YIL:3 - SAYI:3 - HAZİRAN 2011
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLETİŞİM FAKÜLTESİ HABER AJANSI DERGİSİ
lar parmaklık
ardında
55
yıl’ı z ü Y m e ş e in Muht h i r a T r e l ü Pop
68
84
Anadolu’nun mizah dedesi
Meryem Ana spor s alonu
Gazete Kampus
Erciyes Üniversitesi Süleyman Çetinsaya İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi
7
N YA ŞA
‘ YA IN a SIN DEV ni İ R A AYR İ ev, ardınk yare an M H A üyü İns iD ayr en b yan NY ’S İ D Ü A N E a ismi Hsözün n ‘Yaşa S st ve O’nu EF in u zın C
YFA
ULU ÖN DE Rİ YA ŞATA N HÜ NE RL İ EL LE R
Çevresindeki insanlardan Mustafa Kem dinleyerek tan al Atatürk’ün ıdığı üne kavuşan resimlerini yap Bedribey İçli’ arak nin Atatürk birçok resmi portreleri kuruluşta serg ileniyor.
11
BA RIŞ IN VE HO ŞG ÖR ÜN ÜN
9
TO RA KÇ ILA R HAYATL AR PA HA SIN A I KÖ
MÜ R ÜR ET Ankara Kızılcah İYO R amam’da ma Torakçılar, hiçb ngal kömürü üre ir hayatları pah sosyal güvenceleri olmada ten asın n, çıkarıyorlar köm a da olsa ekmek parası ür ocaklarınd an
G a z s e tea Kampus u p G m 7su z a e t u K e k ş o e K c t 5 i a ğ e i l m n z e pu ş a r G 3rin baha pus m cile n a s e u r n p K m a ü Öğ K e t nedık e t z a ü e G az lüm an 10
in le sa NES ziğ mü rküler onu U ıdı. OL an ş ü k NP Çob tüğü t arenli ine ta MA DU üş Bu y listes d i A s . ldu leri’ poli HR UL RI K A N U T raman le bir ı o Hazine N ILA iy İ İ M ’ T E U ın kahündem rmadığ SAY o KS ın RA N TA E R E K aldırıs ülke grayıp s SO s S İ V aksim eğişen in de a e. YIL T 10 ind k d iler R( Ekim bıça tkil tü iç İYO 31 eskin u. Ye üzün D E ld k K tu yü İT lil Ha a unu ak, bü HD I TE and kinbıç ĞIN Kes ĞLI
İSİ
100
M
O İLY
NU
AB BUL
İLİR
) SA
Erciyes Üniversite si İletişim Fakültesi Haber Ajansı
8
LU TOP
A MS
5 Yıl
Sa
50 yı
Erciyes Ün iversitesi
D E z i Ür aKn 2 D KÖ Y bağlı B U KeEs Si DH Aa sine t R e E ğ ilçe iri ile z GHa anda ri birb erkesin
ULU
Erc Üni iyes İlet versit Fak işim esi Hab ültesi Aja er nsı
Süleyman
Cumhurbaşka POR
1 01
KO RO SU (M ED EN İYE TLE
Çetinsaya
Erc
İletişim F akültesi
BAT
’TA
AĞL
Uygulama
nı Gül Erciyes Ü de
Mo
TRE
- SA Y
iye
s Ü ni
ver
site
R KO RO SU BA RIŞ VE HU ZU R İÇİ N ÜR ETİ YO R) SA YF A 12
ARI
KAD
INLA
R ÇE KİY
OR
(sa
Gazetesi M AY I S 2 0 1 1
nd
al,
gö
Yıl 5
l
S a yyıa4z9ı
niversitesi’nde
lı
ka d ın lar ın b ins i m h r a a ya s n S sakinle aşayan a ’ı l y İ e l u eti R m E Hata ne Köyü öyde y yg ş L U İ i a m C k zen si Fak Göze a ve bu REN lte ült . b : esi I a k ü şkanlığı I ÖĞ üslüm Rum akra ı Dadük Bitli Projesi le Göle rmayı g aya aaçındÖi,nce 9 Nisan Cumartes Uyg O a ANC ÇILD m F d fi iolugünü Kays ula lam edi. Meenvlana’ an olur. rtodoks n Ka leneicigele Abdullah Gül, 3 soya YA B O S U İAl e t i ş i rası Ofis B cı Uyruklu ncilerle Yıllarc m aşka Mekte nad aşlana yüeri’y ıpnsuCum nın a ma dilnı k hurb günAboyu n re re ü la v nca b re 8 şkını a Me m katıl bi’nd Gaz üld a de n son lerde bulundu. İlk önce açeşit malara n ve liüaçılış ku sn e ü g arak jı ın ta B Ü Rn s a y a iz Uluslara n, “Yaban ılarak, öğ incel olarak Mim n k ğ ete M e şa eme ra r. a lı vi nınca rl n’ınyölüm dersle evlana’ üzü ünün nümü dolayısıyla tüSina ı, ba ürü- tüyo si ç 15 b bar la akan 423. d m a ir ti , B a ın e Ya ru yı ri düze ri e yıl m te it y ın a n nlenAmen progarama man MA alan N leri dö-köylüle Dağı kayak merk 10 İskâdı.vArdın h lk vekatıl çakıldan A A n Ç Ünivers n oluştu ” hizme i. D İş D RT i YF e ya e u Ş a SA d ezind S I çi lg lerde Erciy e old es SI ) vre L k evlet C 5 e incelböeme da ürosu nlend ırlık bulu 011 çeİA tenan ym A 4 son gününde Erciy n u d j, ıl TU2 ZK . e Ç fı D FA ın y Gül, ı l i ra y L e ÖY ARTAN KA es ÜniversitBaesi’n TB ba etini Z, YEDE i S ü işin yen ziyar tara ciler B ği düz beşi. ÇO İ a y YÜ s tesi FU deyd ’da n hayır ja ım S e K 9 Erciy M seve ık p ra e y es rler n İ a Üniv s ri e i i tarafından kaza ba dır y rilık R VAKALARIYLAY ı l NSER emçıoHaersit Ö L s i t e si’nde be esi’ne 4n Gül,BÜ ğre a yem E ndırıilan EN T irbirim Ö Erc ivers ıl L l yapa it çeşit A y İN İ ğ li ı i. b ŞAŞIR Y ik 5 TIYO ü seezdirdlerinluaçılış İ N n i v e rFakülte dya Rİ H İN Y dı. Üniv Nano Teknoloji Merkezini ışm Ü n t i ş i m s iE N C Meını n Ç TA türlü lnkatma Say İ R n k b teme s ir ta e e R O e o le B “Mda ersitenin imarına t Nevşehir’in Gülş kuluine katıl- k İl kÖ A R e s Üetişim t ve Me ncileri d ü lĞ Ü RK SP katkıda buluca ehir İlçesine bağl ı 010 ustasevetören nınhayır ta Kültür Sitesi’nde nan F a b e r DINL köy, 1970’den bu ıT PA ZA R’ (T farlere i y e’si İl K 2 düzenlenen tören Ö LI iye iz öğre fı Sabara I s c AN yana ncı ı n A Ç ‘K Er kans r z L s Ha K in ık d it er vakalarıyla d le ci e mad nuşa C E ers an n l Gütaktı alya n Gül; “Kayseri’n kat çekiyor. Yapıl yapıla yes Ün . Törenrık RA ç iv lumsal kültem de in üniversite şehri Aja ıo n an koA n araşt iv ü G n ğ ırma Ü er laraS göre, e ve sanayisini de lu eolma çalışta sitesi yapılarda kullanılan len sı, bura”nınveticar Prof. niz a fa Top . güçlü hale getir POR Sa D taşlardaki “erio sel Eüniv “Kaetini ecek yser Akde lenen “ lamasın ulundu sadece Kayseri ve Yaştir.a Buraekdaki Must r. Fahrett ya; Erciye bancı K nit ma desi”, “mezotoly esi t l ir i’ ersit Türki n b af ü ama S eler, u d ye’ye e ta b in e s ” lt E a diye a değil, bütün insan e ür adlandırı N GlanE akc Kel natl Çık Ü cektir. Erciyes Üniv Mem az düz esi” uyg katkıda ğer zarı kanserine çalı n Ulığa ğun hizm arım LL ersit duh rıkçıoğ eştemu niversite Sitesi’n neden oluyo lar”et edea G tayndünivsta ı yo 4-22 Gr.ÖTuzk bütün illerine örne esi, Türkiye’nin şbütü kanser teşhisiyle kneonveu ızı Birliği Baş Büyükkılıç,lu, Melikgazr, hayırseve si Rektörüde sitem Atöly alarıyla Z LÜöy’ d ü ersiteleri k olan bir üniversit lam yılın iler 1 har ölen öğre m kanı K Le lu değil, değerli iş edir. Sadezceendevle lendt eliyle kanseri. 1 milyonda lerin yüzde 70’i akciğ ar iz Rek n ygu OR Esnaf i Bel r iş ad etim enc ba adam çalış 1–2 görüKalen tayıUn cilerin ya LıIMYustafrinadAe la ve Sanat ediye Başkaamı minasındaki b törlüğü, h öğr an öğr lenen i U üniversitenin yüce larımız, aileler, hayırseverlerimiz i. ys akciğ R s kans er e I n eri aç N Tuzk ri e ka ağ ay im eliyle, bu öy’de dünya değe lmesi örnek olmu n n ılı Ğ k Görmzar n öğrinde ştur.” dedi. Haberi ült re n 1000 ALleOk Yü SI aAş ykoın e4yrkü8assıreerakkleleebriironçor-lakrı , öğretim rlar Odalar nı verlernettarlığım ların kopar ırseverlerle eğit bıra tiküze e daha fazla. Hab es 2’de eri 6’da çevr ncileri k katE ız H SY ı yal Up5tıLİ. AksRekokuilperiluısnı,uinşm ı b ılm ü Fak 011 geride sında d dEi.rnc ii vy e r s iutrueşus vi e İsşenlik nınd ti ğduav N 2 0 1 1 NİKÂ EVLOECR ağlam adına gü ı göstereb aması üniversite elerin ar göz Prolef.eyicya nMbüadnzede ıginMeinustçoafr inetli katı yeleri ve 0-2 l Ü d şim ldı. Ç esi NİSA izil Dr.ırKkeberi leürü R iça Çık t ic Pdınla da, M nler d d ilmem ve onla miz k e a i y z n a 201 mayla leri ara a eğlen İ l entüi saş yi gmı gelenekseya Yöresi r T A a lik G za t rı il k a ze A al rı ah le ro nıyor. e olup b MTİY traota, beark tat nbıri aberaştirirra. kİzmleanr,, kbaazılaf. Dsor.şü-Nyor. kçıoğlu ış- ve rinin ilk ustafa üzenlem iz için ra olan edinild le ü ş N Uygulam I i s e t Ğ l si a Ç ü n ri M o ıü iğ ek af e e çalı ıs tarih oyasıy martesiFgaazıkrlüanl atneşlsadi ı. Trak esi Mehteardey a İ ir in I ko ık e k n hay iy a gra ig rıkç te nduöşm arayiza Kah esYaşata i “Kay ap yatr beğna ze d h letişim F Cu diy rba ksle se da y ı ları ve fik tasarı eçen yıl d ıoğlu Ö dir. Biz d ırseEK S kim olaT ökerürlinbm la yüvzletıeğırkdtieBE ında:a7n. raman dtuuasytmA t voestlu SA May ğinde düze n Ustalar ri’de G tinsaya İ ayıs rdındanH aesibylee ir Bele e tŞiennli nulze m ataç YF rd “Üin anıtın ımcıs ERalaKra Vaelimnı izde hâ ve gaükçlidüeyüşegkpbı irdeağcısüişyzmbişlıırka,kHA ı. el su n a yman Çe ım kutlam öğrenci program üzenlemiş l Günü e bu m n s ıh li şidbir d R14 M iverihatiyyak il to lanlulam ’dekİĞİ türk tör Yard ersibaşta lenmesin ız Çalış eneksel et le lk şen ar şenliği nmasının ram edilAri jBaüyükşearennk kÇattgösterilere grubun e Ü n i v e r s i t e s i S ü l e buü ya n ök ailzmeyenvleorisun’neu anAN a o p yseriaZA k i Ata ta iv d temas ıştık. B rinin dü larının ö tik. El san kinEl tlam Ümuta macı a l- da ğ nde MO le ve Rektörüm e verdiğ yı” oluşt Zanaa lışa adığı ınEınrvc i yiçeinds atları iyeatr oİSK ndek rsitesi Re ı sıra ün retim daki ku na Üs Ko üiyne, kBoaş-ru ı müzde b zaiçmi aanlamşm ını ka u sen zenlem ğretim Bah ın oku cılara ik Kaysel er yaçım ek bınamt aTBİR stzeluri onubnirKhasal lonukn or. ü i ü s n rl i rd tl n u tç s r r d ü ö e e n ü zı iğ ğ a e ı’n ek ğ ü a d A z yb EN n a e v e z n e el e n iş tr âKM kleYF UR ha eman iy olmay i kutl sebeb i fikirler Fahrett her türlü rdu. Çalış arını hınılacçalışıy arş oldu lışl si S üserl it san tılım ra, g nesu ğün es Üniv ’nün ya lların ö Stad5y’dume ştırma hir Büestle rintiinr. Gyaün li da ail türk gibseirisıSa uerk tilayaşılırSÖ ü ik so deste ğ TA n rı am rl tayı Erc ivers ğ iy n a in lal M ının ka gösteeris iini kon plarının k ünlü yanı sı eşitli açı r Yılu le a .0 la la a a sa ı le sı u y yüz tu sergiy a pro K ü el za çalışta , eşi rleiş laroVlma e ok irreildni. 09 HavaiyUes üyükşe üdüm v deydeğişik yerlerinden dınlaKauy dşaunrulamr b kudruahcua uklasorınnranlatmaerinun Rektö ğe Erciy Hülag193.’ naatl eleştem kten ötü n k a le a ta ı g Fa k sü pila oyunlar rıs ierdt iği m renci gru a, pek ço rlerinin sterdi. Ç anı Tan enliÜn tişim i r ra n se B yı yapıl n şt m . a m zi u lı l k y rl a rc an ur ve nla n olu ad ta c arına b rü mesle mımız let K E melera Gör. tannSök iral,lürası ekı.leTöilicÜniv im, yurdnorma getirilen insanların ak YF rlamen i,d1a2nersit ık uA. Ş 3nlik Kutlka s Komrusonauş- ceden ça zatrmoannu i vTayf -i, daireKuru y tkinli . MetinTopla ur e yü Erciy eştzo öz rçld şt el la g ın ntısı tı e Hailkv eı’nın v atör öğ samınd m konse k ilgi göRkla-r BSA e v kl e Za İle ültes ld e u ö eş ı. el a l d er g o ru st B D ö u n e h k la es vizyo lik ın te n iy B Ögeliş k katıld na Ü nlanum n ayama in ko erdiğ lmas n ri oylerin, trolünd la mur revlis ide Şa lüt rdersit li zikevBasesahip ült ncı reponr ci MeveÜniv yü BE yna a ortak nciler şe tball r. -n tirme a daT serüsıcıvraeilendinayine nu Dr. M fakSaba ın iö diyeştuuzu ü. kondurumu e bur ın Fak ber lerkbera s Ü Takımn boyu amşenliği kapleşen akşaciler büHA h üt Özh irdniğdaişliğin h i v gaenesiralMAesi ekletberiz dea A ruBeleemik n ii Ka mla ol açs k ama münde: u neletıd.ikEdev in n kveöğSKültü Hab ve perso in olmak da emek anımefen nem k sığmuş bir iskân köy Prof. e bağlı Üniv u. esiyele -rur şuSitesği’nde ir lmrıuselayüks öğre od iye e egerçe ştırm hAkad le ü n elerlu eolg gü ahar erçek öğren i ve Tab coşkusu rleıl ikersit rkeoluş hme slkleşt Ha nsı eanvdai.taTopla l, paö eri 3 a ayeltm hart 1yerl 2’de eşti birçlço Erciy e es Üniversitesi a ısllınard ile brilm iz B ilgilidsaadaha ı tldaun rası Tuakaünltlı M(ÜAK B ilgiy le eareUlantıya, kşe ndaoşladım g lere n .vitey kuelera Erc erj leri6 ’te nelimize üzere tü sarf eden diye,ÇA tem leriaveGen sa İletişim Fakü du. , futb rı da reşi, ’da ıbdeğer-in ilk ri 8’d ıyla rleyg türkar FKuru un sase)yıdBaşkgö. Hnadv Büyü lere a aberikalıc e Aja er-adı. okuatacağız. k ti LIŞ n En 9 ci te bask
G
ma
si S üle
YAM AN DE DE Çıkrı kçıo ğlu Ö zel G ünü us
Cumhurbaşkan ı Abdullah JGül A I ,OErc iyes Üniversitesi’nde hay Y R ydoğu BARverLler eafın ıl ET ırse K İ tar yaptırılan birimle Gün 19 ydan GÖLrinEYaçıl İ BEışın ına meDt ya ndıeyap E si L ım ara hayırsever ü p çe m kk, a il KAlereİRma İLM da y , 12 hü ırtaakntı. andi Ke dalorşyain ver ındi. jı çe ıy BİT s’in N kapsam t Bara eride bm larakınca M oğlu,
rn
FA 1 0
ym
an
Çet
talar
ı bir
a
raya geti 193. ÜenSivpoerr sidte ı rdi n lerarası Kurul v a l k to t i 4. Ö ğrenci B e çlplaanktıusı ERÜ’de yap n e lg l ıldı G y ödülleri, sahip esel Film ay ı s ı c o ş k u lerini buldu M İ 9 Rram F1E AN MAHKUM A Z E LAR L y A HAYAT KIARGUMUTLA BAKIY Ba OR ÇANAKK kan AY T IZ YAZA MAT R OV A CENGİ ni Ba çıldı e NILD Z A r i Y ’ ö z I PA R a ke ül Tdık VRU IYO N A YAP yılıniımklerui Ötdla . 0 İ’DE ATI Mer lımıyla 9 n ü SER İHRAC n Y m lü A u K l b ı ZAR BiALI ME hda ınla kalt Marşı’nın ka likARZ LU’NA ÖĞR ENC İLE RİN sTOM RIŞ DUDİOĞ AZİ ML E diGEL İstiİs ik ’ EN BAŞ ARI SI t n z RENCİMİZ BA e ÖĞ ı h İ d İL DA ü R l D ul VE E Ü kab ı H K n NL 2 ız’ı ’1 ZÜ 2 E M 9 ER HÜ Y l Marşım .G Ş
a l ö y ı ü rk ’ ayg
s ü a t d Ata ılın
h verim ’n e dan düzenlenen a ltesi tarafınn la ü aşl k Hepi aca ta atl tesi koronçok nicıni, 12 anımirve al,-Ga- vatadiliyodeki ae bask Öğr. şekkü m öğre knleep iÜniv H dolilu vit lım ak vli nm ziant danize Rifat Yıldırım, hayır 4. Erciyes Üniv in elin rum.ari”ydedi rkiyentı z. Hab topla katı an akti e bulun rak öğre çeşitli e kapm turnuva , bilek g gibi k SAanuersit ğProf. görkre’ü A ştetkirinileli ı’nun, sıra örü Bı’il lianDeıtM.a çe riyeşan Rekt ytiü yaesç Üniviği Ana bir ersitesi Öğrenci mle v nreb. üihErciy ri d n sever işadamı Süle r ediyoru tim göru Belgesel Film Festi üdzea l umhdevle seeki’n ersit dığRekt si z geDr. ını, Tü aYavu BMaeyvlüra, t nenraalnADr. düzenlenenıs Atatügnerççeeşiktllei eyeCoşk yapıl ayseri’ e katıla nlenen sandaly nlenen duvarı aliyetle oğun tinsaya ve birçok renciettin örüöProf. dsianG dı. C102 yman Çe-m.” d rüyo vali (EFF4) ödül n volülut Bi-t,Tü62rk vakıf drlae ştem edild şlanesi K a ersitKaesi t ivÖzh yseri lu öğFahr dave seri il genelinde leri, edi. eüniv Sabancı Kültür a ndeMkam e au, rafıyen Kele ğbgu6eluKKTC ’da gesi’n al, vakıf için a şenliğ de düze lurken, e düze rmanm lübü fa yılın y May nlene rinyivetersMitrektö dmı.ir78 ş tacı ur,yaErciy ba es Üniv ı. tkinliliskokugele dolayısıyla Kay hakim olan duygu19dolu Sitesi’nde düzenlen 7 Nisan’da meyi geçen 13 film tli katıldı. Festivalde ön eleyaersit dTue mesl bnacşlilerü,riali68 ehsmÜnşladersit a ü Çalışan mahkûm cekte r ta ataca şl si n üm n rl b u ze n a in M d n a e o e Ü dön u o tı la ü K e ü le ü şl yıl ı a b ğı ek D y o h K e iy t e n ız d a yüks a r okul lar yasası ile mah en müdriürü, arasından Süleyma se anadım V n otiv n hiplerini buldu. p d n d ite u da le ı d Cum lmüaösığre nliklere ri’nin 96. deği ketöÖz-i Mevl tanınan çalışma kûmlara l Ali eri ler, ouldvauta. nsöyle Yurtiçinden ve yurt törenle sa- birincilik ödülünü searşı eilraeKays n Çetinsaya il gü i.kaErc ailne dbiğeek ktiv samın , Bisikakk ıl m lara di: “Rüzgârın ram k güDeniz Zafe ayM nduğ nerek şunları m ve önemi, etki ve sağlık hizmetler KBüyü törlhmü Valis r ilale ğin usuna m ortif a r kap18 ‘Toruk’ adlı belg Bay renler k konum de la e dışından topkarş estiğbui luyön lam 55 belgesel ni hyes ıl n öğverenpciKays Mar alumerdı yütmaapsıBilici gen irReBele belli değil. Biz Erciatönereleri dı. Günün anla rilerit Çan ıkMe ilsotonpBaşk inden yan k lTümkşeh n rarlanma 2hakk Tö k, eselle Erciyes ncile film yapımı arası Üniversitesi İletiş riri 3i’t Üniversitesi olara in renlik dgelıÖzha coşk çeşitli sp rnuvala si göste n etki ev sa1y0ganı ı si vaeşkan sıeilsidiye dı. a çele ki töreİstitankatıl lerle şehitler anıl ıldı. da Meh lma usta 008’dı,ebirço ndan finale kalan çiş ılseki im Fakültesi öğre gealekmet ’’a 13 belgesel film, aHpabTae Bugü tli öğ -7 i n sade evin k rüzgârın kendisi olmalıyız. e rışa ın a cı o ençn0şan ’an m il konu ’de ntıda k u kilmdiyedı.e BTopla a k ncisi kaz ka m aramkızdkader mahkûmunun, d ı. ceza ıt a n ri e 2 re rı gün Hasa sını Özde d ım n m dah İn Z ri a boyu gibi etti. Tu e Sahn çeşi n ı’n lm mir, a Bas6 a o kez g ce akademik unsu belgesel severlerin rd eplaYavumet ikincilik ödülünü le anı uluşl yKdau.sıTöm rdınedÜAK bir 15 Şuçekelerken ele un i Ceailes ğun katılımı ile izlen ineanve a y arla ArinnlaBaşk BCoşk orunşunla riışvtoM. ayrıülke ydan izon K hçe rların berihafızalara k e ya ları ile da bir ‘Kays yoz n e ir n le a rı o u b v ik ekon d ve sine söyle eri konu 0 a g belg takip Denem kıyasıy anla e günd k k k at la Erme omilk M n yük di: şuldu H H iz di. k eseli 1 d k ın emin rn “Gele Ödül törenine Kays nileri’ ü adam am ’t dan, n ğu bir toplantı deği yle Erciyes Üniv anıld olma n r. Ai yteme Ga ank sınma likleceğe ükşe lenve anak vetarafınıtm Mevlüt Bilici, Erciy rkdaİl ışıka tm tutm yön m ov Çağ rt ersitesi İletişim eri Valisi öğre bedaşndığ ı. Anm a yapılakend l, üniversitemizi ve ETAK itelerle unuttula lici, ri Büy u kurum raınfıançedle kun’ümaAn etkinAtatü para er es Üniversitrmesier Rekt K ı n et atğiyle Fakültesi ncisi Sevim Çüm geçinmesi aları yerek, iş ri bir o ve tecrü koFahyla ta, Sakaza v ıt a tö ni sağlı o rk nen esi Stadı’nlisi Oku zgün ğrencail toplantısı da olacaenle rettin e zdo- örü Prof. Dr. Fahrettin Keleştem en, üçüncülük ödül bancı ırgız Edeb ıntü le nlik5275 urm akti osunu dedia-. Haberi 2’de Kayse ki, kam türk atan rş“A v nine kiyor. ı’nta Dü ve ö etinin geleceğe güv ktır.”bak ve nle rsit hir te, K sayıl çuk Üniversitesi e, m Gaze Ö n ni k zenle ecek bilgi aları ur, Kays K Tedbreirleri ünü Selp ve öGüve Kültü i Erciyeİnfaz ırgız ı Ceza mill İletişim Fakültesi ase eri Ata klal Misae e dsüÜzenivHeas Şem Göre Recep naca ğren nlikeleş san tecile sind eri şleri leri dü kurabil mızın bulm damları vata e tem ’nin te ti Türk ri h ve Başk r ii i d Cem ğı, İh çe m anı ktiğ d iyele e ı s Veli il Hakk g ti li öğre rı ci d tl ’ e adir ğre ş- esi gere Altın n ,ATalas raç eAlınbulak ‘Bir avlu ti elenkiek r Site ncisi Canan oKanu r, Tala Üniver ında kunmn’un le32. ken er gün mas amla erin iş ve işa z yüze Dnır. gala leenm r katımadudesin yası revli için kendisindeegüv dün ihBelediye cılar rakaya rn örgü şu ve İs KayseErirciynu ö Ö K ün m ç. şa bir a m s r si ürk’ d g e y çl kent anla te i o k ü as göre Başk B ld H ü te ve a Atat ’ n adlı ri a y is , e za D anı e el ğ ı. İsti belgesel filmiyle - anlatılır. si R lar lerine il m e tınürett ediyemahkum aldı. Haberi 3’te ka irebir k, iş k, ge rtırm ir ve mız il İKO u. n ruhu mo eoldu uru ulddini ğutim bilmesi ın aniklerı iileüzeri rd. ş oldu b yanğu klalş M ri’nin iyle u ’ya m elerin ini ve i n etkBölü i vbir Başka ektörü P MED k b ’ünkıymetli i a bireb aları ne- şim Marşı’nınd hern ben e Ymar rere alıp, öğre ara ri b latıld aşlanden yan tömaa şeyd Keldan arşısosya - şı’nın işaret ettiğ Kayse r üretim Avrupa şitli ülk üretim i de ro ve e Marşı, amill yarar türken müriyle nıarirMar Has t verece i- le ya geti ararlan zeylerin izdişini zde dİstiklelal e n 90. so : “İsti ele biridir. nın her eştem klal ığı biliyo lana şm yılıel geli pçı lerin ve Kırl hakl re şt si R ta n lı t n ifat Yı f. ladı r. a r A n si Hab u den çe K n e si dır: edil za y açık ça ci ra d ü p eri n e itiba e ul m ü rd e e, 10’d a deMar ev is vencile şöyl rn te n şiliğin ur, Ce in n inçnd kabrkezi ’d ın eza nı e kişGün el esern da eesas Ce a gız e ya koymakta ahm hizm Koo orta gün çıpla odeklığ n a bşı’nı re il ıyla taş m Türkiye vrupa’n ğan, m rnet si ürü ola zmaEdilediği - ar Türk ikşiirinin mükemm verile kelimenin muasınşu sözü in bir ngiz A izyon göst ngiz Ayt Milli Mar ldırım me yer uul si M nda ı. Proje lerinin İstik lerilal e v ği tüm müzd e tır. İnkılâbımızın e öğfe-arasınkad te müd , y r v rsitkon ir. Bu uşmarzam’nın em Tom dünya ytmat mat ’ün m günümız er ak,şı’nıknariKab şı’n Mar indekli rsite inası je rsi- iyle,nu“İsti gerç sundklaltırm 1.edSıkari nivulu ğan ccar. A en Özdo n ilk in onnBölü anla e ı şm iz el mü n, ‘Korkma’ denkatıldekı. yüre tüş, rkbizim i im lâbıOku ,klikooln denive erkez b ez açıld mir pro niveden İlkögğret miras ov’un ildi. Etkin ov’un h ın ve abeGün taYıl rlik, ü”cakon tü ç ed ma velataTelevizy nila- d lık bir ü eflerim ibinkı öne “Bui. 50. Marşa başlarke asla unutdma “Amar s Ü e ge geökrebbakalp tanışErso e ayay’u ernlelu e ü es Ü topedeb , denton ilkRad ma dem Kapçı çalış şim Anm likte ı oldu bad i İstEikla h v u n Ünin rı ıl Sine etin d il ın li e min kriz Kork d i es yo saha ğ a y zd d ra y ir. mill re Akif ç o e il ğ n Merkön e Erciy i a ları etid u ib ı Ö takı ekse iz Türk rciye sisleri m amyıld g sl e met k 0 ih le i İledem rı , ıldı.k, h Yarış ko Mim mal ğunu ve yete d ldanla inMeh n üm iy lal Ben ekyap el ürdöSite amnerdiğişeterd9en rın ioğlsa Fakültem zar aşlaDud nü si’nd bı Türk mill tır.tırli tişim u h(19)ınudgeçi söy ruhudenuove r. spor ektir,çasev t ve istikmı, baladem ek rdır. hd . li İhsa nun Erc projen gisini ancı ettiğıniıTürk söyled entelekt nuşan pma lamamü mek kişis Kült Hürriye eler L teninİsti90 e fından hata leke i olm - niye şm irmanınu yaan:k“B en Barı ’ttara assev edi ol dem ada YAlişi tirmralazem lmışleiğim em derelacesiy çlere nlıEde ı.0B0şıu’l mem naa emıs ü ğı yabiyarıtısağBölü de u, mecilaegenşıelldığitiba ı’nda şı’nd i. Ha ri 10’uMarşı’ i ve nınğu bilransikleSab Dr. A elal birgbaşa nıf öğrencilerind çalı rdetti. SOS Kayseri oç.“İs mektir, yüregkliöste r. İstik eri 3 . F suzdnioğl oğ u’nu 3’te n elde genDilimve asın knald12 beto n şıı isted ri 8’uğ eriimza beri el kiöykü o dö mam d itesi- Türk süne i. Hab as.Ö üzd edildiğin ro oldu istevers Ö mır.irM faklış anlar ek aiçin Hab Özkan, Doç. ı kayb yle ış a imkânla. Dr. mize ’ddur. u udosakunDud ektird lal Mar . D , B, ytik ”rıded rı her Fakürlltesili’nde 2’de attı. lış abu mill ği Hpaara olan eni ned ır İleti Yrd dan nliğ sonucu hayatın krihliiönce i.şim dır.” Nevzat ak zunu iş ülkeetin ruhu vazgeçmeİsdem i üiyet av b la e yanaşkı 3 e dİm ta b in iğ nsen ve ın A ğinaGü hip ü ar-staje; Prof çaBAH rındadnınaam stüinin eldeümltetm hürr a etki e enle tadenA İh ıabb,aaanıs akta Mümtaz Sarıçiçek ve m atörü Edi 640 k ulaşm e mdüz eesam dalsisagün 2i2.alıGp aberi v BAY lme r.” tdaeCum izrkinlın AR fi arte millnetin deri olsu lmDoç rine rez, in raynen 90’ınldi u ö v in gön Türk Dr. a n v o a l . ıy e in b olur l’ ’n G b e it tine Mar a b riyle ra H ne R RAM m m y ta p en d 20 iz a ri ir a , Kan bu e d nın u rs 1 a yse ndi.ri yDud aveioğltlişeimr, a ci olar featükrağı rdınağı, Türkılıbay fa üakp göreilvk 11 oy’ yüzd tarafın inErs kuuraAnma r şeiz aldr.ığ’’dı edi.çI İlNEV ram u’nkale i ödü şadreı, COŞ eği- Durbilm da y r etişimRUZ nive eleriDr.b Bay na,nKadüz e rg ri katıldı. Kon a enle ğ zi e ıe rı k h ncile aşac Ü d e u y çm n “Ü eli li y if öğre ında tü KUY M la im a il ı . e töre rl 1 s, lu eng e ti rk si Ak e maç .n 8 öd mLA e ralad işletm işimci laİlkö e ci lal r, g sahaarato mind n top an la ve 20 k rimyaptığılehalı rc rın ğretim Oku edkikKUT tesi et ı. l tören Batı’nın reetirm ti v ş’ınile Mehm üllDI ler Ya bütç mir m de sıfer ka LAN D I İstik bilgi Kanyinse7ri’2 ,a2n9ılAdra Durbilmez, ese ana rı aşla seke şkenBarı elem Talakad anans ak, gir Boymdak lle r, Pers birçoürıyla ezun inBah İmp direğind kon lam i. Özdeulu i g korunu tleri üzeri e, İstanbu rışmasK ı’n döneen nin bayığı n naelin ları ş Doç. Dr. Bayram YA P I L aray kil in inarın lıek m le koruduğ retim man içninele öd ititş’ın lanmBarı anlıu kalerluğu etki ana letö kıra renzlelemdlee de .0 Günüv”erdkon şu şe man yapm gençransta söz alan İ müj H ., Barı e çekm l’daki ö dzaafakü iyo r sü öğ tim elemeekrsoaldı ama isine lge yere n delenyen co5’d ’ta deilmçeşide geli kaz inzetnik coşkşini Osmtı. Çarp to ın n bösiyle doku fleri rle, ele ştirme yerek dül es ri, hHas RES tane e nltrüe-tücü en öğre idari pitibarengöğ ulu fakültem Nev işruz ede di. İşletlitmetki para man rih n e eşle ti. Ya, Erciy la Tıp Fakü nem elatedü di.ve ö kuğtlua0n9 şkulu b tö irÜniv iileltesi r vee çarp nlik bir o kutland solklulasün YAŞ iz, bı.u Etki düzenhlen e aesi ONG ilteasi Rde ençl zenle n ta2’de’nin gü rışma dreronjeinydüeersit ve a İm eciliğ lerle cam olaeri ir ersit iresi’n ün öbemdaiycıy t çaeykilgı d in u K , Üniv g m ik ı. şt üzer iç rg nlik es d u ri Sa ek o inde ler b siz g ek ve rleri dü L Erciy le n m an p lç ulanr. sla kap i ve dave izas ’daateş aşarıs ABta R lonnu’natlayan e tö e n eek a ikdkea s da yaşa ele ı yitirndi.ginHab ı Şehri rihinsam um rm 1 0Fa u yold rçfeakında İŞİM mın tı y kküdltesri 5’drüe Prof. Se amb şm e gerçk’üerm Otelc tliler,yoNev ın d s’ ULA GİDEMED a L BİR I BEDİLK ış e a d i g in ze lt r e o ı İ e n geti semine a K Ç ruz n e K n k, y m la sı d ay ei ü anı’ D ap edildi aymsearina ENOK a rin ladı. seri V 29 Ara ilik Yü S’da ofida kuümtlOrm las. n Talas, ağı Yera LB Avanca İ AMA GE gi v öensei’mnin sevk dAathatü le lduranGaz Haecbi. Dekanı r.yFa dikt LER n h A Ta il e et z a i. ad ö re lık al tim ks v e b S d y le d ir d ö d k tt is ş ı. ı ek ’t il iler Ce i Mev a yap ş yıl oku disli Turilın Prof. reme in Kelyerid iye B ola ler Ali ünal unda erirnsinit LOB Doğu LEN7E OTOM eHdab dm a g de ba ASYdA’N E KİL ip U LU t n lu lu zm n lü aş im eş ıla h m er e PT s IN D a e k iv m le d t ME ru ve le 1 h ka r. te e u iy ş e K n y e k sa DEN A AYYA BİYE yen D şi ütl deo2nfe ta m nı M ili3ci2.,kTu ME Güney K “DA kuRKE ün ellfea K ri kon eksnÜ BOL I olonji ’ın ha rans izi ya jansı Bölg eti BaşkayerlHeamzaönemmeur, İleti daha eri 12’d n-M s n am ak eh ’n K Çiftç e Zİ ii ay ö a DOĞ ilik d e si Kyapa , m re çe in a t o b “F v b e le U I iş se Ç n ğu A TÜR KİSitTAN şitli az “ rak hayatını ANnan yürü ız ınN D Kuü s oloji Erilcgiy VelriihAi akeır,nisKin im. Hab i te saya, ptıran h e Müd ıta esi’net Öezh kaza nasde ltriürBSüityü -teşvtöikrenine e Ta nan nad m ın yerler ı dini ve v M me si s i a A enge y n i rs şa ü b ay lt D r t ay lli ö v o ek a la ü e k rü kş L İlhan ın rj rı ak rı ğreti lu insaVarsak, çocu e e te u ggib Ki, aşa ehir ine ırse batıl e Yabancı Uyru bir şa i. Okt na birkaya, masıseyri , ko Üniv öğre rede ler; A kluğunda yapıı çerç Sabanrcı dEre cibye nının d n En a ya Önd k binK U T türün yüzyıllard işlenlan su Ensarie çıkDoğan yola b yolculukt s Üniv Be- H nuşma ya m üyeleri ver işadam ay iyes klu bir r sonr en yanlıinşan Büro ram ni”ncile Ercet ren su tara Medeniy atıla lanındr i’dnıedinle ır Ulu e olduğkontkinlik ektöArlüF TA S I çocu amza övmel ışlaiğne fınd ersi an, “Asy ün , fakü netic asıbed p enink felci zdüze progkezi Şimd aşladığım ur. Biz ile bacadkları i. Tö a e rı Dak, ü ve alt ya bölged aMer na k Töre iruildTürk överüöğrencileHerı Süyılyleüym d es lte- k gerçe e i süs-geçirerek Çakır an İleetkiştim erkayb olara inde n 46 iyseirilen e yöeder e va nı istan” konulu-konilgili a ‘nın beden ızda tişim . Bugü dül Doğ ları sağlıkK ayınstıla tlamkezi an nli pısın İlhan KültürkuMer şt Ö’nde kleşt a ; r şu le Fakü vü yaşın ülke nlenen rsitesiCRI L I K H R re cü rl Çe ka ri ye çı Fa fa k b m ltele İletiş da i n ığ r fera ık ı fa d E olan cu e ir ri ız km e uyu Ç s L lva le zla Sab tıldDekanlartin- ntısı lük ö di b im ü19.’su kült kültes s ları söylginin ns, olu Varsaınk,ı sü e ve rç düzenlendi. dun çocu ay ’D utla Yıld e A e nlen rın A u hast esi en topla ri uran Bilim n’da ge i Dek ı. Tören Topla sbitir eancı rdükluğ b (İLDEdK)ülübu irincieslik, çüncülüdüze nakşe acak biç mlu biriçinştokul ersit geçtiği ren lenanel ası k ner acıla b uI Ş AınNı G S İ E R Ü Düz es Üniv E C Z isimerde anıİletiş e ltesiirinevcisi ve alyılıp,Erciy iver şey kodı. İl edi: “BÜniv ödüalıkolarak buntı, 7–8 Nisan ’da ilm n- imde resemem karışı ayögide ört er kHasç u gu esi . ken kend Nisa Prof.imdFakü topla dTunc Haft nı Ta ecz G Ü N Ü l değiş.,Evde başar sahipyaliğin Turizm İşletmeciliğ şim d dTürka esi ile derinma-y m m öğre s Ün ci katıl nuı.şmaya gİletiş b a’Ns imru ta ltesi Ddeka m oYüksikincilik lü alm ÜAZZEE T ığı r. cılık Baka enen erle di kül-i başına okuıda Sa rışmde, i ili de ilik ıştık. ad nen in alt azma Erciy erek rFakü b a takırk ulu, d eran ciye d Çetin katıl evlerinin zamanve Otelc Ecza aklar n etkil İletişi R İ SÜİ M rihin n sekiekok yın laR yapıl oluşt belli anla kurd K 1’de eErCaİld yüzeatölydesinin İlhanrden yok, losuyla nının i üçü s Salonu’nd z öd yeKonf saya’n ımıy e; Er k öğren ışı yapıl n e in Hab a gerçe mlar uğu urmu yineede hurd ektörü dı. ömaümalzbiri. bahçesine mA LFaE ay f abU1jeTnLinAyDrciyLesE R tirildi. la Dak ama n eri n kleşt ü 3’te re te e ll i. H Kay üşümd ın ko r e d r ka k eme ş. aberi ortaŞk G küSltein o si, E I K e ge baesen boy leri birleştimüzüRİMİ baş büyü zanarne kada Tö ir ço in açıl eni o Türkiye LE n ve SartmZİ e si la 12’d üzerinde Değişrerek n r h in uobil, ak, sö r 7leayrı en kobugü marı, ınaAK katkıla dön lduk. e r de et çeşit leşti. ve b isAVA şa haık 4 b vi eMGüz Sitesi’ R eldeCİĞkER planör ve zsüz alotom şullar aletl de yı rı old h B kili o li tarım bir ı.ileHab rcek yenler birimle İ R S imli kitaklaş zırlleanrias ltaüzer te yapt TAHTACILAöğrencilerimedEilmKE iyor.SİY ciler u. Net n Süleym u kşa si lmak ve aneri eri 8’de Tabi OR Cem is B A H olaraa ait y ap aÇşalıGa cnı K“Kü a icedkâşif. an laAgİe tan g layış biç tini M e li e r s it e ki bu de bir NIN İZNİYL izmişdir.”birdedbilg eri ka imi D Ü L avaşı’n kahyeirreSal vbae SaşabnanGaze yseri Bası iyeti’nce tılımıy S kaLdE eEmĞ İ T ek, ye SA e, ne başar e başarı iv ın d a YA i. D n H lm E n r a S te n Ü a d nme S amış beri teminınınede tüke ş ı, E M İvNerile İ M ri e ale eddülb ipliğin sın çalışa ciler Gü ından P ’ın ka mi. Onlar ne soyu yse e E ir ya akk S ızo rini ormanlardan 3’te nlar
e 2yılı törenl k emi d a k si a
2
3
Ka ları v i a fıkr erleyic d bir S ay
fa 2
’d e
b
fa S ay
4
3 ’t e
zı Ka yser i ı açıld
4
n i RLE na da üehreYdıliyde rtreeledr”eka kİlekitdleür Rİ ı Tğaıtnıldı. aksiült lere plaYönleriy zenlenen A B A Ş L A D akan rı, f er Etkinli le İnsan ile Eğitim I lar B rdımcıla ayırsev kte in Nedir k a g e n ” k Semin sa h rçeği masa n vücudu onulu se erleri “Bü i Kay tör ya olan m ya ya n tü e Tab , rek katkısı tırıld un işleyiş inerle ba n a erji v anca ı. şl i
Çan kkale i ev sah a Çan ersites Üniv
rsite
nları
Ü’de Toplandı
I ALT YER ILDI Ç DAĞ ALİ RETE A ZİYA
’de d
e ku
IŞ IK
2
5 4
rımı
tlad
VF İK
Fen
: TE
Ba1ş1a
ık OLÜ
MB
I
ĞR AF
y . 2 7
FO TO
ER
KEN
EVL
İLİK
E LAR v rdır geçimle I INkSalanlaürel Onlar, yüz yılla Akdeniz bölgelerininLorm IĞanlı KAr,B anla kültin toplum ve NanLIsağlayan tahtacılar. Ege AtahtKanlıacıla and Y A ka- zam geçiminiİorm , bir A K işim ve Osm . yan ndır yaşa L er soyuMnda rında şlar,n sar. Değ sterirken im Eçeril BAan olardeakbageçe Ağa BOŞ D dan ö p ların a g Değiş Oğuz boy A ŞAı Tahtacıy ük lık nce ek, üdoğ üşüsevm ARaatm n ayısı farklı sorgular. er döne A R A N A N Ç İ yıtlarına 16. yüzyıldaÇCem doğdayı n tüininr uzu im ra n ını F T L E rın en belirgin özeleliği F TA K id ri a iş e g ğ ilinrl r e nces D görmdekeğdüşü İ tahtRacıla S şte b şakla S aşam li alı
ERİHA
Editör
ERİHA
İletişim Fakültesi Adına İmtiyaz Sahibi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır Genel Yayın Yönetmeni Yrd. Doç. Dr. Hakan Aydın Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Öğr. Gör. Deniz Elif Yavalar Editör Selami Öksüz Editör Yrd. Elif Kütükoğlu Görsel Yönetmen Öğr. Gör. Mustafa Bostancı Sayfa Tasarım Burak Somuncu Kenan Şilen Ender Yazıcı Haber Merkezi Demet Yalçın Elif Kütükoğlu Erman Balak Esra Özdilim Hülya Kulalı İbrahim Arslan L.Ebrar Hiçyılmaz Maşallah Çayır Meryem Akkurt M. Bilge Yılmaz Mine Çalık Özge Yıldız Selami Öksüz Sercan Topçular Adres Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Talas / Kayseri Telefon 0352 4375261 Faks 0352 4375261 Elektronik Posta eriha@erciyes.edu.tr Baskı MGRUP Matbaacılık A.Ş. 0352 321 24 11 www. mgrup.com.tr
Bir yıl aradan sonra... Aradan geçen bir yılın sonunda, ERİHA’nın üçüncü sayısıyla yeniden birlikteyiz. Geride bıraktığımız bu yılda, bir önceki yıldan edindiğimiz tecrübelere yenilerini ekleyerek oluşturduk yeni sayımızı. Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı ikinci yaşına basmanın heyecanını ve sorumluluğunu, bir yıl boyunca ortaya koyduğu performans ve üretimle göstermeye çalıştı. O heyecanlı yürüyüşün ürünlerinden biri de şu an elinizde olan, habercilik anlayışıyla farkını ortaya koyan ERİHA’dır. Üretmenin vermiş olduğu heyecanı ve kararlılığı, kardeş yayınımız ve tüm bu üretimlerin mutfağı, Gazete Kampus’te de yıl boyunca sürdürdük. Bu süreçte aramıza yeni katılan arkadaşlar da bir önceki yıldan beraber olduğumuz tecrübeli arkadaşlarımızla daha iyi üretimlere imza atabilmek için ter döktü. Üretmekten çok, üretim sürecinde elde ettiğimiz kazanımlara odaklanmayı bu yıl da sürdürdük. Ekip olarak, asıl olan şeyin üretmek ve üretimi istikrara dökmek olduğunu, aramıza yeni katılan arkadaşlara da aşılamaya, bu anlayışın en kıymetli mirasımız olduğunu öğretmeye çalıştık. Oluşturduğumuz ekip ruhunun üretime yansıması, gazetemiz ve dergimizin bir sonraki yılda da aynı öğretiyle, ama kendini geliştirerek yoluna devam edeceğine olan inancımızı pekiştirdi. Üretmenin ve ekip olmanın heyecanıyla geride bıraktığımız yılın sonunda, çalışmalarıyla ve duruşlarıyla bizden katkılarını esirgemeyen, mezun ettiğimiz arkadaşlarımıza da veda etmenin hüznünü yaşıyoruz. Bir önceki yıl mezun olanlardan bayrağı devralan arkadaşlar, kendi
tecrübeleriyle bilsinler ki geride kalanlar bayrağı yere düşürmeden, yeni hedeflere doğru, onların heyecanından daha büyük bir heyecanla koşacaklar. Kayıp giden bir yıldız onuruyla aramızdan ayrılan arkadaşlara, yapacakları yeni başlangıçlarda başarılar diliyoruz. ERİHA’nın üçüncü sayısını, muhabirlerimizin yurdun dört köşesinden özenle seçtiği konularla oluşturduk. Antalya’dan Bitlis’e, Trabzon’dan Yozgat’a, Konya’dan Kayseri’ye, Bursa’dan İzmir’e uzanan geniş bir hat üzerinde kalemini tarama ucu gibi kullandı muhabirlerimiz. ERİHA’da yer alan her haberin bölgesel bir konusu olsa da bütün haberler özünde yurt insanının sorunlarını dile getirmeyi hedeflemiştir. Bu uğurda elinden gelenden fazlasını yapan, adeta yüreğini ortaya koyan muhabirlerimize, ne kadar teşekkür etsek azdır. İçeriğiyle olduğu kadar görsel güzelliğiyle de kendi çizgisini oluşturan ERİHA ve Gazete Kampus, bu ürünlerin göze hitap eden fiziksel düzenini oluşturan Tasarım Ofisi’ne çok şey borçlu. Gazete ve dergideki haberlere tasarımlarıyla vücut veren ofis çalışanlarına, gösterdikleri titizlik ve duyarlılık için teşekkür ediyorum. Ayrıca, Genel Yayın Yönetmenimiz Yrd. Doç. Dr. Hakan Aydın’a, dekanımız Prof. Dr. Hamza Çakır’a ve fakültemize adını veren, attığımız her adımda desteğini bizden esirgemeyen Sayın Süleyman Çetinsaya’ya da Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi olarak teşekkürü borç biliriz. Üretime verdiğimiz değerin en güzel örneklerinden biri olan ERİHA’nın, üçüncü sayısı sizlerle.
