası perişan bir halde darmadağınık, her tarafta kan ve göz yaşı...Aslında sadece kan ve göz yaşı değil, bir bakıma ahlak buhranı da yaşanıyor; acaba imanımızda mı bir sıkıntı var ki perişan bir haldeyiz… İslam coğrafyasının bu haline yani maddi ve manevi perişanlına neler söylersiniz?

44

–Ey Muhammed Ümmeti! Üç yüz yıl dünyaya ışık tutan sen, neden şimdi karanlıklardasın? Neden elindeki meş’aleyi söndürüp, kazip fecirlerin yalancı aydınlığına muhtaç olmaktasın? Sen uyanırsan, dünya da uyanır. Hem de beşeri–ilahi bir muvazene ile. Artık, tek kanatla uçmak sevdasından baş çevir. Senin gaflet, cehalet ve rehavetindir ki, dünyayı rehbersiz bıraktı. İsevi’yim, diyen de; Musevi’yim diyen de, peygamberlerini utandıran kavimler olmaktan kurtulamadılar. Ya sen? Ne yazık ki, sen,

yani biz de, öyleyiz. Bize tevhit ehli demek, Muhammedî ahlakı, bir kenara itmiş olan biz gafillere. Ahir zaman Peygamberi’nin ümmeti demek ne mümkün? İsevisi de Musevisi de, ikilik çıkmazında bocalaya dursalar da, bir derecede mazur sayılırlar. Zira peygamberleri de, kitapları da, zaman ve menfaat sislerinin içinde, hayalleşip, mevcut–namevcut arası bir efsane hüviyeti ile dondurulmuşlar. Din adamlarının keyfince kalıptan kalıba aktarılmışlar. Müdahale üstüne müdahale görmüş, ne İncil, İncil’dir, ne de Tevrat Tevrat’dır… Ya sen, Müslüman geçinen sen, tek harfi dahi tahrife uğramamış Hak kelamı, bu tevhit çerağını beşeriyete getiren peygamberinin yolunda yürüyüp dünyayı aydınlatacak yerde, kendini niçin ondan mahrum edip karanlıklarda kalıyorsun?.. – Son olarak biz gençlere neler söylemek istersiniz? (Vasiyetiniz ne olurdu?) – Ölçünüz doğruluk olsun, aleyhinizde de dahi olsa doğruyu söylemekten çekinmeyin. – İnsanların kusurlarını gözünüzde büyütmeyin. Arkadaş, dost, meslektaş ve yakınlarınızın kabahatlerini değil, meziyetlerini görmeye çalışın. Kusurlarını ararsanız, onlar da sizde arar ve sizin bulduğunuzdan fazlasını bulurlar. – Kendinden evvel başkalarını düşünmek seviyesine ermenizi çok isterim. Bu olmazsa kendin kadar; bu da olmazsa kendine yakın düşünmek de bir nimettir. – Gayeli ve kararlı adam olun. Gel–geç tabiatlıların ideallerine eriştikleri görülmemiştir. Onun için azimli ve sebatkâr olun ki, tuttuğunuzu koparasınız. Herhangi bir mes’eleyi huşûnetle değil sükûnet ve hoşlukla halletmeyi âdet edinin. Onun için Resûlullah Efendimiz: “Allah güzeldir, güzeli sever.” buyurmuşlardır. – Sâkin, mülâyim ve hesâplı konuşun. Ağır, kırıcı ve geri dönülmez sözden çekinin. Vakârlı ve haysiyetli olun, fakat alıngan olmayın. –“Öfke gelir göz karartır. Öfke gider, yüz kızartır.” diyen, ne doğru söylemiştir. Onun için, sonradan pişmanlık verecek sözden ve hareketten şiddetle kaçının. – Büyüğe, küçüğe saygılı olun. Hürmet edin ki hürmet göresiniz. Lâtifeleriniz lâtif olsun. Kalp, Allah’ın nazargâhıdır. Kırmaktan şiddetle sakının. – Sabırlı ve hazımlı olun. Allah şikâyeti sevmez. Dâima şükredin, güçlükleri kolayından alırsanız, rahat edersiniz. – Evlatlarınızın bedenleri kadar ruhlarını da besleyin. Onlar sana Hakk’ın emanetidir. Bu emâneti kurda kuşa kaptırmamaya dikkât edin. – İnsanlar, kendi hayatları binâsının mimârıdırlar. Bu binâyı kurmak husûsunda gösterecekleri ustalık veya acemilik, onları mes’ud veya bedbaht eyler. Gayret edin ki, hayâtınızı kurarken size saâdet ve huzur getirecek iyilik, güzellik, hak, hakîkat ve fazîlet malzemesini kullanmak hünerini gösteresiniz. – Allah yardımcınız olsun! Ahirette şefaatlerini umarak, muhterem Hocamızın manevi huzurlarından edep ve saygıyla ayrılıyoruz… Allah’ın selamı ona ve onun sevdiklerine olsun…


Benim Anam Benim Dilim Emel Kapusuz |

Benim Anam Benim Dilim EMEL KAPUSUZ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

ilge Kağan atamı, minnet ve şükranla anıyorum. Kaşgarlı Mahmut’u, Türk diline ve Türk milletine hizmet etmiş tüm atalarımı minnet ve şükranla anıyorum. Bengü taşlara yazılan yazılar hâlâ varlığını devam ettiriyor, ettirecek. Türkçe, sevgi ile bir ömür Türk boylarını gezip bizlere paha biçilmez eserler bırakmış. Diller, kültürler, medeniyetler bir nehir gibi binlerce yıldır akıp gitmekte. Geçtikleri her topraktan bir şeyler almakta, geçtikleri her toprağa bir şeyler vermektedirler. Buradan yola çıkarak diyorum ki, biz Türkler sonsuzluğa ve edebiliğe talibiz. Yerde yer, gökte gök var olduğu sürece Ey Türk, yaşayacaksın! Varlığını ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceksin. Türk dilini öğrenin çünkü Türkler, İslâmiyetin bayraktarlığını yapacak... Üniversitede Eski Anadolu Türkçesi dersinde Dede Korkut hikayelerini incelerdik. Orada geçen birçok kelimeyi bizler (ataları Toros Dağları’nda yaşayan yörükler) günlük hayatımızda olduğu gibi kullanıyorduk. Bu durum beni o kadar sevindirirdi ki, anlatamam... Geçmişimle ilgili elle tutulur, gözle görülür bir bağ kuruyordum. Kayıp babasını annesini bulmaya çalışan bir çocuk gibi, günlük hayatta kullandığımız kelimeleri Dede Korkut kitabında gördükçe içim aydınlanıyor, “Ben vatandaş olarak

değil, gerçek anlamda Türküm!” diyordum. Binlerce yıllık Türkçe kelimelerin Toros Dağları’nda seslendiriliyor olması beni mutlu ediyordu. Örneğin “savan” kelimesi hayatımızın içindeydi. On beş yirmi yıl önceye kadar bizim bölgede, bir annenin en önemli işi kızına çeyiz hazırlamaktı. Kız gelin olurken en az yirmi otuz tane savanı olurdu. Yörükler arasında savan, çul, kilim dokumak saygın bir uğraştı. Diriliş Ertuğrul dizisindeki kilimhane gibi. Dede Korkut’ta geçtiği gibi... Ala savan gökyüzüne yayıldı. Bu yaz Türk Dünyasından Hikayeler kitabını okurken, bir kelimeye gözüm takıldı. Oysa bu kelimeyi yüzlerce kez söylemiş ve duymuştum. Benim için bir eşyanın adı idi. Annem, anneannem yoğurtlarını keçi tuluğunda yayarlardı. Tuluktaki yoğurdu karıştırma tereyağı yapmak için üç beş tane deliği olan ters huni şeklindeki ağaçtan yapılmış bu eşyaya “bişek” denirdi. Bu kelime beni aldı, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e getirdi. Kimliğimin yolculuğu bir kelime, atalarımın 2017 edebiyat dersi Kanlı Kocaoğlu Kan Turalı hikayesi, Selcen Hatun’un üç kalınlığı vardı. Sınıfa sordum, “Bu kelime yaşıyor mu? Günlük hayatımızda var mı?” diye. Sınıfta birkaç öğrenci hayretle, sevinçle ellerini çırptılar. Adeta kimliklerini buldular.

“Gerçekten biz Türkmüşüz...” dediler. Çünkü Kayseri’de düğün davetiyelerinde kalın kelimesi aynı şekilde kullanılıyor. “Gelinin kalınlığı; filan gün, filan saat, filan yerde...” diye. Ali dağlar deler Dağların hası Çekmiş kucağına Koca Talas’ı Bizi İslâmiyetle tanıştıran Talas Savaşı. Bu isim Orta Asya’dan gelmiş bize. Anadolu topraklarında yer adı olmuş. Annemizin, babamızın adını bilince nasıl kimliğimiz ortaya çıkıyorsa, kullandığımız kelimelerin izini sürerek; boyumuza, obamıza, geldiğimiz toprağı bulmamıza kelimeler yardımcı oluyor. “İlim, ilim bilmektir; ilim, kendini bilmektir.” Sözün özü bütün dillere sevgim ve saygım sonsuz çünkü tüm dillerin mucize olduğuna inananlardanım. İnsanoğlu oluştursaydı bu kadar çeşitliliğe ulaşamazdı, bir yerde tekrara düşerdi diye düşünüyorum. Bütün dillere, bütün annelere sevgim ve saygım sonsuz ama Bahtiyar Vahapzade’nin dediği gibi: “Benim anam, benim dilim.”

MİHRAP

B

45


İslâmî İlimler ve Medrese Geleneği Ekrem Çelik |

İslâmî İlimler ve Medrese Geleneği EKREM ÇELİK Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

M

MİHRAP

edrese; modernizmin materyalist dünyasına karşı direnen geleneksel ve canlı bir ilim merkezidir. Peygamberimiz zamanında Mescid–i Nebî’nin yanındaki Dâru’s–suffa’ dan başlayarak günümüze kadar gelmiş köklü ve derin ilmi geleneği ile her zaman canlı kalmayı başarmıştır medreseler. Tarihî arka planı yazımızın sınırlarını aşacağı için biz daha çok medreselerin günümüzdeki durumu ve işleyişi hakkında kendi tahsil hayatımızı da göz önüne alarak bilgi vermeye çalışacağız.

46

2. Günümüzde medreseler: Temel İslam bilimleri alanında köklü bir geçmişi olan medreselerimiz bütün canlılığı ile varlığını devam ettirmektedir. Özellikle Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde Kur’an kursu şeklinde resmî olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Karadeniz’de özellikle Trabzon’un Of ilçesinde onlarca medresede klâsik dinî eğitim verilmektedir. Fakat ülkemizde öteden beri medrese denilince ilk akla gelen yer Siirt’in Tillo ilçesindeki medreselerdir. Bu medreseler içinde, geçmişte birçok önemli âlimin eğitim gördüğü ya da yaşadığı, Siirt kentinin 8 km. kuzeyinde bulunan Tillo ilçesindekiler oldukça dikkat çekicidir. Seyda Molla Bedreddin tarafından yönetilen yaklaşık 150 öğrenciye sahip “Memduhiye Medresesi” ile Seyda Molla Burhaneddin tarafından yönetilen yaklaşık 500 öğrenciye sahip “Tillo/Mücahidiye Medresesi” olmak üzere iki medresenin olduğu Tillo, bu yönüyle günümüzde de İslâmî ilimlerin en önemli merkezlerinden sayılmaktadır. Ayrıca

Bitlis’in Güroymak ilçesindeki meşhur Norşin medresesi, yine Ohin medresesi; Diyarbekir’de, Mardin’de, Van, Ağrı, Urfa ve Siirt’teki medreseler; Gaziantep’te Seyda Molla Muhammed Özkılınç’ın idaresindeki medreseler meşhurdur. Yine günümüzde İstanbul’da ve dünyanın değişik yerlerinde şubeleri bulunan Karadeniz usulü İsmailağa medreseleri klasik usulü devam ettiren medreselerdir. Adıyaman’ın

Kâhta ilçesinde bulunan Menzil’de de çok büyük bir İslâmî ilimler Külliyesi inşa edilmektedir. Bu külliye medrese usulü İslamî ilimler ihtisas medresesi olarak faaliyet gösterecektir. Özellikle Konya’da Seyda Molla Salih Ekinci’ nin medresesi meşhurdur. Kayseri’de Molla Maksud Abdulhak Hocaefendi, Gülük Camiinde Hasan Hocaefendi, Ashab–ı Suffa medresesinde Ömer Arif Hoca,


3. Medresede geleneksel eğitim müfredatı: Medreselerde eğitim müfredatı daha çok kitap temellidir. İlk aşamasından son aşamasına kadar medrese müfredatı Temel İslâm Bilimleri alanında temayüz etmiş eserler üzerinden yürütülmektedir. İlimler ikiye ayrılır; asıl yüksek ilimleri okuyabilmek için okutulan “ilm–i âlet” yani sarf–nahiv ilimleri, diğeri de bu temel üzerine okutulan yüksek ilimler anlamındaki “ulûm–ı âliye” yani fıkıh, hadis, tefsir, mantık, belâgat gibi ilimlerdir. Medrese müfredatı hususunda da iki mektep gelişmiştir. Bunlar Karadeniz Usûlü ve Doğu Usûlü diye bilinmektedir. Her iki ekol de temelini klâsik Osmanlı medreselerinde okutulan müfredattan almıştır.

a. Karadeniz Usulû: Bu sistem meşhur Osmanlı âlimlerinden Ali Haydar Efendi’nin ders halkalarında yetişmiş ve özellikle Karadeniz bölgesinde temayüz etmiş ve Süleyman Hilmi Tunahan, Mahmut Usta Osmanoğlu gibi âlimlerin ve bunların icazetli taleblerinin devam ettirdiği sistemdir. Bu usul metin merkezlidir. Yani kitaplar metin merkezli okunur ve ezberlenir. Şerhler ve haşiyeler ihtiyaca göre okutulur. Mesela sarf ilminde Emsile, Binâ, Maksud, İzzî; nahiv ilminde ‘Avâmil–i Birgivî, İzhâr, Molla Câmî…gibi temel metinler okutulur. Bu usûl Doğu usulüne göre daha mücmel ve kısa sürelidir. b. Doğu Usûlü: Bu usûl ise daha çok Erzurum, Ağrı, Tillo, Norşin, Ohin… medreselerinde yerleşmiş tedrisat sistemidir. Ana metin kitapları ile bunlar için yazılmış meşhur şerhler de okutulur. Örnek verecek olursak; Karadeniz usulünde Sarf ilmine ait “Tasrîfu’l–‘izzî “metni okutulurken Doğu usulünde

bu kitabın şerhi olan “Şerhu Sa‘di” diye bilinen Sa‘duddîn Teftâzânî’nin şerhi de okutulur. Mantık ilminde Karadeniz usulünde “Îsâgôcî metni” okutulur ve ezberletilir. Doğu usulünde ise bu eserin yanında Molla Fenârî’nin şerhi, bunun da “Kavlu Ahmed” diye çok meşhur ve çetin bir eser olarak tanınan hâşiyesi, bir de “Şerhu Şemsiyye” adlı eser okutulur. c. Yeni Usuller: Medrese mezunlarının bir kısmı Karadeniz ve Doğu usullerini birleştirir tarzda ve Pakistan, Mısır, Suriye, Arabistan, İran gibi ülkelerde de uygulanan metotlardan ve okutulan yeni tarz eserlerden de faydalanarak yeni usuller geliştirmektedirler. Bunlar örnek olarak klasik nahiv kitaplarından bazılarını okuturken daha çok “Nahvu’l–vâḍıḥ”, “el–‘Arabiyyetu beyne yedeyk” tarzı yeni usul kitaplar okutmaktadırlar. Klâsik usulde okutulan vaḍ, münâzara, mantık gibi ilimlere müfredatlarında çok az yer vermektedirler. Bu arayışlarda hedef en

MİHRAP

Develi’de Dîdâr medresesindeki ve yine Kayseri’deki Menzil Gül Medresesindeki hocalar medrese tedrisine devam etmektedir. Buna benzer hemen hemen her şehrimizde medrese usulü İslamî ilimler tedrisatı yapan hoca efendiler ve mekânlar vardır.

47


kısa yoldan Temel İslam Bilimlerinin öğretilmesidir. d. Medreselerde okutulan ilimler ve bu ilimlere ait kitaplar: Medreselerimizde okutulan eserler medreseye ve müderrise göre değişmekle beraber sıra kitapları dediğimiz eserler bellidir. Biz bu konuda kendi mensup olduğumuz Şark (Doğu) usulünde okutulan ilimleri ve eserleri örnek vereceğiz. Sarf (kelime yapı bilgisi/morfoloji): Emsile, Binâ, Maksud, İzzî, Şerhu Sa‘dî Nahiv (cümle bilgisi/sentaks): Avâmil–i Birgivî, Avâmil–i Cürcânî, Şerhu’l–muġnî, İzhâr, Hall, Sa‘dullâh–i Gevre, Netâic, Muġni’l–lebîb, Katru’n–nedâ, Suyûtî, Molla Câmî, Câmî’nin şerhleri (Abdulhakîm, Abdulġafûr) Mantık: İsâġôcî, Muġni’t–tullâb, Fenârî, Kavlu Ahmed, Şerhu Şemsiyye Belâgat: Muhtasaru’l–Me’an’i, er–Risâletu’l–‘İsâmiye Vad‘:Şerhu’r–risâleti’l–vad‘iye Münazara: er–Risâletu’l–velediyye (Abdulvehhâb velediyye) Akâid: Akaidu’n–Nesefî, Şerhu Teftâzânî Fıkıh Usulü: Hanefîler “Şerhu’l–menâr”, Şâfiler “ Cem‘u’l–cevâmi‘” okurlar. Tefsîr: Celaleyn, Kâdi Beyḍâvî, el–Keşşâf… Hâdis: el–Erba‘în… Fıkıh: Kudûrî, Mültekâ, el–İhtyâr (Hanefî), Minhâcu’t–tâlibîn (Şafi)… Burada isimlerini verdiğimiz eserler genel anlamda Doğu usulünde okutulan eserlerdir. Bunlar talebenin kapasitesi, Seydaların veya müderrisin tercihine göre değişebilmekte veya okutulacak kitap sayısı artıp eksilebilmektedir.

MİHRAP

Metin ezberi: Klâsik medrese usulünde bazı kitapların metin kısımlarının ezberi zorunlu tutulmuştur. En azından bir talebenin her bir ilme ait bir metni ezbere bilmesi istenir. Mesela sarftan emsile, bina, izzi ezberlenir; nahiv alanında avamil, muġnî, elfiye…ezberlenir.

48

Mütalaa: Dersini veren talebenin bir sonraki derse hazırlanmasıdır. Talebe metni okur, ezberler ve dersten önce

anlamaya çalışır, böylece derste daha fazla istifade eder. Müzâkere: Talebenin daha önce bitirdiği kitapları bir arkadaşıyla soru cevap şeklinde tekrar etmesidir. Böylece hem kitabı hem de konuları unutmaz. Kitabet: Derslerin bir deftere not edilmesi veya klasik kitaplarda metnin yanında bulunan boş sayfalara anadiliyle yazılmasıdır. Ders sırasında da müderrisin anlattıklarından notlar alınmasıdır.

