Gazete Kampus 45

Page 1

ÖĞRENCİLERİMİZ, ÇALIŞAN KADINLAR İÇİN ATÖLYEDE

3

Akdeniz Üniversite’si İletişim Fakültesi’nde düzenlenen “Toplumsal Cinsiyet ve Medya Atölyesi” uygulamasına fakültemiz öğrencileri de çalışmalarıyla katkıda bulundu.

Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı

YABANCI ÖĞRENCİLER BÜROSU AÇILDI

5

7

BU KÖYDE HERKES DADÜK

Üniversitemiz Uluslararası Ofis Başkanlığı tarafından oluşturulan, “Yabancı Uyruklu Öğrenciler Bürosu” hizmete açılarak, öğrencilerle tanışma yemeği düzenlendi.

Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Gözene Köyü sakinleri birbiri ile akraba ve bu köyde yaşayan herkesin soyadı Dadük.

Gazete Kampus

Erciyes Üniversitesi Süleyman Çetinsaya İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi

ARALIK 2010

Atatürk’ü ölümünün

Yıl 4

Sayı 45

72. yılında saygıyla andık

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikalinin 72. yılı tüm ülkede olduğu gibi Erciyes Üniversitesi’nde de saygı ve özlemle anıldı. Düzenlenen etkinlikler; Atamız’ın hayata gözlerini yumduğu 09.05’de Erciyes Üniversitesi Rektörlük binasının önünde başladı. Kayseri fıkraları ve bir derleyici Sayfa 2’de

Rektörlüğün önündeki Atatürk anıtında yapılan etkinliğe Erciyes Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. M. Metin Hülagü’nün yanı sıra üniversitemize bağlı fakülte ve yüksek okulların öğretim görevlileri ve birçok öğrenci katıldı. Tören 09.05’de gerçekleştirilen saygı duruşu ve ardından Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü öğrencilerinden oluşan koronun seslendirdiği İstiklal Marşı ile başladı. Türk Bayrağı’nın göndere çekilmesi ve Rektörlük önünde bulunan anıta çelenk konulması ile sona erdi. Erciyes Üniversitesi tarafından 10 Kasım 2010’da yapılan diğer etkinlik ise “Atatürk’ü Anmak ve Anlamak’’adlı panel oldu. Erciyes Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü Öğretim Görevlisi Okutman Hikmet Zeki Kapçı ve Yrd. Doç. Dr. Recep Düzgün tarafından verilen panele öğretim görevlileri ve öğrenciler katıldı. Kapçı, konuşmasında Atatürk’ün modernleşme çabalarının döneminde ve günümüzde de yanlış anlaşıldığını söyledi. “Atatürk’ün modernleştirme çabaları o dönemde olduğu gibi günümüzde de farklı ve yanlış anlaşılmıştır. Modernleşme Batı’nın her şeyini alıp ülkemize getirmek değil, ilmini getirmektir.’’dedi. Haberi 3’de

Melikşah Üniversitesi bir yaşında

Kayseri’de bulvar basını

Keserciler zamana direniyor

Sayfa 3’te

Sayfa 11’de

Sayfa 10’da

Erciyes Üniversitesi akademik yılı törenle açıldı Erciyes Üniversitesi 2010-2011 Akademik Yılı Açılışı, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın katılımıyla gercekleşti. Törene; Erciyes Üniversitesi Rektörü Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Reşit Özkanca, rektör yardımcıları, fakülte dekanları, akademisyenler ve bir çok öğrenci katıldı. İlginin yoğun olduğu törende üniversitemize yeni birimlerin kazandırılmasına katkısı olan hayırseverlere plaketleri verilerek, yeni birimlerin açılışı yapıldı. Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen tören 29 Kasım 2010 tarihinde yapıldı. Törene Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Kayseri Vali Yardımcısı Kasım Fikret Dayıoğlu, Kayseri Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet Siyami Başok, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Reşit Özkanca, katıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül katılamadığı açılışa gönderdiği mesajla tebriklerini belirtti. Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, 2010–2011 akademik yılı açılış konuşmasında ekonomik ve sosyal alanda gelişim içinde olan Türkiye’nin bilimsel alanda da son yıllarda ciddi atılım içinde olduğunu söyledi. “ Bu açılış töreninde hem rektör olarak hem de akademisyen arkadaşlar adına daha mutlu olduğumuzu belirtmek isterim. Bunun iki önemli sebebi var. Birincisi

devletin bilime verdiği önemden kaynaklanmaktadır. İkincisi ise üniversitemizin geldiği nokta bakımındandır. Daha önceleri de belirttiğim gibi ben, son altı yıldır Türkiye Bilimsel Teknik Araştırmalar Kurumu’nda da görevli biriyim. Devletin bilime verdiği önemi bizzat yaşayan birisi olmam dolayısıyla bunu belirtmek istiyorum. Türkiye bütün alanlarda büyük bir gelişme içerisindedir.” dedi. Ayrıca Erciyes Üniversitesi’nin Kayseri halkıyla iç içe olduğunu vurgulayan Keleştemur, bu birliktelik neticesinde Kayserili hayırseverlerin bilimsel araştırmalar ve üniversitenin ihtiyaçları için ellerinden gelen desteği yaptıklarını aktardı. Erciyes Üniversitesi’nin kişi başına düşen bilimsel yayın açısından azımsanamayacak bir noktaya geldiğini ve bu oranların bilimsel çalışmalara yapılacak olan desteklerle çok daha üst seviyelere çıkacağını söyledi.Haberi 2’de

ERKEK SIĞINMA EVLERİ Ülkemizde hâkim olan ataerkil aile yapısı, erkeklerin üstün, korumacı ve güçlü görünmesini beraberinde getirmiştir. Günümüzde bu yapı değişmiş ve erkekler, kadınlar kadar olmasa da aile içi anlaşmazlık, şiddet ve benzeri sorunlar sonucu kadınlar gibi sığınma evlerine ihtiyaç duyar olmuştur. Önceden bu durum erkekler üzerinde toplum baskısına yol açsa da zamanla daha anlaşılır bir hal almaya başladı. Bu olgu sıradanlaştıktan sonra sığınılacak yerlere ihtiyaç daha da arttı. Erkeklerin, deyim yerindeyse baş tacı edildiği Anadolu’da bile bu durumun normal karşılanmaya başlandığını, Türkiye’nin ilk erkek sığınma evinin bulunduğu Konya’da görüyoruz. Haberi 8’de

ALİDAĞ YERALTI ŞEHRİ ZİYARETE AÇILDI Talas, Kayseri’nin tarihi dokusunu yakından görebilmek için birçok mimari yapıyı barındırır. M.Ö 1200’lerden itibaren, Hititler, Persler, Metler, Roma İmparatorluğu, Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu’na ev sahipliği yapmıştır. Roma İmparatorluğu döneminde Ürgüp, Göreme ve Avanos’u da içine alan bölgenin başkenti ve ilk yerleşim yeridir Talas. Çeşmeleri, camiileri, hamamları ile tarihi öneme sahip olan Talas, zengin olan tarihi dokusuna bir yenisini daha ekler Alidağı Yeraltı Şehri’nin gün yüzüne çıkmasıyla. Haberi 12’de

DELİKANLILIĞIN SEMBOLÜ ÇARŞAMBA AYAKKABILARI Değişim düşüncede başlar, zamanla kültürel ve toplumsal değerlerin tümünü kapsar. Değişimin toplum üzerindeki etkisi kuşaklar arası farklılık gösterirken, bir öneki kuşak bir sonrakinin yaşamını sorgular. Değişim rüzgârı dalından kopmuş yaprak misali alır gider döneminin vazgeçilmezi kıyafetleri ve aksesuarları. İşte bilinmeyenden esen bu rüzgârın beraberinde götürdüğü yapraklardan biri de bir zamanların külhanbeyleri, yani namı değer kabadayıların heybetli görüntüsünü tamamlayan Çarşamba Ayakkabıları üzerinde oldu. Haberi 9’da


KAMPUS

2

ÜNİVERSİTEDEN

ARALIK 2010

ERÜ akademik yılı açılışına Bakan Taner Yıldız da katıldı Erciyes Üniversitesi 2010-2011 Akademik Yılı Açılış Töreni Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın katılımıyla yapıldı. İlginin yoğun olduğu törende üniversiteye yeni birimlerin kazandırılmasına katkıda buluan hayır severlere plaketleri verilerek üniversitemize kazandırılan birimlerin açılışı yapıldı.

HABER&FOTOĞRAF; İBRAHİM ARSLAN

Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen tören 29 Kasım 2010 tarihinde yapıldı. Törene Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Kayseri Vali Yardımcısı Kasım Fikret Dayıoğlu, Kayseri Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet Siyami Başok, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Reşit Özkanca, Nuh Naci Yazgan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Kerim Güney, Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki, Melikgazi Belediye Başkanı Dr. Memduh Büyükkılıç, Talas Belediye Başkanı Rifat Yıldırım, ABD Nevada Üniversitesi Profesörü ve aynı zamanda Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi Dekanı olan Prof. Dr. Yunus Çengel, Erciyes Üniversitesi rektör yardımcıları, akademisyenler ve çok sayıda öğrenci katıldı. Tören saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından gönderilen mesajın okunmasıyla başladı.

Üniversiteler gençlere vizyon kazandırmalı Cumhurbaşkanı Gül mesajında üniversitelerin, bilimsel çalışmalar ve ürettikleri yeni buluşlarla ülke sorunlarının çözümüne, ekonomik kalkınmanın hız kazanmasına ve buna paralel olarak refahın artmasına katkıda bulunan eğitim ve bilim yuvaları olduğunu belirtti. Gönderisinin ilerleyen bölümlerinde üniversitelerin ve Türk gençliğinin sahip olması gereken niteliklerden bahseden Gül’ün mesajı şöyle devam etti: “ Günümüzde gençlerimize dünya standartlarında mesleki bilgi, beceri ve donanım kazandırması,

onların ülke ve dünya sorunlarına duyarlı yenilikçi, rekabetçi ve girişimci bireyler olarak yetişmesi geleceğimiz açısından büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle üniversitelerin dünyada yaşanan değişimler ve gelişmeler doğrultusunda gençlerimize uluslar arası düzeyde bir vizyon kazandırmasının değeri günümüz dünyasında bir kat daha artmaktadır. Diğer taraftan üniversitelerin daha çok proje üretmeleri AR-GE çalışmalarına yoğunlaşarak yeni buluşlarla ülkemizin rekabet gücünün artmasına katkıda bulunmaları gerekmektedir. Üniversitelerin toplumla bütünleşerek hizmetlerini devam ettirmeleri, uzun vadeli projeksiyonlarla yolumuzu aydınlatmaları elbette ki yarınların güçlü Türkiye’sinin inşasına en büyük katkıyı sağlayacaktır. Büyük Atatürk’ün muasır medeniyetlerin üstüne Türkiye’yi taşıma ideali üniversitelerimiz vasıtasıyla olacaktır. İnanıyorum ki bütün üniversitelerimiz bunun bilinci içerisinde çalışmalarını sürdürmeye devam edecektir. Bulundukları şehir ve bölge için dünyaya açılan birer pencere olan üniversitelerin küresel rekabete katılabilen, dünyaya açık ve toplumun beklentilerini karşılayan dinamik kurumlar haline gelmek konusunda daima üstün bir gayretin içerisinde olacaklarına inanıyorum. Üniversitelerimizde eğitim öğretim gören genç neslin ülkemiz ve milletimiz için her zaman sevgiyle, inançla var gücüyle çalışacağına inancım tamdır. Eminim ki gençlerimiz elde edecekleri üstün başarılarla Türkiye’yi bütün alanlarda daha da güçlendirecektir.”

“Gelişmiş ülkeler, gelişmiş üniversitelere sahip ülkelerdir” Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün mesajının okunmasının ardından Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur 2010–2011 akademik yılı açılış konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet edildi. Prof. Dr. Keleştemur ekonomik ve sosyal alanda gelişim içinde olan Türkiye’nin bilimsel alanda da son yıllarda ciddi atılım içinde olduğunu vurgulayarak konuşmasını şöyle sürdürdü: “ Bu açılış töreninde hem rektör olarak hem de akademisyen arkadaşlar adına daha mutlu olduğumuzu belirtmek isterim. Bunun iki önemli sebebi var. Birincisi devletin bilime verdiği önemden kaynaklanmaktadır. İkincisi ise üniversitemizin geldiği nokta bakımındandır. Daha önceleri de belirttiğim gibi ben, son altı yıldır Türkiye

Bilimsel Teknik Araştırmalar Kurumu’nda da görevli biriyim. Devletin bilime verdiği önemi bizzat yaşayan birisi olamam dolayısıyla bunu belirtmek istiyorum. Türkiye bütün alanlarda(ekonomik, sosyal vs) büyük bir gelişme içerisindedir. Gelişmeye paralel olarak da bilimsel alanda ciddi atılımlar gerçekleştirmiştir. Yayın sıralaması bakımından bu gün Türkiye 16-17. sıralardadır. Ki bu 50. 60. Sıralardan bu noktaya gelmiştir ve bu çok büyük bir gelişme ve atılımdır. Bilimsel gelişme olmadan sosyal ve ekonomik gelişme olması imkânsızdır. Çünkü bütün gelişmiş ülkeler, gelişmiş üniversitelere sahip olan ülkelerdir. İşte bu, üniversitelerin bu öneminin kavranması dolayısıyla gerçekleşmiştir. Özellikle son beş yıl içerisinde bilimsel araştırmalara ayrılan bütçe miktarı önemli derecede artmış ve bunun sonucu olarak da bilimsel araştırmalarda çok ciddi bir ilerleme sağlanmıştır.” Konuşmasının ilerleyen bölümlerinde bilimsel araştırmalar esnasında karşılaşılan maddi sorunlara da değinen Keleştemur, bu sorunun ufak çaplı mali çalışmalarla halledilebileceğini belirtti. Erciyes Üniversitesi’nin Kayseri halkıyla iç içe olduğundan söz eden Rektör Keleştemur, bu birliktelik neticesinde üniversiteye katkıda bulunan ve destek verenlerin bilimsel araştırmalar ve üniversitenin ihtiyaçları için ellerinden gelen desteği yaptıklarını aktardı. Erciyes Üniversitesi’nin kişi başına düşen bilimsel yayın açısından azımsanamayacak bir noktaya geldiğini ve bu oranların bilimsel çalışmalara yapılacak olan desteklerle çok daha üst seviyelere çıkacağını söyledi.

