“Çağdaş1985” Mine Sanat Galerisi’nin Sanat Postasıdır, Para İle Satılmaz / “Contemporary1985” The Free Of Charge Art Mag azine Published By Mine Art Gallery | SAYI / ISSUE: 25 |Ekim / October 2015
Merkez / Centre: Teşvikiye, Poyracık Sok. No: 1/1 D: 5 Nişantaşı / İstanbul Şube / Branch: Yalıkavak, Palmarina No: D105 Merkez Mah. Çökertme Cad. Bodrum / Muğla Showroom: Yalıkavak, Merkez Mah. Çökertme Cad. No: 2 (Palmarina Karşısı / Across Palmarina) Bodrum / Muğla T&F: +90 212 232 38 13 | M: +90 536 553 50 66 | info@minesanat.com | www.minesanat.com facebook.com/minesanat1985 | twitter.com/minesanat | instagram.com/minesanat | youtube.com/minesanat
EDİTÖRYEL ED ITORIAL Bizler Türkiye’nin son aylarda yaşadığı yoğun siyasi gündemin getirdiği karamsar, kaygı dolu ruh hali içindeyken, Eylül ayı ile birlikte yeni sanat sezonu bienal, fuar ve yoğun sergi programıyla başladı. Sanat hayatına 1985 yılında varolan bakış açılarına farklı bir yorum getirmek amacıyla başlayan, bu süre boyunca da çağdaş Türk sanatının önemli isimlerine alan oluşturan Mine Sanat Galerisi, önümüzdeki dönemi ağırlıklı olarak kariyerinin başındaki sanatçılarla gerçekleştireceği sergilere ayırıyor. Sanat hayatında 30 yılı doldurmanın getirdiği deneyimle, genç kuşak sanatçıların zaman içerisindeki yönelimlerini takip etmek ve genç sanatçılara destek olmak gibi önemli bir sorumluluğu da üstlenen Mine Sanat Galerisi 2015-2016 sanat sezonunu Nişantaşı galerisinde Cansu Tanpolat’ın “Peekaboo” başlıklı sergisiyle açtı.
With the 30-year experience in art, Mine Art Gallery while taking the responsibility of supporting the new generation artists and following their progress in time opened the 2015-2016 art season with Cansu Tanpolat’s exhibition titled as “Peekaboo” at its Nişantaşı branch. In this volume of Contemporary 1985, the focus is “Peekaboo” exhibition curated by Dolunay May. Also, you will see a compilation by Ufuk Ulker on the featured exhibitions of last season at Mine Art Gallery, comments of Dolunay May on the book prepared for the 30th anniversary of the gallery, finally a writing by Hande Ozdilim about the prominent art events of this season including the 14th International Istanbul Biennial which we believe will leave its mark on this year.
Çağdaş 1985, bu sayıda olduğu gibi, aynı zamanda Nişantaşı galeri koordinatörlüğü görevini yürüten Ufuk Ülker’in yoğun emekleriyle tüm yıl boyunca yayınlanmaya devam etti. Boğaziçi Üniversitesi’nden bu yıl mezun olan Ayşe Koşak, geçtiğimiz ay Bodrum Palmarina Galerisi’nde koordinatörlük görevine başladı.
As in this edition, Contemporary 1985 has continued to be published throughout the year with the intense work of Ufuk Ulker who is also the coordinator of the gallery in Nişantaşı. Ayse Kosak who graduated from Bogazici University this year started to work at Bodrum Palmarina branch last month as coordinator.
Nice 30 yıllara…
2
Mine Art Gallery, which started its art journey in 1985 with the thought of bringing a new way to existing perspectives, created a platform for the prominent figures in Turkish Art during this time period. The gallery devotes the upcoming season mainly to the young artists at the beginning of their career.
Çağdaş 1985’in odak konusu küratörlüğünü Dolunay May’ın gerçekleştirdiği “Peekaboo” sergisi. Bu sayıda ayrıca Ufuk Ülker’in derlediği, Mine Sanat Galerisi’nin geçen sezon öne çıkan sergilerinin bir dökümünü, Mine Sanat’ın 30. yılı için hazırlanan galeri kitabı hakkında Dolunay May’ın yorumlarını, son olarak da bu sezonun öne çıkan sanat etkinliklerinden hatta bu yıla damgasını vuracağına inandığımız 14. Uluslararası İstanbul Bienali içeriğine ilişkin Hande Özdilim’in hazırladığı yazıyı bulabilirsiniz.
Mine Sanat, “30.Yıl Dönümü” nedeniyle gurur ve mutlulukla, kesintisiz devam eden projelerle, yoğun ve yorucu geçen bir sezonun ardından yeni sezonuna heyecanla başlıyor. Yeni sanat sezonunun ülkemiz sanat ortamı adına başarılı, sanatseverler için sanat dolu, mutlu bir dönem olmasını dileriz.
Sahibi / Owner: Mine Sanat Galerisi / Mine Art Gallery Genel Yayın Yönetmeni / Editor-in-Chief : Mine Gülener, Nur Gülener Yazı İşleri Müdürü / Managing Editor: Serkan Gülener Çeviri / Translate: Ayşe Koşak
While we are in a pessimistic mood with full of anxiety due to the intense political agenda of Turkey in last months, the new art season has begun in September with biennials, fairs and exhibition programs.