4. Medrese tahsilinde hoca–talebe ilişkisi ve ahlâkî yapı: Şunu açık ve net bir şekilde ifade etmemiz gerekir ki dinî esasları ve ahlâkî yapıyı hor gören modern eğitimle klâsik medrese tahsili arasındaki en bariz fark eğitim ortamındadır. Hele de günümüzde eğitim ortamının ve okullardaki ahlâkî yapının içinde bulunduğu olumsuz durumlar dikkate alındığında bu fark daha iyi anlaşılmaktadır. Medreselerin bu manada üstün taraflarını şu şekilde ifade edebiliriz:


b. Hoca–talebe ilişkisi: Talebe için Hoca velinimettir. Talebe hocasına karşı tam bir ihtiram içindedir. Saygıda asla kusur etmez. Modern eğitim açısından sıkıcı, abartılı gelen bir saygı vardır medresede. Modern eğitimin öğrenciyi kutsayan anlayışının sebep olduğu öğretmene hakaret, saldırı gibi ahlaksızca ve küstahça davranışların bir medresede vuku bulması neredeyse imkânsızdır. Bunlar medrese tahsili görenlerce gayet iyi bilinir. c. İlmin maddi kaygılara alet edilmemesi: Medreselerin Temel İslam Bilimleri sahasında hala ve en güçlü merkezler olmasının temelinde “ihlas” yatmaktadır. Gerek müderrisler gerekse talebe ne için medresede olduğunu bilmektedir. Burasının maddi kazanç, maaş, mevki, makam yeri olmadığı bilinen, birçok şeyden; gençliğinden, ailesinden, maddi birçok ikbalden feragat ederek yalnızca âlim olmak ve ilim tahsil etmek için gelinen yerler olduğu için Allah’ın rahmetini indirdiği mekânlardır medreseler. d. İcazetin manevi değeri ve sorumluluğu: “Diploma” sahibine meslek kazandırır, maddî tarafı manevi tarafının kat kat önündedir. “İcazet” ise talebeyi hocasından başlayarak geriye doğru en son Rasulullah’a (s. a. v.) ve nihayet Alîm olan Rabbimize bağlayan bir nur halkasıdır. Zira icazette; icazet alınan hocadan başlanarak geriye doğru bütün ilim silsilesi, ders alan, ders okutan hocaların isimleri yazar ve talebe bütün bu silsileye ve nihayet Rabbimize karşı sorumluluk yüklenmiş olur. İcazet alan bir talebe ömür boyu bunun ağırlığını hisseder. Medrese ahlakını tam manasıyla almış bir müderris son nefesine kadar ilim okutmaya devam eder. Medrese icazeti

alan birinin dünyasında “emeklilik” diye bir şey olamaz. Resmî olarak bir kurumdan emekli olsa bile ilim tedrisinde ölene kadar devam eder. Muhammed Emin Er, Molla Sadreddin Yüksel ve daha nice hocalarımız hatta hasta yataklarında bile ilim tedrisine devam etmişlerdir. İmam Hatip Liseleri ve İlahiyatlar bu gelenekten beslenmelidir: Şu bir gerçektir ki medreselerin yerine modern anlamda okullar olarak kurulan İmam Hatipler ve İlahiyatlar, hiçbir zaman medreselerin yerini dolduramadığı gibi medresenin çok çok gerisinde kalmışlar-

Ancak son zamanlarda ilahiyatlardaki eğitimin kalitesinin artırılması için çalışmalar yapıldığını görüyor, özellikle yeni kurulan ve Arapça eğitim de yapan ilahiyat fakültelerinin ilmî boşluğu doldurmada önemli olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca son yıllarda birçok ilahiyat fakültesinin medreselerle sıkı bir iletişim içinde olduğunu ve ortak çalışmalar yaptığını görüyoruz. Bu çalışmaların İslami ilimlerin gelişimi ve daha donanımlı ilim adamları yetiştirmede çok faydalı olacağına inanıyoruz. İslamî ilimler sahasının kadîm müesseseleri olan medreselerimizle modern

İslamî ilimler sahasının kadîm müesseseleri olan medreselerimizle modern kurumlar olan ilahiyat fakültelerinin ortak çalışmalar yapması, ilahiyatların, medreselerin bilgi birikiminden ve usulünden; medreselerin de ilahiyatlardaki teknoloji, formasyon, araştırma teknikleri, modern anlamda makale yazma vb. tecrübelerden faydalanması gerekmektedir. dır. Bu gerçek bizzat Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından da açıkça ifade edilmiştir. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 28 Nisan 2016 tarihinde İmam Hatipliler Derneği’nce Sinan Erdem Spor Salonunda düzenlenen “Önder İmam Hatip Gençlik Buluşması” na katılmış ve “ Osmanlının son döneminde en önemli ilim ve irfan kaynakları olan medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya yol açmıştır. Cumhuriyet’le birlikte bunların toptan kaldırılması ise daha büyük bir kayba ve boşluğa sebep olmuştur. Onca badireye rağmen bugün dahi ilim ve irfan bakımından öne çıkan kişilerin önemli bir bölümünün bu vasıflarını geleneksel medrese eğitimine borçlu olduklarını görüyoruz. İmam Hatipler, İlahiyat fakülteleri elbette çok önemli hizmetleri ifa ediyorlar, ama eğitim gücü ve derinliği bakımından bu kurumların medrese geleneğinin binlerce yıllık bilgi birikimine henüz yetişemediği de ortadadır.” sözleriyle medresenin ilimdeki üstünlüğünü ibraz etmişlerdir.

kurumlar olan ilahiyat fakültelerinin ortak çalışmalar yapması, ilahiyatların, medreselerin bilgi birikiminden ve usulünden; medreselerin de ilahiyatlardaki teknoloji, formasyon, araştırma teknikleri, modern anlamda makale yazma vb. tecrübelerden faydalanması gerekmektedir. Ayrıca imam hatip liselerinde okuyan ve özellikle İslamî ilimler alanında yetişmek isteyen öğrencilerin medreselerdeki programlara dahil edilmesi ve kadîm ilimlerle tanışması için de çalışmalar yapılmalıdır. Medrese geleneğinin yeni nesillerimiz tarafından daha yakından tanınması İslâmî ilimlerin amacına uygun şekilde öğrenilmesi ve “âlim” diyebileceğimiz ilim adamlarının yetişmesi, ilmiyle âmil olan, öğrendiklerini hayatına taşıyan bir neslin yetişmesi için çok önemlidir. Rabbimizin bu şuura sahip nesiller bahşetmesini niyaz ediyoruz.

MİHRAP

a. İlme Saygı: Medresede her şeyden önce ilmin kendisine tam bir saygı vardır. Çünkü İslâmî ilimler Allah’ın kitabını ve Rasulullah’ın sünnetini daha iyi anlamak ve hayata geçirmek için öğrenilir. Medrese talebesi bunun farkındadır. Medresede okuyanlar “tâlib” dir. Yani isteyerek, talep edersek medreseye gelirler. Medrese talebesine “öğrenci” denmez. Modern sistemlerde zorunlu eğitim vardır ve öğrenciler istemese de bu okullarda okumak zorundadır. Zorla öğrenilmek zorunda kalınan malumat ilim değildir, kalpte yer etmez ve faydasızdır.

49


Kaybolan Kelimeler Dilhun Yadigâr |

Kaybolan Kelimeler DILHUN YADIGÂR 12–N

K

elimeleri kayıp, bulamıyor. Hepsi saklandılar. Kaleminin mürekkebi dondu. Mevsimin soğuğundan mı yoksa yüreğinin buzundan mı bilinmez lakin kalemi eline aldığında zihninde var olan tüm kelimleler etrafa kaçışıyorlar. Akvaryumun içindeki balıkların camına yumruk atılmış gibi, kelimeler de balıkların yerini alıyor ve hapis oldukları zihninin içinde saklanabilecekleri köşeler arıyorlar. Susmaya mahkum kalıyor dili. Konuşmak istiyor. Kelimeler… Yine yok. Araf’ın o kör edici karanlık ışığında bekliyor. Ne yapması gerektiğini bilmiyor. Neden yazmıyor?.. Neden yazmıyor bilinmez! Sanki saklambaç oynuyor kelimeler onunla… Alay ediyorlar. Biri çok basit bir yere saklanırken, kıymetli olanlar ve ihtiyaç duydukları sözcükler öyle yerlere saklanıyorlar ki… Tarifi mümkün olmayan bir boşluk bu.

MİHRAP

İnsan, kendini yalnız hissettiğinde kelimelere sığınıyor. Kimi konuşuyor, kimi şarkı söylüyor, kimi yazıyor… Ama onlar da onu terk ettiğinde hissedilen duygu, zaten çaresiz olan ruhuna ve bedenine öyle bir acı yüklüyor ki… Açmasını istediği, yarasına merhem bulacağını düşündüğü, umut barındıran her kapının daha açılmadan suratına kapanması… Üstelik güvendiği, sığınacağı tek yer de orası… Onlar da onu kabul etmediğinde, zaten yağmurda sırılsıklam ıslanmış ve üşümüş olan bedeni, akşamın o karanlığında bir de doluya yakalanıyor. Başını korumak için altına saklanacağı tek bir çatı dahi yok. Tepesine biniyor koca koca taşlar. Kelimeleri yok ki o taşlara kalkan niyetine kullansın… En güçlü silahı elinden alınmış gibi. Diğer silahların varlığı onu korusa da; en kıymetlisinin olmayışı, içinde daima buruk bir yer bırakıyor. Onlara bu kadar bağlı ve muhtaç olduğunu bilmiyordu, ya da görmezden geliyordu… Ellerinden kum taneleri gibi kayıp gidince anladı kıymetini.

50

Sıradan bir insan için su içmek, nasıl hayatını sürdürebilmesinin en önemli parçasıysa; onun için de yazmak, aynı şeyi ifade ediyordu. Yazmak, nefes almaktı. Kelimeler, onun hayatında bağlı olduğu en kalın halattı ve kopmaması için sımsıkı sarılıyordu.


Asaf Süheyla Kızmaz |

Ayaz’ın ortasında Yüzleri yalayan soğuk ıslak hava, Titrek bedenimde dolaşan kan sıcağı. Kesilmiş et parçasından damla düşmez kara Donmuş mücerret ebdanımla. Yarından umutsuz, dünden mutsuz bugünün kaygısı içerisinde Devam eden bir yaşantının dâhilinde Beklemeden akıp giden acımasız kum saati... Gözleri kepenk kapatmış yorgunluk edası ile Kulakları artık duymuyor yanı başında atılan vaveyla ları. Biraz meyus, biraz da katran çehreli Kafesle örtünmüş dilhun et parçası İnce bileklere ahar kalmış kurumuş çizgili parmaklar Dökülür mü didenden boncuk boncuk umutlar. Umuda pencere açmış çiseli amalar Güneş sönmeseydi eğer bulut ağlar mıydı? Ay Gitmeseydi gecelerden Sabahlar mıydı yüzüne yıldız düşenler Hiç olmasaydın pir olur muydun? Gidişine dönmeyişine ağlar mıydı insan? Gözlerine söz geçiremeyişi… İki dudak arasından çıkamayacak kadar, Aciz kelimelerinin yüreğini parçalanmasına ne demeli peki insan? Tükenmişlik sendromunda yapayalnız, Kime ne diyeceğini bilememezlik. Yanımda olacak bedenleri arıyorsun ama yoklar. Sağına bakıyorsun, soluna bakıyorsun, Ne gelen var ne giden. Çıkmak bilmeyen cansız ruhlar âlemi. Denizin yokluğunda gemisine yakınmak gibi... Atsan alan yok, satsan soran yok. Veda bile edemeden dökülüyor yapraklar... Hoşça kal diyemeden limandan ayrılıyor gemi. Canından bezmiş ölüler haykırıyor etrafta. Derdini anlatamayan insanların arasında yok Beklemeyi öğretmeden yaşamayı sevdirenler, oluyorlar. Acı çekmeden ağlamayı öğrenenler, Mutluluğu hiç görülmeyen çehrenin hissiyatı, Asi çehrenin altında gizlenen naçizane et parçası... SÜHEYLA KIZMAZ 11/N

MİHRAP

ASAF

51


RÖPORTAJ

Hayati İnanç ile Mülakat Eda Adıgüzel |

Hayati İnanç ile Mülakat EDA ADIGÜZEL 12-K

– Öncelikle bizleri kırmayıp kabul ettiğiniz ve okulumuza geldiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Sizi yeterince tanıdığımızı düşünüyoruz. Tanıdığımız Hayati İnanç’ın farklı kimlikleri var mıdır merak ediyoruz. –Ne demek. Ben sizlere teşekkür ederim. Edebiyata ilgimi biliyorsunuz. Mesleğim avukatlık. Bunun dışında söyleyeceğim bir şey yok. Yani kayda değer bir şey yok.

MİHRAP

–Sizler Divan şiirine, Osmanlıcaya ve Divan Edebiyatı Kültürüne hakimsiniz. Biganelerin ifadesiyle boş şeylerle “şiirle–sanatla” uğraşıyorsunuz. Hikmeti nedir?

52

Bir toplumu dönüştürmek, başka bir hale sokmak, serbestçe ifade edelim canına okumak istendiyse, bunun en kestirme yolu lisanını bozmaktır. Kelime kadrosunu, dil alışkanlıklarını, yüzlerce yıldan beri kendisini ifade ettiği aracı elinden almaktır. Toplumumuza bu yapılmıştır, çok acımasızca uygulanmıştır. Neticede karşısındakine içindekini rahat rahat anlatamayan, çok konuşsa da meramını ifade etmekte zorlanan anlatamadığı için de gerginleşen, gerilen, üzülen dolayısıyla sevgisizlik yaşamaya başlayan bir toplum bir topluluk çıkıyor karşımıza. Her zaman verdiğim bir örnek vardı: Bundan tam on sene önce TRT, beni bir program konuğu olarak çağırdı. TRT Int diye bir kanal vardı. O kanalda da “Merhaba Dünya” diye güzelce bir program vardı. İki saat kırk dakika sürecekti program. Bir taraftan da müzik icra etmek üzere de biri gelmişti, albüm çıkarmış. O da ticaret yapacak tabii. Hanımefendi ünlü bir sunucu, o yıllara kadar hep ünlüleri sunmuş, meşhur Halit Kıvanç’ı sunan bir sunucu. Fakat bizim anlattıklarımıza çok yabancı. Bilmiyor, kendisi de bunu kabul ediyor. Ve o gün Sultan Fatih hakkında

bir gazel okudum. Yedi beyit, on dört mısra. Çok yakışıklı bir şiirdir, merhum Sultan Fatih aşkın kanununu yazmış: “Ağlasa âşık belâ–yı hecr ile nâlân olup Gözlerinden akan anun yaş yerine kan olup” – Neden “Can veren pervane?” –Tabii. Klasik edebiyatımızda hakiki aşkı anlatan metafor pervanedir. Mecazi aşkı bülbülle, gülle anlattığı gibi şairlerimiz, hakiki aşkı da pervaneyle anlatırlar. Pervane, mum etrafında dönerek can veren küçücük kelebeklerin adıdır; gözünüzle bile göremezsiniz, çok küçüktürler, muma aşıktırlar. Sevgililerin etrafında döne döne aşkları arttıkça yaklaşırlar, iyice yaklaşırlar, ateşe temas ederler ve külleri mumun dibine düşüverir. Şair de aşkın izini ancak pervanenin küllerinden bulabilirsiniz diyerek bize yol gösterir. Hakiki aşkı, feragati, fedakârlığı temsil eden şeydir pervane. Can veriyor, bak sesini dahi çıkarmıyor. Bülbülü azarlar şair: “Niye bağırıyorsun feryat ediyorsun, hiçbir şey verdiğin de yok. Hâlbuki bak, pervane can veriyor ama senin gibi ses çıkarmıyor.” Niyâzî–i Mısrî: “Pervaneden al gizli sevda haberini sen” diyor. Pervane onu temsil ediyor. Filozof Rıza Tevfik’in bir şiirinde geçen bir mısra idi, biz oradan etkilendik, bize isim babası oldu o şiir: Bilmedim kim oldu bu hâle sebep, Ağladım ümidim hêba oldu hep, Bendeki sûz–i dil var mıdır acep, Tutuşup can veren pervanelerde. Hakiki aşkı remzettiği için kullandığımız bir ibaredir. Artık “Can Veren Pervaneler” markası bizi geçti. Beni tanımaz, onu tanır insanlar. Yaptığım programları, çıkardığım yayınları, her şeyi artık bu isim altında yürütüyorum. Biz gidersek “Can Veren Pervaneler” kalır dünyada diye iz bırakıp gitmeyi murat ediyoruz.


‘’Ağlasa âşık belâ–yı hecr ile nâlân olup Gözlerinden akan anun yaş yerine kan olup Geh cefâ kûhı gubârından örünse kisveti Geh belâ vadisini geşt eylese üryân olup’’ Aşk eğil olanların sustuğu, kendini aşık zannedenlerin isekonuştuğu bir hadisesidir. “Divan şiirinde aşk, tek bir fotoğraf değil sonsuz bir filmdir” Baki merhum, “Kemâli aşk ey Bakîseraser sırrı vahdeddir / Muradı cümlenin birdir bütün dünyayı söylet” diyor. Günümüz Türkçesine tercümeyle; kemal noktası baştanbaşa vahdet sırrıdır. Yani La ilahe illallah kaidesidir. Aşk aslında Allah’ı birlemektir. –Bugün eğitim sisteminde ezberlemeyin derler, size bakıyoruz müthiş bir ezber yeteneğiniz var. Ezberlemek bir öğrenme yöntemi midir? Bizlere bu konuyla alakalı tavsiyeleriniz var mıdır? –Ezberi çok önemserim. İlkokulda önce kerrat cetvelini ezberledik. Çocuk ezberlerken bunun ne olduğunu bilmez, bilmesi de gerekmez. Alfabeyi ezberler, her şeyi ezberler… Velhasıl ezberle başlar, sonra manalarını öğrenirsiniz. Ezbercilikten uzaklaştıran bir eğitim sisteminden geçtim herkes gibi ben de. Fakat ezberciliği hafife alırken bu mühim nükteyi gözden kaçırdılar. “Manasını anlamadan lüzumsuz ezber yapmak iyi

değil, ezberci olmayın çocuklar.” Anladık da o dedikleri bu değil. Tersine hizmet ettirildi ve bizim kendimizle tanışmamız, medeniyetimizin kodlarını çözmemizin yolu kapandı. Yoksa ezber zihnin cilasıdır, çok yararlı olduğunu düşünürüm. Bu yaşımda dahi hep ezber yaparım hâlâ, bu sabah bile ezberim vardı yani. Ezber, zihnini zinde tutar insanın. Asrın hastalığı Alzheimer değil mi? Neden? Zihnimizi atıl bırakıyoruz çünkü. Egzersiz yapmayan kol adaleleri nasıl pörsürse zihin de öyledir, egzersiz yapmadıkça çabuk teslim oluyor. Bu da ancak bilgiyle, ezberle, sürekli öğrenmeyle canlı tutulacak bir şeydir ve esasen insanın üç türlü açlığı vardır. Midemizin açlığını bilmeyen yok. Kafa da acıkır, gönül de acıkır. Kafa bilgiyle, gönül sevgiyle doyar. Ezber işte o kafanın cilası, beyni sağlam tutmaya yarayan bir ilaçtır. Ezberi nasıl yapar, hafızayı nasıl güçlü tutar, insan onları merak etmeli. Yaşantımıza bunun uygulanması, lüzumsuz şeylere ilgi göstermemek biçiminde bir protesto şeklinde kendini göstermiştir. Herkese bunu tavsiye ederim. Günde iki tane televizyon dizisi seyreden insanımız her gün dört ila beş saatini televizyon karşısında atıl geçiriyor demektir. Beyni devreden çıkar, farkına varmaz yani. Af buyurun, giderek aptallaşıyoruz. Lüzumsuz ilgilere pabuç bırakmamayı tavsiye ederim gençlerimize. Takip edeceğimiz yolu tayin edeceğiz, hayatımıza biz yön vereceğiz ki bir başarı elde edilsin. Yoksa herkes gibi gelinir geçilir. Öyle de ölünüyor, böyle de ölünüyor,

MİHRAP

–Hayati Hocamıza kısaca “AŞK” desek….?