Üniversiteler bilim yuvaları olmalı Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur’un ardından akademik yıl açılışı ile ilgili konuşmasını yapmak üzere kürsüye gelen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, üniversitelerin bilim yuvası olması gerektiğini söyleyerek, öğrencilere, bilim adamlarına, kamuya ve ayrıca üniversiteye maddi manevi katkılarda bulunmak isteyenler dâhil birçok kişiye önemli görevler düştüğünü ifade etti. Artık korkulardan arınıp cesaretlenerek yeni çalışmalara adım atılmasının gerektiğine dikkat çeken Bakan Yıldız: “ Kayseri deyince tüccar, sanayici ön planda yer almaktadır. Neden akademik yönümüz ele alınmasın. Üniversite sayımız sekiz yıl öncesine kadar iki katına çıkartılmış 158’e ulaşmıştır. Bunlar

gerekli, ama yeterli değildir. Enerji sektöründe birçok malzeme biliminin geliştiği ülkemizde, daha büyük katma değer oluşturacak tarzı yakalamamız gerekir. 25–64 yaş grubu arasındaki çalışanlardan verim alma süresini mutlaka ileriye götürmeliyiz. Bizde ilkokul bitirme seviyesi yüzde 59, Avrupa Birliği ülkelerinde ise yüzde 29’larda. Bize düşen görev üniversite ve orta öğretimin hızlandırılmasıdır. Birçok yabancı ülkede üniversite mezunları bilgilerini tazeleyip, günün şartlarına uygun hale getirmektedir. Biz de güncelleme çalışmalarımızı olabildiğince artırıp, makale ve bilimsel yayınları iyi takip etmeliyiz. YÖK’ü yeniden düzenleyip, korkularımızdan arınmalıyız. Ancak komünizmden korkulup Rus dillerinin yasaklanması, irticadan korkulup Arapça’nın yasaklanması gibi anlayışlardan vazgeçmemiz gerekmektedir. Gittiğim üniversitelerde Rusça, Güney Korece gibi dillerin konuşulduğunu ve eğitimimin verildiğini görüyorum. Ruslarla yapacağımız nükleer santralde Rusça bilen arkadaşlara ihtiyaç duyacağız.” dedi. Bakan Yıldız’ın konuşmasının ardından Erciyes Üniversitesi’nin gelişimi için ellerinden geleni yapan ve üniversiteye katkıda bulunanlara, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ve ERÜ Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur tarafından plaket verildi. Plaket töreninin ardından ABD Nevada Üniversitesi Profesörü ve aynı zamanda Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi Dekanı olan Prof. Dr. Yunus Çengel akademik yılın ilk dersini verdi. Akademik yıl açılış programından sonra salondan çıkan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Üniversitemiz Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü tarafından düzenlenen ve Uzm. Nihat Karakaya’nın fotoğraflarından oluşan, “Erciyes Üniversitesi ve Erciyes” konulu serginin açılışını yaptı. Sergideki fotoğraflara yakın ilgi gösteren Bakan Yıldız, Uzm. Nihat Karakaya’dan fotoğraflar hakkında bilgi aldı. Fotoğraf sergisini bir müddet gezen Yıldız, daha sonra üniversiteye maddi manevi destekte bulunanların katkısıyla yapılan bina ve tesisleri hizmete açtı. Bunlar arasında Özbıyık- Gökhan Yanık Ünitesi, Fikri Düşünsel Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Polikliniği, Nusret Poyraz Göz Hastalıkları Kiliniği, rektörlük tarafından yaptırılan üroloji ameliyathaneleri, genel cerrahi, beyin cerrahi, anestezi ve reanimasyon yoğun bakım üniteleri, 2 ameliyathane ve Ağrı poliklinikleri yer aldı. SAYFA TASARIM: SERVET TURSUN


ÜNİVERSİTEDEN

ARALIK 2010

KAMPUS

3

Atatürk’ü saygıyla andık Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikalinin 72. yılı tüm ülkede olduğu gibi Erciyes Üniversitesi’nde de saygı ve özlemle anıldı. Düzenlenen etkinlikler; Atamız’ın hayata gözlerini yumduğu 09.05’de Erciyes Üniversitesi Rektörlük binasının önünde başladı. HABER:M.BİLGE YILMAZ &ESRA ÖZDİLİM

Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 72. yıl dönümünü Erciyes Üniversitesi yaptığı etkinliklerle andı. Düzenlenen etkinlikler; Atamız’ın gözlerini dünyaya kapadığı 09.05’de Erciyes Üniversitesi Rektörlük binasının önünde başladı. Rektörlüğün önündeki Atatürk anıtında yapılan etkinliğe Erciyes Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. M. Metin Hülagü’nün yanı sıra üniversitemize bağlı fakülte ve yüksek okulların öğretim görevlileri ve birçok öğrenci katıldı. Tören 09.05’de gerçekleştirilen saygı duruşu ve ardından Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü öğrencilerinden oluşan koronun seslendirdiği İstiklal Marşı ile başladı. Türk Bayrağı’nın göndere çekilmesi ve Rektörlük önünde bulunan anıta çelenk konulması ile sona erdi. Erciyes Üniversitesi tarafından 10 Kasım 2010’da yapılan diğer etkinlik ise “Atatürk’ü Anmak ve Anlamak’’adlı panel oldu. Erciyes Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü Öğretim Görevlisi Okutman Hikmet Zeki Kapçı ve Yrd. Doç.Dr. Recep Düzgün tarafından verilen panele öğretim görevlileri ve öğrenciler katıldı. Okutman Kapçı, yapılan etkinlikte Atatürk’ün modernleşmesi ve modernleşme çabalarından bahsederek şunları söyledi: “Atatürk’ün modernleştirme çabaları o dönemde olduğu gibi günümüzde de farklı

ve yanlış anlaşılmıştır. Modernleşme Batı’nın her şeyini alıp ülkemize getirmek değil, ilmini getirmektir.’’ Kapçı’dan sonra paneli sürdüren Yrd. Doç. Dr. Düzgün, Cumhuriyet Dönemi Ekonomisinden söz etti. Konuşması sırasında Atatürk’ün sözlerinden de örnekler veren Düzgün şunları söyledi: “Bir ülkenin sahip olduğu ekonomik güç adeta bağımsızlığıdır. Ülkenin geçmişten gelen birikimleri mirasıdır. Osmanlı’dan bize kalan

miras ise o dönemin şatları itibari ile borçlardır ve bu borçları yeni kurulan devlet ödemiştir. Atatürk’ün ekonomiye verdiği önem 1923/1932 ekonomi uygulamalarında açıkça gözlenmiştir.’’Konuşmacılar Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamanın, onun sözleri içinde kendimize ders aramakla ve çağdaş ülkeler seviyesine gelebilmekle olacağını söyleyerek paneli sonlandırdı.

Öğrencimizin gurur veren başarısı

Melikşah Üniversitesi bir yaşında

Akdeniz Üniversitesi (AÜ) Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslar arası Mücadele ve Dayanışma Günü” nedeniyle düzenlenen ''Namus, Şiddet, Ticaret'' konulu panele fakültemiz 4. sınıf öğrencisi Merve Bostancı davet edildi. HABER: SELAMİ ÖKSÜZ

“Törenin Çıkmaz Sokaklarında Bir Berfin Çiçeği” adlı haberiyle geçen yıl fakültemizde de ödüle layık görülen öğrencimiz Merve Bostancı bu yıl 26 Kasım tarihinde Akdeniz Üniversitesi’nde düzenlenen panele davet edilerek üniversitemizi Antalya’da başarıyla temsil etti. Ülkemizin ileri gelen üniversitelerinden profesörlerin katılımı ile gerçekleşen panele, öğrenci statüsüyle katılan Merve Bostancı ilgi odağı oldu. “Namus, şiddet, ticaret” konulu panelde konuşma yapan öğrencimiz, ülkemizde ve dünyada giderek artan töre cinayetlerine ve kadının ikinci sınıf muameleye tabi tutulduğuna

değindi. Konuşmasının ardından “Törenin Çıkmaz Sokaklarında Bir Berfin Çiçeği” adlı haberini okuyan Merve Bostancı, panele katılan dinleyicilerden büyük takdir topladı. Akdeniz Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Nurşen Özçelik Adak’ın ev sahipliği yaptığı panelin devamında, Çankaya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Filiz Kardam ve Prof. Dr. Gülser Kayır konuşmalarını gerçekleştirdi. Kadına yönelik şiddete, kadının ötekileştirilmesine, namusun kadın için büyük gözaltı, erkek için ise ağır bir sorumluluk anlamına geldiğine bilimsel verilerle değinen konuşmacılar, insan ticareti konusuyla paneli noktaladı.

Beyin cerrahi ameliyathanesi açıldı Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Hastanesi Beyin Cerrahi Ameliyathanesi düzenlenen Törenle Açıldı.

HABER: MERYEM AKKURT

Melikşah Üniversitesi 2010–2011 Akademik yılı açılış töreni gerçekleştirildi. Tören, Melikşah Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Fuaye alanında, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç’ın katılımıyla gerçekleşti. Açılış konuşması yapan Melikşah Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Reşit Özkanca, üniver-

sitenin eğitim-öğretim yönüyle geldiği nokta hakkında bilgi verdi. Geçen yıl dört fakülteye bağlı toplam sekiz bölümde, bu yıl ise Hukuk ve Makine Mühendisliğinin açılmasıyla birlikte toplam on bölümde eğitimin sürdürülmekte olduğunu belirten Reşit Özkanca, üniversitenin hızla geliştiğini belirtti. Melikşah Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Memduh Boydak ise konuşmasında ‘İşadamlarının en büyük görevinin gençleri geleceğe hazırlamak’ olduğuna dikkat çekerken, Başbakan Yar-

dımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç “Genç nüfusu hazırlamanın geleceği hazırlamak olduğunu” vurgulayarak, Türkiye’de eğitime ayrılan bütçenin giderek arttığının ise altını çizdi. Konuşmaların ardından Reşit Özkanca, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç’a plaketini takdim etti. Törenin ardından Bakan Arınç, üniversiteye iki ayrı yurt binası yaptıracak olan emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Palamutoğlu ve Mustafa Boydak ile protokol imzaladı.

“Üniversitelerin Fonksiyonları” konulu konferans yapıldı Üniversitemiz Kültür Sanat Komisyonu faaliyetleri kapsamında “Üniversitelerin Fonksiyonları” konulu konferans düzenlendi. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde düzenlenen konferansta, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur ve İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ekrem Erdem birer konuşma yaptılar. Prof. Dr. Ekrem

Erdem, bu etkinliğin Kültür Sanat Komisyonu tarafından her Cuma günü farklı konu ve konuklarla saat 16.00’da İktisadi ve İdari Bilimler Fakülte’si Konferans Salonu’nda yapılacağını bildirdi. Rektör Fahrettin Keleştemur konuşmasında entelektüel olmanın en temel şartlarından birinin ‘kendini bilmek, evreni bilmek ve iyi analize etmek’ olduğunu ve bunun içinde ‘ana dilini bilmenin’ önemli olduğunu vurguladı. Üniversitemizin

bilim merkezi yapmaya yöneldiğini belirten Keleştemur, Stratejik Araştırma Merkezinin kurulduğunu, Nano Teknoloji Merkezi kurma kararını aldıklarını ve daha pek çok bilim araştırma merkezlerinin yapılacağını belirtti. Geleneksel hale getirilecek olan toplamtının amacı, öğrencilerin üniversite ile ilgili sorunlarını serbestçe ifade edebilecekleri bir ortamım oluşturulması olarak belirlendi.

HABER: ÖZHAN ÖZMEN

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi beyin cerrahi ameliyathanesi düzenlenen törenle hizmete açıldı. Ameliyathaneye Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi eski öğretim üyesi Prof. Dr. Aydın Paşaoğlu’nun adı verildi. Açılış törenine Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur başta olmak üzere, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhammed Güven, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Başhekimi Prof. Dr. Kudret

Doğu ve Aydın Paşaoğlu ile çok sayıda davetli katıldı. Açılışta konuşan Tıp Fakültesi Nörosururji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Suat Öktem, Nörosurirji Anabilim Dalı hakkında bilgiler verdi. Tıp Fakültesi Dekanı Muhammet Güven, her meslekte başarılı işlere imza atarak kalıcı işler bırakmanın gerekliliğini vurguladı. Erciyes Üniversitesi Rektör’ü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Erciyes Üniversitesi Beyin Cerrahisi’nin Türkiye’nin en iyi cerrahilerinden olduğunu belirtti.

SAYFA TASARIM: ASLI YILMAZ-MUSTAFA DEMİRCİOĞLU



ÜNİVERSİTEDEN

ARALIK 2010

KAMPUS

5

Kadına yönelik şiddet konuşuldu HABER&FOTOĞRAF: ELİF KÜTÜKOĞLU

Erciyes Üniversitesi ve Kayseri Kent Konseyi Kadın Kolları’nın ortaklaşa düzenlediği “Kadın Meclisi” etkinlikleri gerçekleştirildi.

“25 Kasım Uluslar arası Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Dayanışma Günü” etkinlikleri Sabancı Kültür Sitesi’nde düzenlendi. Panele konuşmacı olarak; Doç. Dr. Murat Doğan, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim görevlisi Prof. Dr. M. Tayfun Turan ve Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Görevlisi Doç. Dr. Çağlar Özdemir katıldı. Doç. Dr. Çağlar Özdemir, kadına yönelik şiddetin tarihine, basında yer alan şiddet haberlerine, şiddetin bireysel sonuçlarına, şiddete maruz kalan kadınların fotoğraflarına, şiddet türlerine ve şiddetin kadınlar üzerindeki etkisini tartıştı. “Sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok yerinde kadınlar şiddetle karşı karşıya kalıyor. Ülkemizde ise her 100 kadından 85’i şiddet görüyor. Şiddete maruz kalan

kadınlar dört ve sekiz kat daha fazla intihar girişiminde bulunuyor. Bunların yanında çalışan ve şiddet gören kadınların iş yaşamındaki performansı düşüyor. Yapılan bir araştırmaya göre ise cinsel şiddete maruz kalan kadınlar, bu durumu ifade edemeyip kendilerini aklayamayacaklarını düşündüğünden herhangi bir şikayette bulunmuyor. Şiddetin fiziksel sonuçları silinse bile ruhsal sonuçları yıllar sonrasına dahi gidilse değişmez. Şiddetle karşılaşan kadınların bunu bilmesi gerekiyor.” dedi. Prof. Dr. Tayfun Turan ise şiddet gören kadının ruhsal durumu hakkında bilgiler verdi. “Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nun yaptığı araştırmaya göre kadınların yüzde 34’ü fiziksel, yüzde 53’ü ise sözel şiddet mağduru. Ayrıca,

aile içinde kadınların yüzde 40,7’sini eşleri ya da eş yakınları tarafından şiddet görüyor. Bunların yanı sıra kadınlar ekonomik şiddetle de karşı karşıya. Eşleri tarafından çalıştırılmıyor, harçlıkları kesiliyor ya da hiç verilmiyor. Diğerlerine göre pek önemsenmeyen bir şiddetle daha yüz yüzeler kadınlar. Toplum içinde küçük düşürücü sözlerle rencide ediliyorlar. Tüm bunlar birleşince kadınlar pasifleşiyor, ‘hayır’ diyemez hale geliyorlar, özgüvenlerini yitiriyorlar, tekrar şiddetle karşılaşma korkusuna kapılıyorlar, konsantre ve stres bozukluğu yaşıyorlar ve depresyona giriyorlar.” dedi. Konuşmaların ardından yönetmenliğini Mariano Barosso’nun yaptığı “Kelebekler Zamanında” adlı filmin gösterimi yapıldı.