Selami Öksüz
Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı tarafından hazırlanmıştır. HAZİRAN 2011 1
ERİHA
İçindekiler
4-8
Mavi Bayraklı Beldenin Karabahtı
13-15
Yabancılar Kalkan’da 7 Yılda 1500 Mülk Satın Aldı
16-19
Cezaevinde Anne Olmak
24-27
Sırcan Ailesi 88 Yıldır Denklanşöre Basıyor
28-29
30 Yılda Bir Defa Görüşülen Dava Zaman Aşımına Uğradı
30-34
Türkiye Sezar yende Rekora Koşuyor
35-37
Bu Kahveye Erkeklerin Girmesi Yasak
20
43
38
K apatılan Tren Hattının Değeri 58 Yıl Sonra Anlaşıldı
2 HAZİRAN 2011
80
İkizler Şampiyonluğa Doymuyor
84
Mer yem Ana Spor Salonu
88
Görme Engellilerden Renkli Dokunuşlar
66
74
İçindekiler
Öğretmen Dayağı Mağduru Sinan’ın Okuma Aşkı
48-51
İhtiyar Delikanlıların Folklor Meşalesi
52-56
Popüler Tarih Bağlamında Muhteşem Yüz yıl
57-59
Otizmin Farkındayım Otistiklerin Yanındayım
60-62
Takas, Ahlat’da Paraya Göz Aç tırmıyor
63-65
Anadolu’nun Mizah Dedesi Hikmet Aksoy
70-73
ERİHA
09 92
Yakılan Köy Cevizdalı ’nda Solan İnsanlık Çiçeği
HAZİRAN 2011 3
ER襤HA
Haber
覺 l k a
r y a b i v a n i M den t覺 l h e b a ba r a k
4 HAZ襤RAN 2011
HANİFE YILDIZ
Trabzon’un S ürmene ilçesine bağlı Çamburnu beldesi, masmavi denizi, yeşilin bin bir renginin hâkim olduğu doğal bitki ör tüsüyle, K aradeniz sahilinde Uluslararası Çevre Örgütü’nün verdiği Mavi Bayrağın dalgalandığı tek yer. S arıç am Ormanı ’nın denize sıfır büyüdüğü ender yerlerden biri olan Çamburnu, son yıllarda doğal güzellikleriyle değil, deniz seviyesinden yaklaşık 300 metre yuk arıya, S arıç am Ormanı ’nın göbeğine kurulan çöplükle anılıyor. 28 belediyenin çöpünün gelişi güzel döküldüğü 12 bin m 2 ’lik alana kurulan çöplük, mavi bayraklı beldenin üzerine k ara bir leke ç aldı. Çöplük, Çamburnu sahilinde dalgalanan Mavi Bayrağı da gönderden indirdi.
HAZİRAN 2011 5
T
rabzon’un Sürmene ilçesine bağlı Çamburnu beldesi Kutlular Mahallesi’nde, 19851994 yılları arasında Karadeniz Maden İşletmeciliği tarafından bakır ve pirit madenleri çıkarılır. Kutlular Mahallesi’nin yerleşime açık bir alanında çıkarılacak olan madenlere ulaşmak için bazı özel araziler istimlâk edilir. 9-10 yıl maden çıkarılan alanda büyük bir çukur oluşur. Mahalle sakinleri yıllarca bakır madeninin çevreye verdiği zararla mücadele etmek zorunda kalır. Sarı bir renkte akan dereler, yatağını pas rengine boyar. Derelerde doğal hayat kalmaz, yıllar yılı fabrikalardan direkt dereye boşaltılan kirli sular, denizi de kirletir. Bugün bile
Halk çöplüğün kuruluşunu önleyemedi Belde halkı maden ocağına bir çöp depolama tesisi kurulacağını öğrendiğinde, belediye yetkilileriyle birlikte, tesisin yıllarca maden fabrikalarının kirlettiği beldeye kurulmaması için kanuni mücadeleye başlar. Uzun süren bir hukuki mücadele başlar, ama bu mücadelede belde sakinleri yargının eşitlik ilkesinin kendileri için geçerli olmadığını görürler. 20052006 yılları arasında, kurulan çöp birliği yetkilileri, maden çukuruna kuracakları katı atık depolama tesisini kurmak için ön çalışmalara başlar. Öncelikle çöpün depolanacağı eski maden çukuru 12 bin m2’lik, yaklaşık 1,5 milyon m3 kapasiteli ve 7 yıl
ve belde sakinlerini karşı karşıya getirir. Trabzon ve Rize’den Çamburnu’na çöpleri taşıyacak olan büyük kamyonların çöplüğe ulaşma yöntemi tartışmaları alevlendirir. Şirket, öncelikle Kutlular Mahallesi’nin içinden geçip çöplüğe ulaşan yolda genişleme yaparak bu yolu kullanmak ister şirket. Çöplüğe karşı olan mahalle sakinleri, arazilerinin en küçük bir parçasına dahi dokunmalarına müsaade etmeyeceklerini kesin bir dille ifade edince, şirket kendi yolunu kendi yapar. Çamburnu’nda denize sıfır büyüyen Sarıçam Ormanı içinden çöplüğe yol getirilmesi kararlaştırılır. Ormanlarının katledilmesini istemeyen halk, makinelerin önüne etten duvar örer, ama hazine arazisi
beldede bulunan iki dere pas renginde akıyor. Patlatılan dinamitler yıllarca istimlâk alanının dışında kalan yakın çevredeki evlere çeşitli şekillerde zarar verir. Bir gün madenin kapatıldığı bildirildiğinde rahat bir soluk alır belde halkı, ama henüz çileleri dolmuş değildir belde sakinlerinin. Kentleşmenin getirdiği büyük sorunlardan biri olan çöplerin yok edilmesi Çamburnu Kutlular Mahallesi sakinlerini yeniden tedirgin eder. Bu defa ki sorun daha ürkütücü ve pistir. Trabzon ve Rize’nin çöp sorununu çözmek için oluşturulan Trabzon ve Rize Katı Atık Birliği (TRAB-Rİ-KAP), Kutlular Mahallesi’ndeki eski maden ocağına çöp dökmek için 1997’de yaptırdığı fizibilite çalışmasıyla ilk adımı atmış olur. Durumu öğrenen belde halkı kendilerinin üretmediği çöpün beldelerine getirilmesine karşı çıkar.
bölgenin çöpünün depolanabileceği bir alan haline getirilir. Kanuna göre, depolama alanının yerleşim alanlarına 1 km2 uzakta olması gerekiyor, ama Çamburnu’nda 1 km2 alan içine 250 konut giriyor. Belediye yetkilileri ve belde halkı, Trabzon Bölge İdare Mahkemesi’nde bu gerekçeyle kararı durdurmak için dava açar, ama mahkemenin kararı çöplüğün kurulması yönünde olur. Kararı temyize götüren bölge halkı, Danıştay’da iptal davası açar. Danıştay’da iptal davası da reddedilince çöplüğün kurulmasının önünde hiçbir engel kalmaz.
olan sarıçam ormanından binlerce ağaç kesilerek, yol çöplüğe ulaştırılır. Mahalle sakinlerinin haklı direnişine, ailesi Çamburnu’ndan olan ünlü yönetmen Fatih Akın da Almanya’dan Yeşiller Partisi Eşbaşkanı ve Almanya Federal Meclisi Türk-Alman Parlamenterler Grubu Başkan Yardımcısı Claudia Roth ile birlikte destek verir. Dönemin Çevre ve Orman Bakanı ile de görüşen Akın, Çamburnu’na kurulacak çöplük için verilen kararın durdurulmasını ister, ama olumlu bir sonuç çıkmaz bu görüşmeden. Bunun üstüne Fatih Akın, Trabzon genelinde gözlemlediği çöp sorununu konu edinen bir belgesel çekmeye başlar.
6 HAZİRAN 2011
Yönetmen Fatih Akın, Çamburnu halkına uluslararası destekle sahip çıktı Çöplüğün bir an önce tamamlanması için hızlandırılan çalışmalar, şirket yöneticilerini, belediyeleri
Çöpler çukura gelişi güzel boşaltılıyor Kutlular Mahallesi’ndeki eski maden çukuruna Temmuz 2007’de çöp dökülmeye başlanır. Adı,
“Düzenli Çöp Depolama Tesisi” olan çöplüğe çöp dökümü başladığında, Trabzon Dikilitaş mevkiinde yapılması planlanan çöp ayrıştırma merkezi henüz kurulmamıştı bile. Çöp depolama tesisine çöplerin ayrıştırılarak, sıkıştırılmış ve paketlenmiş şekilde getirileceği taahhüt edilmesine rağmen, o tesis kurulmadan alana çöpler gelişi güzel ve ayrıştırılmadan dökülür. Ayrıştırılmayan çöplerin eski maden çukuruna boşaltılması kısa süre sonra çevreyi olumsuz etkilemeye başlar. Dönemin Belediye Başkanı Hüseyin Alioğlu tesise yakın yerde evleri bulunan vatandaşların mağdur edildiğini ve belediye dâhilindeki alana çöplük kurulurken verilen sözlerin yerine getirilmediğini söylüyor. Bir zamanlar sahilinde mavi bayrağın dalgalandığı beldeye turist çekmek için yıllardır verilen mücadele, çöplerin çukura doldurulmaya başlanmasıyla suya düşer. Mahalle sakinlerinden Seher Öksüz, evi çöplük çukuruna en yakın olan ailelerden biri. Çukurda maden çıkarıldığı dönemde birçok defa mağdur duruma düştüklerini belirten Seher Öksüz, çöpten gelen kokudan oldukça rahatsız olduklarını söylüyor. Öksüz; “Çöplük kurulurken ‘Çöpler paketlenip gelecek’ dediler, ama dört yıldır kamyon kamyon çöpü, çöplüklerden aldıkları gibi buraya döküyorlar. Çöp dökmeye başladıklarında burayı 7-8 yılda doldurup üzerini kapatıp ağaçlandıracağız demişlerdi. Çöpleri paketlemeye söz verip de yapmayanların, çöplüğün çevre düzenlemesini yapacağını hiç sanmıyorum. Burada on yıl madenden ötürü mağdur olduk, şimdi de dört yıldır çöp kokusu
çekiyoruz. Bu çilenin daha ne kadar süreceği belli değil. İki tane torunum var, onlar hasta olacaklar diye korkuyorum.” diyerek haklı endişelerini dile getiriyor. Çöplüğe evi bir hayli uzak olan Asiye Körçoban da çöplükten yayılan kokudan rahatsız olanlardan. Onun içme suyuyla ilgili de şikâyetleri var. Körçoban: “Belde merkezinde ikamet edenler olarak evimizde kullandığımız suyun geldiği yer ve depolarımız çöplüğe çok yakın. Yağmur yağdığı zaman çöp suyu içme suyumuza karışıyor. Çöpün döküldüğü çukurun altına kaplama yaptılar, çöp suyu sızıp da kaynak sularına karışmasın diye, ama çöp dökülmeye başlandıktan sonra çöpü ezen makinenin paletleri kaplamayı deldi. O deliklerden sızan çöp suları içme suyumuza karışıyor, derelerimize de denizimize de. Suyumuz ne içilir ne de temizlik için kullanılır. Taşıma su kullanıyorum evde.” diyor. İçme suyumuz analiz edilsin Mahalle sakinlerinden İbrahim Kurban ise çöplüğü istemediklerini, bunun için ellerinden gelen mücadeleyi verdiklerini, ama bütün bu girişimlerden olumlu bir sonuç elde edemediklerini söylüyor. “Çöpler herhangi bir alana nasıl dökülüyorsa buraya da aynı şekilde dökülüyor. Paketleme tesisi kuracaklardı hesapta, ama öyle bir girişim bile olmadı. Halkı kandırmak için böyle bir şey attılar ortaya. Burada kanunları da kendi istedikleri gibi uyguladılar. En azından çöplerin üzerine toprak dökülse, koku ve sinek daha az olur. Çöpün döküldüğü alan
“Çöplük kurulurken çöpler paketlenip gelecek dediler, ama dör t yıldır k amyon k amyon çöpü, çöplüklerden aldıkları gibi buraya döküyorlar. Çöp dökmeye başladıklarında burayı 7-8 yılda doldurup üzerini k apatıp ağaçlandırac ağız demişlerdi. Çöpleri paketlemeye söz verip de yapmayanların, çöplüğün çevre düzenlemesini yapac ağını hiç sanmıyorum. Burada on yıl madenden ötürü mağdur olduk, şimdide dör t yıldır çöp kokusu çekiyoruz. Bu çilenin daha ne k adar süreceği belli değil. İki tane torunum var, onlar hasta olac aklar diye korkuyorum.” HAZİRAN 2011 7
teknik bakımdan doğru analiz edilmemiştir. Orası eski bir maden ocağı, binlerce dinamit patlatıldı, yıllarca bakır çıkarıldı oradan. Zeminde çatlaklar vardı, bu çatlaklar doldurulmadan ve doğru şekilde izole edilmeden çöp dökülünce, çöpün suyu çatlaklardan sızıp kaynak sularına karıştı. İçme suyumuzu sağlayan depolar çöpün döküldüğü zeminle çok yakın. Oradan yağmur sularıyla çöp suyu da içme suyumuza karışıyor olabilir. Tabandan sızan çöp suları, hiçbir tedbir alınmadan borulardan derelere bırakılıyor, denize gidiyor. Yetkililer de buna müsaade ediyor. Halk sağlığı açısından çok ciddi tehlikeler ortaya çıkabilir.” diyen İbrahim Kurban, yaz mevsiminde sıcağın da etkisiyle çürüyen çöplerden yayılan kokunun özellikle sabah ve akşam saatlerinde dayanılmaz bir hal aldığını ve kokudan belde sakinleri olarak büyük rahatsızlık duyduklarını da sözlerine ekliyor. Ayrıca içme sularının yetkili bir kurum ya da kuruluş tarafından analiz edilmesini de istiyor. Arazimi elimden aldılar Kanuna göre çöp dökülecek alanın 1 km2 yakı8 HAZİRAN 2011
nında yerleşim bulunmaması gerekiyor. Ama Çamburnu’nda belirtilen alan dâhilinde 250 konut var ve bu konutların bir kısmı çöp alanına çok yakın. Mahalle sakinlerinden İsmet Bodur’un eviyle çöplük arasında 100 metre mesafe ancak var. Bodur ailesi, çöplükten en çok etkilenen aileler arasında. Çöplük kurulurken Bodur ailesinin evine giden yol da kanunsuz bir şekilde çöplüğün içine dâhil edilmiş. Bu durumun önüne geçmek için gerekli yerlere başvurduğunu, dilekçe yazıp inceleme talep ettiğini söyleyen İsmet Bodur, yaşadığı sıkıntıları: “Evimizin yolunu kapattılar. Mahkemeye kaç kez başvurdum. Gerekli yerlere dilekçe yazdım, müracaat ettim, ama olumlu bir cevap alamadım. Eşkıya gibi gelip arazilerimi elimden aldılar. Kanun da bana sahip çıkmıyor. Savcılığa gittik, sonuç alamadık. Yetkililer gelip de vatandaşın durumunu sormuyor, halimizi görmüyor. Bağı, bahçeyi bıraktık sahile indik. Bizi yerimizden yurdumuzdan ettiler. Evimize giremez olduk. Kokudan evde duramıyoruz. Akşam oldu mu çöp kokusu dört yanı sarıyor. Buradaki mahalleler çöp kokusundan evlerinden dışarı çıkamıyor. İnsanlar çöp koku-
sundan dışarı çıkamıyor. Köyde yaşıyoruz, ama çöp kokusu yüzünden akşam kapımızın önünde bir bardak çay içemiyoruz. Eve parfüm sıkıp kapıyı pencereyi kapatıp mahkûm gibi oturuyoruz. Akşam dağdan denize doğru esen meltem, kokuyu belde merkezine kadar indiriyor. Bunu önlemek için rüzgâr yönünde parfüm sıkıyorlar tesisten, ama pek faydası olmuyor, çöplük, sinek böcek yuvası. Bağımızda bahçemizde domatesimiz, salatalığımız, patlıcanımız biberimiz var, ama bu çöpün yanı başında yetişen ürün sağlıklı mıdır ki tüketelim? Onları da korkumuzdan yiyemiyoruz.” diyerek dile getiriyor. Kutlular Mahallesi halkının tamamı çöpten rahatsız ve bu tesisi istemiyor, ama belde sakinlerinin sesine kulak verecek olan kimse de yok. Mahallede görüştüğümüz herkes çöplükle ilgili şikâyetlerini dile getirdi. Kimi kokusundan, kimi çevreye verdiği zarardan, kimi içme sularını kirlettiğinden, kimi de yetiştirdiği tarım ürünlerinin gördüğü zararı ifade etti. Mahalle sakinleri şikâyetlerini sıralaya dursun, her gün onlarca kamyon dolusu çöp alana dökülmeye devam ediyor.
lık
Haber
eği
Bi 19 tli ta 92 s m ba ra ’d er 30 sk fın e k ke ya ’u ınd dan ala ze b in ra öl a ba ba ağ k ü l s l so a an r, öy sı ık lı nr n d ır de lar bi Ce . 2 Ce a K a g Sa 0’s y ak r te viz d vi öy öç ğ i d aş a ka e ay te rör alı kö zd e e ş i ç l k y a D t e s e a ac lül lı’n ön tir an şi n 5 ve t g öy i t e ı a üş lir az li 5 ri ru ü, ya sın r, k li b 1 d ş . s Ek şı ı y ka ön Yas 1 ay ek işid r. u 9 B i n yo e en a ıd ll im e l u n y ı e s n r. id g ı’y ıl ak rd i en ün e la ün
an ins
çiç
ERİHA
L.EBRAR HİÇYILMAZ-ERMAN BALAK
HAZİRAN 2011 9
1990–1995 yılları arası terörle mücadele en kanlı çatışmaların yaşandığı dönem olarak geçti tarihe. Terörü köylerden uzak tutmak isteyen yetkililer, terörle mücadelede bölge halkının da desteğinden yararlanmak amacıyla, köylerden seçtiği koruculara silah vermişti. Silah verilen köylüler, teröristlerle mücadeleye başlayınca çatışmalar alevlenmiş, köylüyü silah zoruyla dağa çıkaran ya da parasını, malını gasp eden terör odakları, korucuların varlığıyla bu eylemleri rahat rahat yapamaz hale gelmişti. Bunun üzerine harekete geçen terör odakları, korucuların bulunduğu köyleri basıp, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden insanları öldürüp, köyleri ateşe vermişti. Terör odaklarına destek vermeyen ya da onlara karşı direnişe geçen köyler, içindeki insanlarla yakılmıştı. Bu köylerden biri de Cevizdalı köyüydü. Hala büyük katliamın izlerini taşıyan köy yaralarını sarıyor. Saldırıdan sonra göç ettirilen sağ kalan köylüler, Köye Dönüş Yasası’ndan faydalanarak Cevizdalı’na geri dönenler olur. Ama buraya gelmenin de, buradan uzak kalmak gibi bir acısı olduğunu öğreniyoruz köye dönenlerden. Çünkü, katliamın acısı hala yürekleri ve zihinleri yakıp kavurmaya devam ediyor. Her evin avlusunda, her pınarın başında ölen masum insanları hatırlatan anılar canlandıkca, geri dönenlerin katlanması gereken acı büyüyor. Kanlı katliamın içinde kalan köylüler yakınlarının yakılarak ya da kurşuna dizilerek can vermesine tanıklık etmişler. Yaşananları tanıklardan dinledikçe görüyoruz ki Cevizdalı’nda yaşanan dram, insanlık çiçeğini soldurmuş. 10 HAZİRAN 2011
“Hoparlördeki sese güvenemezdik” Kanlı baskında eşini ve çocuğunu kaybeden Nevzat Kaptan için bir zamanlar Cevizdalı, güneşe durmuş pirinçlerin, hasada hazır olan tarlaların, uzun uzadıya düzlüklerin rengiydi. Ama şimdi, Cevizdalı Nevzat Kaptan için akşamüstü güneş dağların ardına yıkılmaya durmuşken, avluda kendisini bekleyen eşinin ve çocuklarının gölgeleşen siluetlerini hatırlamak için sığındığı bir liman. Anılan hatıraların, gizlice beliren sızıların, kanı hala akan yaraların cümlelerinden kurulan hikâyesini anlatırken gözyaşlarına hâkim olamıyor Nevzat Kaptan. Baskın gününü her gün her saniyesiyle tekrar tekrar yaşadığını söylüyor. 1992 senesinin hasat zamanında gerçekleşen kanlı katliamı şöyle anlatıyor Kaptan: “Köyün geçim kaynağı pirinç olduğu için herkes pirinç hasadıyla ilgileniyordu. Kışa hazırlık yapıyorduk. Annem babam ve ben tarladaydık. Birden bir el silah sesi duyduk. Ardından köyün camisinin hoparlöründen biri konuşmaya başladı. Kimseye bir şey yapmayacaklarını, sadece anlaşmak için geldiklerini ve korkmamamız gerektiğini söylüyordu. Köyün geneli korucuydu ve köye baskının nedeni de buydu. Silahlarınızı bırakın diyorlardı.” Yapılan çağrı köylüyü ikna etmek için yetmez, bunun bir oyun olduğunu düşünen köylüler silahlarını bı-
rakmaz. Herkes bulunduğu yerde siper alır. Tarihe kara bir gün olarak geçecek olan, kanlı Cevizdalı katliamı başlar. Nevzat Kaptan, daha sonra yaşanan insanlık dışı olayları: “Köye çağrı yapan bu kişi, konuşmasına devam ederken aklıma ilk gelen şey eşim ve çocuğum oldu. Evdeydiler, olası bir durumda zarar görebilirlerdi. Annemle, babam çok yaşlıydı. Hemen çalılıkların arasına saklanmalarını söyledim ve olanca hızımla mevziiye koştum. Tam o sırada silahlar patlamaya başladı Hava yavaş yavaş kararıyordu. Mermiler havada uçuşuyordu.” şeklinde anlatıyor. Mevziiye can havliyle ulaşmaya çalışırken atılan her kurşun, mızrap gibi saplanır göğsüne. Ne yapacağını şaşıran Nevzat Kaptan, bir süre öylece bekler. Artık düşündüğü tek şey, bir an önce eve ulaşıp, ailesini kurtarmaktır. Kaptan, “Kendimi mevziiye nasıl attığımı bilmiyorum. Sonra uzun uzun çatıştık. Bir ara sesler kesildi ve hoparlörden bu sefer başka bir ses geldi. Bu kişi, onlardan birinin, bizden de birinin öldüğünü söylüyordu. Hoparlördeki ses eşit durumda olduğumuzu, bunun için silahları bırakmak için hala bir şansımızın olduğunu söyledi. Hoparlördeki sese güvenemezdik. Ona ve beraberindekilere güvenebilmemiz için tutunabileceğimiz en küçük bir güvence yoktu ortada. Bu sebeple direnişe devam ettik. Bir arka-
“Olaydan sonra sağ kalanlar köyden çıkartılıp başka yerlere yerleştirildi. İstesek de köyde kalamazdık zaten. Her yer yakılmış, viran olmuştu. Bu tür olaylar yüzünden köyler boşaltılıyordu. Bizim köyde boşaltıldı. 2004’te çıkarılan yasayla geri geldim, belki aileme dair güzel şeyler burada yeniden hayat bulur diye, ama kendimi avutuyorum burada.”
daşımız, teröristlerden üst düzey rütbeye sahip birini öldürünce korkunç bir patlama ve silah sesi doldurdu köyü. Acı dolu çığlıklar adeta beynimizi kemiriyordu. Elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Rütbelilerden biri öldüğü için sağı solu tarıyordular. Çoluk çocuk, kadın erkek, ihtiyar genç demeden, hayvanları bile taradılar, köyü ateşe verdiler.” Öğleden sonra başlayan çatışma ertesi gün öğleden sonrasına kadar devam eder. Telsizle askeri yardım çağıran köylüler, yollara kurulan pusular yüzünden bekledikleri desteğe bir türlü kavuşamazlar. Uzun süren çatışma dayanılmaz bir hal alır, cephanesi tükenen köylü, silah bırakır, ama her şey için artık çok geçtir. Aralarında çocukların da bulunduğu otuz kişi vahşice katledilmiş, yirmi beş kişi de hayatlarının geri kalanını eksik yaşamaya mahkûm edilmiştir. “Onları hatırlatacak hiçbir şey yok” Çatışma sırasında bacağından yaralanan Nevzat Kaptan, Siirt Devlet Hastanesi’nde tedavi altına alınarak bir süre uyutulur. Gözlerini açar açmaz çevresindekilerden ailesini sorar. Ona ailesinin iyi olduğunu, merak edilecek bir durum olmadığını söylerler. Nevzat Kaptan: “Hiç bitmeyecek bir kâbusun içindeydim. Alev alev yanan evler, çocukların, kadınların acı dolu çığlıkları hiç çıkmıyor zihnimden. Her saniyesi
belleğimde tazeliğini koruyor. Uyandığımda hastanedeydim. Ailemin iyi olduğunu söylemişlerdi bana. Onları görmek istedim, ama çok geçmeden gerçeği öğrendim.” Ağır yaralanan eşi ve çocuğunu sonsuza dek kaybeder Nevzat Kaptan. Yıllardır hiç dinmeyen acısını bir nebze olsun azaltmak için Köye Dönüş Yasasıyla Cevizdalı’na geri gelir. Belleğinden silinmeye yüz tutan çocuğunun, annesinin ve babasının simalarını hatırlamak için kendini zorlasa da artık hatırlayamadığını, onları hatırlatacak hiçbir şey kalmadığını, bulanık zihninde dolaşan siluetlerin ardına düşüp Cevizdalı’na geldiğini söylüyor. Kaptan, “Olaydan sonra sağ kalanlar köyden çıkartılıp başka yerlere yerleştirildi. İstesek de köyde kalamazdık zaten. Her yer yakılmış, viran olmuştu. Bu tür olaylar yüzünden köyler boşaltılıyordu. Bizim köyde boşaltıldı. 2004’te çıkarılan yasayla geri geldim, belki aileme dair güzel şeyler burada yeniden hayat bulur diye, ama kendimi avutuyorum burada.” diyerek ailesine olan özlemini anlatıyor. Yavrularının toprağına hasret bir anne Kanlı saldırıdan tarlada bulunduğu için yara bile almadan kurtulan insanlardan biri de eşini ve iki çocuğunu kaybeden Nazife Kaptan. Bir zamanlar çok iyi şartlarda olmasa da bir aileye sahip oldu-
ğu için parıldayan gözleri, kanlı baskında ailesini kaybedince bir daha ışımamak üzere acıya keser. Gülmeyi unutmuş gözleri deyim yerindeyse, 19 yıldır kan ağlıyor. Aradan geçen 19 yılda kaybettiği çocuklarının acısını hafifletecek hiçbir şey olmadığını söyleyen Nazife Kaptan, çektiklerini şöyle anlatıyor: “Evlatlarımın acısı yüreğimden hiç eksilmedi. Bir an olsun dinmedi acıları. Yıllardır baktığım her yerde, her yüzde onları arıyorum. Bir gün birinin çıkıp, bak çocukların büyüdü, seni bekliyorlar demesine umut bağlıyorum.” Ölümün soğuk eli alınca, hayat arkadaşını ve evlatlarını, geriye gözü yaşlı, acı dolu bir yürek kalır Nazife Kaptan’dan. Daha 20’sinde kaybeder eşini ve iki çocuğunu, ama bunca acılı olayın üzerine bir de töre denen belayla uğraşır acılı kadın. Kocası ölünce kayınbiraderiyle evlendirilir. Acılarına bir yenisi eklenen Nazife Kaptan, düşer yollara yeni hayat arkadaşıyla. Yolları yaren bilen Nazife Kaptan HAZİRAN 2011 11
“Köye Dönüş Yasası kapsamında köye döndüm ve ilk defa yavrularımın mezarına gitme fırsatım oldu. Topraklarını öptüm doya doya, dua ettim. Çimenlerini sulayıp kokladım. Şimdi burada misafirim. Bir hafta sonra yine Kıbrıs’a geri dönmek zorundayım. Hiç aklımdan çıkmıyor o gün. Bir saniyesini bile unutmak mümkün değil. O insanların, yardım çığlıkları yeri göğü inletiyordu desem az olur.’’
köyden ayrıldıktan sonra gittiği Kıbrıs’tan 18 yıl sonra döner Türkiye’ye. Eşine ve çocuklarına mezar olan köyüne gelir. “O olaydan sonra köy boşaltıldı. Devlet eliyle insanlar çeşitli yerlere gönderildi. Bizde Kıbrıs’a gittik. Köye Dönüş Yasası kapsamında köye döndüm ve ilk defa yavrularımın mezarına gitme fırsatım oldu. Topraklarını öptüm doya doya, dua ettim. Çimenlerini sulayıp kokladım. Şimdi burada misafirim. Bir hafta sonra yine Kıbrıs’a geri dönmek zorundayım. Bana o günü unuttunuz mu? diye soruyorsunuz. O gün unutulur mu? Bir saniyesini bile unutmak mümkün değil. O insanların, yardım çığlıkları yeri göğü inletiyordu desem az olur. Ortalık cehennem gibiydi. Birçok kişi acımasızca öldürüldü. Hepsine değil, ama birçoğuna tanık oldum. Ben şans eseri kurtuldum tabi böylesine bir acıdan sonra adına şans denilirse. Evde değildim. Tarladaydım ve saklanabilmiştim.” Ölümü ensesinde hisseden Nazife Kaptan, acı içinde kıvranan birçok kişiyi saklandığı yerden görür. Elinden hiçbir şey gelmez, bu zulmün bitmesini beklemekten başka. Gün ağarınca gelen destek ekiplerinin yardımıyla evine koşar, ama iki çocuğunun ve eşinin cansız bedeni ile karşılaşır. O gün yüreğine çöken acı, bugün de gözlerine yansıyor konuşurken. Süleyman, kanlı baskından sağ çıktı Terör odaklarının bastığı köyün üzerine kurşun yağmuru yağmaya başladığında, çırpınışlar içinde sağa sola savrulmaya başlar insanlar. Yer yarılsa içine girecek insanlar, saklanabilecekleri bir yer ararken kurşunların hedefi olurlar. Tam bu sırada 10 yaşındaki çocuğunu tandıra saklar bir anne. Evladına barınak bulma sevinciyle geriye koşar ve bir daha dönemez. Nazife Kaptan sağlık ekiplerinin tandırın içinde bulduğu çocuğun şimdi evli ve bir çocuk babası olduğunu söylüyor. “Süleyman’ı bulduğumuzda ölü sandık, ama sağlık ekipleri yaşadığını, bir travma geçirdiğini söylediler. O kadar insanın ölümünden sonra bir kişinin sağ kaldığını görmek çok mutlu etmişti bizi. Uzun bir süre konuşamadı yavrucak. Tam bir sene boyunca kimse konuşturamadı onu. Birkaç söz duymak için çırpınanlara sadece omuz silkiyordu. Burada kimsesi kalmayınca Manisa’ya halasının yanına gönderdiler. En son düğününe gittik. Şimdi de bir erkek çocuğu olmuş. Yıllar geçti o sessizliğini hiç bozmadı. Bugün Cevizdalı köyünde yaşayanlar, 1992’de yaşanan kanlı baskını biliyorlar, ama olayın canlı tanıklarından sadece iki kişi bulabildik köyde. Yaşadıkları acılardan sonra göç ettirilen köylü, Köye Dönüş Yasası çıkmış olsa da her yanı acı hatıralarla dolu köye gelmek istememiş. Yakılan köylerden sadece biri olan Cevizdalı köyünde yaşananlar büyük bir utancın belgesi. Sadece Nevzat ve Nazife Kaptan’ın anlattıkları büyük ve çok kültürlü insanlık çiçeğinin terör uğrunda kaybettiği renkleri ortaya koyuyor.
12 HAZİRAN 2011
Haber
r a l ı c n a b Ya
7
ERİHA
yılda
mülk
ı d l a n ı t a s
a d ’ n a k l Ka
HÜLYA KULALI
AB uyum yasaları kapsamında yabancıların mülk edinimi 2003’te yeniden gündeme gelmiş, Köy Kanunu ve Tapu Kanunu’nda tek rar değişik liğe gidilmişti. 23 Haziran 2003 tarih ve 2003/5930 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nda açık bir şek ilde yabancıların, taşınmaz mülk edinimi önündeki kısıtlamalar teker teker kaldırıldı. 2003’tek i yasanın çıkmasıyla hızla ar tan toprak satışlarından, Antalya’nın Kalkan ilçesi de payını aldı. Resmi rakamlara göre 2003-2011 yılları arası yabancılar ilçede 1500 mülk satın almış.
HAZİRAN 2011 13
19
34’te 2644 sayılı Tapu Kanunu ile yasalaştırılan yabancılara toprak satışı, karşılıklı olarak yasal sınırlamalara uymak kaydı ile gerçekleştirilebiliyordu. 2644 sayılı Kanuna göre yabancılar miras yolu ile 30 hektara kadar mülk satın alabiliyor ve bu mülkü miras bırakabiliyordu. Askeriyeye ait araziler, güvenlik için stratejik öneme sahip bölgeler ve 442 sayılı Köy Kanunu gereği köy toprakları yabancılara satılmıyordu. Bu kanunlar çerçevesinde Türkiye’nin 88 yabancı devletle arasında karşılıklı antlaşma bulunuyordu. Aralarında Afganistan, Cezayir, Çek Cumhuriyeti, Hindistan, Kuveyt, Küba, Libya, Tunus, Vietnam, Yemen ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu 33 ülke ile böyle bir anlaşma yapılmamıştı. Azerbaycan, Çin, Mısır, Romanya, Rusya, Türk Cumhuriyetleri ve Ürdün’ün de aralarında bulunduğu 25 ülke de Türkiye’de sadece konut satın alabiliyordu. Bu yasal çerçeve içerisinde olmak kaydıyla 2003’e kadar yabancılar 36 bin 648 adet taşınmaz mal edinmişti. Avrupa Birliği Uyum Yasası kapsamında 2003’te kanun değişti AB uyum yasaları kapsamında 19 Temmuz 2003’te yapılan bir yasal düzenleme ile yabancılara toprak satışında bazı yenilikler getirildi. Köy Kanunu ve 14 HAZİRAN 2011
Tapu Kanunu’nda değişikliğe gidildi. Bu değişikliklerin gerekçesi 23 Haziran 2003 tarih ve 2003/5930 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nda şöyle açıklanmıştır: “AB Müktesebatının Üstlenilmesine Dair Ulusal Program’da Sermayenin Serbest Dolaşımı başlıklı dördüncü maddesinde “Türkiye’deki bütün sektörlerde, AB menşeli yatırımların önündeki bütün kısıtlamaların kaldırılması, AB vatandaşları ve tüzel kişilerin gayrimenkul ediniminin önündeki bütün kısıtlamaların kaldırılması” hükümlerine yer verilmiştir. 2003 yılından itibaren Köy Kanunu, Tapu Kanunu, Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu, Turizmi Teşvik Kanunu ve Endüstri Bölgeleri Kanunu gibi birçok yasada, yabancıların taşınmaz mal edinimi önündeki kısıtlamalar teker teker kaldırıldı. Buna göre karşılıklı olmak ve yasal sınırlara uymak kaydı ile yabancı tüzel kişilikler ve şirketlere de taşınmaz mal edinme imkânı sağlandı. Miras yolu ile mal ediniminde karşılıklılık esası kaldırıldı. Köy toprakları üzerindeki yabancı mülk edinme yasağı da kaldırıldı. Yasada, askerî bölge, güvenlik bölgeleri ile en fazla 30 hektar mal edinilebileceğine ilişkin kurallar ise aynen korundu. Yabancılar 7 yılda 1500 mülk satın aldı TBMM’nin gündeminde de sürekli yer alan, yaban-
cılara mülk satımının en çok yapıldığı yerlerden biri de Antalya’nın Kalkan beldesi. 2003’teki yasanın çıkmasıyla hızla artan toprak satışlarından Kalkan’da payını aldı. Resmi rakamlara göre 1500 mülkün sahibi olan yabancıların nüfusu, giderek yerli halkın varlığını tehdit etmekte. Özellikle İngilizlerin tercih ettiği Kalkan’da, son yıllarda Almanlar ve Rusların da mülk satın alımı arttı. Neredeyse yılın altı ayını Kalkan’da geçiren İngilizlerin burayı tercih etmelerindeki nedenlere bakıldığında, ikliminin sıcaklığı, doğa güzelliklerinin ve kültürel mirasının zengin olması gibi faktörler ön plana çıkıyor. Kalkan Belediye Başkan Vekili Demet Zehra Özbaykal, Kalkan’daki yabancılara toprak satışlarını şöyle değerlendiriyor: “Yabancıların Kalkan’da mülk edinmesinin olumsuz yanları olduğu kadar olumlu yanları da var aslında. İnsanlarımız yabancıların çevreye verdiği önemi gördükçe çevreyi güzelleştirme çabasında oluyorlar. Yeni iş sahaları açılıyor aynı zamanda. Örneğin bahçe düzenleme, restorasyon, havuz tasarımı gibi. Tabi biz de istemeyiz topraklarımızın satılmasını, ama yabancılar bu toprakları sırtlayıp da götürmüyorlar. Toprak durduğu yerde duruyor.” Özbaykal, bu satışların karşılıklılık ilkesine dayandığını ve bizim de dünyanın herhangi bir yerinde mülk satın alabildiğimizi söylüyor. “Özellikle Almanya gibi Avrupa’nın birçok
ülkesinde Türk nüfusunun oranı oldukça fazla, fakat orada yaşayan insanımız aldığı mülklerin vergisini verirken, Türkiye’de yabancılardan vergi alımı sekteye uğruyor. Bugün Kalkan’da yaşayan yabancıların büyük bölümü vergilerini tam olarak vermiyorlar. Hatta ruhsatsız turizm faaliyetlerinde bulunuyorlar. Bu da yerli halkın turizm gelirlerini etkiliyor.” dedi. Bu durumdan en çok otel sahipleri, restaurant sahipleri etkileniyor. Son yıllarda birçok otel sahibi, işletmelerini apart otel şekline çevirerek turizm faaliyetlerinde bulunmaya başlamış. Yabancıların yerleşmesi dilimizi de etkiliyor Türkiye’deki toprak satışına karşı tepki oluşturanlar, dernek kuranlar var, ama bir yanda da bu satışlara destek olanlar ve bizzat satışı gerçekleştirenler var. Akbay Gayrimenkul Türkiye’de yabancılara emlak satışı yapan şirketlerden biri. Akbay Gayrimenkul Yönetim Kurulu Başkanı Süleyman Akbay, yabancılara toprak satımının bir sektör oluşturduğunu, ama bu sektörleşmenin kültürel değerler üzerinde bazı tahribatlar yaptığını söylüyor. Yabancıların giyiminin, eğlencesinin, yemeğinin ve içmesinin bütün sektörleri etkilediğini, ama bu sayede de yeni iş sahalarının oluştuğunu söylüyor. Akbay Gayrimenkul çalışanı Bahar Karapınar: “Kendi yerimize yurdumuza yabancılar yerleşiyor, yerli halkın bir kısmı bundan rahatsız. Yabancıların giyimi, yemesi, içmesi bizim milletimize tuhaf geliyor. Aralarında uzun süre burada ikamet eden yabancılar da var, onlar bizlerden biri oldular sanki. Ama genel anlamda küreselleşme çerçevesinde dünya ülkelerine uyum sağladığımızı düşünsek de kültürel farklılıklar kendini hissettiriyor. Dilimizde etkileniyor buradaki dönüşümden. Birçok restaurant, otel, eğlence yeri yabancı isimle anılıyor. Bu durum da Türkçenin bozulmasına neden oluyor. Su faturalarının bile yüzde 80’i yabancı dilde yazılıyor. Tarihimizde yabancılara toprak satışını en acı biçimde ödeyen Osmanlı Devleti’nin, borçlara karşılık gösterilen ülke topraklarının yabancılara satışının, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında ve Anadolu’nun sömürge haline getirilmesindeki rolü unutulmamalıdır” diyerek zıtlıkları ortaya koyuyor. “Karşılıklılık ilkesine her ülke fiilen uymuyor” Kalkan’da yaşayan ve edebiyat öğretmeni olan Cemil Tufan, yabancılara toprak satılmasını istemeyen vatandaşlarımızdan biri. Tufan: “Milletimiz, paranın cazibesine kapılarak ata yadigârı topraklarımızı satmaktan çekinmiyor. Sattıkları zeytinlik, araziler bugün yok olmakta. Satın alan İngilizler buraya villalarını yapıyor, sonra bu villaları kiralayarak büyük paralar kazanıyor. Arazisini satan vatandaş aldığı üç kuruş parayla birkaç yıl rahat ediyor. Bir anda parayı
bulan insanımız, bunu da değerlendiremiyor. Çocuklarının altına son model araba alarak yanlış değerlendirilen para da bir süre sonra bitiyor. Bunun sonucunda da kendi sattıkları mülklerde temizlikçi olarak çalışmaya başlıyorlar. Yabancıların yılın yarısı kiraya verip işlettikleri villalardan kazandıkları paraysa yurt dışına akıyor. Karşılıklılık ilkesine göre bizim de yabancı ülkelerden mülk alma hakkımız var. Fakat bu karşılıklılık ilkesine her ülke fiilen uymuyor. Örneğin Yunanistan, kendi ülkesinde, adalarda ve sınıra yakın topraklarda, toprak ve mülk satışını yasaklamış. Avusturya’da mülk ve toprak satışı sadece AB üyesi ülke vatandaşlarına satış izni var. İngiltere’de ise taşınmaz mülkiyeti kraliyete ait olup, taşınmazın sadece kullanım hakkı verilmekte.” Bu nasıl karşılıklılık ilkesi anlamak güç tabi. Bu gibi durumların yetkililerce denetlenip önlenmesi gerekiyor.
rizmde görülen hareketliliğin, kalıcı yerleşmelerin toplumsal ve kültürel yaşama katkıda bulunacak şekilde düzenlenmesinin gerektiği, nüfus yapısının giderek yerel halkın aleyhine bozuduğu da belirtiliyor. Cemil Tufan: “Rapora göre beldede bir bölümü yabancı şirket olan, çok sayıda emlak alım satımı, mimarlık proje bürosu bulunduğu tespit edildi. Mimarlık bürolarının büyük bir çoğunluğunun aynı zamanda emlak alım satımı ile de ilgilendikleri gözlemleniyor. Kent planlamasının dışında da kaçak yapılaşma süreci de hızlanmıştır. Bunun orta ve uzun vadede beldeli turizm ekonomisini olumsuz etkilemek olacaktır.” diyor.