With the celebration of its 30th Anniversary, Mine Art begins to the new season with the ongoing projects proudly and gladly after an intense and tiring season. We wish a very season successful season for all art lovers and our country full of happiness and art. To many 30 years…
Katkıda Bulunanlar / Contributors: H. Avni Öztopçu, Yusuf Taktak Tasarım / Design: Ufuk Ülker Fotoğraf / Photograph: Anonim / Anonymous Baskı / Print: Focus Basım, Seyrantepe Mah. Yıldız Sok. No:7 Kat:3 Kağıthane/İstanbul
Yönetim Yeri / Place of Management: Teşvikiye, Poyracık Sok. No:1/1 Yasemin Apt. D: 5 Nişantaşı / İstanbul T&F: +90 212 232 38 13 | M: +90 536 553 50 66 info@minesanat.com | minesanat.com
HATIRLATMAK REMINDING
Dolunay May
Alıştığımız şekliyle insanlık tarihi, gerçek olanın ne olduğundan öte, esasen bir gerçekliğin kabulü ile başlar. Gerçekliğin kabulü olarak dile getirilen, sayısal bir tanımın, matematiksel bir sabit kabul edilerek olası tüm hesaplamaların bu sabit üzerinden ele alınmasına benzer bir sonuç ortaya çıkarır. Ortaya çıkan; genel anlamıyla “bilim” dediğimiz, gerçekliğin açıklamasını bulduğu bir alandan öte, gerçekliğin “ta kendisi” olarak karşıladığımız normatif kabul biçimidir. Bu kabul, bilimi, kelimenin etimolojik bağlarında da açık olduğu şekliyle bilginin, tek ve alternatifsiz kaynağı olarak görür. Diğer yandan kabul sistematiği, işe yaramasından öte gereklidir de, insanın ayaklarının yere basmasını sağlamıştır. “Varlık”ın ne olduğundan çok var olanı anlamlandırmak yine bu kabul mekanizmasına uygun ve ayakları yere basmak olarak dile getirdiğimiz davranıştır. “Varlık”ın anlamlandırılması, insanın kendi dışında kalanı bir nevi konumlandırma sistematiğinde, esasen kendi varlığını deneyimleyerek kabul etmesini sağlar. Bilim zemininde ortaya koyulan algı alışkanlığımız, her şeyi kategoriler şeklinde bölümlendirmeye yönelterek, “Varlık”ı sorgulamayı, ayakları yere pek basmayan bir yaklaşım olarak gördüğü felsefenin alanına terk eder. Aksi durumda, modern sonrası dönem metinlerinde
duymaya alıştığımız “tekinsiz” bir durum ortaya çıkacaktır ki, bu yöntemden “işe yarar” şeklinde bahsetmemiz de bundan ileri gelmektedir. Çünkü değindiğimiz gibi insanın kendi varlığı; kendinin de içinde bulunduğu, kendi dışındaki tüm “Varlık”ı anlamlandırmasına bağlıdır. İnsan, doğumu ile birlikte bahsettiğimiz kabul sistematiği sahnesinde buluverir kendini. Tabi kabulden çok uzaklaşılmış, tanımlar yapılmış, taşlar birer birer yerlerine konulmuş (yer bulunmuş) kısaca sahne tamamlanmıştır. İnsanı yakın akrabalarından derin mesafelerle ayıran düşünce yetisinin en temel tezahürü olarak ‘hayret’, bu hazır sahneyle daha yolun başında törpülenmeye, neredeyse yok edilmeyle sonuçlanacak sürece sürüklenir. O hayrettir ki, insanı anlamaya, tanımaya ve sonucunda anlamlandırma fiiline sevk etmiş, bu temel özelliğiyle insan, doğadaki diğer canlılardan ayrışarak çevresine hükmedebilen bir varlık haline gelmiştir. Zaman ilerledikçe insan hayrete yer olmayan hazır sahneyle birlikte kendi hazır rolünü de üzerine giyerek, sahnedeki yerini doldurmaya başlamıştır. Bu nedenle “peekaboo”1 oyununda bebeğin gösterdiği hayret ifadesi, yetişkin insana komik ve sevimli gelir. Baktığı yüzün, o yüze de sahip olan bedene ait ellerle gizlendiğin-
Human history, as we used to, actually begins with the acceptance of reality instead of what is real. That is quite similar to calculating results on every possible combination of a formula by accepting a mathematical constant. The output is, in the general sense, “science” as reality itself in normative sense more than the explanation of reality. This acceptance makes science the only source of knowledge without any alternatives as also suggested in the etymologic description of the word. On the other hand, the acceptance mechanism, which is also mandatory rather than it is useful, has made man come down to earth. Rather than trying to explain what is “Being”, explaining the things that are “Existing” is what we call ‘coming down to earth’ and ‘being inline with acceptance mechanism’. Attaching meaning to “Existing” leads man to experience and accept his own “Being” through defining what exists around him systematically. Using science, our perceptional habits direct us to categorize things and not to question the meaning of “Being”. Rather man leaves this reasoning to philosophy, which is not considered as ‘coming down to earth’ by science. Otherwise, a weird situation emerges, as we get used to hear in post-modern texts. This is the
reason why we mention this method as useful. The perception of “Man’s own Being” is tied to defining all the things “Existing” around him. Man finds himself in the stage of this acceptance mechanism by his birth. Naturally, acceptance is now further away, definitions are made, and everything is in its place. In short, the stage is completed. The “astonishment” as the main manifestation of mentality, which separates the man from his relatives, begins to be rasped from the beginning and driven to a phase that it would end up with destruction. It is that astonishment which causes man to understand, to recognize and to interpret. Man with this key property begins to separate himself from other creatures and turns into a dominant figure. As time passes by, man begins to take part on the stage by assuming his pre-prepared role. For that reason, man finds the expression of astonishment on baby’s face in the “peekaboo”1 play funny and adorable. The baby’s attitude, regardless of cause-effect connection, when it looks to the face hidden with hands and when the face turns into something else is one of the basic human behaviors. Likewise, independently of all these actions, 3