Yabancı Uyruklu Öğrenciler Bürosu açıldı

Türkiye’de Felsefe Çalışmaları HABER&FOTOĞRAF: DEMET YALÇIN

Dünya Felsefe Günü münasebeti ile Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından Türkiye’de Felsefe Çalışmaları konulu panel düzenlendi. İlahiyat Fakültesi İzzet Bayraktar Konferans Salonunda gerçekleştirilen panele Doç. Dr. Ramazan Ertürk, Doç. Dr. Ahmet Kayacık, Doç. Dr. Aslan Topakkaya, Yrd. Doç. Dr. Salih Yalın ve Yrd. Doç.Dr. Mustafa Yıldız konuşmacı olarak katıldılar. Yrd. Doç. Dr. Mustafa Keskin Türkiye’de felsefenin tarihine değinerek şunları dile getirdi: “İlk İslam felsefesi doğmuştur. Tarihsel açıdan çeviri hareketleriyle birlikte farklı medeniyetlerle karşılaşan İslam dünyası bu medeniyetlerdeki kültürel yapıyı özümseme ihtiyacı duyuyor. Tabi buradan büyük bir İslam medeniyeti ve felsefesi doğuyor. Farabi, ibni Sina gibi büyük filozoflar yetişiyor. Bu felsefede karakteristik olarak ümmet kaygısı güdülmüştür. Sadece milletin değil İran, Arap, Türkler gibi çeşitli milletlerin aynı potada eridiği felsefedir. Daha sonra Batı’yla karşılaşma daha farklı oldu. Milletler ayrı ayrı ve farklı etkilenmişlerdir.” Türkiye de felsefe bölümü ve çalışmaları kapsamında bilgi veren Doç. Dr. Aslan Topakkaya: “Türkiye’de üniversitelerde felsefe bölümleri geç açılmıştır. Açılan bölümlerin çoğunda ise ilahiyat fakültesi çıkışlı öğretim görevlileri bulunuyor. Bölüm başkanı olarak atanan çoğu öğretim görevlilerinde felsefeyi dinileştirme çabası vardır. Yarısının dahi felsefe bölümü çıkışlı olmasını isterdim. Dini felsefe uzmanı olabilirler ama felsefe uzmanı değiller. Felsefe bölümü başkanı olarak atanmaları doğru değil. Bunun nedeni de sanırım felsefe alanında uzman öğretim görevlisinin sayı olarak çok az olması.”Topakkayanın arkasından konuşmasını yapan Doç. Dr. Ramazan Ertürk ise: “Kendimize ait felsefenin varlığından söz etmek güç ama çok iyi bir birikimimiz var. İleriki zamanlarda bu durum değişecektir. Yeni nesil çok daha nitelikli çalışma yapıyor. Bu nitelik batı standartlarına gelmiş durumda.” Konferans Ertürk’ün konuşmasının ardından sona erdi.

Gazete Kampus İletişim Fakültesi Adına İmtiyaz Sahibi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır

Öğretmenler günü kutlandı

Genel Yayın Yönetmeni Yrd. Doç. Dr. Hakan Aydın Yayın Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Murat Soydan Yazı İşleri Müdürü Öğr. Gör. Osman Utkan

HABER&FOTOĞRAF: LE YLA EBRAR HİÇ YILMAZ

Haber Müdürü Uzm. Rıdvan Yücel Editör Selami Öksüz Editör Yardımcısı Sercan Topçular Görsel Yönetmen Öğr. Gör. Mustafa Bostancı Haber Merkezi Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı Adres Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Talas / Kayseri Telefon 0352 4375261 Faks 0352 4375261 Gazetemizin baskı giderlerini karşılayan hayırsever iş adamı Süleyman Çetinsaya’ya teşekkür ederiz.

HABER&FOTOĞRAF: DEMET YALÇIN & MERYEM AKKURT

Üniversitemiz Uluslararası Ofis Başkanlığı tarafından oluşturulan, “Yabancı Uyruklu Öğrenciler Bürosu” hizmete açıldı. Açılış Mahmut Has Mediko Sosyal Merkez Binası’nda yapıldı. Açılış Töreni’nin ardından Sabancı Kültür Sitesi’nde Büyük Öğrenci Projesi kapsamında Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Akraba ve Toplulukları ile Yüksek Öğrenim görmek üzere ülkemize gelen, devlet ve hükümet burslu öğrencilerle tanışmak, projeyi anlatmak, öğrenci sorunlarını belirlemek ve çözmek amacıyla tanışma yemeği düzenlendi. Sabancı Kültür Merkezi›ndeki yemeğe, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Raşit Özkanca, İl

Milli Eğitim Müdürü Erdoğan Ayata, Kayseri Ticaret Odası Başkanvekili Mustafa Erçalık, öğretim üyeleri ve 549 yabancı uyruklu öğrenci katıldı. Yemeğin ardından, Yabancı Uyruklu öğrencilerin sorunlarını görüşmek ve çözüm üretebilmek amacıyla komisyon oluşturuldu. Yabancı uyruklu öğrenciler büyük ilgi gösterdi. Toplantıda konuşan Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı Eğitim Öğretim Genel Müdürlüğü Daire Başkanı Abdulmuttalip Çetin, Türkiye›de sadece Hacettepe Üniversitesi ile Erciyes Üniversitesi›nde Yabancı Uyruklu Öğrenciler Bürosu açıldığını ve Kayseri›de bu potansiyelin çok büyük olduğunu belirterek, «Kayseri her alanda olduğu gibi bu alanda da rol model oluyor.”

dedi. Konuşmaların ardından İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ahmet Demirci, Milli Eğitim Bakanlığı Genel Müdürlüğü Şube Müdürleri Rezzan Sözen ve Bahtiyar Akın, Milli Eğitim Bakanı Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü Şube Başkanı Alparslan Demir, Erciyes Üniversitesi Öğrenci İşleri Daire Başkanı Nursel Danacı, İl Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şube Müdürü, Davut Arık, Erciyes Erkek Öğrenci Yurt Müdürü Cengiz Meral ve Gevher Nesibe Kız Öğrenci Yurt Müdürü Gönül Özaksu’nun başkanlık yaptığı komisyon, öğrencilerle bilgi alışverişinde bulunarak, sorun ve ihtiyaçlarına dair görüşme yaptı.

Erciyes Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Anabilim Dallarında Lisansüstü eğitim yapan öğrencilerce organize edilen, Eğitim Bilimleri Enstitüsü yöneticileri, öğretim elemanları ve öğrencilerinin katıldığı “ Öğretmenler Günü Yemeği” Sabancı Restaurant’ ta gerçekleştirildi. Açılışta konuşma yapan Enstitü Müdürü Doç. Dr. Niyazi Can “Öğretmenliğin kutsal bir meslek olduğunu ve öğretmenleri yetiştirecek öğretmenleri yetiştirme işlevi bulunan Eğitim Bilimleri Enstitülerinin bu anlamdaki önemini” ifade etti. Enstitü Müdürü, “24 Kasım öğretmenler gününün eğitim öğretim meselelerinin ayrıntılı görüşülmesine, öğretmenlerin ve eğitimimizin sorunlarının çözümüne vesile olmasını dileyerek tüm öğretmenlerin, öğretim elemanlarının, diğer eğitim çalışanlarının ve öğrencilerin öğretmenler gününü kutluyorum” dedi. Enstitü öğrencileri adına bir konuşma yapan Eğitim Bilimleri ABD Eğitim Yönetimi Teftişi Planlaması ve Ekonomisi Bilim Dalı Lisansüstü eğitim öğrencisi Eray Demirçelik “Eğitim Bilimleri Enstitüsü yöneticileri, öğretim elemanları ve öğrenci arkadaşlarımızla böyle anlamlı bir günde birlikte olmaktan mutluluk duyduklarını” ifade ederek; başta enstitü müdürümüz, değerli hocamız Doç. Dr. Niyazi CAN olmak üzere tüm öğretim elemanlarımızın ve öğrenci arkadaşlarımızın öğretmenler gününü kutladığını belirtti. SAYFA TASARIM: SERVET TURSUN


HABER

KAMPUS 6

ARALIK 2010

Görsele hitap eden görmeyen gözler Bir şeyin yokluğuyla büyümek biraz daha kolaydır. Hayatı öğrendiğin gibi yaşarsın. Oysa alışkanlıkları değiştirmek ise kolay değil. Var olanın yerine yenisini koymak zor! Yolun yarısını geçtikten sonra hayata yeniden başlamak, yeni doğmuş bir bebeğin hayatı öğrenmesi gibi bir şeydir. Yaşadığın evi, yürüdüğün yolu, geçtiğin sokakları yeniden öğrenmek. Ömer Kavak böyle bir hayatın öyküsü.

HABER & FOTOĞRAF :HİLAL SÖNMEZ

Ömer Kavak, sağlık astsubaylığı yaparken Kıbrıs’a atanır ve kısa süre sonra otuz sekiz yaşında bir virüs nedeniyle gözlerini kaybeder. Birçok ameliyat yapılır kendisine, fakat beklenen olumlu sonuç alınamaz. Bu olumsuzlukların ardından renkleri, nesneleri, sevdiklerinin yüzünü tanıyarak, göğün aslında mavi olduğunu bilerek döner yüzünü karanlığa. O artık karanlıkta bir mum yakar kendine. Işığını göremese de sıcaklığını hisseder yaktığı mumun. Onun mumu radyo olur ve gözle görülemeyecek uzaklara ulaşır, içtenlikle söylediği sözleriyle. Bugün, altmış sekiz yaşında olmasının

tüm yüküne rağmen Nevşehir’de bulunan Radyo Kapadokya’da ve Kapadokya TV’de Görmeyen Gözler adlı programın yapım ve sunuculuğunu yapmaya devam ediyor. Yaptığı program sayesinde halkla buluşuyor, yöresel haberlerle, kültürel konuların yer aldığı programda, belirli gün ve haftalarla ilgili özel konuları işleyerek elinden geldiğince toplumu aydınlatmaya çalışıyor

başladım ve sıkı sıkı sarıldım işime.” Önünde engellerde oldu elbet ama o onları da teker teker aşmasını bildi. “Kendini büyük değil; küçük, zayıf ve araçsız, hiçe sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak, aşacaksın engelleri.”diyen Mustafa Kemal’in sözüyle anlamlandırabiliriz Ömer Kavak’ın yaşama tutunma azmini. Hayata karşı verdiği bu mücadelenin karşılığını ise sağlıklı kalmasıyla açıklıyor.

Hayata yeniden başlamak Bir radyo programına konuk olduktan sonra Ömer Kavak’ın hayatı değişmeye başlar. Programın ardından farklı izlenimler oluşmaya başlar zihninde. İnsanlarla bu şekilde iletişim kurmanın zevkli bir iş olduğunu, kendisinin de bunu rahatlıkla yapabileceğini düşünmeye başlar. Ve aynı şekilde konuk olduğu bir televizyon programı ile bu işe başlar. İlk yayınlarında teknik bakımdan zorlanır, fakat zamanla kendini yeterli seviyeye ulaştırır ve istediği yayın kalitesini yakalamaya başlar. “Başta heyecanlanıyordum, ama daha sonra o stresi olabildiğince aza indirdim ve zamanla alıştım. Hiç kuşkusuz bu iş beni hayata bağladı. Benim yaşımda olan görme engelliler kendilerini dört duvar arasına kapatır, oysa ben işim sayesinde toplum içine girmeyi başardım, hayata yeniden

Sevgi ve Mücadeleyle beraber Hayata karşı verdiği ayakta kalma savaşında, başarmış olmanın verdiği gururla dökülüyor sözler dudağından. “En önemlisi yaşamı ve yaşamayı sevmek. İnsan istediği şeyler için mücadele eder. Ben hayatı sevdiğim için savaştım bu engelle. Kolay değil tabiki tüm yaşadıklarım, gecen karanlık gündüzün karanlık. Vazgeçmek, pes etmek kolay, ama yol gösteren hayatınıza ışık tutan bir meşale bulmak zor.” Eskiden sadece kendi ekseninde yaşarken, zamanla insanlarla paylaştığı bilgiler sayesinde hayatını yeniden düzenleme yoluna gider. Hayatına yeni bir soluk katan TV programcılığı, yaşama sevincini pekiştiren güzel bir uğraş olur. Kavak, bilginin ve bildiklerini paylaşmanın önemini vurguluyor ve bunu yaptığı işe borçlu olduğunu belirtiyor. Astsubayken, yaptığı işle gurur duyduğunu, mutlu olduğunu, şimdi de televizyon ve radyo programcılığıyla benzer bir duyguyu yaşadığını ifade ediyor. “Bugün ben evimin odunun kırıyorum, sobayı yakıyorum, bahçeyi belliyorum, işimde tüm koordinasyonu elimde tutuyorum. Ben bunları sonradan öğrendim. Öğrenmenin yaşı yoktur, yeter ki insan yapmak istesin.” Sevgi ve sevgiyle birlikte mücadele etme hokkabazlığını gereğince başarabilirsek, aşılmayacak duvar kalmayacak gibi gözüküyor.

Aile desteği olmazsa olmazımız Ömer Kavak’ın eşi, başkalarında karşılaştıkları bu gibi olayların kendi başlarına geleceğini düşünmediği için, ilk önce bu durum karşısında zorlandığını belirtiyor. Ve yaşadığı sıkıntıları şöyle anlatıyor: “Beklemediğimiz bir anda, beklemediğimiz bir durumla karşılaşmış olmanın verdiği şokla başta çok zorlandım. Ama eşimi çok seviyorum, mutlulukları da zorlukları da hayatın tüm iniş çıkışlarını onunla yaşamaktan hep mutlu oldum.” Ömer Kavak da eşinin her daim yanında olduğunu mutlulukla ifade ediyor. “Bu duruma alışmamda, gerek manevi destek gerekse fiziksel destek açıdan en büyük yardımcım hep eşim oldu. Ona ne kadar teşekkür etsem az gelir. Bu dayanışmanın eşimle aramızın her zaman iyi olmasından ve birbirimize fedakâr davranmamızdan kaynaklanıyor. Biz insanlar boşlukta yaşıyoruz. Başımıza ne geleceğini bilmiyoruz. Bu yüzden kimseyi küçük görmemeliyiz. Ben eskiden yolda gördüğüm engellilere yardım ederken, bunun başıma geleceğini düşünmezdim. İşte bunun için herkese iyi davranmalıyız. Ve ayakta durmak için elimizden geleni yapmalıyız.” Aile bir vücut gibidir. Bir organda ki rahatsızlık hepsini etkiler biri olmadan muhakkak bir şeyler eksik kalır. Onlarında bu bağlılığı birçok konuda kendilerini geliştirmeyi, hayata karşı daha dik durmayı başardıklarını gösteriyor bize. Böylece ulaşıyorlar zorlu da olsa yaşamın getirdiği engeller ile. İnsan önce içinde, sonra ailesinde bulmalı cesareti. Her şey hayata dönüp ‘varım’ demekle başlar aslında. Ömer Kavak, bunu söylemeyi başardığı için, Anadolu’nun çorak toprağına sesleniyor, televizyon ve radyo ile. Ömer Kavak’ın tek amacı, ulaşabildiği kadarıyla eğitmektir insanları. Ve bunu en yalın şekliyle yapıyor. Kendi hayatıyla, aile olmayı öğretir.