2007 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin yabancılara toprak satışı konusunda yaptığı çalışmaya destek verenlerden biri olan Cemil Tufan, Kalkan’daki toprak satışlarının nereye vardığını o araştırmada görebilmemizin mümkün olduğunu söylüyor. ODTÜ’nün bu raporu, zilyetlikle yani bir mal üzerinde fiili egemenlik kurarak
Kalkan’da yaşananlara gazetesinde sıkça yer veren Likya Haber Genel Yayın Yönetmeni Özer Yılmaz, “28 Ocak 2010’da yaşanan bir olayda kümes ruhsatıyla alınan arazide villa yapıp İngilizlere satıldığını öğreniyoruz. Köylüyü kandırıp arazisini elinden alanlar var. Köylünün sattığı arazileri geri alabilecek mali güçte olmadığını, çünkü satılan araziler, satıştan çok kısa süre sonra, değerinin birkaç misli fiyatlarla ağza alınıyor. Bu olayların ardında yabancılara toprak satımını kolaylaştıran yasalar var.” dedi. Kısa bir süre önce değişiklik yapılan kanunun ardında Antalya’nın Kaş ilçesine bağlı Kalkan’da yabancılara toprak satımıyla ilgili olarak yaşananları göz önün-
kullanma hakkından ve maldan ekonomik şekilde yararlanma yoluyla sahiplenilen hazine arazilerinin yazlık sitelere dönüşümünü rakamlarıyla ortaya koyuyor. Ayrıca raporda bu durumun ilerleyen yıllarda yerel halkın mülksüzleşmesine neden olacağı ve tu-
de tutarsak, Ülke genelinde neler yaşanmış olabileceği hakkında fikir edinebiliriz. Jeopolitik olarak son derece önemli bir coğrafyada yer alan Türkiye, yabancılara toprak satımı konusunda daha ihtiyatlı davranmak zorundadır.
Nüfus yapısı yerli halkın aleyhine bozulmakta
HAZİRAN 2011 15
ERİHA
Haber
C ezaevinde
Anne Olmak BİLGE YILMAZ - ESRA ÖZDİLİM
Türkiye’de toplam 504 cezaevinde, 120 bin mahkûm bulunmakta. Bu sayının 2 bin 500’ünü kadın mahkûmlar oluşturuyor. Kadın mahkûmların birçoğu ekonomik yetersizliklerden dolayı cezasını çocuklarıyla birlikte çekiyor. Kayseri Kapalı Cezaevi ’nde de, çocuğuyla beraber hapis yatan anneler var. Annelerinin kaderini paylaşan çocuklar,hayatla, en son tanışmaları gereken yerlerden biri olan, cezaevinde atıyor ilk adımlarını. 16 HAZİRAN 2011
eza İnfaz Kurumu, Tutukevleri Yönetimi ve Cezaların İnfazına Dair Tüzük’ün ilgili maddesinde, annesi tutuklu bulunan çocukların bakımıyla ilgili kurallar belli esaslara bağlanmıştır. Bu kurallara göre; annesi tutuklu veya hükümlü olup da dışarıda himayesine verilecek kimseleri bulunmayan, hiçbir suretle bir himaye kurumuna verilmesi mümkün olmayan küçük ve bakıma muhtaç çocuklar, onlara bakabilecek kuruma veya aile çevresinden birine verilinceye kadar annelerinin yanında kalırlar. Yani 0-6 yaş arası çocuklar, cezaevlerinde, mahkûm anneleriyle birlikte yaşayabiliyor. Ancak uzmanlara göre annesinin yanında cezaevinde büyümek zorunda kalan çocuklar bu durumdan olumsuz etkileniyor. Cezaevlerinde geçen zaman, onların gelecekte, sosyal zorluklarla karşılaşmalarına ve toplumsal yaşama adaptasyonda sorun yaşamalarına neden olabiliyor. Bu çocuklar cezaevinden çıktıktan sonra Çocuk Esirgeme Yurtları’nda devam ediyorlar hayatlarına çoğu zaman. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda cezaevinde anne olmanın da zorlukları var. Bulunduğu durumu anlayamayacak kadar küçük yaştaki çocuğuyla cezaevine düşen anneler, kendilerine bahşedilmiş en kutsal görevlerden birin zor şartlar altında yerine getirmeye çalışıyor. “Doğum gününü dört duvar arasında kutladık’’ Kayseri Kapalı Cezaevi’nde hükümlü Gülşen Demir Çiftçi, hüzünlü bir ses tonuyla anlatıyor cezaevinde anne olmanın zorluklarını. Dört yaşında bir kızı olan Gülşen: “Kızım, cezaevine girdiğimizde daha üç yaşındaydı. Dışarıda kızıma bakacak kimsem yoktu. Mecburen kendi kaderime, kızımı da mahkûm ettim ve onu da yanımda buraya getirdim. Çok ağladı ve tarafımdan açıklanamayacak sorular sordu. Anne niçin buradayız? Anne neden bu demirler var? Kapıları üzerimize niye kilitliyorlar? Bu insanlar kim, niye bizimle birlikte uyuyorlar? gibi bir sürü soru sordu, hala da soruyor. Hiçbirine doğru dürüst cevap veremedim, hep geçiştirdim sorularını. Ne cevap vereceğim ki zaten? Cezaevinde olma sebebimizi anlatamazdım ki ona. En sonunda çareyi, kızımı babasına göndermekte buldum. Fakat yine olmadı. Kızıma babası bakamadı. İki gün sonra geri gönderdi. Kızım dışarıya o gün bugündür çıkmadı.” Anne kokusunu özleyen küçük çocuk, iki günlük özlemlerini dindiren kavuşma anında çocuk yüreğiyle annesine sımsıkı sarılmış. Kızının gelecekte paylaşacağı anıların arasında hapishane günlerinin olacağından büyük üzüntü duyan Gülşen: “Burada iki bayram geçirdik. Yavruma bayramlık bile alamadım. Aile ortamından uzak, soğuk bir bayram olmaması için elimden geleni yaptım. Ama en acısı, kızımın dördüncü yaşını da
parmaklıklar arasında geçirecek olması. Geçen seneki doğum gününü de dört duvar arasında kutladık. Kızım, bakacak kimsemiz olmadığı için benimle aynı kadere mahkûm oldu.” diyerek suçluluğunun vermiş olduğu burukluğu ve pişmanlığı anlatıyor. Şimdilik düşlerini kursa da özgürlüğüne kavuştuğu gün, kızı için her şeye yeniden başlayacağını, onun için karşısına çıkan bütün olumsuzluklarla mücadele edeceğini de ekliyor sözlerine Gülşen Demir Çiftçi.
öneriyi düşünmemiş bile. Üç çocuk annesi olan Fidan Pınar’ın iki çocuğuna büyükanneleri bakıyor. Çocuklarının hiçbirine dilediği gibi bakamadığını belirten çaresiz anne, her hafta görüşüne gelen çocuklarını görünce yüreğinin parçalandığını söylüyor. “Diğer çocuklarımı görüş günleri görebiliyorum sadece. Haliyle çok özlüyorum onları.” diyor. Fidan Pınar, dışarıdaki hayata duyduğu özlemi, kendi kaderine ortak ettiği bebeğiyle ilgilenerek unutmaya çalışıyor.
Sıcak beşik yerine soğuk ranzalar...
“Kızım sürekli dışarı çıkmak istiyor”
Her annenin hayalidir bebeğini sıcacık beşiklerde uyutup, ona ninniler söyleyebilmek. Bu yüzden anneler bebeğinin en iyi şekilde büyütebilmek için verir onurlu mücadelesini. Ama bu süreçte atılan hatalı bir adım kurulan hayalleri suya düşürebilir. Bir bebeğe mahkûm sıfatıyla annelik eden bir kadının, çocuğu için sağlayabileceği şartlar oldukça kısıtlıdır. Bu durumun bütün zorluklarını yaşayan Fidan Pınar, 6 aylık bebeğini cezaevinde büyütmeye çalışıyor. Fidan Pınar: “Bebeğim daha çok küçük. Bazı geceler uyanıp ağladığında koğuştaki diğer mahkûmlar rahatsız oluyor. Sürekli şikâyet ediyorlar. Ama başka çarem yok, bebeğim mecburen yanımda kalıyor. Bebeğimi uyutabileceğim, onunla özel olarak ilgilenebileceğim bir alan da yok koğuşumuzda, böyle bir imkânın olmasını çok isterdim. Bu yüzden danışmanla görüştüm, ama bebeğimi sosyal hizmetlere göndermemi önerdiler.” Bebeğini henüz çok küçük olduğu için yanından ayırmak istemeyen Pınar, bu
Kayseri Kapalı Cezaevinde, sokak aralarında saklambaç oynayan, oradan oraya koşuşturan, cıvıltıları pencerelerden evlerin içini dolduran çocuklar, demir parmaklıkların ardında kendilerine ait olmayan bir kaderi yaşıyorlar. Burada çocuğuyla birlikte cezasını çeken hükümlülerden biri de Emine Altın. Kızının sürekli dışarı çıkmak istediğini belirten Altın, bu sorunu hayal gücüyle aşmaya çalışıyor. “Kızım sürekli dışarı çıkmak istiyordu. Bir süre sonra kendimce hikâyeler uydurup kızıma anlatmaya başladım. Genelde dışarıda askerler var, sana kızarlar, hemşire ablaya gönderip iğne yaptırırlar diyorum ya da ‘Bak gardiyan gelirse havalandırmayı yasaklar bize’ diyorum. Çocuğumu, ancak bu şekilde ikna edebiliyorum. Keşke burada olmasaydım da söyleyecek başka şeylerim olsaydı.” diyor. Çocukların birbiriyle oynamak yerine kavga ettiklerinden de yakınan Altın, bunu cezaevindeki aktivite yoksunluğuna bağlıyor. Emine Altın bu eksikliği şöyle anlatıyor: “Çocuğum çoğu zaman HAZİRAN 2011 17
ranzadan ranzaya atlayarak oyun oynuyor. Zekâ ve el becerilerini geliştirecek aktivitelerden uzak büyüyor. En fazla bebekleriyle oynayabiliyor. Bazen içine kapanabiliyor. Bu yüzden başka çocuklarla sürekli kavga ediyor. Paylaşma duygusunu geliştirebilecek eylemlere ihtiyacı var hepsinin. Umarım cezaevinin bu eksikliği giderilir ve bir kreş açılır. Ben okul okumadım. Büyük hatalar yaptım. Çocuğumun da benim gibi olmasını istemiyorum. Mutlaka okumasını ve meslek sahibi olmasını istiyorum.” Yaptığı hatanın sonucunda kendisiyle birlikte hapsedilen kızının geleceği için iyi şeyler umut etmekten başka bir umarı yok Emine Altın’ın. ‘’Anneler çocuklarına açıklama yapacak bilinçte değiller’’ Hapishanede hayatları koğuşlardan ve avludan ibaret olan anneler ve çocukları, zaman zaman içinden çıkılamaz ruhsal bunalımlar yaşıyor. Çocuklar, sordukları sorulara cevap alamamanın, anneler ise bu sorulara cevap verememenin sıkıntısını üzerlerinden atmak için cezaevinin psikolojik yardım biriminden destek almak zorunda kalıyorlar. Cezaevi psikologları: “Anneler, çocuklarına açıklama yapacak bilinçte değiller. Bütün annelerin hemen hemen eğitim düzeyleri birbirine yakın. Bize geldiklerinde verdiğimiz önerilere bile tereddütlü yaklaşıyorlar. Çocuklarını, oluşturduğumuz eğitim birimlerine emanet etmekten çekiniyorlar. Devlet, çocuğuma el koyarsa düşüncesi endişelendiriyor anneleri. Bu sebeple kurumlara çocuklarını teslim etmeyen anneler, çocuklarının birçok şeyden mahrum yetişmelerine zemin hazırlıyor. Cezae-
18 HAZİRAN 2011
“Anneler, çocuklarına açıklama yapacak bilinçte değiller. Bütün annelerin hemen hemen eğitim düzeyleri birbirine yakın. Bize geldiklerinde verdiğimiz önerilere bile tereddütlü yaklaşıyorlar. Çocuklarını, oluşturduğumuz eğitim birimlerine emanet etmekten çekiniyorlar. Devlet, çocuğuma el koyarsa düşüncesi endişelendiriyor anneleri.”
vinin içine kreş açılmasını üst makamlara önerdik. Fakat yer sıkıntımız olduğu için bunu gerçekleştiremiyoruz. Bu sağlanabilmiş olsa, anneler gönül rahatlığı içinde çocuklarını kreşe gönderebilecekler.” diyor. “Sivil topluma büyük rol düşmekte” Cezaevlerinde toplumsal hayattan uzaklaşan anneler, cezaları bitip özgürlüklerine kavuştuklarında toplumsal adaptasyon sorunu yaşıyorlar. Bu doğrultuda anneleriyle cezaevinde kalan çocukların da topluma adapte olmaları oldukça zor oluyor. Cezaevinden ayrılma zamanı geldiğinde çocuklar dışarıdaki hayattan korkuyor ve dışarı çıkmak istemiyorlar. Çocukların yaşadığı bu korkunun, ileride çeşitli sorunlara yol açabileceğine dikkat çeken Psikolojik Danışman Gülser Erdoğan: “Biz insanlar çocuk ya da yetişkin, bilmediğimizden korkarız, kendimizi güvende hissetmediğimiz ortamlarda kalmak istemeyiz. Bu nedenle her ne şartta olursa olsun, çok kötü bile olsa içinde yaşamasını bildiğimiz yerden ayrılmak zor gelir. Bütün elemlerine rağmen orada kalmayı tercih ederiz. Bu, hele ki bir çocuksa, yaşadığı yer cezaevi dahi olsa, orası en güvenli yerdir onun için. Bu durum çocuğun ileriki yaşlarında da etkisini gösterebilir. Böyle bir yaşantı
geçirmiş bir çocuk o günlerin izlerini taşıyacaktır. Bu durumda olanlar, ‘Ben zaten böyle geldim, böyle giderim.’ çıkmazında boğulur. Bir çocuk bu kaygılı dönemi tek başına aşamayabilir. Bu yüzden sivil toplum kuruluşları maddi ve manevi olarak böyle çocuklara mutlaka el uzatmalıdır.” diyor. Bu süreçte, annesi mahkûm olan çocuğa, toplumun yaklaşımı da çok önemli. Bu durumdaki çocuklara maalesef katilin kızı, hırsızın oğlu gibi bazı etiket sıfatlar yakıştırılıyor. Bu yaklaşımlar da çocukların üzerinde oldukça olumsuz etkiler gösterebiliyor. Psikolojik Danışman Gürsel Erdoğan, bu durumda olan çocuklara yaklaşırken çok hassas davranılması gerektiğine dikkat çekerek şunları söylüyor: “Bu durumdaki çocuklar adeta, annesinin günahını çekmeye maruz kalır, hor görülür. Ne acıdır ki insanlar çocuklarının bu çocuklarla oynamasını, konuşmasını istemezler. Peki, bu çocuklar ne olacak? Toplumdan tecrit edilmeleri mi gerekiyor? Bilakis, ilk çocukluk dönemini cezaevinde geçirmiş, ama elinde tutulduğunda büyük başarılara imza atmış örnekleri var bu insanların. Onun için o çocuklara sahip çıkmak, onlara el uzatmak en güzel yol olacaktır onları geri kazanmak için. Bu noktada herkese görevler düşmekte. Bu sorunu aşmada Sivil Toplum Kuruluşları’nın geliştireceği eğitim programlarının çok önemli olduğunu düşünüyorum.”
Toplumun sağlığı açısından, cezaevlerinin bu gibi durumların yaşanmasını önleyecek koşullara kavuşturulması, toplumun daha duyarlı davranması, cezaevinde büyüyen çocukların yaşayacağı sorunların çözülmesine büyük katkılar sağlayacaktır.
Psikolojik Danışman Gülser Erdoğan
HAZİRAN 2011 19
ERİHA
Haber
Bitlisli
tütün ekicisinin
kalemi kırıldı MAŞALLAH ÇAYIR
20 HAZİRAN 2011
Bitlislinin geçim kaynağı olarak görülen 3 kalemden 3’ü de kır ıldı. Bu kalemlerden ilki Tür k Telekom’du; kapatıldı, İkincisi Yol-Su-Elektr ik (YSE) Bölge Müdür lüğü’ydü; o da Bitlis’ten taşındı, üçüncüsü Tekel’di kapatıldı. Geçiminin büyük bir kısmını tütün üretiminden kar şılayan halk, 2008 yılında değiştir ilen ‘Tütün ve Alkol Ürünler i Üretim Kanunu’ kapsamında, üreticinin yıllık tütün miktar ı 500 kilo ile sınır landır ıldı. Bu da bölgede kaçak tütün pazar ını harekete geçirdi. Tütün üreticiler i için makul bir çözüm bulunmazsa; ya geçimler ini sağlayabilmek için yasa dışı yollar la tütün üretip satacaklar ya da topraklar ını ter k edecekler.
HAZİRAN 2011 21
B
itlis halkının gelir kaynaklarının önemli bir bölümünü, tarım ürünleri oluşturuyor. Ekilen tarım ürünleri arasında tütün, vazgeçilmez bir yere sahip. Bölge halkının da en önemli geçim kaynaklarından biri tütün, ama Bitlis’te tütün üretimi her geçen yıl biraz daha azalıyor. Bölge halkına geçimlerini sağlama yolunda önemli bir kazanç getiren tütün üretimini sınırlandıran 5752 sayılı kanun uyarınca, belirlenen limit üzerinde tütün üretimi yapan çiftçiye ceza uygulanacağı belirtiliyor. 5752 sayılı ve 03.04.2008 tarihli değişiklikte belirtilen Tütün ve Tütün Mamulleri Kanunu’na göre; “Ticari amaç olmaksızın, kendi ürettiği ürünleri kullanarak 50 kilogramı aşmayan sarmalık kıyılmış tütün elde eden veya 350 TL’yi aşmayan fermente alkollü içki imal edenler haricinde, kurumdan tesis kurma ve faaliyet izni almadan; tütün işleyenler veya tütün mamulleri, etil alkol, metanol ya da alkollü içki üretmek üzere fabrika, tesis veya imalathane kuran ve işletenler bir yıldan üç yıla kadar hapis ve 5 bin günden 10 bin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Bu Kanun’un 6’ncı maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarına aykırı hareket edenler ile tesislerinde izin verilen kalemler dışında faaliyette bulunanlara da aynı ceza verilir.” 2008 yılında değişiklik yapılan Tütün ve Alkol Ürünleri Üretim Kanunu, tütün üreticisinin beklentilerini karşılamaktan oldukça uzakta. Bu durum, bölgede yasadışı tütün piyasasının daha da büyümesine neden oldu. Yasadışı üretimin artmasına neden olan 500 kiloluk kota uygulaması, üreticinin belini büküyor. Geçiminin büyük bir kısmını tütün üretiminden karşılayan halk; 500 kilo üretimle sınırlandırılınca değil geçimini sağlamak, 500 kilo tütünü üretmek için yaptığı masrafı bile zor karşılıyor. Zor durumdaki tütün üreticisi dernek ve vakıf kurdu Bölgenin tütün üreticileri, yürürlüğe giren kanunun değişmesi için defalarca mahkemeye başvurmuş, ama olumlu bir sonuç elde edememişler. Zor durumda kalan tütün üreticileri bir araya gelip dernek ve vakıf kurarak, seslerini yetkililere duyurmaya çalışıyor. Bitlis Merkez Tütün Üreticileri Birliği bu derneklerin en etkilisi. Dernek başkanı Maşallah Duymaz, tütün üreticisinin 2008’de değişen yasa sonucu yaşadığı mağduriyeti şöyle anlatıyor: “Bitlis’te Tekel fabrikası kapatıldıktan sonra, tütün alımları durduruldu. Üreticilere bir talimat gönderildi. O talimat şöyleydi: ‘Üretici ektiği tütünü anlaştığı firmaya veya tüccara resmi evraklar tamamlandıktan sonra satabilir.’ deniliyordu. Buraya kadar her şey gayet güzel, ama asıl düşünülmesi gereken şey firma veya tüccarın bizden ne kadar tütün talep edeceğiydi. Bu faktör göz önünde bile bulundurulmamıştı. Firmaların talep ettiği miktar çok az olunca Toprak Mahsulleri Ofisi, bütün üreticilerin 22 HAZİRAN 2011
üreteceği bir miktar belirledi. Bu kota belirlenirken üretici yararına olan hiçbir ölçüt düşünülmedi. Burada her üretici en az iki dönüm araziyi ekerek geçimini sağlayabiliyordu. Kota uygulamasıyla 200 m2 alana ekilebilecek ürünle üretici nasıl geçinsin? Bu durum üreticiyi kaçak tütün üretmeye zorluyor.” Satılan fiyatın 150 katı kadar ceza uygulanıyor Ekimi tamamen çiftçinin insiyatifine bırakılmış olan tütünün, satış aşamasına gelindiğinde aksaklıkları ortaya çıkıyor. Tütün ekilmeden önce çiftçinin resmi evrakla belirttiği, alıcısı ve kilosu belirlenmiş olan her kilodan fazlasına; 800 ila 1000 TL arasında cezai işlem uygulanıyor. Tarlada ekilmesine, biçilmesine; hatta tütünün son aşaması olan kıyılmasına dahi hiçbir ses çıkarmayan denetim mekanizması, şehir içi veya şehirlerarasında taşınan tütüne hapis cezasının yanı sıra ağır para cezası uyguluyor. Eğer çiftçinin tütünü beyan ettiği kilodan fazlaysa ve deposu ektiği ilçede değilse cezaya çarptırılabiliyor. Bu şekilde cezalandırılan onlarca insan var. Bayramalan köyünden Faik Arslan bunlardan biri: Arslan; “Ben kaçak yapılacak bir taşımacılıkta yakalanırsam para cezası alacağımı bilmiyor muyum? Tabii ki biliyorum. Fakat yapabileceğim başka hiçbir şey yok. Benden yasal şekilde alınan tütün bu işte geçimimi sağlayamayacak kadar az. Bakmam gereken bir ailem ve maaşlarını ödemem gereken işçiler var. Bu masrafların altından, birkaç
yüz kilo tütünle kalkamam. Benim en azından dört ya da beş ton tütün satmam gerekir ki, kazanç sağlayım. Yasak olduğunu bile bile bu işi yapıyoruz. Ektiğimiz tütünleri satmak için il dışına çıkarıyoruz. İki ay önce 64 kilo tütünüm denetimde yakalandı. Tütün ham haldeydi, işlenmediği için 5 bin TL ceza verdiler. Eğer
Bitlis’in Bayramalan köyünden Faik Arslan “İki ay önce 64 kilo tütünüm denetimde yakalandı. Tütün ham haldeydi, işlenmediği için 5 bin TL ceza verdiler. Eğer işlenmiş olsaydı, bu rakam söylediklerine göre 40 bin TL’yi bulabilirmiş. Ben tütünü yasal olarak sattığımda kilosuna 6 liradan ancak alıcı bulabiliyorum. Benden yasal şekilde alınan tütün bu işte geçimimi sağlayamayacak kadar az. Bakmam gereken bir ailem ve maaşlarını ödemem gereken işçiler var.” diyor Faik Arslan.
Bitlis Merkez Tütün Üreticileri Birliği Dernek Başk anı Maşallah D uymaz
işlenmiş olsaydı, bu rakam söylediklerine göre 40 bin TL’yi bulabilirmiş. Ben tütünü yasal olarak sattığımda kilosuna 6 liradan ancak alıcı bulabiliyorum. Kaçak tütün pazarında bu fiyat ikiye, üçe katlanıyor. Zaten bu da bizim ürünümüzü yasal olmayan yollardan satmamızın en büyük nedeni. Bu fiyatlarda alıcısı olan tütüne, devlet kilo başına 800 TL ve üzeri ceza kesiyor.” diyor. Bütün çiftçiler olmasa da birçoğu, kaçak yollarla geçimini sağlıyor. Yasal şekilde bu işten yeterli para kazanan üreticiler de var. Fakat onlar da, sayıları bir hayli fazla olan üreticilerin çok az bir bölümünü oluşturuyor. Tütünleri makul fiyata alacak birkaç firma da var, ancak bütün çiftçilerin ürününü alacak kadar değil. Tütün üreticileri bölgeden göç ediyor Batman, Diyarbakır, Muş, Bitlis, Adıyaman, Van, Siirt illerinde, tütün ekerek geçimlerini sağlayan binlerce aile var. Bölge ekonomisinin temel taşı tütün ticareti olunca, bu uygulamadan doğrudan etkilenen insan sayısı da yarım milyonu buluyor. Tütün tarımının kazancı, tekelin özelleştirilmesiyle iyice azalmış durumda. Zaten tütün ekmekten başka hiçbir gelir kapısı olmayan birçok çiftçi, memleketinden göç etmek zorunda kalıyor. Tütün Üreticileri Birliği’nin yalnızca Bitlis’te yaptığı araştırmalara göre; bu göç, son iki yılda iki katına ulaşmış durumda. Tütünle elde edilen kazanç az olunca yasal olmayan ticarete başvuranların sayısı da her geçen gün artıyor. Yasalar karşısında derdini açıklayamayan çiftçiler, yargılama başlamadan kimseye haber vermeden yerlerini yurtlarını terk ediyor. Yaşanan zorunlu göçleri Dernek Başkan Yardımcısı Abdülalim Armağan şöyle anlatıyor: “Biz yıllardır ailecek tütün ekeriz. Bizim ekebildiğimiz tek ürün tütündür. Benim gibi sadece tütün ekmesini becerebilen yüzlerce aile var. Biz de devlet karşısında suçlu duruma düşmek istemeyiz. Bize ‘Tütün ekmeyin.’ denilsin, ne olursa olsun ekmeyiz. Ama alternatif bir yol da göstermeleri lazım bize, yoksa hepimizin sonu kaçak ticaret olacak. Bize denilen ‘İstediğiniz kadar ekin, ama satamazsınız.’ Çiftçi de ektiğini satmak için kaçak yollara başvuruyor. Sadece benim köyümden iki aile 18 bin TL ceza yedikleri için, bir gece ansızın evlerini boşaltıp kaçmak zorunda kaldılar. Nereye gittiklerini kimse bilmiyor. Bu aileler, son çare olan kaçak tütüne başvurdukları için giden aileler. Bir de daha en başta hiç bu yola kalkışmadan, batı illerine göç eden onlarca tanıdığım aile var. Kimileri kaçıp izini kaybettirmeye çalışıyor, kimi de çeşitli miktarda yakalattıkları tütünün cezasını taksitler halinde ödemeye çalışıyor. Biz çiftçiler olarak kaçak iş yapmak istemiyoruz. Vergimizi ödeyerek, hiçbir denetimden korkmadan, babamızdan kalan mesleğimizi sürdürmek istiyoruz sadece.”
ürünleri ekmeleri önerilir. Bu önerilerin beklemedikleri çöSöyleşi zümler olduğunu ifade eden Merkez Tütün Üreticileri Birliği Başkanı Maşallah Duymaz, çözüm önerilerinin gerçekleşmesinin zor olduğunu söylüyor. Duymaz: “Tarım Kredi Kooperatifi, biz tütün üreticilerine demek istiyor ki ‘Ekmeğiniz yoksa pasta yiyin. Tütün ekiminden vazgeçin, elma fidanları alın toprağa onu dikin. Buna benzer birkaç tarım ürünü de yetiştirebilirsiniz.’ Bir elma ağacının ürün verebilmesi için yedi yıl beklemek, emek vermek gerekir. Bizim bunu bekleyecek ne zamanımız var, ne de sermayemiz. Yedi yıl boyunca nasıl geçineceğimizi kimse düşünmüyor. Bir çiftçinin böyle bir işe başladığını varsayalım. Toprak ve iklimin de buna müsait olduğunu düşünelim. En azından fidanları veya tohumu devlet karşılamalı. Bu konuları kimse dile getirmiyor. Gerçekleşmesi zor çözümler düşünüleceğine, çiftçi kaçakçılık yapmadan nasıl ayakta durabilir diye düşünülse daha makul sonuçlar ortaya çıkar. Bugün kaçak tütün piyasası milyonlarla ölçülemez durumda. Devlet bu vergi dışı sistemi denetim altına alsa, yalnızca kendisi değil çiftçisi de kazanır. Eğer bu durum göz ardı edilirse, kaçak tütün piyasası daha da büyüyecektir. Bu durumda bölge halkı kadar ekonomi de kaybetmeye mahkûm kalacaktır.” diyor. Tütün üreticileri için üreticinin daha rahat geçimini sağlayabileceği bir yol bulunmazsa, tütün üreticileri para kazanmak için yasa dışı yollara başvurulmaya devam edilecek ya da baka şehirlere göçüp geçim kapısını değiştirecek.
ERİHA
Bayramalan köyünden Faik Arslan
“Kaçak tütün piyasası büyüyecek” Tütün üreticileri sıkıntılarını üst mercilere bildirirler. Bunların arasında Bitlis Valisi, Kaymakam ve bölge milletvekilleri var. Fakat, elle tutulur gözle görülür bir çözüm üretülmiş değil. Şikâyetlerini Tarım Kredi Kooperatifi’ne ulaştırdıklarındaysa kurum tarafından elma, çilek, buğday gibi bazı tarım HAZİRAN 2011 23
ERİHA
Sı
Yaşam
88
dek
lan
rc
an
yı
şör
ai
ld
les
ır
i
e b ası yor
AHMET YILMAZ
Sırcan ailesinin 88 yıl önce başlayan fotoğrafçılık serüveni içinde birçok ilki barındırıyor. Anadolu’daki ilk kadın fotoğrafçıdan, ilk renkli vesikalık fotoğraf karesine uzanan bir serüvenin başkahramanı Sırcan ailesi. Mehmet ve Akkadın Sırcan’la başlayan, oğulları Abdullah Sırcan’la devam eden fotoğrafçılık serüveni, Abdullah Sırcan ve eşinin çabalarıyla günümüze kadar uzanır. Abdullah ve Ayten Sırcan’ın elinde yetişen İzzet Karakaya, aile mirasını bir sonraki kuşağa taşıyacak.
24 HAZİRAN 2011
18
92’de dünyaya gelen Mehmet Sırcan ilk defa, askerlik yıllarında tanışır fotoğraf kareleriyle. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’na katılan Mehmet Sırcan, ordu fotoğrafhanelerinde çalışır. Terhis olup askerden döndüğünde Kayseri’de fotoğrafçılıkla uğraşan bir tanıdığının yanında iş hayatına atılır. Ancak fotoğraf konusunda yeterli donanıma sahip olmadığını düşünen Sırcan, amcasının yanına İzmir’e gider. İzmir’de de iki yıl fotoğrafçılık üzerine çalışır. Sırcan, askerde öğrendiği, İzmir’de deneyim kazanarak farklı bakış açıları geliştirdiği fotoğrafçılık üzerine kendi atölyesini kurmak amacıyla Kayseri’ye döner. 1926’da hayalini gerçekleştiren Sırcan, üçayaklı alüminyum bir makineyle çekimlere başlar. Mesleğe atılışının ilk yıllarında halktan pek ilgi görmeyen fotoğraf daha sonra, resmi işlemlerde kullanılmaya başlayınca Mehmet Sırcan’ın fotoğraf atölyesinin kaderi değişir. Fotoğrafçı Teyze Akkadın Sırcan Mehmet Sırcan’ın fotoğrafhanesine 1926 yılının Haziran ayında genç bir çift fotoğraf çektirmek için gelir. O yıllarda halk fotoğrafa ve fotoğrafçıya aşi-
na değildir. Fotoğraf çekimi için gelen genç bayanın yüzü peçeyle örtülüdür. Mehmet Sırcan’ın telkinlerine rağmen peçesini çıkarmak istemez. “Ben yabancı erkeklerin yanında peçemi çıkarmam, namahrem olur, yüzümü açamam.” der. Eşinin ısrarları üzerine güçlükle peçesini açmaya ikna olur olmasına, ama bu defa da Mehmet Sırcan’dan kendisine bakmadan fotoğraf çekmesini ister. Zor şartlarda da olsa fotoğraf çekimi tamamlanır. Yaşanan bu olay Mehmet Sırcan’ın hoşuna gitmez. O günün akşamında eve gittiğinde eşi Akkadın Sırcan’a yaşadıklarını anlatır. Bu durumdan çok utandığını ve bir şeyler yapmak istediğini belirtir. Eşi, Akkadın Sırcan’dan, evlerinin avlusunun gün ışığı alan bir duvarına perde asmasını ve fotoğraf çektirmeye gelen bayan müşterilerin fotoğraflarını burada çekmesini ister. Akkadın Sırcan tereddütsüz kabul eder bu teklifi. Akkadın Sırcan, müstakil olan evlerinin avlusunda bayan müşterilerin fotoğraflarını çekmeye başlar.
Böylece fotoğraf çektirmek isteyen kadınlar, gönül rahatlığıyla tercih eder burayı. Akkadın Sırcan, kısa zamanda “Fotoğrafçı Teyze” diye nam salar Kayseri ve çevresinde. Evin avlusu ve çevresi evlenecek genç çiftler, diploma ve kimlik için fotoğraf çektirmek isteyen öğrencilerle dolup taşar. Akkadın Sırcan normalde ayrı ayrı çektiği gelin ve damat fotoğraflarını, yan yana çekmeye de başlar. Anneler çocuklarının fotoğraflarını çektirmek için Akkadın’ın evinin önünde sıraya girmeye başlarlar zamanla. Hatta o dönem Akkadın Sırcan eşinin fotoğraf atölyesinde kazandığı paranın daha fazlasını kazanmaya başlar. “Öbür dünyada fotoğraflara can verebilecek misin?” Akkadın Sırcan tam bir fotoğrafçı olmuştur artık. Kayseri ve çevre beldelerden gelen kadınlar ve erkekler Akkadın Sırcan’ın fotoğraf stüdyosu olarak kullandığı evine akın ederler. Kayseri’deki kadınlar arasında tanımayan yoktur onu. Mesleği gereği kadınlar arasında tanınan bir isim olur. Onun bir kadın olarak, başarılı olmasını çekemeyenler de olur. Dönemin
HAZİRAN 2011 25
bazı kadınları Akkadın Sırcan’a “Bu fotoğrafları çekiyorsun, ama öbür dünyada bunlara can verebilecek misin?” diye tepki gösterirler. Duyduğu hiçbir kötü eleştiriye aldırış etmez Akkadın. Meslek edindiği iş doğrultusunda kendini geliştirmeye devam eder. Havanın soğuk ve bulutlu olduğu günlerde de geliştirdiği yapay ışıklandırma yöntemiyle fotoğraf çekmeye devam eder. Bunları yaparken ev işlerini, çamaşırı, bulaşığı da ihmal etmez; fakat çekime daldığı zamanlarda ocakta sık sık yemek unuttuğu da olur. Fotoğrafhanede Mehmet Sırcan, evlerinin avlusunda Akkadın Sırcan, 1949 yılına kadar sürdürürler tutkuyla bağlandıkları fotoğraf çekimlerini. İşler Abdullah Sırcan’a emanet edilir Mehmet ve Akkadın çiftinin oğulları Abdullah Sırcan, anne ve babasının mesleğini ikisine de çıraklı ederek öğrenir. İlk fotoğraf atölyesini 1946 yılında “Foto Sırcan Mutahassıs” adıyla Kiçikapı’da açar. Abdullah Sırcan, fotoğrafı ve fotoğrafçılığın teknik kısmını babasından; fotoğrafta duruş, ışık, derinlik, gölge, estetik ve rötuş kısmını annesinden öğrenir. Kısa sürede işlerini yoluna koyan Abdullah Sırcan, 1947 yılında Gemerekli bir öğretmenin kızıyla evlenir. Ayten Sırcan; kız sanat enstitüsü mezunu, resim sanatına meraklı bir terzidir. Gelin geldiği evde sürekli sohbet konuları olan fotoğraf, rötuş, agrandizör, fotoğraf makineleri, objektif konuları onun da kısa zamanda merak konusu olur. Bu sayede Ayten Sırcan da kısa sürede fotoğraf çekiminin ve sanatının tüm inceliklerini öğrenir. Kayınvalidesi Akkadın Sırcan ile birlikte çekim yapmaya başlar. Mehmet ve Akkadın Sırcan çifti, oğulları ve gelinlerinin iyi birer fotoğrafçı olduklarını görünce işi onlara devrederler. Anadolu’da ilk renkli portre fotoğraflar Henüz Anadolu’da renkli çekim renkli fotoğraf çekimine başlanmadığı dönemde Ayten ve Abdullah Sırcan, portre fotoğrafları renklendirmeleriyle ünlenirler. Şu an 84 yaşında olan Ayten Sırcan fotoğrafı renklendirme sürecini şöyle anlatıyor: “Eşim önce renklendirilecek fotoğrafın çekimini yapıyordu. Daha sonra da fotoğrafı sepia haline dönüştürüp büyütüyordu. Ben de büyütülen fotoğrafın elbise ve saç kısımlarını suluboya ile renklendiriyordum. Kirpiklere, göz kapaklarına, dudaklara ve burna çok küçük kürdanların uçlarına doladığımız pamukla hassas bir şekilde anilin ve kuru toz boya kullanarak renk veriyorduk. Renklendirme işleminde benim sanat okulu mezunu olmamın payı büyüktü. Renklendirme bittikten sonra, etil alkol kullanılarak boyaları sabitliyor ve en sonunda fotoğrafın sağ tarafına ‘Foto Sırcan Mutahassıs Ressam’ yazarak işlem tamamlıyorduk.” Abdullah ve Ayten Sırcan 1953 yılına kadar Kayseri’de fotoğrafçılığa 26 HAZİRAN 2011
Karakaya: “Fotoğrafç ılık sana tında devamlılığı sağlamanın yolu yeniliklere aç ık olmaktan geç iyor. Fotoğrafç ılığın dönüm noktası, karanlık odadan dijitale geç iş oldu. Bu sürec i en iyi şekilde a tla ttık ve dijitali özümsedik. En büyük sıkıntımız ise eleman sorunu. Fotoğrafç ılığa gönül verecek eleman yetiştiremiyoruz ne yazık ki.
devam ederler. Daha sonra İstanbul’a yerleşen aile, orada da bir fotoğrafçı dükkânı açar. Akkadın Sırcan’ın hastalanması üzerine 1958’ de Kayseri’ye geri gelirler. Sırcan ailesi Hisarcıklı olduğu için 1960-1980 yılları arasında birçok Hisarcıklı genci fotoğraf konusunda yetiştirir. 5 Ocak 1975 yılında Akkadın Sırcan, 17 Temmuz 1975 yılında da Mehmet Sırcan hayatını kaybeder. Sırcan ailesinin varisi: İzzet Karakaya Abdullah ve Ayten Sırcan çiftinin üç kızı olur, ancak üçü de fotoğrafa meraklı değildir. Evlenip, yuvalarını kurarak hayatta farklı bir yön çizerler. 1972 yılında İzzet Karakaya, Abdullah Sırcan’ın çırağı olur ve kısa sürede onun güvenini kazanır. İzzet Karakaya ailenin meslek sırlarını bilen, iyi bir fotoğrafçı olarak yetiştirilir. Karakaya’yı manevi oğulları olarak gören Sırcan çifti, mesleği devam ettirecek varisleri olarak görür onu. İki fotoğrafhanenin de sahibi olan Abdullah Sırcan 1981 yılında vefat eder. Bu tarihten sonra da Ayten Sırcan ve İzzet Karakaya mesleği devam ettirir. Ayten Sırcan, İzzet Karakaya’yı manevi oğlu olarak gördüğü için aynı evde yaşamaya başlarlar. İşlerin başına geçen Karakaya manevi ailesinden gördüğü tecrübeyle fotoğraf dükkânlarını en iyi şekilde yönetir. Kendisine bırakılan bu mirası günümüze kadar getirir. Zamanla gelişen ve sektörde önemli yer tutan teknolojik gelişmeleri de kısa zamanda özümseyerek uygulamaya koyar. Teknolojik yeniliklere uyum sağlamanın, çağın gerekliliği olduğunu söyleyen Karakaya: “Fotoğrafçılık sanatında devamlılığı sağlamanın yolu yeniliklere açık olmaktan geçiyor. Biz günlük gelişmeleri takip ediyoruz. Fotoğrafçılığın dönüm noktası, karanlık odadan dijitale geçiş oldu. Bu süreci en iyi şekilde atlattık ve dijitali özümsedik. Her kesimden müşterilerimiz var. En büyük sıkıntı eleman sorunu, fotoğrafçılığa gönül verecek eleman yetiştiremiyoruz ne yazık ki. Fotoğraf konusunda iyi işler yapmamız ve sektördeki yenilikleri takip etmemiz varlığımız açısından son derece önemli.” diyor. Kayseri’nin en eski fotoğrafçılarından olan Sırcan ailesi, yaşadıkları olumsuzluklara rağmen günümüze kadar fotoğrafçılık faaliyetlerini sürdürür. Zaman içinde ailede fotoğrafa gönül verenler bir bir sonsuzluğa uğurlansa da Ayten Sırcan, aile geleneğinden kopamaz. Bugünlerde çocukları ve torunlarıyla eski fotoğraflara bakan Ayten Sırcan, anılarını yâd ediyor. Sırcan ailesinin 88 yıllık fotoğrafçılık geleneğini devam ettirecek olan İzzet Karakaya, zamanla modernleştirdiği stüdyoda Kayseri’nin tanınmış fotoğrafçılarından biri olarak çekimlerine devam ediyor.