de başka bir şeye dönüşmesini, arasındaki sebep-sonuç bağlamından bağımsız olarak karşılayan bebeğin yaklaşımı esasında temel insan davranışıdır. Aynı şekilde bebek, yine aynı ellerin yüzü gizlemeyi bıraktığında gördüğü yüzü tüm bu fiillerden bağımsız şekilde hayretle karşılar. Çünkü bebek az önce bahsettiğimiz hazır kabuller sahnesine giriş yapmamış, kendisinden bağımsız olarak tanımlanmış dış dünyayı anlamlandırmadığı gibi bu sahnede kendi varlığını da duyumsamamıştır. Cansu Tanpolat’ın çalışmaları tam da bu noktada şekillenmeye başlar. Öteden beri kabuller üzerine kurulu dünyasını gerçekleştirirken kendi2 gerçekliğini de inşa etmiş insan, Tanpolat’ın yapıtları karşısında altındaki zeminin sarsılmaya başladığını hisseder. İnsanın binlerce yıldır hazır olarak devraldığı kabuller dünyasının yıkımına aittir bu sarsılma. Kendinden önceki bireylerin duyumsayarak ona hazırladığı, onun da duyularına güvenerek onayladığı gerçeklik, yine duyuları vasıtasıyla zihne yeni bir sahne sunar. İlk bakışta form tanıdık gelir, devamında bilineni sarsan farklılığa evirilir. Gerçekleşmekte olan anlık evrime uyum sağlayan zihin bu yeni şeyi tanımlamaya, anlamlandırmaya başlarken yola çıktığı ilk formu unutmak zorundadır. Birbirlerinin devamından çok tamamlayıcıları durumundaki formlar arasında yaşanan tamamlanamazlık baş döndürücü hale geldikçe zemindeki sarsılmaların da şiddeti artar. Hissi, geçmişten bile önce gömülerin altında bırakılmış hayret duygusu her yanı sarmalar. Peekaboo oyununda bebeğin yaşadığını deneyimleme sırası bu kez yetişkindedir ki bu anlamda bebeğinkinden farklı olarak eğlence çok uzaktır. Bebek, Lethe3 ırmağının suyundan içmemiş, saf insan olarak ne olduğunu hala duyumsayandır. Bebek, yüzü kapatan eller ile yüzün kapatılmasını sağlayan fiili birbirinden bağımsız değerlendirebilirken, yetişkin; Tanpolat formlarının el ve yüz bağıntısına paralel biçimde
4
birbirini tamamlar beklentisi içinde kaosa sürüklenir. Tanpolat’ın amaçladığı da budur, Platon’un mağara istiaresinde zincire vurulu ama bundan habersiz, gölgeleri gerçek sanısındaki, insanın yüzünü ışığa doğru yöneltmeyi dener. İronidir ki bunu yaparken, formu tanımlayan (tanımsızlaştırarak) ışık-gölge alegorisinden faydalanır. Işık-gölge Tanpolat’ın metal formlarının (belki de daha doğru ifadeyle deform) bir başka yönüne işaret eder. Metalin kendine özgü yapısı, iki boyutlu uzama terkip edilmiş formları, algının, hızla üçüncü bir boyuta taşımasını sağlayan mukavemeti sağlar. Görme duyusu için formun tamamlayıcı derinliği niteliğindeki gölge Tanpolat’ın formlarında, formların da yapı malzemesi durumundaki metalden meydana getirilerek, görüye hazır olarak sunulmuştur. Bu obje-gölge ilişkisi önceki bahislerimizden bağımsız, formun plastik bir unsuru olarak ele alındığında farklı bir peekaboo durumu söz konusu olmaya başlar. Şeylerin iki boyutlu yüzeyde temsili için kullanılan ışık-gölge illüzyonu, Tanpolat’ın formlarında üç boyutlu uzamda kullanılır. Öncekine benzer bir gidiş-geliş bu kez heykel ve resim kavramı arasında yaşanmaya başlar. Duyulara heykel deneyimi sunan üç boyutluluk, resmin iki boyutlu illüzyonunu ete kemiğe büründürmüş, karşımızda durmaktadır. Tüm bunlara üç boyutlu formun dış ışık vasıtasıyla oluşan gerçek gölgesi/gölgeleri eklenince hayretin deneyimlendiği peekaboo çemberi kapanmış olur. Böylece bir ironiye daha şahit oluruz ki, bu kez amaç illüzyon değil bilakis hatırlatmak olmuştur. Ellerimizle sakladığımız yüzümüzü aniden ortaya çıkarıp, bir bebeğe “ce” yaptığımız oyunun, İngilizce konuşan toplumlar dışında da kabul gören ismi. 2 Principium individuationis. 3 Antik Yunan Mitolojisinde ölen insanın yeraltı dünyasına giderken suyunu içerek dünyada yaşadıklarını unutmasını sağlayan ırmağın ismi. 1
baby is surprised by the face when the same hands leave to hide the face. It is because the baby hasn’t entered to the acceptance stage, as we mentioned before, it hasn’t interpret the meaning of the outer world which is independent from itself, and it hasn’t felt its own being on that stage yet. The works of Cansu Tanpolat begin to take shape at this point. All along, man who constructs his own2 reality while building his world based on acceptances begins to feel the shaking of the stage in front of Tanpolat’s works. This shaking belongs to the destruction of the world of acceptance that man is born into it. The reality presented by the predecessors and the reality revealed by man’s own feelings offers a new scene to his mind through his senses. At first glance, the form seems familiar; later it becomes a difference which shakes the very foundations of reality. The mind adapting to the instantaneous evolution has to forget the first form while trying to understand and interpret this new thing. When the incompleteness between the forms, which are complementary rather than continuation of each other, becomes dizzying, the intensity of shaking on the ground will increase, too. The sense of astonishment which was buried underground in the past has pervasive influence on man. Now, it is time for adults to experience what the baby practiced in the Peekaboo play but it is far away from being funny as in the baby’s experience. The baby is the one who hasn’t drunk from the water of the river Lethe3 yet, and the one who still feels what it is as a pure human. While a baby can consider the hands hiding the face and the act of hiding independently from each other, an adult slides into chaos in expectation of Tanpolat’s forms in parallel with the connection of hands and the face. This is the aim of Tanpo-