53


sayılı nefeslerimiz bir şekilde bitecek, ama unutulmamalıdır ki, herkes ölür de herkes yaşamaz. – Bu kadar şiir hayranı olmanıza rağmen, Hayati Hocamızın şair kimliği var mı? Şiirde tercihi aruz mu yoksa hece midir? Ek olarak, bugün aruz neden rağbet görmüyor, aruz sizce bitti mi? –Şiir yazmadım, yazmıyorum. Öyle bir kabiliyetim yok. Okumayı seviyorum. Tercihim aruzla yazılmış şiirdir. Hece ile yazılmış, çok beğendiğim manzumeler var tabii. Aruz bir mecburiyet değil. Niye bitmiş olsun ki aruz. Okuyoruz ya işte. Beğenerek dinliyorsunuz da. Değil mi? Günümüzdeki Türkçe, aruz uygulaması için yeterli görünmüyor. – Divan şairlerinden sizi en çok etkileyen isim hangisidir? Sıralamak mümkün olsaydı sıralamanız nasıl olurdu? –Nâbî ile Şeyh Gâlib bende en öndeki isimlerdir. Hayâlî Bey, Na’ilî, Leskofçalı Gâlib, Yenişehirli Avnî, Osman Şems, Hersekli Ârif Hikmet, Ahmed Paşa, Fuzûlî, Bâkî, Nedîm, Kuddûsî Baba, Sâlih Baba, Fehîm, Osman Nevres, Şemseddin Sivâsî, Yozgatlılar Fennî, Fevrî, Aşkî, Muhibbî, Keçecizâde İzzet Molla, Esrar Dede, Muallim Nâcî, Harput’la Abdülhamid Hazmî, Şeyhülislâm Yahyâ, Edirneli Örfî ve tabiî Yahyâ Kemâl bu meyanda saymam gereken isimler. – Necip Fazıl, Hayati Hocamız için ne anlam ifade ediyor? Nazım Hikmet ile Necip Fazıl hep karşılaştırılır. Sizce hangisi daha güçlü şairdir? –Her yerde anlattığım hazin bir hikayem var Necip Fazıl merhumla ilgili. Bir türlü görmek kısmet olmadı. Onlarca şiirini ezberledim birçok nesildaşım gibi. Günlerden bir gün, gazetede tam sayfa resminin altında şu iki mısra gözüme çarptı: “Ey genç adam yollarımı adım adım bilirsin/Erken gel beni evde bulamayabilirsin.” Halimi siz düşünün. Yirmi iki yaşındaydım. Görüşmek mahşere kaldı yani. Nazım Hikmet’in şiiri hakkında söz söyleyecek kadar bilgiye sahip değilim. İki şiiri ilgimi çekmiştir: ‘Dergâhın Kuyusu’ ve ‘Ağa Camii’.

MİHRAP

– Bir sohbetinizde “ben lisedeyken 3 yıl komünist olarak yetiştim ve o rahleden kalktım” diyorsunuz. Nasıl oldu da bu tarafa geçtiniz? Şayet orada kalmış olsaydınız şimdi nasıl bir Hayati İnanç portesi oluşurdu sizce?

54

–O yıllarda “solcu olmak adam olmaktır” diye bir ön kabul vardı. Beni aldatan bir din dersi öğretmenim vardı, dinsizdi. Aileden gelen samimi dindarlığımı bildiğinden, “Bu ideolojinin din ile bir husumeti yok ki, neden olsun; hatta adaleti ve insan haklarını öne alıyor olmakla dinle, yani İslamiyetle gaye birliğinden söz edilebilir” gibi mugalâtalarla beni avlamayı düşünmüş. Bu yönde beni bir eğitim sürecine aldı. Gençlik heyecanımız ve delikanlılık damarımız üzerinden yönlendirmelerde bulundu. Ama neticede mezkûr dünya görüşünün İslamiyet ile açık tenâkuzu ortaya çıkınca, ben net bir şekilde

imanımı müdafaa ettim. “Allah bir Muhammed Hak” dedim. Hüsrâna uğradılar. Îmân nasîb meselesi. Orada kalsaydım nasıl bir portre oluşurdu? Ne bileyim ben... –Edebiyata olan bağlılığınızın sebebi nedir? –Ne zaman başladı bu tutku? İlkokulu bitirir bitirmez karşılaştığım Kur’an–ı Kerim kursundaki hocam sayesinde Arapça ve Farsça kökenli Türkçeye girmiş kelimeleri yakaladım. Bir tespitim oldu. Arap harfleriyle okuma yazmayı öğrenmenin bize anlatıldığı gibi aylarca yıllarca sürmediğini, bunun bir kuyruklu yalan olduğunu anladım. Niye bana yalan söyleniyor diye sordum kendime ve edebiyatımıza yöneldim. Kırk yıldan beri gördüğüm örnekler de beni doğruluyor. Çok yalan söylenmiş, halen söylenmektedir. Yalandan da korkarım azizim. Öyle derdi Ahmet Kaya, “Yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar.” Biz bulunduğumuz coğrafyada üç yıl beş yıllık değil, dokuz yüz küsur yıllık bir geçmişe 56 Hukuk Gündemi | 2017/1 sahibiz. Bu medeniyetin unsurlarına yabancı olma lüksümüz yok. Bu bize kaybettirir. İşte edebiyatı– mız o noktada bana rehberlik ediyor. Bunu erken fark ettim ve peşine düştüm. –Hukuk fakültesinde okurken edebiyatla ilgili çalışmala yapar mıydınız? –Yapardım. Karşılaştığım her kelimenin peşine düşerdim. O kelimenin anhasını minhasını, geldiği gittiği yeri akraba kelimelerini vs. kurcalamak öteden beri merakımdır. Yani bir kelimeyi okuyup geçmem, anlamak isterim. Bu nedir, nereden gelir bilmek isterim. Kelimelere karşı sevgiyle yaklaşmayı hayat tarzı edindim. Oysa şimdi kelimeleri yığma tuğla gibi tek tek ezberlemeye çalışıyoruz. O yüzden hafızamızda kalmıyor. Halbuki o duvarı örmek lazımdır. Osmanlıca’nın böyle bir zenginliği var işte. Bugün Osmanlıca diyoruz ama bal gibi Türkçe. İşte elli yıl öncesine kadar şakır şakır konuşulan Türkçe’nin böyle bir özelliği var. Yeryüzündeki üç büyük dilin bütün imkanlarını tek bir çatı altında toplamış ve bir armağan olarak bize bırakmışlardır. Bizse onu perişan ettik, çarçur ettik. Anlamıyoruz diye sırtımızı döndük ve çok kaybettik. –Mihrab dergisi ekibi olarak bizi kırmayıp kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.


BIZDEN KISA KISA

Camiiler Haftası Etkinliği

18 Mart Çanakkale Zaferi Anısına Okulumuzda Ekmek ve Hoşaf Dağıtımı Yapıldı

Afrin Şehitlerimize Mevlid-i Şerif Okundu

Helal ve Temiz Gıda Semineri

Kardeşlik Projesi MİHRAP

İmam Hatip Haftası

55


Şeytanın Geh Bili Bilisi Mehmet Orhan |

Şeytanın Geh Bili Bilisi:

Işıklı Cep Telefonları MİHRAP

MEHMET ORHAN Meslek Dersleri Öğretmeni

56

Teknoloji; mal veya hizmetlerin üretiminde veya buna yönelik amaçların gerçekleştirilmesinde kullanılan beceriler, yöntemler, işlemler, tekniklerin derlenmesi veya bilimsel araştırmalardır.” der, dilbilimci ve ansiklopedistler… Ancak yaşananların gösterdiği, teknolojinin insanlığın ve medeniyetin gelişmesine katkı sağlamanın yanında esaslı ve büyük çaplı mahviyetlerin de sebebi olduğu… Silah ve ilaç sanayinin başı çektiği bu mahviyyet faaliyetlerinin en ölümcül sonucunu da iletişim araçlarının, (Hele hele de en küçük çocuğu, en şımarık olanı,


örgü giysiler, Çin’den ithal insan parçacıklı hamur mayaları, İsrail menşe’li bir adım sonrası olmayan tohumlar, tamamı petrol ürünü plastik kaşık–çatal–bıçaklar, hazır besinler, malzemesi belki haftalarca dayanıklı fast food ürünleri, gıda boyaları, suni tatlandırıcılar vs. haklarında onlarca şaibe var olan teknoloji ürünü, insanın kadim düşmanı şeytanın Allah’ın Kitabında hatırlatılan şu sözünü ne kadar da anlaşılır kılmakta: “ İblis dedi ki: “Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.” (A’raf: 16, 17) Burada teknolojinin getirdiği yararlı kolaylıkları ayrıca zikretmeyeceğiz. Malumun i’lamına gerek yok. Asıl vurgulamak istediğimiz; cep telefonlarının neslimizin yaşam kalitesini dibe çekmesi, ahlaki çöküntülere sebep olması, aile bağlarının çökertilmesi gibi manevi zararlarının ve Cep telefonlarının ve onların olmazsa olmazı baz istasyonlarının yaydığı radyasyon sebebiyle beyin hücrelerinin bir kısmının ölmesi, Mikrodalga radyasyon seviyesinin neslimizin doğurganlık özelliğini tehdit edecek boyutlarda olması, doğmamış bebeklerin DNA ve hafızalarını olumsuz etkilemesi, bağışıklık sistemini onaran kan hücrelerine saç köklerine lenfositlere zarar vermesi, görme ve işitme kaybına sebebiyet vermesi, kanser riskini artırması, yoğun stres ve yorgunluk hissi, konsantrasyon bozuklukları saymayla bitmeyecek zararlarının yanında iletişim alanında mükemmel gelişme ve sonuçlarını, askeri alandaki, inşaat ve denizcilikte, hafif ve ağır sanayide teknolojik araç ve gereçlerin insan hayatını kolaylaştırıcı yönünü ortaya koymanın gereksizliği düşüncesindeyiz ki bunların inkarı akıl tutulmasıdır. Teknolojik gelişmenin bütün bu güzelliklerinin toptan inkarı değildir maksadımız. Maksadımız, insanlığın üzerine çöken bu kolaylık görünümlü imtihanın, yerinde ve doğru kullanılmaması durumunda nasıl bir zorluğun sebebi olabileceğinin farkedilmesi… Bela mıdır. Evet beladır hem de katmerli Bela.

Aslında, teknolojinin getirdiği kolaylıklar dizisi içerisinde sayılan ve her fırsatta şükretmeye vesile ve sanki bir lütufmuş gibi görülen bebek mamaları, hazır bezler, bütünüyle kimyasal

Bela imtihan anlamında sınav demek… İnsanlığın şeytanın iğvasına maruz kalmasından sonraki en büyük kanma ve ikna olma serüveni… Temel yaşam gereksinimlerinden yeme içme inanma barınma gibi güvende kalmanın da en büyük düşmanı cep telefonları… Karı–koca aralarında anlaşırlar ve cep telefonlarında arka planda Facebook uygulaması çalışır halde fakat telefonları kapalı iken konuşmaya başlarlar. Sohbetin arasında anlamsız ve yersiz de

MİHRAP

en ele–avuca sığmayanı) akıllı cep telefonlarının ortaya koyduğunun farkına varmak, bu tehlikeye karşı koymanın artık pek mümkün olmadığı ve fakat “ümitsizlik imansızlıktır.” ve “Gayret bizden Tevfik Allah’tandır.” fehvasınca çabayı duaya; duayı çabaya çevirme gayretini gösterme adına ne yapılabiliri konuşmak için bu yazıyı kaleme almak istedim.

57


olsa sık sık kedi mamasından bahsederler. Birkaç gün sonra İkisi de Facebook hesaplarında karşılarına çıkan kedi maması reklamlarını gördüklerinde tezlerinde haklı olduklarını farkederler. Facebook çok kullanılan ve para kaynağı benzeri Android programlarının aslında ve aynı zamanda robot teknoloji ile ortam dinlemesi yaptığı ve yakaladığı sözcükler doğrultusunda reklam önerileri yapması masumluğu ile kalmıyor materyalist düzenin saldırıları… “Delikli Demir çıktı mertlik bozuldu.” diyen Köroğlu’ndan bu yana 400 seneden fazla zaman geçti. Delikli Demir level atladı. Herkesin cebinde ve namlusu sahibine dönük asıl sahibinden aldığı Emir’le yaralayan konumda… Sağıma mani olmamak için yok etmeyen fakat mankurtlaştırarak özünden koparan bir halde.. “Nesil bozuldu saygı kalmadı.” serzenişlerini devam ettiren ve bu farkındalığın acısını içinde taşıyan büyüklerin farkına varamadıkları daha büyük sıkıntı ve bu sıkıntıların kısır döngüyle gittikçe artması, “dijital bağımlılığın” neslimize mutsuzluk ve asosyallik meydana getirmesi ile taçlandırmaktadır.

MİHRAP

Mutsuzluk umutsuzluğa; asosyalite de hareketsizliğe sebep olmakta, neslimizin yaşam algılarını değiştirmekte ve hissizlik içerisinde bir yaşama evirmektedir.

58

Sanal dünyadaki kontrolsüzlük riski, gözümüzün nuru evlatlarımızın değer yargılarını kökten değiştirmekte ve bin bir emekle aktarılmaya çalışılan milli ve manevi kültürün etkilerini yok etmektedir. Aile bağları sarsılalı çok oldu. Aile bireylerinin bir arada vakit geçirmesi, dolayısıyla birbirinden olumlu bir şekilde etkilenmesi, birbirini tanıması, görgü ve kültürünü birbiriyle paylaşması

hayali Ana–baba ile evlat arasında kuşak çatışmasına rahmet okutacak bir şekle dönüştü. Ana–babaların kolları, çocuklarını düştükleri gayya kuyusu cep telefonlarından kurtarmaya bir türlü yetmedi. Çocukların arkadaşlarının ellerinde gördükleri ışıklı ve renkli dünyaya sahip olmaları isteğini geri çevirmeye çalışan ana–babalar, onları anlamayan ve değer vermeyen, ve hürriyetlerini kısıtlayan bir konumda buldular kendilerini. Çare? Çare yok… Var mı yoksa, acaba bağımlılık tedavisinde kullanılan yöntemler denense işe yarar mı ki? Eller kollar bağlansa, kapı kilitlense, dozaj azaltılarak verilse? Veya telefonlar belirli zamanlarda kapatılsa, (ki, gece yatarken, ilk zamanlarda yeterli olabilir), yemek ve ders çalışırken çalışma ortamından uzağa konulsa… İşe yarar mı? Bence işe yaramaz…Bu arzuyu daha da şiddetlendirir. Telefonsuz geçen zamanın kazası yapıldığında sanki hiç uzak kalmamış gibi sıkı sarılacaktır zannederim. Veya, sigara paketlerinin üzerine yazıldığı gibi uyarı mesajları yazılsa, ışıklı cep telefonlarının üzerine; “DİKKAT KOPARIR!” ne varsa hayata dair. İşe yarar mı? Bilmem… Var mı aranızda çareyi bilen?


Birazcık Daha Dayan! Kevser Abacı |

Birazcık Daha Dayan! KEVSER ABACI 12 G

İ

çimde yeşil bir ağaç vardı. Bir zamanlar ben güldükçe yeşeren, bana güç veren. Onun sağlam gövdesiyle ayakta duruyordum. Kökleri sayesinde bağlanıyordum her şeye ve herkese. Onun dualarını açan çiçeklerle gülüyordum her şeye. Ben gülmeye başlayınca o daha da canlanıyordu her geçen gün. O bensiz olamazdı, ben de onsuz. Ama neden bilmiyorum, onu yavaş yavaş yitiriyorum sanki. Çünkü çok üzülüyorum bu aralar. Öyle çok üzülüyorum ki canım ağacım gün geçtikçe kuruyor, hissediyorum. Acı çekiyorum, nefes alamıyorum. Öyle ki gücümü aldığım gövdesi eskisi gibi sağlam durmuyor. Artık beni her şeye bağlayan kökleri elimde kalıyor. Dalları kırılıyor. Çiçekleri solmuş artık yaprakları sararmış dökülüyor gönlümün gözyaşı denizine birer birer… Ona ne olduğunu ben de anlamıyorum onu ayakta tutmak için çok çabalıyorum. Elimden gelen her şeyi yapıyorum ama olmuyor. Söz veriyorum ona üzülmeyeceğim bugün diye ama yapamıyorum. Düşüyor suratım, kaçıyor keyfim. Onun içimdeki yok oluşunun acısı yansıyor yüzüme, bedenime. Eskisi gibi gülemiyorum. Gülsem de buruk hep içim. Yürüyorum ama zorla taşıyorum bedenimi. Dışarıdan belli olmasa da yoruluyorum. Gün geçtikçe onun cansızlığı vuruyor gözlerime. Affet beni seni kırmaktan koruyamıyorum. Acımasızlıkları, sert sözleri, üzücü tavırlarla çekiliyor canın.

Bulutlar yağmur getirir hep doğaya ve insanlara can verir. Ama benim gözyaşı bulutlarım sana değil can vermek, seni mahvediyor. Bazı zamanlar oluyor, bir hastasının iyileşeceğine dair hiç umudu kalmayan birisi gibi hissediyorum. Kızıyorum kendime, hemen pes etmelerime, Tekrardan toparlıyorum kendimi, yeniden direnmek için zorluklara, fırtınalara dayanmaya çalışıyorum. Hep de son olsun diyorum. Sana bunu söylemeye yüzüm yok ama yine de söylemek istiyorum; Ruhum birazcık daha dayan desem, Gücün var mı buna?

MİHRAP

Seni her estiğinde biraz daha yıpratan sözler fırtınasından koruyamıyorum. Sen her darbe aldığında ben boğuluyorum. Yavaş yavaş gücümü kaybediyorum. Çünkü sen yıpranıyorsun, kuruyorsun içimde.

59


Bir fısıltı... Betül Akarsu |

. . . ı t l ı s ı f Bir BETÜL AKARSU 12-N

K

MİHRAP

aranlıkta ilerleyen bedenin arkasında, ormanın taşlı yolunda onu takip ediyor. Kimsenin bilmediği bir yerde, kimsenin bilmediği birinin peşinde onun yakasını bırakmayan bir fısıltı. Onu çağırıyor, kimsenin bilmediği bir yere. Adını fısıldıyor. O, korkuyor adını seslenenden... Ansızın yürüyor. Yürüyor... Bilhassa korktuğunu belli etmemek için, yürüyor. Kimsenin bilmediği bir yere doğru, kim olduğunu bilmeden adımlıyor, geceye mum olan ayın aydınlığında...

60

Tepede dolunay, üzerinde nereden geldiğini dahi bilmediği yırtılmış ve yıpranmış siyah tül bir elbise ile yürüyor genç kız. Fısıltı arkasında, her an daha da yaklaşıyor çığlık olmaya. Fısıltı, çığlığa doğru koşarken, kız da fısıltının çığlığından kaçmak için koşuyor artık. Ne yapacağını bilemiyormuş da geçmişin pençesinden kaçıyormuş gibi koşuyor. Geçmişi kül gibiyken, önündeki geleceğini de gözlerine kaçan külden göremiyor. Her taraf puslu... Zihnine süzülen geçmişin köklerinden kaçmak için bir an, sadece bir an gözlerini kapatıyor ve tökezliyor. Tökezleyen ayağının cezasını çeken beden kendini yüzüstü yerde buluyor. Fısıltı, artık bir çığlık. Genç kız artık bir kayıp.