HAZİRAN 2011 27
ERİHA
Haber Söyleşi
30 YILDA BİR DEFA GÖRÜŞÜLEN DAVA
ZAMAN AŞIMINA UĞRADI MAŞALLAH Ç AYIR
T
arihler 15 Eylül 1980’i gösterdiğinden bir gün sonra, sınavını kazanarak yerleştiği liseye başlayacak olan bir genç, tarihe Moda Çatışması olarak geçen silahlı saldırı sonucu koparılır yaşamdan. O yaz mahalledeki tek terzinin yanına çırak olarak girmiştir Ahmet Ali Özkan. Kendi elleriyle diktiği okul kıyafetini günler öncesinden hazırlamış, okulun açılacağı günü bekliyordur heyecanla. Okullar açılacağı için işinden ayrılacak olan Ahmet Ali Özkan terzideki görevini yakın arkadaşı Bayrak Bayraktar’a bırakacaktır. Arkadaşına işleri öğretmek amacıyla bir gün önceden sözleştikleri için dükkâna gitmek üzere çıkar evden. Sözleştikleri gibi Bayrak Bayraktar’la buluşup dükkâna gider, işe koyulurlar biraz sonra olacaklardan habersizce. Siyasiler yanlış insanlara sıkar kurşunu 1980’lerin başı siyasi görüşlerin keskin çizgilerle ayrıldığı, dolayısıyla karşıt görüşlü insanların bir birleriyle çatışmalarının en üst seviyeye ulaştığı dönemdir. Ahmet Ali Özkan’ın yaz boyunca çalıştığı moda terzi dükkânının sahibi siyasetle yakından ilgilidir. Dönemin çatışan iki görüşünden birini benimser. O pazar günü, her şeyden habersiz olan Ahmet Ali Özkan ve arkadaşı sözleştikleri gibi terzide buluşmuşlardı. İşleriyle ilgilenen gençler bir anda patlayan silahların sesiyle irkilirler. Otomobilleriyle terzi dükkânının önüne yanaşan karşıt düşünceli silahlı bir grup, terzi dükkânının sahibini hedef alarak dükkâna ateş açar. Neye uğradıklarını şaşıran iki delikanlı saklanmaya çalışırken dakikalarca süren silahlı saldırıda hayatını kaybeder. Olayda, karşıt görüşlerin hiçbirine mensup olmayan iki masum genç; Ahmet Ali Özkan ve yakın arkadaşı Bayrak Bayraktar kanlar içinde kalarak can verir. Terzi dükkânını tarayarak silahlı eylemlerini başarıya ulaştıran grupsa hiçbir iz bırakmadan kayıplara karışır. Ne olduğunu anlamak için mahşer alanına dönen dükkânın önüne gelen baba Mehmet Özkan o an ne olduğuna anlam veremediğini söylüyor. Bir saat sonra polisleri ikna 28 HAZİRAN 2011
edip, oğlunun cansız bedenine bakarak teşhis edebilir onu. Baba Mehmet Özkan hiç unutamadığı o günü şöyle anlatıyor: “Evden çıktığımda sokağın köşesinde büyük bir kalabalık fark ettim. Ahmet’in çalıştığı dükkân da köşeden dönüldüğünde ikinci dükkândı. Bir an içimde bir korku hissettim, ama o yıllarda protesto, miting çok oluyordu Bayrampaşa’da. Yine öyle bir şeydir diye düşündüm. Kalabalığın içerisine bakmaya gittiğimde orada bir çatışmanın meydana geldiğini gördüm. İnsanlar aralarında, içeride ölülerin olduğundan bahsediyorlardı. Kalabalığı yara yara polis kordonuna zor da olsa vardım. Oğlumun orda çalıştığını ve içeriye bakmak istediğimi söyledim. Bana bir siyasi grubun dükkâna ateş açtığı ve dükkândan da karşılık geldiği bilgisi verildi. Bir saat dil döktükten sonra oğlumun yüzünü gösterdiler bana.” Ne olduğunu bile anlamadan hayatlarının baharında öldürülen iki genç insanın mağduriyetini yazar ertesi gün gazeteler. 1980 ve öncesinin hareketli
Yaşanan gelişmeler dönemin ilkleriydi siyasi ortamı farklı O yıllarda bu olay, medya tarafından “Moda Çatışması” görüşlerden grupları karşı karşıya getirmiş, insanlar olarak adlandırılır. Haber olarak günlerce işlenen olay, siyasi düşünceleri için ilerde boy gösterecek benzer olayların açıklanmasında da öldürülmüştü. Çatışan malzeme edilir. Siyasi olaylardan uzak duran Türk Talebe grupların arasında kalan Birliği ilk defa Moda Çatışması’nın ardından görünür meybirçok masum insan da danlarda. Biri öğrenci iki gencin, çatışan siyasi gruplarla çıkan olaylarda hayatını kaybetmişti. Ahmet Ali hiçbir bağlantısı olmaması, iki siyasi grubu da derinden Özkan da onlardan biri. sarsar. Ahmet Ali Özkan’ın ve arkadaşı Bayram’ın ölümüne Ölümün soğuk yüzüyle sebebiyet veren grup mensupları ve karşı siyasi görüşün 17 yaşında tanıştı ve mensupları, ilk defa bir cenaze töreninde aynı insanın isfaili meçhul cinayetler mini sloganlarında kullanır. İki masum insanın ölümüne listesine eklenerek utanç sebebiyet veren siyasi gruplar aynı yaranın acısını çekerler. tablosunun bir köşesine İlk defa farklı siyasi gurupların katıldığı bu cenazede yo- soluk bir renk olarak düştü. Olayın üzerinden 30 yıl ğun güvenlik önlemleri alınır. Anne Nazife Özkan cenaze sonra ailesine gönderilen törenini şöyle anlatıyor: “Türk Talebe Birliği o zaman siyamahkeme tebligatı, anne si bir grup olarak görülmüyordu. Sadece öğrenci hakları ve babanın yürek sızısını için oluşturulmuş bir birlikti. Onlar Ahmet’in tamamen alevlendirmekten başka bir suçsuz ve olayların dışında olduğuna inanmış olacaklar işe yaramadı.
ki öğrenci haklarını savunmak için İstanbul’dan ve başka illerden binlerce öğrenci gelmişti cenazeye. İki siyasi gruptan biri cenazeyi sahiplendi. Diğer grup ise yapılanın yanlış olduğuna kanaat getirmiş, özür diler gibi cenaze töreninde bulunmuşlardı. Sadece bu saydıklarım binleri oluşturuyordu. Kalabalık bu denli çok olunca asker, polis, jandarma hepsi gelmişti. Tanklar Yıldırım Mahallesi’ne sığmamıştı. Güvenlik en üst düzeydeydi. Cenazede bir olay çıkmasın, iki grup taraftarı aralarında çatışmasın diye alınmıştı bunca tedbir. Oturduğumuz mahalle mahşer alanı gibiydi.” “Adalet yerini bulur diye bekledik” Yaşananlar sonrasında suçlular bulunamaz. Aradan bir yıl geçtikten sonra baba Mehmet Özkan mahkemeye çağrılır. Baba Özkan, kendisine gelen tebligatı şöyle anlatıyor: “Bir yıl boyunca sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşadık; ne bir mahkeme, ne de bir bildiri. Aradan belli bir süre geçmişti. Evde oturuyorduk öğlen vakti, radyodan eşimle bir haber duyduk. Birkaç siyasi suç hakkında arka arkaya anonslar yapıldı. Arada ‘Moda Çatışması failleri de yakalanmıştır.’ diye bir söz geçti. O an yaptığımız tek şey, olduğumuz yerde ağlamak oldu. Sevinçten mi, üzüntüden mi ağladık o gün, hala anlamış değilim. Birkaç gün sonra mahallenin muhtarı beni çağırdı. Yanına gittim, mahkeme kâğıdını uzattı bana. Belirtilen tarih geldiği zaman mahkeme salonunda
hiç tanımadığım yüzlere çaresiz baktım kaldım.” Karşısına çıkarılan tutukluları teşhis etmesi için söz hakkı verildiğinde mahkeme başkanına dönüp “Bu olayı gerçekleştirenler eğer buradaysalar, ne beni tanırlar, ne de ölen oğlumu. Ben de onları tanımam, teşhis edebileceğim hiç kimse yoktur ve boş yere de kimseyi suçlayamam.” diyebilmiş sadece. Mahkemede tutuklananlardan Moda Çatışması’yla ilgili olarak kimse tutuklanmaz ya da bir daha bu dava için mahkemeye çıkarılmaz. Her şey bitti derken gelen mektup Ailenin çağrıldığı mahkeme ilk ve son mahkeme olur. Bir daha ne bir tebligat alırlar ne de yeni bir mahkeme kurulur. Oğulları Ahmet Ali Özkan’ı öldürenler bulunamaz, isyan ve acı yüreklere gömülür. Ancak, mahkemeden otuz yıl sonra gelen bildiri Özkan ailesini 15 Eylül Pazar gününe götürür tekrar. 1980 yılında mahkeme tebligatını vermek için Mehmet Özkan’ı çağıran muhtarlık, otuz yıl aradan sonra gelen ikinci mahkeme tebligatını vermek için bir daha haber yollar. Muhtarlığa giden Mehmet Özkan gelen mektubu açtığında, otuz yıl önce açılan davanın zaman aşımına uğradığını ve davanın düştüğünü öğrenir. Yıllar sonra bir kez daha canının acımasına neden olan bu olayla ilgili baba Özkan; “Geçtiğimiz günlerde bizim muhtarın ofisinden bir telefon geldi. Muhtar da ben de bu mahallenin eskilerindeniz. Bizzat tanır beni, aradı ‘Sana bir mah-
keme kâğıdı geldi.’ dedi. Şaşırdım ben de, aklıma hiç de Ahmet’in olayı gelmedi. Zaten kimseye de söylemedim. Muhtar beni aradığında öğlen vaktiydi, kalkıp hemen muhtarlığa gittim. Ben de merak etmiştim mahkeme kâğıdını. Oraya gidene kadar sadece bir şaşkınlık vardı üzerimde. Mektubu açıp içini okumaya başladığımda hatırladığım bir şeyler gözümde canlandı, ilk gelen tebligat gibi başlıyordu yazılar. Okudukça şaşkınlığım öfke ve hüzne dönüştü. Tamamını okuyunca otuz yıl önce neler yaşadıysam o gün aynısını bir daha yaşadım. Eve dinlene dinlene gittim. Niyetim bu durumu kimseye belli etmemekti. Ancak; evdekiler benim halimi görünce, elimdeki mektubun ne olduğunu sordular, onlara uzattım kâğıdı. Keşke o mektup gelmeseydi, dava zaman aşımından düştü demeselerdi bize de biz olanlarla yetinseydik. İnsana duyulan sevgi, özlem zaman aşımına uğrar mı? Acılar zamanla aşınıp, azalır mı? Bu soruların cevabını verebilecek kimse yok maalesef. Mahkeme görevini yerine getirmenin rahatlığı içinde galiba ‘Bu dava da zaman aşımından düştü diye.’ Bizim acımızı tazelemekten başka bir işe yaramadı açılan dava.” diyerek anlatıyor adaletten beklenenin bu olmadığını. Özkan ailesinin içindeki evlat acısı yıllar geçse de tazeliğini koruyor. Olaydan otuz yıl geçmesine rağmen, faillerin bulunamaması, hatta davanın düşmesi de ayrı bir acı olarak ekleniyor anne ve babanın acı dolu yüreğine. Hiçbir alakası olmadığı halde gencecik yaşta hayatını kaybeden Ahmet Ali Özkan’ın failleri ne zaman bulunur bilinmez. Ancak bilinen bir gerçek var, ateş düştüğü yeri yakıyor. Özkan çiftinin 30 yıldır yanan yüreği bunun en güzel örneklerinden biri. HAZİRAN 2011 29
ERİHA
Haber Söyleşi
Sezar yenle doğum, dünya ülkeleri arasında k abul görmemesine rağmen Türkiye’de her geçen gün sezar yenle doğan çocuk sayısı biraz daha ar tış gösteriyor. D ünya S ağlık Örgütü’nün önerdiği sezar yen doğum oranı, tüm doğumların yüzde 15 ile 20’sini geçmiyor. Buna k arşılık Türkiye’deki k amu hastanelerindeki sezar yen doğum oranının yüzde 40, özel hastanelerdeki oranınsa yüzde 60 ile 80 civarında oluşu bu konuda göz yumulan bir ihmali işaret ediyor. S ağlık Bak anlığı konuya çözüm araya dursun, doktorlar faturaya bir yenisini eklemeyi, anneler sancı çekmeden doğum yapmayı düşünürken, yeni doğan unutuluyor. BELGİN DURAK
30 HAZİRAN 2011
Türkiye Sezaryende rekora koşuyor
D
ünya Sağlık Örgütü uyarıyor, ama Türkiye’de kamu hastanelerinde ve özel hastanelerde doktorlar anne karnına neşter vurmaya devam ediyor. Sağlık Bakanlığı normal doğumun anne ya da bebeğin sağlığı için risk teşkil ettiği durumlarda sezaryenle doğumu öneriyor. Ancak, Sağlık Bakanlığı sezaryenle doğumun hangi durumlarda yapılması gerektiğini kesin kurallarla belirleyemiyor. Çünkü birçok farklı etken doğumun sezaryenle olmasını gerektirebiliyor. Sezaryenle doğumun hangi durumlarda yapılması gerektiğini doktorların kararına ve vicdanına bırakan Bakanlık, ülkemizde sezaryenle gerçekleşen doğumların oranının fazlalığından şikâyetçi. Doktorların genellikle sezaryenle doğuma karar verdiği bazı durumlar şöyle: Önceki doğumunu sezaryen ile yapmış olanlar, bebeğin duruş pozisyonu olarak ters durduğu ya da bebeğin çok iri olduğu durumlar, kalça yapısı doğum yapamayacak kadar dar olan bayanlar, gebelik sırasında gelişen şiddetli tansiyon yükselmelerinde, bebekte gelişme geriliği olan vakalar, ameliyat geçirmişler, ikiz üçüz gebeliklerin pek çoğunda, plasentanın rahim ağzını ve dolayısıyla doğum yolunu kapadığı durumlarda, vajinada bilinen bir mikrop veya hastalık olan bazı durumlarda, ileri yaştaki gebeliklerde ve tüp bebek yoluyla gerçekleşen gebeliklerde. Ancak, Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın araştırmasıyla ortaya çıkan rakamlar Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği oranın çok üstünde. Mediko legal sorunlar sezaryenin artmasına neden oluyor
Türkiye’deki kamu hastanelerindeki sezaryen doğum oranı yüzde 40, özel hastanelerdeki oransa
yüzde 60 ile 80 civarında. Bu oranlarla Türkiye, sezaryenle doğumda dünya ülkeleri sıralamasında liste başını çekiyor. Oranların bu denli yüksek oluşunda çeşitli etkenlerin olduğunu söyleyen Erciyes Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Tayyar, sezaryenle gerçekleşen doğum oranlarının Türkiye’de bu denli yüksek oluşunu şöyle açıklıyor: “Günümüzde mediko legal sorunlar arttığından hekimler ileride yaşanabilecek sorunları en aza indirmek, ailelerin şikâyetleriyle yapılacak adli davalardan ve getirebileceği cezai yaptırımlardan kurtulmak amacıyla sezaryenle doğumu daha geniş tutma eğilimi içindeler. Kamu hastanelerinde yüzde 40 olan sezaryenle doğumun özel hastanelerde yüzde 60-80 aralığında değişkenlik göstermesinin birçok nedeni var. Bu nedenler incelendiğinde görülecektir mediko legal sorunların sonucunda ailelerin açacağı davalar önemli bir paya sahiptir bu oranlarda. Öte yandan doktorların anne adayları ve onların yakınlarıyla birebir ilişkilerinin üst düzeyde olması, gebenin doğum korkusuna karşı artmış duyarlılık ve yeni doğan ünitelerinin özellikle sağlık personeli, doktorlar yönünden yetersiz olması, özel hastanelerdeki sezaryenle doğumların fazla oluşunda önemli rol oynuyor.” Doğumun şekli konusunda anne adaylarının kafası karışık
Birinci çocuğunu sezaryenle dünyaya getiren bazı anneler, ikinci ya da üçüncü çocuğunu sezaryenle dünyaya getirmek istemediğini söylüyor. Ama öte yandan, normal doğum yaparak çocuk sahibi olan bir anne de ikinci ya da üçüncü çocuğunun kesinlikle sezaryenle dünyaya getirmek istediğini söylüyor. Kimine göre normal doğumun tercih
edilmesi gerekirken, kimine göre de kesinlikle sezaryen tercih edilmeli. Konuya ilişkin araştırmalarımız sürerken görüşmüş olduğumuz anneler de birbirlerinden farklı olarak yaklaşıyorlar doğum türlerine. Çocuğunu normal doğumla dünyaya getiren Meryem Şanlı, “Doğum korkusundan adeta uykularım kaçıyordu. Hissettiklerimi bir ebeyle paylaştım. Sadece, ‘Her anne adayı bunları yaşıyor, bunlar geçici şeyler.’ dedi. Söyledikleri tabi ki korkularımı azaltmadı. Doğumla ilgili bir eğitim programı olsaydı korkularım azalacaktı belki de. Doğuma kadar yaşadım bu korkuları. Zamanı geldiğinde hastaneye gidip çocuğumu normal doğumla dünyaya getirdim. Bebeğimin ağladığını duyduğumda inanamadım her şeyin bu kadar çabuk bitişine ve kolay oluşuna. Bebeğimi hemen kucağıma aldım. Doğumdan sonra insanın bebeğini kucağına alabilmesi mutlulukların en güzeli. Henüz yeni doğum yapmama rağmen ayağa kalkabiliyor, rahatlıkla yürüyor, oturup kalkabiliyordum. Yeniden çocuk sahibi olursam, bebeğimi yine normal doğumla dünyaya getirmek isterim. Çünkü sadece doğum anında biraz acı çektim, sonrası gayet rahattı.” “Bütün hastalara tavsiyem sezaryen”
İlk bebeğini dünyaya getiren Birgül Gürsel, Meryem Şanlı’nın aksine normal doğumun sezaryenden daha zor olduğunu söylüyor. Birgül Gürsel, sancısız bir doğum için sezaryenin tercih edilmesi gerektiği düşüncesinde. Gürsel; “O an sanki ölümü yaşadım. Çektiğim o acıyı tarif etmek mümkün değil. Normal doğum çok kolay, sezaryen gibi doğum sonrası ağrın olmuyor diyenlere kesinlikle katılmıyorum. Bir gün geçmesine rağmen hala acım, ağrım var. Hele de o doğum anı ölümden beter. Düşünmesi bile korku veriyor insana. Bütün hastalara tavsiyem sezaryen.” diyor. Eda Kılıçarslan ise çoğu hasta gibi doğum korkusundan etekleri tutuşanlardan. Tüm korkularına rağmen sezaryenin zor olacağını düşünerek bebeğini normal yollardan dünyaya getirmek ister. Ancak, bebeği ters olduğu için sezeryan doğuma karar verilir. Doktoru sezaryenle bebeği alır. Doğumundan 6-7 saat sonra görüştüğümüz Eda Hanım yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Doğumuma yirmi sekiz gün vardı. Ama doğum belirtileri başlamıştı. Acilen hastaneye geldik. Muayenede hemen doğum yapmam gerektiğini, yoksa bebeğimin özürlü olabilme ihtimalinin olduğunu söylediler. Böyle bir durumda normal doğum isteme gibi bir HAZİRAN 2011 31
şansım yoktu. Bebeğimin sağlığı her şeyden önemliydi. Mecburen sezaryen doğum yaptım. Ancak pişman değilim. Sezaryenin bu kadar kolay ve zahmetsiz olduğunu bilmiyordum. Korkmadan, endişelenmeden, zahmetsiz bir doğum için mutlaka sezaryen diyorum.” “Anneler normal doğumu tercih etmeli”
Doğumdan saatler geçmesine rağmen bebeğini hala kucağına alamadığı için depresyonda olduğunu belirten Demet Aynihan, “İlk bebeğimi sezaryenle doğurdum. Eğer doğumum sezaryen olmasaydı, ikinci bebeğimi de normal doğururdum. Sezaryene mecbur kalmazdım. İki kez ameliyat oldum. Dikiş yerlerimi hissetmiyorum. Bebeğimi hala kucağıma alamadım. Onu terk etmiş gibiyim. Kendimi suçlu hissediyorum. Normal doğum yapmış olsaydım bugün
32 HAZİRAN 2011
hastaneden çıkardım. Sezaryenle doğum çok zor. Hem beden hem de ruh sağlığı için normal yollardan doğum yapılmalı. Bütün anne adaylarına tavsiyem, eğer bebek ya da annenin sağlığını tehlikeye sokacak bir durum yoksa normal doğum yapsınlar.” diyor. Sezaryen sonrası annelerde depresyon görülebilir diyerek uyarıda bulunan Erciyes Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Tuncay Özgün, “Annenin günlük yaşantısına dönmesi, bebeğiyle ilgilenmesi sezaryende gecikmekte. Bu durumda annelerde bebeğini ihmal edilmişlik hissi olabiliyor. Bu iyi dengelenmediği zaman doğum sonrası depresyon görülebiliyor. Buna dikkat edilmeli.” diyor. “Doğum öncesi eğitim programları düzenlenmeli”
İlk çocuğunu dünyaya getiren annelerin doğum konusundaki birbiriyle çelişen düşünceleri, sezaryenle normal doğumun annelere ve anne adaylarına anlatılabileceği bir doğum öncesi eğitim programını işaret ediyor. Konuyla ilgili atılmış somut bir adım yok, ama Sağlık Bakanlığının bu görevi üstlenmesi bekleniyor. Sezaryeni azaltıp normal doğumu desteklemek için doğum öncesi eğitim programlarının düzenlenmesi gerektiğini söyleyen Erciyes Üniversitesi öğretim görevlisi Uzman Dr. Mehmet Serdar Kütük: “İlk doğumunu sezaryenle yapmış kadınlarda sonraki doğumları normal yapmak için düzenlenen klinik uygulama protokollerinin oluşturulması ve evde doğum seçeneğinin değerlendirilmesi gerekiyor. Sezaryen oranı, Sağlık Bakanlığı’nın belirlemiş olduğu yüzdenin üzerine çıktığında ilgili kliniğin mutlaka uyarılması gerekiyor. Hekimin normal doğum konusunda deneyim kazanması için, normal doğum oranı fazla olan bölgelere meslek içi eğitime göndermenin faydalı olacağını düşünüyorum.” diyor. Kadınların tıbbi nedenlerden dolayı normal doğumdan korktuğunu söyleyen Dr. Serdar Kütük, “Doğum, süreç olarak ağrılıdır. Ayrıca doğuma bağlı yırtıklar, kanamalar ve organlarda oluşabilecek travmalar annenin kendisi ile ilgili başlıca kaygılarıdır. Ayrıca bu uzun ve ağrılı sürecin bebek üzerinde yaratabileceği olası sorunlar da annenin kaygı düzeyini artırmaktadır.
Sezaryenle doğumun hangi durumlarda yapılması gerektiğini doktorların kararına ve vicdanına bırakan Bakanlık, ülkemizde sezaryenle gerçekleşen doğumların oranının fazlalığından şikâyetçi.
HAZİRAN 2011 33
Sezaryenin tıbbi gerekçelerle yapılması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca randevulu sezaryen azaltılmalı. Sezaryen sadece anne ve bebek açısından risk teşkil ettiği durumlarda yapılmalı.” Prof. Dr. Mehmet Tayyar ise; “Sezaryen tıbbi edikasyonları iyi konulduğunda annenin ve bebeğin normal doğumla kaybedeceklerini önlemede son derece başarılı bir operasyondur. Örneğin, plasentası erken ayrılan bir gebede bebeğin ve annenin ölümü bile söz konusu olabilir veya bebek oksijensiz kalarak spastik olabilir. Zamanında yapılacak bir sezaryen bu sorunların aşılmasını sağlayacaktır. Bu gibi durumlarda sezaryen elbette önemli. Ama ne anne açısından ne de bebek açısından hiçbir hayati tehlike yoksa, sırf doğum sancısı çekmemek için doğumun sezaryenle gerçekleştirilmesi doğru değil.” diyor. Ülkemizde kamu hastanelerindeki doğumların yüzde 40’ının, özel hastanelerde ki doğumlarınsa yüzde 60 ile 80’inin sezeryanle oluşuna Bakanlık çözüm bulmaya çalışsa da, sezaryenle doğum yapan hasta sayısına her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. İlaç kullanımı, hastanın hastanede kalış süresinin uzunluğu faturayı kabartıyor. Randevulu hastalar, gecenin üçünde beşinde doğumla uğraşmak istemeyen doktorun işine geliyor. Durum böyleyken sezaryen kaçınılmaz oluyor. Sağlık Bakanlığı bu üzücü duruma çözüm bulmayı, doktorlar faturaya bir yenisini eklemeyi, anneler sancı çekmeden doğum yapmayı düşünürken yeni doğan unutuluyor. Yeni doğan bebeklerin iyiliğinin her şeyden üstün tutulması gerektiğini düşünen Psikiyatr Wilheim Riche, konuya son noktayı şu sözüyle koyuyor: “Yeni doğanın iyiliğinin her şeyden üstün tutulmaya başlayacağı gün, medeniyet var olmaya başlayacaktır.”
“Sezaryen tıbbi edikasyonları iyi konulduğunda annenin ve bebeğin normal doğumla kaybedeceklerini önlemede son derece başarılı bir operasyondur.” PROF. DR. MEHMET TAY YAR 34 HAZİRAN 2011
EDA KILIÇ ARSLAN
Yaşam
ERİHA
ZÜBE YDE SÜRMELİ
Bu kahveye
erkeklerin girmesi yasak!
S
ELİF KÜTÜKOĞLU
on yıllarda cinsiyete göre ayrılan meslek dağılımları kadınların, erkek alanı olarak bilinen alanlarda da varlık göstermeye başlamasıyla beyinlere kazınan tabular da bir bir yıkılıyor. Taksici, muhtar, boksör ya da tesisatçı olan kadınlar her şeyi başarabileceklerinin mesajını veriyor artık. Bu tabloya eklenen son renklerden biri oldukça şaşırtıcı. Birkaç ay önce Konya Akşehir’de 45 yaşında evli ve iki çocuk annesi bir kadın tarafından açılan ‘Duru Kadınlar Kıraathanesi’ tamamen
erkeklerin egemen olduğu bir alana hızlı bir giriş yaptı. Kahvehanelerde bilinen o ağır havanın yerine Duru Kadınlar Kıraathanesi’nde fistolu masa örtüleri, süslü perdeleri, hijyen kokan havasıyla mekânda kadının varlığını yansıtıyor. Kıraathane işletmecisi Zübeyde Sürmeli, ilkokul mezunu, yenilikçi bir ev kadını. Kendini geliştirmek için elinden geleni ardına koymayan Zübeyde Hanım, çevresindeki birçok insanın açacağına inanmadığı kahvehaneyi, yıllarca hayalini kurduğu bir işi mutlu sona erdirmenin kıvancıyla hayata geçirir.
Eşinin desteğini alarak hedefine varır
Grup halinde toplanıp gün düzenleyen kadınları ev dışında bir mekanda bir araya getirmenin yolarını arayan Zübeyde Sürmeli, düşüncesini kahvehane açarak hayata geçirmeye karar verir. Uzun yıllar bu planı hayata geçirmenin isteğiyle yaşar. Ancak cesaretini toplayıp işe başlayamaz bir türlü. İlçe sakinlerinin, ailesinin, akrabalarının verebileceği tepki tedirgin eder onu. Tüm ihtimalleri göze alıp kesin kararını verdiğinde, Zübeyde Hanım beklediği tepkiyle de HAZİRAN 2011 35
karşılaşır. En başta eşi karşı çıkar kendisine. Kahvehaneyi açana kadarki yaşadıklarını şöyle anlatıyor Zübeyde Hanım: “Arkadaşlarla grup halinde, herhangi bir arkadaşın evinde toplanırdık. Sohbet eder, okey oynar, beraber zaman geçirirdik. Bu etkinlik sürekli tekrarlanınca kadınlara has, sadece onların girebildiği bir yer açmak geldi aklıma. Böyle bir düşüncemin olduğunu eşime söylediğimde ilk zamanlar razı gelmedi. Daha sonra, açılacak bu mekânın kadınlar için yenilik olacağını anlatarak ikna ettim kendisini. Devam eden süreçte ise yer bulma aşamasından tutun da buranın bakımı, eşyaların yerleşimi dâhil her konuda eşim yanımda oldu. Hazırlık aşamasını beraber tamamladık. Desteğini hiç esirgemedi benden. Şimdi; ‘İyi ki burayı açmaya karar vermişsin. Böyle bir yere ihtiyaç varmış.’ diyor. Bu da beni gerçekten mutlu ediyor. Eşimin yanımda olduğunu bilmek bana anlatılamayacak bir gurur veriyor.” Eşine kahve fikrini kabul ettiren Sürmeli, oğlunu ikna etme konusunda o kadar başarılı olamaz. Oğlunun duruma yaklaşımı daha sert ve nettir. Bunun için kolayca kırılmaz direnci. Oğlunu ikna etmek için çeşitli planlar kuran Zübeyde Hanım çeşitli ikna yöntemleri geliştirir. Oğlunun askere gidecek olması iyi bir fırsat yaratır. O askerdeyken hayalini gerçekleştirebilecektir. Asker yolcu edildikten sonra tüm hazırlıklar yapılır ve kadınlar kıraathanesi açılır. Askerden dönen oğlunu büyük bir sürprizle karşılayan Sürmeli, her şeyi yoluna koyduğu için oğlunun da desteğini alması kolaylaşır. Başlangıçta pek bilinmeyen kahve şimdi oldukça revaçta
Hazırlık aşamasında Sürmeli’yi tek düşündüren kahveyi nerede açacağı sorusudur. Akşehir çarşısına yakın bir yeri tercih etmeyen Zübeyde Sürmeli: “Kadınlar kahvesinin mahalle arasında olmasını özellikle tercih ettim. Çarşıda ya da çarşı yakınlarında olup da mahalleli kadınlarımızın göz önünde olmasını istemedim. Mahalle arasında olunca daha rahat hissediyorlar kendilerini. Komşularına gider gibi eşofmanla geliyorlar. Burası evime de yakın olduğu için gelip gitmek benim için de kolay oluyor.” diyor. Kahvenin açıldığı ilk zamanlar kimse bilmediği için müşteri konusunda sıkıntı çekilir. Sürmeli’nin yardımcısı Necla Tıkı: “Zübeyde ablayla beraber başladık bu işe. Kahve açıldığından beri onun yanındayım, her konuda yardımcısıyım. Kadınlar kıraathanesi ilk açıldığında kimse tarafından bilinmiyordu. O yüzden buraya gelen kişi sayısı da oldukça azdı. Bazen öyle günler oluyordu ki sabahtan akşama kadar öylece oturuyorduk. Kimse uğramıyordu. Daha sonra el ilanları dağıttık, radyoya reklam verdik. Kulaktan kulağa yayıldı böyle bir yerin açıldığı. Zamanla bilinmeye ve rağbet görmeye başladı. Şimdi belli günleri seçip, o günlerde gelen müşterilerimiz de her gün gelen müşterilerimiz de var. Emekli öğretmenlerimiz de var, haftada en az iki gün 36 HAZİRAN 2011
gelirler. Normalde akşam beş gibi kapatırız, ama dört buçukta gelenler bile oluyor. Yarım saat ya da bir saat oturup gidiyorlar. Gelenler seviyor burayı, farklı ve özel buluyorlar. Kendi evleri gibi rahat hareket ediyorlar, istedikleri müzikleri açıyorlar, bazen çaylarını bile kendileri dolduruyor.” diyerek anlatıyor yaşananları. Zübeyde Sürmeli’nin torunundan ismini alan ‘Duru Kadınlar Kıraathanesi’, gelenlere huzur veriyor adeta. Kadınların desteğini de yanına alan Sürmeli: “Özellikle kadınlardan fazlasıyla destek alıyorum. Çok iyi bir işe adım attığımı söylüyorlar. Onların bu düşünceleri beni o kadar mutlu ediyor ki doğru bir karar verdiğimi bir kez daha anlıyorum. Önceleri benden başka, kadınlar kahvesi açmak isteyen kadınlarda varmış, ama onlar da benim yaşadığım tedirginliği yaşayıp cesaret edememişler. İlk adımı benim atmış olmam kadınlara güven veriyor. Benden sonra kahve açmak isteyenleri de duydum. Açılsın tabi ki. Akşehir’in, özellikle kadınların böyle yerlere ihtiyacı var. Yeni açılan mekânlar beni çok mutlu eder. Kadınlar olarak gelişmekte olduğumuzu gösterir bu girişimler.” diyor. “Kadınlar için özel yerlerin açılması bizi mutlu ediyor.”
Yaklaşık dört aydır hizmette olan Duru Kadınlar Kıraathanesi’nin daimi müşterilerinden biri emekli öğretmen Nuriye Öztaş: “Akşehir küçük bir yer olduğu için kadınların gidebileceği pek fazla yer yok aslında. Özellikle bizim gibi emekliler için ideal bir yer burası. Zihnimizi taze tutuyoruz, sosyal kalıyoruz, vakit geçirip arkadaşlarla bir şeyler paylaşıyoruz. Şimdiye kadar hiçbir memnuniyetsizlik duymadım kadınlar tarafından. Kadınlar için özel yerlerin açılması bizi mutlu ediyor. Ev gezmelerini sevmeyenler için de zaman geçirebilecekleri güzel bir mekan oldu kahvehane. Sadece oyun onamak için değil, zaman geçirip birileriyle birkaç söz etmek isteyenler de geliyorlar. Zübeyde Hanım da Necla Hanım da güler yüzlü olunca daha fazla zevk alıyoruz. Kadınların çok titiz olduğu bir konu vardır; hijyen. Öyle bir sorunumuz da yok. Gönül rahatlığıyla yiyip içebiliyoruz. Buranın tek kalması taraftarı değilim. Başka kahvelerin açılmasını da isteriz, önümüzde seçeneklerimiz olsun.” şeklinde ifade ediyor kahvehane ile ilgili fikirlerini. Zübeyde Sürmeli’nin, Nuriye Öztaş dışında pek çok müşterisi var. Hepsiyle de iyi bir ilişkisi var; müşterilerinden oldukça memnun. Sürmeli: “Müşterilerimle aramız iyi. Dükkân sahibi-müşteri tarzında bir ilişki yok aramızda. Şaka yapabiliyoruz, sohbet edebiliyoruz, eğlenebiliyoruz, ben de oyun oynuyorum onlarla. Kahve nüfusunun kadınlardan oluşmasından kaynaklanan rahatlık da var elbette. Bazı müşterilerim eşleriyle ettikleri sohbetleri anlatıyorlar. ‘Eğer sen kahveye gidersen ben de giderim. Bizim de kahvemiz var artık.’ şeklinde esprili konuşmalar geçiyormuş aralarında. Kahvedeyken telefonları çaldığı zaman
Yıllardır akılda olan bir planı hayata geçirmek amacıyla çıkılan yolda tabuları yıkan bir kadının hikâyesi bu. İlkokul mezunu, evli ve iki çocuk annesi Zübeyde Sürmeli, Konya’nın Akşehir ilçesinde ‘Duru Kadınlar Kıraathanesi’ni açarak ilçede bir ilke imza atar. Aslında kadınların yıllardır beklediği bu ilk, kadınların evlerinin dışında da rahatlıkla nefes alabilecekleri ikinci bir atmosfer oluşturur. Konyalı kadınların çeşitli sebeplerle gittiği kahve ilk açıldığında tuhaf karşılansa da zamanla kadınlar kahvesi fikrine alışanlar hanımefendiler kahvehanenin müdavimlerinden olurlar.
yok. Hatta evde boşlukta gibi hissediyor insan kendini. Ev işi yapmaktan başka uğraş alanı yok. Ancak buraya gelince bir amacımız oluyor, vakit çabuk geçiyor. Burada üretebiliyorum, yenileniyorum, kendime güvenim geliyor.” diyor samimi bir ifadeyle. Aktif olmayı, bir şeylerle uğraşmayı seviyor Zübeyde Sürmeli. Üstelik geleceğe dair hedefleri de var. Planlarını şöyle anlatıyor: “Kendimi geliştirmeyi, kahvemi büyütmeyi düşünüyorum. Gelişmeyi seven bir insan olarak durağan olamam. Burada bazı şeyleri sisteme oturttuktan sonra daha büyük bir yere taşınıp her faaliyet için farklı köşeler ayırmayı planlıyorum. “Hem kendimi hem de kahvemi geliş- Oyun oynamak için gelenler bir yerde olsun, sohbet tirmek istiyorum.” etmek isteyenler ayrı bir yerde otursun. Daha rahat ve düzenli olur böylece. Ayrıca bir de kitap okumak isteKahveye girdikten sonra kendine güven geldiğini be- yenler için kitaplık oluşturmak istiyorum. Kitaplarım lirten Sürmeli: “Evde de oturuyoruz zaten, farklı bir şey hazır, zamanla sayısını daha da artırırım. Kitaplık alıp
bu sohbetlere biz de şahit oluyoruz zaman zaman. Nerede olduklarını sorduklarında ‘Kahvedeyim.’ cevabını almak telefonun diğer ucundaki kişiye garip geliyor. Müşterilerim ‘Neden garip geldi ki biz aştık artık kendimizi.’ şeklinde yanıtlıyor konuştuğu kişiyi. Böyle sohbetler olması hoşuma gidiyor. Alışıyorlar kadınlara ait bir kahvenin var olduğuna. Müşterilerimin eşleri de memnun buradan. Hatta akşamları da ailece gelmek istiyorlar. Çoğu kadından duydum bu isteği, ama böyle bir düşüncem yok şimdilik. İlerleyen zamanlarda neden olmasın ki.”
yerleştireceğim bir tek. Bunlar dışında okey ve tavla turnuvası düzenlemeyi düşünüyorum. Dereceye girenlere hediye vermeyi de planlıyorum ki katılım olsun. Turnuva için ilan da dağıtacağım. Böylece hem kahveyi bilen sayısı artar hem de halk için farklılık olur.” Kadının istediği zaman neleri başarabileceğinin somut bir kanıtı aslında Zübeyde Sürmeli. Örtüleri, perdeleri ve temizliğiyle akıllardaki kıraathane profilinden oldukça farklı bir mekân yarattı kadınlar için. Yapılamaz gibi görülen emelini şekillendirdi. Bir kadının parmaklarının ucundaki sihrin neleri değiştirdiğini gösteren bu başarı hikâyesi, umarız diğer kadınlarımızın da cesaretini harekete geçirir. Son günlerde sürekli şiddet olaylarıyla gündeme gelen kadınların böylesi girişimlerini görmek, gelecek günlerde kadınlarımızın her alanda varlık gösterdiği bir düzeni müjdeliyor. HAZİRAN 2011 37
ERİHA
Haber Söyleşi
Her geçen gün suları çekilen
Beyşehir Gölü kurtarılmayı bekliyor Bir bölümü Milli Park olan Beyşehir Gölü, her geçen gün azalan su seviyesiyle kurumanın eşiğinde. Devlet Su İşleri’nin, Konya Ovası’nı sulamak için kurdurduğu regülatör ile Beyşehir Gölü’nden, pek çok sulama kanalına su aktarılınca, gölün su seviyesi hızla azalmaya başladı. Hem belediyenin hem de ilçe halkının konuya duyarsız kalması tehlikeyi büyütüyor. Su seviyesi gün geçtikçe azalıyor, göl kirleniyor ve göldeki canlı sayısı azalıyor. Böyle devam ederse Beyşehir Gölü’nün eşsiz güzelliği, sadece sararmış fotoğraflarda anı olarak kalacak.
38 HAZİRAN 2011
ESRA ÖZDİLİM - M.BİLGE YILMA Z
K
onya’nın Beyşehir ilçesi sınırlarında bulunan ve ilçeye ismini veren Beyşehir Gölü, Türkiye’nin üçüncü büyük gölü. Beyşehir Gölü, güneybatısında Toros, doğusunda Erenler, güneydoğu ve kuzeybatı yönünde efsanevi Anamas ve Sultan Dağları ile çevrili tektonik bir çökeltide yer alıyor. İğdeli, Akburun, Uzunada, Kızkulesi, Mada, Yılanlı ve Külbent gibi irili ufaklı pek çok adaya da ev sahipliği yapıyor. Türkiye’nin en büyük tatlı su kaynağı olan Beyşehir Gölü, aynı zamanda Türkiye’nin en çok turist çeken doğal alanlarından biri olarak, ülke ekonomisine önemli katkılar sağlıyor. Doğal güzelliği, göçmen kuşlar için iyi bir barınak olması, göl sularına dayalı su sporlarına elverişli alanları, zengin biyolojik çeşitliliği, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle Beyşehir Gölü Milli Parkı, önemli doğal güzelliklerimizden biri. Ancak, Konya Ovası’nı sulamak için kullanılan suyun Beyşehir Gölü’nden temin
edilmesi, her geçen gün biraz daha göldeki su oranını azaltıyor. Dolayısıyla doğal hayatta bundan olumsuz etkileniyor. Devlet Su İşleri’nde de örselenen Beyşehir Gölü, yakın gelecekte kuruma tehlikesiyle yüz yüze. “Gölü kurutan DSİ’nin, yanlış sulama politikası” Beyşehir Gölü, yapılan kanallarla doğrudan Çarşamba Suyu’nu besler. Halk arasında “Uluarık” olarak adlandırılan Beyşehir, Çarşamba Çayı gidegeni vasıtasıyla, Güneydoğu doğrultusunda yaklaşık 60 km kat ederek Suğla Gölü’ne karışır. Son yıllarda artan kuraklıkla beraber Konya Ovası’nda yaşanan sulama sorununa çözüm getirebilmek için, Beyşehir Gölü sularını ovaya akıtacak bir regülatör kurulur Beyşehir’de. Açılan kanallar vasıtasıyla Beyşehir Gölü, birçok akarsuyu beslemeye başlar. Sulu tarıma kazandırılan
arazilerin üretime katkısı büyük olur, ama her geçen gün biraz daha düşen su seviyesiyle Beyşehir Gölü, kan kaybetmeye başlar. Beyşehir Birliği Göl Çevre ve Doğa Koruma Derneği Başkanı Bekir Sami Tan’a göre, DSİ’nin yıllardır uyguladığı yanlış sulama politikaları yüzünden, Beyşehir Gölü’nün sularında azalma görülüyor. Tan: “1914’ten bu yana DSİ, Türkiye’nin en büyük tatlı su kaynağının, bir gün kuraklıkla karşı karşıya kalacağını düşünmeden, Beyşehir Gölü sularıyla Konya Ovası’nı sulamıştır. 2008’de bu derneği kurmamızın asıl amacı da DSİ’nin uyguladığı yanlış politikaya ‘dur’ demek ve konuyla ilgili bilinç oluşturmaktı. Ben, Beyşehir’in çocuğuyum, gölün gözlerimin önünde tükenmesine izin veremem. Halkımız bu konuda çok duyarsız maalesef. 2008 yılında, gölün kurumasına yönelik uyguladığı yanlış sulama politikaları yüzünden DSİ’yi mahkemeye verdik ve kazandık.
HAZİRAN 2011 39
Hala istediğimiz su seviyesini yakalayamasak da, mahkeme ovaya su alınırken gölün su sevyesinin belirli bir düzeyin üzerinde olmasına karar verdi.” diyor. Halk da, belediye de sessizliğini koruyor Beyşehir Birliği Göl Çevre ve Doğa Koruma Derneği’nin DSİ’ye açtığı dava sonrasında, gölden ovaya bırakılacak suya kota uygulanması sayesinde gölün su seviyesinde belli bir artış sağlanır, ama su seviyesi hala istenilen düzeye ulaşabilmiş değil. Şimdilerde Beyşehir Gölü’nden Konya Ovası’nı sulamak için su alınabilmesi için, göl sularının belirlenen miktarın üzerinde olması gerekiyor. Bu uygulamayla, çekilen göl sularının altından ortaya çıkan bataklıklar yok edilmiş, bu sayede de bataklıklarda üreyen sivrisineklerin de önüne geçilmiş. Mahkeme kararıyla göle gelen kot 1122,41 m³. Belirlenen bu miktar da, gölün geleceğini güvence altına almaya yetmiyor. Çünkü, Beyşehir Gölü’nde su seviyesi ne kadar çok artarsa, DSİ’nin de Konya Ovası’nı sulamak için gölden çektiği su miktarı aynı oranda artış gösteriyor. Bu yüzden de göl suları, mahkemenin belirlemiş olduğu kotun üzerine çıkamıyor. Beyşehir Birliği Göl Çevre ve Doğa Koruma Derneği Başkanı Bekir Sami Tan, bu durumun Beyşehir Gölü üzerinde uzun vadede yapacağı etkileri şöyle anlatıyor: “Suya belli bir kot koydular. Bu, göl için iyi bir uygulama, ama su seviyesi arttığı halde kot azalmadığı için yerimizde sayıyoruz. Çünkü, gölün gideğeni çok ve göle çok az yerden su depolanıyor. Bu nedenle göl kendini yineleyemiyor. Bu durum da, gölün kirlenmesine ve su seviyesinin azalmasına yol açıyor. DSİ, kotanın tekabül ettiği suyun hepsini alma hakkına sahip. Devlet mecburen bu suyu almak zorunda, fakat önlemini de almalı. Bizler de tahıl ambarının kurumasını istemeyiz tabi ki, ama sulayacak bir kaynak kalmaması daha vahim bir durum.” Beyşehir Gölü tarım alanlarını, sadece kuraklığın çok görüldüğü ve sulamaya olan ihtiyacın arttığı yaz aylarında değil, bütün yıl suluyor. Sulama kanallarının yıl boyunca açık tutulması da gölde biriken fazla suyun akıp gitmesine neden oluyor. Hiçbir şekilde değerlendirilmeyen bu suların akıp gitmesine akıl sır ermiyor. Beyşehir Göl Çevre ve Doğa Koruma Derneği dernek üyeleri, boşa akıp giden suyun gölde tutulmasının gölün geleceği açısından son derece önemli olduğuna işaret ediyor. Dernek başkanı Tan: “Sulamada kullanılmayan bu sular, gölde kalsa gölün su seviyesi artacak, göl ve 40 HAZİRAN 2011
“Suya belli bir kot koydular. Bu, göl için iyi bir uygulama, ama su seviyesi arttığı halde kot azalmadığı için yerimizde sayıyoruz. Çünkü, gölün gideğeni çok ve göle çok az yerden su depolanıyor. Bu nedenle göl kendini yineleyemiyor. Bu durum da, gölün kirlenmesine ve su seviyesinin azalmasına yol açıyor.”