lat. She is trying to direct people’s face towards the light like in Plato’s allegory of the cave, perceiving the true form of reality rather than the mere shadows by chained prisoners. Ironically she achieves this by defining the form by using the light-shadow allegory while making it undefined at the same time. Light-shadows refer to a different perspective of Tanpolat’s metal forms (better to say, deforms). The unique structure of metal allows quick transition of perception from two-dimensional to three-dimensional forms. The shadow, complementary for the sight to sense the forms, is constructed out of metal in Tanpolat’s forms as the forms are built by the same. When it is considered as a plastic component of the form, this object-shadow relationship, independently from the above-mentioned, becomes a different Peekaboo play. The light-shadow illusion generally utilized for presenting things on two-dimensional surface is used to create a three-dimensional space in Tanpolat’s forms. This time duality of minds, similar to the previous one, happens between the concepts of sculpture and painting. Three-dimensional sculpture like experience puts flesh on the bones of painting. When the natural shadow is added on top of these through the external light, the Peekaboo loop that is driven by astonishment is completed. Thus, we witness a further irony and that time the aim is not creating an illusion but rather reminding. Peekaboo is the name of the game which is also well accepted among non-English speaker communities by hiding our face then showing immediately and saying to the baby “cee”. 2 Principium individuationis. 3 The name of the river in ancient Greek mythology that provides the dead forgetfulness of their earthly life by drinking its waters while going to the Underworld 1
5
TUZLU SU: DÜŞÜNCE BIÇIMLERI ÜZERINE BIR TEORI SALTWATER: A THEORY OF THOUGHT FORMS Hande Özdilim
Bilimsel kaynaklara bakıldığı zaman ilk canlı türleri dünyanın erken dönemlerinde suda başlamıştı. Farklı kültürlerin mitolojilerinde de yaratılış mitosları birbirinden farklı özelliklere ve kahramanlara sahip olsalar dahi ilk canlıların sudan yaratıldığı söylenegelir. Dünya var olduğundan bu yana su, tüm canlılar için vazgeçilmez hayat kaynaklarındandır. Ayrıca canlıların yaşam enerjilerinin büyük kısmını elde ettikleri su, kültürün devreye girmesiyle farklı anlamlar kazanmıştır. Yeryüzünde ilk kültür izlerine rastlanılan yerler, suya yakın merkezlerdir. Toprağın işlenmesi, ticaretin gelişmesi hep suya yakın noktalarda gerçekleşmiştir. 5 Eylül’de başlayacak ve 1 Kasım’a kadar sürecek olan 14. İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesi “TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori”. Bienalin küratörü ya da kendi deyimiyle “şekillendiricisi” sanat çevrelerinin önemli isimlerinden Carolyn Christov-Bakargiev 14. İstanbul Bienali’ni şöyle anlatıyor: “Tuzlu su dünyada en sık rastlanan maddelerden biri. Vücudumuzdaki sodyum da sinir sistemimizi oluşturan en önemli içerenlerden, bir anlamda hayati önem taşıyan bir sistemi çalıştırarak insanları hayatta tutuyor. Tuzlu su aynı zamanda dijital çağın en yıpratıcı maddelerinden biri. Akıllı telefonunuzu tatlı suya düşürürseniz onu kuruttuktan sonra büyük olasılıkla tekrar çalışacaktır, fakat tuzlu suya düşerse, kimyasal değişimler telefonun bozulmasına yol açabilir. 14. İstanbul Bienali’ni ziyaret ettiğinizde tuzlu suyun üstünde epey zaman geçireceksiniz. Mekânlar arasında, özellikle de vapurlarla yapılacak seyahatlerle, ziyaretçilerin sanatı deneyimleme süreleri yavaşlayacak. Bu da çok sağlıklı, çünkü tuzlu su solunum problemleriyle pek çok başka hastalığın iyileşmesine yardımcı olduğu gibi sinirleri de yatıştırıyor”. Bakargiev, serginin sınırlarını Karadeniz’deki Rumelifeneri’nden, Yunan mitolojisinde Altın Post’u arayan İason önderliğindeki Argonotlar’ın geçtiği sekiz bin beş yüz yıl önce bir su kanalı olarak açılmış dar ve kavisli bir fay hattı olan İstanbul Boğazı’na, oradan da Akdeniz’e doğru, Bizans İmparatorluğu’nun düşmanlarını sürgün ettiği ve Troçki’nin 1929’dan 1933 yılına kadar yaşadığı Büyükada’ya kadar uzatmış. Bakargiev, “Boğaziçi ekseninde kentin geneline yayılan bu sergi, dünyayı şiirsel ve politik olarak şekillendiren ve dönüştüren, görünür ve görünmez farklı dalga örüntülerini ve frekanslarını, su akıntılarını ve yoğunluklarını ele alıyor. Sanatla birlikte ve sanat aracılığıyla yas tutuyor, hatırlıyor, kınıyor, iyileşmeye çalışıyoruz ve kendimizi 6
bu mekânda beraber yaşamış birçok topluluğun neşe ve canlılık olasılıklarına adıyor, formdan yeşeren yaşama sıçrıyoruz” diye aktarıyor. Bakargiev, İstanbul Bienali’ni yalnızca sanatçılarla değil, bilgi birikimiyle farklı düşünce formları geliştirebileceğine inandığı bilim insanlarının katılımıyla -ya da kendi ifadesi ile- işbirliği ile gerçekleştirmiş. Farklı disiplinlerdeki yaklaşımların ortak bir platformda karşılaşması bu bağlamda yeni bakış açılarının ve düşünce formlarının gelişmesine de katkıda bulunacaktır. Bienalde kullanılan 30’dan fazla mekanın sergileme alanı olarak neden seçildiği de, üzerine ayrıca düşünülmesi gereken bir konu. Aslında 80’in üzerinde katılımcının 1500 civarında işinin ya da konu ile ilgili bilimsel çalışmalarının sergileneceği bienal düşünce platformu olarak kurgulanmış. Bakargiev’in tanımıyla 14. İstanbul Bienali,” travmalı bir geçmişi keşfetme uğraşı ile tarihi gelecek için verimli bir araziye, bir ‘kompost’ kültürüne dönüştürme uğraşı arasında bir diyalog yaratmayı amaçlıyor. Dünyevilik ve yeşerme, yaşamın yüceltilmesi ve yeni yaşam ve sanat formlarının ortaya çıkışının anlamlı bir şekilde gerçekleşmesi, ancak yitenlerin de koşut olarak tanınmasıyla mümkün olur. Atlas Okyanusu’nun tuzlu suyu (nam-ı diğer “orta geçit”) yüzyıllarca kölelerin bedenlerini içine çekti; karayla çevrili tuz kristalinden denizler, kadim okyanusların kalıntıları, Avustralya’nın çöllerinde ve Utah’ın düzlüklerinde örüntüler çizdi, yerli halkın tarihlerinin ve felaketlerinin görünür tanıkları oldular. Bugün de tuzlu su Güney kıyılarından gelip Akdeniz’i aşan teknelerden düşen bedenlere ev sahipliği yapıyor. Tuzludur gözyaşlarımızın suyu, gelgelelim tuz birçok hastalığın da çaresidir ve molekülleri, onlarsız gezegende hayatın da olmayacağı tuz kristalleri olarak yeniden dizmesiyle, yüklü iyonların arzularını ifade eder. Belki de bir dalga sadece zamandır – bir dalganın yüksek ve alçak noktaları arasındaki farkta duyumsanan his zamanı, dolayısıyla mekânı ve dolayısıyla yaşamı imleyebilir. Örüntüleri; denizaltı sularının ya da rüzgârın örüntülerini, dalgaları tanıyarak, dalgaları görerek kabul ederiz. Bir dalga, nihayetinde düğüm haline gelmeye çalışan bir çizgi olabilir mi ve eğer öyleyse düğüm ne zaman çözülebilir? Bu soruyu fizikçi dostlarıma, fakat aynı zamanda filozof dostlarıma da yöneltiyor ve – en sonunda ve belki de bilhassa – sanatçılara soruyor ve yanıtı onlardan bekliyorum”.