ABD Anayasası Anadolu Kökenli Tartışmaları yüz yıllar öncesine dayanan demokratik yönetim şekli yakın tarihte orada demokrasinin daha iyi uygulanması sonucu batılı medeniyetlere mal edildi, ama durum bilinenin aksine. Demokrasinin kökenini araştırdığımızda karşımıza Anadolu’da filizlenmiş bir yöntem olarak çıkıyor. Öyle ki yüz yıllar sonra kurulacak olan ABD demokratik yönetime geçip anayasasını oluşturacağı zaman, demokrasinin doğduğu topraklardaki bir Anadolu medeniyetinin küllerinden faydalanacaktır. HABER & FOTOĞRAF : HÜLYA KULALI

Patara meclis binasının görüntüsü

Patara meclis binasının salonu

Patara Antalya ilinin Kaş ilçesine bağlı küçük bir yerleşim birimi. Patara bir zamanlar Likya medeniyetinin altı büyük kentinden biri olarak devlet yönetimine üç diplomat gönderebilecek kadar köklü bir yapıya sahipti. Patara’yı önemli kılan özelliklerinden biri de dünyada demokrasi sisteminin en iyi yaşandığı medeniyet olmasıdır. Patara Dr. Fahri Işık’a göre:”Kendi birliğinin gücünü yansıttığı için dünyaya damgasını vurmuş.” bir yönetim şeklinin görüldüğü yer olarak kalmıştır. Bunun yanında Likya Birliğinin meclis binasının Patara’da olması, dünyada orijinalliğini koruyan tek deniz fenerinin Patara’da bulunması, Aziz Nicholas’ın yani Noel Babanın Patara’da doğması ve Yunan mitolojisinde Tanrı Apollon’un burada doğduğuna inanılması Patara’nın önemini artıran diğer etmenlerdir. Antik Çağ’dan buyana adından sıkça bahsettiren Patara, 2011’de yapılacak olan Dünya Parlamentolar Toplantısı’na da ev sahipliği yapacağı için de ismini sıkça duyacağız.

Demokrasinin başkenti Eskiden beri Yunan demokrasisinden ve onun özgünlüğünden bahsedilir yönetim şekilleri incelemelerinde. Oysa Likya devlet yapısı, antik çağ birlikleri arasında en demokratik olanıydı; çünkü Yunanistan birliklerinin milletvekilleri ve meclis başkanları genelde asker

kökenli iken, Likya’da yöneticiler ve milletvekilleri daha çok sivillerden oluşmaktaydı. Atina demokrasisinde başkanlar “ömür boyu” o görevde kalma hakkına sahipken, Likya’da başkanlar bir yıllığına ve her seferinde bir başka kent seçilmekteydi. Ve de antik çağ birliklerinin hiç birinde kadın üye bulunmazken, Likya Birliği’nde kadınlar da meclis başkanı seçilebilmekteydi. Tüm bunlar dikkate alındığında da Patara için demokrasinin başkendi denilebilir. Demokrasi kelimesinin en çok tartışıldığı, yeni tanımlamalarının yapıldığı günümüzden 2000 yıl öncesine ait olan Likya demokrasisi, bütün yapılan tartışmalar üzerinden bizleri düşünmeye itiyor. Likya demokrasisi üzerine söylenebilecek en güzel örneklerden biri, adeta gelecekteki demokrasi kavramı üzerine yaşanılacak

tartışmaları önceden tahmin eden ünlü Fransız düşünür Montesquieu’nun şu sözü olabilir: “En mükemmel konfederasyon cumhuriyeti örneği vermem gerekirse buda Likya Birliğidir.” Montesquieu’nun bu sözleri bile antik dönemdeki Likya Birlik’inin demokratik yapılanmada ne kadar ileri bir aşamada olabileceğini ispatlar niteliktedir. Likya medeniyetinin demokrasisi üzerine Erciyes Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Celil Arslan’ın da şu sözlerini dikkatle incelemek gerekiyor: “ Likya medeniyeti ve onun kendi içindeki yapılanması, bu kavram ve kurumları değerlendirirken kendi dönemi ve o dönemin şartları içerisinde değerlendirmek lazım. Burada en ileri ya da gelinen en iyi durum şeklinde söylemler ifade edilebilir, ama bu veriler döneminin içinde anlamlı ve önemlidirler.”

ABD Anayasası bir Anadolu esinlenmesi Günümüzde de tartışılan demokrasi kavramı 1787’de Amerikan anayasası yapılırken de uzun tartışmalara neden olmuş ve bu uzun tartışmalar sonucunda Amerika’nın iki büyük kurucu babaları diye nitelendirilen Madison ve Hamilton Montesquieu’nun Likya demokrasi hakkındaki saptamasından yola çıkarak, ABD Anayasasını oluştururken Likya medeniyeti anayasasından yararlanmışlardır. Bugün ABD’de uygulanan anayasanın temellerinde bir Anadolu medeniyetinin izleri bulunmaktadır. Günümüzde hala daha tartıştığımız demokrasi kavramı, Anadolu’da yaşamış Likya Medeniyeti örneğini merkeze alıp, günümüz şartları içerisinde demokrasiyi başka yerlerde aramak yerine kendimize yönelirsek, beklide batıda aradığımız demokrasiyi kendi topraklarımızda bulacağız.

SAYFA TASARIM: MUSTAFA DEMİRCİOĞLU


HABER

ARALIK 2010

KAMPUS

7

Bu köydeki herkesin soyadı DADÜK İncir ağaçlarının koyu yeşilliği arasında kaybolan Gözene Köyü’nde herkesin soyadı Dadük. Bu köyde yaşayan hane insanları birbiriyle akraba. Gözene halkı geçmişte köyün dışına kız vermeyerek, kız almayarak ve mülk satmayarak bu tutumlarını korumaya çalışmışlarsa da günümüzde artık bu yaklaşımlar Dadük’te yok olmaya başladı ve artık eskisi gibi değil köyde yaşananlar. Dadük, misafirlerine sitem ediyor Yeşilin ferahlatıcı havasında ilerlerken köyün ve doğanın güzelliğini seyre dalıyoruz bir süre. Dadük Köyü'nün bakkalcısı olan Muhiddin Dadük ise sitemkâr yaklaşıyor bize. Daha önceden yapılan birçok haberin köyü yanlış tanıttığını, insanların zihinlerinde hoş olmayan imajlar bıraktığını düşünen Muhiddin Bey şunları söylüyor bizlere: “Soyadı Kanunu'nun çıktığı günlerde büyüklerimizden birinin horozu kaybolmuş ve büyüğümüz yetkililere haber vermiş. Nüfus müdürlüğündeki memur da Arapça'da dağa kaçan horozlar anlamına gelen Dadük soyadını vermiş. Böyle bir şey olamaz ve biz kesinlikle Dadük halkı olarak bu durumu kabul etmiyoruz. Dedelerimiz Suriye’den göçmen olarak gelmiş ve buradaki ağalara sormuşlar ‘nerede oturalım’ diye. Atalarımızda buraya yerleşip çiftlik kurmuşlar.” Köy sakinleri soy isimlerinin tarihçesinin böyle dile getirilmesine rağmen onlar da tam olarak bilmiyor soyadlarını nasıl aldıklarını. Rivayetten öteye geçemeyen bu durumun gerçekmiş gibi yansıtılması, Dadük sakinlerinin misafirlere yaklaşımını olumsuz bir şekilde etkileyerek yöre insanının da misafirler tarafından yanlış algılanmasına neden oluyor.

HABER&FOTOĞRAF: DEMET YALÇIN

Dağ eteğinin zirvesinde, dönemeçli yolların düzlüğe ulaştığı bir alandadır Gözene köyü. Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı olan köy, üç yüz haneden oluşuyor. Bulunduğu yer itibariyle dağınık bir yerleşimi olan köyün toplam nüfusu ise bin 500. Köyün ismi Gözene olmasına rağmen köy halkı ve köyü bilen insanlar daha çok Dadük ismini kullanıyor. Bunun nedeni ise, köyde yaşayanların hepsinin soyadının Dadük olması. Köyün diğer bir özelliği ise köyde yaşayanların herkesin akraba olması. Bu farklı olayı daha yakından incelemek ve köy halkını tanımak için Gözene'ye, bilinen ismiyle Dadük Köyün'e ziyarete gittiğimizde gayet neşeli ve misafirperver tavırlarla karşılanıyoruz.

“Önemli olan evlatlarımızın mutluluğu” Dadük halkı tarihlerinin yanlış anlatılmasına tepki gösterseler de akrabalık bağlarını ve soyadlarının bütünlüğünü korumaya çalışıyorlar. Eskiden köyün büyükleri Dadük Köyü dışına kız vermeyerek, kız almayarak ve mülk satmayarak bu bütünlüğü korumaya çalışmışlar. Günümüzde ise bu düşünce azalmış durumda. Bu tutumun yok olmasının nedenleri ise köyde okuma oranının artması ve eş seçimi aşamasında direnen gençlerin bir baskı unsuru oluşturması. Evleneceği eşi kendi seçmek isteyen bir kız, evlenmek istediği insana verilmediği takdirde kaçıyor. Eğer bu erkekse istediği kızı ailenin olumsuz yaklaşımına rağmen kaçırarak evleniyor. Bu durumu Münteha Dadük şöyle anlatıyor: “Önceden köy dışında evliliklere pek rastlanmazdı. Şimdi kızlarımız, erkeklerimiz okuyor ve çoğu da çalışmaya gidiyor. Köy dışında insanlarla tanışıyorlar ve evlenme kararı alıyorlar. Aileler hayır deyince gençlerimiz de kaçıyor. Evlat sonuçta, küs kalın-

mıyor. Aileleler arasında sorunlar çıkıyor ve bu sorunların çoğu arada kalan gençleri zor durumda bırakıyor. Güzelce geçinmek, birlikteliklerini düğünle kutlamak varken neden huzursuzluk çıkaralım. Önemli olan evlatlarımızın mutluluğu. İnsanlar hala böyle bir zihniyeti taşıdığımızı düşünüyorlar. Önceden öyle yapılmış diye bizde yapacak değiliz.”Münteha Dadük, değişen köyü bu cümleleriyle dile getirirken köye karşı oluşan ön yargıları yıkmaya çalışıyor.

Resmi işlemlerde karışıklık Köy sakinleri yaşadıkları olumsuzlukları ortadan kaldırabilmek için ellerinden geleni yapmaya çalışıyor. Birbirleriyle akraba olan Dadüklülerin bazen isimleri de aynı olabiliyor. Erkeklere çoğunlukla Ali, Hasan, Hüseyin, Mehmet isimleri verilirken kadınlara ise Ayşe, Fatma, Hatice gibi isimler veriliyor. Bu durum birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Nüfus dairelerinde sıkça meydana gelen karışıklıklara köylüler alışmışlar. Bu durumu Esra Dadük şöyle ifade ediyor: “Köyümüzde aynı isim ve soy isimde olan birçok insan var. Bu durum başta nüfus dairelerinde olmak üzere bankalarda, okullarda karışıklığa neden oluyor. Askere gidecek gençlerin de bazen karıştırılmasına neden oluyor bu benzerlik, ama alıştık artık. Aynı isim ve soy isimi taşıyanları anne ve babalarımızın adıyla ya da doğum tarihilerimizle ayırt ediyorlar.”

lık ve kavga benzeri olayların yaşanmaması köylüleri huzur içinde yaşattırıyor. Köylüler atalarından kalma geleneklerini değiştirerek yeni düşüncelerine ayak uydurmaya çalışırken, birçok Dadük ailesi huzurlu yaşamlarında aynı soyadı taşımaktan rahatsızlık duyabiliyor. Köylülerden Mümtiha Dadük, yaşadığı sıkıntıları şöyle dile getiriyor: “ Aynı isim ve soy isimleri taşıyabiliyoruz. Bir süre sonra bu durum sıkıntılara neden olabiliyor. En basit örnek, çocuklarıma sesleniyorum ve bir sürü ağızdan cevap geliyor. Biz bu ve benzer sorunlardan dolayı soyadımızı değiştirmek istiyoruz.” Mümtiha Dadük ve ailesi Dadük soyadını değiştirmeyi düşünüyor. Bir köyde bir arada yaşamayı başarabilmiş büyük bir aile Gözene Köyü. İlerleyen yıllarda bu özelliğini koruyabilmesi ise gün geçtikçe daha da zorlaşacak gibi. Toplumsal yaşamdaki değişiklikler, Dadük Köyü'nde yaşayan halkı da etkiliyor ve öyle de devam edecek gibi gözüküyor.

“Soyadlarımızı değiştirmek istiyoruz” Köyde yaşayanlar karışıklıkların yaşanmasını doğal olarak nitelendirirken, hırsız-

Bir derleyicinin güncesinden Kayseri fıkraları Anadolu’nun bozkırında geçmişte olduğu gibi günümüzde de ticaret kültürü ile yoğrulmuş bir şehir Kayseri. Buna bağlı olarak Kayserilide oluşan ticari zekâ, öğreticilik ve eğlendiricilikle harmanlanarak, Kayseri insanını anlatan güzel ve mizahi fıkralar şeklinde bir bütün oluşturur.

Recep ÇALKANER HABER:BURAK SOMUNCU&KENAN ŞİLEN

Fıkralar hayatımızın her anında duyduğumuz ve dillendirdiğimiz kısa öykülerdir. Kimi zaman güldürüp kimi zaman da düşündürerek kültürümüzün vazgeçilmez öğeleri arasında yer alırlar. Yöreden yöreye ve bölgeden bölgeye değişiklik gösteren ve belli bir kültürün yaşandığı yerde oluşan fıkralar, yöre insanının genel portesini çizer. Fıkralar, halkın hayal gücünü yansıttıkları için zaman ve mekân farklılıkları olsa da gerçek veya hayali kişiler ile söze dökülürler. Örneğin; Karadeniz bölgesi Kayseri’ye uzak bir coğrafyada olmasına karşın iki coğrafyanın insanı fıkralarla bir araya gelir ve zaman kavramından bağımsız bir kimlik kazanabilirler. Bu aslında bir üstünlük yarışıdır ve fıkra hangi yörede anlatılırsa üstünlük onun eline geçer. Bu yönü ile fıkralar bir iletişim aracı olarak da çıkar karşımıza.

Kayseri fıkraları derleniyor Kayseri fıkralarının temelini oluşturan esnaflık ve ticaret kül-

türü içinde yoğrulan Recep Çalkaner, esnaflığının yanı sıra şiire ve yerel kültüre de ilgi duyar. Kayserilinin kıvrak zekâsını, hazırcevaplığını, gelenekçiliğini ve daha birçok özelliğini yansıtan fıkraların baş ustası konumunda Çalkaner. Fıkralarını yazılmasını ve derlenmesini şöyle anlatıyor: “Bir televizyon programında, Karadeniz fıkralarının senaryolaştırıldığını gördüm. Karadeniz fıkralarının hepsinin de güldürmeye yönelik olduğunu fark ettim, fakat Kayseri fıkralarında daha çok ince espri vardır.” Ona göre, faydalanılabilecek hazır bir toprak ya da denizin olmaması Kayserilileri düşünmeye daha çok itmiştir. Dolayısıyla ticaret, zorunlu bir uğraş olmuş Kayserili için. Ticari zekâları, halk tabiri ile cimri tiplemesiyle fıkraların ana temasını oluşturmuş ve böyle fıkralar ile Kayserilinin ticaretle ilgilendiği anlatılmak istenmiştir. Bu temadan yola çıkarak derlemeler yapmaya başlayan Çalkaner, Kayseri fıkralarını toplayarak ‘Aslan Gayserilim’ adlı kitapta bir araya getirir.

Pazarlığa girişebilir miyim? Kayseri’de pazarlık, hemen her yerde uygulanan değişmez bir davranıştır. Hatta bu durum ilkokul öğrencilerinin sohbetleri arasında yer alır. İki öğrenci bahçede konuşurken aralarında pazarlık söz konusu olur: “Beş kere beşin yirmi beş ettiğini bildiğin halde, neden öğretmene yirmi sekiz diye cevap verdin?” Öğrenci arkadaşına dönerek: “Öyle olduğunu biliyorum da, belki öğretmen ile pazarlığa tutuşursak diye düşündüm.” Pratik zekâ, hazır cevap Kayseri, eski medeniyetlerden beri ticaret yolları üzerinde bulunduğu için buna bağlı olarak köklü bir ticaret kültürü de gelişmiştir. Ahi Evran kültüründen gelen pazarlık anlayışına sahip Kayseri halkı, bu işin pratik zekâsını da oluşturmuştur zamanla. Mizah yüklü Kayseri fıkraları Çalkaner’in dediği gibi düşündürmeye yöneliktir. Kayserilerin pratik zekâsını ve hazır cevaplılığını destekler nitelikteki fıkralardan sadece iki tanesidir, memleketine gönderdim ve günlük gazete.