çevresinde görülen doğal hayat daha güvenli bir ortamda sürdürebilecek yaşamını. Ancak suların akıp gitmesi ne hikmettir ki kimseyi rahatsız etmiyor. Bu durum karşısında ne belediyemizin bir tepkisi var ne de halkımızın.” diyor. “Beyşehir Gölü Türkiye’nin can damarıdır’’ Tatlı su bakımından Türkiye’nin en önemli kaynaklarından biri olan Beyşehir Gölü, halkın içme suyu temini, sulama ihtiyaçları için kullandığı suyun tamamının karşılayabiliyor. Beyşehir Gölü’nün çok kaliteli ve temiz bir su olduğunu söyleyen Bekir Sami Tan: “Beyşehir Gölü’nün suyu çok kaliteli bir sudur. Suyumuzda kireç yok ve bunu Sağlık Bakanlığı da onayladı. Gölün yapısı her ne kadar karma olsa da, Türkiye’nin en güzel tatlı suyu Beyşehir Gölü havzasındadır. Yetkililer bunu daha fazla önem verse, Beyşehir Gölü’nün suyuyla Türkiye sınırında su sıkıntısı kalmayacağına inancım çok büyük. Türkiye’nin tatlı su kaynağının büyük bölümünü tek başına karşılayacak kapasiteye sahip Beyşehir Gölü. Beyşehir Gölü, her bakımdan Türkiye’nin can damarıdır.” diyor. 2007 yılında Konya Ovası Projesi’nin (KOP) temelleri atılır. Konya
Ovası’nın susuzluğunu gidereceği planlanan proje ile tahıl ambarının geleceği de kurtarılacaktır. Ancak Konya Ovası için umut ışığı olacak mavi tünel, Beyşehir Gölü’ne fayda sağlamayacak ne yazık ki. Konuyla ilgili olarak Bekir Sami Tan şu bilgileri veriyor: “KOP güzel bir iş, iyi bir yatırım. Beyşehir Gölü’nün suladığı birçok ova, artık tünellerden gelen sularla sulanacak. Fakat, yine de çevre köyler ve kasabalar bu projeden faydalanamayacak. Yani yakın çevreler yine göl suyunu kullanmak zorunda kalacak. Bunun için önlem alınmazsa göl su kaybetmeye devam edecek. Konya Ovası Projesi’nin Beyşehir halkına faydası olmayacak. Onlar yine arazilerini, içme sularını sağladıkları Beyşehir Gölü’nden almak zorunda kalacak.” Beyşehir Gölü’nün Konya’ya sağladığı içme suyunun bozulmaması, göl ve çevresinde görülen doğal hayatın devamlılığı için göl suyunun daha doğru politikalarla kullanılması son derece önemli Konya’nın ve Beyşehir Gölü’nün geleceği için. Gölün kirliliği balık popülâsyonunu da etkiliyor Beyşehir Gölü’nde çok sayıda sazan balığı, aynalı sazan, turna, levrek, kadife balığı bulunmaktay-
RE YHAN AKIŞ HAZİRAN 2011 41
dı. Fakat, son yıllarda göldeki su seviyesinin azalmasıyla ortaya çıkan kirlilik, balık miktarını ve çeşitliliğini önemli ölçüde etkiledi. Ayrıca gölde avlanan balıkçıların kullandıkları ağlarda bulunan kurşunlarda gölde bakteri oluşumuna neden oldu. Yıllardır amatör balıkçılık yapan Reyhan Akış: “Yıllar önce gölden farklı çeşitlerde balık çıkardık. Şimdi balıkların türü de azaldı, lezzeti de. Soframıza kendi gölümüzün balığını koyamıyoruz, çünkü balık çıkmıyor. Ne göl kenarında oltaya, ne de gölün açıklarında ağa takılıyorlar. Artık balıkçılık geçim kaynağı olmaktan çıkıp bir hobi haline dönüştü. Gölün ekolojik özellikleri bozuldukça, faaliyetlerimiz de olumsuz bir biçimde etkileniyor. Göl suyu oldukça kirli, gölün temizlenmeye ihtiyacı var. Ancak bu durum, halkın da belediyenin de umurunda değil. Su seviyesi azaldıkça göl kirlenmeye devam edecek. Herkesin bu konuda sesini yükseltmesi gerekiyor, bu kadar ilgisiz olunmamalı.” diyor. Su biterse medeniyet de biter Beyşehir’de yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu tarımla uğraşıyor. Gölden aldıkları su, hayat veriyor bahçelerinde ektikleri ürünlere. Son yıllarda küresel ısınmanın etkilerine bağlı olarak kendini hissettiren kuraklık, tarım arazilerinin yeterince sulanamamasına bağlı olarak miktarı azalan, kalitesi düşen ve lezzet kaybına uğrayan ürününü satamayan halkın belini bükmüş durumda. Daha önce Konya’nın Akşehir ilçesinde de böyle bir sorun yaşadığını belirten Bekir Sami Tan: “Su kamunun malıdır. Gölden aşırı su çekilmesi, gölün ekolojik özellikleri üzerinde ardışık ve artan olumsuz etkilere neden olmaktadır. Su seviyesinin azalmasıyla kıyılarda kumullanma ve erozyon, sediman birikimi, sualtı bitkilerinde artış, balıkların yumurtlama alanlarının bozulması gibi etkiler ortaya çıkarmaktadır. Halkımız Akşehir Gölü’nün dramını çok çabuk unuttu. Akşehir’de su tükendi, her şey bitti. Orada yetişen bitkilerin tadı bile yok oldu. Beyşehir Gölü’nün suyu biterse medeniyet de biter.” diyor. Temel ihtiyaçları karşılayan çiftçilerin ve balıkçıların geçim kapısı olan Beyşehir Gölü kurtarılmayı bekliyor.
42 HAZİRAN 2011
1993 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla kurulan Beyşehir Gölü Milli Park’ı 88 bin 750 hektarlık alanı kapsıyor. Ülkemizde, “Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü” bünyesinde koruma altında bulundurulan toplam 897 bin 657 hektarlık alana sahip 40 adet milli park bulunuyor. Bu milli park alanlarından en genişi ise, Beyşehir Gölü Milli Parkı olarak dikkat çekiyor. Ancak, gölden aşırı su çekilmesi gölün ekolojik özellikleri üzerinde ardışık ve artan olumsuz etkilere neden oluyor.
BEKİR SAMİ TAN
Haber
ERİHA
Kapatılan
Tren
hattının
değeri
sonra 58 anlaşıldı
yıl
1892’de hizmete açılan 42 kilometrelik Bursa-Mudanya tren hattının değeri, hattın kapatılışından 58 yıl sonra anlaşıldı. Bursa-Mudanya demiryolu, zarar ettiği gerekçesiyle 10 Temmuz 1953’te Türkiye Büyük Millet Meçlisi kararı ile kapatılmış, hat sökülerek raylar satılmıştı. Ama bugün Bursa-Mudanya tren hattının geçtiği güzergaha çok yakın bir yerde hizmete açılan nostaljik tiren hattı, 1953’te kapatılan hattın büyük bir haksızlığa kurban gittiğine işaret ediyor. HAZİRAN 2011 43
İBRAHİM ARSLAN
1926’da Cenal Nadir’in yayınladığı broşürde, BursaMudanya arası tren fiyatları, fiyatlar, birincidiğer mevki 135 araçlara kuruş, göre Mudanya-Bursa demirbilet yolu tarifesindeki motorlu ikincidaha mevki 98,30 kuruş, üçüncü mevki 60 kuruş ve az olsa da ulaşım süresindeki zaman kaybı trene olan ilgiyi4-10 azaltmış. yaş1926 arası çocuklarda mevkiye göre biletgöre, fiyatının yılında Cemal Nadir'in yayınladığı broşüre trendeki yarısı birinci mevki fiyatı 135 kuruş, ikinciBursa-Mudanya mevki 98,30 kuruş, üçüncü mevki 60 kuruş, dör t ile on olarak belirtilmiştir. demiryolu tarifesindeki yaşına kadar olan çocuklardan yarım biletazfiyatı alınıyormuş.olsa fiyatlar diğer motorlu araçlara göre daha belirlenmiş da diğer motorlu araçlarla ulaşım süresi karşılaştırıldığında yaşanan aksamalar trene olan ilgiyi giderek azaltınca, hat ulaşıma kapatılır.
44 HAZİRAN 2011
B
ursa’nın trenle tanışması 1800’lü yılların ortasına denk geliyor. O dönem Avrupa’nın lokomotif devletleri tren hatlarını geliştirmede birbirleriyle yarışır bu alanda birbirleriyle yarışır. Osmanlı İmparatorluğu da bu duruma kayıtsız kalamaz ve demir yolu ulaşımı hususunda ferman hazırlatır. Yapılması planlanan ana hat, İstanbul-Bağdat tren hattıdır. Pressel'in projesi Haydarpaşa'dan başlayıp, içine Bursa-Mudanya hattını da alarak, Suriye-Bağdat demiryoluna bağlanacak şekilde tasarlanmıştır. Bursa-Mudanya demir yolu 1891 yılında Fransızlar tarafından yapılır. 17 Haziran 1892’de gerçekleştirilen açılış törenine, Bingazi Vapuru ile İstanbul’dan Mudanya’ya, buradan da trenle Bursa’ya gelen Sultan II. Abdülhamit de katılır. Hat üzerine Mudanya İstasyonu, Yörükali İstasyonu, Koru İstasyonu, Acemler İstasyonu, Bursa Bekleme İstasyonu (Merinos) ve Bursa İstasyonu olmak üzere toplam 6 istasyon yapılır. Bursa-Mudanya demiryolu hattı 6 lokomotif, 14 yolcu vagonu, 50 yük vagonu ile Bursalıların hizmetindedir artık. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi Bölümü öğretim üyesi Dr. Mine Akkuş, tren hattının kapatılmadan öncede, büyük sıkıntılar içerisinde olduğunu söylüyor. Akkuş, “Aksaklık ve sorunlarla birlikte hattın işletimine devam edildi. 3 Ocak 1917 tarihli kayıtlara göre hükümet tarafından demiryollarının ve rıhtımların işletilmesi kararı alınır. Ulusal Mücadele Dönemi’nde işgal altında bulunan bölgelerdeki demiryolları emperyalist devletlerin kontrolünde bulunduğu için, Yunan işgali altında bulunan Bursa’da, Bursa-Mudanya Demiryolu ve Rıhtımı da yabancıların denetimindedir. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında hattın işletimi ile ilgili ilk düzenleme Temmuz 1923’te yapılır. Bu düzenlemede TBMM Hükümeti adına Nafia Vekili ile Mösyö Lahrer arasında bir anlaşma imzalanarak, tarifeler, şirketin geliri ile ilgili düzenleme yapılır ve çalışanların Türk olması hükmü konulur bilgisini verdikten sonra, 1931’de Bursa-Mudanya demiryolu hattı yabancılardan satın alınarak kamulaştırıldığını söyledi. Tren Bursalılar’ın eğlence kaynağıydı Tren, hizmete girdiği günden itibaren ulaşımın yanı sıra, halkın eğlence kaynağı da olmuştur. 41 kilometre uzunluğundaki tren yolculuğu, trenin saatte 30 kilometre gitmesinden dolayı iki saat kadar sürermiş. Mudanya treninin yavaşlığı hakkında da ilginç hikâyeler anlatılır. Lokomotifin hızı Geçit'ten sonraki Tepederbent Rampası’nı tırmanırken iyice düştüğünden çocuklar, tren HAZİRAN 2011 45
yokuş çıkmaya başladığında trenden iner, çevredeki meyvelerden toplar, sonra tekrar treni yakalarlarmış. Kapalıçarşı’dan Sütçü Ahmet adındaki şahıs ise trenle yarışırmış. Ancak, çok sürmez Bursa-Mudanya tren hattının Bursalılar’ın gönlündeki saltanatı. Motorlu araçların gündelik hayattaki kullanımı arttıkça, trene olan ilgi azalmaya başlar. Her ne kadar 1926’da Cemal Nadir'in yayınladığı bir broşürde, Mudanya-Bursa demiryolu tarifesinin diğer motorlu araçlara göre daha ucuz olduğu duyurulsa da ulaşım süresindeki zaman kaybı trene olan ilgiyi azaltmıştır. Broşüre göre, trendeki birinci mevki fiyatı 135 kuruş, ikinci mevki 98,30 kuruş, üçüncü mevki 60 kuruş, dört ile on yaşına kadar olan çocuklardan yarım bilet fiyatı alınıyormuş. Bu durum tren işletmesinin lojistik taşımacılığa yönelmesine neden olur. Yolcu sayısındaki düşüşün açığını, lojistik taşımacılıkla dengelemeye çalışan Bursa-Mudanya Tren Hattı İşletmesi, motorlu taşıtlar için kullanılan yakıtın fiyatı düşünce tekrar sıkıntı içine girer. Tren hattı 1953’te TBMM kararıyla kaldırıldı 1950 başlarında Bursa’da faaliyet göstermeye başlayan nakliyat şirketlerinin, Mudanya treninin Merinos fabrikası için taşıdığı yükleri daha az maliyete, daha kısa zamanda taşıyabileceklerini duyurup, bu konuda uzlaşmaları fabrikanın kömürünü ve ürettiği kumaşların taşıma işini de elinden alır. Artık hat sadece turistlik amaç için kullanılır. Çok geçmeden hattın kapatılması konusu gündeme gelir. 1953’de zarar ediyor gerekçesiyle TBMM kararıyla tren hattı hizmet dışı bırakılır. Raylar zaman içersinde sökülerek satılır. 79 yıl hizmet veren Mudanya-Bursa demiryolunun tek yönlü olması ve diğer hatlara bağlanamaması hattın sonunu getirir. Tren hizmetten kaldırıldıktan sonra, çeşitli amaçlarla kullanılan gar binası, 1989’da hizmete açılmak için restore edilir. Mudanya Belediyesi’nden kiralanan 160 yıllık gar binası, bugün otel olarak misafirlerini ağırlıyor. Bursa-Mudanya tren hattı üzerinde bulanan 6 istasyonlardan sadece 3’ü günümüze gelebilmiş. Daha önce tren hattının geçtiği cadde hâlâ “Demiryolu Caddesi” ismini taşıyor. Günümüzde Bursa Bekleme istasyonu ve Acemler istasyonu binaları kafeterya olarak kullanılıyor. Merkez tren istasyonunu hazineden devralan Osmangazi Belediyesi ve Çekül Vakfı, ortaklaşa gerçekleştirdikleri projeyle tarihi istasyonu restore ederek, kır düğün alanı, kafeterya ve nikâh sarayı olarak hizmete sokmuş. Tarihi Merinos İstasyonu’nun restore edilmesinin ardından, senelerce hizmet veren tarihi kara tren, Bursalılar’la tekrar buluşturulur. Bursa’ya Nostaljik Tren 2011 Ocağında yapımına başlanıp, Haziran ayında 46 HAZİRAN 2011
Bursa-Mudanya tren hattı üzerinde bulunan 6 istasyondan sadece 3’ü günümüze gelebilmiş. Daha önce tren hattının geçtiği cadde hala ‘Demiryolu Caddesi’ ismini taşıyor. Günümüzde, ‘Bursa Bekleme İstasyonu’ ve ‘Acemler İstasyonu’ kafeterya olarak kullanılıyor. Merkez teren istasyonunu hazineden devralan Osmangazi Belediyesi ve Çekül Vakfı, ortaklaşa gerçekleştirdikleri projeyle, tarihi istasyonu restore ederek, kır düğün alanı, kafeterya ve nikah sarayı olarak hizmete sokmuş.
MURAT KOŞUDAĞ
Nostaljik Tren, cadde esnafının kafasını karıştırdı 30 yıldır Cumhuriyet Caddesi üzerinde esnaflık yapan Mustafa Durusu, Nostaljik Tren’in Bursa’yı canlandıracağına inanıyor. Durusu, “Caddenin trafiğe kapatılmasıyla beraber, insanların caddeye geliş sıklıkları yüzde elli civarında artış gösterdi. Tren faaliyete geçeli bir hafta oldu. İşlerimiz olumlu derecede etkilendi. Tren hattının açılmasından sonra, bazı esnaflar başka alanlara yönelmek zorunda kalacaklar. En doğrusu da bu olur zaten. Cafe, restoran, ucuzluk mağazaları gibi yerlerin açılması gerekir. Tren daha şimdiden buraya nos-
taljik bir hava kattı. Şu an cadde üzerindeki binalar restore edilip, dış cepheleri uygun hale getiriliyor. Önceden cadde üzerindeki tarihi binalara çivi bile çakamazdık. Binalar çürümeye yıkılmaya yüz tutuyordu. Trenle beraber caddenin çehresi değişmiş durumda. Şimdiden yoğun bir turist akını var. Özellikle Araplar oldukça ilgi gösteriyor trene.” Trenin açılışından sonra ortalığın canlandığını düşünen esnaf, trenin çarşıya çok yakıştığını söylüyor. Cadde üzerindeki esnafların bir bölümüyse, trenin
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe Nostaljik Tren Hattı’dan oldukça umutlu. Altepe, “Osmangazi ilçesi sınırları içerisinde yer alan Cumhuriyet Caddesi boyunca uzayan hat üzerinde üç vagon çalışacak. Proje kapsamında bölgedeki tüm anıtsal yapılar, sokakların düzenlenmesi, sivil mimarlık örneği eserlerle ilgili dünyaca ünlü mimarla çalışılıyor. Bu bölge, yeme, içme, konaklama ve alışveriş mekânlarıyla yaşayan bir cazibe merkezi haline gelecek. Bölgenin kısa zamanda UNESCO’nun dünya mirası listesine girmesini de sağlayacağız” diyor faaliyete geçmesine olumlu bakmıyor. Mustafa Durusu’ ya göre, bu düşünce konuya geçekçi olarak yaklaşmayanlara ait. Durusu, “30 yıldır bu çarşıda esnafım. Önceden cadde üzerinde yaya trafiği yok denecek kadar azdı. Araç trafiği, toz, egzos gazı, gürültü insanları aşırı derecede rahatsız ediyordu. Şimdi cadde trafiğe kapatıldı. Toz, duman, gürültü kalmadı. Üstüne üstlük yaya trafiğinde çok büyük bir artış yaşandı. Bundan sekiz yıl önce de alt cadde trafiğe kapatılınca da aynı böyle tepki verdilmişti.”
MUSTAFA DURUSU
faaliyete geçen Nostaljik Tren Bursalılar’ı heyecanlandırmış görünüyor. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe Nostaljik Tren Hattı’dan oldukça umutlu. Nostaljik Tren’in, Bursa’nın tarihi zenginliğini turizme açacağını, şehrin vizyonunu değiştireceğini söylüyor. Altepe, “Osmangazi ilçesi sınırları içerisinde yer alan Cumhuriyet Caddesi boyunca uzayan hat üzerinde üç vagon çalışacak. Proje kapsamında bölgedeki tüm anıtsal yapılar, sokakların düzenlenmesi, sivil mimarlık örneği eserlerle ilgili çalışılıyor. Caddedeki tüm binalar elden geçirilecek ve onarılacak. Cepheleri dokuya uygun olarak düzenlenecek. Nostaljik tramvayın da katılımıyla bu bölge gece gündüz yaşayan bir merkez olacak. Yeme, içme, konaklama ve alışveriş mekânlarıyla yaşayan bir cazibe merkezi haline gelecek. Bu projeden bölge esnafı da faydalanacak. Nostaljik tren, Bursa ekonomisi ve Türkiye ekonomisine de katkı sağlayacak. Bölgenin kısa zamanda UNESCO’nun dünya mirası listesine girmesini de sağlayacağız.” diyerek projenin Bursa’ya getireceği kazanımları özetliyor.
50 yıldır cadde üzerinde şekerlemeci dükkânı işleten Hamit Yazdalı, tren hattının gelişiyle müşterilerinde azalma olduğunu söylüyor. Yazdalı “Benim müşterilerim sağda soldaydı. Elli yıldır buraya gelen, giden müşterilerim vardı. Cadde trafiğe kapatıldı, bizim işler de oldukça azaldı. Karşı dükkânda çiçekçi var mesela, o da aynı durumda. Müşteriler önceden arabasıyla gelip çiçeğini saksısını alır, giderdi. Şimdi cadde trafiğe kapatıldı. Müşteriler aldıkları malzemeyi elinde taşımak istemiyor, onun için başka yerden alışveriş ediyor. Tren hattı çok güzel oldu olmasına, ama bu tip olumsuzlukları da beraberinde getirdi.” diyor. 32 yaşındaki ayakkabı mağazası işleten Murat Koşudağ ise, Nostaljik Trenin getirisinin ya da götürüsünün neler olabileceğini söylemek konusunda henüz erken olduğunu düşünüyor. Koşudağ, “Hattın yapıldığı Cumhuriyet Caddesi’ne alternatif bir güzergâh oluşturulmadı. Bu durum biraz sıkıntı yarattı. Caddenin trafiğe kapatılması, esnaf çeşitliliğinde bir değişime neden oldu. Toptancıların yerine farklı mağazalar açılmaya başlandı. Şu an cadde üzerindeki binaların, dükkânların değeri iki kat artmış durumda. Büyük restoranlar ve fast food firmaları burada dükkân açmak için birbirleriyle yarışıyor. Eğer hat biraz daha uzatılırsa, oralarda da değişim olur.” diyor. Tren hattının, Güzelyalı Feribot İskelesine bağlanması söz konusu. Böylelikle feribottan inenlerin, direkt olarak tarihi mekânların göbeğinden geçen Nostaljik Tren Hattı’na ulaşması hedefleniyor. Oysaki Mudanya İskelesi’nden Bursa’nın içlerine kadar giren Bursa-Mudanya tren hattı, 58 yıl önce zarar ediyor gerekçesiyle kaldırılmamış olsaydı, yapılacak ufak tefek değişikliklerle Nostaljik Tren Hattı’nın işlevini üstlenebilecekti. HAZİRAN 2011 47
ERİHA
Haber
u r u d ğ a M ı ğ a y a D n e m t Ö ğ re SERC AN TOPÇULAR
n ı ’ n a n i S
Okuma Aşkı
48 HAZİRAN 2011
de ü r ki ye’ l l i T , k ı t l a e enge inan S Barış S binlerce görm i. Onu ir n yaşaya tan sadece b an, ıl aş vatand nden farklı k diği ri er diğerle eci ruhu ve v lde ettiği l e ae mücad enin sonund e öğrenme v el mücad aşarı. Okuma inan Saltık, b S sayısız dolup taşan şarken le ya nce isteğiy heyecanını p edili r a d n a n s ında 23 Ni i taraf , ama asla n e m t öğre eder deleci b a y c a ü k m i , in gözler ayata. Sinan e elde ettiği v zh ni aşar nın eve küsme i l e g n ma ae ruhuyl la engelli ol ardımıyla y ar başarıl başkalarının ığının, en ad p, k a p a n ı t u n m a k o l m i o l u r. tu bir hayata eklerinden rn güzel ö
HAZİRAN 2011 49
Küçük yaşta başlar Barış Sinan Saltı’ın okuma tutkusu. Henüz üç buçuk yaşındayken öğrenir okuma-yazmayı. Okul çağı geldiğinde Ankara Ulus İlköğretim Okulu’nda eğitim-öğretim hayatına başlar. Sinan’ın hayatının kökünden değişeceği yer olur bu okul. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamasında yaşadığı talihsiz olay Sinan’ın dünyasını
karanlığa boğar, ama büyüsüne kapıldığı kitaplardan koparamaz onu. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda yaşadığı talihsizliği şöyle anlatıyor Sinan Saltık: “23 Nisan’a hazırlanmıştık en güzel şekilde. Ankara 19 Mayıs Stadyumu’ndaki törenlere katılmak için her şey hazırdı. Tören alanı okula yakın olduğu için bizi sıraya dizdiler, tören alanına doğru yürümeye başladık. Yolda ilerlerken çocukluğun verdiği heyecanla hoplayıp, zıplamaya başladım ve sıradan çıktım. Ama benim yaptığım küçük disiplinsizlik öğretmenimin gözünde o kadar büyüktü ki verdiği cezanın bedeli çok ağır oldu. Benim hayatımı değiştirecek büyük bir hata yaptı, bayram heyecanından dolayı yerinde duramayan bir çocuğu döverek gözünü kör etti. Ulu Önder Atatürk’ün çocuklara bayram olarak hediye ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı bir öğretmenden yediği dayak sonrası bir gözü kör olan bir çocuk olarak geride kaldım.” Öğretmeninden yediği dayak sonrası sağ gözü kör olan Sinan Saltık’ı bekleyen başka bir tehlike daha vardır. Talihsiz çocuğun 23 Nisan heyecanı, telafisi mümkün olmayan sağlık sorunlarıyla sonuçlanır.
Hayata küsmeden verilen azimli bir mücadele
Bayram heyecanıyla yerinde duramayan Sinan, öğretmen dayağıyla sağ gözünü kaybeder, ama Sinan’ın sol gözünün de kör olma olasılığı olduğunu söyler doktorlar. Bunu öğrenen aile ikinci defa yıkılır, ama dik durmaktan başka bir çareleri yoktur. Çocuklarının diğer gözü de tamamen kör olmadan Sinan’ı Aydınlıkevler Körler Okulu’na yazdırırlar. Sinan’ın yaşadığı talihsiz olay onun okuma sevgisinden ve azminden hiçbir şey eksiltmez, aksine o, doktorların gözünü sürekli dinlendirmesi uyarısına karşı, her an, biraz daha okuma isteğiyle dolup taşar. Neticede doktorların söylediği olasılık gerçekleşir, 15 yaşında sol gözünü de kaybeder Sinan Saltık. Ama yılmaz azimli çocuk, ikinci gözünü de kaybetmesiyle hayata küseceğini sananlar çok geçmeden yanıldıklarını anlarlar. Atatürk 50 HAZİRAN 2011
Orman Çifliğin’de bulduğu işe girebilmek için yaşını 3 yıl büyüttür. Fakat bu iş, Sinan’ı en büyük tutkusu olan okulundan uzaklaştırır. Liseyi bitirmeden ayrılır okuldan. Okulu bırakmak onun için yeri asla doldurulamayacak bir boşluk yaratır. O boşlığu doldurmak için Antalya’da hizmet veren, körler derneğinin seslendirdiği lise kitaplarını alarak liseyi dışarıdan bitirme sınavlarına hazırlanır. Çok hırslıdır Saltık, Ankara Gazi Çiftlik Lisesi’ni tek dönemde bitirip mezun olur. Bu da yetmez ona, aynı yıl yapılan üniversiteye giriş sınavında da büyük bir başarı gösterir. Sınav sonuçları açıklandığında Türkiye derecesiyle Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yarım kalan eğitimine devam eder. Sinan Saltık, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “En büyük mutluluğum okuyor olmaktı, çok seviyorum ve hala hayatımın en önemli olgularından biri sayarım okumayı. Gözlerim görmediği için kitapları parayla tuttuğumuz okuyuculara okutup, teyplere kaydettiriyorduk. Kaset ve teyp çok fazla uğraştırıyordu bizi. Genelde okunan metinler sınavlara bir iki hafta kala elime ulaşırdı ve çoğu da son derece kötü okunmuş olurdu. Ne söylendiği ya anlaşılmazdı ya da yanlış okunmuş olurdu. Üniversitede de böyle yanlış okunan bir terim yüzünden birçok dersten kaldım. T.C.K. hukukta Türk Ceza Kanunu’nun kısaltmasıdır. Sınava girdim hoca soru soruyor ben cevaplıyorum. Sınavdan çıktım 100 alacağımı hesap ediyorum, ama notlar açıklanınca 0 aldığımı öğrendim. Hemen hocanın yanına çıktım. Nasıl olur dedim. Hoca izah etti. Meğer okuyucu bunu, Türkiye Cumhuriyeti Kanunu diye okumuş. Bu yüzden çok dersten kaldım. Bazen de okuyucuya verdiğimiz teyp ve kaset geri gelmezdi.” Yaşanan olumsuzluklar yıldırmaz Sinan Saltık’ı. O, her şeye rağmen üç üniversite bitirmenin verdiği mutlulukla devam ediyor yoluna.
Toplumun haksız galibiyeti uzun sürmüyor...
Sinan Saltık, yaşadığı çeşitli zorlukları aşmanın mutluluğuyla öğrenme ve öğretmeye olan ilgi ve becerisini, kendi gibi görme engellilerle paylaşmak ister. İyi düzeyde bilgisayar kullanabiliyor olması, bu aşamada gönül verdiği işi yapmasının önünü açar adeta. Kendi yaşadığı sıkıntıları başkaları da yaşamasın diye elinden gelenden fazlasını koyar ortaya. “Aslında hiçbir şey engelle alakalı değil. Eğer siz iyi olursanız çevrenizdeki herkes iyi oluyor. Ben son derece sosyal bir insanım. Çevremdeki insanlarla iyi geçinirim, ancak biz görme engelliler hayata 1-0 yenik başlıyoruz, toplumun kalıplaşmış ön yargıları yüzünden. Her görmeyenin mutlaka bir artısı olmak zorunda hayatı kazanmak için. Ancak bu artıyla diğer insanlarla eşit olduğumuzu ortaya koyabiliyoruz. O zaman insanlar daha normal bir şey olarak görüyor engellerimizi.” diyor. Vücudunun bir bölümünün işlevini yerine getirememesi sonucunda engelli ilan
ettiğimiz insanlardan çok, kendi düşüncemizde geliştirdiğimiz engelleri yıkmamız gerektiğini söylüyor Sinan Saltık. Lisanslı satranç sporcusu olan Sinan Saltık kendi gibi engelli olanlar arasında kendi artısının, çok iyi derecede bilgisayar kullanabilmek ve öğrendiği şeyleri öğretebilme yeteneğinin olduğunu söylüyor. Saltık zamanını bol bol kitap okuyarak ve satranç oynayarak geçiriyor. O, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir salonunda, tahtaya hiç dokunmadan aynı anda 18 kişiyle satranç oynayıp, 17 kişiyi yeniyor, biriyle de berabere kalabilecek kadar iyi biliyor işini. Annesi Gülnaz ve babası Süleyman Saltık’ın her zaman kendinini desteklediklerini söyleyen Sinan, ailelerin engelli çocuklarına yaklaşımının çok önemli olduğuna dikkat çekiyor. “Ailem, benim ihtiyaçlarımı, onların olmadığı zamanlarda kendi başıma, kimseye bağımlı kalmadan giderebilmemi sağladılar, öyle yetiştirdiler beni. Neyi nasıl yapmam gerektiğini öğrenmemde ailemin çok büyük desteği vardır. Her ihtiyacımı karşılamak için seferber olmadılar, benim ihtiyaçlarımı karşılayabileceğime olan inançları, kendime güvenmemi ve çevremi daha iyi tanıyıp kendi başıma hareket edebilmemi sağladı. Mesela, babam koluma girip hiçbir zaman beni bir yere götürmedi, bir yerde bir zorlukla karşılaşsam, örneğin bir yol kenarında karşıya geçebilmek için beklesem, babam yardımcı olmamıştır bana. Takip edermiş beni, ama karşıdan karşıya kendi başıma geçmem için beklermiş. Koluma girip beni karşıya geçirebilirdi, ama o asıl bunu yapmayarak bana yardım etti. Kimseye muhtaç değilim karşıdan karşıya geçerken ya da başka bir ihtiyacımı giderirken. Annem de elinden geldiğince okumama yardımcı oldu” 27 yaşındaki Sinan Saltık, kendini sürekli yeni bilgiler öğrenerek geliştiren, iyi derecede Fransızca, Almanca ve İngilizce bilen bir an-
nenin yanında büyür Sinan Saltık. Evlerine her gün 3 gazete gelir ve okunur o gazeteler satır satır. Bazen gazete bulmacalarını çözmek için yarışır anne oğul bir gazeteden iki tane alarak. Sinan’ın engelli olmasına karşın böylesine bağımsız hareket edebilmesinin ve kendini bu denli geliştirebilmesinin ardında ailesinin katkıları önemli bir yere sahip.
Öğretmenliğin tatlı telaşı
Türkiye’de görme engellilere yönelik olarak verilen eğitim programlarından geçenlerin hayat mücadelesinde kat ettikleri yolu çevresindekilerden duyan Sinan, kendini geliştirip okuma-yazma öğrenen ve başka birçok beceri kazanan görme engellilerin başarılarına imrenir. Aynı başarıları o da göstermek ister. “On üç sene önce bilgisayarın tuşuna ilk defa bastım ve o günden sonra hemen hemen her dakikam bilgisayar başında geçmeye başladı. Bilgisayarı ilk kez kullanmaya başladığımdan 6 ay sonra, Türkiye Bilişim Derneği Görme Engelliler Çalışma Grubu üyeliğine seçildim. Aynı dönem bilgisayar öğretmenliğine başladım. Daha sonra Türkiye Bilişim Derneği Tüm Engelliler Bilişim Çalışma Grubu Basın ve Halkla İlişkiler Sorumluluğu’na getirildim. Bir gün eşimle alışveriş yaparken cep telefonum çaldı. Telefondaki arkadaşım bana ‘Sinancığım askeriye, görme engelli gazilere bilgisayar öğretmek için öğretmen arıyormuş ben seni söyledim haberin olsun’ dedi. Arkadaşıma kullanmak başka öğretmek başka dedimse de dinletemedim. ‘Ben anlamam, numaranı verdim’ dedi ve telefonu kapattı. Ben daha üzerimdeki şaşkınlığı atmadan telefonum çaldı. ‘Yarın gelip burada öğretmenliğe başlıyorsunuz.’ dedi telefonun diğer
ucundaki ses. Hemen eğitim bilimleriyle ilgili kitaplar bulup okumaya başladım, ama daha 50-60 sayfa bile okuyamadan askeriyenin aracı geldi kapıma dayandı. Her şey çok hızlı oldu, çalıştığım kurumun yönetim kurulundan bile izin alınmış benim için. Bunları duyduğumda çok şaşırdım.” Öğretmenlik hayatına böylece başlar Sinan Saltık. Öğrenmek kadar öğretmekte bir tutkuya dönüşür bundan sonra. Bu tutkusu ona başka başarıları da getirir, ama onu en çok mutlu eden şey öğrendiklerini birileriyle paylaşabilmek olur. Bu nedenle hangi kurumdan görme engeliler için yapılalan bir faaliyette görev verilmek istense, seve seve kabul eder. 2002’de Görmeyenler Kültür ve Birleşme Derneği’nin bilgisayar kurslarını da başlatır. Uzun süre halk eğitim merkezinde, daha sonra İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun düzenlediği eğitim programlarında öğretmenlik yapar. Önceleri sadece operatörlük kursu veren Saltık, 4 yıldır radyo spikerliği kurslarında bilgisayar destek eğitimi, bir yıldır da web tasarım ve bilgisayar programcılığı kursu veriyor. Üç buçuk yaşında okumayı öğrenen Barış Sinan Saltık’ın karanlık dünyasındaki en büyük öğreticisi kitaplar ve ailesi olunca girdiği mücadelelerden yüz akıyla çıkar hep. Göremediği güneşe ulaşmanın gözle değil bilgi ve birikimle olduğuna inanarak inancını bir an olsun kaybetmeden çalışır. Onun bu azmi kendisi gibi görme engelli birçok arkadaşını da etkiler, onlara da umut olur Saltık. O, inanarak ve mücadele ederek büyük başarılar sığdırır hayatına. Azmi ve başarılarıyla fiziksel engelini aşar, engelin bedende değil, düşüncede olduğunun en güzel örneklerinden biri olur.
HAZİRAN 2011 51
ERİHA
Yaşam
n ı r a l ı l n a k i l e İhtiyar D
İ S E L A Ş E M R O L K L FO İLKER ÖNAL- VOLKAN KALKAN SERC AN ENGİN
52 HAZİRAN 2011
el er i, yo k ol m ay a üy ki da ın ığ al ar ş ya 5 -6 nl ar ı To pl ul uğ u’ nu n 55 yu O k al ı, Bo pb il i, Te ka ya k, H k as m ke la Er ır yü Ağ Kö at zg Ev ci Yo r. yo şı rl ar ür ün ü ya şa tm ay a ça lı lt kü lk ha r bi iy e Kö yl er Ar as ı İh ti ya n rk ta Tü “ tu a z nd yü lı yı 04 20 ; te sc il le ne n to pl ul uk lt ür Ba ka nl ığ ı’n ın Kü da a nd lı yı 07 Ü ça ya k ad lı oy un la rl a 20 ld a bi ri nc il ik öd ül ün ü, da ik nt at ’ın m ah al li ha lk ta O zg ” Yo da ır ın ld as yı di Ye Ya rı şm ı. nd za a m an si yo n öd ül ün ü ka ad şm rı il il er de n m ad di de st ek ya i tk iğ ye , ed ip nl ek ze en dü ed l si m te sı ar en ad a ba şa rı yl a oy un la rı nı , ul us la ra ra is ti yo r.
HAZİRAN 2011 53
Y
ozgat İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu üyeleri, ilerlemiş yaşlarına rağmen gençlere taş çıkartıyorlar adeta. Davul, zurna sesiyle adeta gençleşen, devleşen ihtiyar delikanlılar, folklora gönülden bağlı. Geçimlerini, çiftçilik, terzilik, boyacılık yaparak kazanan ekip üyeleri, halktan gördüğü teveccüh kadar yöneticilerinden de destek bekliyor. Maddi imkansızlıklardan ötürü işlerine tam manasıyla odaklanamayan ihtiyar delikanlılar yetkili mercilerden uzanacak yardım eliyle derin bir nefes alacak. Bu güne kadar çeşitli başarılar elde eden ekibin dağılmaması için uzanacak yardım eli Yozgat Halk Oyunları’nın geleceğinde de belirleyecek. Battal Köse, Hüseyin Güneş, Zekeriya Sarı, Hüseyin Evci, Kazım Evci ve Mehmet Köse’den oluşan ekip, yaşadıkları zorluklara inat; yılların eskitemediği Yozgat’ın mahalli halk oyunlarını gelecek nesillere aktarmayı hedefliyorlar. “Bursa’daki Halk Oyunları Festivali bana ilham oldu” İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu’nun kurulmasında büyük emeği geçen Türkiye Halk Oyunları Federasyonu Yozgat il temsilcisi, emekli öğretmen Yakup Arslan, mahalli
54 HAZİRAN 2011
oyunlarını gelecek kuşaklara aktarmak ve bu oyunların aslını bilenlerde güzel bir örnek teşkil etmek ister. Bu amaçla Yozgat’ın en iyi oyuncularını bir araya getirerek Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu’nu kurar. Yakup Aslan bu süreci şöyle anlatıyor: “Bursa’da okuduğum öğrencilik yıllarında Artvin Halk Oyunları Derneği’nde görev alarak, Artvin’i beş sene temsil ettim. O dönemlerde, Bursa’da gerçekleştirilen bir festivale, farklı ülkelerden yaklaşık on yedi ekip katıldı. Bizim de sahne aldığımız bu festivalde, bir ülkenin sahneye çıkan folklor ekibi, fiziki görünüş ve yaş ortalaması anlamında folklor oynayacak düzeyde değildi. Sahnede kendi kendilerine zıplamaya başladılar. Bunların ahı gitmiş vahı kalmış diye düşündüm. Ama davulun, zurnanın ötmesiyle birlikte o hareketsiz insanlar gitti, sanki yerlerine vücutlarına beş bin volt elektrik verilmiş insanlar geldi. Bursa’daki bu festival bana ilham oldu. Festivalin ardından kısa bir süre sonra, köyüme geldiğimde oturdum, düşündüm. Davullu zurnalı düğünler vardı bizim mahalli adetlerimizde. Fakat halay çeken bir tane Allah’ın kulu yoktu. Gençlerin oynadıkları oyunlar ise halaydan başka her şeye benziyordu. Ortada halay yoktu. Ne müzik, müziğe benziyordu; ne de oyun oyuna benziyordu. Bir gün, köy kahvesinde otururken ora-
daki bir adama sordum. “Burada halay çekmeyi bilen kimse yok mu” diye. Var dediler, olmaz mı? İsimleri saymaya başladı. Onlar bir araya gelsin de, sen halayı gör dedi. Bir de baktım bahsi geçen kişilerin hepsi sakallı hacca gitmiş, yaşı geçkin insanlar. Bizim memleketimizde maalesef, hacca gidip gelmiş bir insanın, kalkıp halay çekmesi günahtır. Tereddütle, onlardan rica ettim. Beni kırmadılar. Onların da, benim gibi davul ve zurna sesi duyduğunda kalplerinin heyecanla attığını hissettim. Öyle bir halay çektiler ki, ben hayatım boyunca böyle bir halay görmedim. Aradan zaman geçti. Kültür Bakanlığı’ndan bir yetkili geldi. Yöresel halk oyunları oynayan kim var? diye sordu. Bende Evci Köyü’ndeki bu ekipten bahsettim. Kültür Bakanlığı’ndan gelen yetkili aracılığıyla, bu ekip 2004 yılında Ankara’da yarışmaya katıldı. Türkiye Köyler Arası İhtiyarlar Yarışması’nda Otantik dalda birincilik ödülü aldılar. 2007 yılında ise, Kültür Bakanlığı’nın dört ilde düzenlediği yarışmaya da Evci Köyü Folklor Ekibiyle katılmaya karar verdik. Kültür Bakanlığı’nın Erzurum, Samsun, Adana ve Yozgat illerinde düzenlemiş olduğu bu yarışmaya on yedi ekip katıldı. Düzenlenen yarışmanın Yozgat ayağına katılarak, mansiyon ödülünü almayı başardık.” Yakup Arslan, folklorun halkın zeminine yerleş-
mesinde, Milli Eğitim Müdürlüğü ve Halk Oyunları Federasyonu’nun işbirliğinin önemli bir rolü olduğunu söylüyor. Bu amaçla yetkililerin maddi ve manevi desteğine ihtiyaçları olduğunu da belirtiyor. Ekip altı kişiden oluşuyor Yozgat Evci Köyü’nü ilerlemiş yaşlarına rağmen, uluslararası arenada başarıyla temsil eden Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu üyeleri, yılların eskitemediği Yozgat’ın mahalli halk oyunlarını gelecek nesillere aktarmayı amaç edinmiş. Ekip olarak folklor oynamaya başladıklarında on iki kişi olarak bu işe gönül verdiklerini anlatan ekibin 60 yaşındaki üyesi Battal Köse, şu an altı kişi kaldıklarını söylüyor. Köse, “Ekibimizdeki arkadaşlarımızdan ölenler oldu. Hacca gidip geldikten sonra folkloru bırakanlar oldu. Kimisi de ihtiyarladı. Bastonla yürür hale geldi. Oyun oynarken dönemiyordu artık. Ekibimiz, Hüseyin Güneş, Zekeriya Sarı, Hüseyin Evci, Kazım Evci ve Mehmet Köse isimli arkadaşlardan oluşuyor.”diyor. Yozgat’ın mahalli halk oyunları açısından zengin bir potansiyele sahip olduğuna vurgu yapan Köse, “Orta Anadolu’nun en zengin folklor merkezi olan İlimizde; on beş ayrı kadın oyunu, elliye yakın türkü, ona yakın erkek oyunu ve birçok oyun havası var. Ayrıca, bazı yörelerde semahlar da yaygındır. En yaygın olarak bilineni Bozok Semahı da denilen Kırklar Semahı oyunu oynanır. Kadın oyunları davul, zurna, cümbüş, darbuka, keman ve saz eşliğinde oynanır. En çok oynanan kadın oyunları; burçak tarlası, kunduralım, nalinim, Feyli Turnam, Darine Dariney, Vıy Vıy ve Madımaktır. Erkek oyunlarından en çok oynananları; Yozgat ağırlaması, Bopbili, Tekayak, Üçayak, Cemo, Yerli Gelin, Çekirge, Aynalı ve Kamalı’dır. Bunların yanı sıra, Kaşık Oyunları, Çiftetelli, Asmalarda Üzüm, Loli, Keçeci Baba, Karanfilli, Gelin, Dünür gibi oyunlar da sergilenir.” Köse, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın düzenlediği yarışmalarda Yozgat Ağırlaması, Bopbili, Tekayak, Üçayak adlı oyunlarla birinciliğe layık görüldüklerini de ekleyerek, başarılarının tescillenmesinin haklı gururunu yaşıyor. “Bize destek vermiyorlar.” Oynadıkları güzel oyunlar ve yaşları itibariyle topladıkları beğeni Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu’nu kısa sürede adını yurdun dört bir yanına duyurur. Farklı farklı yerlerde düzenlenen organizasyonlara davet edilen ekip gittiği her yerde en güzel şekilde temsil eder Yozgat’ı. Yakın zamanda Ankara ve Viyana’ya turneye çıkacak olan ekip bu organizasyonlar için hazırlanıyor. Yurt içinde ve yurt dışında kültürlerini ve ülkelerini temsil eden ekip üyeleri yetkililerin bu başarılarına karşı duyarsız kalmasından ötürü dertli. Gerekli yardımı göremeyen ekip kendini ikame etmekte yetersiz kalıyor. Battal
Köse ekibin beklentilerini şöyle dillendiriyor: “Biz hepimiz geliri düşük insanlarız. Kimimiz boyacı, kimimiz tüccar, kimimiz de çiftçiyiz. Folklor oynamaya çağırıldığımız zaman, tereddüt etmeden seve seve kabul ediyoruz. Davul çalmaya başladığı zaman gençleşiyorum. Bu anları hiçbir şeye değişmem. Çiftçilikten milyonda kazanacağımı bilsem yine de folklor oynamaktan vazgeçmem. Ama geçimimi sağladığım, dağdaki iki yüz doksan tane koyunumu bırakıp gidiyorum. Ben kendi işimden fedakarlık ediyorum, folklor oynayabilmek için. Folklor oynamaya giderken, işleri halletmesi için yerimize işçi tutuyorum. Kendi harcamalarımızı kurtaracak maddi gelir sağlanmıyor. Bize Ankara’ya gidin gösteri var. İnegöl’e gidin festival var. Kayseri’ye gidin fabrika açılışı var deniyor. Ama sadece gidin diyorlar. Folklor oynarken giyeceğimiz kıyafetleri bile kendimiz dikiyoruz. Bizim bu gayretli ve özverili çalışmalarımıza rağmen yetkililer hiçbir çabada bulunmuyor. Bize kimse destek vermiyor. Azerbaycan’dan, Kırgızistan’dan üçüncü sınıf mahalle halk oyunları ekibi buraya gösteri yapmaya geliyor. Baktığımız zaman her bir kişinin maliyeti iki yüz dolar. Biz de ise belediye, oyun oynayacağımız yere gitmek için, sadece araba temin ediyor. Yolda yiyeceğimiz yemeği karşılıyor. Bir de turneden dönünce 50 Türk Lira’sı para veriyor. Turne zamanları genelde yaza geldiği için kendi işlerimizi aksatıyoruz. Biz bu kültürün yok olmasını istemiyoruz. Gelecek nesillere öğretip onlara devretmek istiyoruz. Yetkililere bu konudaki isteklerimizi ilettik, ama bir ses çıkmadı o işten. Belediye’den de istediğimiz yardımların sonuçsuz kalması üzerine, bir senedir faaliyet gösteren Yozgat Folklor Doğaçlama ve Kültür Derneği’ni kurduk. Dernek bizi kurumsallaşma anlamında bir nebze olsun rahatlattı. Eğer derneğimizi daha önce kurmuş olsaydık, yarışmaya da dernek adına katılacaktık. Bundan sonra düzenleyeceğimiz organizasyonları, dernek çatısı altında haftalık program şeklinde düzenleyeceğiz.” “Yarışma öncesinde prova yapmıyoruz” Ekibin organizasyonlara katılırken giydikleri derme yelek, renkli gömlek, püsküllü fes ve şalvarını diken, grubun 55 yaşındaki en genç üyesi Kazım Evci, ekibe dahil oluşunu tam bir şans olduğunu söylüyor. Geçimini terzilik yaparak sağlayan Evci sözlerine şöyle sürdürüyor: “Folklor grubunun bütün üyeleri benden yaşça büyüktü. Aynı zamanda da folklor oyunu olarak benden daha tecrübelilerdi. Sahnede ağabeylerimi izlerken, sürekli bende o sahnede folklor oynamak istemişimdir. Kıyafetlerini diktiğim bu ekibin içinde ben niye yokum diye çoğu kez düşünmüşümdür. Folklor oyununu bilmeyişim, benim bu ekibe dâhil olmamı geciktirdi. Gruptan çeşitli HAZİRAN 2011 55
sebeplerle ayrılan ağabeylerimin yerini doldurmak için 53 yaşımdan sonra folklor öğrenmeye karar verdim. Oynadıkları oyunları takip ederek, öğrenmeye başladım. Ekibin oynadığı cd’leri evde defalarca izledim. Böylece hatalarımı düzelttim. Oynamayı öğrenince sanki dünyalar benim oldu.” Her hangi birinden ders almadığını söyleyen Kazım Evci, yarışmalarda yapacağı en küçük bir yanlışın jürinin gözünden kaçmayacağını, bunun için elinden gelenden fazlasını yaptığının belirtiyor. Kazım Evci, “çalıştırıcı olmaması bir yönden de iyi. Çünkü o zaman her kafadan bir ses çıkar. Biz arkadaşlar arasında birbirimize, sürekli çevrenizden figürler
56 HAZİRAN 2011
öğrenin diyoruz. Şu an elli yedi tane oyunumuz var. Oyunların hepsi nostaljik. Kırk beş sene önce oynanan oyunlar. Yozgat’ın her ilçesi farklı oyunlar oynuyor. Çevresindeki illerden etkileniyorlar. Ama Yozgat merkez kendine has oyunları oynuyor. Ekip başımız Yakup Arslan bize yarışmada nelere dikkat etmemiz gerektiğini söylüyor. Yarışma öncesinde hiç hazırlık yapmıyoruz. Yarışmalarda, sahneye çıktığımızda davul sesini duyduğumuz zaman halaya duruyoruz. Hata yapanın yanındakiler, hatasını anlasın diye hata yapan kişiyi omzunu sıkarak uyarır. Halay başı mendili salladığı zaman herkes ona uyar.” diyerek anlatıyor oyun sırasında nasıl bir yol
izlediklerini. Sahneye her çıktıklarında aynı heyecanı taşıdıklarını belirten Evci; sergiledikleri oyunun yapmacıksız, provasız, doğaçlama oluştuğunu da ekliyor sözlerine. Kendine has oyunları ve kültürel mozaiğiyle kültür hazinelerimiz arasında kendine has biri yeri olan Yozgat’ın Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu vermiş olduğu var olma mücadelesiyle benzer topluluklara örnek oluyor. Umarız bu ekibin elinden tutmak için gerekli merciler geç kalmazlar. Yeni neslin Evci Köyü Erkek Halk Oyunları Topluluğu’ndan öğreneceği çok şey var.