When we look at the scientific literature, the first species came into existence out of water in the very early stages of the world. In the mythologies of different cultures, even if they have distinct creation myths and heroes, it is said that the first creatures comes from the water. Since the world began, water is one of the indispensible sources of life for all living things. Again, the water that the livings get the energy of life gains a new meaning with the coming of culture into play. The places on earth where we see the first traces of culture are the centers located near water. The cultivation of land, the development of trade always developed in places near water. The conceptual framework of 14th Istanbul Biennial which will begin in September 5 and will last until November 1 is “SALTWATER: A Theory of Thought Forms”. The curator or as he calls himself the “planner” of the 14th Istanbul Biennial, an important figure among art groups, Carolyn Christov-Bakargiev states about the Biennial, “Salt water is one of the most ubiquitous materials in the world. Sodium in our bodies makes our neurological system, and thus our vital systems, work; it literally keeps us alive. At the same time, salt water is the most corrosive material threat to the digital age: if you drop your smart phone in fresh water, you can dry it and it will probably work again. If it falls into salt water, chemical molecular changes in the materials of your phone will break it. When you visit the 14th Istanbul Biennial, you will spend quite a bit of time on salt water. There is a slowing down of the experience of art due to the travel between venues, especially on ferries. That is very healthy: salt water helps to heal respiration problems and many other illnesses, as well as calming the nerves.” Bakargiev sprawls the exhibition spans from Rumelifeneri on the Black Sea, where Jason and the Argonauts passed searching for the Golden Fleece, through the winding and narrow Bosphorus, a seismic fault line which opened as a water channel some 8500 years ago, and down to the Princes’ Islands in the Sea of Marmara towards the Mediterranean, where ancient Byzantine emperors exiled their enemies and where Leon Trotsky lived for four years from 1929 to 1933. Bakargiev states, “This citywide exhibition on the Bosphorus considers different frequencies and patterns of waves, the currents and densities of water, both visible and invisible that poetically and politically shape and transform the world. With and
through art, we mourn, commemorate, denounce, try to heal, and we commit ourselves to the possibility of joy and vitality, of many communities that have co-inhabited this space, leaping from form to flourishing life.” Bakargiev conducted the Biennial not only with artists, but also with the participation –or cooperation according to himof scientists who can develop new forms of thought, he believes. In that sense, the encounter of different disciplines in a common platform will contribute to the development of new ways of thinking. Another thing, need to be considered, is why more than 30 places is selected in the Biennale as the exhibition area. Actually, the Biennial was designed as a platform for ideas where more than 80 participants can present their works or scientific studies around 1,500 in number. As Bakargiev described, the 14th Biennial of Istanbul intends to create a dialogue between the work of exploring a traumatized past and the work of transforming history into a fertile terrain for the future, a culture of “compost.” Worldliness and flourishing, the celebration of life, and the emergence of new forms of life and art, can only meaningfully occur if a parallel recognition of loss occurs. The saltwater of the Atlantic Ocean absorbed the bodies of slaves for centuries (the so-called “middle passage”); landlocked seas of salt crystals, the remnants of ancient oceans, drew patterns in the deserts of Australia and on the plains of Utah, visible witnesses of indigenous people’s histories and catastrophes, and today saltwater hosts the bodies fallen from boats crossing the Mediterranean from its Southern shores. Salty is the water of our tears, yet salt heals many illnesses and expresses the desires of charged ions, reassembling molecules into salt crystals, without which there would be no life on the planet. Perhaps a wave is simply time – the feeling of a difference between the high and the low points of a wave able to mark the experience of time, and thus of space, and thus of life. It is through the identification of waves, the seeing of waves, that we acknowledge patterns, underwater patterns of water, or patterns of wind. Could a wave ultimately be a line trying to become knot and, if so, when can it be undone? I put this question to my friends the physicists, but I also put it to my friends the philosophers, and – ultimately and perhaps mostly – I ask this to, and of, the artists.