Memleketine Gönderirdim Kayserili askerin sabah içtimasına geç geldiğine sinirlenen komutanı:“Sen sivilken ne iş yapıyordun?” diye sorar. Asker: “Terzilik yapıyordum, komutanım.” der. Komutan: “Peki, senin şimdi yaptığın gibi, senin çıraklarından biri işe geç gelse ne yaparsın?” Asker: “Derhal işine son verir, memleketine gönderirdim.” Günlük Gazete Kayserili bir müşteri, İstanbul’da hemşerisinin kumaş mağazasına gider. Beğendiği kumaş için pazarlık etmek ister, ancak hemşerisi indirim yapmaz ve istediği fiyatta direnir. Pazarlık yapamayacağını anlayan Kayserili: “Öyleyse kumaşı bu günün gazetesine paket et de menfaatimiz olsun” der. Çalkaner, Kayserililerin hazır cevap ve çok zeki bir ticari zekâya sahip olduklarının altını çiziyor. Kayserili, daha çocuk yaşlarda öğrenmeye başlıyor ticareti. İnsanlarla iç içe büyümek, dükkânlarına gelen müşterilerle diyalog içerisinde olmak daha da geliştiriyor hazır cevaplılığı, yani Recep Çalkaner’in deyimiyle dilbazlığı. Ayrıca Kayseri esnafına olan önyargıya da tepkili olduğunu şu sözlerle aktarıyor Çalkaner: “Hesap bilen ve tutumlu olan Kayseri esnafına karşı bir soğukluk var. Oysa Kayseri esnafı müşteriye iyi hizmet etmeye çalışır.” Recep Çalkaner, fıkralarının yarısının Kayseri’nin kendine özgü esnaf yapısı sayesinde ortaya çıktığını da ekliyor sözlerine. Gün toplarken eteklerini, Kayserili esnafının asıl prensibiyle uğurlanırken buluyoruz kendimizi “Bol bol gülümse, hem maliyeti sıfırdır hem de bedeline paha biçilmez”.

SAYFA TASARIM: ASLI YILMAZ


HABER

8

Erkekler eli maşalı kadınların gölgesinde

KAMPUS

ARALIK 2010

Erkekler tarafından fiziksel şiddet gören kadın profili, eskiden beri süregelen bir sorun olma özelliğini sürdürürken erkeklerin şiddet görmesi ise göz ardı edilen, bilinmeyen, çoğu zaman utanılan ve gizlenen bir durum. Madalyonun öteki yüzü yavaş yavaş dönüyor ve günümüzde şiddet gören erkeklerin sayısı giderek artıyor.

HABER: M. BİLGE YILMAZ - ESRA ÖZDİLİM HAYRET TİN BULAN

Ülkemizde hâkim olan ataerkil aile yapısı, erkeklerin üstün, korumacı ve güçlü görünmesini beraberinde getirmiştir. Günümüzde bu yapı değişmiş ve erkekler, kadınlar kadar olmasa da aile içi anlaşmazlık, şiddet ve benzeri sorunlar sonucu kadınlar gibi sığınma evlerine ihtiyaç duyar olmuştur. Önceden bu durum erkekler üzerinde toplum baskısına yol açsa da zamanla daha anlaşılır bir hal almaya başladı. Bu olgu sıradanlaştıktan sonra sığınılacak yerlere ihtiyaç daha da arttı. Erkeklerin, deyim yerindeyse baş tacı edildiği Anadolu’da bile bu durumun normal karşılanmaya başlandığını, Türkiye’nin ilk erkek sığınma evinin bulunduğu Konya’da görüyoruz. Bu ihtiyacı karşılama vazifesini Şefkat-Der üstlenmiş. Yaklaşık 20 yıldır hizmet veren dernek, yardıma ihtiyacı olan herkese barınma hizmeti sunuyor. Zor durumda kalmış erkeklere kapısını açarak, sığınanların her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor.

‘’Yorgun Gönüllere Umut Işığı Olmaya Çalışıyoruz’’ Şefkat-Der, evsizlere, cinsel istismara uğrayanlara, şiddet mağdurlarına, yoksul ve kimsesizlere hizmet veren insan hakları derneği olarak tanımlanabilir. Dernek bünyesinde bulunan erkek sığınma evi fiziksel şiddet gören erkeklerden, psikolojik şiddet görenlere ve toplumsal baskıya maruz kalanlara da hizmet sunuyor. Erkeklerin de tıpkı kadınlar gibi korunmaya ihtiyacı olacağı gerçeğinin yadsınmaması gerektiğini düşünen Şefkat-Der gönüllüsü Hayrettin Bulan şunları söyledi: “Toplumda kendine yer edinememiş ya da kenara itilmiş birçok erkeğin bulunduğu aşikâr. Türk aile yapısında erkeklerin yeri kırmızıçizgilerle belirlenmiştir. Bu çizgilerin toplum içerisinde de erkeğin yeri ve görevini gösteren unsur olduğu sarihtir. Ekonominin giderek kötüleşmesi, insanların alım gücünün yetersiz olması ve bunun sonucu olarak da aile içi anlaşmazlıkların ortaya çıkması doğal bir süreç.” ŞefkatDer, ihtiyaç sahiplerini sadece maddi değil; manevi olarak da destekliyor. Dernek gönüllüleri aile ortamına yakın, sıcak bir ortam oluşturabilmek adına ellerinden geleni yapıp, yorgun gönüllere umut ışığı olmaya çalışıyor. ‘’Kendi ülkemizde tutunamadık’’ Hepimiz doğduğumuz topraklarda eğitim almak, ekmeğimizi kazanarak yaşayabilmek için hayatın zorluklarıyla mücadele ediyoruz. Bazılarımızın yaşam mücadelesi daha zorlu şartlar altında şekilleniyor. Özellikle zor şartlar karşısında yakınlarından bekledikleri desteği göremeyenler, yakınları tarafından uygulanan şiddete maruz kalabiliyor. Durum böyle olunca kendi ayakları üzerinde durmakta zorlananlara, sığınma evlerinin yolu görünmüş oluyor. Konya Şefkat-Der böyle durumlar ile mağdur olmuş erkeklerin hikâyeleri ile dolu. Onlardan biri Mehmet Bulut. Derneğe sığınış sebeplerini gözyaşları içinde anlatıyor. Babası 1992 yılında Almanya’ya işçi olarak gider. O yıllarda lise çağlarında olan Bulut, Almanya’da ailesiyle oldukça mutlu yaşar. 1995 yılından sonra babasının almış olduğu bir kararla Türkiye’ye dönen Mehmet Bulut, ailesiyle beraber İstanbul’da yaşamaya başlar. “Hiçbir şey beklediğimiz gibi gelişmedi. Kendi ülkemizde tutunamadık. Gerek kardeşim ve annem, gerekse babam ve ben uyum sağlamakta zorlandık. Babam girdiği hiçbir işte tutunamadı. Annem alıştığı hayattan kopunca psikolojik bunalıma girdi. Kardeşimin de uyuşturucu kullandığını sonradan öğrendik.” Bütün aile fertleri hayatın acımasızlığıyla yüz yüze gelince çözülme kaçınılmaz olur. Babanın işsizliği evde çıkan kavgaların sayısı artırır. “Annem ve babam boşandıktan sonra ailemiz iyice dağıldı. Annemin psikolojik sorunları arttı. Kardeşim sanki evde yoktu. Babamsa kendini alkolün kollarına bıraktı. Bu sürede bende çeşitli işlere girip çıktım. Annemle beraber tekrar yurt dışına gitmenin yollarını aradık ama mümkün olmadı. Tur şirketinin bizi dolandırması sorunların

biraz daha derinleşmesinden öteye gitmedi.” Dolandırıcıların tuzağına düştükten sonra daha büyük buhranlar yaşayan Bulut, annesinin sürekli şiddetine maruz kalmaya başlar. “Teyzem Konya’da oturuyordu. Ben de buraya yerleştim ve çeşitli işlerde çalışmayı denedim. Ailemle tüm bağlarımın koptuğu zaman, nişanlımla tanıştım. Benim bütün ailem o oldu. Yine bir gün iş ararken Şefkat-Der’in erkek sığınma evi olduğunu duydum ve başvurdum. Kısa zamanda buraya yerleştim. Dernek bana barınmanın yanında iş imkânı da sağladı.” Bulut, kendisine imkân tanıyanlara her defasında minnet duyarken, dernekte kendisi gibi mağdur olanlarla beraber omuz omuza zorluklara göğüs germeye çalışıyor.

“Eşimi hala çok seviyorum’’ Eşleriyle aynı yolda yürümeye karar vermiş, aynı yastığa baş koymuş, sevinçleri kadar üzüntülerini de beraber yaşamak isteyen insanların istedikleri gibi olmuyor bazen hayatın sundukları. Dışlanmışlığın, yalnızlığın esaretinde kaldıktan sonra, yaslanacak omuz aramak kaçınılmaz oluyor. Şefkat-Der’in diğer sakinlerinden olan Ali S. eşinden şiddet görüp derneğe sığınanlardan. Geliş nedenini biraz çekinerek de olsa açıklıyor. Eşiyle yıllarca her türlü zorluğa karşı birlikte katlanırlar. Çocuk sahibi olmak isterler, ama o çocuğun sıcaklığına bir türlü kavuşamazlar ama birbirlerine sımsıkı sarılmayı bilirler. Zamanla ekonomik durumları kötüye gidince eşler arasında soğuk rüzgârlar esmeye başlar. Ali S.’nin deyimiyle eşi ona bu zor günlerde destek olacağına köstek olur. Gitgide onu hor görmeye başlayan eşi, başta hakaretlerle, kırıcı ifadelerle psikolojik şiddet uygular, ama psikolojik şiddet zamanla fiziksel şiddete dönüşür. Ali S. “Eşimi çok sevdiğim için ona elimi hiç kaldırmadım. Bir dönem sağlık sorunları yaşamaya başladım. Sağlık durumum daha da kötüleşince tamamen eşime muhtaç olmuştum. Bu durum ruhuma zarar veriyor ve beni çok yaralıyordu. Komşuların yardımlarıyla geçiniyorduk.” Eşinin uyguladığı şiddet daha da artınca Şefkat-Der’e sığınır Ali Bey. Tüm yaşadıklarını bir kenara koyarcasına her şeye rağmen, ‘Eşimi hala çok seviyorum.’ diyor. Ayrıca dernekte daha iyi koşullarda yaşadığını, insana insanca davranılan bir ortamda bulunmaktan çok mutlu olduğunu ifade ediyor. Kan davasından kaçtı ama eş dayağına tutuldu Zaman zaman ülkemizde gündeme gelen kan davası yüzünden milyonlarca insan mağdur olmuştur. C. T. de onlardan biri. Konya’da erkek sığınma evinde yaşıyor. İlkokul mezunu olan C. T. daha beş yaşındayken dedesinin ve babasının anlattığı kanlı hikâyelerle büyüdüğünü söylüyor. “Babam özel bir kuruluşta işçi olarak çalışıyor. Normal bir günde akşamdan önce eve gelmez, fakat o gün eve öğlen olmadan sıkıntılı bir şekilde gelmişti. Elindeki

silahı görünce sıkıntısının nedenini anladım. Hiç konuşmadık babamla, sadece göz göze geldik ve babam emaneti bana teslim etti.” Silahı eline aldığında henüz on dört yaşında olan C. T. babasına karşı o güne kadar hiçbir saygısızlık yapmamıştır, ancak o kara günün gecesi, babasının cüzdanından bir miktar para alarak Ankara’ya kaçar.

Mutluluk hayalinden sığınma evine… C. T. Ankara’ya geldiği ilk gün iş bulup, para kazanmanın gerekliliğini anlar ve bir gece kulübünde işe başlar. Altı yıl aynı gece kulübünde çalışan C. T. eşi ile de burada tanışır. “Çalıştığım yerde bütün insanlar bir şekilde tek başlarına bırakılmışlar bu hayatta. Eşim ses sanatçısıydı ve her gece içki masalarına gülücük dağıtmaktan hiç hoşlanmıyordu. Aslında hiçbirimiz yaptığımız işten hoşnut değildik, fakat mecburduk.” C. T. kuracakları yuvanın huzurlu olmasını istediği için, gece kulübündeki işinden ayrılarak eşi Ş. E. İle onun memleketi, Konya’ya yerleşirler. C. T. burada günü birlik işlerde çalışarak geçimlerini sağlamaya çalışır. Evliliğin ilk beş yılı ekonomik zorluklarla dolu olsa da mutlu geçer, ama giderek ağırlaşan koşullar karşısında eşinin psikolojik baskıları ile karşılaşan C. T. daha sonra fiziksel şiddete de maruz kalır. C. T. eşinin daha önceki yaşam tarzından dolayı hazır paraya alışkın olduğunu ve parasız kalmaya tahammül edemediğini söylüyor. “Eşim, önceden çalıştığım işler dolayısı ile beni küçümsüyor, çocukların yanında çaycı parçası diyerek hakaret ediyordu bana.” Tartışmalar büyüyüp fiziksel şiddet boy gösterince bu duruma dayanamayan C. T. polise sığınmakta bulur çareyi, ama polis her defasında onu eşi ile barıştırıp evine yollar. “Eşim, artık her tartışmada kavga çıkarır duruma gelmişti. Yine benim işsizliğimden yakınıyordu. Günlük işleri de bulamaz hale geldiğim için sesimi çıkaramıyordum. Eşim Ş. E. bağıra çağıra evin her yerini dolaştı ve mutfağa girdi. Mutfaktan aldığı tencere, tava gibi ağır ne varsa hepsini kafama fırlattı. Fırlattığı tencerelerden biri ağzıma çarptı ve ön dişlerim kırıldı. Bu tartışmadan sonra artık aynı çatı altında yaşayamayacağımızı anladım.” C. T. bu tartışmadan sonra polise başvurur ve bugün barındığı Konya Şefkat-Der Erkek Sığınma Evi’ne yerleşir. Sığınma evindeki yaşantısından memnun olan C. T. şimdi sadece çocuklarını özlüyor. Uzmanlar ülkemizde her geçen gün artan şiddetin sebebini çeşitli sorunlara bağlıyor. Fakat yapılan istatistiklerde şiddetin temel sebebinin geçim sıkıntısı olduğu öne çıkıyor. Araştırmaların sonuçlarına göre, özellikle erkeklerin yaşadığı psikolojik ve fiziksel şiddetin nedeni işsizlik ve buna bağlı olarak yaşanan geçim sıkıntısı. Annesinden psikolojik şiddet gören Mehmet Bulut, eşinden darp gören Ali S. ve C. T. sesini bir nebze duyurup Şefkat-Der’e sığınan beş bin erkekten sadece üçü. Yaşanan ekonomik sıkıntılar ve işsizlik sorunu devam ettiği sürece aile içi şiddet giderek derinleşecek gibi görünüyor.

