‘KANLI PAZAR’ (TÜRK SPOR TARİHİNİN EN BÜYÜK FUTBOL FACİASI) - SAYFA 10
Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı
Gazete Kampus
Erciyes Üniversitesi Süleyman Çetinsaya İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi NİSAN 2011
Yıl 5
Sayı 48
HABER - SAYFA 3
96. yıl dönümünde:
HABER-SAYFA 7
ÇANAKKALE ZAFERİ
BİR İSKAN MOZAİĞİ TAYFUR SÖKMEN Tayfur Sökmen, yurdun değişik yerlerinden devlet kontrolünde buraya getirilen insanların yerleştirilmesiyle oluşmuş bir iskân köyü.
18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin 96. yıl dönümü dolayısıyla Kayseri il genelinde düzenlenen çeşitli etkinliklerle şehitler anıldı. Günün anlam ve önemi, etkinliklere hakim olan duygu dolu anlarla hafızalara bir kez daha kazıldı.
İstiklal Marşı’nın kabulünün 90. yılını kutladık İstiklal Marşımız’ın kabul edilişinin 90. yıldönümü nedeniyle, “İstiklal Marşı’nın Kabul Edildiği Gün ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü” konulu konferans düzenlendi.
İstiklal Marşı’nın kabul edilişinin 90. yılı nedeniyle, “İstiklal Marşı’nın Kabul Edildiği Gün ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü” konulu konferans Sabancı Kültür Sitesi’nde yapıldı. Erciyes Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü tarafından düzenlenen etkinliğe; Prof. Dr. Nevzat Özkan, Doç. Dr. Bayram Durbilmez, Doç. Dr. Mümtaz Sarıçiçek ve Boydak İlköğretim Okulu öğrencileri katıldı. Konferansta söz alan Doç. Dr. Bayram Durbilmez, İstiklal
Marşı’nın her bendinin ruhunu ve anlam dünyasını şöyle açıkladı: “İstiklal Marşı, milli bir marş olduğu kadar Türk şiirinin mükemmel eserlerinden biridir. Marşa başlarken, ‘Korkma’ denir. Bu kelimenin muhatabı Türk milletidir. Korkma demek yürekli ol demektir, yürekli ol demek sev demektir, sev demekse vazgeçme demektir. İstiklal Marşı’nda genel itibariyle Türk milletinin hürriyetini elde etmek için her engeli aşacağı, Türk bayrağının ne olursa olsun dal-
galanacağı, Türk milletinin geleceğe güvenle bakabilmesi için kendisine güvenmesi gerektiği ve vatanın her şeyden kıymetli olduğu anlatılır. Atatürk’ün şu sözü esas itibariyle İstiklal Marşı’nın işaret ettiği gerçekliği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır: “Bu marş, bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın ruhunu anlatır. Benim Türk milletinden asla unutmamasını istediğim mısralardır. Hürriyet ve istiklal aşkı bu milletin ruhudur.” dedi. Haberi 3’te
ÖĞRENCİMİZ BARIŞ DUDİOĞLU’NA HÜZÜNLÜ VEDA Fakültemiz Radyo Sinema ve Televizyon Bölümü 1. Sınıf öğrencilerinden Barış Dudioğlu (19) geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Dudioğlu’nun naaşı memleketine gönderilmeden önce, anısına İletişim Fakültesi’nde tören düzenlendi. Dudioğlu 20 Mart Cumartesi günü arkadaşlarıyla yaptığı halı saha maçında kaleci olarak görev aldı. Barış’ın koruduğu kale direğinden seken top Barış’ın sol göğsüne çarptı. Çarpmanın etkisiyle yere yığılan Barış ambulansla Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine sevk edildi ancak, yolda yaşamını yitirdi. Haberi 2’de
TAHTACILAR AKCİĞERLERİMİZİ YASANIN İZNİYLE KESİYOR
Erciyes’te Tıp Bayramı coşkusu Erciyes Üniversitesi’nin 32. Kuruluş yılı kutlamaları kapsamında gerçekleştirilen Sağlık Bilimleri ve Tıp Bayramı törenle kutlandı. Törende sağlık çalışanlarına cübbeleri giydirilip plaket takdim edildi.
Törenin açılış konuşmasını Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhammet Güven yaptı. Güven konuşmasında insan sağlığıyla ilgilenmenin ve hastaları tedavi etmeye çalışmanın, insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyledi. Güven konuşmasına şöyle devam etti: “Dünyada Hipokrat, Türk İslam Tarihi’nde Ebu Bekir-i Razi, Farabi, İbn-i Sina tıp alanına katkısı bulunanlardan sadece bir kaçı. Tarihimizde 1205-1206 yılları arasında Selçuklu Hükümdarı II. Kılıçarslan’ın kızı
AİLE EĞİTİM SEMİNERLERİ DEVAM EDİYOR
2
Erciyes Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Merkezi’nin düzenlediğin Aile Eğitimi Seminerleri’nin 2.’si “Çocuk Sağlığı ve Beslenmesi” konulu konferansla gerçekleşti.
Gevher Nesibe Sultan adına kardeşi I. Gıyasettin Keyhüsrev tarafından yaptırılmış olan ve ilimiz sınırları içerisinde bulunan Gevher Nesibe Medresesi Dünya Tıp Tarihi’ne ilk ve en iyi örnektir.” dedi. Törende konuşan Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr Fahrettin Keleştemur; tıp alanında iyileştirilmelerin ve yeni düzenlemelerin yapılması gerektiğini söyleyerek şöyle konuştu: “Günümüzde sağlık alanında tarihten süregelen birçok problemlerimizi aşmış bulunmaktayız. Sağlık konusunda Türkiye’de
55
Cumhuriyetin başından beri çok köklü değişimler oldu. Hepinizin bildiği gibi Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası bir dizi savaş Türk toplumunda çok büyük yıkıntılara sebep olmuştur. Ekonomik sosyal ve kültürel olarak toplumumuz derinden etkilenmiştir. Özellikle sağlık konusunda yetişmiş olan birçok asker kökenli hekimimizi Çanakkale Savaşı’nda, Balkan Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşında şehit verdik.”Haberi 2’de
11
AZERİ ÖĞRENCİLER HOCALI KATLİAMI’NI ANDI
SEÇİMİ PROTESTO EDİNCE MÜLTECİ OLDU
Azerbaycan’ın Karabağ’a bağlı Hocalı kasabasında, katledilen 613 kişi, 25 Şubat’ta Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu’nda Azeri öğrencilerce düzenlenen programda anıldı.
İran’ın içinde bulunduğu sistemi protesto etmek için katıldığı eylemde fotoğrafı çekilen Mezdek Abdipour deşifre olunca, kolluk kuvvetlerinden kurtulmak için mülteci oldu.
Onlar ne soyu tükenmemiş bir bilge, ne de bir kâşif. Onlar, yüz yıllardır geçimlerini ormanlardan temin eden tahtacılar. Ege ve Akdeniz bölgelerinin ormanlık alanlarında yaşayan ve geçimini ormandan sağlayan tahtacılar, Oğuz boylarından Ağaçeriler soyundandır. Osmanlı kayıtlarına 16. yüzyılda Cemaat-ı Tahtacıyan olarak geçen tahtacıların en belirgin özelliği doğayı sevmek, doğayı yaşamlarının kaynağı olarak görmek düşüncesinin uzun zaman önce temelinden sarsılmış olması dolayısıyla onları dost bildikleri doğa ile karşı karşıya getirmiştir. Bu karşılaşma bugün yasanın izniyle sürdürülüyor. Haberi 6’da
İŞİTME ENGELLİ ÖĞRENCİLERİN BADMİNTON SEVGİSİ Ülkemizde yeni yeni gelişme gösteren bir spor dalı olan badminton, Kırıkkale Mevlüt Hiçyılmaz İşitme Engelliler İlköğretim Okulu’nda engelli öğrencilerin sosyalleşmesine katkı sağlıyor. Otuzbeş kişilik okul mevcudundan seçilen takım dört erkek, üç kız öğrenciden oluşuyor. Badminton takımının çalıştırıcılığını Kırıkkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği bölümü ikinci sınıf öğrencileri Meltem Yaman ve Bayram Cengiz üstlenmiş. Yatılı eğitim gören öğrenciler, ‘Sosyal yaşamda biz de varız.’ diyor. Haberi 9’da
ÜNİVERSİTEDEN
KAMPUS 2
NİSAN 2011
Erciyes’te Tıp Bayramı Coşkusu
Erciyes Üniversitesi’nin 32. Kuruluş yılı kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Sağlık Bilimleri ve Tıp Bayramı törenle kutlandı. Törende konuşan Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr Fahrettin Keleştemur, sağlık alanında yapılan değişikliklere dikkat çekerek, yapılan iyileştirmelerin sorunları tam manası ile çözmediğini söyledi. Tören sağlık çalışanlarına cübbeleri giydirildikten sonra plaket takdim edilmesi ile son buldu. HABER&FOTOĞRAF:İBRAHİM ARSLAN
İstiklal Marşı ve saygı duruşu ile başlayan törende, Güzel Sanatlar Fakültesi Arş. Gör. Ahmet Tolga Özdemir ve Okt. Emre Erdoğan kısa bir müzik dinletisi sundular. Törenin açılış konuşmasını Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhammet Güven yaptı. Güven konuşmasında insan sağlığıyla ilgilenmenin ve hastaları tedavi etmeye çalışmanın, insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyledi. Tarih boyunca kişisel merak ve deneyimlerle kendisini geliştiren halk arasında hekim olarak da bilinen kişilerin yetiştiğini dile getiren Güven, Dünya tıp ve Türk İslam tıp tarihine dair bilgiler verdi. Güven konuşmasına şöyle devam etti: “Dünyada Hipokrat, Türk İslam Tarihi’nde Ebu Bekir-i Razi, Farabi,
yabancı işgal kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlandı. Günümüze kadar süregelen bu gelenek içinde bulunduğu haftayı da kapsayacak şekilde sağlık haftası olarak kutlanmakta.” dedi. Törene Kayseri Valisi Mevlüt Bilici, Kayseri Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet Siyami Başok, Kayseri Adalet Komisyonu Başkanı Kemal Alver, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Reşit Özkanca, Nuh Naci Yazgan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kerim Güney, Melikgazi Belediye Başkanı Dr. Memduh Büyükkılıç, öğretim üyeleri, sağlık çalışanları ve öğrenciler katıldı.
İbn-i Sina tıp alanına katkısı bulunanlardan sadece bir kaçı. Tarihimizde 1205-1206 yılları arasında Selçuklu Hükümdarı II. Kılıçarslanın kızı Gevher Nesibe Sultan adına kardeşi I. Gıyasettin Keyhüsrev tarafından yaptırılmış olan ve ilimiz sınırları içerisinde bulunan Gevher Nesibe Medresesi Dünya Tıp Tarihi’ne ilk ve ne iyi örnektir. Her ne kadar Tıphane-i Amire ve Cerrahene-i Amire adlı tıp okulunun açılış tarihi olan 14 Mart 1827 ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı kabul edilse de bizim Erciyes Üniversitesi olarak Gevher Nesibe Medresesi’nin kuruluş tarihi olan 1205-1206 tarihlerini kabul etmemiz daha uygun olacaktır. Tıp bayramı ilk kez 1. Dünya Savaşı sonunda İstanbul’un işgal edildiği günlerde
Sağlık çalışanları cübbelerini törenle giydi Törende konuşan Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr Fahrettin Keleştemur, insanların yaşam süresi içerisinde mutlaka sağlık ile ilgili problemlerinin olduğunu hekimlerle, sağlık çalışanlarıyla ve hastanelerle muhatap olduklarını söyledi. Keleştemur konuşmasına şöyle devam etti; “Hizmet talep edilen kesimlerden olan sağlık alanında yaşanılan sorunların çözülmesi ve alana dair düzenlemelerin getirilmesi bizi son derce mutlu edecektir. Günümüzde sağlık alanında tarihten süregelen birçok problemlerimizi aşmış bulunmaktayız. Sağlık konusunda Türkiye’de Cumhuriyetin başından beri çok köklü değişimler oldu. Hepinizin bildiği gibi Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası bir dizi savaş Türk
Öğrencimiz Barış Dudioğlu’na hüzünlü veda 1. Sınıf öğrencilerinden Barış Dudioğlu (19) geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Arkadaşları arasında oldukça sevilen Barış’ın ani ölümü tüm fakülteyi üzdü.
toplumunda çok büyük yıkıntılara sebep olmuştur. Ekonomik, sosyal ve kültürel olarak toplumumuz derinden etkilenmiştir. Özellikle sağlık konusunda yetişmiş olan birçok asker kökenli hekimimizi Çanakkale Savaşı’nda, Balkan Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşında cephelerde şehit verdik. Yani bizzat askeri hekimler savaşa katılmışlar sadece hekimlik hizmeti yapmamış aynı zamanda savaşmışlardır.” dedi. Cumhuriyetin ilk yıllarında en önemli problemlerin sadece açlık veya yokluk olmadığını söyleyen Keleştemur, bulaşıcı hastalıklar ve sağlık imkânlarının yetersizliği gibi konularda yapılan mücadelelerde yaşanılan sorunların arasında olduğunu hatırlattı. Bazı hastalıkların alınan önlemlerle eskiye oranla oldukça azaldığına dikkat çeken Keleştemur; günümüzde sağlık alanında yapılan değişikliklerin önemine vurgu yaptı. Keleştemur konuşmasını şöyle sürdürdü; “Bir iki nesil öncesinin insanlarına sorduğunuz zaman ailesinde tüberküloz, verem geçirmeyen aile bulamazsınız. Bu gün ise bu hastalıkların sayısı oldukça azalmış durumda. Günümüzde sağlık alanında çok kökü değişimler yaşanmakta. Salgın hastalıkların yayılma yüzdeside alınan önlemler sayesinde oldukça düşük bir seviyede. Tabiidir ki alınan önlemlerle yaşanılan problemlerin tamamı çözülmüş durumda değil. Bu anlamda daha atılacak çok adım var. Bu adımlar atılıp sağlık alanındaki eksiklerimizin en kısa sürede giderileceğini umuyoruz.” Türkiye’de sağlık alanında yapılan değişikliklerin bilimsel ve kültürel alanlardaki
değişimlerle eş değer bir gelişim içerisine girdiğini belirten Keleştemur, Erciyes Üniversitesi olarak bilimsel altyapıyı ileriye dönük olarak güçlendirmeye çalıştıklarını belirtti. Tören, Erciyes Üniversitesi’nin 32. kuruluş yıldönümü çerçevesinde Sağlık Bilimleri Ödüllerinin sunumu ve cübbe giydirme töreninin ardından son buldu.