30.YIL KİTABI METROPOLITAN SANAT MÜZESİ KÜTÜPHANESİ’NDE 30 YEARS BOOK IN THE LIBRARY OF METROPOLITAN ART MUSEUM Bu yıl 30. Kuruluş yıldönümünü kutlayan Mine Sanat Galerisi’nin yayınladığı üç ciltlik “30.Yıl” kitabı Metropolitan Sanat Müzesi Thomas J. Watson Koleksiyonu’na dahil edildi.
gi bültenleri ve basında yer alan yazılar, fotoğraflar, videolar gibi birçok kaynağın taranması, bir araya getirilmesi ve derlenmesi ile ortaya çıkan arşivin sadece küçük bir bölümünü içermektedir.
“ 30 Years” book with three volumes published by Mine Ar t Galler y for celebrating its 30th anniversar y is included in Thomas J. Watson’s collection of Metropolitan Ar t Museum.
tions held for thir t y years, panels, readings of exhibitions, exhibition press releases and images, ar ticles in the press, photographs, and videos.
Sanat hayatına 1985 yılında Kadıköy’de başlayan Mine Sanat Galerisi mevcut bakış açılarına, hem sanatsal hem de sergileme pratikleri yönünden farklı bir yorum getirme düşüncesiyle sanat hayatına başlamıştır. Çağdaş başlığıyla genel kabul gören günümüz sanatının ülkemizde var olmasına öncülük eden birkaç aktörden biri durumundaki Mine Sanat, otuz yıllık geçmişini üç ciltlik yayında topladı. Türkiye sanat tarihinin yol haritasında önemli bir durak olan Mine Sanat Galerisi’nin otuzuncu yılını doldurması nedeniyle yayınlanan kitapta, galeride otuz yıl boyunca gerçekleştirilen projelerin bir özeti dokümante edilmiştir. Toplam 1040 sayfadan oluşan kitap, otuz yıl boyunca düzenlenen sergiler, paneller, sergi okumaları, sergi katalog metinleri ve görselleri, ser-
Hande Özdilim’in yayına hazırladığı, akademisyen Lütfiye Bozdağ’ın Mine Sanat Galerisi’nin kuruluşunda destek göstermiş sanatçılar üzerinden anlattığı metinlerle katkıda bulunduğu kitabın arşiv araştırması Ufuk Ülker tarafından gerçekleştirilmiş, sanatçı, koleksiyoner ve sanat yazarlarıyla yapılan röportajlarda Başak Topkaya da destekte bulunmuştur.
Mine Ar t Galler y star ted its journey on ar t in 1985 at Kadıköy with the thought of bringing a new perspec tive to the existing ones, in terms of ar tistic and exhibition practices. As one of the actors which have pioneered the existence of contemporar y ar t in our countr y, Mine Ar t Galler y gathered its thir t y-year histor y in a three -volume publication. Mine Ar t Galler y, being an important stop on the road map of Turkish ar t histor y, documented a summar y of the ar t projects placed in the galler y for thir t y years. The 1040 page book is just a small par t of the archive. With a comprehensive literature review on the archive, the book includes the details of the exhibi-
Prepared for the publication by Hande Özdilim, Mine Bozdağ contributed to this book with the ar ticles about the ar tists who suppor ted the foundation of the galler y, Ufuk Ülker worked on the archival research, and also Başak Topkaya gave suppor t on the inter views with the collectors and writers.
Nurcan Perdahcı; Avrupa resminde XV. yüzyıldan itibaren yer almaya başlayan Doğu halıları içinde önemli bir yer tutan Uşak halılarını, dönemin İtalyan ve Kuzey ressamlarının ele alış tarzına çağdaş bir yorum getirerek, sanatseverlerle paylaşacak. Nurcan Perdahcı’nın “Bellek ve İz IV” başlıklı sergisi, 11 Kasım-20 Aralık 2015 tarihleri arasında Mine Sanat Galerisi Nişantaşı mekânında izlenebilecek.
Nurcan Perdahcı will share her art works with art lovers on Uşak carpets that take an important place among the Oriental rugs which started to appear in European painting since 15th century. She brings a modern interpretation to the styles of the Italian and Northern painters of the time. Nurcan Perdahcı, “Memory and Trace IV” exhibition will be held from November 11 to December 20, 2015 in Mine Art Gallery, Nişantaşı.
Mine Sanat Galerisi’nin otuz yılına ışık tutan kitap, ülkemiz sanat ortamına referans yayın olarak çok önemli bir boşluğu doldururken, dünyanın en önemli sanat kurumlarından biri olan Metropolitan Sanat Müzesi Kütüphanesi koleksiyonuna dahil olarak ülkemiz sanatının uluslararası bilinirliğine daimi bir katkıda bulunmuştur.
NURCAN PERDAHCI’NIN “BELLEK VE İZ IV” BAŞLIKLI SERGİSİ 11 KASIM TARİHİNDEN İTİBAREN MİNE SANAT NİŞANTAŞI’NDA NURCAN PERDAHCI’S “MEMORY AND TRACE IV” EXHIBITION IN MİNE ART GALLERY IN NISANTASI DATING FROM 11th NOVEMBER
By shedding light on the thir t y years of Mine Ar t Galler y, this book is filling a ver y impor tant gap as a reference for ar tistic environment in our countr y. It also contributes to the international recognition of the Turkish Ar t by being included in Metropolitan Ar t Museum librar y’s collection.