Başını kaldırdığında, hemen başucunda çığlığın küçüklüğü olan fısıltı, ona bakıyor. Az önce çığlık olan fısıltıya, kocaman olmuş gözlerle bakıyor genç kız. Ne yapacağını kestiremiyor bir an, hem kendinin hem fısıltının... Yere oturmuş öylece ona bakıyor, aynı bakışları çığlığın küçüklüğü de atıyor ona. Sonunda genç kız ayağa kalkıp karşısına dikiliyor. “Kaçmak bana ne kazandıracak, güçsüzlüğümü ortaya sermekten başka?” diye düşünüyor. Ve fısıltının karşısına dikiliyor. “Neden peşimdesin?” diye soruyor genç kız bir süre sonra. “Seni gerçeklerle yüzleştirmek için.” diye cevap veriyor fısıltı. Daha sonra dolunayın aydınlattığı geceye doğru havalanıyor ve karanlığa karışıyor. Genç kızın kafası daha çok karışmış bir halde havaya bakıyor öylece. Zira ne yapacağını bilemeyişin rahatsızlık verici duygusu kalbinden ağzına doğru çıkıyor ve tüm bedenini esir alıyor. Fısıltının gittiğini düşünen kız tam o sırada havada onu duyuyor: “Seni kaçtığın her şeyle yüzleştireceğim...” diye sesleniyor. Kendinin fısıltı olduğundan bihabermiş


Biraz önceki korkuyu ve ifade edemediği nice dehşet verici duyguları kendi yaşamıyormuş gibi kahkaha atıyor genç kız. “Sen henüz çığlık dahi olamamışken beni büyütmeyi, sözde gerçekleri göstermeyi mi düşünüyorsun?” diye soruyor kız hâlâ gülerken. Fısıltı, «Yanılıyorsun küçük, ben istediğim zaman çığlık olabilirim ama ben olmazsam sen hiçbir zaman büyüyemezsin.” diyor. Kızın kahkahadan tebessüme dönen gülüşü, sanki yapmacıkmış gibi yüzünde asılı kalıyor. Genç kız gamzesinin kenarında asılı kalan gülümseyişiyle hâlâ fısıltıya bakarken, fısıltı bir kez daha karışıyor gökyüzüne. Genç kız yavaşça yere çöküyor; sırtını, köklerini yıllara geçirmiş ağaca yaslıyor. Az evvel yaşadığı korkuların hepsi bir hiç artık… Yüzündeki gülümseme gitmiş, yerini tedirginliğe devretmiş haliyle etrafa bakıyor. Sonra gökyüzüne doğru “Kimsin sen?” diye sesleniyor. “Kimsin ve beni nereden biliyorsun, beni nasıl tanıyorsun? Nesin sen?!.” Bir süre yalnızca soluğunun sesini dinliyor. Bir de rüzgârın o tüyleri ürperten uğultusunu… Sağ kulağının yanından “Ben, senim.” diyen fısıltının sesini duyunca boğazından acı bir çığlık kopuyor. Nefesi, sanki saatlerdir koşuyormuşçasına hızlıca akıp gidiyor bedeninden. Kalbi ise… Korku dolu.

Tekrar o ses… “Ben, senin içindeyim. Senden doğdum. Hep görmezden geldiğin, göğüs kafesinin içinde hapsolmuş olan ama hiç dinlemediğin o ses var ya, işte o benim. Sana kendimi dinleteceğim. Sesimi duyuracağım. Korktuğun her ne varsa hepsini bir bir önüne sereceğim.” Genç kız, öylece bakıyordu. Ne diyeceğini ne tepki vereceğini bilmiyor, bilemiyordu… “Yıllarca çığlık attım göğsünün içinde. Yıllarca… Hatalarınla büyüyen sen değil, ben oldum her seferinde. Hapsoldum senin içinde, yumrukladım kafesini, hissetmedin. Ne sesimi duydun, ne de varlığımdan haberdar oldun. Yaşım küçük olabilir ama o kadar büyüdüm ki...” Kaplumbağalar gibi, diye geçirdi genç kız içinden. Kaplumbağalar, yaşlanırlar ama yaşlandığını kendisi hariç hiç kimse bilmez. Dışarıdan hep genç gözükürler. “Evet, kaplumbağalar gibi,” dedi fısıltı, fısıldayarak. Ne olduğunu idrak edemeyen genç kızın tüyleri ayağa kalktı. “Korkma.” dedi fısıltı. “Unutma, ben senin içindeyim. Ne hissettiğini, ne düşündüğünü biliyorum.” Kız daha çok korktu. Onu bilen, yaptığı her şeyden haberdar olan biri… Zaaflarını bilen, zayıflıklarını bilen, hiçbir zaman kabullenmediği, görmezden geldiği şeyleri, her şeyi bilen biri… Kendinden biri.

MİHRAP

gibi genç kıza, “Seni ben büyüteceğim, bugüne kadar kimsenin göstermediği gerçekleri ben sana göstereceğim,” diyor.

Kendinden daha “biri.” 61


Cemil Baba Nuran Karabulut |

Kayseri’de Bir Meczub!

Cemil Baba NURAN KARABULUT Tarih Öğretmeni

Ç

ocukluğumda annemden sık sık hikâyesini dinler, anlattığı olaylara akıl sır erdiremezdim. Sırtında boyacı sandığı ile Kayseri’de mahalle mahalle gezerken de nasibi olanlara mavi boncuk ve şekerin yanında nasihatlerde bulunan keramet ehli bir zaat: Cemil Baba. Kimine göre bir meczup, bir deli yahut da veli… 1912 yılında Deliklitaş mahallesinde doğan Cemil Baba daha sonraları Talas’a yerleşmiş. Hayatı boyunca hiç evlenmemiş, uzun yıllar yaşlı anacığı ile birlikte oturmuş, gideceği yere yürüyerek giden, sürekli dalgın ve tefekkür halinde, boyacılıktan kazandığı parayla aldığı boncuk ve şekerleri özellikle çocuklara dağıtmayı seven asla kimseden bir şey talep etmeyen Cemil Baba. Sürekli aynı kıyafetleri giyer, kimsenin beklemediği bir anda insanların içinden geçirdiklerine cevap verir, bazen de konuşmam yasak diyerek başından savardı. Peki, bu hali nasıl izah edebiliriz? Tasavvufta Allah’ın kendisine doğru çektiği yüksek mertebelere ulaşmış kimseler için kullanılan meczup kelimesi belki de bize ışık tutacaktır. Allah rızasını kazanan ve Hakk’ın yakınlığına layık görülen kişiye Cenab–ı Hakk’ın cezbesi ulaşır ve o kişi dünya ile maddi her türlü bağlarını keserek, her türlü dünya heves ve alakalarından geçerek Allah’a doğru yaklaşmaya başlar. “ Harabat ehlini hor görme zakir, / Defineye malik viraneler var.” Onlarda, buna benzer hallere sık sık rastlanır. Söyledikleri abuk sabuk, deli saçması gibi gelen sözler de, sıradan insanların anlayamayacağı hareketler gizilidir. Bugün Cemil Baba’nın kabri üzerinde yazan sözü de sanki günümüzü anlatmaktadır; “Alem iyi olsaydı / Bağ duvar istemez, / Kapı anahtar…”

MİHRAP

Kendilerini ele vermemek için kılık ve kıyafetlerinde, konuşmalarında bir deli gibi davranan Allah dostlarını tanıyabilmek için mücevherden anlayan sarraf olmak gerek. Ve asıl mesele bu kamil insanlar vesilesiyle Hz. Muhammedi (sav) tanımak…

62

“Evliyaya eğri bakma / Kevn ü mekan elindedir. / Mülke hükmün süren oldur / İki cihan elindedir. / Sen anı şöyle sanursun” / Evliyanın sırrı vardır. / Gizli ayan elindedir.” Bir keresinde Kayseri eşrafında uyanık aklı evelerden bir kaçı; böyle evliya mı olur? Diyerek namaz kılmakta olan Cemil

babanın yanına gidip namazda hangi sureleri okuduğunu anlamaya çalışırlar. Onun sadece Allah Allah diyerek namaz kıldığını duyan bu zatlar camii çıkışı ona sebebini sorarlar. Cemil Baba da birinizin aklında başladığı inşaat işleri, diğerinin aklında yeni aldığı evin planı, projesi vardı. Sizin gibi mi namaz kılsaydım der. Hakikaten dedikleri doğru çıkar. Cemil Baba’yı küçümseyen bu adamlar utanarak yanından ayrılırlar. Hakikat ehli zaman içerisinde zamansızlığı yakalayabilen kimsedir. Tayyı mekân mekânın tayy edilmesi yani ortadan kaldırılması, Cemil Baba’nın şu hadisesinde net olarak görülmesidir; sandığı sırtında Talas’tan şehir istikametine doğru gelirken belediye otobüs şoförü aracı durdurup Cemil Babayı almaz. Şoför şehre geldiğinde bir bakar ki Cemil Baba şehirde durakta oturmakta. Şoföre bakar gülümseyerek der ki; sen beni almadın ya bak Allah getirdi beni. Kayseri sokaklarını bir bir gezen Cemil Baba’ya çarşı esnafı ayrı bir saygı ve hürmet gösterirmiş. Bu günlerde çarşıya yeni bir esnaf gelmiş esnafın ona olan bu davranışlarını yadırgayarak “Neden bu adama bu kadar izzeti ikramda bulunuyorsunuz, kirlide keramet mi olur?” demiş. O gece adamı rüyasında dört kişi tuttukları gibi bir caminin minaresinden diğerine götürüp sarkıtmışlar. Bu sıkıntı sabaha kadar böyle sürmüş. Güç bela dükkânına gelen adam, karşıdan gelen Cemil Babanın eline yapışıp özür yazır dilerken Cemil Baba; minareyi görmeseydin aklın başına gelmezdi demiş. Bir gün de evine gizlice gelenler sesini teybe kayda almak istemişler ancak sonradan dinlediklerinde kendi seslerinden başka bir ses duymamışlar. “Teslim ol dostum düşen bir yaprak gibi / Çiğnerse de ses etme sakin ol toprak gibi / Her neye noksan baksan ol sana noksan olur / Eğer kemaliyle bakarsan ol kemalindir senin.” Onu taa Erzurum’dan ziyarete gelen bir Albayı evinde ağırlamış, ziyaretten sonra anlattıkları herkesi şaşırtmış. Albay Cemil Babanın evinde bulunan küçük bir dolaptan sıcak yemekler çıkardığını ve kış ayı olmasına rağmen kendisine karpuz ikram ettiğini söylemiş. 1982 yılında vefat eden Cemil Baba Kayseri’nin manevi mimarları arasında yer almıştır. Allah rahmet eylesin.


63

MÄ°HRAP


Müslüman ve Spor Dilaver Koparan |

I, 390-391). Tam anlamıyla ata sporu olarak adlandırılmaya lâyık olan güreş, hem amatör, hem profesyonel olarak teşvik edilmesi gereken bir spor dalıdır.

Müslüman ve Spor DILAVER KOPARAN Beden Eğitimi Öğretmeni

İ

slâm, her yönüyle insanın bedenine, kalbine, ruhuna ve günlük hayatının her bölümüne yönelen son dindir. Bu bakımdan evrenseldir ve kalıcıdır. Dinimiz her vesileyle beden ve ruh sağlığımızı korumamızı emreder. Bunun için kalbimizi, kafamızı ve ruhumuzu geliştirmemizi emretmiştir. Böylece beden eğitimiyle vücudumuzu geliştirip korumamız için birçok tavsiyeler ve kurallar koymuştur.

MİHRAP

İslam’da farz olan beş vakit namaz; çok düzenli, sistemli ve dengeli bir hareket sağlamakta, organlarımızın hemen hepsinin işlevini daha rahat yerine getirmesini kolaylaştırmakta, kasları geliştirmekte, kireçlenmeyi, yıpranmayı, eklemlerimizin bozulmasını önlemektedir. Ama unutmamalıyız ki, namaz sadece bunun için farz kılınmış değildir. Ruhumuza bol gıda vermekte, kalbimizi temizlemekte, vicdanımızı arındırıp geliştirmekte, sinir sistemimizi düzeltmekte, bizi Allah'a daha çok yaklaştırmaktadır. Günlük hayatımızı denge ve düzene sokmamızı ilham etmekte, dünya ile âhiret, ruh ile beden, madde ile mâna arasında sağlam bir köprü oluşturmaktadır.

64

Dinimiz İslam, Allah'a, ahiret gününe, Kur’an’a ve Hz. Muhammed'e (a. s.) iman eden her mü'minin ruhuyla, bedeniyle gelişmiş bir kişi olması, hayatına hareket ve canlılık kazandırmasını ister. Resûlullah (a. s.) bunun için mü'minin vücutça da gelişmesini teşvik etmiştir, birtakım sportif hareketlerde bulunmamızı tavsiye etmiştir. Bunun için Resûlullah (a. s.): "Çocuklarınıza atıcılık ve yüzücülük öğretin" buyurmuştur. Ebû Hureyre (r. a.) den rivayetle Resûlullah (a. s.) deve, at, ok ve güreş yarışmaları yaptırmıştır. Hz. Peygamber'in, eşi Hz. Âişe ile zaman zaman koşu yarışı yaptığı, bu şekildeki yarışları teşvik ettiği ve sahâbenin de bu tür yarışmalar yaptığı kaynaklarda zikredilmektedir (Ebû Dâvûd, "Cihâd", 68). Hz. Peygamber'in, kuvveti ile tanınan Rükâne adındaki birisiyle güreştiği ve onu yendiği rivayet edilmiştir.(İbn Hişâm, Siyer,

Hz. Peygamber, "Onlara karşı elinizden geldiğince kuvvet hazırlayın" (el-Enfâl 8/60) âyetindeki kuvveti, ok atma olarak açıklamıştır. Bunun yanında, Hz. Peygamber'in ok atmayı, öğrenmeyi ve uygulamayı teşvik ettiğine dair birçok rivayet vardır (Buhârî, "Cihâd", 78; Müslim, "İmâre", 169). Ancak, Hz. Peygamber, tâlim ve uygulama yaparken hedef tahtası olarak canlı hayvanların kullanılmasını yasaklamıştır (Buhârî, "Zebâih", 25). Bu gibi müsabakalar, Hz. Peygamber'in devamlı teşvik ettiği, kazananlara zaman zaman maddî ödül verdiği, çoğu kere bizzat iştirak ettiği sportif faaliyetlerdendir (Nesâî, "Hayl", 16; Tirmizî, "Cihâd", 22). Çocukluğunda yüzmeyi de öğrenen Resûl-i Ekrem atıcılık, binicilik ve koşunun yanı sıra yüzmenin de öğrenilmesi ve öğretilmesini teşvik etmiş, hatta bir babanın evlâdına karşı vazifelerinden söz ederken onları helâl rızıkla besleme, yazıyı öğretme yanında atıcılık ve yüzme öğretmeyi de zikretmiştir. Bu teşvikler sonucudur ki, sahabîler arasında bu tür faaliyetlerin oldukça yaygın olduğu, Hz. Ömer'in de gerek hutbelerinde Medine halkına, gerek mektup ve talimatlarında diğer bölge halklarına ve ordu kumandanlarına atıcılık, binicilik, yüzme, koşu gibi sportif faaliyetlere önem verilmesini, bunların çocuklara öğretilmesini istediği rivayet edilir (Serahsî, Siyerü'l-kebîr, I, 112-113). Ancak denilebilir ki, Resûlullah tarafından öncelikle teşvik gören söz konusu sportif faaliyetlerin eğlendirme yönünün yanı sıra bedeni geliştirici, hayata ve askerliğe hazırlayıcı yönlerinin de olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Savunma gücüne, maddî ve mânevî olarak yetişkin ve sağlıklı iman unsuruna ihtiyaç, hem oyun ve eğlence hem de eğitim ve sosyal fayda yönlerini bünyesinde toplayan sportif faaliyetlere öncelik verilmesini gerekli kılmıştır. Enes (r. a.) den yapılan rivayette, Resûlullah (a. s.), adı Sebha olan at üzerinde yarış yaptı ve atı diğer atları geçti. Bunun üzerine Resûlullah (a. s.) sevindi ve o atını beğendi. Yine Enes (r. a.) den yapılan rivayete göre, Resûlullah’ın (a. s.) Adbâ' adında bir devesi bulunuyordu. Yarışta onun önüne geçen olmazdı. Sonra yarışa çok elverişli bir deve üzerinde bir bedevi geldi ve yarışta Resûlullah’ın (a. s.) devesini geçti. Bu olay Müslümanlara pek ağır geldi ve hayretlerini ifade ederek: "Adbâ'nın önüne geçildi, Adbâ müsabakayı kaybetti!" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (a. s.) şöyle buyurdu: "Cenâb-ı Hak üzerine bir haktır ki, dünyada ne kadar bir şeyi yükseltirse, mutlaka onu aşağı indirir.” Bu sayılan sportif, yarış ve eğlence örnekleri, şüphesiz ki o dönem toplumun kültür ve imkânlarıyla yakından ilgilidir. Bununla birlikte bu örneklerden İslâm'ın, temel ilke ve amaçları korunduğu, haramların işlenmesine, görevlerin ihmaline ve hakların ihlâline yol açmadığı sürece spor ve eğlenceyi teşvik ettiği söylenebilir. Günümüzde spor ve eğlencenin, kişileri kötü çevre ve alışkanlıklardan koruduğu, ruhî ve bedenî sağlığın gelişmesine


ve korunmasına yardımcı olduğu düşünülürse konu daha da bir önem kazanır. Ancak dinimiz İslâm, spor ve eğlenceyi teşvik etmekle beraber, kadının aslî ve meşrû konumundan ve örtüsünden çıkararak kadınlığını ilgi odağı haline getiren spor ve eğlence çeşitlerini onaylamaz. Çünkü İslâm'da haram kadar haramın işlenmesine, dinin ilke ve hükümlerinin ihlâline götüren yollar da yasaklanmıştır. Öte yandan İslâm, yasakladığı her fiilin yerini tutacak meşrû bir alternatifini sunmuş, insanlığı yasaklar arasında sıkıştırıp çaresiz bırakmamıştır.

Beden eğitimi tüm vücuda kuvvet kazandırır. Kas ve kemikleri güçlendirir. Solunum ve kalp dolaşımı düzene girer. Vücuda giren oksijen artar, kan dolaşımı hızlanır. Bu faydalarının yanında spor, insana yaşama azmi, ibadet aşkı ve çalışma şevki verir, gönül rahatlığı sağlar. İnsanın belli kabiliyetlerini geliştirir. Gençlerin enerjilerini boşaltmalarına vesile olur. Yerine göre bir tebliğ aracı olarak bile değerlendirilebilir. Dinî ve manevî değerlerine sahip olan sporcunun inancı, ahlâkı ve yaşantısı gençler için iyi bir örnek olabilir. Birlikte iş görmeyi, yardımlaşmayı, ortak hareket etmeyi temin eder. Ortak duygu ve düşüncenin ortaya çıkmasını ve paylaşımını sağlar. İnsanı disiplinli olmaya alıştırır, hareket ve faaliyet altında tutar. Ayrıca, spor iyi bir tanıtım ve reklam vasıtası olarak kullanılabilir. Spor sayesinde belli seviyede bir milletin kendine olan güveni tesis edilebilir.

MİHRAP

İnsanlık tarihi kadar uzun bir geçmişe dayanan spor etkinlikleri, günümüzde artık çok daha farklı boyutlar kazandı; uluslararası bir faaliyet, evrensel bir dil ve etkin bir tanıtım aracı oldu. Her millet ister istemez bu ortak dili konuşur hâle geldi. TV ve internet gibi kitle iletişim ve haberleşme araçlarının desteğiyle de, ilgi alanını artırdı. Araştırmalar sonucunda beden eğitiminin birçok faydaları olduğu anlaşılmış ve o bakımdan bütün dünya ülkelerinde spora geniş yer verilmiştir.