Aile Eğitim Seminerleri devam ediyor Erciyes Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Merkezi tarafından düzenlenen Aile Eğitimi Seminerleri’nin 2.’sinde “Çocuk Sağlığı ve Beslenmesi” konusu ele alındı. HABER&FOTOĞRAF: BURAK EKİCİ
HABER&FOTOĞRAF: İBRAHİM ARSLAN
20 Mart 1992 Trabzon doğumlu olan Barış Dudioğlu Sürmene Lisesi’ni bitirdikten sonra Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Sinema ve Televizyon Bölümünü kazandı. Güz dönemini başarı ile bitiren Dudioğlu, arkadaşlarının ve hocalarının sevgisini kazanan başarılı bir öğrenciydi. Dudioğlu arkadaşlarıyla yaptığı halı saha maçında göğsüne top çarpması nedeniyle kalp krizi geçirdi ve hastane yolunda hayatını kaybetti. Edinilen bilgiye göre; Dudioğlu 20 Mart Cumartesi günü arkadaşlarıyla halı sahaya gitmek üzere kaldığı yurttan ayrıldı. Maçta kaleci olarak görev alan Barış’ın başına gelen talihsiz bir olay onu hayattan kopardı. Barış’ın koruduğu kaleye doğru arkadaşının vurduğu top, kale direğinden sektikten sonra Barış’ın sol göğsüne çarptı. Çarpmanın etkisiyle Barış aniden yere yığıldı. Arkadaşları Barış’ın nefes alamadığını görünce hemen 112 acil servisi arayarak sağlık ekibini çağırdılar. Gelen ambulansla ilk önce özel bir hastaneye kaldırılan Barış, daha sonra Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne sevk edildi, ancak hastaneye ulaşamadan yolda yaşamını yitirdi.
Barış için İletişim Fakültesi’nde tören düzenlendi Dudioğlu’nun naaşı doğum günü olan 20 Mart Pazar günü sabah saatlerinde İletişim Fakültesi’ne getirilerek anısına tören düzenlendi. Törene Erciyes Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr Mustafa Çetin, İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır, İletişim fakültesi öğretim
üyeleri ve öğretim elemanları, babası Ramazan Dudioğu, akrabaları ve arkadaşları katıldı. Barışı son yolculuğuna uğurlamaya gelen arkadaşları arasında duygu seli yaşandı. Törende konuşma yapan İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır; “Kelimelerin insanın boğazına düğüm olduğu bir an içerisindeyiz. Barış bizim emanetimizdi. Emanetimize sahip çıktık ama Takdir-i İlahi neticesinde aramızdan kısa dönem içerisinde ayrılmış oldu. Ciğerimizden bir parçayı kaybettik. Ona Allahtan rahmet diliyoruz. Ailesine, arkadaşlarına Allah sabır versin. Biz, emanetimiz Barış’ı hiçbir zaman unutmayacağız.”dedi. Barış Dudioğlu’nun naaşı törenin ardından ambulansa konarak memleketi Trabzonun Sürmene ilçesine gönderildi. Barış’ın naaşı Sürmene’de 21 Mart’ta düzenlenen cenaze töreninden sonra aile kabristanında defnedildi. Barışın ölümü dolayısıyla Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur ve Kayseri Valisi Mevlüt Bilici İletişim Fakültesine gelerek İletişim Fakültesi dekanı Hamza Çakır’a taziye ziyaretinde bulundu.
“Çocuk Sağlığı ve Beslenmesi” isimli konferansa Prof. Dr. Mehmet Adnan Öztürk konuşmacı olarak katıldı. Çocukların beslenmesinde ilk 6 ayın çok önemli olduğuna değinerek konuşmasına başlayan Adnan Öztürk, bebeğin en önemli ihtiyacının solunum olduğunu belirtti. Katı besinlerin bebeklerin solunum yollarına zarar verebileceğini, bu nedenlede bebeklerin kilo durumuna göre 4 ile 6 ayını tamamladıktan sonra katı besine geçilmesi gerektiğini söyleyen Öztürk: “Bebekler dünyaya ilk geldikleri andan itibaren anne sütü onlar için çok önemli, büyük bir nimet. Ama zamanı gelince ek gıdaya geçilmesi bebeklerin sağlığı için çok önemli. Annelere tavsiyem ek gıdalara elma veya şeftali sularıyla başlamalarıdır.” dedi. Ayrıca meyve sularının sıkıldıktan hemen sonra bebeğe verilmesi gerektiğini vurgulayan Öztürk, çocuklar için en sağlıklı ek besinleri; yoğurt, buğday unu, bulgur, ekmek içi ve tarhana olarak sıraladı.
“Bildikleriniz Ne Kadar Doğru?” Şekerli çay ve lokumun çocukların beslenmesinde yararlı olduğunu, halk arasında yanlış bilinenlerin düzeltilmesi gerektiğinin altını çizen Adnan Öztürk, konuşmasına şöyle devam etti: “ Bebeklerin 7. ve 8. aylarında tavuk eti ve balıketi sebze ile karıştırılıp verilebilir. Çay, kola ve hazır çorbalar çocuklara asla içirilmemelidir. Ek besinlerin çocukta alerji yapma riski olduğu için gıdalar verilmeye bir tatlı kaşığıyla başlanmalıdır.” Ailelerin en büyük yanlışının çocuklara zorla yemek yedirmeye çalışmak olduğunu belirten Öztürk; çocuğun yemek yemesi konusunda sıkılmaması gerektiğini, acıktığı zaman karnının doyurulmasının en doğru sonucu vereceğini dile getirdi. Öztürk, konuşmasının ardından katılımcılardan gelen soruları cevapladı. Öğretim Üyesi Mustafa Atak tarafından Prof. Dr. Mehmet Adnan Öztürk’e plaket verilmesiyle konferans sona erdi. SAYFA TASARIM: ENDER YAZICI
NİSAN 2011
ÜNİVERSİTEDEN
KAMPUS
3
Şehitler Çanakkale Zaferi’nin 96. yıl dönümünde anıldı Kayseri ili genelinde 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi ve Şehitleri Anma Günü dolayısıyla tören ve konferans düzenlendi. Günün anlam ve önemini taçlandıran etkinliklerin ortak paydası duygulu anların yaşanmasıydı. HABER & FOTOĞRAF : İBRAHİM ARSLAN
18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi ve Şehitleri Anma Günü etkinliklerinin ilki Kayseri Garnizonu Hava Şehitliği’nde yapıldı. İstiklal Marşı’nın okunması ile başlayan tören saygı duruşu, Şehitlik Anıtı’na çelenk konulmasıyla devam etti. Askerler tarafından yapılan “Saygı Atışı”nın sonrasında Fevzi Çakmak Lisesi öğrencisi Yasemin Heybet ve Polis Meslek Yüksekokulu öğrencisi Hüseyin Öz’ün okudukları şiirler tören alanında bulunanlara duygusal anlar yaşattı. Törene, Vali Mevlüt Bilici, Garnizon Komutanı Tümgeneral Ali Demiral, Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki, Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Şube Başkanı Ali Yavuz, şehit aileleri, protokol üyeleri, asker ve polisler, siyasi partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ile öğrenciler katıldı. Törenin ardından, şehit mezarları ziyaret edilerek kırmızı karanfil bırakıldı ve şehit-
lerimize dua edildi. Yapılan duanın akabinde Şehitlik içerisindeki Anı Evi’ne gidildi. Duygulu anların yaşandığı ziyarette, bazı şehit yakınları gözyaşlarına hakim olamadı. Düzenlenen etkinliklerin ikinci adresi Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği oldu. Buraya yapılan ziyaretin ardından Polis Şehitliği’ne geçildi ve şehitlerin mezarlarına karanfiller bırakıldı. Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki, 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin anlam ve önemini vurgulayarak “Şehitlerimizin aziz hatıralarını ebediyete kadar yüreğimizde taşımak en başta gelen milli görevimizdir” dedi. Başkan Özhaseki, Türk Milletinin verdiği var olma mücadelesinin, kahramanlık destanına dönüştüğü Çanakkale Zaferi’nin 96. yıldönümünde olduğumuzu belirterek, “Bu güzel vatan için 250 bin şehidin verildiği eşine rastlanır bir savaş daha yoktur. Göğüs göğüse mücadelenin yaşandığı o topraklarda bugün bile hala o
günlerin hatıraları canlı ve dopdolu olarak hissedilmektedir. Ecdadımız, kendisinden çok daha güçlü bir orduyu Çanakkale Boğazı’nın serin sularına gömerek, bize gururla anlatacağımız bir zafer, huzurla yaşayacağımız bir vatan bırakmışlardır. İşte bu önemli olaydan dolayı 18 Mart tarihi, ‘Şehitler Günü’ olarak kutlanmaya başlanmış ve şanlı Türk Tarihi’nin bu altın sayfası gururla yad edilir hale gelmiştir. Çanakkale’de şehit düşen bütün ecdada minnet duymaktayız. Onlar bu vatan için o gün canlarını verdiler, biz bugün huzur ve rahat içinde hayatımızı sürdürüyoruz. Gerek Çanakkale’de gerekse güzel yurdumuzun her bir karış toprağında şahadet şerbetini içmiş bütün şehitlerimizi minnetle ve şükranla anıyoruz” şeklinde konuştu.
Cumhuriyet’in temelleri Çanakkale’de atıldı Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi’nde Tarih ve Kültür Kulübü’nün düzenlediği “İmparatorluğu savunurken Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı yer: Çanakkale “ adlı konferansa konuşmacı olarak Selçuk Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Durmuş Yılmaz katıldı. Yılmaz, Çanakkale ile ilgili hazırlamış olduğu powerpoint gösterisiyle Çanakkale Deniz Savaşı’nı anlattı. Prof. Dr. Yılmaz “Çanakkale ve Gelibolu yabancı ülkelerle aramızda müşterek bir anı değil, bizim tarihimizdir. Türk’ün tahammül sınırları zorlanmamalıdır.” diyerek programın sonuna doğru katılımcı öğrencilerin sorularını yanıtladı. ERÜ Tarih Bölüm Başkanı Prof. Dr. Abdülkadir Yuvalı , “Çanakkale de savaşan bütün yiğitlere minnet borçluyuz. Mustafa Kemal Atatürk, Çanakkale ile kendini göstermiş kurduğu Cumhuriyet ile büyümüştür. 600 yıllık bir imparatorluğunda borçlarını ödemiştir.” dedi. Konferansın sonunda Tarih Bölümü Başkanı Abdülkadir Yuvalı tarafından Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Durmuş Yılmaz’a plaket takdim edildi.
“Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı” konulu panel düzenlendi İstiklal Marşı’mızın kabul edilişinin 90. yıldönümü nedeniyle, “İstiklal Marşı’nın Kabul Edildiği Gün ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü” kapsamında panel düzenlendi. HABER & FOTOĞRAF: ELİF KÜTÜKOĞLU
başlayan tören, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencisi Erdinç Arslan’ın on kıtasını okuduğu İstiklal Marşı’yla devam etti. Daha sonra konuşmalarını yapmak üzere Prof. Dr. Özkan, Doç. Dr. Durbilmez ve Doç. Dr. Sarıçiçek söz aldı. Prof. Dr. Özkan: “Marş kelimesi Fransızca’dan dilimize geçer ve musiki eşliğinde yürüyüş anlamına gelir. Musiki, Türk milleti için oldukça önemlidir. Türk devletleri elde ettiği başarıyı çalınan davulla kutlarmış. İbni Haldun da sancağın ve davulun bağımsızlık sembolü olduğunu savunur. Divan-ü Lügatit Türk’te de musikiden bahsedilir. Bizim ilk askeri musikimizi kullanmamız diğer dünya ülkelerinden çok öncedir. İlk askeri musikimiz ise, Mehter Marşı’dır ve Selçuklular Dönemi’nden gelir. Ancak, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla mehteran takımı da ortadan kaldırılır ne yazık ki.” dedi. Batılı devletler için de milli marşın oldukça önemli olduğuna dikkat çeken Özkan konuşmasının devamında şunları söyledi: “Batıda ilk milli marş, 1749 yılında ‘Tanrı Kralı Korusun’ ismiyle İngiltere’de bestelenmiş. Fransızların, milli marşı 1792 yılında söylemeye başlanmış. ABD ise İngiltere ile verdiği bağımsızlık mücadelesi sonucunda 1814 yılında bestelemiş marşını. Bizim marşımız da bilindiği üzere, yapılan yarışma sonucunda yedi yüzün üzerinde ki eser arasından seçilmiş.”