Yaşam
12
19
99
23
ERİHA
Popüler tarih tARTIŞMASI BAĞLAMINDA
YÜZYIL “Muhteşem Yüz yıl” dizisiyle k amuoyunu meşgul eden popüler tarih tar tışmasını tarih bağlamında değerlendiren ve halk ekseninde olayın yansımalarının neler olabileceğini dizinin tarih danışmanlığını yapan klasik dönem Osmanlı Tarihçisi Doç. Dr. Erhan Afyoncu ile konuştuk. MERYEM AKKURT - DEMET YALÇIN
HAZİRAN 2011 57
İlkokuldan başlayıp üniversite bitene kadar ders olarak okutulan tarih, siyasi merkezde ilerleyen ve daha çok neyi kim yaptı, ne zaman yaptı, nedeni ve sonuçları nelerdir gibi ezberci bir yöntemle işlendiği için, son günlerde ortaya atılan, tarihin belli bir döneminde yaşamış, o tarihe mal olmuş kişilerin aktör olduğu, günün siyasi olaylarının dışında özel bir konuyu merkeze alarak onu magazinsel bir dille anlatan popüler tarih kavramına alışamadık. Bu kavramın gündeme gelmesine neden olan tarihi romanlar ve bazı senaryolar filme alındığında ger58 HAZİRAN 2011
çek tarih yüzü ve popüler tarih tartışması dillere pelesenk oldu. Siyasi tarihin konusu içine girmeyen ya da sokulmayan bazı konuların ayrıntıları; kitaplar, diziler ve filmler aracılığıyla gündeme gelince dikkatleri üzerine çekti. Ancak bu kitap, dizi ve filmlerde işlenen konuların gerçekle olan bağlantısı geniş çaplı tartışmalara neden oldu. Öyle ki siyaset kurumları bile bu tartışmalara müdâhil oldu. Popüler tarih diye adlandırılan magazinsel bir dille geçmişi gündeme getiren diziler, filmler ve kitaplar kafalarda soru işareti yaratarak tartışmaları da beraberinde getiriyor. Bu tartışmaların merkezinde bulunan, “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin akademik danışmanlığını yapan ve “Tarihin Arka Odası” isimli programı Murat Bardakçı
ile sunan Doç. Dr. Erhan Afyoncu ile popüler tarihi ve Muhteşem Yüzyıl’ı konuştuk. Akademik yayınlar tarih öğretiminde yetersiz kalıyor. Geniş kitlelere tarih öğretmek için akademik yayınların yetersiz kaldığını düşünen Erhan Afyoncu, popüler tarihin halka tarih öğretmek açısından kullanılabilecek etkili yollardan biri olduğunu söylüyor. Afyoncu; “Halka nasıl öğreteceksiniz tarihi? Bu noktada popüler tarih faydalıdır tabii ki. 70 milyon insana tarihi, üniversite dergilerindeki makalelerle öğretemezsiniz. Dünyanın her yerinde böyledir bu. Halk tarihi, popüler tarih kitaplarından, tarihi romanlardan ve filmlerden öğrenir. Hatta bunlara çizgi romanları da dahil edebiliriz. Ancak popüler
yazarlığı yaptığınız zaman en düşük seviyedeki bir adamın bile anlayabileceği seviyede yazmanız gerekiyor. Bu hem dergilerde gazetelerde olur, hem de televizyonlarda olur. Ve böylece halkın tarihe karşı olan ilgisi daha fazla artmış olur.” diyor. Konuya ilişkin açıklama yapan birçok tarihçi de popüler tarihin tarih öğreticiliğinde uygulanabilecek yöntemlerden biri olduğuna vurgu yapıyor. Prof. Dr. İlber Ortaylı da bu görüşü savunanlar arasında. Ama İlber Ortaylı popüler tarih denilen alanın tarihi gerçeklerden uzaklaşmaması gerektiğini de özellikle belirtiyor.
“Benim iki türlü kimliğim var”
tarihi tarihçiler yazmalıdır. Avrupa’da genelde bu tür kitapları yazanlar akademisyenlerdir. Ülkemizdeki sorun da bu. Akademisyenler popüler tarihten uzak duruyor. Popüler tarih yazanların bir iki istisna hariç, akademik alt yapıları olmadığı için, yazılan kitaplar çoğunlukla eksik ve yetersiz kalıyor. Ülkemizde popüler tarihin kötülenmesi, özellikle üniversite camiasında popüler tarih yazarlarının hakir görülmesi bu yüzdendir. Popüler tarih yazarları yetersiz alt yapı ile bu işi yapıyorlar. Dünyada bunu tarihçiler yapar. Akademisyenlerin de şöyle bir sorunu var. Akademisyenin yetişme tarzıyla, popüler tarih yazarlığı yapılamıyor. Çünkü onların dili ve kullandığı jargon halkın anlayabileceği tarzda değil. Popüler tarih
Popüler tarih ve akademik tarih araştırmalarının tarihçileri ikiye böldüğünü söyleyen Erhan Afyoncu, “Benim yazdığım iki türlü kitap, makale var. Bir akademisyen olarak yazdığım makaleler, kitaplar; bir de popüler kitaplar, makaleler var. Mesela, gazetede yazı yazdığım zaman popüler dille yazıyorum. Benim iki türlü kimliğim var; bir akademisyen olarak, bir de bu akademisyen kimliğimle beraber popüler olarak yazdığım yazılar var. Akademik dünyanın bir geleneği var. O gelenekte ise popüler üslupla yazı yazan fazla yoktur. Nadiren çıkmıştır. Bu yüzden akademik dünyada da çok hoş karşılanan bir durum değil bu tarz. Niye bununla uğraşıyorsun, bizim yazdıklarımızı herkesin anlaması gerekmiyor, anlayacak kişilerin okuması lazım, herkesin okuması gerekmiyor düşüncesi doğru değil. Çünkü piyasadaki popüler tarihe sahip çıkmazsanız, bu sefer halk daha fazla yanlış bilgilere maruz kalır.” diyerek anlatıyor popüler tarih yazı-
cılığını ve kendi yazdıklarıyla ulaşmak istediği yeri.
Muhteşem Yüzyıl danışmanlığı…
Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatının bir bölümünü konu alan ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinin akademik danışmanlığını yapan Erhan Afyoncu’ya dizinin yayına girmesiyle başlayan tartışmaları hatırlatıyoruz. “Tarih, dizi ve filmlerle daha iyi anlaşılıyor. Bu yalnızca Türkiye’de böyle değil, insanlar ders kitabındaki gibi dizilerin çekilmesini istiyorlar. O tür diziler yapılınca da seyredilmiyor. Çünkü bu, dizi mantığına uymuyor. Dizi olabilmesi için drama mantığına uyması gerekir. Tarih kitapları gibi dizi yaparsak, bu belgesel olur. Senelerden beri bizde söylenen şu vardır, belgesel oynatalım. Ama kim seyrediyor? İnsanlar dizi seyrediyor ve seyrettikten sonra gidiyor kitabını okuyor. Tarihi bir filmin, dizinin de seyredilebilmesi için hayatın içine girmesi lazım. Şu anda Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’la ilgili yazılan kitaplar var, bu kitapların sayısı daha da artacak. Farklı farklı kitapların ortaya çıkması o dönemin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak, ama elbette bu kitaplar akademik bilgi birikimine sahip insanların elinden çıkarsa bu böyle olur.” diyor. Popüler tarih konusunda yazılan kitaplar ve çekilen dizilere bakarken bu ürünlerin kurmaca ürünler olduğunu unutmamak gerekiyor. Onun için bu ürünlerin sunduğu bilgilerin tamamını doğru olarak kabul etmek yanlış. İlber Ortaylı “Muhteşem Yüzyıl’da oynayan karakter Kanuni Sultan Süleyman değildir.” Ortaylı, dönemle ilgili gerçekler kadar dizide kurmacanın da yer aldığını, bunun için bu tür ürünlerin popüler tarih ürünü olarak değerlendirildiğini söylüyor. HAZİRAN 2011 59
ERİHA
Söyleşi
ÖZGE YILDIZ
İletişim eksikliği, göz teması kuramama ve konuşma yetisi kaybı otizmin en belirgin özellikleri. Otizm genellikle üç yaşından önce ortaya çıkan, çocukların sosyal iletişimini, eğitim performansını olumsuz yönde etkileyen bir hastalık olarak tanımlanıyor. Ülkemizde otizmin tedavisinde yaşanan eksiklikler, çocuklarda geri dönüşü mümkün olmayan engellere neden oluyor. ‘ Tohum Otizm Vakfı ’ Kurucu Başkan Yardımcısı Aylin Sezgin, otistiklerin eğitimi ve sosyal yaşama kazandırılması için tedavi sürecinin önemine dikkat çekiyor.
60 HAZİRAN 2011
O
tizm bir ruh hastalığı değil, ancak belirtileri bazı ruh hastalıklarını çağrıştırabilen nitelikte. Otizme tam olarak nelerin sebep olduğu bilinmemekle birlikte, yapılan araştırmalar doğrultusunda, kalıtım yoluyla geçmiş olabileceği düşünülüyor, ama uzun yıllar otizmin nedeni olarak, anne ve bebek arasındaki iletişimsizlik görülmüş. Otistik çocukların annelerine, çocukla duygusal ilişki kurmada yetersizliklerini anlatmak için “buzdolabı anne” yakıştırması dahi yapılmış. Ancak daha sonra aynı anne babadan doğan diğer çocuklarda benzer sorunların olmaması, bu görüşü destekleyen verilerin yetersiz olduğunu göstermiş, otizmin kalıtımsal bir bozukluk olduğu ihtimalini kuvvetlendirmiş. Otizme, çevresel faktörlerin de etki edebileceği düşünülüyor. Nörolojik bir bozukluk olan otizmin, erkek çocuklarda, kız çocuklardan birkaç kat daha fazla görüldüğü gözlemlenmiş. Sadece çocuklarda değil bütün yaş gruplarında kendini gösteren otizm, zekâya bağlı olarak da değişiyor. Sanıldığının aksine, otizm tanılı bireylerin çoğunda, farklı düzeylerde zekâ geriliği görülüyor. Pek azında ise çok güçlü bellek, müzik, çizim yeteneği gibi üstün özelliklere rastlanıyor. Otizmin belirtilerini, sosyal ilişkiler kurmakta çekilen zorluklar, iletişim eksikliği, davranış takıntıları olarak sıralayabilmek mümkün. Tohum Otizm Vakfı Başkan Yardımcısı Aylin Sezgin, otistik bir çocuğun davranışlarında gözlemlenen davranış bozukluklarını şöyle sıralıyor: “Eğer çocuğunuz, başkalarıyla göz teması kurmuyorsa, ismini söylediğinizde bakmıyorsa, parmağıyla istediği bir şeyi göstermiyorsa, bazı sözleri tekrar tekrar ve ilişkisiz ortamlarda söylüyorsa, sallanmak, çırpınmak gibi garip hareketleri varsa, bazı eşyaları döndürmek, sıraya dizmek gibi sıra dışı hareketler yapıyorsa otizm açısından değerlendirme yapmak gerekir.” “Çocuğumun erken eğitim hakkı elinden alındı” Otizmin en geç fark edilen, ama en önemli belirtisi ise gelişimsel bozukluklar. Tohum Otizm Vakfı Kurucu Başkan Yardımcısı Aylin Sezgin, aynı zamanda otistik bir erkek çocuk annesi, bu durumu şöyle tanımlıyor: “1997 yılında ikizlerim doğdu. Bir tuhaflık vardı, ama bebeklerden biri gayet huzurlu, mutlu, yiyor, içiyor hatta fazla yemek istiyor. Diğeriyse huysuz, uyumak istemiyor, hep ağlıyor, kucağıma gelince sakinleşmiyordu. Doktoru ‘İkiz çocuklar böyle olur, normaldir’ diyerek hiçbir şey fark etmedi. Bebeğimdeki rahatsızlığın sebebinin gaz sıkışması olduğunu söyleyip, sürekli gaz ilaçları veriyordu. Ben bebeğim daha 4–5 aylıkken bir terslik olduğunu hissediyordum. O tersliğin teşhisi için doktordan doktora koşturdum durdum.” Aylin Sezgin’in ikiz çocuğu olduğu için, bebeklerin birinde ortaya çıkan
davranış bozukluğunu fark etmesi kolay olmuş. Tüm bu belirtilerin dışında bebeğinin, ilk üç yılda konuşması gerekirken, tek bir sözcük bile söyleyememesi de durumun belki de en vahim belirtisi olarak çıkmış karşısına. Sezgin: “Bu belirtiler, toplumda genel bir yargı olarak, ‘Erkek çocuktur, geç konuşur, babası da geç konuşmuştu, gibi söylemlerle geçiştirilmeye çalışılır. Eğer benim gibi ikiziyle karşılaştırma imkânınız yoksa ve ilk çocuğunuzsa gerçekten söylenenlere itibar edebilirsiniz. Fakat bu belirtiler illa da çocuğunuzun otistik olduğu anlamına gelmemeli. Ancak belirtilerden birkaçının olması durumunda da mutlaka bir uzmana, çocuk nöroloğuna ya da çocuk psikiyatrisine başvurulmalı ve kontroller ihmal edilmemeli.” diyerek göz ardı edilen, ama hastalığın teşhisi için son derece önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Erken tanının önemi burada da kendini gösteriyor. Çocuk nörologuna giden, ancak oradan da tatmin edici cevap alamayan Sezgin, tekrar psikologa gider. “İlk o telaffuz etti otizmi. Sonra çok tanınmış bir doktora gittik, o da tam teşhis koymadı: ‘Olabilir, siz haftada bir eğitime başlayın.’ dedi. Eğer bana deseydi ki: ‘İşi gücü bırak, sabahtan akşama kadar bu çocukla oyun oyna, onunla konuş ya da eğitmen tut.’ çocuğumun eğitimine daha erken başlardım. Doktorlar, otizmi bazen bir yaşına kadar fark etmiyor, bazıları da fark ediyor, ama aileler üzülmesin diye söylemiyor, terapiye yönlendiriyor. Ben o doktoru bebeğimdeki hastalığı fark ettiği halde söylemediği için hiç affetmeyeceğim. Çocuğumun erken eğitim hakkını elinden almış oldu.” Yaşananlar Aylin Sezgin için acı bir tecrübe olsa da otistik olma tehlikesiyle karşı karşıya olanların ve otizmle mücadele edenlerin ders çıkarması gereken bir örnek onun başından geçenler.
Dolaysız ve en direkt gerçek; otizm Aylin Sezgin devam eden süreçte kırk dakikalık terapilere başladıklarını, ama bu terapilerin hiçbir fayda sağlamadığını söylüyor üzülerek. Türkiye’de yetersizliğini gördüğü tedavi sürecinin çocuğunun sağlığı için her geçen gün geri dönüşü olmayan bir çıkmazı beraberinde getirdiğini gören Sezgin tedaviye Amerika’da devam etmeye karar verir. Sezgin; “İki çocuğum arasındaki fark giderek açılmaya başladı; biri konuşuyor, tuvaletini yapıyor, düzenli hayatına devam ediyor, diğeri bunların hiçbirini yapamıyordu. O zaman eşime yurt dışına gitmemiz gerektiğini söyledim. Amerika Kansas’ta bir enstitüye gittik. Testler yapıldı ve iki gün sonra bize: ‘Orta ağırlıkta otizmli bir çocuğunuz var.’ dediler. Dolaysız ve en direkt biçimiyle bu gerçekle, ilk kez o anda yüz yüze kaldık. Her dakika eğitim gerektiğini, eğitirsek gelişme gösterebileceğini, eğitmezsek daha kötü olacağını anlattılar. Bir ay bu merkezde ben de oğlum da eğitim aldık. İyi, orta ve zayıf otizmli çocuklar vardı, eğitim almazlarsa kontrolden çıkıyorlardı. Bu kontrolsüzlük onları bağlamaya ya da bir yere kapatmaya kadar gidebiliyordu. Türkiye’de böyle bir merkez yoktu, akıl hastaneleri de otizmli çocukları almıyordu. Alternatifimiz yoktu, oğlumun gelişimi için mücadele edecektik. Enstitüde orta seviyede otizmlilerin ne kadar gelişebileceği konusunda bir fikir sahibi olmuştum. Oğlum orada kaldığı üç hafta içinde parmağıyla bir şeyi göstermeyi öğrenmişti. Otizmin belirtilerinden biri olan parmağıyla istediği bir şeyi işaret edememesini aşmıştık, hem de üç hafta gibi kısa bir sürede.” Otizmin bilinen tek tedavisinin yoğun özel eğitim olduğuna dikkat çeken Sezgin, otistik bir çocuğun özel eğitim almaya ne kadar erken başlarsa, o kadar hızlı gelişebileceğini söylüyor.
Aylin Sezgin; “ Toplumda otizmin yeterince bilinmemesinden dolayı, sokağa çıktığınız zaman farklı tepkilerle karşılaşıyorsunuz. Dışarıda tanımadığınız insanlar, devlet makamından kimseler, polisler, yakın uzak herkes çok tepkili, ‘çocuğuna sahip çık, evden çıkarma onu ’ gibi telkinde bulunuyorlar. Fakat onları da suçlayacak değiliz, çünkü sistemle ve yaşamla ilgili bir durum bu.” HAZİRAN 2011 61
Özel eğitimin yanı sıra, bu eğitime destek olarak dil-konuşma terapisi de becerilerini geliştirmesi anlamında çok önemli. Tedavisine erken başlanan otistik çocukların büyük bölümü hastalığı yenerek, toplumun bağımsız, üretken bir bireyi olarak yaşama katılabiliyor. Bir bavul dolusu umut Otistik çocukların eğitiminde tek başına eğitim yeterli olmuyor. Tedavi sürecinde özellikle anne babaya büyük sorumluluk düşmekte. Onların da alacağı eğitim son derece önemli. Aylin Sezgin çocuğunun eğitimi ve tedavisi için gittiği Amerika’da çok şey öğrendiğini söylüyor. “Yurtdışında kaldığım kısa sürede, Türkiye’deki eğitimlerin çok yetersiz olduğunu anlamama yetti. Burada oğlumu götürdüğüm terapi merkezlerindeki uzmanlara, “Cem Amerika’da üç haftada parmağıyla göstermeyi öğrendi, ama siz bir yılda hiçbir şey öğretemediniz, demek ki bu çocuk öğrenebiliyor, ama siz öğretemiyorsunuz” dedim. En basitinden çocuğu eğitime alıyor, ama bana göstermiyorlardı. Onlara buradaki eğitimi aynı şekilde evde de devam ettirebilmem için, içerde ne olup bittiğini görmem gerektiğini söylüyordum. Tanınmış psikologlara dahi gittiğimde içeri girmek için ısrar ediyor, kamerayla izlemek istediğimi söylüyordum, ancak bu isteklerime olumlu cevap alamadım hiçbir zaman. Bu konuda büyük eksiklikler var. Amerika’da Cem’e nasıl davranacağımı öğrendim.” Aylin Sezgin bu konuda kolejden hocası olan Fatma Torun’dan eğitim almış. Onun vasıtasıyla karşılaştığı üniversite arkadaşı Mine Narin ile bir araya gelerek bu konuda bir çalışma başlatmışlar. Sezgin; “Amerika’dan topladığım bir bavul dolusu doküman ve dosya ile Mine Narin’e gittim. Otizme dair neler yapılması gerektiği konusunda hayallerimi ve ülkemizdeki eksiklikleri anlattım. Kendisi de mevzuat konusunda eksiklik var mı, ona baktı. Hiçbir eksik yoktu. Tabi ki kâğıt üzerinde olan haklarınız ile gerçek hayatta yaşadıklarınız arasında fark var. O farkları Mine Narin’e gösterdik; hastanelere, rehabilitasyon merkezlerine gittik. Sonra doktorlar, psikiyatrisiler ve farklı kesimden insanlarla beyin fırtınası yaptık. Gerçekten bir eksiklik olduğunu gördü ve bu konuda ülke çapında çalışılmaya karar verdi Narin.” Güçlerini ve tecrübeleri birleştiren Aylin Sezgin, Mine Narin ve Fatma Torun böylece otistik kişilerin ve ailelerinin ellerinden tutacak bir adım atmış oldular. Giderek yeşeren bir “tohum” Mine Narin’in 2000’de bir yakını dolayısıyla Amerika’da izlediği uğraşı terapisi eğitiminin 62 HAZİRAN 2011
ülkemizdeki eksikliği üzerine, otistik bir çocuk annesi Aylin Sezgin ile yaptıkları bir konuşma sonucu başlatılan eğitim çalışması, otistik bireylerin dünyaya kapalı olan pencerelerini aralamak için iyi bir fırsat yaratmış. Sezgin; “Benim aklımda vakıf gibi bir düşünce yoktu, sadece bir okul hayal ediyordum. Mine Narin, Türkiye içinde bir şeyler yapılması gerektiği konusunda hepimizi ikna etti. Sadece eğitim değildi derdimiz, pek çok alanda ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. En başta engeli raporu almak başlı başına eziyetti. Raporu her yer vermiyordu, rapor alabilmek için sabahın 4’ünde sıraya girmek gerekiyordu. Ben karda, kışta arabada battaniye altında çocuğumla bekleyebiliyordum, ama oraya sırtında engelli yakınını taşıyarak gelen ve bekleyenler vardı. Bunları bizzat yaşadığım için rapor ettim ve zamanla bu aksaklıklar düzeldi.” 2006’ya kadar okul ve eğitim kadrosunu oluşturmak için uğraştı Aylin Sezgin ve ekibi. Başlangıçta üç-beş çocuğa eğitim verirken zamanla 24 çocuğun bire bir eğitildiği okula dönüştü. ‘Destek Eğitim’ ünitesinde eğitim gören yaklaşık 140 öğrencileri var. Mezun ettikleri öğrenciler yerine yeni öğrencileri duygusal anların yaşandığı kura ile alıyorlar. Tohum Otizm Vakfı’nda yürütülen yoğun özel eğitim hizmetleri, başta ABD olmak üzere pek çok ülkede 40 yılı aşkın bir süredir uygulanıyor. ABD’de yapılan bilimsel çalışmalar, ‘Uygulamalı Davranış Analizi’ yöntemiyle, 3 yaşından önce özel eğitim alan çocukların yarısının, ileriki yaşlarında normal gelişim gösteren akranlarıyla birlikte eğitim alabildiklerini gösteriyor. Sezgin bu yöntemin tüm Türkiye’de uygulanabilmesi için mücadele ettiklerini de ekliyor sözlerine. “Kendi yarattığımız karmaşık dünyaya karşı eğitim” Otizmli bireyler için gündelik yaşamdaki sesler, görüntüler rahatsız edici olabilir. Bizim duyarsızlaştığımız bazı unsurlar, onları çileden çıkarabilir, saldırgan ve huysuz olmalarına neden olabilir. Otizm tanılı bireyler somut düşünürler, sözcükler dahi onlara yabancı gelebilir. Deyimler, atasözleri, kinayeler onlar için akıl karıştırıcıdır, bunları anlamlandırmaları zor olabilir. Kendi elimizle oluşturduğumuz, bu karmaşık dünya onlar için daha akıl almaz, daha rahatsız edici olabilir. İşte bu yüzden, onların özel eğitimlerle topluma kazandırılmaları gerekmekte. Özel eğitim verecek eğitmenlerin yetersiz oluşu, zihinsel engelliler öğretmenlerini de bu alana yönlendiriyor, fakat uzmanlık gerektiren bu eğitimi zihinsel engelliler öğretmenleri karşılamakta yetersiz kalıyor. Öte yandan, insanların da bu konuda bilinçlendirilmesi son derece önemli. Sokakta bir çok sorunla yüz yüze gelen otis-
tikler ve aileleri insanların duyarsızlığından şikâyetçi. Aylin Sezgin; “Toplumda otizmin yeterince bilinmemesinden dolayı, sokağa çıktığınız zaman farklı tepkilerle karşılaşıyorsunuz. Dışarıda tanımadığınız insanlar, devlet makamından kimseler, polisler, yakın uzak herkes çok tepkili, ‘çocuğuna sahip çık, evden çıkarma onu’ gibi telkinde bulunuyorlar. Fakat onları da suçlayacak değiliz, çünkü sistemle ve yaşamla ilgili bir durum bu. Belki bu durumu yadırgayan kişiler, bu güne kadar engelli bir birey görmediler yada eğitim dönemlerinde onlara öğretilmedi engellilere, otistik kimselere nasıl yaklaşması gerektiği. Doğru dürüst bir bilinçlilik yok toplumda. Bu yüzden bizim de onlara kızmaya hakkımız yok.” Bu durumun değişmesi için farkındalığın artması gerekiyor. Bunun için dört yıl önce 2 Nisan günü, Birleşmiş Milletler tarafından ‘Dünya Otizm Farkındalık Günü’ olarak ilan edildi. Öncelikle otizmi tanımalı, kabullenmeli ve çevremizdekilerden de bu durumu gizlememeliyiz. Sezgin: “Aileler için oldukça zorlu bir süreç olduğu muhakkak, ancak ne kadar çabuk durumu kabullenip, çocuklarının eğitimi için girişimlerde bulunurlarsa o kadar faydalı olur. Bu zorlu süreçte boşanan eşler dahi var. Anne ve babanın dayanışması, haklarını araştırmaları gerekiyor. En kaliteli ve nitelikli eğitim için, her şeyden önce çocuklarının avukatı olmaları gerekiyor. Bununla birlikte, otizmli çocuk aileleri olarak tümüyle yalnız da değiliz. Yasal haklar devlet okullarında biz otistik çocuk ailelerine özel okullara göre daha fazla imkân sağlıyor. Çocuğunuza otizm tanısı konulduktan sonra bir Rehberlik Araştırma Merkezi’nden (RAM) rapor alarak yine aynı yerden resmi okullara yerleştirme kararı aldırmanız gerekiyor. Bundan sonra ise çocuğunuzun yaşına göre, önünüzde farklı seçenekler bulunuyor.” Elbette kolay olmayacaktır otizmi kabul etmek, ama bu yönde atılan adımların geri dönüşümü mutlaka olumlu yönde olacaktır.
Yaşam
ERİHA
Takas Ahlat’ta paraya göz açtırmıyor
MAŞALLAH Ç AYIR
HAZİRAN 2011 63
pıyorlar takas usulüyle ya ri le ik rd ve ı ın da ad ’ tuz gibi temel gı erde halk ‘telef r, yl ke kö şe e vr y, çe ça ve ne e getirip; yeri pe köyünd larından e bağlı Seyrante u köy bakkalına çük çocuklar baba in rd Kü es . ğu ilç uş yo t m lâ ve ol Ah ğı da ı ’in ya Bitlis da canlandırıyor. tikleri peyniri, r eğlence kaynağ et nu bi ür hu in iç ar ru ş nl er ri dı lil ve Ka pe ış te al i. n riş Seyran ar öncesini alışverişlerin kas usulüyle alışve e köylerde yüzyıll Ta vr . çe or ıy ve al e i ’d in pe er te el malzem ntem Seyran urta alıyor. Bu yö m yu ne ri ye lık rç ha
P
ara bu topraklarda, Anadolu’da bulundu, ama itibarını da yine bu topraklarda kaybetmek üzere. Bitlis’in Ahlât ilçesinde bağlı Seyrantepe köyü ve komşuları arasında canlandırılan takas usulü alışveriş, paraya kaptırdığı yerini geri alma yolunda. İlçe merkezindeki her alanda para kullanılmakta, ama köylerde takas usulüyle gideriliyor ihtiyaçlar. Her köyde hayvancılık ortak geçim kaynağı, ama farklı ürünlerin yetiştirilmesi köylüler arasında takasla alışveriş yapmanın temelini oluşturuyor. Seyrantepe köyü muhtarı Ali Rıza Çağlar, günümüzde takasın hala köylüler arasında yaygın olarak tercih edilmesinin nedenini şöyle anlatıyor: “Yılda bir kez hasat edilen tarım ürünleri bazen on iki aya denk gelmeyebiliyor. Köylü hasadın bir kısmını temel ihtiyaçlarını karşılamak ve hayvanların yemlerini almak için satarken, ailesine çok az bir para ayırabiliyor. Ektiği ürünlerden ihtiyacını karşılayacak kadar buğday, patates gibi ürünleri kışın tüketmek üzere ambarına koyuyor. Ama bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor. Ambardaki ürünün kendisini, bir dahaki hasat zamanına kadar götürmeyeceğini anlayan köylü, elindeki fazla ürünle bir başkasından alacağı ihtiyacı olan ürünü takas ediyor. Kışı geçirebilmek için, eğer varsa önce kendi köyündeki komşularından eksiklerini takas usulüyle gideriyor. Köyde olmazsa civar köylerden elindeki fazla ürünle istediği ürünü takas ediyor. Para hiç mi yok? Elbette ki var, ama köylüler ihtiyaçlarını kendi öz kaynaklarıyla gidermeye çalışıyor. 64 HAZİRAN 2011
Hasattan ve satılan hayvanlardan kazanılan paradan birikim yapılacak kadar artmıyor. Bu para, tohum ve hayvan yemi için ancak yetiyor. Köyler, hem merkez ilçeye hem de birbirlerine çok uzak. Minibüs veya özel araba zaten yok. Bu yüzden köylüler ticari alışverişini takas yöntemiyle hallediyor.”
söyler. Benim tek geçim kaynağım dükkânım, eğer böyle bir alışveriş geleneğimiz olmasaydı hiçbir şey kazanamazdım. Burada topladığım buğdayı, peyniri ve yumurtayı şehir merkezinde satar bakkal için yeni malzemeler alırım.”
Çocuklara harçlık yerine yumurta veriliyor “1 kg peynir, 1 kg zeytin eder”
Alışverişte takas usulünün kullanılması Ahlât ilçesinin tüm köylerinde ve merkezden uzak mahallelerinde kullanılan bir yöntem. Seyrantepe’nin iki bakkalı da takası iyi bilen insanlar. Köyün eski bakkalı Yemen Kotaz: “Veresiye defterindeki borçlar, başka bakkallar da aybaşında alınan maaşlarla kapanırken, biz burada küçükbaş hayvanlarla ya da tenekeyle ölçülüp verilen buğdayla kapatıyoruz. Seyrantepe ve civar köylerin farkı bu. Bazen kadınlar yaptıkları otlu peynirlerle buraya gelip alışveriş ederler. Kilosunu 5 TL’den aldığım otlu peynirle gelen köylü kadınların tenekelerinde genelde beş kilo peynir olur. Bu demek olur ki cüzdanlarında 25 TL var. Bu peynir karşılığında çamaşır suyu, çamaşır deterjanı, çay gibi gıda malzemeleri alırlar. Bir kilo peynir, bir kilo zeytin eder burada. Şekere ihtiyacı olan bana bir teneke buğday getirir, onu tartarız karşılığında da şekeri alır gider. Veresiye defterinde borcu yüksek miktarda olanlar bunu bilir. Burada bir koyun 300 ile 600 TL arası eder. Eğer borç bu fiyat kadar birikmişse köylü beni ahırına çağırır istediğim koyunu borcu karşılığında almamı
Halk dilinde “telef” adı verilen takas sisteminde yumurtayla sakızın takası gibi büyükbaş hayvanlarla yapılan ev takasları bile var. Köyün Muhtarı Ali Rıza Çağlar takasla alışverişin çok eskilere dayandığını söylüyor. Çağlar; “Takasla alışveriş yapmak, hem bizim birbirimize olan güvenimizi kalıcı kılıyor hem de birlikteliğimizi pekiştiriyor. Burada bazen her takas eşit olmayabiliyor. Yani hakkımızın birbirine geçtiği çok oluyor, ama biz buna rağmen hala takası kullanıyoruz. Bazı küçük şeyleri görmemek, göz ardı etmek köy yerinde dayanışmayı daha da arttır. Her köylünün ektiği bazen aynı olmayabiliyor. Biri pancar ekerken, diğeri buğday ekiyor, bir başkası patates veya tütün. Kışın ortasında buğdayı biten bir çuval patatesi sırtlar, yazın buğday toplayan köylünün kapısına gider. Orada ayaküstü bazen hiç tartısız takas yapılır veya bu iş bazen başka köylerde başka köylülerle yapılır. İşte takasın bu denli canlı kalmasının nedeni bu, güven ve dayanışma.” Muhtar köyde eskiden beri var olan takas usulünün zamanla farklılaştığını, ama ruhunu asla kaybetmediğini de ekliyor sözlerine. Köy Muhtarı Ali Rıza Çağlar çocukluk yıllarında köyde
uygulanan takas yöntemini şöyle anlatıyor: “Bizim çocukluğumuzda köylüde hiç para olmazdı. Babamız bize tütün yaprağı verirdi harçlık yerine. Biz de tütün yaprağını köye gelen arzuhalcilere verip, karşılığında oyuncak arabalar, bez bebekler alırdık. Bazen bir demet tütün yaprağı para olurken, bazen de bir yumurta paranın görevini görürdü. Takasın sınırı yoktur; insanın kullandığı, ihtiyaç duyduğu, ektiği, biçtiği, yetiştirdiği her şey takasta kullanılır. Civar köylerde, büyükbaş hayvanlarla evlerin takas edildiğini duyuyoruz.” Takas yalnızca bir alışveriş şekli değil bu köyde, aynı zamanda kendi kültürünü oluşturan alt yapısı sağlam bir dinamik. Her köyün ortalama nüfusunu, akraba aileler oluşturuyor. Bu yakın birliktelik takasta olan güveni daha da artırıyor. Köylüler, akraba olmanın vermiş olduğu rahatlık ve güvenle, gülerek eğlenerek aralarında alışverişlerini yapıp, ihtiyaçlarını karşılıyorlar.”
Bu köylerde yılda yalnızca üç ay para bulunur
Tarımla uğraşan köyün sakinlerinden Muhsin Aslan, köylerinde sadece yılın belli aylarında tüm köylünün parası olduğunu, bu paranın da daha köye girmeden tükendiğini belirtiyor. Köyde yalnızca üç ay para bulunduğunu söyleyen Aslan: “Ağustos, eylül ve ekim aylarında hasadı topladığımız için köylü olarak çok zenginizdir, çünkü hepimizin cebinde o yıl içerisinde hiç olmayacak kadar paramız vardır. Fakat bu zenginliğimiz pek uzun sürmez. Merkez ilçelerde bu ürünleri, tüccarlara ve devletin satın alma bürolarına satarız. Daha köye gelmeden yine devletten aldığımız gübre ve mazot parasını oracıkta öderiz. Varsa başka birilerine borcumuz, onu da hemen veririz. Yani anlayacağınız para daha köye girmeden oracıkta biter. Buralarda kış ayları uzun olunca geriye kalan dokuz ayın tamamında halk takas usulüyle geçimini sağlar.” Tarım ve hayvancılık ürünleriyle gerçekleştirilen takas usulü yediden yetmişe Ahlatlı
köylülerin kendi aralarında kullandıkları bir alışveriş yöntemi. Bu yöntemi çocuklar da kendi aralarındaki küçük değiş tokuşlarla öğrenip geleceğe hazırlanıyorlar.
Onların kümesi kumbaraları
Köylerde peynir, yumurta ve tütün yaprakları para yerine kullanılınca köylü çocuklar da kendi paralarını kendileri kazanmaya başlamış. Seyrantepe köyünde neredeyse çocukların hepsinin, besleyip büyüttüğü tavukları var. Çünkü, onların tavukları altın olmasa da para yumurtluyor. Önceleri köydeki küçük çocuklar bakkaldan çikolata, gofret, şeker, bisküvi almak için kümeslerden masumca yumurta yürütüyorlarmış. Daha sonraları aileler bunun önüne geçebilmek için çocuklara bakmaları için civcivler vermeye başlamışlar. Köylüler bu uygulamanın, çocuklarda sorumluluk bilinci oluşturduğunu, kazanılacak paranın ne derece önemli olduğunu anlamalarını sağladığını söylüyorlar. Onlardan biri 13 yaşındaki Serdar Kotaz. Onun iyi yumurtlayan bir tavuğu ve üç civcivi var. Gözü gibi baktığı tavuğunu şöyle anlatıyor: “Köyde en çok benim tavuğum yumurtlar. Genellikle sabah kalktığımda yumurtlamış olur, ben de o yumurtayı alır amcamın bakkalına giderim. Yumurtanın değeri neyse onun karşılığında çikolata ya da başka bir şey alırım. Tavuklar genelde gündüz vakti kümeste değil de, dışarıda samanlıkta yumurtlar, ben nereye gittiklerini bilirim hep. Bazen biriktiriyorum yumurtaları, toplu olarak getiriyorum bakkala. O zaman daha güzel oluyor. İstediğim şeyi alabiliyorum.” Köydeki samanlıklar genelde çocukların kumbaraları olmuş. Tütün yaprağı da biriktiren çocuklar, takas usulüyle bol bol çikolata yiyebiliyor. Köylünün en büyük derdi olan geçim sıkıntısını gidermek için gerekli olan para, takas usulüyle rafa kaldırılmış. Yeniliklere açık olan köylülerin gelecekte neleri takas edeceğiyse merak konusu şimdilik.
Çağlar; “Takasla alışveriş yapmak, hem bizim birbirimize olan güvenimizi kalıcı kılıyor hem de birlikteliğimizi pekiştiriyor. Burada bazen her takas eşit olmayabiliyor. Yani hakkımızın birbirine geçtiği çok oluyor, ama biz buna rağmen hala takası kullanıyoruz. Bazı küçük şeyleri görmemek, göz ardı etmek köy yerinde dayanışmayı daha da arttırır.”
HAZİRAN 2011 65
ERİHA
Yaşam
Kemençeye sahip çıkana
40 kemençeli protesto
SELAMİ ÖKSÜZ
Emekli öğretmen Ali Kemal Bulut kemençenin milliyeti konusundan çıkan tartışmayı yirmi yıl önce oluşturmaya başladığı kemençe koleksiyonuyla protesto ediyor. Şu anda koleksiyonunda 40 kemençe olan Ali Kemal Bulut, bu sayıyı 50’ye çıkarmayı hedefliyor. Her kemençesini farklı bir ağaçtan yapan Ali Kemal Bulut, kemençelerini ay-yıldız işlemesiyle süslüyor.
66 HAZİRAN 2011
Gün geçmesin ki kültürel değerlerimizden birinin milliyeti konusunda yeni bir fikir atılmasın ortaya. Bu tartışmanın içine neler girmedi ki? Karagöz-Hacivat, baklava, türk kahvesi, kemençe gibi Türk kültür hayatında önemli bir yere sahip birçok değer tartışma konusu oldu. Özellikle Yunanistan Türkiye ekseninde dönen tartışma sürüp gidiyor. Her iki taraftan da işi belli kaynaklara dökerek tartışmaya konu olan kültürel değerlere sahip çıkanlar var. Uzun yıllardır Türk ve Yunan araştırmacıların üzerinde durdukları konuların başında geliyor kemençenin milliyeti. Bu konuda her iki tarafın araştırmacıları da kaynaklar açıklayarak kemençeye sahip çıkmaya çalışıyor. Araştırmacılar arasında kemençe kimin tartışması süre dursun, Karadeniz’de ve Yunanistan’da insanlar kemençe çalıp horon oynamaya devam ediyor. Kemençe Türk çalgısıdır Kemençe Türk enstrümanı mıdır, yoksa Yunan enstrümanı mıdır? Bu tartışmaya Trabzon’un Sürmene ilçesinden olan emekli öğretmen Ali Kemal Bulut, kemençenin Türk çalgısı olduğunu söyleyerek katılıyor. Kanıtlarını ve belgelerini Yunanlı araştırmacılarla da tartışan Ali Kemal Bulut, gazete ve dergilere yazdığı yazılarla, üniversitede verdiği konferanslarla, katıldığı televizyon programları aracılığıyla kemen-
çenin Türk enstrümanı olduğunu halka anlatmaya çalışıyor. Bulut; “Kemençe Türk çalgısıdır. O kesin bir şey. Ama halkta bir inanış var; kemençe Rum çalgısıdır diye. Halkın bu işi böyle bilmesinin nedeni, eskiden bir inanış vardı; müzik dinleyen ya da herhangi bir müzik aletini çalan gavur olur diye. Bu inanıştan medet umanlar halka kemençenin Rum çalgısı olduğunu öğretti. Rumlar Hıristiyan olduğu için zaten gavur ilan edilmiş. Karadeniz’de Türkler ve Rumlar Nüfus Mübadelesi’ne kadar uzun süre beraber yaşadığı için bu inanış yerleştirilmiş insanların bilinçaltına. Yunanistan’a kemençeyi Mübadeleyle Karadeniz’den oraya göçen Hıristiyan Ortodoks Türkler getirmiştir. Çünkü Karadeniz’de Rumlardan önce Türkler vardı. Trabzon’a Türklerin gelişini tarih kitapları 1461 olarak yazar, ama bundan çok daha önce Anadolu’ya Türk akınları başladığı yıllarda bu bölgeye gelip yerleşen Türk boyları var. Kumanlar, Kıpçaklar ve Peçenekler bunlardan bazılarıdır.” Orta Asya’dan göç hareketleri başladığı zaman Anadolu’ya gelen öncü grupların kemençeyi Karadeniz’e getirdiğini savunan Ali Kemal Bulut, tezini destekleyecek bilgi ve belgeleri de koyuyor ortaya. Türklerin yaptığı ilk kemençe Iklığ Bir Türk enstrümanı olan Iklığ, bazı kaynaklarda ilk
kemençe türü olarak geçiyor. Bu konuda Mahmut Ragıp Gazi Mihal, Asya ve Anadolu Kaynaklarında Iklığ adlı eserinde geniş bilgi veriyor. Mahmut Ragıp Gazi Mihal, bütün telli çalgıların Iklığ’dan doğduğunu söyler. Iklığ’ın şekli de kemençeye bir hayli benzer. Oklu anlamına gelir. Yani kemençenin yayının oka benzemesinden ötürü oklu olarak da anılır. Ali Kemal Bulut Macar tarihçilerinin yaylı çalgıların Türklere ait olduğunu, Hun, Avar, Kıpçak ve Peçeneklerle kemençenin Avrupa’ya geldiğini söylüyor. Bulut; “Macar kaynaklarında kemanın Oğuz Türklerinden alındığı yazılıyor. Türklerin dört telli kemençeleri var. Keman demek ki, o kemençelerden esinlenilerek yapılmış. Ayrıca Macar Türkolog Prof. Dr. Laszlo Rasonyi Doğu Avrupa’da Türklük adlı eserinde Kemençe adının Türkçe olduğunu beyan ediyor. Kemençeyi Karadeniz’e getiren Kuman Türkleridir. Bizim burada çaldığımız kemençe Kuman tarzıdır. Bir de Çepni tarzı vardır. O ince seslidir. Kuman tarzı kalın seslidir. Karadeniz de yaşayan Rumlar da Kumanlardan ve Kıpçaklardan öğrenmiştir kemençeyi. Zaten o tarihler burada Rum da yok. Yorgo isminde bir Rum araştırmacı geldi buraya. Bizden iyi Türkçe konuşuyor. Onunla tartıştık bu konuyu. Ona da bu kaynakları gösterdim. Adam gitti Macaristan kaynaklarını araştırmaya. HAZİRAN 2011 67
Yorgo buradan Yunanistan’a giden dedelerinin Yunanistan’a gittiğini söylüyor. Onların asıl iddiası kemençeyi buradan giden Rumların Türklere öğrettiği, burada kemençe çalmasını bilenlerin aslen Rum olduğu ve Türklerin onları asimile ettiği. Bunu kanıtlamaya çalışıyorlar.” diyor. Ali Kemal Bulut Rumların kemençeye sahip çıkmalarının kesinlikle yanlış olduğunu belirterek, Macar tarihçilerin verdiği bilgilerin onların iddialarını yalanladığını söylüyor. “Macar tarihçilerin notları ortada. Bizim bir şey söylememize bile gerek kalmıyor. Zaten Macar bilginlerin söyledikleri onları durdurdu. Kaldı ki Yunan tarihçileri başta Ksenofon olmak üzere, Rumların Karadeniz’e gelip yerleştiği zaman burada değişik milletlerden insanların olduğunu yazıyor. O milletlerden biri de Türklerdir. Mehmet Bilgin, Doğu Karadeniz, Tarih, Kültür, İnsan adlı çalışmasında bu konuyu detaylarıyla incelemiştir.” diyor. Yunanistan’da güzel kemençe çalanların olduğunu kabul eden Ali Kemal Bulut, Orta Asya Türklerinin bulup geliştirdiği ve bu günlere getirdiği kemençenin Rum çalgısı olduğunu söylemenin yanlış olduğunu ifade ediyor.
ritler komik
68 HAZİRAN 2011
“Müzik, aklın gıdasıdır” Ali Kemal Bulut Lise çağlarında kemençe çalmaya dayısından esinlenerek başlamış. Kendi kendine öğrenmiş kemençe çalmayı, ama Sürmene Halk Eğitim Merkezi’nde açılan kurslarda birçok kişiye öğretmiş. Gençlik yıllarında gönül verdiği kemençeyi yıllardır büyük bir ciddiyetle çalıyor. Ona göre özel bir çaba gerektiren müzik, ruhun değil de aklın gıdasıdır. Radyo ve televizyon yayınlarıyla Karadeniz müziğinin tüm yurda yayılmasının çok güzel etkileri olduğunu söyleyen Ali Kemal Bulut, genç kuşağın kemençeye olan merakından memnun. Ama Karadeniz müziğini bilmeden bir şeyler çalıp söylemeye kalkışanların da komik duruma düştüğünü söylüyor. Bulut: “Karadeniz müziğinin mini ve ağzını bilmeyenduruma düşüyorlar tabi.