65


Çılgın Gassaliye Dilara Nur Esmeray |

Çılgın Gassaliye DILARA NUR ESMERAY 12–G

M

MİHRAP

erak ediyorsunuz değil mi? Gassal olma merakımın nerden geldiğini… Anneannemi sizlere kısaca anlatmak istiyorum. 2008 yılında vefat etti. 8 yaşındaydım ve beni değişik bir şekilde etkilemişti. Bu kesinlikle bir korku değildi. Küçüktüm, hayal meyal hatırlıyorum… Gece vefat ettiği için sabahı bekliyorduk. Vefat ettiği odada yatıyordu ve yanına kimse gitmiyordu. Sadece üstüne bıçak koyup çıktılar. Ben ve etraftaki küçük çocuklar etkilenmeyelim diye odamıza gönderiyorlardı. Bendeki bu merak olduktan sonra durur muyum hiç? Uzaktan da olsa neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Herkes telaş içindeydi. Ve bu telaştan istifade edip anneannemin odasına kaçamak adımlarla ilerleyip sessizce yanına gittim. Hareketsizdi. Yavaş yavaş dokunmaya başladım, yumuşaktı. Tıpkı eski hali gibi... Ayak uçları morarmamıştı, sanki yaşıyor gibiydi. Öldüğüne inanamadım. O sevinçle odadan hızlıca çıktım. Sabahın olmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Eskisi gibi kalkıp beni öpüp koklayacağını düşünüyordum. Ta ki kulağımda çınlayan essela sesini duyana kadar...

66

O an pencereden dışarıyı seyrediyordum. Kuşlar bile anlamışlardı bir şeyler olduğunu. Uçmayı unutmuşlardı sanki. Her yer sessizliğe bürünmüştü adeta. İnsanların yüzü mahkeme duvarı gibiydi. Kalabalığın arasında annemi gördüm. Öyle çok ağlıyordu ki sanki oyuncağı elinden alınmış çocuk gibiydi. Annemi hiç böyle görmemiştim. Yeşil bir araba gelmişti, değişikti. Hızlıca dışarıya çıktım. Anneannem arabanın içindeydi, işte o zaman anladım dönüşü olmayan yolculuğa gittiğini. Çok ağladım; yüzünü, sesini, gülüşünü bir daha göremeyeceğim diye

lakin yaşım ilerledikçe anladım, en güzel yere gittiğini. İşte her şey 8 yaşında başladı. Merakım gün geçtikçe artıyor, yerimde duramıyordum. Mahallede vefat eden konu– komşuların cenaze yıkama araçlarına biniyordum. Cenazelerin birkaçına dokunmuştum. İkisi çok farklıydı. Birisi tıpkı porselen tabak gibiydi. Dokundukça tık tık diye ses geliyordu sanki. Düşerse kırılır diye korkmuştum. Bu arada annem her yerde beni arıyormuş. Taki beyaz önlüklü, beyaz eldivenli teyzenin “Bu çocuğu alın, korkar!” diye bağırış sesini duyana kadar. Annem kulağımdan tutup eve götürüyor, yol boyunca bir daha gitmemem gerektiğini söylüyordu. Aslında annemde biliyordu vazgeçmeyeceğimi. Çünkü hiç korkmuyordum, aksine çok merak ediyordum. Annem gitmemem için ısrar edince, daha çok gidesim geliyordu. Artık kafaya takmıştım... Oyuncak bebeklerimi yatırıp tıpkı beyaz önlüklü teyze gibi yıkamaya çalışıyordum. Çocukluk işte, özeniyor, taklit ediyordum. Uzun zaman sonra mahallemize cenaze aracı girmişti. Ben tabii seviniyorum… “Keşke herkes ölse…” diye dua bile ediyordum geceleri. Allah’tan sevmediğim bir komşumuz öldü. Her şeye çok kızardı. O yüzden mutluydum, artık kızacak kimse olmayacaktı. Trafik kazası geçirmiş, her yeri paramparça olmuştu. Biraz ürperdim... Kanlar akıyordu üzerinden ama izlemeye devam ettim. Fakat bu sefer aracın içine binmemiştim. Beyaz önlüklü teyze annemi çağırır diye fakat çağırmasına gerek kalmadı. Sonuçta annem nerde olduğumu biliyordu artık. Annem de alıştı artık; nerde cenaze, ben ordayım. Yol boyunca konuşması bitmiyordu,“Herkes çocuğunu

parktan toplar, ben nerelerden alıyorum seni?!” diye söyleniyordu. Artık bana da ninni gibi geliyordu. Hiç aldırmıyordum. Evet, zaman epey geçiyor. Yaşım ilerledikçe hedefime odaklanıyor ve hemen gassal olmak istiyordum; ama bazı şeyler istediğim kadar kolay olmuyordu. Zorluklara karşı önümdeki engelleri tek tek aşmak zorunda kalıyordum. Ama oda zamanla olacak bir şeydi. Öncelikle aşama aşama ilerliyordum. İlk seçimim İmam–Hatip’ti çünkü hedefim ordaydı. İlk günler hocalarla tanışıyorduk. Klasik soru: “Ne olacaksın?” “Gassal” deyince şaşırıyorlar. “Başka meslek yok mu yavrum?” diyende var, “Helal olsun.” diyen hocalarım da var şükür; ama hedef bugünün yarının hedefi değildi. Evet, ailem ve akrabalarım da karşı çıkıyor. “Bu meslek sana göre değil.”diye. Peki kime göre?.. Neymiş, aklımı kaçırırmışım… Kaçırsam, 8 yaşında kaçırırdım. Hiç kimseyi dinlemek istemiyorum artık. Bu benim hayatım, bu benim kararım. En büyük hayalim ve hedefimin son aşamaları artık. Annem vazgeçmem için her şeyi yapıyor çünkü artık işimi yapmama bir ay kadar kalmıştı. Bir gün yanıma geldi,“İlk beni yıka kuzum.”dedi. Şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim. Bir anda yere yattı “Hadi bakalım.” dedi. Elim titremeye başladı ama yavaş yavaş başladım. Anneme dokundukça sanki kalbime hançer sokup sokup çıkartıyorlardı. Yarıda bıraktım, üstüne yatıp hıçkırarak ağladım tıpkı gerçek gibiydi. İşte o an anladım ki yıkayacağım herkesi annem gibi göreceğim. Keşke anneler ölümsüzleştirilebilse... İşte takdir–i ilahi deyip sözü değiştirmek istiyorum. Çünkü anlatacağım şeyler var sizlere.


Evet, büyük gün gelmişti. İşime başlayacağım için sabırsızlanıyordum. Karşıma nasıl biri gelecek diye düşünüyordum. Oradaki çalışanlardan biri, “Gassaliye Dilara Nur Esmeray!” diye çağırdı. Çok gururlandım. Biraz da havalandım. Şımarık kızımdır birazcık… Çok heyecanlıydım. Gelen cenaze bana aitti. Gittim ve o an donakaldım, yutkunamadım. Karşımdaki küçücük masum bir çocuktu. Saf ve tertemizdi. Dokunmaya elim varmıyordu. Neden vefat ettiğini sordum, “Trafik kazası.”dediler. Annesinin kucağında, ön koltukta oturuyormuş. Direksiyonun hakimiyetini kaybetmiş babası. Çok kötü bir durumdu o an. Herkes feryat figan… Babası, kendisini suçluyordu. “Benim yüzümden! Allah beni kahretsin!” diye ağlıyordu. Oysaki bilmiyordu çocuğunun onu cennetin kapısında bekleyeceğini… İşte insanoğlu o an bilmiyor hiçbir şeyi ama evlat acısı çok farklıdır. Allah kimseye yaşatmasın…

MİHRAP

Günde dört cenaze yıkıyordum. Hepsi birbirinden farklıydı. Kimisi genç, kimisi yaşlı, kimisi de daha çocuktu. Zannederdim ki ölüm sadece yaşlılara var… İşte mesleğim bana hayatın acı gerçeklerini öğretti. Evet, her ne kadar her ölenin arkasından tıpkı ailesi gibi üzülüp hastalansam da bütün zorluklara karşı dik duracağım...Çünkü mesleğimi çok seviyorum…

67


MİHRAP

ESKİMEZ YAZI

68


69

MÄ°HRAP



“Ne senin gibi biri gelir bir daha ne de…” (Kalem bitmiş.)

“Allah razı olsun…”

“Onu anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalır… Mekânı cennet olsun. Allah rahmet eylesin…”

“Türk milletine armağan ettiğin İstiklâl Marşı için teşekkür ederim. Yüreğimizde hep yaşayacaksın. Saygılarımla…”

“Kalbimden geçenleri dilime dökebilseydim emin olun çok güzel şeyler konuşurduk. İnşallah ahirette buluşmak dileğiyle!”

“Sana kızıp cenazeni törensiz kaldırtanlar utansın!”

“Ruhun şâd olsun büyük üstad. Kalbimizdesin.”

“Sana sadece şair ve yazar demek yetmez. Tarihimizde bir yıldız, geleceğimizde bizlere ışık oldun. Yüce ruhlu adam, rahat uyu. Davamız ortak. Davamız, Hak! Ruhun şâd olsun.”

“Allah senden razı olsun. Bu güzel marşı bize bıraktığın için sana minnettarım. Mekânın cennet olsun.”

“Şu an yaşadığımız toplum, bırakmak istediğiniz gibi bir toplum mu?”

“Nur içinde yatsın.”

“Bu vatana emek verdiğiniz için teşekkür ederiz.”

“Sizlerin sayesinde bu millet ayakta kaldı. Sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Allah gani gani rahmet etsin inşallah.”

“Bizim için çok güzel bir marş yazdınız ve biz gücümüz yettiğince bu marşı koruyacağız.”

“Büyük usta… Aziz ruhu şâd olsun. Mekânı cennet, toprağı bol olsun!”

“Belki biz seni göremedik ama biz seni görmeden de sevdik. Seni anlatmaya ne kelimeler yeter ne de sözler… Sen ki tarihe adını altın harflerle yazdırdın ey koca yürekli üstadım; sen, hâlâ bizim kalplerimizdesin. Allah senden sonsuz razı olsun. Gönüllere taht kuran yüce insan, iyi ki varsın…”

“Lütfen bıraktığı eserlere saygı!..” “Sana çok minnettarız büyük şairimiz.” “Bu millete tek bir marşla vatan ruhunu veren büyük adam… Ruhun şâd olsun.” “Keşke yurdumuzda hâlâ senin gibi insanlar olsa…” “Sen ki; asra gömülsen taşacaksın… Heyhat, sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat…” “Kelimeler yetersiz kalıyor belki böyle düşününce. İstiyorum ki yüreğimdekini şu küçük kâğıda sığdırayım; ama yetersiz biliyorum, yetişmem için sağladığın şartlara minnettarım… Hakkını helal et. Çektiğin sıkıntıların kırıntısını hissetsem belki dünya paramparça olur. Peki sen nasıl dayandın ey yüce gönüllü insan?!” “Sen olmasan nasıl hatırlardık vatan uğruna kendini feda eden şehitlerimizi…” “Tanışma fırsatı bulduğum için çok mutlu olurdum galiba… Hayattaki başarısının sırrını sorardım. Ondan nasihatler alırdım. ‘İnsan’ olmanın yahut olabilmenin formülünü sorardım.” “Sizin gibi istiklâl duygusunu sonuna kadar yaşayan ve yaşatan birini görüp tanışma fırsatı bulduğum için çok mutluyum ve Cumhuriyet ilan edilmesine rağmen Osmanlı kültürünü kaybetmeyen bir kişiyle konuşup kafamdaki soru işaretlerini yok etmek isterim. Size karşı olan düşüncelerimi ise birkaç kelime ile özetlemek mümkün değil…” “O dönemin şartlarında senin gibi bir yiğidin çıkıp da dünyanın en güzel marşını yazması biz Türklerin en şanslı ve gurur verici olayıdır. Allah senden razı olsun. Rabbim senin gibi şairler nasip etsin ülkeme. İyi ki vardın, iyi ki varsın, iyi ki var olacaksın…”

“‘Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu, nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu!’ Allah bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın. Amin.” “İki çeşit insan vardır: Zaman geçtikçe hatalarıyla yüzleşen. Zaman geçtikçe yüzsüzleşen…” “Bize çağ dışı diyorlar, doğrudur; çağlar açtık, çağlar kapattık. Çağlar bizden geri!” “Bu ülkenin ne zorluklarla kurulduğunu anlıyorum. Sonra senin şiirlerine sığınıyorum. Senin şiirlerinde buluyorum teselliyi çünkü sen onlara layık şekilde yolcu etmeyi başarmış büyük şairsin… Ruhun şâd olsun üstad!” “Ey İstiklâl şairi! Ölümsüz dizelerin için sana binlerce kez teşekkür ederim. Bizler yaşadıkça, bu bayrak dalgalandıkça sen de gönlümüzdeki krallığının tahtında hep oturuyor olacaksın…” “Asımın nesli diye hitap ettiğin gençlik, aradığın adalet ve merhamet gözdesi gençlik, senden sonra yoluna emin adımlarla devam eden bir neslin çocukları olarak seni selamlıyoruz… Senden aldığımız emaneti sonuna kadar emin bir şekilde koruyacağımıza söz veriyorum!” “Allah, bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” “Bu kadar çok sevilmenize ve beklenmenize rağmen neden rüyalarımıza konuk olmuyorsunuz? Ahirette bizi de almadan cennete gitmeyiniz…” MİHRAP

“Büyük zat… İstiklâl harbinin kralı.”

71


Yanmaktır Muradımız..! Nafiz Yıldırım |

Yanmaktır Muradımız..! NAFIZ YILDIRIM Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Biz bülbül–i muhrik–dem–i şekvâyı firâkız Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden. (II. Selim) Her sorunun bir od ve her cevabın da yine bir ateş parçası olabilmesi için, o yüreğin aşk ateşiyle pişmiş ve yanmış olması gerekir. Gerekir ki orada muhabbet hâsıl olsun… Sonra bu muhabbet her gönlün kârı da değildir… Öyle pazarlık yapılarak elde edilecek bir şey de değildir. Öyle olsaydı ortalık yangın yerine dönerdi. Hâsılı her gönlün harcı değildir yanmak; ancak herkes nasibi ölçüsünde bundan, yani bu muhabbet yangınından da hissesini alır. Kimileri kendini yaktığı gibi başka gönülleri de yakar. Hatta o ateş, kendilerinden yüzyıllar sonra bile gelenleri de yakar, kavurur... Bu da bir nasiptir. Kimileri de içinde taşıdığı ateşin farkında olmadan yaşar ve çeker giderler…

MİHRAP

Bizim Yunus ne de güzel demiş: “Hamdım, piştim, yandım…” diye…Bir dostum, “Yazmaya değil de yanmaya var mısın?” demişti. Yanmadan nasıl yazabilirdi ki?.. Yürekte pişmeyen sözcükler nasıl başka yürekleri yakabilirdi ki? O dostumuz bilmez mi ki biz dahi (O sevgilinin hitabıyla) elest bezminde bu yangından nasibini almışlardanız…

72

Çocukken annem hep uyarırdı “Ateşe yaklaşma, yanarsın.” diye… Bir yerime bir kıymık batsa, hemen eline bir iğne alır ve o iğnenin ucunu önce güzelce ateşte yakar sonra kıymığı çıkarırdı… Bilmezdim o zamanlar, annem neden temiz uçlu

iğneyi kararttı ve yaktı diye küçücük dünyamda soru üstüne sorular sorardım. Hatta kızardım, is ettin temiz iğnenin ucunu kirlettin diye… Bilmezdim ki ateş yakarken de temizlermiş… Çok sonraları öğrendim ateşin mikroplardan arındırdığını… Zaman geçti, büyüdük, sevdalar yaşamaya başladık; ve sevdiğimizin, tutkumuzun nişanesi olarak, gönlüme bir ateş düştü, dedik...Şairin ifadesiyle;“O senin neyin olur, dediler. Uzaktan dedim, uzaktan yandığım olur kendisi.” derdik, yanmanın ne demek olduğunu bilmeden. “Bu kim, diye sordular; diyemedim sevdiğim, uğruna yandığım küle döndüğüm, diye söyleyemedim, sustum.” Dedik; ama çok sonraları öğrendik yanmayı ve yanmadan sevda olmayacağını… Kimi sevdiğine yandı, kimi acısına, kimisi de meydanlarda haykırdı kitleleri harekete geçirmek için sol kolları havada. N. Hikmet’in diliyle; “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak...Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…»diye yüreklerindekileri haykırdılar. Yanmak, Batı Edebiyatı’ndan Friedrich Nietzsche’nin dilinden “Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız, önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz.”şeklinde döküldü, bilerek yahut da bilmeyerek. Bu da üstad N. Fazıl’ın “Şairin ister bilerek veya ister bilmeyerek, Mutlak Hakikati aramaktan başka


Demek ki bir şekilde bu yangından herkes nasibini aldı, alıyor.. Divan Edebiyatımızda “yanmak” belki de en çok işlenen konulardan biridir. Bâkî bir beytinde sevgilinin güzelliğini muma, kendisini de pervaneye benzetir. Sevgilinin mum gibi olan yüzünü, yani güzellik mumunun ışığını, Allah’ın nurundan aldığını ifade eder: “Cemâli şem’ine pervânedür Bâkî o mâhuñ kim Yakar hüsn–i dil–efûzı çerâğı nûr–ı a’zamdan” Divan edebiyatımızın büyük şairi Fuzuli de bir gazelinde; Şeb–i hicran yanar cânum töker kan çeşm–i giryânım Uyadur halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı. Yani, Ayrılık gecesinde canım yanar. ağlayan gözüm kanlı yaş döker. Feryad ve figanım halkı uyandırır. Kara bahtım niçin uyanmaz, bilmiyorum, der. Yine Şeyhülislam Yahyâ Efendi aşağıdaki gazelinde, yanmanın ne demek olduğunu, pervane–mum ilişkisiyle çok güzel anlatmaktadır; “Pervâne gibi yanmayıcak nâr–ı aşka ten Ol şem’–i hüsne vasl olımazsın cihânda sen” Yani vücut, bu aşkın narına pervanenin, mumun ateşine kendini feda ettiği gibi feda etmeyecekse, cihanda o sevgilinin güzelliğine vasıl olamaz, kavuşamaz, der. Evet, dünya ahretin tarlasıdır ve ahret kazancı da dünyada elde edilir. Sevgiliye dünyada ulaşılır, pervane gibi yanarak… Gerçek âşıklar yanmanın ne demek olduğunu anladılar ve pervane gibi kendilerini ateşe atmaktan, yanmaktan bir an bile uzak

durmadılar. Gerçek âşıklar (pervaneler) o sevgilinin yüzünün güzelliğine can attılar, can verdiler. Oysa bu derdin yabancıları (biganeleri) yanamadılar, yanmayı bilemediler der Osman Hulûsi Darendevi (K. S) Hazretleri bir beytinde: “Şem’–i cemâline dönüp cân atdılar pervâneler Yandı o nâra âşinâlar, yanmadı bîgâneler” Boşuna dememişler dert inletir, aşk söyletir diye. Yine bir gazelinde Es–Seyyid Osman Hulûsi (K. S) Efendi; O güzelin, güzelliğinin pervanesi, âşığı olduğunu ve yanmak istediğini ne güzel dile getirmektedir: “Şem’–i cemâlinin pervânesiyim Kon beni yanayım o nâra dostlar Zülf–i Leylâsının dîvânesiyim Âhir berdâr olam o dâra dostlar” Söz yine dönüp dolaşıp yanmadan sevda olmayacağına, yanmadan arınılmayacağına ve arınmadan sevgiliye (Allah’a) kavuşulmayacağına geliyor. Bütün yananlar hep mi güzelleşti, hep mi yeniden doğdu, ötelerden kokular getirdi?.. Yanıp heba olan da yok mudur ki?.. Nasıl bir yangındır ki yakarken de temizlesin… Yüreğinizde sevgilinin dışında ne varsa hepsinden arınmış olmalı… Yüreğinizde sevgiliyi konuk edeceksiniz ve sevgili kıskançtır. Orada başka sevdaların (dünya namına) olmasına razı olmaz... Ve sizin gönlünüze girmez. Bu her iki manada da böyledir. Kâinatın sahibi Allah; “Ben hiçbir yere sığmam; ancak kulumun kalbine sığarım.” buyurmaktadır... Bu kalp nasıl olmalı ki kudret sahibi oraya girsin? Kalpleri yoklamak gerek… Kalplerimizde ağırladığımız konuklarımıza (dünyalık madde, mal, mülk, haset, kin, öfke) bakmalıyız... Kâinatın sahibinin

MİHRAP

gayesi yoktur ve Mutlak Hakikat, Allah’tır” ifadelerini akla getirmektedir.