Erciyes Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü tarafından düzenlenen etkinlik, Sabancı Kültür Sitesi’nde gerçekleştirildi. Panele; Prof. Dr. Nevzat Özkan, Doç. Dr. Bayram Durbilmez, Doç. Dr. Mümtaz Sarıçiçek ve Boydak İlköğretim Okulu öğrencileri katıldı. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın okunmasıyla
ceğe güvenle bakabilmesi için kendisine güvenmesi gerektiği ve vatanın her şeyden kıymetli olduğu anlatılır. Atatürk’ün bu konu hakkındaki bir sözü ise şöyledir: “Bu marş, bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın ruhunu anlatır. Benim Türk milletinden asla unutmamasını istediğim mısralardır. Hürriyet ve istiklal aşkı bu milletin ruhudur.” Doç. Dr. Sarıçiçek ise, Mehmet Akif Ersoy’un yaşamı ve sanat hayatı hakkında bilgi verdi. Doç. Dr. Sarıçiçek: “Mehmet Akif; adını duyduğumuz anda birçok çağrışımı da beraberinde getiren önemli bir isim. Mehmet Akif, oldukça zor yıllar geçirmiştir. 93 Harbi, TürkYunan Savaşı, Birinci ve İkinci Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’in kuruluşu ve ardından
gelen pek çok devrim ve yenilik. Kişisel hayatında da çok ciddi sıkıntılara maruz kalmış bir isimdir. Küçük yaşta babasını kaybetmiş. Babasının ölümünün ardından sığındıkları yer olan evleri yanmış. Evlendikten sonra ise çocuklarını kaybetmiş. Yaşadığı tüm sıkıntılara rağmen bilimin, sanatın, siyasetin ve kültürün örnek şahsiyetidir. Milletimize ait tüm duyguları coşkulu şekilde anlatır. Bayrak, vatan mücadelesi, milli değerleri şiire dökmek öyle kolay değildir. Şiir sanatı bireysel bir faaliyet değildir. Şiir, şarkı gibi icra edilen, sahnelenen bir sanattır. Mehmet Akif bunu başarmıştır.” dedi. Panelde yapılan konuşmaların ardından konuşmacılara plaket takdim edildi.
“Mehmet Akif Ersoy, milletimizi anlatır” Prof. Dr. Özkan’dan sonra söz alan Doç. Dr. Bayram Durbilmez, İstiklal Marşı’mızın her bendinin ruhunu ve anlam dünyasını şöyle açıkladı: “İstiklal Marşı, milli bir marş olduğu kadar Türk şiirinin mükemmel eserlerinden biridir. Marşa başlarken, ‘Korkma’ denir. Bu kelimenin muhatabı Türk milletidir. Korkma demek yürekli ol demektir, yürekli ol demek sev demektir, sev demekse vazgeçme demektir. İstiklal Marşı’mızda genel itibariyle Türk milletinin hürriyetini elde etmek için her engeli aşacağı, Türk bayrağının ne olursa olsun dalgalanacağı, Türk milletinin geleSAYFA TASARIM: EMİR KENEL
ÜNİVERSİTEDEN
NİSAN 2011
KAMPUS 4
Yaşamın Sırrı DNA HABER&FOTOĞRAF: HÜLYA KULALI
‘Yaşamın Sırları DNA’ adlı kitabın yazarı Bahri Karaçay Erciyes Üniversitesi Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu’nda verdiği konferansta genetik bilim dalı hakkında bilgi verdi. Bilim adamları, James Watson ve Francis Crick’in yayınladıkları sadece bir sayfalık makalenin insanlık için son derece önemli olduğunu vurgulayan Karaçay; “Bu makalenin önemi, DNA’nın ikili sarmal olduğunu ve bir zincir gibi açılıp her iki tarafından kopyasının yapıldığını ve daha sonra birbirinin aynısı olan iki yeni DNA molekülünün ortaya çıktığının açıklamasıydı” dedi.
Afganistan Dostluk Günü ‘Türkiye-Afganistan Dostluk Günü 90. Yılı’ Erciyes Üniversitesi Türkan Tuncer Hasçalık Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu'nda kutlandı. HABER&FOTOĞRAF: HİLAL SÖNMEZ
Türkiye-Afganistan Dostluk Günü 90. yılı kutlama programı, saygı duruşu ve Türkiye ile Afganistan milli marşlarının okunması ile başladı. Programa Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Rektör Yardımcsı Prof. Dr. Mustafa Çetin, Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr Ruhan Düşünsel, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nejat Doğan, Afganistan Aydın Gençler Kültür ve Dayanışma Derneği Başkan Yardımcısı Seyit Zerir Şah Akberi, İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İsmail Kayar ve yabancı uyruklu öğrenciler katıldı. Türkiye-Afganistan Dostluk Günü 90. yılı kutlama programında yaptığı konuşmada günün anlam ve önemine değinen Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, “Türk milleti ile Afgan milletinin kadim dostluğu vardır. Asırlar öncesine uzanan bir dostluktur bu. Kur-
tuluş Savaşı sırasında Afgan kardeşlerimizin yaptığı yardımları unutmayacağız. Dost dediğin kötü günde belli olur. Var olduğumuz sürece Afgan kardeşlerimizin yardımını unutmayacağız.”dedi. Türkiye-Afganistan dostluğunun ilelebet devam etmesi için gayret gösterileceğinin altını çizen Keleştemur: “Afganistan zor günler geçiriyor biz ülke olarak da üniversite olarak da elimizden gelen yardımı edeceğiz. Bu özel günün kutlu olmasını diliyorum. Dostluğumuzun ilelebet sürmesini arzu ediyorum.” şeklinde konuştu. Türkiye-Afganistan Dostluk Günü 90. yılı kutlama programının devamında öğrenciler tarafından hazırlanan slâyt gösterisi izlendi. Tıp Fakültesi'nde ve Diş Hekimliği’nde öğrenim gören iki öğrenci şiir okudu. İmam Hatip Lisesi öğrencilerinin hazırladığı tiyatro oyununun sergilenmesiyle kutlama sona erdi.
‘Yaşamın Sırları DNA’ adlı kitabın yazarı Prof Dr. Bahri Karaçay’ın konuşmacılığını yaptığı konferansa Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur ve çok sayıda öğrenci katıldı. Prof Dr. Bahri Karaçay konferansta, genetik biliminin geçmişten günümüze olan gelişimini slâyt gösterisiyle izleyicilere anlattı. Yüz binlerce yıl insanlığın yaşam karşısında pek bir şey bilmediğini belirten Karaçay; “Bütün yapabildiğimiz hayatta kalabilmekti. Maddenin sırları hakkında ilk fikirler geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıktı. Bir an için insanlığın tüm tarihini geçmişini bir düşünün. Elde ettiğimiz fosiller 6 milyon yıl öncesine gidiyor. Ve bu 6 milyon yıllık süreçte elde ettiğimiz en büyük başarıları geçtiğimiz yüzyılda yaptık. Maddenin sırrının öğrenmesi de bunların başlangıcıydı” dedi. Karaçay, 1805 yılında Modern Atom fikrinin babası olarak bilinen Dalton’un bu fikri ortaya attıktan 140 yıl sonra insanlığın bu bilginin bir-iki saat içerisinde çeyrek milyon insanın öldürülmesi amacıyla kullanıldığına dikkat çekti.
Irkın biyolojik bir temeli yok İnsan Gen Haritası projesinin büyük bir başarı olduğunu ve bu haritayla insan vücudunda bulunan gen sayısının yüz bin değil de yirmi üç ile yirmi beş bin arasında olduğunun ortaya çıktığını söyleyen Karaçay: “Dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan insanlardan elde edilen kan örneklerinden, DNA dizilimlerinden ortaya çıkan sonuç genler yüzeyinde 99,9 aynı olduğumuzu gösteriyor. Dolayısıyla gen haritası bilgisi ırk kavramının biyolojik bir temelinin olmadığını gösteriyor.” dedi. Amerikan Ulusal Sağlık Teşkilatı’nın da hedefinin her doğan çocuğun gen haritasını çıkarmak olduğunu belirten Karaçay “Bu sayede her doğan çocuğun gen haritası belirlenecek. Bu bilgi pek çok şeyi sağlayacak. Örneğin genetik bilgiyle ilaçlardan nasıl faydalandığımızı belirliyoruz.” dedi. Genetik kişisel tıbbın hepimizi ilgilendirdiğini söyleyen Karaçay, kendi sağlığımız için yapabilecek en büyük iyiliğinde ailemizin sağlık geçmişi hakkında bilgi sahibi olmamız olduğunu söyledi. Karaçay: “Öyle inanıyorum ki genetik devrim ve birlikte getirdikleri insanlık olarak geleceğimizi garanti altına alacak en değerli araç” dedi. Konferansın sonunda Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur Bahri Karaçay’a teşekkür ederek bu yılsonuna kadar ileri moleküllerin araştırılacağı bir merkezin kurulacağını ve bir bölümünün kök hücreyle ilgili olacağını da söyledi.
“Osmanlı ‘dan Cumhuriyet ‘e Geçişin Fikri Temelleri”
Erciyes Üniversitesi Fen Fakültesi tarafından, “Fotovoltaik Teknolojilerin Geldiği Düzey ve Türkiye İçin Yeni Çözümler” konulu konferans düzenlendi.
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İzzet Bayraktar Konferans Salonu’nda “Osmanlı ‘dan Cumhuriyet’e Geçişin Fikri Temelleri” konulu konferans gerçekleştirildi. Konferansa konuşmacı olarak Erciyes Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Metin Hülagü katıldı.
HABER&FOTOĞRAF: ELİF KÜTÜKOĞLU
HABER&FOTOĞRAF: MERYEM AKKURT
Prof. Dr. Metin Hülagü Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İzzet Bayraktar Konferans Salonu’ndaki konuşmasına, Cumhuriyet’in 1923 yılında kurulmuş olmasına rağmen fikri temellere dayandığını belirterek başladı. 18. yüzyılda Cumhuriyet’e geçiş süreçleri başlamıştır diyen Metin Hülagü, “1700’lere yani 18. asıra gidiyorum çünkü Cumhuriyet’in temelleri o zaman yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır, Cumhuriyet’i bir baraj olarak kabul edersek, yavaş yavaş baraja su dolmaya başlamıştır. Akan su; bazen az oldu, bazen çok oldu, bazen durma noktasına gelmiştir bazen taşmıştır. Dolayısıyla 1700’lerden itibaren başlıyorum. Çünkü 1700’ler Türk Tarihi için Osmanlı Tarihi için bir dönüm noktası. Viyana kuşatması sonucu yenilgi olmuştur ve bir duraklama dönemine girilmiştir. Dolayısıyla inişli, çıkışlı bir süreç işlemiştir. Bazen devlet yükseliyor, bazen de isyanlarla, sorunlarla baş edemez hale geliyor. Kısacası; bu yol inişli, çıkışlı bir
süreç içerisinde 1923’e kadar geliniyor.” dedi. Cumhuriyet’in başlangıç sürecini 19 Mayıs 1919 Atatürk’ün Samsun’a çıkışıyla başlatılmasının yanlış olacağını belirten Hülagü, bu bakış açısının çok dar ve kısır olacağını vurgulayarak geçmişe de bakmamız gerektiğini söyledi. Cumhuriyet rejimine yol açan dinamiklerden de bahseden Hülagü, Osmanlı döneminin işleyiş biçimine değindi. İlmiye ve Selimiye sınıfından söz eden Hülagü, bu sınıfların Osmanlı döneminin en önemli birimleri olduğunu belirtti. “1700’lerden itibaren Osmanlı Devleti’nde Viyana Bozgunu’ndan sonra Türkler tek başına ayakta kalamayacağını anlamış kurumlar değerlerini kaybetmeye başlayınca da, batıya uyum süreci yani Islahat Hareketleri başlamıştır. Var olan ama bozulan kurumların, eski hallerine dönüştürülmesi için yapılan çalışmalardır, ıslahatlar. Zamanla ıslahatlar ıslahat olmaktan çıkıp, köklü bir değişime dönüşmüştür.” diyen Hülagü, bu dönemde ıslahat hareketleri ile birlikte Osmanlı’da görülen batıya karşı olan düşkünlüğü, özenmeye de konuşmasında yer verdi. Islahatla beraber Osmanlı içinde de tartışmaların, Devlet Erkân-ı’nın ikiye ayrılmasından dolayı yaşandığına değinen Hülagü, “Yenilikçi ve gelenekçi kanatlar birbirlerini zorluyordu. Siyasi kavgalarda aslında bu noktada başlıyor. İktidarda olanlar ve ona karşı olanlar yenilikçi ve gelenekçi ayrışması vardır.” diyerek siyasi kişilerin ana tartışma noktasına değindi. III. Selim’in yenilikçi bir padişah olduğunu vurgulayan Hülagü, bu nedenle III. Selim’e “Gavur Padişah” denildiğinden bahsederek “III. Selim’in Yeniçeri Ocağı’nı kaldırması ve ulema sınıfını pasivize etmesi döneminin en önemli olaylarıdır.” dedi. 1700’lü yıllardan Cumhuriyet’e kadar Osmanlı padişahlarını anlatan Prof. Dr. Metin Hülagü Osmanlı Devleti politikalarına, Osmanlı Devletini Cumhuriyet’e hazırlayan isyanlara, değişen yapılara ve ıslahatlara değindikten sonra konferans sona erdi.