SAYFA TASARIM: BURAK SOMUNCU


ARALIK 2010

HABER

KAMPUS

9

Külhanbeylerinin ardından ‘Çarşamba ayakkabıları’ da yok oluyor Bazı kültürel değerler çağın getirdiği koşullar ile önemini yitirerek yok oluyor. Çarşamba Ayakkabıları, bu değerlerden biri Samsunlular için. Değişim rüzgârına elini kaptırıp kolunu kurtaramayan Çarşamba Ayakkabıları, artık bir zamanlar olduğu gibi külhanbeyi diye adlandırılan kişilerin vazgeçilmezse vazgeçilmezi olmaktan çok uzaklarda. Gençlik yıllarında bu ayakkabılar ile yürümeyi ilke edinmiş, şimdilerde yaşını başını çoktan almış Çarşamba Ayakkabısı sevdalıları da olmasa, Çarşamba Ayakkabılarının adı bile anılmayacak.

HABER&FOTOĞRAF:İBRAHİM ARSLAN

Çarşamba’da o eski günlerin izlerini sadece Çarşamba Ayakkabılarında görebiliyoruz. Onun da varlığına ancak ellili yaşın üzerindeki insanların üzerinde görebilmek mümkün. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz değişim yaşanmadan önce Çarşamba Ayakkabıları ile tanışıp, bu ayakkabıları giymeyi ilke edinmiş insanların Çarşamba ayakkabılarından vaz geçememesi ile ilintili. Gençliğinden itibaren ayağına Çarşamba Ayakkabısı’ndan başka ayakkabı geçirmeyen ve hala özel yapım ayakkabı giyen az sayıdaki insandan biri Ali Arslan. Ali Arslan gençliğinden bu yana Çarşamba Ayakkabısı giydiğini, ondan başka ayakkabı tanımadığını söylüyor. “Delikanlılığa adım attığım günden bu güne dek ayağıma yumurta topuktan başka ayakkabı geçirmedim. Şuan yetmiş iki yaşındayım ve hala bu tercihim devam etmekte. Ben halen ayakkabımı özel yaptırırım, kışlığı ayrıdır yazlığı ayrı. İkisinin de ayrı güzelliği vardır. Yazık ayakkabının ön tarafı fileli olur, içine de beyaz çorap giydiniz mi tas tamam olur. Kışlığın tadı bambaşkadır, topuğuna özellikle demir nal çaktırırım ki hem topuk kolayına erimez, hem de yürürken çıkarttığı ses ayrı bir haz veriri insana.” Zaman içinde geleneğe bir darbeyi de diğer şehirlere ve yurt dışına yapılan göçler vurur. Yurt dışına çıkıp başka medeniyetlerin ileri teknoloji ürünlerinin yurda sokulmasıyla öncelikler, kılık kıyafetler ve düşüncelerde olağan üstü değişimler gerçekleşir. Çarşamba eski Çarşamba en önemlisi insan eski insan değildir artık bu memlekette. İleri teknolojinin fabrikasyon ürünleri bir zamanların zanaatkârlarının el emeği işlerini ikinci planda bırakmaya başlar.

Değişim düşüncede başlar, zamanla kültürel ve toplumsal değerlerin tümünü kapsar. Değişimin toplum üzerindeki etkisi kuşaklar arası farklılık gösterirken, bir öneki kuşak bir sonrakinin yaşamını sorgulayarak hey gibi eski günler diyerek değişimden duyduğu rahatsızlığı ifade eder. Kılık-kıyafet değişimin en somut şekilde gözlemlenebileceği değerler arasındadır. Esip geçen değişim rüzgarı dalından kopmuş yapraklar misali alır gider döneminin vazgeçilmezi kıyafetleri ve aksesuarlarını. İşte bilinmeyenden esen bu rüzgârın beraberinde götürdüğü yapraklardan biri de bir zamanların külhanbeyleri, yani namı değer kabadayıların heybetli görüntüsünü tamamlayan Çarşamba Ayakkabıları üzerinde oldu. Bir zamanlar, Çarşamba sokaklarında ayağında özel yapım sivri burun, yumurta topuk ayakkabısı, sekiz köşeli kasketi, İngiliz külot pantolonunun üstüne giydiği siyah ceketinin cebinden sarkan köstekli saati ve tespihi ile yürüyen külhanbeylerini görmek oldukça doğaldı. Hafif iri kıyım, bıyıklı, bağrı açık, düşük omuzlu, belindeki silahıyla etrafına hafif çekince veren bu ağır ağabeyler dönemlerinin profilini çizen karakterlerdi. Ayakkabıların yumurta topuklarına çakılan nalınlar ile bir bando takımı heybeti ile yürürdü o ağır ağabeyler. Topukların Arnavutkaldırımlarında çıkardığı ses yaklaşmakta olan bir külhanbeyinin habercisi olurdu her daim. Bu sesi duyanlar ne yapmaları gerektiğini elbette bilirdiler. Topuk seslerini duyanların kendilerine çeki düzen vermeleri yerinde bir davranış olurdu. Çünkü külhanbeyleri o dönemin denetim mekanizması niteliğindedir ve ağızlarından çıkan her söz kanun niteliğindedir. Delikanlılık çağını yaşayan gençler bu ağır ağabeylere özenir, zamanı geldiğinde onlar gibi bir külhanbeyi olma hayalleri kurarlardı. Gençlerin bu nacizane hayallerini gerçekleştirme yolundaki ilk adımları elbette ki kendilerine bir çift Çarşamba Ayakkabısı edinmekten geçiyordu. Özel yapım ve tek parça deriden yapılan Çarşamba Ayakkabıları bir delikanlının hayalinin olmazsa olmazı niteliğindedir. İlk olarak ayakkabıyla başlayan bu serüven daha sonra başka aksesuarlar ile bütünleşirdi.

Nara atan külhanbeyleri yerini sinema artistlerine bırakıtı. Bu gelenek elbette bu şekilde sürüp gitmez. Geçen yıllar ve beraberinde getirmiş olduğu yenlikler bu geleneği hızlı bir şekilde etkiler. Özellikle sinemanın yaygınlık kazanması ve her eve giren televizyon zamanın gençlerini beyaz perdede ve televizyon ekranında gördükleri sinema aktörlerine benzemeye çalışırlar. Gençler daha önceleri sokakta her gördükleri zaman saygı duruşuna geçtikleri ve bir gün onlar gibi olmayı hayal ettikleri külhanbeyleri yerine sinema artistlere özenmeye başlarlar. Daha önceleri herkesin giymeye imrendiği İngiliz külot pantolon yerini İspanyol paça pantolonlara bırakır. Günümüzde

Zanaatçılar teknolojiye direniyor Ancak eskiye ait tek bir obje biraz daha fazla dayanır değişime. Bir zamanların özenilen külhanbeylerinin yumurta topuklu sivri burunlu ayakkabıları yeni sistemin bu olumsuz havasına biraz daha dayanır. Yurt dışına çalışmaya giden vatandaşlar gittikleri yerde her şeyi bulurlar ancak sivri burunlu yumurta topuklu ayakkabıyı bulamazlar. İleri teknolojinin dev çarkları bu zanaatı ezemez ağırlığı altında. 80’li yıllarda yumurta topuklu sivri burunlu ayakkabı imalatı tarihinde görülmemiş bir şekilde artış gösterir. Gurbetçiler dünyanın dev metropollerinde bulamadıkları Çarşamba Ayakkabısını Türkiye’den getirirler dünyanın çeşitli yerlerine. Her gurbetçi izne geldiğinde beş altı çift ayakkabıyla döner geri. Yurt dışından çeşitli nedenlerden ötürü memleketine izne gelemeyen gurbetçiler, ayakkabı ihtiyaçlarını sipariş yoluyla gidermeye çalışırlar. . Bu da farklı bir ticari hareketin başlangıcı olur. Kısa süren saltanat Çok sürmez Çarşamba ayakkabısının üretimdeki bu saltanatta. Önceden her geldiğinde üç-beş yıllık ayakkabı ihtiyacını karşılayacak derecede ayakkabı alan gurbetçilerin ayağı ilerleyen süreçte kesilir imalathanelerin kapısından. İç piyasaya sürülen ayakkabılara olan talep de düşünce açılan imalathaneler teker teker kapanmaya başlar. İmalathanelerinin kapanması nedeniyle işsiz kalan ustaların büyük bir bölümü yurtdışına işçi olarak gider. Ve böylelikle Çarşamba Ayakkabılarının üretimi geri dönüşü olmayan bir yola girer. Bu zanaatın son üreticilerinden olan Fahrettin Tınaztepe ve Faruk Koç gibi ustalar zanaatlarının bu noktaya gelmiş olmasından mustariplere. Faruk Koç; “Zanaat yok olmak üzere, biz bu sanatın beklide son ustalarıyız. Gençlerin bu zanaata ilgisi yok denecek kadar az. Benim oğlumun benden sonra bu zanaatı devam ettireceğine inanmıyorum. Gençlerin öncelikleri değişti. Şu an Çarşamba Ayakkabısı Ege Bölgesinin bir bölümüyle Orta Karadeniz Bölgesinde kullanılıyor, fakat tüketim oldukça düşük. Zanaatın son on yılına girdik gibi geliyor bana. O saatten sonra kimse ilgi göstermeyecek bu zanaata. Temennimiz zanaatın unutulmaması yönünde yapılan çalışmaların iyi sonuçlanmasıdır.”. Çarşamba ayakkabısının patendi alındı Şu an Çarşamba’da bu zanaata ömrünü adamış bir avuç insan bu zanaatlarının ayakta kalabilmesi için zamanla yarışıyorlar. Geçtiğimiz yıl Çarşamba Ayakkabısı üreten az sayıdaki esnaf bir araya zanaatlarının patentini almak için Türk Patent Enstitüsüne başvuruda bulunur. Başvurunun amacı tüm meslek yaşamlarını oluşturan bu zanaatın tescillenmesini sağlamaktır. Başvuruları olumlu karşılanır ve yumurta topuk ayakkabı Çarşamba Yumurta Topuk Ayakkabısı adı altında tescillenir. Diğer yandan bazı üreticiler kurdukları internet siteleriyle Çarşamba Ayakkabısını internet ortamında tanıtmaya çalışıyor. Tüm çabaları bu kültürün unutulmasını engellemek ve zanaatlarına sahip çıkmak.

SAYFA TASARIM: ŞEFİK KENAR


KAMPUS 10

HABER

ARALIK 2010

Zamana ve koşullara direnen el zanaatları tüm olumsuzluklara rağmen işine kendini adayan ustalar tarafında yaşatılmaya çalışılıyor. Teknolojik gelişmelerle mücadele eden Sürmeneli Mehmet Kumbasar da mesleğini yaşatmaya çalışan son ustalardan. O yıllarını verdiği zanaatının geleceği konusunda bazı kaygılar taşısa da, zanaatın hiçbir zaman ölmeyeceğine inananlardan ama uluslar arası ticaretin karşısında kendi gibilerin asla şansının olmayacağını da biliyor. HABER&FOTOĞRAF: HANİFE YILDIZ

Bugün keser imalathanesi olarak kullanılan Gazhane’de seksen dört yaşındaki Mehmet Kumbasar, 1946’da başladığı keser imalatını sürdürme çalışıyor. Teknolojik gelişmelerle seri üretimine başlanan keser imalatı Sürmeneli küçük işletme sahiplerini etkilemiş ama onların el emeği göz nuru ürünleri hala daha az da olsa piyasada aranan ürünlerden. Köyünde evinin bir bölümünü keser imalatına ayıran zanaatçılar teknolojik gelişmelerden asgari oranda yararlanarak insan gücü merkezli üretime devam ediyorlar. Sürmene’de ilk defa ticaret yapmak için keser imalathanesi açan Mehmet Kumbasar, günümüzde bu zanaatı yapanların öncüsü olmuş. Konuştuğumuz tüm imalatçılar onun açtığı yolun onlara ekmek kapısı olduğunu söyledi. Sürmene’nin en eski keser imalatçısı ile keserciliği konuştuk. O, zanaatına ömrünü vermiş, şimdilerde kendini boşlukta hissetmemek adına çocuklarının yanında keser imalatı yapan tarih kokan bir usta. Zanaatın geleceği konusunda bazı kaygılar taşısa da umudunu tam anlamıyla kaybetmiş değil. İlerlemiş yaşına rağmen çalışmaya, üretmeye devam ediyor.

Memlekete dönüş ve keserciliğe atılan ilk adım Genç yaşlarda gurbet köşelerinde çırpınan Mehmet Kumbasar kazandığı az bir para ile memleketinde bir şeyler yapmaya karar verir. Gurbetten döndüğü gibi Rum ustaların yanında demirciliği öğrenen Abdurrahman Demirci’nin yanına koşar. Abdurrahman usta köyünde kurduğu bir tezgahta köylünün ihtiyaçları doğrultusunda orak, balta, kazma, keser gibi tarım aletleri üretir. Abdurrahman ustaya yaptırdığı az sayıdaki keserler ile ticari hayata atılan Kumbasar o yıllara dair şunları söylüyor: “Gurbetten geldiğimde 90 lira param vardı. Gittim Abdurrahman ustaya. Aklıma koydum, biraz keser yaptırayım da gideyim onları Trabzon’da satayım. “Yaparım tanesini doksan kuruştan.”dedi. 100

tane keser yaptırdım Abdurrahman ustaya. 1946’nın ekim aylarıydı, otobüsü ile gittim Trabzon’a. Keserleri otele bıraktım, beş-on tane keser alıp elime Moloz’a gittim. Giderken bir kahveye girdim, kahvede Rizeliler var, mandalina getirmişler. Keser kaç kuruş, dediler. Dedim, iki lira. Dediler, iki lira çoktur. Elimde on yedi tane keser vardı, bunları 175 kuruştan onlara verdim. Döndüm otele, keser almaya. Arkamdan bir adam geldi. Bir Merhaba çekip keserlerden istedi. Otelde bıraktığım keserleri de 160 kuruştan verdim ona. Sevindim tabi, iyi para kazandım. Geldim köye. Abdurrahman dayıya dedim ki, iki yüz keser yap. Aklıma almışım, Rize’ye götürüp satacağım. Yeni yeni işe başlıyorum. Baba yok, yetim gelmişim dünyaya. Gurbet köşelerinde kırk kuruşa çalışmışım. Köyden de bu işi yapan hiç yok. Yüz tane keser alıp satacak adam nerde? Kimse bunu bilmez, satmaz, yaptırmaz, yapmaz. Abdurrahman dayı dövüyor, yapıyor. Yaptı bana 200 tane daha keser. Onları satmak için türlü zorluklara rağmen gittim Rize’ye. Dolaşıp satmaya başladım. Rize’de bitiremedim, Çayeli’nde de bitiremedim; oradan da geçtim Pazar’a. Pazar’da bitirdim keserleri.”