73


hangi kalpleri mesken tutacağını tahmin etmek de zor olmasa gerek... Hoş, maddî anlamda bile kişi sevdalandığında gönlündeki birçok kirlerden arınmış olmalı. Olmalı ki o sevdası orada yer bulabilsin... “(Ey İnsanlar!) Sizden cehenneme varmayacak hiç kimse yoktur... Rabbin için bu, kesin olarak hükme bağlanmış bir iştir.”(Meryem Suresi, 71) Herkes cehennemden geçecek, sözünü hep düşünürdüm. (Ayetlere mana yüklemek haddimize değil, bundan Allaha sığınırız.) Sonradan anladık, cennet temizlerin yeridir ve cehennemde bir bakıma yanarak temizlenilir. Diğer bir deyişle dezenfekte olunur ki insanlar yüreklerindeki ve bedenlerindeki kirlerden arınsın, arınsınlar da öyle girsinler cennete diye. Şüphesiz, Allah kuluna zulmetmez... Haşa o merhametsiz de değildir. Hiç kıyar mı kendine secde etmiş, yüreklerinde az da olsa kendi sevdasını barındıranları yakmaya? Kıyar mı onlara acımasızca cehennem azabı çektirmeye?.. Analara bu merhameti, sevgililere bu aşkı veren, dünya ve içindekilere bu güzellikleri verenin kendisi ne kadar güzeldir, merhametlidir… Üstad N. Fazıl’ın dediği gibi; “Doğurduğu yavruyu anne delice sever Ya Allah yarattığı kulunu nice sever” İster ki kulları dünya kirlerinden sıyrılsın, ister ki kulları dünyanın yalancı sevdalarından temizlensin, gittikleri gibi gelsinler... Gittikleri gibi!.. Dünyaya gönderildikleri gibi… Tertemiz gidenler; sevdayla, hasretle, özlemle karşılanırlar ve onlar baş konukturlar. Gittikleri gibi gelmeyenleri ve sevgiliye söz verenleri, inananları sevgili tabii ki en güzel yerlerde konuk etmek ister; ama o güzel yerlerde konuk olmak, mesken tutmak için pak olmak gerekir… Dünya kirine batmış, sevdası az âşıkların temizlenmesi lazım. Sevgilinin huzuruna dünya kiriyle hiç çıkılır mı? Birazcık ateşte yanmak lazım. O’nun için yanmak güzel olmaz mı hiç! Sonra, yanmadan sevda mı olur? Sevgiliyle hemhal olacak âşıkların maddi ve manevi bütün kirlerinden arınmış olması gerekmez mi? Sevgili temizdir, temizi sever. Sevgili güzeldir, güzeli sever... Yanmadan sevda olmaz dedik, Cancağızım..! Evet yanmak lazım, dünyada sevda ateşiyle yanan zaten burada arınmış, temizlenmiş değil midir..? Yunus’umuz ne güzel demişti;

MİHRAP

Aşka tanışık sığmaz Değme can göğe ağmaz Pervaneleyin oda Yanmayan aşık mıdır.

74

Sonra devam etmiş ve “Hamdım, piştim, yandım” demişti... Mutlak yanmak gerek ya dünyada ya da ahrette. Sevgili, âşıklarını bırakmaz. Peki sadece beden mi temiz olmalı?.. Sevda nerede barınıyorsa, oranın da pak olması gerekmez mi? Sevgiliyi konuk etmek isteyeceksin ve yüreğinde başka sevdalar mesken tutmuş olacak...? Başkaları, hatta sevgilinin huzurundan kovdukları mesken tutmuş olacak! Nasıl olacak, hangi yüzle o yüreğe sevgili buyur edilir... “İçinizdeki Öküze Oha Deyin” kitabının yazarı “Sizler bu kibirle cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz? Eğer siz bu kibirle cennete girerseniz, şeytan sizi Truva atı gibi

kullanmış olur!” diyor. Yani kovulmuş olan şeytan da sizinle birlikte cennete girer. Bu hiç mümkün mü? Demek ki sevgili bizim temiz olmamızı, şeytanın da bizim yüreğimize girerek cennete girmesini istemiyor. Yanmak lazım a canım, yanmak lazım; ki aşkı tadalım, yanalım, yanalım ki; kinden, kibirden. hasetten vs. temizlenelim…! Dünyada yananları aslında hepimiz biliyoruz, görüyoruz… Ne garip kimine âşık, kimine meczup, kimine de şair deyip geçiştiriveriyoruz… Yananların kokusunu hâlâ duyuyoruz, yananları dahi görüyoruz... Onlar, ne müthiş bir yangının içindedirler ki kendilerine yakın olanları da aleve veriyorlar… Kimin kimleri yaktığına bakmak yeterli… Yunus, Mevlana, Somuncu Baba, Niyaz–i Mısri, Osman Hulusi Darendevi, Yaman Dede, Cemil Baba… ve daha niceleri ne büyük bir yangının içindedirler ki hâlâ yakmaktalar. “Yunus öldü deyu sala verirler, ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.” Sevgili: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilakis, onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” (Bakara–154) buyuruyor... Yani yananlar diridirler... Demek ki diri olmak için de yanmak gerekli… Eğer sevgiliye kavuşmak arzusundaysak illaki yanacağız; ya dünyada ya da ukbada… Dünyada yananların ateşini sevgili söndürmüyor, o ateşle başkalarını da yakıyor, yaktırıyor... Yakın tarihimize şöyle bakalım isterseniz. Yaman Dede, Kendisi Hıristiyan bir ailenin çocuğu; ama Allah dilerse hidayet nasip ediyor ve o gönlü sevdasıyla yakıyor…Yaman Dede, aşk ateşiyle yanmış mübarek bir âşık… Yanan Dede dediler sevdasının ateşini görenler. Allah onun ateşini yaşarken yaşayanlara gösterdi…Kendinden sonra gelenlere, bizlere dahi gösterdi.. Mübarek Yaman dedemiz ateşinden yandı kül oldu; ama bitmedi, büyüdü, başka gönüllere de sıçrattı ateşini. Rivayet olunur ki her gece rüyasında Efendimizi görürmüş “yüreğe ateş düşünce, ateşten güller açılıyor demek ki...” Bir gece beklenen konuk rüyaya gelmeyince, hasret ateşinden (severek okuduğumuz) “Yandım ya Rasulallah” naatını yazıyor. Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam Cemalinle ferahnak et ki yandım ya Resullallah... …. Boyun büktüm, perişanım, bu derdin sende tedbiri Lebim kavruldu ateşten döner pâyinde tezkiri Ne dem gönlün murad eylerse taltif eyle kıtmiri Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah. Onun talebelerinden Emin Işık Hoca; Yaman Dede’nin yüksek ateşten vefat ettiğini söyler. Malumdur ki Efendimiz de yüksek ateşten (humma hastalığı) vefat etmişti. Demek ki yanınca, sevgiliye benziyor insan… Yaman Dede’nin dili ve yüreğiyle “Yanmaktır efendim biricik çaresi aşkın!” Yanmadan sevda mı olurmuş… Selam ve Dua ile…


Kan Kırmızı Dilara Nur Koparan |

KAN KIRMIZI

Burası Gazze, gökyüzü kan kırmız Bir çocuğun acı feryadı inletiyor ı. Bir ömür bitiyor her köşe başındasokakları. Bir ömür başlıyor ahiret diyarında. . Burası Gazze, yeryüzü kan kırmız Bir çocuk saklanıyor duvarların arı. Bir çocuk ölüyor aynı duvar ardınddına, Bir çığlık yükseliyor Arş-ı Ala’ ya a. Bir katil kulak tıkıyor bu feryadı . figana. Burası Gazze, sokaklar kan kırm Bir cadde başında rastlıyoruz şehiızı. Bir mezar kazıyoruz, kalbimizin tler ordusuna. Bir şehit gömüyoruz şah damarımtam ortasına. Bir namaz kılıyoruz, cenaze niye ızın yanına. tine Cennet yolcusuna. Burası Gazze, suskunluk kan kırm Bir hançer var ki iki tarafı Zülfika ızı. Şehidimin ardından Fatıma, bir Alr. i ağlar. Burası Gazze, cihan susmuş duru mda. Yok mudur bir Müslüman, Hançeri katil boynunda?

MİHRAP

Dilara Nur Koparan 10/ N

75


Kaybolan Oyuncağım İdil Aydoğan |

MİHRAP

Kaybolan Oyuncağım

76

Nerede evim? Nerede mutluluğum… Her sabah bulutların arasından gülümseyen o güneş. Bu sabah toz yığınının arasından sızlanarak parıldıyor. Ağrımıyor artık Açtığınız yaralar Ellerimin arasındaki taşlar Uyumak istiyorum aylardır Ruhsuz bedenlerin silahı olmuş. Bende uyumak istiyorum... Simsiyah yüzler duruyor... Sıcak yatağım olmadan, Simsiyah kalpler. Soğuk taşların üzerinde... Kanayan ayaklarımla karşılarındayım Dokunduğum onca insan eli Onlarsa, elleri zift kaplı silahlarla... Taşısın beni. Zehir akıyor gözlerinden Oyun oynarken yorulan bedenim Benden ise, yaş… Sizin bıraktığınız enkazları kaldırırken, İki renk etraf; gri ve mavi Yorulmasın... Yukarısı daha güzel Kaybolan oyuncağım Aşağısı... Yaşattıkları cehennem. Yalnızım burada Tozlanmış gözlerim acıyor Gölgeme dokunan bir ben var Tarayamadığım saçlarımdan dökülen kum taneleri... Sokaklarda koşan; Kaybolan oyuncağım Büyüyen, Taşların ördüğü mahallemde yerini unuttuğum evim. Büyüdükçe küçülen, ben... Kokusunu hatırlayamadığım, Rengârenk kalemlerimden Minik ellerimle üzerini örttüğüm annemin mezarı. Kâğıda akan kan çizgiler var Yok oldu. Sıcak havanın ısıtmadığı buz gibi bedenleri taşıdı kollarım Hayallerimdeki zincirler... Çocuk olmak istiyorum. Kucağıma alamadığım kardeşim Küçücük bedenimdeki ağır ruhu taşıyamıyorum. Ağlamıyor. Babamın aslan evladı değil, Kaybolan oyuncağım Savaşın çocuğuyum Nerede? Artık ben... Gülümseyen gözlerim… Sürekli atılan çığlıkların ortağı olan bomba sesleri… İdil Aydoğan 12-K Nerede benim ailem?


BIZDEN KISA KISA

Kuran-ı Kerimden Hayat Ölçütleri

Mehmetçiğe Mektup

Masa Tenisi Turnuvası

Milli Mücadele Müzesi’ni Ziyaret Ettik

Tübitak

Selçuklu Uygarlığı Müzesi’ndeydik


Şühedanın İzinden Kızıl Elmaya! Gökçenur Şahin |

Şühedanın İzinden Kızıl Elmaya! GÖKÇENUR ŞAHIN 12/G

Afrin’de kahramanca çarpışan Mehmetciklerimize!

M

asum topraklara göz diken düşmanları ezmeye hazırlanıyorlardı. Her biri aslan gibiydi. Gözleri korkusuzca bakıyordu. Cesaret dolu yürekleri Allah aşkıyla, vatan aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Hazırdılar artık şahadete koşan mücahitler gibi. Allah Allah nidalarıyla düşmanı ezen Çanakkale yiğitleri gibi. Düşmana geçit vermeyeceklerdi. Ne pahasına olursa olsun namus saydıkları cennet vatanı düşmana bırakmayacaklardı. Silahlarını yürekleriyle taşıyorlardı. Göstereceklerdi bütün dünyaya kızıl elmayı. Akan kanların, ölen çocukların hesabı sorulacaktı. Üniformalarını bedenlerine, kefenlerini de ruhlarına giymişlerdi. Şahadet aşkıyla yanan yüreklerin artık pişme vakti gelmişti.

MİHRAP

Her daim arkalarından dualarını eksik etmeyen aileleri de millet de hazırdı. Başları dik, alınları aktı. Onurla, gururla, şerefle gönderdiler yarenlerini, kınalı kuzularını. Savaş meydanında dua rüzgârları esiyordu. Meydanda yiğitler Bedrin aslanları gibi savaşıyor, arkada Millet ordu olmuş dualarla destek oluyordu…

78

Bir kan düşüyor toprağa. Ama bu seferki farklı. Toprak içine çekiyor, iğrenmiyor kandan. Çünkü bu kan, bu beden, bu ruh hainlik kokmuyor. Bir kelebeğin naifliği ile gül kokuyor. Diyor ki toprak:” Bir yiğit aslına dönüyor. Sultana komşu geliyor.”

Şühedanın yüzünde şahadet tebessümü. Şahadeti tadıyor ruhu. Şüheda mutlu, komşu oluyor en Sevgiliye. Biraz da mahzun yareni, çocukları, geride bıraktıkları onlar üzülecekti, yıkılacaklardı. Şüheda bir o kadar da onurludur. Ne kadar üzülseler de, yürekleri yansa da her şeye rağmen “Vatan Sağ olsun” demesini bileceklerdi. Bir yiğit elinde sancak. Diyor ki: “Düğüne gidiyoruz. Bizi beklemesinler. Bu vatan bize emanet. Bizi bölemeyecekler.” Yüreğiyle öpüp alnına koyuyor bayrağı. Mavi göklere armağan ediyor. Dalgalanıyor nazlı nazlı. Bir kez daha zaferimizi duyuruyoruz dünyaya. Kuşlar götürüyor müjdeli haberi şühedalara. Müjde, Bedrin aslanları gibi şanlı şehidim. Size atılan kurşunların hesabı verildi. Artık rahat uyuyun. Ey bu vatan uğruna can veren şehidim. Sanma ki geride kalan yiğitler unutacak sizleri. Siz rahat uyuyun. Kanınızla renklenen, nurunuzla parlayan ay yıldızlı bayrağı, emanetinizi muhafaza için sizin gibi can vermeye şehit olmaya hazırlar. Bizler de hazırız şehidim. Bebeği ile cepheye koşan Şerife Bacı gibi. Şahadet aşkı ile yanar gönlümüz Halime Çavuş gibi. Vatan dendiğinde cesaretleniriz Binbaşı Ayşe gibi. Biz de hazırız topraklarımıza göz dikenlerin kurşunlarına göğüs germeye. Şehidim siz meraklanmayın emanetinizi namus saydık. Bizler de sizler gibi yiğit yüreklerimizle hazırız.


Issız Kuyu Müberra Yapıcı |

Issız Kuyu MÜBERRA YAPICI 2017 MEZUN

En güzel körler görür, En şiddetli rüzgârı bedendeki yürek üfürür. En iyi kalpler yazar, En hızlı akıl koşar, En içten gözyaşını seni sokan arı döker. Vakit geçer, güneş batar, “durgunlaşır sular;” Ömür geçer, yaprak dökülür, “sonbahar ayaklarına doğru ağlar.” “Gözlerim bir kuyu,” çözüldükçe beliğini kaybeden. Bu yüzden ses etmeden yanar içimdeki alev, renk nedir bilmeden görür bu göz, nereye gideceğinden habersiz savrulur rüzgâr. Kaderin sana armağanıdır kalbin yazması, hedefi olmayan aklın koşup da galip gelmesi ve seni sokan arının verdiği kararın bedelini ödemesi. Amaçsızca geçer o vakit, durmadan batar o güneş ve hızlı akıp giden kederde boğulmamak için durgunlaşır o sular. Bir kuş misali çırpınırsın o kafeste, fark etmezsin ömrün geçtiğini. Yük verir sana yaprakların düşüşü, üzülürsün içindeki acıyı döken bulutlara. “Yağmur yağarken gök gürlerse hiç korkmam ben, ses olsun yeter ki kuşlar ötüşerek uçsun gökyüzünde çaylar şekerli olsun ki kaşıklar şıkır şıkır sesler çıkarsın. Konuşulacak bir şeyler olsun. Dost olsun, arkadaş olsun; teyzeler, amcalar olsun. Evrenin boşluğuna bırakırken kendimizi avuçlarımızda sımsıcak kalbimiz olsun…” Olsun, her şey olsun ama sessizlik olmasın. Korkunçtur o, karanlıktır. İçerde çok şey yaşarken dışarıya bir

beton gibi yansıtılan düşlerin bulunduğu bir kuyudur orası. Issızdır. Görmek için sadece gözlerinizi kullandığınızda kaybolacaksınız o karanlık dünyada. Kimse elinizden tutmayacak. Kendi çabalarıyla iyileşebilen bir hastaya kimse acımaz çünkü. Bir insan ışığın olmadığı yerde uzunca bir süre kaldığı zaman gözleri ilk bakışta göremediği şeyleri görmeye başlar. Bir odadayken aniden lambayı söndürdüğünüz andaki siyahlıktan sonra yavaş yavaş nesneleri seçtiğiniz gibi, o kuyudaki bedenlerin olmayan vicdanlarını görmeye başlayacaksınız. iki ay boyunca orada kaldığınızı düşünün. İçi çürümüşlerle aynı kuyuda boğulduğunuzu, ait olmadığınız bir kabirde üzerinize toprak atıldığını ya da sekerattayken son nefesinizi almak için yanınızda duran iki yüzlüleri düşünün. Kendilerini sevdirirler başucunuzda bekleyerek. Fakat asıl amaçları menfaatlerini karşılayabilmektir. Belki de hepimize gerekiyordur böyle bir tecrübe. O zaman anlarız asıl marifet yalan söylememekte değil gerçeği saklamamaktadır. Farklı bir dili var buradakilerin, anlaşamayacaksınız. Belki zamanla siz de öğreneceksiniz susarak konuşmayı. Kelimelere ihtiyaç yoktur çünkü, bir çift göz yeter aslında kuyunun suyuyla dolu bir çift göz. Nasıl su dolu bir bardağın arka tarafını görebiliyorsanız, sulu gözlerin de içleri dışları birdir, iki yüzlü olamaz onlar. Bazıları vardır ki bütün hayatlarını bu kuyuda geçirirler. Siz de onlara katılabilirsiniz. Siz ve karşınızda bir çift sulu göz… Baktıkça kendinizi gördüğünüz, o sularda daha önce hiç yansımamış yönlerinizin yansıdığı göz… Bir de bakmışsınız kendinizi tanımanın tek yolu ıssız bir kuyuya düşmekmiş. Hepimizin istediği bir gerçek bu, kendimizi tanımak. Aradığınız gözleri bulduğunuz da sakın bir mucize olarak görmeyin; bu size kuyunun dışında da mucizeler olduğunu unutturur. Sadece gözler değil, içini görebildiğiniz her şey konuşur.