Gazete Kampus İletişim Fakültesi Adına İmtiyaz Sahibi
Güneş enerjisinin önemi tartışıldı Fen Fakültesi Konferans Salonu’nda, 25 Şubat’ta yapılan etkinliğe Erciyes Üniversitesi (ERÜ) Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Fizik Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Raşit Turan, Erciyes Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğretim üyeleri ve öğrenciler katıldı. ODTÜ Güneş Enerjisi Araştırma ve Uygulama Merkezi (GÜNAM) Müdürü Prof. Dr. Raşit Turan güneş enerjisi ile ilgili kendi yaptığı araştırmalar ve dünyadaki bu alanın durumu hakkında bilgi verdi. Prof. Dr. Turan: “Dünyadaki enerji kaynaklarına baktığımız zaman yaklaşık 15 bin tv enerji ihtiyacımız olduğunu söyleyebilirim. Bizim de içinde olduğumuz gelişmekte olan ülkelerin ise enerji ihtiyacı önümüzdeki yıllarda artacaktır. 2030 yılına gelindiğinde dünyanın enerji ihtiyacı 20 bin tv’lık miktar olacaktır. Enerji ihtiyacımızın yüzde seksenini fosil yakıtlar dediğimiz petrol, gaz ve kömürden karşılıyoruz. Geri kalan kısmını da nükleer ve yenilenebilir enerjiden elde ediyoruz. Fosil yakıt denildiğinde ise hemen global ısınma, atmosferin kirlenmesi akla gelir. Bu
kirlenme sonucunda da genel bir sıcaklık artışı gözlenir. Bu sıcaklık artışının devam etmesi de bir felakete gittiğimizin göstergesidir.”dedi. Turan, bu nedenle fosil yakıtların tüketiminin azaltılması ve yenilenebilir enerjiye geçişin yapılması gerektiği konusunda genel bir görüşün olduğunu, bu yüzden dünyadaki temel enerji kaynaklarını yavaş yavaş terketmemiz gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Turan konuşmasını sunumlarla destekledi. Türkiye’nin enerji ihtiyacına da değinen Prof. Dr. Turan; “Bizde de petrol ve kömür gibi kaynaklar toplam enerji içinde en büyük paya sahip. Yani, yine fosil yakıtlar karşımıza çıkıyor. Bu durum ülke ekonomisi açısından da sıkıntı oluşturuyor. Türkiye enerji ihtiyacının yüzde 74’ünü ithal ediyor. Sadece yüzde 26’sını kendisi üretebiliyor. Bu durumun önümüzdeki dönemlerde düzeleceğine dair umudumuz yok. Her geçen gün yenilenebilir enerjinin önemi daha da artıyor. Güneş enerjisi de dünyadaki herhangi enerji kaynağından yüzlerce kat bize enerji sağlıyor. Bu enerjiyi kullanmaya yönelmeliyiz” dedi.
İletişim Fakültesi Dekanı Prof.Dr.Hamza Çakır Genel Yayın Yönetmeni Yrd.Doç.Dr.Hakan Aydın Yayın Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Murat Soydan İdari Koordinatör Yrd. Doç. Dr. Ali Korkmaz Yazı İşleri Müdürü Öğr.Gör.Deniz Elif Yavalar Editör Selami Öksüz Görsel Yönetmen Mustafa Bostancı Editör Yardımcısı Erman Balak Haber Merkezi Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı Adres Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Talas / Kayseri Telefon 0352 4375261 Faks 0352 4375261 Fakülte binamızı yaptıran ve gazetemizin baskı giderlerini karşılayan hayırsever iş adamı Süleyman Çetinsaya’ya teşekkür ederiz. SAYFA TASARIM: MERVE KARACA & ÖZDEN YILMAZ
ÜNİVERSİTEDEN
NİSAN 2011
Kara Kahve Performans’tan tiyatro sporu gösterisi Erciyes Üniversitesi Görsel Sanatlar Kara Kahve Performans Grubu’u Erciyes Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şevkli Vanlı Konferans Salonu’nda ‘Tiyatro Sporu’ gösterisi düzenlendi. HABER & FOTOĞRAF: MERYEM AKKURT
KAMPUS 5
Azeri öğrenciler Hocalı Katliamı’nı andı Azerbaycan’ın Karabağ’a bağlı Hocalı kasabasında, 1992 yılında 613 kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan katliamın yıldönümü anısına, 25 Şubat’ta Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu’nda, Azeri öğrenciler program düzenledi. Dünyanın birçok bölgesinde de düzenlenen törenlerle, katliamda hayatını kaybedenler anıldı. HABER & FOTOĞRAF: MERVE BOSTANCI
Erciyes Üniversitesi Görsel Sanatlar Kulübü’ne bağlı olarak çalışan Kara Kahve Performans Grubu, Mimarlık Fakültesi Şevkli Vanlı Konferans Salonu’nda ‘Tiyatro Sporu’ etkinliği gerçekleştirdi. 2008 yılında Organizasyon ve Tanıtım Kulübü’ne bağlı olarak doğan Kara Kahve Tiyatro Topluluğu, Erciyes Üniversitesi’ni birçok yerde temsil etti. Kurulduğu ilk yıl 2008–2009 eğitim öğretim yılında Erciyes Üniversitesi Tiyatro Festivali’nde Cahit Atay’ın yazdığı iki perdelik dram oyunu “Pusuda Öç” adlı tiyatro gösterisiyle yer aldı. Kuruldukları yıl pek çok yere Tiyatro Sporu gösterisiyle katılan Kara Kahve Tiyatro Topluluğu Ankara ve Gaziantep Üniversitesi Tiyatro Festivali’ne de aynı yıl katıldı. Topluluk, Erciyes Üniversitesi bünyesinde de her hafta Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Konferans Salonu’nda Tiyatro Sporu gösterisine devam etti. 2009–2010 eğitim öğretim yılında da Erciyes Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu, Melikşah Üniversitesi, Diva Düğün Salonu, Kayseripark, İl Tu-
rizm Kültür Müdürlüğü’nde de Tiyatro Sporu etkinliğini sergileyen Kara Kahve Tiyatro Topluluğu Erciyes Üniversitesi Tiyatro Festivali’nde Bülent Koltukçu’nun yazdığı “Acil Servis” adlı oyunuyla başarılı bir performans sergiledi. Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Tiyatro Festivali’nde Erciyes Üniversitesi’ni “Acil Servis” adlı oyunuyla temsil etti. 2010–2011 eğitim öğretim yılında çalışmalarına devam eden Kara Kahve Tiyatro Topluluğu Organizasyon ve Tanıtım Kulübü’nden ayrılarak Görsel Sanatlar Kulübü bünyesinde çalışmalarına başladı. Görsel Sanatlar Kara Kahve Performans Grubu’nun yönetmeni Erciyes Üniversitesi Resim Bölümü öğrencisi Volkan Lafçı, etkinlik gerçekleşmeden önce ‘Tiyatro Sporu’nun ne olduğunu anlattı. Lafçı:“Tiyatro sporu, doğaçlama gösterilerden oluşan küçük skeçlerdir. Gösteri yapmamızı sağlayan turlar vardır. Örneğin; dörtlü dönme, kart turu, uzaktan kumanda, cinsiyet değişimi, masal saati, ruh hali gibi oyunlar ve turlar vardır. Bu turlarla ve oyunlarla seyircilerin verdiği çıkış noktasıyla oyuna başlanır ve
tamamen doğaçlama gösterisidir.”dedi. Etkinlik başlangıcında seyircilerin alkışları tarafından belirlenen grup başladı. Bu seçimin ardından Lafçı, seyircilerin kağıtlara yazdığı kelimeleri alarak bir torbanın içine koydu ve eline gelen ilk kağıttaki kelimeyi çıkış noktasını alarak gösteriye başlandı. Doğaçlama gösterisine başlamasından itibaren seyircilere güzel vakit geçirten Kara Kahve Performans Gurubu’nu değerlendiren seyirciler, salonda yapılan gösteriden son derece memnun olduklarını, hoşça vakit geçirdiklerini belirtirken, bir sonraki gösterinin ne zaman olacağı noktasında oyunculara sorular yöneltti. Gösteri bitiminde tekrar söz alan Lafçı, en yakın zamanda tekrar tiyatro sporu gösterisi yapacaklarını söyleyerek, yeni oyun için çalışmalara hızla devam ettiklerini belirtti. Yeni oyunun Ray Cooney “Şimdi Olmaz Sevgilim” olacağını duyuran Lafçı, “Yeni oyunun çalışmaları hızla devam ediyor. Erciyes Üniversitesi Tiyatro Festivali’nde 6 Nisan’da Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi’nde tiyatro gösterimiz olacak, herkesi bekleriz.” dedi.
“Türk Sanatı ve Mimari Tarihi”
Hocalı Katliamı anısına Erciyes Üniversitesi Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu’nda Azeri öğrenciler tarafından tören düzenlendi. Katliamda hayatını kaybedenleri anmak için; saygı duruşu, İstiklal Marşı ve Azerbaycan Milli Marşı’yla başlayan tören, İletişim Fakültesi 1. sınıf öğrencisi Reşat İskenderov’un okuduğu şiirle devam etti. İskenderov’un ardından Azerbaycan Ermeni Araştırmaları Merkezi Başkanı Gaffar Çakmaklı törende konuşma yaptı. Gaffar Çak-
maklı; Azeri Türkçesiyle yaptığı konuşmasında, Hocalı’nın soykırım olarak adlandırılması gerektiğine, Hocalı Katliamı’nın unutulmaması gerektiğine değindi. Çakmaklı: “Hocalı adlı kasabada 5 binden fazla nüfus vardı. Ermeniler kasabayı yeryüzünden sildi. Dünya duyarsız kalmasın, Hocalı için adalet kampanyası başlatılsın.” şeklinde konuştu. Gaffar Çakmaklı, Atatürk Üniversitesi’nin Bakü’ye giderek “Tarihin Yansıması” adlı bir belgesel çektiğini ve bu belgeselin insanları Hocalı Katliamı konusunda duyarlı olmaya çağırdığını vurguladı. Program, Çakmaklı’nın konuşmasının ardından sinevizyon gösterisiyle devam etti. Atatürk Üniversitesi’nin çektiği, Doğu Anadolu’da ve Azerbaycan’ın Karabağ’a bağlı Hocalı kasabasında, Ermenilerin yaptığı katliamı anlatan “Tarihin Yansıması” adlı belgesel büyük ilgi topladı. Belgesel gösterimiyle program son buldu.
ERSEM’de yönetim değişikliği gerçekleşti Erciyes Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi’nin 3 Mart’ta düzenlediği kokteyl ile ERSEM Yönetim Kurulu değişikliği gerçekleşti. HABER: MİNE ÇALIK FOTOĞRAF: SERCAN TOPÇULAR
konferansı düzenlendi
Erciyes Üniversitesi Türkan-Tuncer Hasçalık Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu’nunda Fulbright bursuyla Türkiye’ye gelen Shane Stratton tarafından “Türk Sanatı ve Mimari Tarihi” konulu söyleşi gerçekleştirildi. HABER & FOTOĞRAF: SUMRU UZUN
Erciyes Üniversitesi Türkan-Tuncer Hasçalık Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu’nunda gerçekleştirilen söyleşiye Fulbright bursuyla Türkiye’ye gelen Shane Stratton katıldı. Bir proje kapsamında Türkiye’de bulunan Stratton, eserlerini oluştururken nelerden esinlendiğini anlatarak konuşmasına başladı. “Heykel bakmak değil dinlemektir.” diyen heykeltıraş, Philadelphia’ daki atölyesinde oluşturduğu eserlerde genellikle okyanustan etkilendiğini belirtti. Kuşlar, deniz kabukları, böcekler ve bitkilerin ilham kaynağı olduğunu söyledi. “Uzun yıllar doğayı gözlemledim. Doğada bulunan her türlü bitkinin formlarına dikkat ettim ve fark ettim ki sanatçılar doğadan etkilenerek eserlerini oluşturuyorlar. Bunu eserlerine
yansıtan ve inandırıcı kılan sanatçılar başarılı oluyor. Benim eserlerimde doğanın yansımasını görebilirsiniz. Bir tırtılın kelebek olma süreci bile dikkatimi çeker. Önce larva olan kelebeğin daha sonra kendini kabukla kapatarak kelebek olma aşamasını çok acı veren bir eylem olarak görüyorum. Bu bana mistik geliyor. Heykelimin birini bundan esinlenerek yaptım” dedi. Yeni bir şey yaratmadığını, etrafında gördüğü şeyleri yeni bir forma sokarak çalıştığını söyleyen Stratton, İstanbul’daki atölyesinde çalışmalarının sürdüğünü ve Türk sanatından çok etkilendiğini söyledi. Türk sanatındaki kabartmalardan esinlendiğini ve bunu eserlerine yansıttığını, Türk sanatını da doğanın yansıması olarak gördüğünü ifade etti.
Stratton; “Türkiye’de özellikle İznik çinileri ve İstanbul’daki saraylar ve camilerdeki eserlerden ilham alıyorum. İznik çinileri üzerindeki pek çok motifin bir arada bulunması bana ilham veriyor. Özellikle İslam ülkelerinin çoğunda bulunan el yazmaları çok hoşuma gidiyor. Oradaki motifler doğal yaşam formlarını yansıtmakta, inanılmaz güzellikte olduklarını düşünüyorum.” diyerek Türk sanatına yönelme sebebini açıkladı. Stratton, Bronz heykellerin yapım aşamasını Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel bölümü öğrencileriyle paylaşıp, heykellerini nasıl oluşturduğunu ve son aşamaya kadar nelere dikkat edilmesi gerektiğini görsel öğelerden yararlanarak anlattı. Öğrencilerin sorularını da yanıtlayan Stratton, son olarak Güzel Sanatlar Fakültesi sergi salonunu gezdi.