7
M İ N E SA N AT ’ TA B U Y I L Ö N E Ç I K A N S E R G İ LE R F E AT U R E D E X H I B I T I O N S O F T H I S Y E A R I N M İ N E A R T ÇAĞDAŞ SANAT 1985 Mine Sanat 30.Yıl etkinlikleri kapsamında, kurumun otuz yıllık geçmişine projeleriyle ortak olmuş, kendi varoluşlarını inşa ederken Mine Sanat’ın da var olmasına katkıda bulunmuş, günümüzde ülkemiz sanatının usta 40 isminin, 1985 yılından başlayarak ürettikleri çalışmalar sergilendi. “Çağdaş Sanat 1985” başlıklı sergi kapsamında Mine Sanat 30.Yıl kitabının ilk buluşması da kitapta yer alan sanatçıların katılımıyla gerçekleştirildi. 21 Mart tarihinde Mine Sanat Nişantaşı Merkez Galerisi’nde açılışı yapılan serginin ikinci bölümünün açılışı 6 Nisan tarihinde Mine Sanat Palmarina Yalıkavak Bodrum Şubesi’nde gerçekleştirildi. İki mekâna yayılan sergi 16 Mayıs tarihine kadar sanatseverlerce izlendi. Sergi süresince Mine Sanat 30.Yıl etkinlikleri çerçevesinde hazırlanan 108 dakikalık arşivsel belgeselin gösterimi yapıldı. YUSUF TAKTAK “ZAM-ANLAMA” Çağdaş Sanatın ülkemizdeki öncü temsilcilerinden Yusuf Taktak, pentürü aşarak, kavram üzerine inşa ettiği son dönem çalışmalarını “ZAM-ANLAMA” başlığı altında sanatseverlerle paylaştı. 15 Ağustos tarihinde Mine Sanat Palmarina Galerisi’nde, sanatçının da katılımıyla açılışı yapılan sergi, gösterimde olduğu 31 Ağustos tarihine kadar yerli ve yabancı sanatseverlerce ilgiyle izlendi. DEVRİM ERBİL “BODRUM – Bodrum 2015” Türk Resim Sanatı’nın yaşayan en önemli temsilcisi Devrim Erbil, kendisiyle özdeşleşen çizgilerini, kendi söylemiyle “ öteden beri uygarlık kenti, görsel sanatların tapınağı” Bodrum’da sanatseverlerin seyrine sundu. “BODRUM-Bodrum 2015” başlıklı sergi, Devrim Erbil’in ilk defa seyirciyle buluşan İstanbul resimlerinin yanı sıra, sanatçının bu sergiye özel olarak hayata getirdiği Bodrum resimlerinden oluşturuldu. 17 Temmuz tarihinde Mine Sanat Palmarina Galerisi’nde, Devrim Erbil’in sanatseverlerle yakından ilgilendiği bir açılışa sahne olan sergi, açık kaldığı 14 Ağustos tarihine kadar izleyicinin yoğun ilgisine şahit oldu. DENİZ SAĞDIÇ “TİN” Ülkemiz sanatının genç temsilcilerinden Deniz Sağdıç’ın Mine Sanat’taki ilk kişisel sergisi 29 Haziran tarihinde Mine Sanat Palmarina’da izleyiciyle buluştu. Genç sanatçının Mine Sanat ile tanışma niteliğindeki sergisi antik dönemden buyana düşünce dünyasının temel inceleme konusu olmuş, modern dönemle birlikte sanatçılar için öncelikli sorunsal haline gelmiş “Tin” kavramına; kendi penceresinden, yeni yaklaşımlar sunduğu bir seçkiden oluşturuldu. Genç sanatçının “Tin” başlıklı sergi-
si 13 Temmuz tarihine kadar sanatseverlerce ilgiyle izlendi. POSTHOC II Mine Sanat’ın gelenekselmiş PostHoc genç sanatçılar sergisi, bu yıl kurumun 30. Kuruluş Yıldönümü etkinlikleri kapsamında, özel bir çerçevede hayata getirildi. Latince “bundan sonra, sonraki” anlamına gelen Posthoc, bundan sonra adını ve çalışmalarını sıkça duyacağımız başarılı sanatçıları keşfeden, ülkemiz sanat ortamına yeni ve başarılı sanatçıları kazandırmayı misyon edinmiş sergiler dizisinin başlığı. Bu yıl Hande Özdilim ve Dolunay May’ın küratörlüğünde gerçekleştirilen PostHoc sergisinin katılımcı sanatçıları Ahu Akkan, Ekin Can Bayrakdar, Gülşah Bayraktar, Onur Çetin, Murat Kosif, Ahmet Can Mocan, Cansu Tanpolat, Tuna Üner, Filiz Piyale Yakar, Erkan Yaprakkıran, Serdar Yörük ve Mine Zereyalp’di. Farklı disiplinlerden 12 genç sanatçının katılımıyla gerçekleşen PosHoc II sergisi 15 Haziran -16 Ağustos tarihlerinde Mine Sanat Nişantaşı Galerisi’nde ilgiyle izlendi. SABAHAT ÇIKINTAŞ “de-şif-re” Küratörlüğünü Lütfiye Bozdağ’ın yaptığı Sabahat Çıkıntaş’ın resim, video ve enstalâsyonlarından oluşan “de-şif-re” başlıklı sergisi Mine Sanat Nişantaşı Galerisi’nde izleyiciyle buluştu. Çıkıntaş’ın bu sergiye özel ürettiği işlerinde; geçmiş anların donmuş kanıtları olan görüntülerin üzerine boya müdahaleleri ve yerleştirdiği kare biçimler ön plandaydı. Sanatçının galeri mekanında bir performans da sergilediği “de-şif-re” sergisi 31 Ocak tarihinde sona erdi.