MİHRAP

Bilirsin; en iyi dilsizler konuşur,

79


Ben Suriyeliyim Fatma Abdullah |

Ben Suriyeliyim FATMA ABDULLAH 9/I

B

en Suriyeliyim. Küçücük bir köyde yaşıyordum. Küçücük bir köy olmasına rağmen cennet gibiydi. Ben küçüklüğümden beri doktorları sevmezdim. Doktorların işlerinden korkardım. İğne, kan, yara... Ama şimdi ben bir doktorum. Hem de anasız babasız bir doktor. Şimdi a’dan z’ye her şeyi anlatacağım. Ben okulu hiç sevmezdim ve benim babam öğretmen olduğu için beni okula zorla götürürdü. Babam benden doktor olmamı isterdi hep, ama ben sadece arkadaşlarımla sohbet etmeye giderdim. Öğretmen beni sınıftan kovsun diye sınıfta bir sıkıntı çıkarırdım. Ya da derste uyurdum. Bunların hepsi liseye kadar devam etti. Lise dönemlerimde ise savaş başlamıştı. Şimdi maziye baktığımda pişman oluyorum; ama geçmiş geçmişte kaldı. Benim dört ağabeyim var. Annem de ben bir yaşımdayken vefat etmiş. Onun için hep erkekler gibi davranıyordum. Okulda da çok yaramazdım...

MİHRAP

Yine bir gün okuldaydım. Çok fazla sıkıldım ve okuldan kaçtım. Babamın haberi olduğunda bana çok kızmıştı. Babamla tartıştım, doktor olmak istemediğimi söyledim. Ama babam buna çok üzüldü ve sen bilirsin, dedi. Ben de evden koşarak çıktım. Köyün dışına kadar koştum. Büyük bahçenin ortasında oturdum. Tam bir saat geçti ve eve dönmeye karar verdim.

80

Eve dönerken bir bombanın sesini duydum. Biraz korktum ama çok fazla önemsemedim. Köyün girişine yaklaştığımda evimizden büyük bir duman çıktığını gördüm. Sanki kocaman bir tokat yemiştim, ne olacağını düşünemedim. Eve koşarak gittim. Vardığımda şok oldum. Evimizin yıkıldığını gördüğümde içeri nasıl gireceğimi bilemedim. Girmeye çalıştım ama izin vermediler. Ambulansı aradık. Evimizin yarısı yıkılmıştı. Adamlar içeri girmeyi başardılar ve aramaya başladılar. Ama hâla ambulans gelmemişti. Çünkü ambulans şehirden gelecekti ve bozuk yollar yüzünden geç kaldı. Sonra ağabeyimin uzaktan geldiğini görünce mutlu oldum. Ağabeyim eve koşarak geldi ve içeri girdi. Adamlarla beraber babamı ve ağabeylerimi

çıkarttılar. Ama onların yaraları ağırdı ve ambulans hâlâ gelmemişti. Babama doğru koştum. Babam:” Neden doktor olmanı istediğimi anladın mı şimdi?” diye sordu. Ama ben ağlamaktan ve utancımdan cevap veremedim. Sonunda ambulans geldi. Ama babamı ve ağabeylerimi kurtaramadılar, onları kaybettik. Ben ve ağabeyim evsiz, ailesiz kaldık. Sonra babaannemizin yanında kalmaya karar verdik. Bir ay geçmişti. Ben hâlâ o acı olayı unutamamıştım. Hep ağlıyordum. Bir gün ağabeyim eve geldi ve benim yine ağladığımı gördü. Bana kızdı: “Ağlamanın hiç bir faydası yok. Git derslerine çalış, doktor ol. Babam hep onu dilerdi. Şehirdeki doktorlar savaş başladığında Avrupa’ya kaçmışlar ve sen hâlâ ağlayıp duruyorsun. Bunları unutma. Şehirde bir doktor bile bulunmadığı için babamızı ve ağabeylerimizi kaybettik.” dedi. Dışarıya çıktı. Ben bunları duyduğumda babamın bana ne anlatmak istediğini anladım ve sanki yeniden doğdum. Gözlerimin önüne bir amaç, hedef koydum ve okumaya devam ettim. Günler, aylar geçti ve ben lise son sınıfa geçtim. Ama artık okula gidemiyordum. Çünkü okullar bombalanıyordu. Çok acı olaylar yaşanıyor ve savaş daha da artıyor. Artık elektrik kesilmiş durumdaydı, su da yoktu. Fiyatlar pahalıydı. Hayat çok zor oldu. Ağabeyim ile babaannem Türkiye’ye gitmeye karar verdiler. Eşyalarımızı toplamaya başladık. Ben de kendi elbiselerimi toplarken küçücük bir kâğıt buldum. Bana biraz garip geldi. Çünkü küçücük bir kâğıdın elbiselerimin arasında ne işi vardı ki? Neyse, açtım okumaya başladım: “Hakkını helal et kızım. En büyük hayalim seni koskoca bir doktor görmekti. İnşallah bir gün gelir ve neden doktor olmanı istediğimi anlarsın.” diye yazılan babamın vasiyeti… Okuyunca çocukluğumu hatırladım ve babamın benim yüzümden çektiği zorlukları anladım. Sonunda akıllandım. Ama çok geç bir vakitte anladım. Sonra elbiselerimi toplamaya devam ettim. Ben, ağabeyim, babaannem hazırlandık.

Sabahleyin erkenden yola çıktık. Aslında bizim köyümüz Türkiye’nin sınırlarına 20 dakikaydı ama bozuk yollar ve harabeler yüzünden yolumuz tam bir buçuk saat sürdü. Sonunda sınıra vardık. Orada büyük bir sıkıntı zorluk çektik. Orası çok kalabalıktı. Sanki mahşer günü gelmişti. Oradaki insanlar birbirlerine çok kötü davranıyorlardı. Sanki onlar aynı uyruktan değilmiş gibi davranıyorlardı. Orada (Gümrük’te) korkunç bir gece geçirdik. Öğleden önce çıkmayı başardık. Bu kâbusun bitmesi için hep Allah’a dua ettim ama bitmiyordu. Türkiye’ye geldiğimizde direkt Kayseri’ye geldik. Kiralık bir ev tuttuk ve eşyalarımı yerleştirmeye başladım. Akşama kadar


Günler geçiyor... Aylar geçiyor... Yıllar geçiyor... Ağabeyim evlendi ve üç tane çocuğu oldu. Ben de tıp fakültesinde son yılımı okuyordum ve artık doktor olacaktım. Son sınavıma tam bir hafta kalmıştı. Çok iyi çalıştım ve o sınava hazırlandım. Ama başımıza yine büyük bir bela geldi, babaannem çok hastalandı. Hastanede yatıyordu. Onun yanında kaldım. Doktorlar, iyileşemeyeceğini söylediler. Ben buna çok üzüldüm. Sınav vakti geldi. Ama ben babaannemin yanında kalmak istiyordum. Onun yanından ayrılmak istemiyordum. Ama izin vermedi: “Sınava gireceksin ve koskoca bir doktor olacaksın. Ya babamın vasiyeti… Unuttun mu onu?” dedi. Sonra sınava girmek için hazırlandım ve babaannemin iyileşmesi için bol bol dua ettim. Üniversiteye vardım. İçeriye girdim. Sınava başlamadan önce ağabeyim aradı, kötü bir şey olduğunu hissettim. Tam telefonu açacaktım ki içeri öğretmen girdi. Ben de telefonu sessize almaya mecbur kaldım ama yüreğim alev alev yanıyordu. Sınav biter bitmez hemen otobüse bindim. Hastaneye doğru gittim.

Babaannemin yattığı odaya doğru gittim ama babaannemi bulamadım. Ağabeyimi aradım, o da cevap vermiyordu. Eve doğru gittim. Evin kapısından içeri girdiğimde büyük bir sürprizle karşıladılar beni. Benim için bir parti hazırlamışlar. Babaannem de iyileşmişti ve çok mutlu olmuştum. İki hafta sonra... Sonunda sınavların sonucu belli olacaktı. Ben o gün çok heyecanlıydım. Ağabeyimle beraber üniversiteye gittim ve sınavın sonucunu aldım. Üniversiteden mezun oldum, hem de yüksek bir puanla. Artık doktor olmuştum. Suriye’ye geri dönmeye karar verdim. Suriye’deki insanların bana ihtiyacı vardı. Biz vatanımızı inşa etmezsek, kim eder? Onun için mesleğimi Suriye’de yapmaya karar verdim. Şimdi maziye döndüğümde; inatçılık, mutsuzluk, umutsuzluk... Onlar hayatımızı mahveder. Hayatımızı bitmeyecek simsiyah bir geceye dönüştürür. Biz de karanlığın ortasında çaresiz kalırız. Bundan dolayı sizlere bir nasihat: Allah’tan ümit kesilmez…

MİHRAP

yerleştik. Çok yorulmuştum ve derin bir uykuya daldım, uyudum. Sabah kalktım. Ağabeyimle markete gittik. Kahvaltı için birkaç şey aldık ve eve döndük. Aslında bütün çektiğim zorlukların ve sıkıntıların sona erdiğini sanmıştım ama yanılmışım. Çünkü başımıza bir de dil sıkıntısı çıktı. Bütün Suriyelilerin Türkiye’de çektiği sıkıntı, dil sıkıntısıydı ama ben çalışmaya karar verdim. Önüme bir hedef koydum ve çalışmaya başladım. İlk yaptığım şey kursa gitmek oldu. İlk önce çok zorlandım ama biraz öğrendiğimde daha kolay olmaya başladı. Beş ay içinde Türkçe’yi öğrendim ve liseye devam etmeye karar verdim. İmam–Hatip Lisesi’nde girdim. Orada çok iyi Türk arkadaşlarım oldu. Dersler biraz zor geldi ama sonra alıştım. Dönemin sonunda karne günü geldi. Liseden mezun oldum. Artık doktor olacaktım. O anda babam yanımda olsaydı çok mutlu olurdum. Ama hayat burada devam ediyor. Üniversiteye girmek için bir kursa gittim. Tömer kursu bittiğinde Tıp Fakültesi’ne girdim ve çok fazla çalışmaya başladım.

81


Beyaz Kuş İmran Kösek |

Beyaz Kuş

Silik bir ışık okşar uşlar Kırık bir ses an dökülür hayalet bakışlı k Şakaklarımdiyahına koşar ıssız bir yeis Gözlerimin s variler nefes üfler Yakamda halu caddeler er Soluk ve pus avrulmuş nokta nokta her y Karanlıkta k nmış çaresizlik oku Fikrime saplalar ruhumu Gökyüzü kok kırın susuzluğu Yanımda boz ş beyaz kuş Nedir bu telan tılsımlı uçuş… Ölüm denile

MİHRAP

SEK / İMRAN KÖ N U Z 2017 ME

82


Son Huriye Akagündüz |

Son HURIYE AKAGÜNDÜZ 12-A

K

uşların cıvıltısı kulaklarımı süslemişti. Sanki penceremin önünden, yatağımın kenarına gelmek istiyorlardı. Beni isterlerdi, ben gidemeden bekliyorlardı sessizce. Ötüşmeye bile sessiz… İstekleri yapılmadığından mutsuz, susmaya mahkûm. Ama birisi vardı ki; Kar Beyazı ille de istiyorum diyen. Bakmaya kıyamadığımdan. Güzelliği ince ince dokunmuşundan... Gözlerinden anlamlı bakışlar süzülenden… O kadar küçüktü ki avuçlarımda kaybolacak korkusu... Dokunuşların en zarifçe olanıydı. Ufak ufak seviyordum. Benimle olmak isterdi, beni dinler beni isterdi... Alışmak bu olsa gerekti. Pencerenin dışında içeriye bakmaya mahkûmken şimdi dışarıdan yoksundu, soğuktan, ıssızlıktan... Özlüyordu her kuş gibi sefilliği Kışın ekmek, sıcak yer bulma kaygısı. Yazın yanına arkadaş. Kar Beyazı’nın artık özgürlüğü elinden alınmıştı. Kanadı kırık bir kuşun ta kendisiydi. Her şeye rağmen ötüyordu ama neler anlattığını bilmeden dinliyordum onu. Zaman gerekiyordu sadece. Tüyleri kararmaya yüz tutmuştu. Eski beyazlığı mazinin derinliklerinde kalmıştı. Tüyleri yeni benliğini kazanmıştı ama her şeye rağmen istiyordu. Alışkanlıklarını bıraksa da her şeye rağmen yeniden başlamak... Kar Beyazı olmanın zorunluluğunu yaşıyordu.

MİHRAP

Zamanın hızlı geçtiğini düşündüğüm vakit de dâhil yelkovan ve akrebin yarışı söz konusuydu. Kar Beyazı gitmeye hazırlıklı. Özgürlükle dört duvarın arası sadece pencereden ibaretti. İlk aldığım gün ki sevinç yoktu, kalmamıştı. Gözlerimi güneşin temiz ışığına açmıştım ki içim karardı birden. Tüm beyazlıklar ölmüştü artık, gitmişti. Unutturamamıştı. Kanatlarını kırmıştım belki ama Kar Beyazım öğrenmişti yine uçmayı, yeniden canlanmayı. Belki sonsuza açıyordu. Belki son olmaya uğramıştım artık. Ardından belki su serpmezdim ama kar Beyazı tüylerini gökyüzüne savurabilirdim. Her biri bir tarafa süzüldü. Ardından avucumu açtım ve sadece gelmesini arzuladım. Bekledim gündüzleri geceye katarak, uykudan mahrum kalarak. Gelmedi… Uçtu sonsuzlukta, son oldu, son olmaya gitti...

83


Şehit Muratdağı’nın İsmi Bu Kütüphanede Yaşayacak Gökçenur Şahin |

Afrin Şehidi Muratdağı’nın İsmi Bu Kütüphanede Yaşayacak

GÖKÇENUR ŞAHIN 12-G

K

ayseri Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi tarafından yaptırılan kütüphaneye, Afrin’e yönelik düzenlenen Zeytin Dalı Operasyonunda şehit düşen Piyade Uzman Çavuş Mehmet Muratdağı’nın ismi verildi. 20 Mart 2018 Salı 15: 06 Kayseri Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi yönetimi, öğretmenleri ve öğrencileri tarafından, okul için yaklaşık 3 bin kitaplık kütüphane yaptırıldı.

MİHRAP

Afrin’e yönelik düzenlenen Zeytin Dalı Operasyonunda şehit olan Piyade Uzman Çavuş Mehmet Muratdağı’nın isminin verildiği kütüphane açılışına, Melikgazi Kaymakamı Erkaya Yırık, Melikgazi İlçe Milli Eğitim Müdürü Mehmet Ulusoy, Şehit Aileleri Derneği Başkanı Yılmaz Üçkan, öğretmenler ve öğrenciler katıldı.

84

Kütüphaneyi gezerek bilgiler alan Melikgazi Kaymakamı Erkaya Yırık, “Arkadaşlarımız bu kütüphanenin adını çok anlamlı bir şekilde Zeytin Dalı Operasyonunda şehit olan Piyade Uzman Çavuş Mehmet Muratdağı’nın ismini koymuşlar. Bu ayrıca bir duyarlılık olmuş. Buradan gerek Fırat Kalkanı gerek Zeytin Dalı Operasyonunda gerekse yurt içinde bölücü terör örgütlerine yönelik yapılan bu faaliyetlerde bu ülke için can veren şehitlerimize rahmet diliyorum. Gazilerimize de Allah’tan acil şifa diliyorum. Bu ülkenin şehitleri ve gazileri olmadığı müddetçe

ülke olarak bizim yaşamamız, millet olarak bu topraklarda var olmamız mümkün değil. İnşallah çocuklarımız geleceğe daha birikimli bir şekilde, daha güçlü bir şekilde yetişecekler. İstiyoruz ki, şehidimiz ve gazimiz olmasın ama bu topraklar yıllardır birilerinin düşmanca baktığı bir ülke olmuş. Atalarımızın bizlere bıraktığı bu toprakları biz de inşallah çocuklarımıza aynı şekilde devretme mücadelesi yürütüyoruz” ifadelerini kullandı. Okulumuza yapılan Mehmet Muratdağı kütüphanesinin açılışına şehidimizin eşi Birgül Muratdağı ve aile üyeleri geldiler. Şehidimizin eşi Birgül Muratdağı dimdik duruşuyla diğer şehit ailelerine örnek oluyordu. İçi, ne kadar kan ağlasa da isyan edip, teröristleri sevindirmiyordu. Kütüphanede emeği geçenlere teşekkür etti ve her türlü yardıma hazır olduğunu dile getirdi. Şehidimizin cumartesi günü naaşı bulunup selası okunduktan sonra cenazesi kaldırıldı ve biz de okul olarak destek babında şehidimizin taziyesine gittik. Şehidimizin eşi Birgül Muratdağı geldiğimize çok sevindiğini ve bizim dualarımızın Şehidimize nasip olmasını istediğini söyledi. Biz de birer aşır ve dualar okuyarak şehidimizin ruhuna gönderdik. Şehidimiz Mehmet Muratdağı ve bütün şehitlerimizin Allah şehadetini kabul etsin. Ailelerine de sabır ihsan eylesin… ÂMİN


Acılı Eşi Birgül Muratdağı’nın Şehidimizin Ardından Yazdığı Şiir Afrin’i almaya çıktın 4. gün şehit oldun ama gelmedin. Ne zaman bayrak dikildi ne zaman fethedildi, çıktın geldin! Sözünde durdun be Mehmed’im! Yine kahramanım oldun, yine gururum oldun ve dediğin zaman da geldin. Senden sonra yaşam; Acısı uyuşturulmuş açık bir yara. Acısı çok geniş, ama kendisi küçük bir yüreğe yerleştirilmiş. Senden sonra yaşam; Kalın ciltli bir kitap. Hani cilt yapışkanı ortadan ayrılmış, her rastgele açışta aynı sayfada sensizlikle takılı kalan… Sen, benim sobaya değen ilk parmağımsın, ellerimi acıtan ilk ısırgan, bıçakla kesilen ilk yerim, gidişine çıldırasıya ağladığım ilk aşkım, kaybettiğim gençliğim,

Mehmet Muratdağı, 20 Kasım 1993 tarihinde Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesinde dünyaya geldi. Kayseri Kocasinan Atatürk Lisesi’ni bitiren Muratdağı, 21 Temmuz 2015 – 8 Kasım 2015 tarihleri arasında, Dağ Komando Okulu ve EM Dağ Komando Okulu 2’nci Kurs Tb. 2´nci Kurs Bl. K. lığı (Eğirdir/ISPARTA) emrinde eğitimini tamamlamadı ve 9 Kasım 2015 tarihinde 1’inci Komd. Tug. 2’nci Komd. Bl. 1´inci Komd. Kolu 1´inci Komd. Mnv. Unsuru emrine hücum elemanı olarak atandı. Evli olan Piyade Uzman Çavuş Mehmet Muratdağı, 23 Ocak 2018 tarihinde TSK’nın Suriye’nin kuzeyindeki Afrin bölgesinde başlattığı ‘Zeytin Dalı Harekâtı’nın 4’üncü gününde şehit oldu.

üzüntüden mermere dönmüş ilk halim, bir daha hiç nefes alamayacağımı düşündüğüm ilk an’ım, Ve Allah’ın bile halime üzülüp affettiği ilk büyük isyanımsın. Hala, en zor hayat sınavlarıma girerken, sol elimdeki senden kalan yüzüğünü öpüyorum bana yardım et diye.. Yardım et bana ne olur! Gökyüzüne bakıyorum her seni özlediğimde ve toprağa bakıyorum bu ikisi arasında kaldım. Gökyüzünün verdiği ferahlık toprağın verdiği koku.. Yüzüme vuran rüzgâr, Sensiz sanki SENSİZ! Özledim MEHMET’im çok özledim! Gidişinin ardından 57 gün oldu. Ve şimdi elimde biriktirmiş olduğum tüm zamanların tek bir güzü kaldı. Rüzgârı üşütmüyor, güneşi yakmıyor, yağmur ise tek tek akıttığım gözyaşlarımı gökyüzünden katıklayıp toprağına götürüyor.. Senin toprağına… Zafer senin, zafer Oğuz abimin! Toprağınıza hoş geldiniz! Aşkınız cennetti, ruhunuz şad olsun!