Erciyes Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi (ERSEM) Yönetim Kurulu değişikliği kokteyline Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İbrahim Uzmay, ERSEM Yönetim Kurulu Üyeleri ve öğrenciler katıldı. Her üniversitenin en önemli birimlerinden birinin sürekli eğitim merkezleri olduğunu söyleyen ERSEM Yönetim Kurulu Müdürü Prof. Dr. Derviş Karaboğa: “ Üniversiteler bilgi üretmeyi ve bu bilgiyi toplumun faydasına dönüştürmeyi hedefler. Özellikle üniversite hastaneleri ve sürekli eğitim merkezleri sahip oldukları bilgileri toplumun faydasına sunar.” dedi. Prof. Dr. Derviş Karaboğa; üniversitede eğitim veren birimlerle sürekli eğitim merkezleri arasındaki ilişkiye bakıldığında verilen eğitimlerin çok statik kaldığını, sürekli eğitim merkezlerinin de bu statikliği dinamiğe çevirdiğini vurguladı. Sürekli eğitim merkezlerinin toplumun gelişimi için çok büyük katkı sağladığına değinen Karaboğa şunları kaydetti. “ERSEM kurulalı henüz 11 yıl oldu. Bu yaşta bir yapının daha emekleme safhada olması gerekirken Türkiye’de ki diğer merkezlere bakıldığında ERSEM koşma
aşamasında hizmetlerini sürdürüyor.” ERSEM’in Türkiye’de amacına dönük hizmet veren sürekli eğitim merkezleri arasında 3. sırada olduğuna ifade eden Karaboğa, bunda büyük katkıları olan ERSEM Eski Yönetim Kurulu Müdürü Prof. Dr. Mustafa Alçı’ya ve Eski Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Sultan Taşcı’ya teşekkürlerini iletti. Kokteylde söz alan Prof. Dr. Mustafa Alçı sürekli eğitim merkezlerinin ülkemizde üniversitelerde en çok ihtiyaç olan birimlerden biri olduğunu söyleyerek “ ERSEM’in geçmişte dağınıklığı söz konusuydu şimdi ise toplanması söz konusu. Bu sayede aktivitelerin bir elde toplanması saylanacak ve yönetim kolaylaşacaktır. Örneğin; X birimi bir etkinlik düzenlediğinde Y birimi başka bir şey düzenlemek isteyecektir. Bu durumda olaylar daha çabuk çözülecek ve sürekli eğitim merkezlerine bakış açısı değişecektir.”dedi. Prof. Dr. Mustafa Alçı, ileride sürekli eğitim merkezlerine farklı görevler verilebileceğini bunlardan birinin de Avrupa Birliği projelerinde ön plana çıkarılan “Yetişkin Eğitimi” olabileceğine değindi. SAYFA TASARIM: SERCAN ENGİN
RÖPORTAJ
6
NİSAN 2011
Akdeniz ve Ege dağlarının kıraç topraklarını süsleyen, yangınlardan ve kesimlerden kurtulmuş bölgelerin akciğerleri ormanlık alanlar 6831 sayılı orman kanununun 12-13 ve 42. maddeleri uyarınca Tahtacılar tarafından yavaş yavaş yok ediliyor. Kesim işleminin baş aktörleri olarak görülen tahtacılar, geçimlerini sağlamak için 6831 sayılı yasanın izniyle, kendilerine ve milyonlara akciğerlik yapan ormanlarda tam teşkilat çalışmaya devam ediyor.
6831 sayılı yasanın izniyle akciğerlerimizi kesiyor
KAMPUS
HABER & FOTOĞRAF: M. BİLGE YILMAZ
Onlar ne soyu tükenmemiş bir bilge, ne de birer kâşif. Onlar, yüz yıllardır geçimlerini ormanlardan temin eden Ağaçeriler soyundan tahtacılar. Ege ve Akdeniz bölgelerinin ormanlık alanlarında yaşayan ve geçimini ormandan sağlayan tahtacılar, Oğuz boylarından Ağaçeriler soyundandır. Osmanlı kayıtlarına 16. yüzyılda Cemaat-ı Tahtacıyan olarak geçen tahtacıların en belirgin özelliği olarak bilinen doğayı sevmek, onunla birlik olmak, doğayı yaşamlarının kaynağı olarak görmek düşüncesi uzun zaman önce temelinden sarsılmış, onları dost bildikleri doğa ile karşı karşıya getirmiştir. Orta Asya geleneğine sadık olarak göçebe yaşamı seçen tahtacıların yaşam tarzları günümüzde de göçebe, yerleşik ve yarı göçebe ve yarı yerleşik oymaklar halinde varlığını sürdürüyor. Maraş, Adana, Mersin, Antalya, Denizli, Isparta, Burdur, Muğla, Aydın, İzmir, Manisa, Balıkesir ve Çanakkale’de tahtacılara rastlamak mümkün. Tüm yaşanmışlıkları ormanların derin yeşilliğinde saklı olan tahtacıları, Antalya’nın Manavgat ilçesine bağlı Yalçıdibi köyünde Pir Sultan Abdal’ın nefesleriyle hayat verdiği kıl çadırlarında ziyaret ettik.
Kesimler yasada belirlenen usul uyarınca yapılıyor Geçimlerini ağaç keserek sağlayan tahtacılar sabahın alaca şafağında başlıyor işe. Kesim için taşeron firmaların daha önceden ihale ile satın aldığı ormanda kesim, taşıma ve yükleme işlemleri karşılığında tahtacılara ödeyecekleri parada anlaşması ile başlıyor iş. Bu açıdan bakıldığında kesilen ağaçlar ticari bir faaliyetin kurbanı oluyor. Günümüzde ormanların hızla azaldığı ve dünyayı sarsan küresel ısınmanın tartışıldığı bir ortamda akciğerlerimizin kanunlar doğrultusunda kesilmesi şaşırtıcı ve çelişkilerle dolu. 6831 sayılı orman kanunun 41. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca kesim işlemi şu koşulların yerine getirilmesiyle oluyor: Orman emvali; adedi, cinsi, nevi, vasfı, ebadı, bedeli, hareket tarihi ve saati ile geçerlilik süresi itibarıyla ibraz olunan nakliye tezkeresi, fatura veya sevk irsaliyesine uyduğu ve damgaya tâbi olanlar damgalı bulunduğu takdirde, hepsi üzerinden hacmen yüzde on ve veznen yüzde on beşine kadar çıkacak fazlalık için, nakliye tezkeresi, fatura veya sevk irsaliyesinde yazılı satış bedeli üzerinden tutarı ve bu tutarın yüzde on fazlası alınarak serbest bırakılır. Konunun 12. maddesi orman kesiminin yapılacağı yerin belirlenmesine; 13. madde de kesim yapılacak ormanda çalışacak olan işçilerin veya kooperatiflerin izleyeceği yolu, alacaklarının hesaplanması ve ormanın işçilere teslim edilme usullerini belirliyor. Adı kontrollü kesim bu işin, ama her geçen gün azalan ormanlara bir darbe de kontrollü kesimlerin vurduğu aşikâr. Tahtacılar kesme, sürütme, nakliye ve yükleme olarak sınıflandırılan iş bölümlerinde çalışarak ücret alıyor. Oldukça zahmetli olan bu işlemler bir o kadar da tehlikelidir. Kesim yapılacak yere kıl çadırlarını kurup, katırlarını ve burada kalacakları sürede kendilerine yetecek gıdayı yanlarında götürürler. Sonrası sabahın alaca karanlığından akşamın alacasına iş bitene kadar kadın-erkek, genç-yaşlı demeden çalışmaya kalıyor. Bu da tahtacılar için bir ritüel gibi tekrarlanan ekmek kavgası. Onca zahmetli işe rağmen aldıkları para çoğu zaman emeklerini karşılamanın çok uzağında kalıyor. Tahtacı Hasan Özmen bu durumdan rahat-
sızlığını şöyle ifade ediyor: “Önceleri kesim yapacak daha çok alanımız vardı. Şimdi hepimiz perişanız. On yıl önce kazandığımız parayı göremiyoruz. ‘dikili kanunu’ geldi, bizim işler bitti. Hem çok uzun bir süreçten geçiyoruz hem de para kazanamıyoruz. Ayrıca taşeron firmalar işimizin en büyük engeli.” Sabah saatlerinde başlayan kesim işi ve takip eden işler tomruklar katırlara yüklenip istif yerine getirildiği zaman bitiyor. İş bitiminin yorgunluğu kıl çadırda ince belli bardakta içilen demli çayla atılıyor. İşlerin erkenden bittiği zamanlar komşu çadırlardan toplanıp sohbet etme zamanları oluyor tahtacılar için. Altın saçlı, kırmızı yanaklı on yaşını daha doldurmamış küçük tahtacı kızı Damla Yılmaz yarı yerleşik yarı göçebe bir aileye sahip. Bu yüzden sadece tatillerde ailesini görebiliyor. Yerleşim yeri olarak Antalya’nın Manavgat ilçesini seçen aile, kızlarını Antalya il sınırları içinde kesim yaptıkları zaman görebiliyorlar. İl sınırları dışındayken de tahsis ettikleri evlerde akrabaları bakıyor çocuklarına. Ayrıca küçük Damla da ailesinin yanında bulunduğu zaman iş bölümüne katılıp, katırlara bakıyor.
“Bütün geçim kaynağımız ağaçtır” Günümüz şartlarında da örf ve geleneklerini koruyabilen tahtacılar, geleneklerine kadınların sahip çıktığına ve bu gelenekleri gelecek nesillerine aktaracaklarına inanıyor. Tahtacı oymaklarında kadının önemi oldukça büyük. Öyle ki erkeklerin yaptığı bütün işler tahtacı kadınlara daha küçük yaşlarında öğretiliyor. Tahtacı Hasan Özmen; “Bizler gençliğimizden beri ağaç ve orman işçiliğiyle uğraşırız. Erkeklerimiz ne yapıyorsa kadınlarımız da aynı işleri rahatlıkla yapabilir. Çünkü bütün geçim kaynağımız ağaçtır ve kesim işlerine tüm insanımızın çocukluktan beri aşinalığı vardır. Bizim kadınlarımız yiğittir, merttir. Ağaç işçiliğinde her zaman erkeklerle yan yanadır ve zor şartlarda bile işin en büyük kısmı kadındadır.” diyor. Ağaç kesip dikmek, kiriş ve tahta biçmek adeta yün eğirmek kadar alışıldık ve sıradan geliyor tahtacı kadınlara. Ellerinden her iş gelen yiğit tahtacı kadınlar, mısır unundan yapılmış sıcacık ekmeği tutuşturuveriyor elimize. Tadı damaklarımızda kalan mısır ekmeğinin yanında sundukları keşkek de yemek kültürlerinin ipuçlarını veriyor. “Geçim derdi yüzünden bir parmağımdan oldum” Tahtacılığı genç kızlığından beri yapan deyim yerinde ise çekirdekten yetişen bir kadın Türkan Yılmaz. Bir kesim sırasında başına gelen talihsiz olay unutulmayacak bir iz bırakmış onda. Aldığı yara tahtacılıkta başına gelebilecekler göze alındığında küçük kazalar sınıfına girebilecek cinsten. Yılmaz; “Kesim yapacağımızın bir gün öncesi diğer kadınlarla anlaştık, ağaçları erkenden kesip vakitlice katırlara yükleyip dönecektik. Tabi dönünce de gözleme yapacaktık. Hızlı bir şekilde kesimi bitirmeye koyulmuşken birden kesim motorunu yanlışlıkla parmağıma değdirdiğimi hissettim. Tarif edilemez bir acı kapladı vücudumu, neye uğradığımı bilemedim. Belki hastaneye yakın bir yerde olsaydım parmağım dikilebilirdi, ama gaz yağı bastırmakla yetinmek zorunda kaldım. Geçim derdi yüzünden parmağımdan oldum.” Türkan Yılmaz, kopan başparmağının imkansızlıklar yüzünden dikilememesine isyan ediyor. Para kazanmanın ne demek olduğunu genç yaşta anlamak zorunda kalanlardan Ahmet Özmen. Bolu, Malatya, Konya-Seydişehir, Antalya-Akseki, Manavgat’ın ıssız dağlarında çocukluğundan beri orman işçisi olarak çalışıyor. Ahmet 23 yaşında, ama içinde bulunduğu zorlu hayat koşulları onu oldukça yıpratmış. Gelecek için umutsuz düşünceleri var. “Yıllardır ailemle birlikte yaz-kış demeden çalışıyorum. Yaşlanıncaya kadar bütün dağları göreceğim sanırım. Bazen ağır geliyor insana dağda olmak. Yaşamdan kopuk yaşamak. Son iki yıldır arabalarımız var da il ya da ilçe merkezlerine gidip gelmemiz eskisi kadar zor olmuyor. Ailece kesim yapıyoruz ama herkesin geçimi kendine. Yazın iki ay iyi iş yaparsan, kışın da kıt kanat bir geçimle hesapta dinlenebilirsin ailenin yanında.” diye anlatıyor hikayesini Ahmet Özmen. Tahtacılar yaşadıkları tüm zorluklara rağmen, onlara ekmek paralarını veren ormanlara ulaşıp, geçimlerini sağlayabilmek için çıkıyor bu zorlu yolculuğa.
de görmüş. Şenay Bulut; “Yaşamımız çok zor, tahtacılık yapmak rezillik demek. Ne tam bir anne olabiliyorsun ne de tam bir kadın. Çocuklarımıza hasret yaşıyoruz. Ancak tatillerde görebiliyoruz yavrumuzu. Kesim yapmaktan ve katırlara odun yüklemekten başka bir bilgimiz yok. Ama ben çocuklarım okusun istiyorum, benim görmediğim şeyleri görsün bilmediğim şeyleri bilsinler. Burada yaşam sadece ağaçtan ibaret.” diyerek özetliyor hayatını. Farklı bir gelenek farklı bir yaşam tarzıymış yıllar önce tahtacılık. Şimdilerde ise mecburi bir yaşam tarzı haline dönmüş. Her ne kadar günümüzün değişen koşullarında yerleşik hayata geçiş yapmaya başlasalar da onları atalarından gördüğü gelenekleri çağırıyor olacak ki başka meslekleri hiç denemiyorlar bile. Öyle ki Hasan Özmen “Böyle geldik, böyle gider” diyor. Girdikleri hayat mücadelesinin hengâmesinde ormanların bir gün tükeneceğinin farkında olmayan bu insanlar esas itibari ile bir yok oluşa sürükleniyorlar. Dar ve zorlu bir dönemeçte olan tahtacılar, geçim kapıları olan ormanların yok oluşuyla her geçen gün daha da zor koşullar ile yüzleşiyor. Yüz yıllardır kesilen ağaçlar ve yakılan ormanlar kendini yineleyemediği için tahtacıların doğayı seven yanlarını oldukça törpülemiş. Orman köylülerinin ormanlara verdiği zarar her geçen gün artarken, ekonomik yetersizlikler köylüleri ormandan biraz daha fazla para kazanmaya itiyor. Gerekli tedbirler alınmaz ve kesimler durdurulmazsa tahtacılar ormanlardan geriye kıraç topraklar kalıncaya kadar bu işten geçimlerini temin etmeye devam edecek.