Sadece söyleyiş değil, beste açısından da Karadeniz müziğiyle uyuşmayan eserler çıkıyor ortaya, bu da yöresel müziklerin bozulmasına, yozlaşmasına neden oluyor. Kemençeyle her türlü müzik çalınabilir, ama Karadeniz müziği için daha uygundur. Tabi bu müzikleri çalabilecek nota bilgisi de son derece önemli. Çünkü kemençe perdesiz bir çalgıdır, bunun için nota öğrenmesi zordur kemençede. Benim müziğe içten gelen bir yakınlığım var. Tabi bunun yanında değişik enstrümanları çalabilme kabiliyetim de. Bunun vermiş olduğu öz güven ve Karadenizli olmamızın vermiş olduğu bir yakınlık da var kemençeye.” Bu sayılanların hepsi bir yana, Ali Kemal Bulut’un kemençeyi bu denli sahiplenmesi için bu enstrümanın kültürümüzün vazgeçilmez parçalarından biri olması da son derece önem taşıyor. Tartışmadan doğan kemençe koleksiyonu Ortada dolaşan kemençe Türk enstrümanı mıdır, yoksa Yunan enstrümanı mıdır? tartışmasına belgelerle karşı çıkıp, bu iddianın asılsız olduğunu savunan Ali Kemal Bulut, emekli olduktan sonra oluşturmaya başladığı kemençe koleksiyonuyla da tartışmaya karşı çıkıyor. Ali Kemal Bulut bu süreci ve koleksiyonun ortaya çıkışını şöyle anlatıyor: “Kemençenin Rum çalgısı olduğunu savunan bir iddia dolaşıyordu ortalıkta. Tabi ben bunun böyle olmadığını araştırmalarımdan biliyordum. Bu konuda gazete ve dergilerde yazılar yazdım, üniversitede konferanslara katıldım. Buralarda kemençenin bir Türk çalgısı olduğunu anlattım. Bunların yanında emekli olduktan sonra bir kemençe koleksiyonu oluşturmaya başladım. Yirmi yıldır devam eden koleksiyonda şu an 40 ayrı ağaçtan yapılmış 40 kemençe var. Bu sayıyı 50’ye ulaştırmayı hedefliyorum. Değişik ağaç çeşitleri buldukça yeni kemençeler ekliyorum koleksiyona. Kemençelerin tamamını ben yapmıyorum. Kemençe yapan bir arkadaşım var, ağacı yontup kemençe şekline getirince bana veriyor. Ben ince işçiliğini yapıp, kemençeyi hazır hale getiriyorum. Bir de kemençelerin üzerine bayrağımızın sembolleri olan ay yıldızı ve sevginin sembolü olan çiçek figürünü kızgın demirle yakarak işliyorum. Kemençelerin hepsi bu şekilde işlenmiş, özel olarak süslenmiştir.” Ali Kemal Bulut’un kemençe koleksiyonunu istediği sayıya ulaşabilmesi zaman alacağa benziyor. Çünkü “Devlet memurluğundan emekli birinin bunun altından kalkması zordur.” diyor emekli öğretmen. Maliyeti daha az olsun diye kemençe ustası bir arkadaşına kemençeleri kabataslak yaptırıp, ince işçiliğini kendi yapıyor. Usta, arkadaşı olduğu için kemençeleri ona daha ucuza yapıyor.
Koleksiyonda yok yok Koleksiyonda erik, kiraz, incir, üzüm asması, çam, armut, gürgen, ceviz gibi 40 ayrı ağaçtan kemençe var. Bu koleksiyonun başlıca özelliği her kemençenin ayrı ağaçtan olması ve üzerinin işlenmiş olması. Ali Kemal Bulut yirmi yılın emeği olan kemençe koleksiyonunu şöyle anlatıyor: “Böyle bir koleksiyon hiç kimse de yok. Birinin var 10 kemençesi ama hepsi ayrı ağaçtan değil. Bu koleksiyondaki kemençeler gibi işlemeli de değiller. Koleksiyonda bulunan kemençelerin ebatlarında biraz farklılıklar var. Çünkü her ağaçtan istediğim ebatta bir odun elde edemiyorum. Onun için bazı kemençeler biraz küçüktür. Her ağacın ses özelliği farklı olduğu için kemençelerden çıkan sesler de birbirinden farklılık gösterebilir. Ama aşağı yukarı aynı sesi verirler. Doğru sesleri elde edebilmek için ağacın vermiş olduğu sese uygun teller takılmalı kemençeye. Genel olarak ölçülere uyarsan iyi ses elde edilebilir, ama bu rastlantıdır da. Aynı ölçülerde aynı ağaçtan yapılmış iki kemençeden biri daha iyi ses verebilir. İlla da şu ağaçtan, şu ölçülerde yapılan kemençe daha iyidir diye bir şey yok.” Ali Kemal Bulur folklor derlemeleri ve Türkçe üzerine yaptığı çalışmalarıyla da bölgesel ve yöresel değerlere sahip çıkmaya çalışıyor. Birkaç yayınlanmış şiir kitabı olan Ali Kemal hoca, şu sıralar Kurtuluş Savaşı’nı manzum olarak yazmak için çalışıyor. Bitirmek üzere olduğu eserini bastırmaya da hazırlanıyor bir taraftan. Ama ekonomik olarak bu işin altından kalkamayacağını söylüyor. Ali Kemal hoca daha önce aynı sıkıntı dolayısıyla kemençe koleksiyonunu satmaya kalkışmış. Bulut: “Koleksiyonumu bir ara satmaya kalkıştım. Çünkü yazdığım kitapları bastırabilmek için paraya ihtiyacım vardı, ama satamadım. Çünkü almak isteyenler tek bir kemençe almak istiyor. Tek tek satılmaz ki. Bu bir koleksiyon ve bu kemençelerin hepsi bir arada olduğu zaman bunların bir değeri ve önemi oluyor. Ben bunu korumaya almışım. Koleksiyonu satın alan buna devam edecek, yeni kemençeler ekleyecek bu koleksiyona. Yoksa bunu satın alıp evine ya da başka bir yere koyması önemli değil ki. Bunu alacak kişi geliştirecek ki bu bizim bir değerimiz olarak kalsın. Ben bu işe yılarımı verdim. Bunun emeğini düşünürsen, her kemençe benim bir haftamı alıyor. Bu kemençeler arasında 100 TL’ye kemençe de var, 500 TL’ye kemençe de var. Ama bunların asıl değeri manevi değeridir. Onun için kırk tane kemençe yaptırdım ben. Bu öylesine oluşturulmuş bir koleksiyon değil, kültürel bir amacı var bunu oluşturmanın.” diyor. Ali Kemal Bulut yakında bitecek olan yeni kitabını da bastırmak istiyor. Hocanın yıllarını vererek oluşturduğu kemençe koleksiyonu, kitabının baskı maliyetini karşılaması için müşteri bekliyor.
“Böyle bir koleksiyon hiç kimse de yok. Birinin var 10 kemençesi, ama hepsi ayrı ağaçtan değil. Bu koleksiyondaki kemençeler gibi işlemeli de değiller. Koleksiyonda bulunan kemençelerin ebatlarında biraz farklılıklar var. Çünkü her ağaçtan istediğim ebatta bir odun elde edemiyorum. Onun için bazı kemençeler biraz küçüktür. Her ağacın ses özelliği farklı olduğu için kemençelerden çıkan sesler de birbirinden farklılık gösterebilir.”
HAZİRAN 2011 69
ERİHA
Söyleşi
Anadolu ’ nun mizah dedesi:
y o s k A t e m k i H Türkiye’nin 68 il merkezinde yayınlanan bazı gazetelere çizdiği karikatürlerle destek olan Hikmet Aksoy, deyim yerindeyse Anadolu basınına mizah taşıyan bir lokomotif görevi üstlenmiş. Aksoy, gün gündemi takip ederek çizdiği karikatürleri mail yoluyla gazetelerle ulaştırarak yerel basının önemli bir eksiğini gideriyor. 68 il gazetesine ulaştırdığı çalışmalarıyla karikatürü insanlara sevdirmeyi amaçlayan Hikmet Aksoy, bir yandan da karamsar bir havanın hakim olduğu ülke koşullarında insanların yüzünü güldürecek, o karam zar havayı delecek bir iklim oluşturmaya çalışıyor. SELAMİ ÖKSÜZ
70 HAZİRAN 2011
G
azeteciliğe ve mizaha adanmış bir ömrün diğer adı Hikmet Aksoy. 1937’de Trabzon Vakfıkebir’de dünyaya gelen Aksoy, 60 yıldır karikatür çiziyor. 1959’dan beri çizdiği karikatürler ulusal ve yerel gazetelerde yer alıyor. Türk mizahının büyük ustası Aziz Nesin’in; “Mizah ciddi bir iştir” sözünü kendine kılavuz edinen Hikmet Aksoy, Arthur Koestler”in; “İnsanca bir yaşam, mizahsız olmaz! Çünkü o zaman insanı insan kılan en önemli yaratıcılık kaynaklarından biri kurumuş olur. İnsanlar, akıl ve ruh sağlıklarını, mizah yoluyla koruyorlar. Mizah duygusu, zekânın yaratıcılığının yanı sıra; insanın içinde bulunduğu durumun, dışına çıkmasını gerektiriyor.” sözleriyle üreteceği mizahın işlevini ve amacını ilkelere bağlar. Bu ilke ve amaçlarla yola çıkan Hikmet Aksoy, 60 yılı aşkın bir süredir mizahın insan ruhunu okşayan havasını, çizgileriyle bütünleştirerek üretiyor. Yaşadığı toplumun dinamiklerinden beslediği mizah anlayışının temelinde, toplumun kendi benliğinden gelen, yaşam, görüş ve anlayış bütünlüğünün de büyük önemi var. “Ben kendi benliğimde yoğurduğum mizah hamurundan, mizahı karikatürle yapan, eyleme dönüştüren bir sanatçıyım.” diyerek tanımlıyor kendini. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yetmiş yaşını aşmış, gazetecilik mesleğinde elli yılını tamamlayanlara verdiği Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi de olan Hikmet Aksoy, 60 yıldır karikatür çizip mizah üretiyor.
Her sanatçı kemdi kişiliğini kazanmak zorunda Karadeniz’in hırçın çocuğu Hikmet Aksoy, Trabzon’dan takasına yol verdiği günden bu zamana kadar sayısız limana uğramış, yalnız başına yürümenin verdiği güvenle, kapısını çaldığı büyük ustaların demli çayını içmeyi de ihmal etmemiş. Aksoy 60 yıllık mizah serüvenini, daha limana ilk adım attığı günlerden başlayarak şöyle anlatıyor: “Çocukluk yıllarımda, rahmetli babamın aldığı Karagöz, Cumhuriyet, Markopaşa gibi gazetelerdeki karikatür örnekleri hep dikkatimi çekerdi. Gazetelerdeki karikatürleri görünce “Ben de çizerim” diye içimde bir duygu uyandı. O dönem, Turhan Selçuk Yeni İstanbul’da çiziyordu. Semih Balcıoğlu, Ratip Tahir Burak, Halim Büyükbulut, Sinan Bıçakçı, Ferruh Doğan, Nehar Tüblek hep dikkatimi çeken sanatçılardı. Kimi karikatürleri kesip saklardım. Kimilerini kopya edip onlar gibi çizmeye çalışırdım. Sanatsal yaşamımda hiç bir ustadan
ders almadım, ama karikatürlerini izleyerek belli bir çizgiyi yakalamaya yalnız başıma uğraştım durdum. Kuşkusuz, her insan yaşama etkilenerek başlar. Hangimiz annemiz, babamızdan görerek yürümeyi, konuşmayı öğrenmedik. Tabii ki zaman içinde bu melekelerde, kendimize özgülükler kazandık. Benim karikatür çalışmam da böyle. Sonuçta her sanatçı, kendi çizgi özelliğini yakalamak ve ona kişilik kazandırmak durumunda değil mi? Bunun için çaba gösterdim yıllar yılı.” Çağımızın evrensel yazarı Yaşar Kemal yürüdüğü yolda; Dede Korkut, Homeros, Tolstoy, Dostoyevski, Nazım Hikmet, Sait Faik gibi birçok ustanın izinin olduğunu, bu yolda onlarla kol kola girip yürüyerek çok şey öğrendiğini söylüyor bir yazısında. Sanatın dünyayı güzelleştiren olgunluğuna erişebilmek için, her sanatçının yürüdüğü ve kendi başına bulmak zorunda olduğu değeri, bütün sanatçılar gibi Hikmet Aksoy da ustaların kapısına uğrayarak bulmuş.
“Onlar benim mizah pınarım” Çocukluğunda büyüsüne kapıldığı, yaşam çizgisini belirleyen en temel unsur olan mizah denizine 60 yıl önce indirdiği takasını, hiç gaz kesmeden tam yol ileri sürüyor Hikmet Aksoy. Yerelliğin ve evrenselliğin bir kaynaktan beslendiğini unutmadan, sanat ve sanatçının geleceği olduğu bilinciyle, toplumsal yaşamın dışına çıkıp, toplumu gözlemleyerek, ama hep kalıcı olmasına özen göstererek yaratıyor kendi mizahını. Yıllar yılıdır, hangi sanat dalında olursa olsun, kalıcılık, yerelliğin kapısından içeri girmeyi başaranların geleceğidir gerçeğinden hareketle, kendi benliğine bakıyor. Önünde duran yerel tabloda; Karagöz’den İncili Çavuş’a, Nasrettin Hoca’dan Neyzen Tevfik’e, Hamami Zade İhsan’dan Baba Salim’e, Esat Ömer Eyubi’den Halil Nihat Boztepe’ye, Aziz Nesin’den, Rıfat Ilgaz’a, Cemil Cem’den Cemal Nadir’e daha niceleri duruyordu. O bu tabloya bakışını şöyle anlatıyor: İnsan yaşamındaki mizah olgusunu okuyarak, öğrenerek bilgilenmeye çalıştım. Dahası var, yerel kültürün diğer kaynağı atasözlerini, deyimleri, bilmeceleri öğrenmeye çalıştım. Yetmedi, Doğu ve Batı klasiklerinin çoğunu temin edip okudum. Şimdi kitaplığımdaki 10 bine yakın kitabın önemli bir kısmı mizah kültürü ve karikatür kitaplarından oluşuyor. Onlar benim mizah pınarım. Hala da, günümün 3-5 saatini okumaya ayırıyorum.” Bu sözlerle mizahçının sorumluluğunu işaret eden Hikmet Aksoy, ana hatlarıyla kendine kılavuz
“Sanatsal yaşamımda hiç bir ustadan ders almadım, ama karikatürlerini izleyerek belli bir çizgiyi yakalamaya yalnız başıma uğraştım durdum. Sonuçta her sanatçı kendi çizgi özelliğini yakalamak ve ona kişilik kazandırmak durumunda değil mi? Bunun için çaba gösterdim yıllar yılı.”
HAZİRAN 2011 71
edindiği Arthur Koestler’in belirttiği sorumluluğa erişebilmenin yolu olarak bilmiş içine girdiği deryanın tüm aktörlerini öğrenip onların pınarından su içmeyi. Bir zamanlar Trabzon’da oldukça tanınan ve yaratıcısının Hikmet Aksoy olduğu ‘Çokbilir Tahir’ gibi bilmişlik etmeden içindeki boşlukları dolduracak fikirler edinebilmek için kürek çekmiş ustaların kapısına.
“68 il gazetesine karikatür servis ediyorum” Hikmet Aksoy 1950’de amatör bir çizer olarak başladığı karikatürü geliştirerek, 1959’da yayınlanan ilk karikatürüyle gazetelere taşır. Bundan sonra Bir karikatürcü olarak Trabzon basınında, daha sonra İstanbul’da ve son olarak Trabzon’da sürdürüyor gazetecilik hayatını. Profesyonel bir gazeteci kimliğine sahip olan Hikmet Aksoy, çeşitli gazete deneyimlerinden sonra Genel Yayın Yönetmeni olarak da uzun yıllar yöneticilik yapar yerel basında. İstanbul deneyimi de olan Hikmet Aksoy karikatürcü kimliği ve gazeteci kimliğiyle ülkenin değişik yerlerinden birçok yerel gazeteciyi yakından tanıyor. İşin içinde bulunması dolayısıyla yerel gazetelerin ne denli mali çıkmazlar içinde okurla buluştuğunun en yakın şahitlerinden biri. Yerel basında karikatür ve mizahın yer almasını çok önemsediğini söyleyen Hikmet Aksoy, yerel gazetelerin yaşadığı bu eksikliği giderebilmek için yaklaşık 10 yıldır, çizdiği karikatürleri 68 değişik il merkezindeki gazetelerle paylaşıyor. Aksoy; “Basında 1959 yılından bu yana karikatürlerimin yer aldığını söylemiştim. Ayrıca, basına adanmış bir ömrüm var diyebilirim. Bu nedenle her zaman basın dünyasının içinde olmamdan ötürü, pek çok gazeteci dostum var. Zaman zaman buluşmalarımızda bu dostlarım, gazetelerine karikatür çizmemi isterlerdi. En çok ısrarcı olan da geçen yıl yitirdiğimiz sevgili dostum Balıkesir Yeni Haber gazetesinin sahibi Ekrem Balıbek olmuştu. Onun gazetesinde karikatürlerimi görenler de karikatür istediler. Şimdi ben 68 il gazetesi dışında kalan, 13 il merkezindeki gazetelere ulaşma çabamı sürdürüyorum. Gazeteciler Cemiyeti’nin yayın organı olan ‘Bizim Gazete’ye çizdiğim karikatürlerimi isteyen gazetelere mail yoluyla ulaştırıyorum. Bu karikatürler Türkiye’nin sosyal, kültürel ve siyasal gündeminden olan olayları içerdiği için ilgi de görüyor. Benim amacım, bir karikatür sanatçısı olarak bu sanatı yerel basına taşımak, böylelikle Anadolu’daki okuru karikatürle buluşturup, onlara karikatürü sevdirmektir. Bunda da her il merkezinde bir gazete olmak üzere, 68 gazeteye ulaşmakla başarılı olduğuma inanıyorum. 72 HAZİRAN 2011
“Şimdi gazetelere bakıyorum, nerede bir cinayet, yaralama, gasp gibi kötü olay varsa hemen büyütülerek haber yapılıyor. O yüzden sokakta yüzü gülen insan kalmadı. Asık suratlar, birbirine kaşları çatık bakanlar. Tabii ki, bunda gazetelerin de payı var. Ben bir nebze olsun insanları güldürebilmek, bu karamsar hava içinde onlara gülümseyebilecekleri bir iklim oluşturmaya çalışıyorum karikatürlerimle.”
“Karikatürün toplumsallığını, toplumdan yana oluşunu tartışmaya gerek yok. Bu konuda karikatüristin kendi benliğine egemen olan demokrat düşünce yapısının ürünü olan karikatürleriyle toplumsal yaralara, sorunlara neşter atıyor olması ayrıcalıklı ve önemli bir duruştur. Yani, karikatür demokrat kafaların, demokrat düşüncenin ürünüdür.”
Amacım ulaştığım gazete sayısını 81’e ulaştırmaktır. Karikatür sanatını yerel basınla buluşturuyorum. Sevdirme çabamı sürdürüyorum. Şimdi gazetelere bakıyorum, nerede bir cinayet, yaralama, gasp gibi kötü olay varsa hemen büyütülerek haber yapılıyor. O yüzden, sokakta yüzü gülen insan kalmadı. Asık suratlar, birbirine kaşları çatık bakanlar. Tabii ki, bunda gazetelerin de payı var. Ben bir nebze olsun insanları güldürebilmek, bu karamsar hava içinde onlara gülümseyebilecekleri bir iklim oluşturmaya çalışıyorum karikatürlerimle.” Hikmet Aksoy her ne kadar gazetelerin mizah sevmez patronların eline düştüğünü söylese de, yerel basını güncel karikatürlerle desteklemeye çalışıyor.
Karikatür toplumsal sorunların panzehiridir Karikatürlerini ülke gündemini oluşturan konular
arasından seçim yaparak çizen Hikmet Aksoy, günün gelişmelerini gazeteleri okuyarak öğrendikten sonra başlıyor çizmeye. Gazetelerde eskiye oranla karikatüre ve mizah ürünlerine çok az ya da hiç yer ayrılmamasından duyduğu rahatsızlığı dile getiren Hikmet Aksoy, karikatürün toplumsal bir olgu olduğuna dikkat çekmeye çalışıyor. Aksoy; “Karikatürün toplumsallığını, toplumdan yana oluşunu tartışmaya gerek yok. Bu konuda karikatüristin kendi benliğine egemen olan demokrat düşünce yapısının ürünü olan karikatürleriyle toplumsal yaralara, sorunlara neşter atıyor olması ayrıcalıklı ve önemli bir duruştur. Yani, karikatür demokrat kafaların, demokrat düşüncenin ürünüdür. Karikatür toplumsal sorunların panzehiridir. Ayrıca, karikatür demokrasinin en büyük savunu silahlarından biridir. Burada karikatürü toplumdan ayırırsak, tek kanatlı bir kuşun nasıl uçacağını tarif edebilir miyiz? Çoğu gazete yöneticisi siyasal iktidarlarla çe-
kişmeye korkuyor. Toplum adına yapması gereken muhalefeti yapmıyor. Bu nedenle gazete sayfalarında karikatür sanatı görünmüyor. Görünen varsa da o da etliye-sütlüye dokunmayan türden şeyler. Gazete yönetimleri aman başım ağrır, düşüncesiyle hareket edince karikatür sanatı da ihmal edilmiş oluyor. Bu olumsuzlukta bir de yöneticilerin karikatüre hoşgörü ile bakmayışlarının da payı var kuşkusuz.” Değişen koşullar ve sahiplik yapısı sadece yaygın basında değil, yerel basında da mizahı hoş görmez, önemsemez oldu. 1981’de Hikmet Aksoy öncülüğünde Trabzon’da yayınlanmaya başlayan ve bir gelenek haline dönüşen mizah sayfası yayınlamak otuz yıl sonra terk edildi. Hikmet Aksoy, yerel gazetelerin mizah sayfası uygulamasını kaldırmasını, gazetecilik adına sınıfta kalmak olarak nitelendiriyor. HAZİRAN 2011 73
ERİHA
Haber
Tarihi
Kızlarağası Hanı’nın
değişen çehresi ELİF KÜTÜKOĞLU - YUNUS TAN
74 HAZİRAN 2011
İzmir ’deki hanların en görkemlisi Kızlarağası Hanı, ama bugünlerde eski görkemli günlerine hasret tarihi han. 1598’de yaptırılan handa; yüz yıllardır ipekç ilik, bakırc ılık, halıc ılık gibi meslekler yapılmışken, günümüzde bu mesleklerin yerini kafeler ve hediyelik eşya sa tan iş yerleri almış. Vakıflar Genel Müdürlüğü handaki dükkanlara kira izni ç ıkarınca kiralık dükkanlar rant konusu oldu. Hanın geç mişini bilen esnaf ve İzmir halkı durumdan oldukça raha tsız.
HAZİRAN 2011 75
E
ge’nin incisi İzmir; tarihi, mimari yapıları, turistik beldeleri ve doğal güzellikleriyle ülkemizin rağbet gören şehirlerinden biridir. Hükümet Konağı, Hisar Cami, Borsa Sarayı ve Efes Antik Kenti gibi yapılar İzmir’in tarihi yönünü güçlendiren tarihi unsurların başında gelir. İzmir’de sokaklar deniz koktuğu kadar tarih de kokar. Şehrin tarihi yapısına güç veren Kızlarağası Hanı, Osmanlı mimarisinin önemli eserlerinden biri olarak selamlar ziyaretçileri. Mimari açıdan pek çok özelliğe ve görselliğe sahip olan Kızlarağası Hanı, eski önemini ve güzelliğini kaybeder ne yazık ki. Zamanla ticari amaç için değerlendirilen handa; bakırcılık ve ipekçilik gibi el sanatlarının yerini, kafeler, hediyelik eşya ve takı dükkanları alır. Bu durum handa yıllardır esnaflık yapanları ve ziyaretçileri rahatsız ediyor. Geçmişten günümüze Kızlarağası Hanı İzmir’deki hanların en büyüğü ve en görkemlisidir Kızlarağası Hanı. Anıtsal bir özelliğe sahip olduğu gibi mimari bakımdan da tek örnek olması, onu diğer Osmanlı hanlarından ayıran özelliğidir. Kızlarağası Hanı 1598 yılında Yakup Bey tarafından yaptırılır ve İzmir’in en büyük camisi olan Hisar Camii yanına inşa edilir. Vaktiyle deniz kenarına inşa edilen han, denizin doldurulmasıyla kıyıdan uzak kalır. Geniş bir alana yayılan handa; Cevahir, Bakır ve Çuha Bedesten’i bulunur. Kızlarağası Hanı’nın diğer Osmanlı hanlarıyla başlıca benzerliği, çarşılı ve avlulu hanlar düzeninde olmasıdır. Mimari yapısı ise hanın farkını oluşturur. Tek kattan ibaret olan ve yirmi altı dükkândan oluşan Bakır Bedesteni’nde ilk yapıldığı yıllarda bakırcılık hakimdir. Daha sonraki yıllarda ipekçilik de hanın ticari ürünlerinden biri olur. Kızlarağası Hanı’nın ticari açıdan İzmir’in liman ağzı gibi merkezi bir yere yapılmış olması, Han’a özel bir işlev katar. İzmir’in ekonomik hayatında bu derece önemli olan Han 1778 yılında ticari kapasitesinin zirvesine ulaşır ve bu tarihten 19. yüzyılın son çeyreğine kadar parlak bir döneme tanıklık eder. Kızlarağası Hanı’na her gün ziyaretçi akını Tarihi ve mimari açıdan büyük öneme sahip olan Kızlarağası Hanı, şimdilerde ticari amaç güdüsüyle kullanılmaya başlandı. Vakıfların, buradaki dükkânları halka kiraya vermesiyle başlar Kızlarağası Hanı’nın rant mücadelesi içine girmesi. İsteyen, isteği süreyle kiralar hanı. İsterse kira süresini bile uzatabilir. Böyle olunca da tarihsel yapısı bozulur hanın. İlk kurulduğu yıllarda hem kervansaray olarak kullanılan han, daha sonra bakırcılık, ipekçilik ve halıcılık gibi el zanaatlarının yer aldığı hana dönüştürülür. Tarihi han özellikle hafta sonları yerli ve yabancı birçok turist tarafından ziyaret ediliyor. Yaz aylarında han koridorları, yabancı 76 HAZİRAN 2011
turistlerin sesiyle yankılanıyor. Handa sadece bir bakırcı ustası var. Hanın en ücra köşesinde mesleğini icra ediyor Hasan Var. Mesleğinde 32 yılı geride bırakan Hasan Var da Kızlarağası Hanı’nın farklılaştırılmasından hoşnut değil. Bakırcılığa verilen değerin azaldığını da belirterek şunları söylüyor: “Hanın eski önemini yitirmesinin nedeni, insanların daha fazla para kazanma isteği. İnsanlar sattıkları üründen kar ettikçe, daha da bağlanıyor
mesleğine. Bundan 7-8 yıl önce bir kişi ne iş yaparsa, diğer insanlar da aynı işi yapıyordu. Biri takı satmaya başlasın, bir bakmışsın ki herkes takı satıyor. Şimdi ise Kızlarağası Hanı kafeden geçilmiyor. Her yer kafelerle doldu, çoğu kişi kafe sahibi olmuş. Böyle olunca bakırcılık ve halıcılık gibi geleneksel el zanaatlarına atfedilen önem de azaldı. El zanaatlarına önem verilmediği zaman da, üretim olmuyor. İnsanlara kızamıyorsun. Herkes para kazanmak için uğraşıyor. Ancak bir gerçek var ki, para kazanacağız diye tarihi
mirasımıza zarar veriyoruz. Gelecek nesle, kalıcı ne bırakabiliriz diye kimse düşünmüyor.” “Han, tarihi bir doku olarak gelecek nesillere aktarılmalı.” Kızlarağası Hanı’nın zaman içerisinde değişmesinden esnaf kadar, halk da hoşnut değil. Ege Üniversitesi Gazetecilik bölümü öğrencisi Elif Soysal: “İnsanlar tarihine hiç önem vermiyorlar. HAZİRAN 2011 77
78 HAZİRAN 2011
Tarihi ve mimari aç ıdan büyük öneme sahip olan Kızlarağası Hanı, şimdilerde ticari amaç güdüsüyle kullanılmaya başlandı. Vakıfların, buradaki dükkânları halka kiraya vermesiyle başlar Kızlarağası Hanı’nın rant mücadelesi iç ine girmesi. İsteyen, isteği süreyle kiralar hanı. İsterse kira süresini bile uza tabilir. Böyle olunca da tarihsel yapısı bozulur hanın.
Hem Kızlarağası Hanı’nda hem de diğer tarihi eserlerde görebiliyoruz bunun etkilerini. Her yeri buram buram tarih kokan bu hanın yıprandığını görmek gerçekten çok üzücü. Burayı ziyaret eden genç insanların çoğu, hanın tarihi önemini bilmeden oturuyorlar burada. Bu da ayrıca üzüyor insanı. Özellikle gençlerin tarih konusunda bilinçlenmesi gerekiyor. Handa bakırcılık ya da ipekçilik gibi zanaatların yapıldığını göremeyiz belki. Ama yine de tarihi bir doku olarak gelecek nesillere aktarılması gerekiyor buranın.” diyor. 64 yaşındaki emekli öğretmen Hüseyin Yücedağ ise: “Günün şartlarına yönelik normal bir ihtiyaçtır aslında handa yaşananlar. İnsanları satılan ürünler, yemek yenen mekânlar cezbediyor. Aslında güzel bir mekân Kızlarağası Hanı. Her zaman her kesimden müşteriyi çekiyor kendine. Hana yakın yerlerde çalışan insanlar da, gençler de tercih ediyor burayı. Gençler, hanın eski halini bilmedikleri ve burayı tarihi bir çarşı olarak görmedikleri için bugünkü şeklini değerlendiriyorlar sadece. Hem gençlere hem de turistlere yönelik bir yer burası. İzmir’e gelen turistler Kızlarağası Hanı’nı ziyaret edince burada dinleniyor, çay içiyorlar. Gelmişken de etraftaki kitabelere takılıyor gözleri. Esnafa bu kitabelerin ne olduğunu soruyorlar ve han hakkında bilgi almak istiyorlar. Aslında turistleri takı gibi eşyaları almaları için değil de, tarihi açıdan çekebiliriz. Ama bu para kazandırmıyor tabi ki. Hediyelik eşyalar satmak daha cazip geliyor insanlara. Onlar da bu yolu tercih ediyorlar zaten.” diyerek farklı bir bakış açısı getiriyor.
“Kızlarağası Hanı kafeden geç ilmiyor. Her yer kafelerle doldu, çoğu kişi kafe sahibi olmuş. Böyle olunca bakırc ılık ve halıc ılık gibi geleneksel el zanaa tlarına a tfedilen önem de azaldı. El zanaa tlarına önem verilmediği zaman da, üretim olmuyor. İnsanlara kızamıyorsun. Herkes para kazanmak iç in uğraşıyor. A ncak bir gerçek var ki, para kazanacağız diye tarihi mirasımıza zarar veriyoruz. Gelecek nesle, kalıc ı ne bırakabiliriz diye kimse düşünmüyor.”
Kızlarağası Hanı tarihteki günlerini özlüyor İzmir’e gönül veren emekli öğretmen Hüseyin Yücedağ: “Günümüzde bakırcılık gibi el zanaatlarına yönelik mesleklerden bahsetmek mümkün değil. Evlerimizde bakır tabakları ya da tencereleri tercih etmiyoruz. Yeni çıkan modellerdeki halılarla döşüyoruz aynı zamanda. El sanatını kullanan ustalar bir daha yetişmez. Ama gençler bu sanatları bilmiyor ve hana gelince kafelere akın ediyorlar. Dövme yaptırmak, takı almak, kafelerde oturmak daha hoş geliyor onlara. Tarihi ve geleneksel sanatları bilmiyorlar çünkü. Buralarda para kazananlar da müşteriyi nasıl çekeceklerini biliyorlar. Böyle olunca da insanlar tarihe önem vermeden tüketiyorlar her şeyi.” Hala renkli ve canlı Kızlarağası Hanı. Fakat o eski günlerinden oldukça uzakta. Kâr elde etmek için değiştirilen Han, gittikçe tahrip ediliyor. Gelecek nesillere miras olarak bırakılmama ihtimali ise han için sorun teşkil ediyor. Hanın tarihi dokusunu kaybetmemesi için geç kalınmamalı.
HAZİRAN 2011 79
80 HAZİRAN 2011
Şampiyonluğa Doymuyor
Tek Yumurta ikizleri
ERİHA EDA EROL
Spor
SEDA EROL
ayTu M , s kbok il ediyor. c i K nada yla tems iye 3.’sü e r a arı s Türk ası ş r a a ksr b o a k b l a s o , d i u b n LÇ I N izi ul ranşları .’si, Kick da birinc e aşırı T YA m E e M 1 b lk in n DE ler ü e Halter Türkiye onluğu’ Birbirler r dalda ş e d l kar vando v dalında i Şampiy u oldu. defi, he o r E e u da Tek e , s S us-h uay Thay ampiyon lerinin h k e o W v B ı l a , Ed s-hu r 2010 yı Arası M Avrupa ş urta ikiz u W , hai ardeşle rsiteler s-hu’da ek yum t e u İkiz k yılı Üniv cüsü; W ağı olan d n 2011 upa üçü de ilgi o . r le ta Av rlikleriy nu olmak e o benz şampiy a düny
HAZİRAN 2011 81
E
da ve Seda’yı dinlemek, heyecanlarına ortak olmak ayrı bir mutluluk kaynağı. Spora dair anılarını heyecanla anlatırken, sıcakkanlı ve güler yüzlü yaklaşımları ortamı bir anda hoş bir sohbete çeviriyor. Seda spora nasıl başladığını anlatıyor: “Biz daha ilkokuldayken istiyorduk sporla ilgilenmeyi. Bizim bir arkadaşımız vardı; taklalar atıyor ve sıfır açıyordu. Onu görüyorduk ve spora başlamayı istiyorduk, ama o zaman babam izin vermemişti. 6. sınıfa geçtiğimizde babam bizi, spora göndermeye karar verdi ve spora başladık; sekiz sene oldu. Zaten bir başlayınca arkası geliyor. Başarıyı görünce insan daha sonrasında bırakamıyor.” Ailenin desteğinin ne kadar önemli olduğunun farkında Seda ve Eda. Ne yazık ki birçok genç, aileleri tarafından yönlendirilmediği ve desteklenmediği için isteklerine, hayallerine ve yeteneklerine veda etmek zorunda kalıyor. Eda, “Babam bizden daha istekli spor konusunda. Antrenmanlara gitmediğimiz zaman bize hatırlatır ve gönderir. ‘Yaparsınız, başarırsınız’ diyor. Annem biraz çekiniyor dövüşlü olduğu için, bazen ‘Bırakın artık’ diyor. Ama son zamanlarda o da sporla ilgilenmemizi hoş karşılamaya başladı. Biz başarılı oldukça daha fazla seviniyorlar.” diyor.
Hedef Dünya şampiyonluğu…
İkizlerin spor alanındaki hedefi; Kickboks, MuayThai, Wus-hu, Boks, Tekvando dallarında dünya şampiyonu olmak. “Dünya şampiyonluğu istiyoruz, olimpiyatlarda ülkemizi temsil etmek istiyoruz. Geleceğe 82 HAZİRAN 2011
yönelik hayallerimiz arasında kulüp açmak var.” diyor Eda. Hedefleri büyük ikizlerin. Spor, Seda ve Eda için birçok anlamı içinde barındırıyor. Hayatlarını spor üzerine inşa edan ikizler “Spor hayatımızda olmasaydı büyük bir eksiklik hissederdik. Spor sayesinde kendimizi farklı hissediyoruz. Birçok yönde fayda sağlıyor bize. Spor sayesinde görmediğimiz ortamlar gördük ve spor yaptığımız için saygınlığımız oluyor. İnsanlar bize saygı duyuyor. Çünkü yaşamımızın birçok yönü sporla gelişiyor.” Onlar hayatlarının en özel yerine sporu yerleştirmişler. Severek ve isteyerek yapılan her şeyin insanı başarıya götüreceğinin bir kez daha kanıtı oluyorlar. Kavgalarımız da güzel oluyor diyerek devam ediyor Eda: “Kız gibi dövüşemiyoruz. Ağabeyim bazen ‘Kız gibi dövüşseniz’ diyor. Anlaşmamız için gözümüze bakmamız yetiyor. Aynı anda çok konuştuğumuz da oluyor. Derste aynı anda ‘Hocam’ diyoruz. Sınıf bayağı gülüyor o zaman.” Eğlenceli ve yüzlerinden tebessüm eksik olmayan kardeşlerin renkli hayatları, etraflarında yer alan insanları da gülümsetiyor.
‘Erkekler sizden korksun’
İki genç kız en sert sporları deniyor ve başarıdan başarıya koşuyorlar. Çevrenin yaklaşımı ise çoğu kez ilginç oluyor. Seda çevrenin ve arkadaşlarının yaklaşımını gülerek anlatıyor: “Arkadaşlarımız ilk gördüklerinde ve söylediğimizde inanmıyorlar. ‘Yok, canım’ diyorlar. Bu sanırım biraz minyon tipli ve zayıf olmamızdan kaynaklanıyor. Ama maçta görenler ‘Sizden
korkulur’ gibi cümleler kuruyorlar. Hatta ‘Erkekler sizden korksun’ diye espri bile yapıyorlar.” Eda araya girerek bu konuya dair bir anısını bizimle paylaşıyor: “Bir gün parkta gezerken, erkekler bize laf atmışlardı. Bizde tabi onları dövdük.” Eda ve Seda görünüşlerinin yanılttığının farkındalar, ama yumruklarının sertliği erkekleri korkutacak cinsten.
İki bedende tek yürek
Yıllardır birçok maça birlikte çıkan ikiz kardeşler maç esnasında tek yürek oluyorlar. Seda maç esnasındaki duygularını anlatırken o günleri yeniden yaşıyor gibi heyecanlanıyor. Sanki maça iki kez çıkıyormuşuz gibi geliyor diyor ve ekliyor: “Bir şey olduğunda ikimiz de çok üzülüyoruz. Hocamız bu konuda bize çok kızıyor. Maç esnasında duramıyoruz yerimizde. Eda maçtayken ben bağırıyorum ‘Eda böyle yap, şöyle vur’ diye. Hoca ‘Ben varım, sus beni duysun’ diyor ama susturamıyorum ki kendimi, çok heyecanlanıyorum. Bizi izleyenlerden biri, ben maçtayken Eda’nın fotoğraflarını çekmiş; elini birleştirmiş, nasıl heyecanlı bekliyor, el kol hareketleri, dikkatli bir şekilde izlediği belliydi. Eda maçta yenildiğinde ben, ben yenildiğimde de Eda demorolize oluyor. Hocamız en sonunda bir çözüm buldu. Kimin maçı varsa, maçı olmayanı ya soyunma odasına gönderiyor ya da ‘Sen izleme’ diyerek arkamıza döndürüyor. Birbirimizden çok etkileniyoruz. Belki de birbirimizin duygularını hissediyoruz.” Birbirlerini tamamlayan ikizler, sevinçleri de, üzüntüleri de hep birlikte yaşıyorlar.
Eda, “Türkiye Kupası Halter Şampiyonası’na gittiğimizde, haltere başlayalı daha sekiz ay olmuştu. Ben birinci, Seda ikinci oldu. Beş dalda spor yapıyoruz. Kickboks, MuayThai, Wus-hu, Boks, Tekvando. İkimiz de 2010 Wus-hu Türkiye birincisi olduk. Seda, Kickboks Türkiye maçında üçüncü, ben ise ikinci oldum. 2011 yılında, Üniversiteler Arası Muay Thayi Şampiyonluğu’nda birinci oldum. Seda ise Kickboks Türkiye Şampiyonluğu’nda birinci, MauyThai dalında Türkiye şampiyonu oldu. Yine Seda, boksta Avrupa üçüncüsü; Wus-hu’da Avrupa şampiyonu oldu” “Başkalarına ihtiyaç duymuyoruz”
Bir insanın en büyük ihtiyaçlarından biridir güvendiği ve değer verdiği birinin yanında olduğunu bilmek. Seda ve Eda tek yumurta ikizi ve her an her koşulda birlikteler. Birbirlerine çok benzemelerinin yanında, birbirlerine dair sevgileri görülmeye değer. Seda, ikizinin olmasından çok memnun. “Çok güzel bir duygu. Hangi ortama girersek girelim çok kolay fark ediliyoruz. Dikkat çekiyoruz ve ilgi odağı oluyoruz. Her şeyimizi birlikte yapıyoruz. İlk milliğimizi bile birlikte aldık. Bulgaristan’a birlikte gittik. Muş’taki kampa yalnız katıldım. Çok kötüydü, ilk defa Eda’dan ayrılıyordum. Babam kabarık bir telefon faturası ödedi. Çünkü biz durmadan konuşuyorduk.” Eda ise, ikiz olmalarının çoğu kez komik olaylara neden olduğunu söylüyor. “Bazen tek kişiymişiz gibi davranıyorlar. Bana çok garip geliyordu, kampta arkadaşların Seda diye çağırması. Eda-Seda ya da ikizler diye çağrıldığımız için tek çağırdıklarında garip oluyorum. Bana mı sesleniyorlar diye bir duruyorum. Birbirimizin yanında olmaya alışmışız. Bir keresinde komik bir olay olmuştu. Kilolarımız birbirine yakın olduğu için Seda benim arkamdan maça çıkacaktı. Maça çıkıyorum. Final rakibim Trabzon. Ben maçı aldım, indim ve arkamdan Seda çıktı. Onun da rakibi Trabzon ve mavi köşe. O takımın hocası Seda’ya ‘Kızım daha ne çıkıyorsun doymadın mı’ dedi. Ben ‘O benim ikizim’ dedim. Hakeme şikâyet ediyordu. Şimdi artık tanıyorlar bizi.”