CONTEMPORARY ART 1985 As part of Mine Art 30th Anniversary activities, the works of 40 art masters of our country, who contributed to the existing of Mine Art Gallery and supported it with their projects during the thirty-year history of the gallery since 1985, were exhibited. In the exhibition titled as “Contemporary Art 1985”, the book ’30 Years’ of Mine Art Gallery was also launched with the participation of the artists who are mentioned in the book. The exhibition was held on March 21 at Mine Art Gallery in Nişantaşı, and the opening of the second part of the exhibition was held in Bodrum Yalıkavak Palmarina branch on April 6. The exhibitions in two branches were open to visit of art lovers until May 16. During the exhibition, as part of Mine Art 30th Anniversary activities, a 108 minute long archival documentary was presented. YUSUF TAKTAK “ZAM-ANLAMA” Yusuf Taktak, one of the leading contemporary artists in our country, shared his recent conceptual works, which go beyond painting, with art lovers under the title “ZAM-ANLAMA”. On August 15, at Mine Art Gallery in Palmarina branch, the exhibition held with the participation of the artist attracted a great number of local and foreign art lovers until August 31.
DÖRT TARAF Çağdaş Türk Sanatı’nın ustaları Yusuf Taktak, Bedri Baykam, Halil Akdeniz ve Bubi, ”Dört Taraf” isimli sergiyle Mine Sanat Galerisi Bodrum Yalıkavak Palmarina’da sanatseverlerle buluştu. Her sanatçının kendisiyle özdeşleşen çizgilerde hayata getirdiği bir seçki sunduğu sergi, yaz aylarının ilk günlerinde Bodrum’a çağdaş sanatı taşıdı. Sergi 19 Haziran tarihine kadar ilgiyle takip edildi.
DEVRIM ERBIL “BODRUM – Bodrum 2015” The most important living representative of Turkish Art, Devrim Erbil, shared his art works with art lovers in Bodrum, in ‘a city of civilization, a temple of visual arts’ as he called. “BODRUM – Bodrum 2015” exhibition included the artworks of Devrim Erbil which met for the first time with the audience, as well as the works of him on Bodrum which were specially created for this exhibition. The opening exhibition took place on July 17 at Mine Art Gallery in Palmarina branch. The exhibition held with the participation of Devrim Erbil attracted a great interest until August 14, the final day.
SERKAN BAYER – HAKAN BAYER “Diptik” Çoğunlukla minimalist bir yaklaşımla eserlerini üreten kardeş sanatçı, Serkan ve Hakan Bayer 13 Ocak tarihinde Bodrumlu sanatseverlerle buluştu. “Diptik” başlıklı sergi, soyuttan somuta bir geçiş süreci içerisinde var olan dünyayı, manipüle edilmiş yeni maddeler ve biçimler arasında, elektriksel ya da manyetik alandaki çekim kuvvetlerini göstermekte kullanılan ikona çizgileriyle yansıtıldığı bir seçkiden oluşturuldu. İzleyiciye farklı bir deneyim sunan sergi, 15 Şubat tarihine kadar Mine Sanat Palmarina Galerisi’nde devam etti.
DENIZ SAGDIC “SOUL” Deniz Sağdıç, one of the young representatives of Turkish Art, met with the audience at Mine Art Gallery in Palmarina branch on June 29. The exhibition which is also the first meeting of her with Mine Art, was composed of a selection of artworks that she focused on ‘Soul’ which is the main subject of philosophical questions since ancient times and which also becomes a problematic for the artists in modern times. Until July 13, “Soul” exhibition of the artist attracted considerable attention of art lovers.
POSTHOC II The traditional young artists’ exhibition of Mine Art Gallery, PostHoc, took place as part of 30th Anniversary activities of this year. With the meaning of “after this, the next” in Latin, PostHoc is the name of series of exhibitions with the mission of discovering young and successful artists, the ones that we will hear their names in the future, and with the mission of introducing them with the art world. Curated by Hande Özdilim and Dolunay May, the artists of this year’s exhibition were Ahu Akkan, Ekin Can Bayrakdar, Gülşah Bayraktar, Onur Çetin, Murat Kosif, Ahmet Can Mocan, Cansu Tanpolat, Tuna Üner, Filiz Piyale Yakar, Erkan Yaprakkıran, Serdar Yörük, and Mine Zereyalp. With the participation of 12 young artists from different disciplines, “PostHoc II” exhibition held from June 15 to August 16 at Mine Art Gallery in Nişantaşı attracted a great interest. SABAHAT CIKINTAS “DE-CI-PHER” Curated by Lütfiye Bozdağ, the exhibition named under the title “De-Ci-Pher” which was composed of paintings, videos and installations of Sabahat Çıkıntaş met with the audience at Mine Art Gallery in Nişantaşı. In the artworks of Çıkıntaş which were specially produced for this exhibition, the paint interventions and the square shapes on the images as the frozen proofs of the past moments attracted the attention. “De-Ci-Per” exhibition that the artist also showed a performance ended on January 31. FOUR SIDES Four masters of Contemporary Turkish Art, Yusuf Taktak, Bedri Baykam, Halil Akdeniz, and Bubi met with the art lovers at Mine Art Gallery in Bodrum Yalıkavak Palmarina with the exhibition titled “Four Sides”. The exhibition composed of the selections of each artist’s own style brought the contemporary art to Bodrum in the first days of summer. The exhibition was followed with a great interest until June 19. SERKAN BAYER – HAKAN BAYER “DIPTYCH” Mostly producing their art works with a minimalist approach, the artist brothers Serkan and Hakan Bayer met with art lovers in Bodrum on January 13. The exhibition titled as “Diptych” was a selection reflecting a world on the transition period from abstract to tangible, between the manipulated new matters and forms, with the icon lines which are used to indicate electrical and gravity forces in magnetic field. Offering a unique experience to the audience, the exhibition continued until February 15 at Mine Art Gallery, in Palmarina.