“Önceleri kesim yapacak
daha çok alanımız vardı. Şimdi hepimiz perişanız. On yıl önce kazandığımız parayı göremiyoruz. ‘dikili kanunu’ geldi, bizim işler bitti. Hem çok uzun bir süreçten geçiyoruz hem de para kazanamıyoruz. Ayrıca taşeron firmalar işimizin en büyük engeli.
”
“Burada yaşam ağaçtan ibaret’’ Tahtacı oymağının en hüzünlülerinden Şenay Bulut. Bir tahtacı kadını nasıl yetişirse öyle yetişmiş ve başka bir hayatı sadece arabalarının aküsüyle çalışan televizyon dizilerin-
SAYFA TASARIM: BURAK SOMUNCU
NİSAN 2011
ARAŞTIRMA-İNCELEME
KAMPUS
7
Hatay’da bir iskân mozaiği
Tayfur Sökmen Hatay’ın Reyhanlı ilçesine bağlı Tayfur Sökmen köyünü ülkemizde bulunan on binlerce köyden ayıran neden, köyün oluşum sürecinde izlenen politikada yatıyor. Tayfur Sökmen, yurdun değişik yerlerinden devlet kontrolünde buraya getirilen insanların yerleştirilmesiyle oluşmuş bir iskân köyü. HABER & FOTOĞRAF: DEMET YALÇIN-MERYEM AKKURT
Hatay’ı Türkleştirmek için... Tayfur Sökmen Köyü 1987 yılı öncesine kadar boş bir tarım alanıydı. Bu yere yapılan İskân konutlarına 1987 yılında ilk kafilenin gelmesiyle yerleşime açıldı. Bu tarihte 171 konut doldurulmuş olup, 235 konuta da 1990’da yeni ailelerin yerleştirilmesiyle köy tamamlanmış olur. İskân evleri olarak bilinen Tayfur Sökmen köyü, 406 hanelik derli toplu bir köy. Samsun, Sinop ve Adıyaman illerinin ilçelerine bağlı köylerden buraya gelen aileler evleri ve arazileri baraj suları altında kaldığı için buraya yerleşirler. Adını 1938’de Hatay’ın bağımsız bir devlet olarak Türkiye’den ayrılmasıyla Hatay Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olan Tayfur Sökmen’den alır köy. Suriye ile Türkiye arasındaki sınırda kurulan köyden Suriye toprakları, Suriye askeri karargâhları ve askerleri görülebiliyor. İlk yıllarda yeni bir yerleşim yeri olmasından dolayı çok zorlanan köy halkı zamanla bu köyü benimseyip, yurt edinmişlerdir. Köy muhtarı Bayram Tunç, içten bir misafirperverlik ile karşılıyor bizi. Tunç, Tayfur Sökmen köyünü şöyle anlatıyor: “Hatay’a gelmemiz zor oldu. Karadeniz’in Bafra ilçesine bağlı Pamuk köyünden geldik. Karadeniz de Bafra ve Çarşamba Ovaları ve bizi yerleştirebilecekleri birçok yer vardı. Ama bizi buraya getirdiler. Kimileri
o zamanlarda Hatay’ı Türkleştirmek için olduğunu söylediler. “Hatay federal bir devletti. 1938 yılında Atatürk geldi buraya, 2030’da yapılacak olan seçimler için diyenler oldu. Asıl olanı bizde burayı benimsedik ve burada kaldık, şimdi ne lüzumu ise biz ne yazık ki bilmiyoruz. 1987’nın Ocak ayının 20’sinde vardı böyle insanları getirip başka yere alışmamıza. Elimizde gelerek buraya yerleştik ve gelmekten hiç memnun değiliz. 10 dönümlük tarlamız vardı onu da aldılar sağa sola dağıttıDevlet bizi buraya gönderdi, ama çok zorluk yaşadık. İki katlı lar, şimdi benim ne 10 dönümlük tarlam ne bir evim ne de bir ev verdiler, yalnız alt katı ahır olarak yapılmıştı, o yüzden pek güvencem var. Aslen Ürdün’den gelmeyim ne yapayım dedem de sağlıklı değil. 25 dönüm toprak verildi bize ve kooperatifler gelmiş zamanında yerleşmiş buraya. Dedem Türkiye’yi çok sekuruldu. Biz burada bir şekilverdi. Soyadı verilirken dedem, de ayakta durmaya çalışıyoben Türkün özüyüm demiş ve Türlü sıkıntılarla yüz ruz. 1987’de ilk Samsun’dan soyadının ‘Öztürk’ olmasını isyüze olan Tayfur Sökmen gelenler yerleşti. Daha sonra temiş.” Günümüzde de devam 1990 yılında Sinoplular geleden bu sorun Tayfur Sökmen köyü sakinleri, memleketleri di. Altınkaya barajı yapımına köyü halkını rahatsız etmeye olan Sinop, Samsun ve başlandı, evlerimiz yıkıldı, devam ediyor. Bir başka kişiye Adıyaman’daki yaşantılarının topraklarımız su altında doğru yöneltiyoruz sorularımıkaldı ve biz buraya gelmek zı, bizi dikkatle dinleyen Murat çok uzağındalar. Bu yüzden de zorunda kaldık. Mecburen Sökmenoğlu, içtenlikle cevaplıköy sürekli göç veriyor. Böyle boyun eğdik ve geldik buyor sorularımızı: “Ben daha çok devam ederse yakın tarihte, bir raya.” Bayram Bey ve yöre küçüktüm buraya geldiğimde. insanının en büyük sıkıntıŞimdi evliyim üç tane çocuğum iskan köyü olan Tayfur Sökmen ları ekonomik sorunlardan var, geçinip gidiyoruz. Memnun boş kalacak. kaynaklanıyor. Tarım ve haymusunuz diye sordunuz eğer bir vancılıkla geçimini sağlayan Tayfur Sökmen Köyü sakinleri elde şey istemezsek memnunuz köyümüzden. Sadece çevre köyler ettikleri gelirin yeterli olmadığını dile getiriyorlar. Köy muhtarı sorun yapıyor. Biz buraya sonradan geldik, buralara para ödeBayram Tunç ekonomik sorunları şöyle dile getiriyor: “Buğday, medik diye. Hâlbuki bizim Samsun’da evlerimiz, topraklarımız mısır ve pamuk ekiyoruz. Tarlalarımız çok uzak evimize ve ço- gitti. Ama gelin görün ki bunları anlatamadık onlara. Köyün ğumuzunsa arabası yok. Ulaşım sıkıntısı çekiyoruz. Ekonomik sıkıntısına gelince elektrikler kesiliyor sık sık, tarlamıza suyu olarak ayakta kalamayan aileler mecburen göç ediyor. Çoğu ev zor veriyoruz. Onun dışında şükürler olsun halimiz iyi. Köyüşuan boş, insanlar evlerini satıp ekmek parası için düşüyorlar müzde fazla insan yok, gelenler hep gidiyor. Evler hep geçim yollara ve köyün nüfusu bu nedenle sürekli azalıyor. Arazileri- sıkıntısından dolayı satılıyor.” Son zamanlarda köydeki göçmen miz az, suyumuzu yer altından çıkarıyoruz ve sık sık elektrikle- vatandaşlar büyük şehirlere göç eder, köy nüfusu azalır yavaş rimiz kesiliyor.” Köy halkı kabullenmişliğin verdiği karamsarlık- yavaş. Ama bir kere gelmişler bu topraklara. Her ne kadar köy la yaşama tutunma çabası içinde. içinde insan sağlığını tehdit edici su birikintileri olsa da, geçim sıkıntısıda bir yandan gelse de vatan bilmişler bu toprakları ve bir köy olmuşlar zamanla. Her şeye rağmen gözlerinde parlaÇevre köyler gelişimizi iyi karşılamadı Ekonomik sorunlar yaşamlarını zorlaştırsa da onlar her yan bakışlarıyla gülümsemeyi eksik etmiyorlar. Sanki güneş şeye rağmen hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Hatay’a her gün yeniden doğuyor dercesine… gelişleri onlarda memnuniyet oluşturmazken yerleştikleri bölgede kalan çoğu köy ve ilçeler de onların gelişinden memnun Köyde lise okuyan kız yok kalmaz. Hataylı olan Siles Öztürk tepkisini şöyle dile getiriyor: Dışlanmaya devam etselerde onlar birlikteliğin bilinciyle
“
“
Medeniyetlerin bütünleştiği, insanların farklılıklarını kabullenip kardeşçe yaşadığı bir şehirdir Hatay. Öyle ki Hatay; bereketli toprakları, eşsiz doğal güzellikleri, köklü tarihi ve geçmişten günümüze birçok etnik kültüre ev sahipliği yapma özelliği ile Anadolu’nun vazgeçilmez bir parçası, bir kültür mozaiği haline gelmiştir. Hatay’ın kültür mozaiği haline gelmesindeki bir diğer etkende devletin buraya uyguladığı iskan politikasıdır. Samsunda başlayan Altınkaya Barajı inşaatı nedeniyle yersiz yurtsuz kalan aileler, 2030’da Hatay’da yapılacak olan referandum da gözetilerek devlet tarafından bu bölgeye yerleştirilmiş. Sinop ve Adıyaman’dan seçilen ailelerinde yerleştirilmesiyle oluşan bu köye Tayfun Sökmen adı verilmiş. Zamanla Hatay’ın kültürünü benimseyen Karadenizliler burayı artık yurt bilip Tayfur Sökmen Köyünü günümüze kadar taşımışlar. Hatay kültürünü benimseyip burayı yurt edinen Karadeniz halkını tanımak ve hayatlarını daha yakından görmek için Tayfur Sökmen Köyü’nü ziyaret ettik.
devam ediyorlar yollarına. Fakat Türkiye’nin sosyal sorunlarından biri olan kız çocukların okutulmaması bu köyde de hükmünü sürdürüyor. Henüz 12 yaşında olan Rümeysa Kaplan anlatıyor: “Annemiz ve babamız ineklerle uğraşıyorlar. Biz ise evin işleriyle uğraşıyoruz. Ev işlerinden dolayı okuyamıyoruz. Derslere çalışamıyoruz ve okulda da başarılı olamıyoruz. Lise Antakya’da olduğu için anne ve babalar güvenip de göndermiyor kızlarını. Başlarına bela gelir diye göndermiyorlar. Köyümüzün kızları okumayı çok istiyor ama anne ve babalarımız izin vermiyor. Köyümüzde üniversite de okuyan kız yok ve 15 yaşında evlendirilen kızlar var. Komşumuz 16 yaşında evlenmiş ve şu anda 23 yaşında ve 5 tane çocuğu var. Direniyorum okumak için ama olmuyor işte. 12 yaşında olmama rağmen yapmadığım köy işi kalmadı.” Direnmek ama neye, kime? Doğruyu, yanlışı nasıl ayırt eder insan, karşısında büyüğü, saydığı, sevdiği insan olunca nasıl çabalar çamurdan kurtulmak için… Sen çamurdayım sanırsın, karşındaki seni gül bahçesinde sanır. 20 yaşında olan Elif Belan için bu şekilde bir direnişti belki de gösterdiği, ne kadar anlatmaya çalışsa da çevresine okumak istediğini olmamış istediği. İçten ve samimi bir şekilde Belan’ın kelimeler ağzından çıkıyor birer birer; “Bizi Hatay’da merkezden uzak bir yere yerleştirmişler, burada taşımalı öğretimde yok. Antakya’ya gidiş geliş günlük 10 TL tutuyor. Lise köyümüzde olsaydı belki de birçok kişi okuyor olacaktı. Çok çabaladım okumak için, çok direndim. Ama o sırada babam hasta olunca fazla da direnemedim. İlköğretimi bitirdikten sonra okuyamadım. Şimdi ise nişanlandırdılar beni, nişanlım askerde dönünce de evleniriz.” Uzaklara dalarak anlatıyor başından geçenleri Elif Belan. Köy halkına sorup soruşturduğumuzda bu köyde çok eşliliğin olduğunu da öğreniyoruz üzülerek… Yolda giden bir erkek çocuğuna sorduğumuzda okumadığını söylüyor, bu köyde kız çocukları okutulmuyor, erkeklerse zaten okumuyor. Bir yanda Hatay’ın farklı kültürlerinin Akdeniz Bölgesi’nde daha farklı bir yere sahip oluşu, bir yanda iskânın beşiğinde devlet politikalarının baş gösterdiği yerde ayakta kalmaya çalışan bir köy. 2030 yılında Hatay’da yapılacak olan seçimlerin gölgesinde yaşamak belkide onların yaşam mücadelesi. Bu seçimler Türk dünyasına ne getirir, neler götürür bilinmez ama Tayfur Sökmen köyü Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde hala orada…
SAYFA TASARIM:ASLI YILMAZ
KAMPUS
8
HABER
NİSAN 2011
HABER & FOTOĞRAF: OSMAN YÜKSEL
Kayseri’nin Talas ilçesine bağlı Akçakaya Köyü Camisi’nin imamı Özhan Ünal imamlık mesleğini yerine getirirken, Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden 2003 yılında, aynı fakültenin heykel bölümündense 2009 yılında mezun oldu. Onun için kendini ifade edebilmenin yolu içindeki sanat aşkını günışığına çıkartmakla mümkündü. İnsanlar imamdan sanatçı olur mu diye yargıladılar onu. Ama o içindeki sese kulak verdi. Fark yaratma yürekliliğini göstererek ilk kişisel sergisini imam olarak görev yaptığı Akçakaya mahallesinde açtı. Kayseri doğumlu olan Özhan Ünal imam hatip lisesi mezunu. Lisedeki resim öğretmeninin yönlendirmesiyle çocukluğundan beri ilgi duyduğu resim sanatına yoğunlaştı ve 1988 yılında Uludağ Üniversitesi Resim-İş Öğretmenliği bölümünü kazandı. Fakat maddi imkânlarının yetersizliği ve babasının resim öğretmenliği okumasına karşı çıkmasıyla çok sevdiği bölümü okuyamadı. Resim tutkusunun çocukluk döneminde başladığını söyleyen Ünal o günleri şöyle anlatıyor: “Resim konusundaki yeteneğim ilkokulda öğretmenim tarafından keşfedildi. İlkokul birinci sınıfta öğretmenim tahtaya Atatürk resmi çizmişti. Bende teneffüste elime aldım tebeşiri ve başladım resmi çizmeye. Teneffüs bayağı uzundu. O teneffüste bitirdim resmi. Sonra öğretmen geldi çizdiğim Atatürk resmini gördü, elimden silgiyi aldı ve sen bekle burada dedi. Bende beni dövecek zannettim tahtayı karaladım diye. Fakat sonra bütün öğretmenler, müdür dahi geldi ve bu çocuk ressam olacak dendi. Sanırım sanata olan ilgim burada başladı. Bu konudaki yeteneğimi gören öğretmenlerim beni resme yönlendirdi. İmam Hatip Lisesi’nde okurken de resim öğretmenim yeteneğimi geliştirmeme yardımcı oldu. Üzerimde çok emeği olan resim öğretmenim Abdullah Kılıç, beni güzel sanatlar fakültelerine hazırladı. İmam Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra, Uludağ Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim-İş Öğretmenliği Bölümü’nü kazandım. Ancak, maddi imkânsızlıklar ve babamın resim öğretmenliği okumama sıcak bakmamasıyla okula devam edemedim. İmamlığa başladıktan yıllar sonrada yeniden sınavlara girip resim bölümünden mezun oldum. Daha sonrada heykele ilgi duyup heykel bölümünü de bitirdim.”