“Ödül aldığımızda gereken ilgiyi görmüyoruz”
Eda ve Seda ilk başarılarını aldıklarında henüz 10 yaşındaymış. Eda ilk maçlarını şöyle anlatıyor: “Türkiye Kupası Halter Şampiyonası’na gittiğimizde haltere başlayalı sekiz ay olmuştu. Ben birinci, Seda ikinci oldu. Seda, çok ağlamıştı. O ağladığı için, ben de tam sevinememiştim. 10 yaşındaydık zaten daha. Takip eden süreçte, her yıl Türkiye derecemiz oldu. Bir de maçlarda birbirimizle karşılaşmamak için birimizin kilosu düşüyor. Aynı kiloda olursak birbirimizde karşılaşabiliriz. Birbirimizle hiç karşı karşıya gelme-
dik. Sadece gösteri maçı yapıyoruz. Beş dalda spor yapıyoruz. Kickboks, MuayThai, Wus-hu, Boks, Tekvando. İkimiz de, 2010 Wus-hu Türkiye birincisi olduk. Seda Kickboks Türkiye maçında üçüncü, ben ise ikinci oldum. 2011 yılında, Üniversiteler Arası Muay Thayi Şampiyonluğu’nda birinci oldum. Seda ise Kickboks Türkiye Şampiyonluğu’nda birinci, MauyThai dalında Türkiye şampiyonu oldu. Yine Seda, boksta Avrupa üçüncüsü; Wus-hu’da Avrupa şampiyonu oldu.” Uluslararası arenada ülkemizi başarıyla temsil eden ikizler, yetkililerin ilgisizliğinden yakınıyor. Seda elde ettikleri başarının gereken etkiyi yaratmadığını dile getirerek: “Ödül aldığımızda gereken ilgiyi görmüyoruz. Devlet, aldığımız başarılarda ödül vermiyor. Sponsorlarımız yok ve bazen maçlara giderken zorluk çekiyoruz. Kendi cebimizden harcıyoruz çoğu zaman. Genelde futbol daha çok ilgi gördüğü için, bazı sporlara ne yazık ki gereken alaka gösterilmiyor. Bu anlamda çok zorlanıyoruz.” İkizler, ilgisizlikten yakınsalar da başarıya ulaşma hedeflerinden vazgeçmeyeceklerini elde ettikleri madalyaları ile gösteriyorlar.
“Ülkemizin desteği var, ama tam değil”
İkizlerin antrenörü Orhan Özaktı, Eda ve Seda’nın ikiz oldukları için antrenmanlarda çok uyumlu olduklarını dile getirerek, ikiz olmalarından kaynaklı birbirlerine aşırı düşkünlüklerinin çoğu kez sorun teşkil ettiğini anlatıyor. Özaktı: “Müsabakada çoğu kez zorlanıyorum. Benim işime karışıyorlar. Ben maç esnasında taktik verirken, ikisinden biri maça çıktığında kalan taktik vermeye çalışıyor, bağırıp çağırıyor.” Özaktı ikizlerin eğitimlerinin spor kariyerlerini olumsuz şekilde etkilediğini ifade ederek devam ediyor: “Eda ve Seda‘ya dair hedefim olimpiyatlara kadar çalıştırmak. Fakat bazı sorunlar yaşıyoruz. Devlet burs veriyor, ama şu kadar zayıfın olursa kesilir diyor. İster istemez çocuklar da, sporu bırakıp derslerine yöneliyorlar. Derslerden, sınavlardan dolayı antrenmanların bir kısmına katılamıyorlar.” Eda ve Seda kardeşler başarılarıyla örnek oluyorlar ve her geçen gün madalyalarına bir yenisini ekliyorlar. HAZİRAN 2011 83
ERİHA
Spor
Meryem Ana Spor Salonu SERC AN TOPÇULAR
Bugün Kayseri’de, milli sporcu yetiştiren ve uzun zamandan beri çeşitli faaliyetlere hizmet eden, kuruluşunda Türk Or todoksların da yer aldığı Surp Asdvadzadzin (Mer yem A na) Ermeni Kilisesi’ndeki neredeyse bir asırdır devam eden değişim, kültürel değerlere bakış aç ımızı da yansıtmıyor mu bir nevi?
84 HAZİRAN 2011
üzyıllardır birbirinden farklı kültürleri topraklarında ağırlayan Anadolu coğrafyasının halkı, hoşgörüyle bakmış kendilerinden önce bu topraklarda var olan tüm uluslara ve onların kültürlerine. Çeşitliliğin değerli olduğuna ve insan emeğiyle üretilen her şeyin kutsal sayıldığına inanan halk, sadece hoşgörü göstererek yıllar sonrasına da aktarabilmiş kültürel zenginliklerini. Anadolu’daki kültür mirasının bekçileri olan halkın bir kısmı, çeşitli uygarlıklara ait yapıtların, kültürel bir değer olarak kabul görmesinin ve gelecek nesillere gururla bırakılacak bir miras olarak korunmasının dil, din, ırk, ideoloji ayrımı yapmadan farklı olana zenginlik gözüyle bakmaktan geçeceğine inanır. Halkın diğer bir bölümü
de yaşadıkları bölgenin, ilin veya ilçenin ekonomik durumu ne kadar iyi olursa olsun, kullanılmayan ve uğrayanı olmayan tarihi eserleri diledikleri gibi kullanabileceklerinin, bu yapılara zarar verebileceklerinin bir sorun olmadığını düşünürken, aynı zamanda bu tutuma göre davranılmasının bölge ve ülke kültürünün zenginliğini zarara uğratmayacağına da inanır. Kafamızı hangi yöne çevirsek tarihi yapılarla sıklıkla karşılaştığımız topraklarda, var olan yapıtları hangi bakış açısıyla değerlendirdiğimizi düşünmek büyük önem taşır. Özellikle çok geniş coğrafyalarda hâkim olan çeşitli inançlara ait ibadethanelerin bu topraklarda var olması daha da hassas olmayı gerektirir. Etrafımızdaki bu tarihi yapıtlar kimi zaman olağanüstü hallerde insanları bir ara-
da tutmak kimi zaman da birbirinden farklı faaliyetler için kullanılır yıllardır, spor, resim, tiyatro, müzik, yabancı dil kursları verilen bir merkez olarak kullanılan Kayseri'deki Surp Asdvadzadzin Kilisesi gibi. Günümüzde tekvando ve okçulukta milli sporcu yetiştiren ve kuruluşu Türk Ortodokslara ait olan Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Ermeni Kilisesi’ndeki yarım asırlık değişim, kültürel değerlere olan bakış açısını gösteriyor, tarihi zenginlikler coğrafyasında yaşayan her vatandaşa. Hâl, karakol ve son olarak spor salonu Milli Mücadele Dönemi’nde miting meydanları ve ibadethaneler halkı bir araya getirmede çok önemli görevler üstlenir.
HAZİRAN 2011 85
Sakarya Savaşı’nda Kayseri meydanlarında mitingler yapılırken, ateşli nutuklar söylenirken, ibadethanelerde de dualar edilir. Bazı arşiv verilerine ve kilisedeki yetkililerin verdiği bilgilere göre Türk Ortodokslara ait Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Kilisesi’nde de dualar edilir. 1835 yılında inşa edilen kilise 1875–85 yıllarında onarılır. İlk yıllarda kuruluş amacına hizmet eden tarihi yapı, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra pazarcılar için hal, belediye ve zabıta için de karakol olarak kullanılır. Bugün ise Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’ne bağlı spor, resim, tiyatro, müzik, yabancı dil kursları verilen bir merkez olarak hizmet vermeye devam ediyor.
86 HAZİRAN 2011
“Kilise gibi tarihi bir mekân spora uygun değil” Kayseri Gençlik ve Spor İl Müdürü Yahya Şahan, kilisenin gelecekte alacağı hali şöyle açıklıyor: “Kilise gibi tarihi bir mekân, spor yapmaya uygun değil tabi, ancak uzun yıllardan beri burada spor faaliyetleri yapılıyor. Gençler, buraya ilgi gösteriyor. Ayrıca bizim devasa statlarımız da var, Kadir Has Stadyumu örneğin, ama gençlik merkezlerimiz yok. Bu yüzden yatırım programımızda, Kadir Has Stadyumu'nun üst bölümünde, tenis kortlarının yakınında gençlik merkezi yapma planımız var. Orası tamamlandıktan sonra, gençlik merkezini de buraya taşıyacağız. Kilise bizim tapulu malımız ve ağırlıklı olarak gençlik merkezi olarak kullanılıyor. Burada daha önceleri çok daha fazla branşta spor yapılıyordu. Zaten yer olarak da merkezi bir konum sahip. Böylece gençler kolaylıkla ulaşabiliyor. Aslında oranın temelinde müze projesi var. Genel müdürlüğün talimatları doğrultusunda kilisenin Büyükşehir Belediyesi'ne tahsisi söz konusu. Eğer bu tahsis gerçekleşirse, belki belediye müzeye çevirebilir. Devletin bize yüklediği bazı sorumluluklar var. Devlet her türlü vatandaşın sağlıklı bireyler olarak yetişmesi için sportif tedbirler alır. Sporcuyu korumak gerekli tedbirleri almak ve başarılı sporcular yetiştirip ödüllendirmeyi hedefler. Bu yüzden gerekli çalışmaların yapılması gerekiyor.
Spor yapılması için uluslar arası mekanlar oluşturmak, işletilmesi ve güvenliği için gerekli tüm tedbirleri almak gerekiyor. Özellikle güvenlik çok önemli çünkü aileler çocuklarını bize emanet ediyor. Ben hep şu noktadan hareket ediyorum. Orası sonuçta bir ibadethane mekanı olarak hazırlanmış. Bizde eskiden Osmanlı zamanında bıraktığımız topraklarda yaşadığımız sıkıntı hep şuydu; Camilerin yıkılıp kilise olması, camilerde futbol oynanması... İnsan bu noktada elbette bazı şeylerden rahatsız oluyor. Zaten buranın asıl düşünülmüş şekli bir ofis olarak kurmak ve daha sonra merkezi buradan taşımaktı. Hala hedefimiz aynı yavaş yavaş merkezi o mekandan taşımaya çalışıyoruz.” “Mekanlar amacına uygun olmalı” Taşıyacağımız yer de hem modern hem ulaşıma elverişli bir yer olmalı. Zaten bu tür merkezlerle ilgili en büyük sıkıntımız gençliğin problemi deyip geçmemek lazım. İlgi ve ihtiyaçları göz önünde bulundurmak lazım. Orası öğrencilerin yoğun olarak yaşadığı bir yer. Yani insanları farklı mekanlara getirmeyeceksiniz. İnsanların olduğu yerde yaşamsal alanları içerisinde spor faaliyetleri ve gençlik hizmetleri sunacaksınız. Bizim şimdiki amacımız yavaş yavaş oradan çıkıp tesisi planlanılan bugünkü yerine, Kadir Has Stadyumu'nun yanına taşımak. Kısacası orası sürekli amacının dışında kullanılmış; hal karakol vs... Mekanlar amacına uygun olmalı. Oranın tek albenisi tam merkezi bir konumda olması. Kenarda köşede bir yerde olsa orası tercih edilmezdi. O alan tam hareket merkezi ve halk orada çok yoğun. Bizim çalışmalarımız sürüyor. Biz oradan çıktıktan sonra orası ibadethane mi olur başka bir şey mi olur bilemiyorum.”
KAY SERİ GENÇLİK VE SPOR İL MÜDÜRÜ YAHYA ŞAHAN
“Kilise olarak açılması mümkün değil” Bir sene önce belediyeden, kilise binasının kendilerine tahsis edilmesi için yazı geldiğini, ancak daha sonra bu talebin askıya alındığını söyleyen Şahan: ''Buranın belediyeye tahsis edilip müzeye dönüştürülüp, kilise olarak açılması da gündeme geldi. Ancak bunun mümkün olmadığı görüldü. Belediye tahsis için yeniden bir yazı yazarsa ve genel müdürlük de yazıyı olumlu bulursa, belediyeye tahsisi yapılır ve belediye de burayı müze olarak değerlendirir'' diyor.
“Kilisenin cemaati yok, ibadete açılmaz” Kayseri Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Kemalettin Cengiz Tekinsoy da konuyla ilgili yaptığı açıklamada: “Biz kiliseyi, tarihi anlamına uygun bir şekilde fonksiyonlandırmayı düşünüyoruz. Kilise olarak yeniden ibadete açılması gibi bir durum yok. Oranın bir cemaati yok Kayseri'de, ama tarihi özelliklerini ön plana çıkaracak bir restorasyondan sonra müze olarak kullanılabileceğini düşünüyorum.” dedi.
HAZİRAN 2011 87
ERİHA
Söyleşi Söyleşi
GENGÖELLRİLERMDENE K O D
88 HAZİRAN 2011
R A L Ş U UN
Söyleşi
ERİHA
MİNE Ç ALIK
Onlar küçük atölyelerinde, sevgi çınarları büyütüyor. Engelli birçok birey, GÖRSEM ve İş-Kur ortaklığı ile açılan kursta, sabır, emek ve sevgi karışımından boyuyorlar kilimlerine renk veren umut iplerini. Hayatı, engellerine inat engelsizce yaşamayı, sevgiyi ve mutluluğu tezgâhlarından çıkan kilimlerle gösteriyorlar insanlığa.
E
skişehir Görme Engelliler Derneği (GÖRSEM) ve İş-Kur Müdürlüğü aracılığı ile açılır engelli öğrencilerin hayatlarına umut ışığı olmayı hedefleyen kilim kursu. Hızla öğrenci arayışlarına başlanır. Gerekli ilanlar ve duyurular yapılmasının ardından engelli vatandaşlarla tek tek bağlantıya geçilir. Kilim kursuna engelliler önceleri pek sıcak bakmazlar. Bu nedenle, kursa ilk esnada sadece üç kişi başvurur. Gerekli öğrenci sayısını bulamayan kurs, Görme Engelliler Derneği ve Rehabilitasyon Merkezi öğrencilerinin de katılımıyla gerekli sayıya ulaşır. Kilimin ne olduğunu anlayamayan ya da hayatında kilimi hiç görememiş bireylerin önlerindeki tezgâhta kilimlere can verme öyküsü başlar artık. Boş zamanlarını değerlendirmek için Halk Eğitim kurslarına başlayan Nigar Cengiz, bu girişimin hayatını değiştiren bir adım olduğunun farkına varamaz kilim tezgâhının başına ilk oturduğunda. Boş zaman aktivitesi olan kilim dokumak zamanla, onun hayatında vazgeçemediği bir tutku haline dönüşür. Böylelikle kilim doku-
makta öğrencilik dönemi biter ve kendisini kilim dokuma hocası olarak bulur. GÖRSEM ve İş-Kur’un düzenlediği engelliler kilim dokuma kursunun hocalığını yürütür ve 5 yıllık eğitmenlik hayatında ilk defa engelli öğrencilerle çalışır. “GÖRSEM ve İş-Kur ortaklığı ile açılan bu kursta zihinsel, işitme-konuşma, görme ve bedensel engelli öğrencilerimiz var. Çok karma bir sınıf ve benim daha önceden engellilerle çalışma ya da onlara eğitim verme gibi bir deneyimim olmadı. Bu açından biraz zorlu bir yol, ama bir o kadar da zevkli. Öğrencilerimiz seçilirken engellerine değil, ellerinin becerisine bakıldı. Kilim dokumak; görmek, duymak ya da başka bir engelle bağlantılı değil. Önemli olan engelli bireylere doğru yaklaşabilmek. Sevginin gücüyle hiçbir el becerisi olmayan öğrenciler bile bir ay gibi kısa bir sürede kilim dokumayı öğreniyorlar.” diyor. “Gözlerimi kapadım ve öyle anlattım” Kilim kursunda bizi en çok şaşırtan işitme ve bedensel engellilerin dışında zihinsel ve görme engellilerin kilim dokuması oluyor. Görmeyerek
renkli kilimler dokuyan öğrenciler genel itibariyle de sınıfın en iyi öğrencileri olmayı başarırlar. Kilim öğretmeni Cengiz: “Göremiyorlar, ama işitme ve dokunma hisleri çok güçlü. Tezgâhın başına gittiğimizde tedirginlik yaşadık, ama bunu hep birlikte aştık. Kilimin başına birlikte oturduk. İlk olarak ipleri tanımaları önemliydi. Algılamaları o kadar kuvvetli ki kısa sürede çözgü ipinin ve atkı ipinin hangisi olduğunu, kilimi dokurken ön taraftaki ipten mi yoksa arka taraftaki ipten mi alacaklar hepsini hızla öğrendiler. Başlangıçta ben de biraz zorlandım. Nasıl anlatacağımı şaşırdım. Bir süre gözlerimi kapadım ve öyle dokudum. İşte o zaman onlar gibi hissettim ve nasıl daha iyi anlatabileceğimi öğrendim.” sözleri ile her engelli öğrencinin ayrı bir öğretmen olduğunu anlatıyor. Görme engelli öğrenciler, kilim dokurken ipleri sayarak çalışıyorlar. Bu sayede ipleri nasıl ve nereden geçirdiklerini anlayabiliyorlar. Kilimlerin renkleri ve desenleri, öğrencinin kilim dokuma ve el yatkınlık seviyesine göre ayarlanıyor. Cengiz: “Görme engellilerin maalesef renkleri tanımaları ve bir uyum oluşturmaları imkânsız. Burada ben devreye giriyorum, onlara kilimi oluşturan renklerini ve desenlerini ayarlıyorum. Desenlerin nasıl yapılması gerektiğini anlatıyorum, beraber ilk deseni oluşturuyoruz daha sonra onlar öğreniyor ve dokuyorlar.” Hayatlarında belki de siyahtan başka renk göremeyenlerin, dokuduğu kilimler gökkuşağı gibi renkli. HAZİRAN 2011 89
“Babam bana adeta bir hayvanmışım gibi davrandı” GÖRSEM öğrencilerinden Şakir Şahin üç yaşında gözüne bıçak batması ile kaybeder sağ gözünü. Ailenin eğitimsizliği, köyde yaşamanın getirdiği zorlu şartlar ve insanların engellilere olan yanlış bakış açılarından çok fazla etkilenir. Yaşadığı zorluklar karşısında akıttığı gözyaşlarına direnemez küçük vücudu ve diğer gözü de kapanır. Bundan sonra yaşamın en sert darbeleri iner üzerine. Hayatı artık ‘Kör’ diye dışlanmakla geçer. Şakir Şahin: “Gözlerimi kaybettikten sonra bana adeta bir yaratıkmışım gibi baktılar. Sanki canlarını alacaktım. Köyde evden dışarı çıkamazdım, sanki hırsızlık yapmışım gibi utanırdım, utandırılırdım. Herkes benden kaçardı. Çocuklar oyunlarına almazlardı, oyuna katılsam bile anne babaları benimle oynadıkları için onlara kızardı. Hala düşünüyorum, görmüyorum diye oyun oynamaya da mı hakkım yoktu? Demek ki yokmuş.” diyor. Anne babasını kaybedince şehirde yaşayan kardeşinin yanına gelir Şahin. Bundan sonra da, içinde hiç öldüremediği okuma aşkına verir kendini. Öğrenme arzusu onu GÖRSEM’e getirir ve 57 yaşında başlar kabartma harflerle tanışmaya, onların tılsımını yavaş yavaş almaya. Şakir: “Bu yaşıma kadar acı ve mutsuzluktan başka bir şey yaşamadım, ama şimdi burada ailemden göremediğim sevgi ve saygıyla bir şeyler öğreniyorum. Keşke zamanında babam beni okumam için okula gönderseydi. Şimdi çok farklı yerlerde olurdum belki, en azından okumam yazmam olurdu.” diyor görmeyen insanlara imkân verilmesi halinde bir şeyleri başarabileceklerini 90 HAZİRAN 2011
vurgulayarak. Babasının aşağılamalarından bahsederken gözleri doluyor Şahin’in ve ekliyor: “Babam bana adeta bir hayvanmışım gibi davrandı. ‘Sen körsün yapamazsın. Sadece yemek yersin, onu bile kendin yapamazsın.’ derdi hep. Kendi başıma yapmaya çalıştığım zaman da hep dayak yedim zaten. Yediğim dayakları, çektiğim acıları bir ben bilirim.” ‘Vay be körler de adammış’ GÖRSEM’e geldiği bir gün kilim kursu açıldığını duyar Şakir Şahin ve hemen başvurur. Bu, onun hayatında farkına varmadan attığı önemli bir adım olur. Dışlandığı günleri, hatta görmediğini bile unutur burada. Bir şeyler yapabilmek, işe yaradığını anlamak, bıraktırır kederlerini bir yana. Şahin: “Kilim dokumak beni çok rahatlatıyor. Başlangıçta çok zorlandım, yapamayacağım gibi geldi. Ama hocamız yanıma oturdu ve çok güzel bir dille bana nasıl yapacağımı anlattı. Bir de baktım ki dokumaya başlamışım. İnsanın girdiği ortamda tatlı dil, güler yüz, anlayış bulması çok önemli. Hocam bana yapamıyorsun diye kızsaydı şu an yapamazdım. O, bana inandı ve ben de
kilim dokumayı başardım.” sözleri ile anlatıyor aslında, engelli insanlara daha hassas yaklaşılması gerektiğini. Şahin, kilim dokuma kursunda aslında kilimlerin değil kalplerin dokunduğunun en büyük ispatlarından biri. Kursu, kendi ailesinden öte görüyor. “Burada herkes benim gibi. Dışlama, ayıplama yok. Bıraksalar yirmi dört saat burada kalırım. Benim doktorum oldu kurstaki herkes, ağızlarından çıkan kelimelerse ilaçlarım.” diyor. Yüreğindeki mutluluk tohumları yeşillenirken, bir yandan da babasının yapabildiklerini görmesini istiyor. Asıl engellinin kendisi olmadığını şu sözlerle anlatıyor: “Bir gün görme engelli bir avukatın yanına babamı götürdüm. Oturduk konuşuyorduk, ama babam avukatın görme engelli olduğuna inanmadı. Ta ki avukat bey bize çay ikram etmek için yerinden kalkıp masaya çarpana kadar. O zaman babam ‘Vay be körlerde adammış. Bak avukat olmuş’ dedi. Şimdi ben de kilim dokumayı öğreniyorum.” diyerek iç geçiriyor. Güven duyulup destek olunsaydı bir şeyler başarabileceğini, belki de evlenip herkes gibi mutlu olabileceğini anlatıyor Şahin, insanların engelli olduğu için umutlarının çalınmasından yakınarak.
engelli öğrencinin onun dokuduklarına bakarak dokuduğunu anlatıyor. Hiçbir engellinin kiliminde yaptığı yanlışlara göz yummuyor Nigar Cengiz. Kilimi dokumakla sökmenin de aynı teknikte olduğunu ve sadece dokurken değil sökerken de çok şey öğrenildiğinin altını çiziyor. “Kilim dokurken öğrenciler yanlışlar yapıyor. Ben onlara nedenini söyleyip ‘Olmamış sökmelisin.’ diyorum. Sökmek istemiyorlar, çok üzülüyorlar, fakat kilimi söküp ortaya hatasız bir ürün çıktığını gördüklerinde ise mutlulukları her şeye değiyor.” Hep beraber aşılıyor engeller
Minik yüreklerin umut tohumları Yaşam mücadelesi çok zor olan zihinsel engelli öğrenciler, kilim dokumanın hayatları kadar dikenli yollarla kaplı olmadığını ispatlıyorlar. Hayatın farkına varamayan minik yürekler tezgâhlarının başında, ne işe yaradığını bile bilmedikleri kilimlerini dokumak için adeta birbirleri ile yarışıyor. Küçük ellerinin attığı minik umut ve mutluluk tohumları iplerin dizilişi ile konuşuyor kilimlerinde. Akıllarında bazı şeyleri tutmaları çok zor olan öğrencilerin kilim dokuma öyküsünü şöyle özetliyor Cengiz: “Zihinsel engelli öğrenciler tezgâhı, ipleri, renkleri görebiliyor, ama bunları algılamaları çok zor. Bir şey öğretildiğinde anlıyorlar, ama hemen unutabiliyorlar. Bu yüzden bıkmadan usanmadan onlara, tekrar tekrar anlatmak gerekiyor. Kilim dokurken onlara sayma işlemi yaptıramıyoruz. Saysalar bile hemen unutuyorlar zaten.” Sayma işlemini yapamamalarına rağmen zihinsel engelli kursiyerler de kilimlerinde desen çalışıyor. Bu çalışmaların taklitle yani, yapılan örneğe bakmaları ile mümkün olduğunu söyleyen Cengiz; zihinsel engelli öğrencilerin kilimlerini ikiye böldüğünü, bir tarafını kendisi dokurken diğer tarafını da
Kilim dokurken zihinsel engelli öğrencilerin hatalarını gidermek için farklı yollar da buluyor Nigar Cengiz. Onlara farklı sorumluluklar vererek sorunların üstesinden gelmeyi başarıyor. “Zihinsel engelli öğrencilerimden Elif’in, dokuma becerisi çok iyi. Ancak, hatası çok. Sökmekle hatalarını düzeltemedik. Ben de, ondan daha geride olan arkadaşının kilimine yardım etmesini, ona öğretici olmasını istedim. Bu sayede Elif diğer arkadaşına yardımcı olmak için uğraşırken kendi hatalarını düzeltti. Önceden on hatası varsa şimdi bir hatası oluyor ya da hiç olmuyor.” Bu yöntemle üç zihinsel engelli öğrencisinin hatalarını en aza indirir Cengiz. GÖRSEM kilim dokuma kursunun bütün gayesi, engelli bireylerin rahatlamaları ve hayata daha sıkı tutunmaları için bir dayanışma ortamı oluşturmak. Bireyler belki de bu sayede kendilerini, evlerinden daha mutlu ve huzurlu hissediyor. Engellerini ve sorunlarını, kendileri gibi olan diğer engellilerle paylaşarak unutuyorlar. Cengiz: “Burada öğrenciler kilim dokurken psikolojik açıdan da çok rahatladı. Bunun bir örneği de Halim Bülbül. Halim askerde sinir hastalığı geçirir ve engelli olur. GÖRSEM bünyesinde de eğitimi ve tedavisi sürüyor. Kilim kursuna ilk başladığında Halim’de odaklanma sorunu vardı. Bir yerde beş dakikadan fazla duramıyordu. Kilim tezgâhının başına oturduğundan beri bu aralıklar azaldı. Önceden beş dakikada bir ara verirken şimdi, kırk beş dakikada bir, belki bir saatte bir mola veriyor.” Kursta vakit geçirmek öğrencileri mutlu ediyor Öğrencilerin kilim dokumayı bir tutku haline getirdiklerinden bahsederken gözlerinin içi gülüyor eğitmen Cengiz’in. Ancak bu kadar sevginin onu endişelendirdiğini de söylemeden edemiyor. “Engelli öğrencilerimizle iletişimimiz çok iyi. Sürekli beraber olmak istiyoruz. Çoğu öğrencimiz kurstan sonra dersi olduğunu, ders saatine kadar
Şahin: “Kilim dokumak beni çok rahatlatıyor. Başlangıçta çok zorlandım, yapamayacağım gibi geldi. Ama hocamız yanıma oturdu ve çok güzel bir dille bana nasıl yapacağımı anlattı. Bir de baktım ki dokumaya başlamışım. İnsanın girdiği ortamda tatlı dil, güler yüz, anlayış bulması çok önemli. Hocam bana yapamıyorsun diye kızsaydı şu an yapamazdım. O, bana inandı ve ben de kilim dokumayı başardım.”
burada bekleyeceklerini söylüyor. Dersinin hangi öğretmenle olduğunu soruyoruz. Bir de öğreniyoruz ki aslında ders yok; sadece burada olmak istedikleri için bizi kandırmışlar. Bu da bizi, burada geçirdikleri zaman onların diğer derslerini etkiler mi acaba diye düşündürüyor.” sözleri engelli bireylerin GÖRSEM’de ne kadar mutlu olduğunu gösteriyor. Attıkları her ilmikte kendilerini yaşatıyor kilim dokuma kursunun öğrencileri. İplerini çözgüden geçirirken mutluluk dokuyorlar aslında tezgâhlarında. Göremedikleri renkler ya da anlayamadıkları desenlerle kilimlerini dokurken, bir yandan da yüreklerini koyuyorlar ortaya. Göremiyorlar, anlayamıyorlar, ama kilimlerine içlerinin güzelliklerini yansıtıyorlar. Etrafındakilerin yadırgayan gözlerine inat aşıyorlar sevginin gücüyle engellerini. HAZİRAN 2011 91
ERİHA
Söyleşi Söyleşi
CANSU KILIÇ
Gazeteci, uluslar arası savaş muhabiri, gezgin, maceracı, belgesel yönetmeni, yemek kitabı yazarı ve son olarak da çocuk üniversitesindeki genç kaşiflerin vazgeçilmez akıl hocası. 55 yaşındaki Coşkun Aral, 36 yıllık profesyonel yaşamına uçak korsanlığından, savaş alanlarındaki tehlikeli yolculuklara kadar çok şey sığdırmış sıra dışı bir isim. Öyle bir yaşam sürmüş ki, heybesini heyecanlı öykülerle doldurmuş.
C o s. k u n
İ N S A N I N YA Ş A D I Ğ I H E R Y E R D E
92 HAZİRAN 2011
Söyleşi
ERİHA
Aral
R O Y U L U B Z İ R İ B KENDİNE AİT
HAZİRAN 2011 93
S
evdiği işleri kendine özgü biçimiyle yapan, belki çok para da kazanamayıp, farklı şekillerde bilgiyi sunan Coşkun Aral, elli beş yaşına rağmen hala durmaksızın koşturuyor. Önemli olanın işini özgürce yapabilmek olduğunu savunan Aral, insanın yaşadığı her alandan kendine dair bir iz bulmayı hedefliyor. “Olmayacak bir işi benden nasıl istersin diye karşı çıktığım, boyun eğmediğim için hiçbir gazete benimle çalışmak istemiyor” diyor farklılığını açık yüreklilikle ortaya sererek. Siirt’te doğmuş Coşkun Aral. Anne tarafı hatırı sayılır bir Arap ailesi, Baba tarafı ise 1928’de Atatürk’ün teşvikiyle bölgenin ilk un fabrikasını kuran Siirt eşrafının varlıklı bir ailesi. Ortaokuldayken zatürree, raşitizm hastalıklarına yakalanınca, tedavi için İstanbul’a halasının yanına gönderilmiş. Mesleğe başladığı yılları şöyle anlatıyor Aral, “Cumhur Kılıççıoğlu’nun Mücadele Gazetesi’nde gazetecilik mesleğine çırak olarak başladım. Bu dönemde, Siirt Mücadele Gazetesi ve Anadolu Ajansı’nın basın kartını bastırıp, duruşmaları izlemiştim. 17 yaşındaydım daha. Lise bitince kuzenim Fahri, beni gazeteci Can Aksın’ın yanına gönderdi. Önce Günaydın, sonra Gün gazetesinde muhabirliğe başladım.” 14 Ekim 1980’de Ankara’ya gitmek üzere Diyarbakır uçağına binen Coşkun Aral, bindiği uçağın kaçırılmasından kahraman fotoğrafçılığa uzanan hikayesini, ilginç bir olaya tanıklık olarak tanımlıyor. “Havalandık ama uçuş süresi çok uzamıştı. Uçağın kaçırıldığı anonsu yapılınca çıkardım makinemi, fotoğraf çekmeye başladım. Kaçıranlardan birine ‘Gazeteciyim konuşmak istiyorum’ dedim. Beni kokpite aldılar. Yolcular arasında bugünün ünlü işadamları Selim Edes ve Turgay Ciner de vardı. Bir süre sonra uçak, sözde yakıt almak üzere Diyarbakır’a indirildi. Rehin alınmıştık. Önce kadınlar ve çocukları bıraktılar. Sonra da biz çıktık. Ancak ilk serbest bırakılanlardan yanımda oturan bir kadın ‘Bu adam da terörist’ diye beni ihbar etmiş. Emniyetteyken, Diyarbakır Cezaevi’ne götürüleceğimi öğrenince sakladığım filmleri Osman Arolat’a verdim. Osman Arolat da, filmleri Adana’da bir gazeteye verip yıkatmış, renkli olanlar yanlış yıkandığı için de hepsi yanmış. Bir tek kurtulan siyah-beyaz fotoğraftı. Dört gün kaldım hapishanede. Bırakılınca bir baktım ki o ana kadar fotoğraflarımı imzasız kullanan gazetede kahraman fotoğrafçı olmuşum.” İlk Paris Yolculuğu Zeki adındaki arkadaşıyla beraber ucuz öğrenci biletiyle Münih üzerinden Paris’e ulaşan Aral, bu dönem çok parasızlık çekmiş. “Paris’in 20 kilomet-
94 HAZİRAN 2011
re dışında bir yere girdik, ama hiçbirimizde para kalmamıştı. Para aramak üzere yola koyuldum. Gittim yürüye yürüye Şanzelize’ye. Babamın yıllar önce borç verdiği bir terziyi aramaya başlamıştım. Adı Ahmet olan bu terzinin bana verilen adresi yanlıştı. Arayışım sırasında tek arzum bir Türk’le karşılaşmaktı ve bir adama çarptım. Şansa bak, adam, “Ahmet, benim ortağım” demesin mi? Sevinçle adama sarıldım. Beni ortağına götürdü. Ertesi gün uçağa bindik Türkiye’ye döndük.” TesaSavaşlarda korkunç şeyler yaşanıyor. Savaşa giden insanlar olarak bizim amacımız, bunun ne kadar vahşice olduğunu bilen, anlayan, iradesiyle silahtan çıkarı olan insanların kamuoyunu yaratmak. Biri çektiği fotoğrafları kitaplaştırırken, öncelikle çocukların alamayacağı kadar pahalı olmasını isterim. Çünkü o fotoğrafları çocukların görmesini istemiyorum. Bunu 15 yaşında çocuk görmesin. Bunu bize de yapabilirler empatisi zamanla sempatiye dönüşebilir. Bu duyarlılık bizim olgunluğumuzun göstergesidir
düfün öyküsünü yaşayan Aral, aslında rastlantılara inananlardan değil. “Hayatta her şey insan beyninde önceden programlanmış şekilde var. Bazı şeyler es geçebiliyor. Hayatındaki belki en korkunç an, o anı yaşamanı sağlayacak bir olgunun eksikliğiyle geçebiliyor. Belki de seni dünyanın en mutlu insanı yapacak bir olay pas geçebiliyor. Ama her şey daha önceden programlanmış, bu bizim yaşam çiplerimiz de var. İkiz de olsan ikizinle aynı kadere sahip olmayabilirsin. Biyolojik benzerlik yetmiyor. Dünyanın en akıllı, IQ su en yüksek, en güzel insanı olabilirsin, ama hayattan beklentilerin öyle sınırlıdır ki hiçbir şey yapmayı düşünmezsin bile. Benim bir yerlere gitme arzum hep vardır. Bir şeyler yapma isteğim her zaman vardır. Bir şeyler için bedel ödeme arzum hep vardır. O yüzden hayatımda uçak kaçırılması dâhil olmak üzere çok şeyin önceden hayalini kurdum ben. “ diyor
Savaş fotoğrafçılığı 1988’de foto muhabiri ve aynı zamanda da kameraman olarak Mehmet Ali Birand’la birlikte, Abdullah Öcalan’la röportaj yapmaya giden Coşkun Aral, PKK’lıların Bekaa’daki askeri talimleri, ateş ederken görüntüleri ve Apo’nun meşhur futbol maçı görüntülerini kendisinin çektiği o günü şöyle anlatıyor: “Afganistan’a Şah Mesut’a gitmemi sağlayan konvoyda, arkasına asıldığım kamyon mayına çarptı. Ben de havaya uçtum. Tutunduğum demir ağzımın içine girdi. Çenem parçalanmış ve üç gün komada kalmışım. Orada beni kurtaran doktor kadının Fransız Gizli Servisi’nden olduğunu on sene sonra öğrendim. En son 2002’de Afganistan’a gittim. Yaşadığım son gerçek savaştı. Irak’a gitmek istedim ancak masrafımı karşılayan yoktu.” Birilerinin savaşı bilmeyenlere aktarması lazım. Savaşı yaşayanlar barışı çok iyi korur. Bu gün dünya da Mustafa Kemal de dâhil olmaz üzere bütün liderler, savaş alanlarında barışın ne kadar anlamlı olduğunu defalarca ifade etmişlerdi. Coşkun Aral, “Savaşlarda korkunç şeyler yaşanıyor. Savaşa giden insanlar olarak bizim amacımız, bunun ne kadar vahşice olduğunu bilen, anlayan, iradesiyle silahtan çıkarı
Söyleşi
olan insanların kamuoyunu yaratmak. Biri çektiği fotoğrafları kitaplaştırırken, öncelikle çocukların alamayacağı kadar pahalı olmasını isterim. Çünkü o fotoğrafları çocukların görmesini istemiyorum. Bunu 15 yaşındaki çocuk görmesin. Bunu bize de yapabilirler empatisi zamanla sempatiye dönüşebilir. Bu duyarlılık bizim olgunluğumuzun göstergesidir. Çok saygın isimler de bunu yaptı yıllarca. Ben göstermedim, göstermem de. Yeri geldiğinde makinemizi bırakıp ağladığımız da oluyor, yeri geldiğinde cinnet geçirenler de oluyor. Nijerya’da on bir kişinin gözümüzün önünde kafaları kesildiğinde İtalyan bir gazeteci bir hafta boyunca kustu. Ben buraya geldiğimde bir gazetenin editörü “Şu kesik kafayı eline alıp bir fotoğraf çekilseydin ya “ dedi. Bunlar da var.” Coşkun Aral, Gabon, Kuzey Kore ve Kamerun’a gidememiş Kuzey Kore almamış, Kamerun ve Gabon’a gittiği dönemlerde girememiş, bir daha da gitmemiş. Davet gelirse ve fırsatı olursa Kore’ye gitmek istiyormuş. Aral Kore’den söz açılınca, “Ama gazetecileri çağırmıyor, turistlere zaten kapalı. Yani dünyanın tek komünist diktatörlüğü orası.” diyor.
belgesellerle bilgi aktarmak için mücadele ettiğinin altını çizen Aral, bu düşlediğim bir meslekti, ama bir de doktor olmayı çok isterdim diyor. “Her şey yaptım. Belki biraz beynimin normal olmayan tarafı veya benim normal olmayan tarafım meraktan kaynaklanıyor. Zor koşullarda insanlar nasıl yaşıyor bunu merak ettiğimden de her işe elimi uzattım. Yaşam yolculuğumda, mümkün olduğu kadar insanın yaşadığı her alana girmek ve orada bana ait bir iz bulmak istiyorum. Keyif alıyorum, ama aldığım keyif kadar da iz düşümünde acıyı duyuyorum. Başka insanların göremeyeceği anlar yaşadığım için, acıda duygularım daha fazla depreşiyor. Önceden sezinleyebiliyorum bazı şeyleri. A Takımı’nda, Ruanda’daki katliama tanık oldum. Azerbaycan’a gittim. Maddi yönden hep cepten veriyorum, kameramansız gidiyorum. 1995’te “Haberci” isimli programa başladım. Bir kameramanla bölgeleri dolaşarak belgesel yaptık. Haberci ile birkaç kanal değiştirdik. Köy köy dolaşıp belgesel izlettim otobüsle. Sonradan TRT aldı programı. TRT’de hakikaten çok tanındım. Kendi standardımda para da kazandım.”
“Haberci” ile tanındım Bir dönem fotoğrafçılıkla uğraştığını, bu günlerde
İZ TV’nin izlenme oranı iyi 2006 yılında, Coşkun Aral Haberci programında
ERİHA
beraber çalıştığı arkadaşlarıyla birlikte İZ TV’yi kurar. “Şarküteri prodüksiyon olarak birikimlerimizi ortaya koyup hem kendi arkadaşlarımızla ciddi prodüksiyon imkanları sağlıyoruz hem de bizim gibi Türkiye’de belgesel yapıp da bunu yayımlayacak mecra bulamayan insanlara kapı açıyoruz. Amacımız daha kaliteli, daha sürekli, daha çok ortak yapımlı ve teknolojinin en üst aşamasına uyumlu belgeselleri yayımlayan bir kanal olmak. İzleyici oranı, Digitürk içinde diğer belgesel kanallarla kıyaslandığı zaman çok iyi. Türkiye’yi, gerçek üç boyutla tanıtacak belgesel hazırlıyoruz. Arkadaşlarım dünya çapında işler yapıyor. Kanal beşinci yılını geride bırakırken yeni projeler üretiyoruz” Tarifleri annem verdi Gastronomi, tarih, yolculuk, sosyolojik ve antropolojik konulara hep ilgi duymuş Coşkun Aral. Gittiği yerlerde kırmamak için tadı veya görüntüsü iğrenç de olsa sunulanı yermiş. Lezzetli yemeklerle annesinin mutfağında tanışmış. “Evimizde Arap, Ermeni, Kürt, Karadeniz, Konya ve İzmir mutfağının izleri vardır” diyor. “Annem hastaydı ve bir ameliyat geçirdi. Ona bir hediye düşünüyordum. Annemin yapmış olduğu evimizde pişen yemekleri biraz belgeye dönüştürmek aklımda vardı. Sonra geliri HAZİRAN 2011 95
Ailelerin yapısını değiştirmesi gerekiyor. Bunun için de çok uzun bir zamana ihtiyaç var. Nasıl değişir? Avrupa topluluğu konusunda ilerleyeceğiz, Rusya’ya gideceğiz daha çok Ruslarla kaynaşacağız. Hindistan’a gideceğiz Hintlilerle kaynaşacağız. Çocuklar farklı bakacaklar, yavaş yavaş oluyor bunlar.”
TEV’e verilmek üzere ilk yemek kitabım “ Annemin anlamda bu sınav fasilesinden çıkartıp, çocukları Yemekleri” ismiyle çıktı.” Türkiye veya dünyada gerçek anlamda bir üniversite kariyerine yönlendirecek bir eğitim veriliyor. Bazı çoÇocuk Üniversitesi ve Genç kâşiflerle cuklar gerçekten kariyer için, hatta meraklı oldukları alanda daha akademik bilgi edinmek için, ilerde o Hindistan Gezisi Yaşlarına göre çok daha meraklı, okuyan, araştırmacı donandıkları bilgileri daha iyi bir seviyeye getirmek çocuklar için Doğa Koleji’nin kendi bünyesinde, İstan- için yapıyorlar bu işi. Yaşam ağlarını etkileyen olayları bul Üniversitesi içinde faaliyet gösteren bir çocuk üni- daha farklı bir algı biçimleriyle değerlendirebiliyorversitesi bölümü var. Bu bölümde okuyan öğrenciler lar bu sayede. Çocuk üniversitesi, daha önceden de için de elinden gelen desteği esirgemez. Aral, “Mesela varmış, ama ben de yeni keşfettim.” Üniversite bünçocuklardan bir tanesinin ailesi çok muhafazakâr, yesindeki çocukların birkaçıyla beraber Hindistan’ a ama çocuk Budizm’i araştırıyor 16 yaşında, bir diğeri gitmiş Aral. “Benim de gitmem onlardan gelen bir de belgesel yapmak istiyor, sosyolog olmak istiyor. talepti. Gezi birikimimden faydalanıp bir yer talep etSosyolojiyi de psikolojiyi hafızlamış ve daha 16 yaşın- tiler, ben de Hindistan dedim. Niye Hindistan? Çünkü da. Bunun gibi yüzlerce çocuk var Türkiye’de. Bu ço- dünyadaki en büyük bilgi toplumudur Hintler, matecukların aileleri, merakları ve yaptıkları araştırmalar matiğin en çok uyarlandığı, okutulduğu, anlaşıldığı sonucu, bu üniversitenin varlığını keşfettiler. Gerçek ve kavratıldığı ülkedir. Mesela lise öğrencileri geçen 96 HAZİRAN 2011
sene bu zamanlarda bir uyduyu fırlattılar. Hindistan deyince safariler, yollar, inekler geliyor akla o işin görmek istediğiniz biçimi. Bu çocuklar hakikaten benim Türkiye’de gençliğin büyük bir çoğunluğunun olmasını arzu ettiğim biçimde çocuklar. Onların teklifini hem onlarla beraber gezerek, hem de o geziyi bir belgesele dönüştürerek değerlendirdik. Ailelerin de bu işe yatkın olması önemli bir husus. Çünkü çocuğun böyle bir özelliği vardır, ama ailesi destek olmaz. Ailelerin yapısını değiştirmesi gerekiyor. Bunun için de çok uzun bir zamana ihtiyaç var. Nasıl değişir? Avrupa topluluğu konusunda ilerleyeceğiz, Rusya’ya gideceğiz daha çok Ruslarla kaynaşacağız. Hindistan’a gideceğiz Hintlilerle kaynaşacağız. Çocuklar farklı bakacaklar, yavaş yavaş oluyor bunlar.” O düşlediği gerçekliğin yansımalarını gördüğü öğrencilerin ardına düşmekten mutlu. Yeni yollara, yeni belgesel ve öğretilere Coşkun Aral.
7 ÜÇÜNCÜLÜK
4 İKİNCİLİK
İLETİŞİM FAKÜLTESİ
7 BİRİNCİLİK
FAKÜLTEMİZ YILIN
E N FA Z L A ÖDÜL REKORU
AYDIN DOĞAN VAKFI 22. GENÇ İLETİŞİMCİLER YARIŞMASI’NDA
Kamuoyu Araştırma
Fotoğraf Atölyesi
Halkla İlişkiler Atölyesi
Erciyes Film Atölyesi
Tasarım Ofisi
Gazete Kampus
Haber Ajansı
Kampus Televizyonu
ERÜ İLETİŞİM FAKÜLTESİ