MİHRAP

ŞEHİT UZMAN ÇAVUŞ MEHMET MURATDAĞI

85


Yaşadığım Şehir–Kayseri! Fikret Altun |

Yaşadığım Şehir

KAYSERİ! FIKRET ALTUN Saglık Bilgisi Öğrt

G

urbetçi misafirlerim var Almanya’dan. Kayseri’ye daha evvel hiç gelmemişler. Gezmeyi istediler gezdireyim dedim. Doğma büyüme Kayserili olan eşim bile anlatacaklarımı ilk kez duyacak gibi heyecanlıydı. Rotamız belli; Hunat Hatun Camii, Ulu Camii (Camii Kebir), İbrahim Tennuri Hazretleri, Atatürk Evi Müzesi, Milli Mücadele Müzesi, Gülük Camii, Kapalıçarşı Selçuklu Müzesi. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın değerli eşi Mahperi Hatun tarafından 1237– 1246 yılları arasında yaptırılmış Hunat Hatun Külliyesi Camii, Medrese, Türbe ve Hamamdan oluşur. Camii’nin Batı girişi ana kapısı üzerinde şu ayet yazar: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, gereği üzere namaz kılan, zekât veren, Allah’tan başka kimseden korkmayan kimseler imar eder, onarır. İşte hidayet üzere bulunanlardan oldukları umulanlar bunlardır.

MİHRAP

Denilir ki rahmetli Hunat Hatun börtü böcekten çok korkarmış. Zamanın iffetli Hatunu gömüleceği toprağı eletmiş. Nur içinde yatsın. Rabbim sevdiği kulunu hala ziyaret ettirip Fatiha okutturuyor.

86

Caminin içine girdiğimizde inanılmaz bir huzur karşılıyor bizi. Hemen minberi anlatıyorum. Hiç çivi kullanılmadan yapılan bu eser, iç içe tahtaların geçirilmesi ile ortaya çıkmış. Üzerine nakşedilen resim ise güneş sistemi. Daha dünyanın yuvarlak olduğunu ispat


800 yıl geçmesine rağmen, hala ibadet edip, ziyaret ediyoruz ve daha uzun yıllar böyle süreceğini biliyoruz. Eskiden yapılan camiler mi sağlam, ustalar mı çok iyi, yoksa onları bu kadar ayakta tutan başka bir güç mü var? Ulu Camii... Kayserililer bu camiye Camii Kebir derler. Belki fetihten sonra yapılan ilk cami olması nedeniyle Kayseri’nin tam merkezinde Danişment Emirlerinin ikincisi Melik Mehmet Gazi Kayseri’ye Bizanslılardan aldıktan hemen sonra yaptırıyor bu Camiyi ve Kayseri’yi kendine merkez ilan ediyor. İstanbul için Fatih Sultan Mehmet ne anlam ifade ediyorsa, Kayseri içinde Melik Mehmet Gazi aynı anlamı ifade eder. Caminin içine girdiğimizde sizi hoş bir huzur karşılar. Mihrabın önünde durduğumuzda sol taraftaki duvarda yedi tuğlayı görebilirsiniz. Orijinal olan minberde Allah’ın 99 adını okuyabilirsiniz. Dışarıdan küçük bir cami gibi görünmesine rağmen içerideki büyük ferahlık şaşırtır ilk kez girenleri misafirlerim de öyle dedi “Ne kadar büyük bir cami!” O yüzden adı cami kebir içerideki mermer sütunlar dikkat çekici. Minaresi o kadar dikkat çekicidir ki, Anadolu’daki en güzel tuğla işçiliği diye bilinir. Hele o şerefenin altındaki turkuaz bölüm ve ayeti kerime sonradan ilave edilmesine rağmen bence çok bütünlük arz etmiş. Caminin kıble tarafına geçiyoruz ve Kayseri Fatih’i Melik Mehmet Gazi’nin türbesini ziyaret ediyoruz. Hiç çıkmadan saatlerce oturabileceğim bir mekân. Ruhları şad olsun. Kayseri’yi Türk yurdu yapan büyük Melik, Melik Mehmet Gazi ve tüm gardaşlarının. Çoğumuz bilmeyiz, İbrahim Tennuri kimdir, ne zaman yaşamıştır, Kayseri için önemi nedir, mezarı nerededir? Fatih Sultan Mehmet Hazretleri’nin en yakın arkadaşı ve zamanın en âlim şahsiyetidir, İbrahim Tennuri Hazretleri. Akşemsettin Hazretlerine beraber

mürit olmuşlardır. İbrahim Tennuri Hazretleri Akşemsettin’ den aldığı tıbbi eğitim ve görgüyü kullanarak kabızlık hastalığının tedavi şeklini bulmuştur. “Maddetül– Hayat” adlı bir de eseri vardır. Şâirdir, gönül gözüyle hissettiği üzere Akşemsettin ile beraber İstanbul’un fethinde bulunmuştur. Fetihten 3 ay sonra tamamladığı “Gülizar–ı Manevi” yi Fatih Sultan Mehmet Han’a ithaf etmiştir. Bu jest karşısında Fatih Sultan Mehmet şeyh Tennuri ve oğullarını vergiden muaf olmalarına daha iyi bir ferman çıkarır. Şeyh İbrahim Tennuri ve Oğullarının da bulunduğu türbe Atatürk Evine giderken sağdaki caminin içindedir. Ruhları şad, mekânları cennet olsun. Tarihin her döneminde biz Türkler var olma mücadelesini hep ağır vermişiz. Tüm Anadolu’ da bu ağır mücadelenin izlerine rastlamak mümkün. Kayseri için de Millî Mücadele Müzesi, bu ağır durumun belgeseli niteliğindedir. Her yıl okulumun bütün sınıflarından götürmeye çalışırım. Her gelen misafirimi mutlaka bu müzeye getirir, gezdiririm. Her defasında ilk kez görüyormuş gibi heyecanlanır ve gözlerimden mutlaka yağmur gibi yaşlar dökerim. Lise öğrencilerinin içinde olmak ve 17–18 yaşın nasıl bir yaş olduğunu bilmek bu gözyaşlarım sebebi. Tüm yönleriyle Kurtuluş Savaşı’nı Anadolu’nun Milli Mücadele’ye katkısını ve milli mücadelede Kayseri’nin rolünü anlatan müzede Sakarya Harbi’nde şehit düşen Kayseri Lisesi son sınıf öğrencilerine de geniş bir yer ayrılmıştır. Müzede Kayseri Lisesi’nden mezun olan önemli şahsiyetlerin de balmumu heykellerini görebilirsiniz. Kayseri Lisesi Milli Mücadele Müzesi geçmişi geleceğe taşıma anlamında önemli bir hizmet verdiğinden herkesin bu müzeyi görmesi bir ödev niteliğindedir. Hiç merak ettiniz mi? Müslümanların Anadolu’yu fethettikten sonra ilk yaptıkları üniversite neresidir diye. Ben merak ettim Okulumuzun dibinde Gülük Camii. Danişmentliler zamanında yaptırılmıştır. 1210 yılında Melik Mehmet Gazi’nin yeğeni Atsız Elti Hatun tarafından onartılmıştır.

Medrese bu tarihten sonra Gülek Camii olarak kalmıştır. Caminin içine girip mihrabın üstünde durduğumuzda renkler sizi alır götürür gerilere. 900 yıl önce atalarımın o renge verdiği emek ve onca yıl geçmesine rağmen orijinalinden hiçbir şey kaybetmeyen hala ayakta ve ibadete açık olan mabet manevi bir huzur verir izleyenlere. 19. yüzyılda yapılan İmamzâde Raşit Efendi Konağı Mustafa Kemal’in Kayseri’ye geldiğinde konakladığı tarihi yapıdır. 1983’te Atatürk Evi olarak ziyarete açılmıştır. Zamanında yenileme işlemi tamamlanmış ve o yıllara ait belge, bilgi ve resimler tekrar ziyarete açılmıştır. Kayseri halkının milli mücadeleyi nasıl desteklediği ve topyekûn istihlak verdiği önemi yakinen görebileceğimiz önemli bir müzedir. Tarihte yaptığımız bu güzel yolculuğu, gene bir tarihi eserle noktalıyoruz. Kayseri Kapalı Çarşı. Osmanlılar zamanında yapılan kapalı çarşılar arasında İstanbul Kapalı çarşıdan sonra en büyüğü olarak kabul edilir. 15 yüzyılda yaptırılmıştır. Önemli bir ticaret merkezi olarak kabul edilir. 1600 dükkan olduğu bilinmektedir. Çarşı’nın bütün bölümleri günümüze ulaşamamıştır. Vezir Hanı, Piri Paşa Hanı, Kapan Hanı günümüze ulaşanlarıdır. Çarşı’nın içine kışın girerseniz sıcacık bir hava, yazın girerseniz buz gibi bir serinlik karşılar sizi. Esnafın el emeklerini sattığı dükkânların önünde durup pazarlık etmek apayrı bir keyif. Çarşıyı dolaşmaya başladığınızda ağzınızdan Yok yok diye bir cümle çıkar gerçekten ihtiyacınız olan her şeyi hem de en iyisini rahat bulabilirsiniz bu tarihi mekândan. Cumhuriyet Meydanı’ndayım misafirlerimin yüzünde mutlu bir tebessüm. Gezdiğimiz yerler Kayseri’nin sadece merkezindeki tarihi eserler diye hatırlatıyorum. Her yeri ayrı bir geçmişe götüren Kayseri’yi gez gez bitmez. Bu kadim şehir, geçmişi çok özel olması itibariyle çok değerli. Bana göre yaşanılacak tek şehir. Gelecek kuşaklara da tertemiz ve özel mekânlar bırakılabilmesi için yöneticilerimizin çok iyi çalıştıklarını biliyoruz. Bu şehir için kim güzel bir katkıda bulunursa eyvallah.

MİHRAP

edilmeden benim atalarım güneş sistemini minber üzerine nakşetmiş. Minberin kenarı tırabzanlarında Allah’ın 99 ismi yazılı. Restore edilen yerler belli. Sabır ve maharetini konuşturmuş tahta ustaları.

87


MİHRAP

2016- 2017 dönemi üniversitelilerimiz

88

AD SOYAD

PROGRAM ADI

ÜNİVERSİTE ADI

DUYGU KARAKAYA

Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İÖ)

Aksaray Üniversitesi

SEMA NUR SOYTÜRK

Felsefe (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

İLKNUR ASLAN

Hemşirelik

Cumhuriyet Üniversitesi (Sivas)

ŞENGÜL HÖKELEK

Radyo, Televizyon ve Sinema (İÖ)

Kocaeli Üniversitesi

İREM NUR ÇAVUŞ

Gıda Kalite Kontrolü ve Analizi

Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi

ESRA ESEN

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

ZEYNEP ALTUN

İslami İlimler (İÖ)

Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi

AYŞE KUNDAKÇI

İnsan Kaynakları Yönetimi (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

GAMZE ÇETE

İslami İlimler (İÖ)

Giresun Üniversitesi

NAGİHAN ÇERİ

Moleküler Biyoloji ve Genetik

Bozok Üniversitesi (Yozgat)

BÜŞRA SERÇE

Moleküler Biyoloji ve Genetik

Cumhuriyet Üniversitesi (Sivas)

KÜBRA AKDOĞU

Sosyal Hizmetler

Kırıkkale Üniversitesi

JALE ÇOLAK

Türk Dili ve Edebiyatı

Cumhuriyet Üniversitesi (Sivas)

NEZİHE NUR TIKIK

Tarih

Hitit Üniversitesi (Çorum)

ELİF KEMAN

İlahiyat (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

KÜBRANUR DEMİR

Matematik

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

RABİA ASAN

Sosyal Bilgiler Öğretmenliği

Bozok Üniversitesi (Yozgat)

HASEKİ SULTAN KOCAOĞLU

İlahiyat (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

RABİA ÖZTÜRK

Sosyoloji

Cumhuriyet Üniversitesi (Sivas)

HATİCE GÜLTEKİN

Büro Yönetimi ve Yönetici Asistanlığı

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

AYŞENUR GÜNEŞ

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

AYŞEGÜL KARABAY

Ağız ve Diş Sağlığı

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

FATMA TURGUT

Felsefe (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

SEMA GÜCÜKTAHTA

Geleneksel El Sanatları

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

NEZİHA KARASU

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

BEYZANUR GÖRDELİ

Hemşirelik

Ordu Üniversitesi

HALİSE KARADAŞ

Odyometri

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ÖZGE ÇETİN

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Atatürk Üniversitesi (Erzurum)

ELİF NUR DURMUŞ

Sağlık Kurumları İşletmeciliği (Açıköğretim)

İstanbul Üniversitesi

MÜBERRA YAPICI

İngiliz Dili ve Edebiyatı

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

NESLİHAN DURAK

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Atatürk Üniversitesi (Erzurum)

MELİSA KURTCU

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

ESMANUR GÜLTEKİN

Sanat Tarihi

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

FUNDA İŞGÜZAR

İlahiyat (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

FATMA AKTOSUN

Hemşirelik (%50 Burslu)

Lefke Avrupa Üniversitesi (Kktc-Lefke)

HAVVA KARASU

Matematik

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

NAZİFE GÖKÇEK

Türk Dili ve Edebiyatı (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

ŞEVVAL KELEŞ

İslami İlimler

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi

SEVİM KANAL

Türk Dili ve Edebiyatı

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)


PROGRAM ADI

ÜNİVERSİTE ADI

FERİDE DURNA

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

DEMET BAHÇECİ

Hemşirelik

Aksaray Üniversitesi

BEYZANUR GÜRKAN

Patoloji Laboratuvar Teknikleri (İÖ)

Ondokuz Mayıs Üniversitesi (Samsun)

NESİBE MELİHA ATALAY

İlahiyat

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

METİYE DEMİR

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

RUKİYE AKKAŞ

Uluslararası İlişkiler

Giresun Üniversitesi

ZEYNEP UÇAR

Sosyal Bilgiler Öğretmenliği

Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi

ESİN ŞAHİN

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

BİRSEN BEYZA ARDIÇ

İşletme Yönetimi

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ZELİHA BULUT

Halkla İlişkiler ve Tanıtım

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

FATMANUR IŞIK

Şehir ve Bölge Planlama

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ESMANUR ESMER

Çocuk Gelişimi

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ŞEYDA ARAS

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

KÜBRA ADIYAMAN

Sınıf Öğretmenliği

Kırıkkale Üniversitesi

ZEHRA GÜDER

Tarih

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

MERVE KILIÇ

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

SARENUR KAYAR

İlahiyat

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

SÜMEYYE NUR SUNULU

İlahiyat (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

EMİNE GÜL SARIKAYA

Çocuk Gelişimi (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

DİLARA ERİKLİ

Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri

İstanbul Üniversitesi

ZEYNEP BOZCALI

İklimlendirme ve Soğutma Teknolojisi

İnönü Üniversitesi (Malatya)

BUKET MERMİ

Türk Dili ve Edebiyatı

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

EMİNE BÜŞRA AYDIN

Sanat Tarihi

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

MELİSA İNSAL

Türk Dili ve Edebiyatı (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

MELEK AKTUNÇ

İlahiyat (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ARZU KOÇ

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

ŞERİFE KÜBRA OKUDUCU

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

RÜMEYSA AKKUL

Arap Dili ve Edebiyatı

Atatürk Üniversitesi (Erzurum)

AYŞEGÜL TEZCAN

Türk Dili ve Edebiyatı

Bozok Üniversitesi (Yozgat)

GÜLLÜ YILDIRIM

Türk Dili ve Edebiyatı

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

HAMİDE DURMUŞ

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

BEYZA UZAĞ

Okul Öncesi Öğretmenliği

Ankara Üniversitesi

FEYZA İLDENİZ

Tarih

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ÖZLEM KARADUMAN

Tarih (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

SERAP YILKAN

İlahiyat (İÖ)

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi

BÜŞRA KAYA

Mütercim-Tercümanlık (Arapça)

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi

BÜŞRA BİLĞİÇ

İktisat (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

RUMEYSA NUR KAYA

Ekonometri

Karadeniz Teknik Üniversitesi (Trabzon)

FATMA BEYZA KARAYALÇIN

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

MİHRAP

AD SOYAD

89


MİHRAP 90

AD SOYAD

PROGRAM ADI

ÜNİVERSİTE ADI

BEYZA BERBER

İlahiyat

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

İMTİSAL MERCAN AÇIKGÖZ

Hukuk Fakültesi

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

HANİFE ZENGİN

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

FADİME KIRAÇ

Maliye

Süleyman Demirel Üniversitesi (Isparta)

KÜBRA TELKIRAT

Geleneksel El Sanatları

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

BÜŞRA BADUR

Grafik Tasarımı

Atatürk Üniversitesi (Erzurum)

FATMA SERMİN ÇUHADAR

Tapu ve Kadastro

Gazi Üniversitesi (Ankara)

HATİCE ÇAKIRLI

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

ZEYNEP ERKEKGİL

Grafik Tasarımı

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

CANSU KAYALIK

İşletme (%75 Burslu)

Nuh Naci Yazgan Üniversitesi (Kayseri)

EDA LEKESİZ

Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi

KEZİBANNUR MAZLUM

Fizyoterapi ve Rehabilitasyon

Süleyman Demirel Üniversitesi (Isparta)

MEHTAP KOÇOĞLU

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

MERVE ODABAŞI

Çocuk Gelişimi

Bozok Üniversitesi (Yozgat)

SÜMEYYE DAL

Türk Dili ve Edebiyatı (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ÜMMÜGÜLSÜM ERDOĞMUŞ

Bilgisayar Programcılığı (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

GAMZENUR UÇAR

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

AYŞE KÜBRA NAR

Yerel Yönetimler

Gaziosmanpaşa Üniversitesi (Tokat)

FATMA YAPAR

İlahiyat (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

HURİNUR YILDIRIM

Sağlık Yönetimi (İÖ)

Cumhuriyet Üniversitesi (Sivas)

SÜMEYYE HAMURCU

Radyoterapi

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ÜLKÜ ALP

Tarih (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ÖZGE DURĞUT

Türk Dili ve Edebiyatı (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

ESRA KUŞTEPE

Sosyal Bilgiler Öğretmenliği

Ahi Evran Üniversitesi (Kırşehir)

AYŞE ŞULE DURUPUNAR

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

SELENAY TUNALI

Dış Ticaret

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

HİLAL ÇOLAK

İktisat (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

SÜMEYYA ÇALIŞKAN

İslami İlimler

Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi (Karaman)

HİLAL AKBALIK

İlahiyat (İÖ)

Cumhuriyet Üniversitesi (Sivas)

MERVENUR KAYA

Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

TAYYİBE VURAL

Endüstri Mühendisliği

Aksaray Üniversitesi

HATİCE NARİN

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

GÜLHANIM KIZILIRMAK

Sağlık Kurumları İşletmeciliği (İÖ)

Bozok Üniversitesi (Yozgat)

AYŞE NUR KAVAKLIOĞLU

İlahiyat (Arapça) (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

BEYZA SOLMAZ

İlahiyat (Önlisans) (Açıköğretim)

Anadolu Üniversitesi (Eskişehir)

SÜNBÜL ALTUNTOP

İlahiyat (İÖ)

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

HATİCE AYDOĞDU

Türk Dili ve Edebiyatı (İÖ)

Gaziosmanpaşa Üniversitesi (Tokat)

MERVE MURAT

Adalet (İÖ)

Karabük Üniversitesi

MELEK AKÇAKAYA

Tarih

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

AYŞEGÜL ÖZKAYA

Geleneksel El Sanatları

Erciyes Üniversitesi (Kayseri)

GİZEM KIZILKAYA

İslami İlimler

Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.