Resim ve heykel yaptığım için arkamda namaz kılmayan insanlar oldu. İmam olduğu için resim ve heykel gibi sanat dallarıyla uğraşmasının bazı kesimler tarafından yadırgandığını, aksine sanat ile dinin birbirine zıt kavramlar olmadığını dikkat çeken Ünal “İşimle sanatımı birbirine karıştırmak istemiyorum. Bir taraftan görevimi yaparken, diğer taraftan sanattaki tecrübelerimi başkalarıyla paylaşmak istiyorum. Ancak, toplumumuzda din ve sanat birbiri ile bir türlü bağdaşlaştırılamıyor. Bu nedenle benim bir din adamı olarak sanat ile uğraşmam da yadırganıyor. Görevimi yürüttüğüm yerde zaman zaman insanların tepkisi ile karşılaşıyorum. Hatta resim ve heykel yaptığım için arkamda namaz kılmayan insanlar bile oldu. Üniversitede lisans öğrenimi gördüğüm sırada da, okulda öğrenci kurumda imamdım. Nasıl köyde insanlar bana dini sorular yönelttiyse okulda da bu tarz sorular yönelten çok oldu. Okulda da imamlık devam etti diyebilirim. Ama çoğu zaman öğrenci arkadaşlara ikisini birbirine karıştırmamaları gerektiğini söylerdim. İnsanın hayatında babası vardır ama kendisi de babadır. Babasının yanında çocuktur çocuğunun yanında babadır. Babanın yanında babalık yapmak olmaz. İkisini birbirine karıştırmamak gerekiyor. Benim için dinim ve inancım herşeyin üstünde gelir. Sanat çalışmalarımın bunu engellemesini istemiyorum. Bunun için sanat çalışmalarımı yaparken imamlık kimliğimin ön plana çıkmasını istemiyorum. Resim ve heykel çalışmalarımı yaparken, Allah’ın bana verdiği yetenekle Allah’ın yarattıklarını, farklı şekillerde insanlara göstermek istiyorum.” diyor. Bundan sonraki amacının, sanattaki deneyimlerini başkalarına aktarmak, resim veya heykel alanında yüksek lisans ve daha sonra da doktora eğitimi almak olduğunu
dile getiren Ünal, Fransa’nın Kanal Plus televizyonuna sanat çalışmalarıyla ilgili belgesel film hazırladığını, TV5 Monde kanalının da aynı konuda haber yaptığını hatırlatarak, sanat çalışmalarıyla Türkiye’nin tanıtımına katkı sağlamayı amaçladığını söylüyor.
Mağarada can bulan sergi Resim ve heykel çalışmalarını Akçakaya köyünde atölye haline getirdiği evinde yaptığını, sergiyide evinin yanındaki eski çağlardan kalma kayadan oyma bir mağarada açtığını anlatan Ünal, “Eğer ben bu sergiyi daha çok elit kesimin gittiği herhangi bir yerde açsaydım sadece o kesime ulaşabilecektim. Sergiyi köyde açtım çünkü; çiftçisinden, köylüsüne, cami cemaati dâhil herkes gelebilsin istedim. Ortaokullardan ve ilkokullardan öğrenciler, öğretmenleri gözetiminde sergiyi ziyarete geldiler. 80 yaşında elinde bastonuyla yaşlı nine de geldi, cami cemaati de. Hatta Fransa’dan serginin belgeselini yapmaya bile geldiler. Fransızlar Türk yaşantısını çok merak ediyorlar. Türkiye’nin bir değişim içerisinde olduğunu, her geldiklerinde daha farklı bir Türkiye gördüklerini söylüyorlar. Fransızlar hala bizi sarıklı, cübbeli olarak düşünüyorlar. Sonra gelip bu tarz şeyleri gördükçe çok şaşırıyorlar.” diyor. “Geçimimi resim ve heykel yaparak sağlayamam” İmamlığı bırakıp, geçimini resim ve heykel yaparak sağlamayı çok istediğini belirten Ünal, sanatçılar için şartların ne denli zor olduğunu benzer durumdaki sanatçıların hayatlarından örneklerle tecrübe ettiğini söylüyor. Birçok sanatçının ressam veya heykeltıraş olarak bilindiğini, ama geçimlerini başka işlerden temin ettiklerini görmüş araştırınca. Bu nedenden dolayı çok istemesine rağmen imamlığı bırakamamış. “Çok isterdim imamlığı bırakıp sadece ürettiğim sanatla geçinebilmeyi, ama daha önce yaşamış ressam veya heykel tıraşların hayatını incelediğimde bunun çoğu zaman mümkün olmadığını gördüm. Birçok sanatçı, başka mesleklerle uğraşarak geçinebilmiş. İnsanlar belki bu yüzden benim sanata olan yakınlığımı hobi olarak görebilirler, fakat ben hobi olsun diye atölyeye kapanmıyorum. Yaptığım resim ya da heykellerin nereden beslendiklerini iyi biliyorum. Bu konuda bilinçliyim. Çünkü bir insan hobi olsun diye iki üniversite bitirmez. Ömründen 9 sene vermez. Bu süre insan ömrü için uzun bir süre.” diyerek özetliyor gerçekçiliğini. Çoğu zaman ruh haline göre çalışmalarını oluşturan Ünal’ın, yağlı boya ağırlıklı 250 civarında resim çalışması, metal ve taştan yapılan 50’den fazla heykel çalışması mevcut. Yaşantısı ve resme olan aşkıyla Van Gogh’u çok sevdiğini anlatan Ünal, “Işığın ve gölgelerin ressamı Rembrandt Harmenszoon van Rijn’inden esin kaynağı alırım. Leonardo da Vinci’nin bilinmeyenlerini çok severim. İleriye dönük düşünceleri ve şifreleri beni çok etkiler.” diyerek içindeki, düşüncesindeki sanatın nerelerden beslendiğini, onu hangi sanatçıların yoğurduğunu da belirtmiş oluyor. Umarız Özhan Ünal hayalindeki gibi bir gün sadece sanatsal üretimleri ile geçimini sağlayabilecek duruma gelir. Bu yolda tabi ki en büyük görev ona düşüyor. Muhtemelen onun hayali, sanatsal değeri yüksek ürünler üretmesi ile mümkün olacak. SAYFA TASARIM: KENAN ŞİLEN
NİSAN 2011
SPOR
KAMPUS
9
İ İŞ Şİ İT TM ME E E EN NG GE EL LL Lİ İ Ö ÖG GR RE EN NC Cİ İL LE ER RİN
BADMİNTON SEVGİSİ HABER & FOTOĞRAF: ELİF KÜTÜKOĞLU
19. yüzyılda Hindistan’da ‘Poona’ adıyla oynanmaya başlanan sporu gören İngiliz subaylar, 1860’lı yıllarda bunu ülkelerine getirir. Oyun ilk defa Badminton Evi’nde oynanır. Badminton ismini de bu salondan alır. Ülkemizde ise yakın zamanda büyük bir kitleye ulaşmaya başlar badminton. Basketbol, voleybol ya da futbol kadar tanınan bir spor dalı değildir. Henüz diğer sporlar kadar gelişmiş bir federasyona sahip olmaması ve tam donanım içinde olan antrenörlerin bulunmaması bu sporu popüler hale getirmez. Badminton sporunu branş edinen hocalar, bu dalda sporcular yetiştirmek için çalışıyor. Yeni filizlenen bir spor dalı da olsa çoğu kişi tarafından diğer dallara kıyasla daha farklı ve zevkli bulunuyor. Şimdilerde ise işitme engelli çocukların şevkle ilgilendikleri bir spor dalı. Kırıkkale Mevlüt Hiçyılmaz İşitme Engelliler İlköğretim Okulu’nda yatılı eğitim gören öğrenciler, badmintonla varlıklarını güçlendiriyor. İşitme engelli çocuklar bu sporla ‘Sosyal yaşamda bizde varız.’ diyor.
Antrenörler üniversite öğrencisi Otuzbeş kişilik okul mevcudundan seçilen dört erkek, üç kız öğrenciden oluşuyor Mevlüt Hiçyılmaz İşitme Engelliler İlköğretim Okulu Badminton takımı. Yetenekli ve istekli olan öğrenciler alınır takıma. Kırıkkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği bölümü ikinci sınıf öğrencileri Meltem Yaman ve Bayram Cengiz de hocaların yönlendirmesiyle takımın başına antrenör olarak gelir. Meltem Yaman; “Benim annem ve babamda işitme engelli. Ayrıca işaret dili tercümanıyım. Bu sayede çocuklarla anlaşabiliyorum. Geçen sene başka bir arkadaş vardı takımın başında. O mezun olunca görevi biz devraldık. Yeni sporcular da dahil ettik takımımıza. Onları antremanlara götürdük ve diğer öğrencilere göre yetenekli olan arkadaşları takıma aldık. Yeni oluşan bir takım olduğumuz için henüz bir başarı elde edemedik ama, bu yolda ilerliyoruz. Bizim için önemli olan, engelli bireylerinde sosyal hayatının olduğunu ve kendi kabuklarına çekilmemesi gerektiğini göstermek.” diyor. Antrenörler, öğrencilerle oldukça fazla zaman geçiriyorlar. Onları ortama adapte etmek ve verimli çalışabilmeleri konusunda sabırla emek harcıyorlar. Takımın diğer antrenörü Bayram Cengiz de; “Çocukları sahaya toplama ve onlara birşeyler anlatma konusunda zorluk çekiyoruz. Herşeye rağmen verdiğimiz bilgileri hemen alıyorlar, istediğimiz şeyleri yapıyorlar. Bazı öğrencilerimizin topa vuramadıkları zaman korktukları bile oluyor. Aslında korkmalarını gerektiren bir şey yok. Onlara hem sevgiyle yaklaşıyoruz hem de eleştiriyoruzki özgüvenlerini Ülke mizd sağlayabilelim. Bu e
durum, hoş bir diyalog oluşturdu aramızda. Geçenlerde bir öğrencimizi takım kaptanı yaptım. Korkusu gitti ve bana sevgiyle bakıyor.” diyor.
ları antrenör Yaman şöyle anlatıyor: “Çocuklarımız badminton konusunda oldukça istekli. Onları hayattan soyutlandıkları, kendi içlerine çekildikleri dünyalarından çıkartıp bu sporla tanıştırdık. Ancak, tabi ki sorunlar yaşıyoruz. Özellikle çalışacak spor salonu bulma konusunda zorluk çekiyoruz. Okulun spor Tüm takım geleceğe umutla salonu yok maalesef. Bu yüzden bazı liselerin spor salonlarını, bakıyor ya da gençlik merkezinin salonunu kullanıyoruz. Bunlar dışınTakım, işitme engelli çocuklardan oluştuğu için çocuklarda servis konusunda da yaşadığımız problemler var. Ne beledida takıma adapte sorunu yaşanıyor. İçine kapanık olan öğrenyeden ne il spor müdürlüğünden ne de başka bir yerden destek cilerin arasına katılmak ve onlara her konuda destek olmak alıyoruz. Devletin engelli sporcular için ayırdığı bir ödenek var, gerekir. Antrenörleri de bu konuda ellerinden geleni yapmaya ama bundan yararlanamıyoruz ne yazık ki.” Çeşitli zorlukla karşılaşsalar da başarılı olmak istiyor ve bunun için çalışıyorlar. Takımın diğer çalıştırıcısı Cengiz: “Hem ken“Benim annem ve babamda işitme engelli. Ayrıca dimiz için, hem de çocuklarımıza yönelik hedeflerimiz işaret dili tercümanıyım. Bu sayede çocuklarla var. Diğer antrenör arkadaşımında, benimde branşımız Kendimizi antrenör olarak bu spor dalında daha iyi anlaşabiliyorum. Bizim için önemli olan, badminton. geliştirmek istiyoruz. Takım açısından da hedeflerimiz engelli bireylerinde sosyal hayatının olduğunu var. Öğrencilerimizin milli takıma girmesini istiyoruz. ve kendi kabuklarına çekilmemesi gerektiğini Onlarda kendini geliştirmeli. Bu anlamda genç bir takımız, ama; ileride daha iyi olacağımızı düşünüyorum. göstermek.” Şimdilik herşey yolunda bizim için.” dedi.