Artan tezgahlar ve zanaata olan ilginin çoğalması Mehmet Kumbasar işi büyütmeye karar verir. Abdurrahman Ustaya daha fazla keser yaptırıp Artvin’e, Hopa’ya kadar satış yapmaya gider. Abdurrahman Ustanın demirci ocağı bir türlü sönmek bilmez. Ama diğer köylüler de bu işe girmez bir türlü. Ne yapan vardır, ne de yaptıran. Ustaya tek toplu sipariş Mehmet Kumbasar verir. Neden sonra köylüler de bu işin kaymağından yemeye karar verince tezgâhlar artmaya başlar. Demirci tezgâhı kurmak isteyenler Abdurrahman ustadan yardım alırlar. Usta, örs yapar, körük bağlar, tezgâhların sayısı bir anda artar. İki yılda yirmi dört ocakta keser yapılmaya başlanır Yağmurlu köyünde. Mehmet Kum-

basar bu dönme dair şunları anlatıyor: “Tezgâhlar çoğalınca ben daha keser yapmadım, sadece ticaretiyle uğraştım. Keseri Ankara’ya götürdüğüm zaman Ankara’da yerli keser hiç yoktu. Almanya’dan gelirdi keser. İnşaat kazması da yaptırdım, o da Almanya’dan gelirdi. Bu keser işi ondan sonra iyice yayıldı, köyde yayıldı, Köprübaşı’nda yayıldı, diğer köylere de yayıldı.” Mehmet Kumbasar daha sonra Sürmene merkezine inerek gazhanenin yanında askerden dönen kardeşiyle bir tezgâh kurar. Kardeşi ölünce köyde kurduğu başka bir tezgahta yeğenlerine bu zanaatı. Atölyeyi yeğenlerine bırakıp İstanbul-Tahtakale’de açtığı bir işyerinde on yıl boyunca köyünde üretilen keserleri satar. 1974 yılında İstanbul’da edindiği mülkünü satıp, on dört milyon gibi büyük bir parayla Sürmene’ye döner. Aklında Sürmene’de keser imalatı yapacak bir sanayi kurmak vardır. Gazhane’nin yanındaki bir binada bu düşünü gerçekleştirir. Hepsi demirci olan yeğenlerini, torunlarını toplar buraya. İstanbul’dan makineler gelince çalışmaya başlar. “Millet hep kalktı ayağa; nedir bu, üç tane makine vuruyor, paldır küldür; elli tane işçi çalışıyor; haftada bir kamyon keser gidiyor buradan İstanbul’a. Senede iki bin, üç bin keser yapılıyor elde. Daha sonra işi bizden öğrenenler kimi Samsun’a gitti. Bizim yeğenler İstanbul’a yayıldılar. Türkiye’nin her yerine dağıldı bu iş. Keser ilk defa Sürmene’den yayıldı Türk piyasasına. Adam, Maçka’da, Beşikdüzü’nde keser yapmış; üç tane beş tane, oranın ihtiyacını görmüş. Ama umumi piyasaya keser çıkaran Sürmene’dir. Bunu başlatan da ben oldum.”

“O dağ bu dağa vurana kadar zanaat ölmez” Mehmet Kumbasar 1990 yılında imalathaneyi, on yıl önce satın aldığı gazhane binasına taşır. Bugün Gazhane’de oğulları bu işi sesiz sedasız sürdürmekte. 1970–80 arasındaki o canlılık artık geride kalmış.

Sürmene çarşısında keser imalatı yapan az sayıdaki işletmeden birine sahi p olan Kumbasar, köyünde de bu zanaatı yapan bazı ailelerin olduğunu söylüyor. Aradan gen uzun yıllara rağmen yılmayan Mehmet Kumbasar Türkiye’nin her yerine iş yaptığını, pazarda tanınan bir imalatçı olduğunu ama yaşı dolayısıyla eskisi gibi piyasayı takip edemediğini de belirtiyor. “Şimdi çekildik piyasadan, yaş seksen beşe gitti. Türkiye’nin her yerine keser gönderdik. Git, beni dış piyasaya sor, hala beni tanırlar. Gerçi tanıyanların birçoğu ölmüştür. Yoltaş, İzel Taş diye firmalar vardı. 1948’de üç liraya keser verirdim onlara. Şimdi Türkiye çapında büyüdüler. Biz de adet yerini bulsun diye, böyle ufak tefek uğraşıyoruz. Daha ileriye niçin gitmedim, bu bir şans meselesi. Gitmediğimin nedeni, korktuğumdan. Ben yalan konuşmadım ticari hayatımda. Biz kimsenin bir kuruş parasını yemedik, biz borçlara girmeye korktuk. Bu keserin geleceği ne olur? Bu zanaat ölmez, mümkün değil. Abdurrahman usta öyle demiş rahmetli: ‘O dağ, bu dağa varana kadar zanaat ölmez.’ Bundan çok zengin olamazsın, ama aç bırakmaz seni. Zanaat ölmez; keseri bırakırsın, nal mıhı yaparsın, nal mıhını bırakır başka bir şey yaparsın. Bu demircilikte her şey yapılır. Keser işini yapanlar çoğalıyor. Benim beş liraya mal ettiğim keseri adam Çin’de iki buçuk liraya mal ediyor. Durum böyle, keserin sonu ne olur, bunu hep beraber göreceğiz.” Mehmet Kumbasar Sürmene’de bir ekmek kapısı haline getirdiği keserciliği ölünceye kadar bırakmayacağını söylüyor. O, yıllarını verdiği mesleğinin daha iyi koşullarda yaşatılabilmesi için bir takım mücadeleler vermiş, zanaatın ölmeyeceğine inanan küçük bir imalatçı. El zanaatlarının sürdürüldüğü tezgâhların bir bir yok olduğu ülkemizde zamana direnen zanaatlardan sadece biri kesercilik. Gerekli girişimler yapılıp Sürmeneli keser imalatçıları bir çatı altında toplanıp pazar olanakları iyileştirilmezse, kesercilikte yok olacaklar kervanına katılacak gibi görünüyor.

SAYFA TASARIM: VEYSEL UÇAR


ARALIK 2010

ARAŞTIRMA-İNCELEME

KAMPUS 11

KAYSERİ’DE BULVAR GAZETECİLİĞİ HABER&FOTOĞRAF:FATMA MENTEŞ

Basın tarihimizde 1970’lerin başına kadar egemen olan siyasi haberler, bu yıllarda yerini hızlı bir şekilde magazin ağırlıklı haberlere bırakmış, magazin gazeteciliği kısa bir sürede Anadolu içlerine ulaşmıştır. Özellikle 1976-1977’de Kayseri’de, Kayseri Haber gazetesi ile büyük bir sıçrayış yapan magazin gazeteciliği, yerel gazeteleri kökünden sarsmıştır. Murat Taşkın öncülüğünde Anadolu basınına yeni bir bakış açısı sunan Kayseri Haber gazetesiyle gelişen yeni dönemde, büyük boy fotoğrafların eşlik ettiği renkli ve eğlenceli haberler, fotoromanlar ve güzellik yarışmaları geleneksel hale gelmiş siyasi ağırlıklı haberlerin yerini almış. Böylece ulusal basında görülen bulvar gazeteciliği, Anadolu’da da ilk örneğini vermiş olur.

VE MURAT TAŞKIN RÜZGARI M urat Taşkın ve onun öncülüğünde kurulan Kayseri Haber gazetesi genelde Anadolu, özelde ise Kayseri basını için o güne kadar örneği olmayan bir içerikle yayın hayatına başlamıştı. Gazetenin yayınlanmaya başladığı tarihin, gelecek nesillere ve basın dünyasına miras niteliğinde bir yenilik olduğu ve etiklerinin günümüzde de devam ettiği bilinen bir gerçek. Genelde Anadolu, özelde Kayseri basın tarihine Kayseri Haber gazetesinin bir devrim niteliği taşımasının bir diğer nedeni de, o güne kadar geçen sürede yayınlanan gazetelerin siyasi oluşumların güdümü ile yayın yapmalarıdır. Gazeteler ya iktidar yanlısıdır ya da muhalefet. Bunun temel sebebi de ekonomik ve teknolojik yetersizliklerdir. Özellikle çok partili hayata geçiş ile muhalefet ve iktidar partisi arasındaki gerilim Kayseri basınını da etkilemişti, gazeteler de bu fikri mücadelenin lokomotifi konumuna gelmiştir. DP destekçisi Ülker gazetesi, 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden önce kapatılmış, ihtilal sonrasında suların durulması ile tekrar döndüğü basın hayatında, 1976’ya kadar tirajını yükseltmiş, Kayseri halkının haber alma ihtiyacını tekrar elde tutmayı başarmış bir gazete örneğidir. Takvimler 1976’yı gösterdiğinde içeriği ve sayfa düzeni ile dikkatleri üzerine çeken Kayseri Haber gazetesi liderliğinde, Kayseri ve Anadolu basının da bir ilk olan bulvar gazeteciliği dönemi başlamış olur.

VELİ ALTINKAYA

Kayseri’nin İlk Bulvar Gazetesi’nin Doğuşu Elle dizilen matbaacılık uygulamasından yavaş yavaş düz ofsete geçilen 1970’li yıllarda, Murat Taşkın ve arkadaşları, dönemin Belediye Başkanı Niyazi Bahçecioğlu’nun da desteği ile Kayseri Haber gazetesini kurdu. Yeni bir kadro, yeni bir gazetecilik anlayışı ve yeni bir baskı tekniği ile yayın hayatına hızlı bir başlangıç yaptı Kayseri Haber gazetesi. Bilinenin dışında bir yayın politikası benimseyen Kayseri Haber, daha ilk sayısında halkın yoğun ilgisi ile karşılaştı. Ankara’da, Günaydın tesislerinde web ofset tekniği ile basılıp ertesi gün Kayseri’ye gönderilen Kayseri Haber gazetesi,

Günaydın gazetesinin eki olarak yayın hayatına başladı. Başta, entertip dizgi ve klasik, tek renkli baskı yerine dört renkli web ofset baskıyı kullanma avantajı ile yola çıkan Kayseri Haber, Kayseri halkına 1910 yılında yayınlanan Kayseri’nin ilk gazetesi olan Erciyes’ten itibaren çıkan hiçbir gazetede görülmemiş bir kaliteyi sundu. Teknik anlamda gazetecilik anlayışında yaşanan değişimin yanında, içerikte de yenilikler baş gösterdi. Klasik siyasi çekişmelerin çokça bulunduğu sayfalar yerine magazin ağırlıklı haberler gazetedeki yerini almaya başladı. Cinayet haberleri, artık birinci sayfada ve iri puntolarla okura sunuldu; ünlü sinema oyuncularının büyük kare fotoğrafları ve bu oyuncuların Kayserili okurlara mesajları Kayseri Haber için vazgeçilmezler arasındaki yerini aldı. TV programları, halkın sevdiği dizi kahramanlarıyla yapılan ilgi çekici röportajlar, Kayseri ve Kapadokya gecelerinde çekilen eğlence fotoğrafları ve fotoromanlar, gazetenin ilk sayfalarında yer edinmeye başladı. Kayseri Haber’in başlattığı bütün bu yenilikler, Kayseri basını için yeni bir dönemi kaçınılmaz kıldı.

Murat Taşkın Rüzgârı Kayseri basınında yeni bir dönemin başlangıcını inşa eden Murat Taşkın, gazetecilik alanında herhangi bir eğitim almamış, İstanbul’da girdiği sinema oyunculuğunda istediği başarıyı yakalayamayınca, Kayseri’ye dönüp yaşamak istediği renkli hayatı gazetecilikte bulma umuduyla basın camiasına katılmıştı. Renkli kişiliği, İstanbul’da edindiği sanat çevresi ve magazin dünyası ile kurduğu yakın ilişkiler onun öncülüğünde yayınlanan Kayseri Haber gazetesinin yayın politikasının belirlenmesinde etkili olur. Yola çıktığı Erdal Yeğenağa ile daha önce Anadolu’da yakalanamamış bir gazetecilik başarısına imza atmış olur. Böylesi ani ve yüksek çıkışı, alanında eğitim almamış bir isim olarak Taşkın’dan beklemeyen diğer gazete sahipleri, Kayseri halkının gazeteyi bu denli sahiplenişine bir anlam verememekle birlikte, yeni arayışlar içine girmek zorunda kalırlar. Murat Taşkın her ne kadar diğer gazete sahiplerinin zihninde başarılı ifadesi ile yan yana gelmese de, başlattığı bu yeni gazetecilik anlayışını, hem kendisi hem de çevresindekiler için avantaja çevirmeyi başarmıştır. Gazeteciliği ciddiyetten uzaklaştırmak, magazini kullanarak halkın bilgi edinme hakkını elinden almak suçlamasıyla itham edilen Taşkın’ı gazeteci olarak görmeyen bir grup gazetecinin yanında, onu yeni bir fikir öncüsü olarak gören kimselerin varlığı da yok değil. Onlardan biri olan İş Adamı Ali İhsan Yıldırım, arkadaşı Murat Taşkın’ı ve onun Kayseri basınına kazandırdıklarını şöyle anlatıyor: “Murat, iyi bir gazeteci olmanın ötesinde çok renkli bir kişiliğe sahipti. Sadece çalışmak değil, sosyal hayatın içinde olmayı da çok isterdi. Bütün sosyal etkinliklerde mutlaka Murat Taşkın’a rastlamak mümkündü. O zamanlarda gazeteciler şimdiki gibi valileri, siyasetçileri yemeğe davet edemezdi, ama renkli kişiliği ile çevresini genişleten Murat Taşkın için bu durum söz konusu değildi. Vali, siyasetçi, futbolcu çevresiyle büyük dostluklar kurdu.” Yazar Muhsin İlyas Subaşı da “Murat Taşkın; kararlı, hareketli, mantıklı, hızlı, mücadeleci, tuttuğunu koparan bir gazeteciydi” sözleri ile nitelediği Taşkın’ın üstlendiği gazetecilik anlayışını benimsemese de onun kararlı kişiliğini takdir eden isimlerden. Murat Taşkın’ın Kayseri Basınına Etkisi Kısa sürede Kayseri Haber gazetesinin tirajı beklenenin üzerine çıktı. Halk, Taşkın ve ekibinden çıkan bu gazeteyi benimsedi. Bu durum, Kayseri basını ikiye böldü; siyasetin egemen olduğu klasik gazetecilik anlayışı ve Murat Taşkın’ın öncülük ettiği renkli, eğlenceli bulvar gazeteciliği anlayışı. Kayseri Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Veli Altınkaya, döneme yön veren o rekabet ortamını şöyle anlatıyor: “Kayseri Haber gazetesi, beklenen tirajın üzerine çıktı. Kayseri halkı bu gazeteyi sevdi. Ülker gazetesi sahibi Mülayim ailesi ve Murat Taşkın arasında müthiş bir rekabet başladı. Bayilerin önüne dağıtım paketleri geldiğinde rakip gazete çalışanları, bu paketleri ya topluyor ya da yakıyordu. Birbiriyle müthiş bir çekişme içine girmişlerdi. Yıllardır Kayseri’de tirajını kaybetmeyen hatta giderek yükselten Ülker gazetesi sahibi Mülayim ailesi, Taşkın’ın çıkardığı gazete karşısında tiraj düşüklüğüne uğramıştı. Mülayim ailesi gazetecilik eğitimi almış, işini ciddiyetle yerine getiren gazeteci bir aileydi; ama düzgün bir eğitimi olmayan, eğlenceye

düşkün bir gencin karşısında eriyordu. Mülayim ailesi bir şeyler yapmalıydı. Düşen tirajını yükseltmek için Kayseri Haber gazetesine rakip olarak Kayseri Gazetesi’ni çıkardı. Kayseri Gazetesi de alışılagelmiş gazetecilik anlayışından farklıydı. Magazinsel yönü ağır basıyordu. O da iyi bir gazete olmasına rağmen Kayseri Haber gazetesinin yakaladığı başarıyı yakalayamadı ve Kayseri Gazetesi kapanınca Murat Taşkın ve ekibi rakipsiz kaldı.”

RECEP BULUT

Ve Murat Taşkın Sahneden İniyor Artık tek başına Kayseri magazin gazeteciliğinde lider olan Murat Taşkın, gazetedeki işinin yanı sıra, zamanının çoğunu eğlence merkezlerinde geçiren bir kişiliğe sahipti ve bu kişiliği onu trafik kazasında hayatını kaybetmeye kadar götürdü. Basın camiası için çok önemli olan ve Kayseri basının geleceğini belirleyecek olan bu kaza haberini, Kay TV Yönetim Kurulu Başkanı Recep Bulut şu sözlerle anlatıyor:“Kazadan bir gün önce Kayserispor yöneticileriyle bir araya gelen Murat Taşkın, kulüp yöneticilerine verdiği sözün kendini ölüme götüreceğini bilemezdi. Taşkın, o gece hem Kayserispor yöneticilerine verdiği sözü yerine getirmek hem de gazetesinin kalıplarını Ankara matbaasına yetiştirmek için yola çıktı. Kullandığı aracın peş peşe takla atması sonucu iç kanama geçirdi ve hayatını kaybetti.” Taşkın’ın 20 Ağustos 1979’da genç yaşta geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetmesinin, hızlı bir yaşantı şeklini benimsemesinden kaynaklandığını dile getiren Yazar Muhsin İlyas Subaşı ise kazayı şu şekilde anlatıyor: “Rahmetli Murat Taşkın arabanın ön koltuğunda direksiyon başında adeta uyuyor gibi otururken ruhunu teslim etmiş. Haber alır almaz kaza yerine gittim. Herkes şaşkın ve üzgündü. Rahmetli Murat hızlı yaşadı hızlı öldü.” Murat Taşkın ve gazetesi Kayseri Haber, Kayseri ve Anadolu basınında önemli bir isimdi. Taşkın’ın, vefatından sonra eski düzeni yakalayamayan Kayseri Haber gazetesi giderek tiraj düşüklüğüne uğradı. Bu gerileme sebebiyle Günaydın gazetesi, Kayseri Haber’in basım sorumluluğundan ayrılınca gazetenin de dağılma süreci başlamış oldu.

M.İLYAS SUBAŞI

Sadece iki yıllık bir süre zarfında Kayseri basınını derinden etkileyen Murat Taşkın’ın, Kayseri için büyük kayıp olduğunu dile getiren Kayseri Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Veli Altınkaya: “Murat Taşkın, Kayseri basınına fırtına gibi girip fırtına gibi çıktı. Taşkın, Kayseri’de büyük olaylar gerçekleştirdi. Adeta bu sektörde devrim yaratmıştı. Gerek gazetecilik anlayışını gerekse basım tekniğini değiştirmişti. Kayseri’de gazete devrimini gerçekleştirerek zamansız ayrıldı aramızdan.” Kayseri’de yeni bir gazetecilik anlayışının mimarlığını üstlenerek Anadolu basınının tarihini değiştiren Murat Taşkın, gazetesi Kayseri Haber’i her ne kadar kısa bir süre ayakta tutabilmişse de onun bıraktığı izler hala yerini koruyor. Bu tarihten sonra Kayseri sınırlarının dışına çıkıp Anadolu basınını da etkisi altına alan bulvar gazeteciliği anlayışı, kendini geliştirerek devam ediyor. SAYFA TASARIM: ENDER YAZICI


GEZİ

KAMPUS 12

ARALIK 2010

Alidağı yeraltı şehri,

yüzyıllar öncesine ışık tutuyor

Kayseri birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve bu medeniyetlerden kalan kültür birikimi, mimari yapılar ile bir medeniyetler beşiği haline gelmiştir. Şehre miras kalan şifahaneler, kümbetler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar ve köprüler ile Kayseri’nin tarihi dokusu zenginleşir. Talas, Kayseri’nin tarihi dokusunu yakından görebilmek için birçok mimari yapıyı barındırır. M.Ö 1200’lerden itibaren, Hititler, Persler, Metler, Roma İmparatorluğu, Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu’na ev sahipliği yapmıştır. Roma İmparatorluğu döneminde Ürgüp, Göreme ve Avanos’u da içine alan bölgenin başkenti ve ilk yerleşim yeridir Talas. Çeşmeleri, camiileri, hamamları ile tarihi öneme sahip olan Talas, zengin olan yapısına bir yenisini daha ekler Alidağı Yeraltı Şehri’nin gün yüzüne çıkmasıyla.

Roma İmparatorluğu’nun zulümlerinden kaçan Hıristiyan halk “Alidağı Yeraltı Şehri’nin yapımı ve kullanımı Roma İmparatorluğu dönemine, yani M.S 3. yüzyıla kadar dayanıyor. Roma İmparatorluğu, literatürde ‘Pagan’ olarak da geçen putperestlik inancını benimsemiştir. Hz.İsa’nın Hıristiyanlığı getirmesiyle birlikte Hıristiyanlık, halk arasında hızla yayılmaya başlar. Roma İmparatorluğu da bu durumun kendisi için tehlike yaratacağını düşünerek, Hıristiyanlığı kabul edenlere baskı uygulamaya başlar. Yapılan baskılara dayanamayan halk, kendi arasında teşkilatlanır. Bölgede yaşayan ve Hıristiyanlığı benimseyen insanların bir kısmı Kilikya Bölgesi olarak da bilinen Akdeniz’e, bir kısmı da Kapadokya Bölgesi’ne göçerek buralarda kurdukları yeraltı şehirlerinde yaşamlarını sürdürürler. Yeraltı şehirlerinin bir başka yapılış nedeni ise; hem halkın dini ritüellerini yerine getirip ibadet etmesini hem de propaganda yapıp dinin yayılmasını sağlamaktır. Yeraltı şehirlerinde, Hıristiyanlığın tanıtılmasında ise iki isim ön plana çıkar, Aziz Basileios ve Aziz Pavlos. Aziz Pavlos; Kilikya Bölgesi’nde, Aziz Basileios ise Alidağı’nı da içine alan Kapadokya Bölgesi’nde Hıristiyanlığı sistematik olarak yaymakla görevlidirler. Alidağı Yeraltı Şehri’nde yaşanan sonraki dönemi, Erciyes Üniversitesi Tarih bölümü mezunu ve Alidağı Yeraltı Şehri’nde rehberlik yapan Metin Oktay Karadağ şöyle anlatıyor: “Hıristiyanlık sistemli bir şekilde yeraltı şehirlerinde yayılmaya başladıktan sonra, Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı Roma olarak ikiye bölünür. Batı Roma 476’da yıkılır. Hz.İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra ise, Doğu Roma halkı Hıristiyanlığı kendilerine göre yorumlar. Merkezi otoritenin yanlış bir inanç olarak nitelendirdiği Hıristiyanlığı, yerli halk yeraltı şehirlerinde yaymaya devam eder. Bundan sonraki uzun süreçte, İslamiyet’in doğuşuyla birlikte Anadolu içlerine kısım kısım Arap akınları başlar. Akınlar sırasında burada yaşayan, özellikle Bizanslı Hıristiyanlar yine yeraltı şehirlerine çekilir, gizlenme ihtiyacı duyarlar bazı zamanlarda. Aradan geçen uzun yıllar sonrasında, biz tarihçilerin yaklaşık 1071 yılı olarak düşündüğü dönemde, Anadolu’nun tamamen Müslümanlaşması sonucunda yeraltı şehirleri önemini yitirir artık.” Beş yıllık çalışmalar sonucunda tekrar nefes almaya başlayan şehir Alidağı Yeraltı Şehri, Müslümanlığın yayılmasından önce, uzun yıllar kullanılır, Hıristiyan halkın sığınağı olarak. İnsanlar düşmandan, silahlı askerlerden sakınırlar ve korurlar kendilerini. Yeraltı şehirlerinin, büsbütün önemini kaybetmesinden sonra öylece bırakılırlar. Bundan uzun yıllar sonra ise, Alidağı

Roma İmparatorluğu, homojen bir inanç sistemi oluşturmak amacıyla imparatorluk bünyesinde farklı inançları benimseyen topluluklara baskı uygulamıştır. Bu baskılardan kurtulmak isteyen Kayserili Hristiyanlar, Alidağı’nda bir yeraltı şehri inşa ederler. Yaklaşık 440 tarihi yapıya ev sahipliği yapan Kayseri, Alidağı Yeraltı Şehri’nin gün yüzüne çıkarılmasıyla tarihi dokusuna yeni ve zengin bir tarihi eseri daha katmış olur. Alidağı Yeraltı Şehrini, ülkemizde bulunan diğer yeraltı şehirlerinden, içinde bulunan su sarnıcı ayırıyor. M.S. 3. yüzyıldan günümüze kalan Alidağı Yeraltı Şehri, ziyaretçilerini bekliyor. HABER : ELİF KÜTÜKOĞLU FOTOĞRAF: İBRAHİM ARSLAN

Yeraltı Şehri’nin kimliği tam olarak bilinmez halk arasında. Talas’ın yerli halkı bu yeraltı şehrinin mağara, kuşluk ya da kiler olarak kullanılan kısımlarını bilir. Alidağı Yeraltı Şehri’nin bulunması sürecini rehber Karadağ söyle anlatıyor: “Alidağı Yeraltı Şehri, halk arasında farklı kimlikle bilinse de, 2005 yılında Talas Belediyesi tarafından arkeologlar eşliğinde keşif yaptırıldı. Uzun çalışmalar neticesinde buranın yeraltı şehri olduğu ortaya çıktı. Beş yıl boyunca yeraltı şehrinin restorasyon ve temizlik aşaması sürdü. Çünkü, zamanla meydana gelen sel suları tünellerde dolgu yapmış. Tünellerin dar olması nedeniyle buranın halka kazandırılması uzun zaman aldı. Üç ay öncesinden itibaren de burası gezi için halka açıldı.”

Yeraltı şehri yapıldığı döneme ışık tutuyor Erciyes Dağı patladıktan sonra tüfleri etrafa yayılır ve zamanla kemikleşir. Alidağı Yeraltı Şehri de böyle bir kısımın açılmasıyla kurulur. Tüflerden oluşan şehrin, belli yerlerinin zaman aşımına uğraması ve yapılan asfalt çalışmaları sonucu burada çökmeler gerçekleşir. Bu çökmeler nedeniyle şehrin bazı bölümlerine ulaşılamaz. Bazı kısımlar ise restorasyon çalışmaları sonucunda açılamaz. Şehrin tünellerinde sağlı sollu çeşitli delikler yer alır. Bu deliklerin kullanım amacı; buralara kandiller yerleştirilerek aydınlatma sağlamak, karanlık olduğu zaman da bu çukurluklara tutunarak yol bulmaktır. Şehrin içinde yer alan şırahane bölümü iki kısımdır. Havuz görevi gören şırahanenin ilk bölümünün üst kısmında bir yarık bulunur. Bu yarıktan üzümler atılır, çeşitli değirmen ve tokmaklarla suları çıkartılıp şırahane önünde yer alan kuyuya doldurulur. Şırahanenin yan kısmında bir köprü, köprünün altında bir küp yer alır. Bu küplerde şırahaneden çıkan şıralar muhafaza edilir. Ayrıca peynir ve et gibi katı yiyecekler basılarak da küplerin iç kısmında saklanır. İlk aşamada elde edilen şıralar, ikinci bir bölüme götürülür. Bu bölümün birkaç yerinde tandır görevi gören derin kuyular vardır. Şıralar, küpler içerisinde altında ateş yakılarak burada kaynatılır. Kaynatılan şıradan; şarap, üzüm pekmezi, reçine

gibi besinler elde edilir. Aynı zamanda bu çukurluklarda yemek kaynatıldığı da olur. Şehrin başka bir kısmında kayaların derin oyulmasıyla tezgah görünümü alan ve üzerinde yemek pişirilen bir yer daha vardır. Yemek yapılan yerin üzerinde de yemek kokusunun gitmesi için baca yer alır. Yeraltı şehrinde yaşam süren halk, şehrin her yerini kullanışlı hale getirir böylece.

Şehrin her yanı ayrı bir özellik taşıyor Yeraltı şehrinde yer alan alanlardan bir diğeri ise, kuşluk bölümüdür. Şıraların kaynatılıp çeşitli besinlerin elde edildiği kısım. Şırahanenin duvarlarına çukurlar açılır ve burası gübrelik, yani kuşluk olarak kullanılmaya başlanır. Rehber Karadağ: “Kuşluk bölümünde kuş gübreleri toplatılarak üzüm bağlarına gönderilirmiş. Özellikle güvercin gübresi en verimli gübre olduğu için bağlarda kullanıldıktan sonra mamüller daha verimli ve çabuk elde edilirmiş. Rengin ham maddesini oluşturan cehri bitkisinin bağlarına da buradan gübre gönderirlermiş. Bu bölümün şırahane ve kuşluk olarak kullanılmasında ise zaman farkı vardır. Buranın aynı anda hem şırahane hem de kuşluk olarak kullanılması mümkün değil.” diyor. Kuşluk bölümünün arka kısmında da toplantı yeri ya da ibadethane olarak kullanıldığı düşünülen geniş bir çukurluk yer alır. Karadağ: “İbadethane bölümüyle ilgili insanlar bize; haç, tasvir ya da havarilerin resimleri gibi Hıristiyanlara ait simgeler bulundu mu gibi sorular soruyor. Burası M.S 3. yüzyılda yapılmış bir yeraltı şehri olduğu için Hz.İsa’nın çarmıha gerilme tarihine çok yakın. Haç işareti de Hz.İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra kullanıldığı için, işaretin burada bulunması çok zor. Daha sonra haç işaretleri bulunsa da İslamiyet’in doğuşundan sonra Hıristiyan dünyasında ‘ikono kırıcılık’ denen bir akım ortaya çıkar. Bu akım nerede haç, tasvir ya da havarilerin resimleri varsa hepsini yok etme akımıdır. Bu nedenle bu simgeler yeraltı şehrinde bulunamaz. Ayrıca; burası tüf olduğu için düzgün bir yapıya sahip değil. Bu nedenle de insanlar duvarlara resim çizme imkanına sahip değiller. Bu yüzden Hıristiyanlığa ait herhangi bir simgeye rastlamayız.” Alidağı Yeraltı Şehrini diğer şehirlerden ayıran kısım; Sarnıç Ülkemizdeki yeraltı şehirlerinden farklı olarak Alidağı Yeraltı Şehri’nde su depolanan sarnıç bölümü bulunur. İnsanlar içme ve ihtiyaç sularını burada biriktirirler. Yaklaşık altmış metre uzunluğu sahip olan sarnıcın su seviyesi de iki karıştan başlayıp beş metreye kadar derinleşir. Sarnıç, huni gibi sona doğru daralan bir yapıya sahiptir. Sarnıcın üst kısımda bulunan bacalardan sızan yağmur sularıyla ve kaynak sularıyla besleniyor. Sarnıçta biriken su gereğinden fazla olduğundaysa suyun tahliye edilebileceği kanallar da mevcut yeraltı şehrinde. Su depolanan kısmın bir diğer özelliği ise, taban kısmında hiçbir aşınma göstermeyecek kadar güçlü horasan harcının kullanılmasıdır. Horasan harcı, içerisinde yumurta akı, kuş ya da yarasa gübresi ve hayvan kılı kullanıldığından oldukça sağlam, sızdırmayan, aşınma yapmayan bir karışımıdır. Alidağı Yeraltı Şehri, açılmayan ya da çöken bölümleri olsa da yaşanılan dönemi aydınlatıyor aslında. Kayseri’nin tarihi yapısına yeni bir zenginlik olarak katılan şehir ziyaretçilerini bekliyor.

SAYFA TASARIM: KENAN ŞİLEN


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.