çalışır bir öğretmenin öğrencisiyle bütünleşmesi gerektiğini düşünerek. İlköğretim beşinci, altıncı ve yedinci sınıf öğrencileri olan sporcuların geleceğe dair planları var. Bunlardan biri Hanife Ocak. Öğretmeni Pınar Özdemir’in yardımıyla konuşuyoruz onunla. Ocak; “Badmintonu çok seviyorum. Bu sporla ilgilendiğim zaman kendimi güçlü ve çevik hissediyorum. Birşeyler başardığımı görmek ve bunu etrafıma göstermek bana mutluluk veriyor. İleriki yıllarda bu spordaki başarımı geliştirmek istiyorum. Meslek hayatımda da doktor olmak en büyük hayalim. Umarım gerçekleştirebilirim. Ailem de hayat mücadelemde hep yanımdalar ve bana destek oluyorlar. İşitme engelli olup olmadığını ayırt etmeden tüm engelli arkadaşlarımı herhangi bir sporla ilgilenmeleri için sürekli teşvik ediyorum. İçlerine kapanmasınlar ve özgüvenleri yerine gelsin.” diyor işaret diliyle. Masa tenisinde Türkiye ikinciliği elde eden Ocak, başarısını bu dalda da kanıtlamak istiyor. Serdar Han Bucakan ise; “Ben masa tenisini daha çok seviyorum ama, badminton da güzel bir spor dalı. Bir sporla uğraşırken kendimi daha iyi ve çevik hissediyorum. Birşeyler başardığını görmek kadar mutluluk verici bir başka duygu yok insan için. Özellikle bizim gibi engelli bireylerin farklı uğraşlar içinde olması hayata bağlanmalarını sağlayan en önemli faktör. Engelli olmak, sosyal hayatta varolmayı engellememeli. Benim düşüncem bu yönh mint on, enüz yen de. Bu konuda en büyük desteği ise dedemden görüyorum. i say haya engell Büyüdüğüm zaman polis olmak istiyorum. Günlük hayatta ılabi i öğ ta a l r e işitme cihazı kullandığım için pek sıkıntı çekmiyorum d e c a n e faali yetle pte olm cilerin e k bir spo aslında. Az da olsa televizyon izleyebiliyor dal Enge rden b alarına ğitimrum. Konuşulanları pek anlayamıyorum ı ola öğre lliler iri o olan n t l i F a b tabi ki. Bunlar çok sorun değil benim için m ak badm e r a inton derasyon ak dikka sağlaya sırasınd dama, net olarak kız kardeşimi duymak ve t u a n yind onunla sohbet edebilmek isterdim.” diyor bueki iş turnuvas ’nun dü çekiyor. sportif İ duyu itme e ı, ilköğ zenlem ruk bir ifadeyle. Sporcuların hepsinin geleceğe ngel retim iş ol şitme rma ve hayatlarına dair istekleri var. Bu istekleri yerine l d i im uğ ve öğ turnu getirme konusunda da oldukça azimliler. vad kanı ve rencile lise dü u
zere s aday a şamp riyor. ların Düze eslerini iyonl da nl u Mevl üt Hi n biri o ğun en bü enen lan çyı yü liler İlköğ lmaz İşit Kırıkkal k me e re de v arız tim Oku Engelguru demen lu, biz runu in h a k l y ı a öğre ncile şatıyor rine.
Çalışma alanları oldukça kısıtlı Takımın oyuncuları da, antrenörleri de badmintonla ilgilendikleri için oldukça mutlular. Ancak, çoğu spor dalında olduğu gibi onların da yaşadığı sıkıntılar var. Yaşadıkları zorluk-
“Engelli sporcularda başarıyı yakalamak daha kolay” Badminton futbol, basketbol, masa tenisi kadar tanınan bir spor dalı değil. Bu sporla ilgili teknik bilgileri bilgileri ise antrenörler Yaman ve Cengiz’in hocası olan Ayla Karakullukçu Özkan veriyor. Özkan: “En az iki kişiyle oynanan bu sporun beş ayrı katagorisi var. Bunlar; tek erkekler, çift erkekler, çift kızlar, tek kızlar ve bir erkek bir kızdan oluşan miks. Badmintonda yapılan her hata sayı demektir. Hatasız oynamak ve çizgiler de dahil olmak üzere herşeye dikkat etmek gerekir. Saha hakimiyeti de oldukça önemli. Maçlar yirmibir sayıda biter. Eğer beraberlik olursa oyun uzar.” Engelli sporcuların diğer sporculara göre öncelikli olması gerektiğini düşünen çalıştırıcı Yaman: “Engelli sporcularda başarıyı yakalamak diğerlerine göre daha kolay. Bu alanda sporcu sayısı az olduğu için başarı oranı da artıyor doğal olarak. Bu yüzden onlar öncelik sahibi olmalı.” diyor. Öğrencisi Yaman’la benzer fikirlere sahip olan Özkan da: “Badminton, bireye mutluluk veren bir spor. Sporcuların topa vururken gözlerinin güldüğünü görebiliyorum. Engelli bireylerin sosyalliğinin artması için geçtiğimiz aralık ayında ‘İllerarası İşitme Engelliler Badminton Şampiyonası’ düzenlendi. Eşim İşitme Engelliler Federasyonu Resmi Milli Takım Badminton Antrenörü. Bu şampiyonayı düzenleyen de kendisi. Yaklaşık yirmi yıldır bu branşla ilgileniyor ve mesleğini severek yapıyor. Onun ve bizim için bu şampiyonanın ayrı bir önemi var. Çünkü bu alanda yapılan ilk şampiyona bu. Şampiyonaya; Eskişehir, Kayseri, Kırıkkale ve Ankara’dan sporcular katıldı. Kimi şehirler kulüp olarak kimisi de okul olarak geldi. Şampiyonanın sonucunda Eskişehir galip geldi. Amacımız, engelli çocukları yalnız bırakmamak. Bu işe gönül vermiş insanlar, onlar için ellerinden gelen her türlü fedakarlığı yapıyor. Servislerini ayarlıyoruz, eşofmanlarını alıyoruz. Yeter ki onlar sosyal hayatta varolabilsin.” diyerek ifade ediyor. Engelli insanların sahip olduğu ayrı bir dünya yok. Onlar da diğer insanlar gibi yaşıyor ve hayata tutunmaya gayret ediyorlar. Bu gibi sportif etkinlikler onların da bu yaşamın bir parçası olduklarını tüm topluma benimsetmeyi ve engelli sporcuların kendilerine olan güvenlerini pekiştirmeyi amaçlıyor. Mevlüt Hiçyılmaz İşitme Engelliler İlköğretim Okulu bu açıdan bakıldığında önemli bir örnek.
SAYFA TASARIM: ENDER YAZICI & BURAK SOMUNCU
KAMPUS 10
SPOR
Tarihin en büyük futbol faciası:
NİSAN 2011
Kanlı pazar
Son zamanlar sporda şiddet sıkça konuşulan konuların başında geliyor. Özellikle futbolda şiddet, zaman zaman tehlikeli boyutlara tırmanıyor. Karşılaşmaları izleyen taraftarların belirli ahlak kuralları içinde kalarak toplu halde, yaptıkları tezahürat makul bir davranış, ama toplu halde taraftarların birbirine saldırması sporun ya da sportmenliğin neresine sığdırılabilir? Bu tür davranışlar futbol tarihimize Kanlı Pazar olarak yazılan Kayserispor-Sivasspor karşılaşmasından çıkarmamız gereken derslerden çok uzakta olduğumuzu gösteriyor. HABER: ERMAN BALAK
Futbolun günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası olduğu yadsınamaz bir gerçek ama tribünlerde ve sokaklarda taraftarlar arasında yaşanan şiddet eğilimi futbolun sosyal boyutunu tartışılır hale getiriyor. Karşılıklı küfürleşmeler, birbirini linç etmeye çalışan erkek taraftarlar, saç saça baş başa dövüşen ve bir antrenöre ayakkabısını fırlatan hanımefendiler, hatta sahada tartışıp küfürleşen futbolcular spor olgusunu kirletiyor. Küfürleşmeler, ufak tefek kavgalar birikerek taraftarlar ve kulüpler arasında nefrete dönüşebiliyor. Futbol tarihimizde bu nefretin tetiklediği acı bir müsabaka olarak yazılan Kayserispor-Sivasspor karşılaşması tribünlere ve sokağa egemen olmaya başlayan şiddetin nerelere varabileceği noktasında yol gösterici ve dersler çıkarılması gereken bir olay. 29 Mayıs 1985’te Brüksel’de oynanacak olan Juventus- Liverpool maçı öncesinde çıkan olaylar sonucunda 39 kişinin hayatını kaybetmesiyle tarihe Heysel Faciası olarak geçen olaydan önce, 17 Eylül 1967 de oynanan Kayserispor-Sivasspor maçında çıkan olaylar sonucu 43 Sivasspor taraftarının hayatını yitirdiği büyük arbede, tarihe dünyanın en büyük ikinci futbol faciası olarak geçti. Olaylarda hayatını kaybeden insanlar açısından Kayserispor-Sivasspor karşılaşması birinci sırada yer alsa da, şiddet açısından Juventus-Liverpool karşılaşması birinci sırada yer almakta. Çünkü Heysel Faciası’nda görülen silahlı çatışmalar Kayserispor-Sivasspor karşılaşmasında yaşanmamıştır. Ama bu durum, olayın Türk futbol tarihine kara bir leke olarak geçmesini engellemeye yetmemiştir. Şimdi ayrıntıları ile ele alacağımız bu olayın benzerlerinin yaşanmaması için buradan çıkarılacak derslere ihtiyacımız var.
Maç öncesi kentin durumu Maç öncesinde şehirdeki hâkim olan gergin hava adeta olayların habercisi niteliğindedir. Bu talihsiz maçın tek golünü atan ve daha sonra ayaklarım kırılsaydı da o golü atmasaydım diyen Kayserispor’un forveti Oktay Aktan, maç öncesi yaşananları şöyle anlatıyor: “Sivasspor’la oynayacağımız maçtan bir gün önce, Kayseri’ye trenle gece geç saatlerde gelen Sivassporlu taraftarlar, Kayseri’de gerginliğe neden oldu. Geneleve zorla girip oradaki kadınlara tacizde bulunan taraftarlar, yemek yedikleri lokantanın parasını ödemedikleri gibi, gece naralar atarak bizim kamp yaptığımız oteli saat 02.30’da basacak kadar cüretkâr davrandılar. Kendilerini güçlükle yatıştırabildik.” 2. lig müsabakası olan maçta çıkan olayda, şehirlerarası ekonomik rekabet de önemli bir rol oynamış. Hatta bu maçtan sonra uzun bir süre iki şehir ekonomik anlamda birbirine neredeyse ambargo uygulamış, yıllarca Kayserililer Sivaslı esnaftan, Sivaslılar da Kayserili esnaftan alışveriş yapmamış. ‘Kayserispor Tarihi’ adlı dört ciltlik bir eser yayınlayan ve Kayserispor adına geniş araştırmalar yapan, Kayseri Spor Gazetecileri Derneği Onursal Başkanı Mustafa Cengiz, böyle bir maç kavgasının bu denli büyük boyutlara ulaşmasında şehirlerarası ticari rekabetten kaynaklanan gerginliğin de etkili olduğunu söylüyor. Cengiz; “Özellikle Kayserispor’un amatör ligden 2.
lige yükselmesi, şehirlerarasındaki var olan rekabetin daha da artmasına, dolayısıyla futbola yansımasına sebep olmuştu. Aslında, olaylı maçtan önce, iki takım taraftarı arasında yaşanan küçük çaplı gerginlikler, böylesi büyük bir olayın habercisi olmuştu adeta. 4 Eylül’de Sivas’ta oynanan maç da gergin geçmişti. Bu gerginliği üzerinden atamayan taraftar, zaten patlamaya hazırdı. Tüm bunların üzerine bu maç da eklenince, olanlar oldu zaten.” diyor.
Felaketin başlama düdüğü Böylesi gergin bir ortamda maçın başlaması için çalınan düdük, bir bakıma 43 kişinin ölümüne zemin hazırlar. Oktay Aktan’ın attığı gole, ofsayt gerekçesiyle Sivasspor taraftarları tepki gösterir ve yardımcı hakeme yabancı madde fırlatır. Bunun üzerine hakem Lütfi Kuşdemir, iki yardımcı hakemin yerlerini değiştirerek gol kararını verir. Gol kararıyla Kayserispor taraftarlarının sevinçten çılgına dönmesi ve amigo Hayri Güçlün’ün motosikletiyle stat içerisinde Kayserispor bayraklı bir şov yapması, Sivasspor taraftarlarını kelimenin tam anlamıyla çıldırtır. Bu olayın üzerine başlayan karşılıklı küfürleşmeler o günün olaylarını tetikleyen ilk neden olur. Maçın ilk yarısı neredeyse her futbol müsabakasında görmeye alışık olduğumuz bir hava ile sona erer. Devre arasında da türbinlere hâkim olan gerginlik, futbolcuların ikinci devreyi oynamak için sahaya çıkmalarına engel olur. Futbolcular henüz soyunma odasındayken, Kayserisporlu taraftarların tel örgülerden atlayarak taş ve sopalarla rakip takım oyuncularına saldırmak istemesiyle, Sivassporlu taraftarlar, panik içinde kapılara doğru kaçmaya başlar. Onlarca kişinin hayatını kaybetmesi ve yüzlerce kişinin yaralanması bu kaçış ile başlar. 43 kişinin hayatını kaybettiği ve yüzlerce kişinin yaralandığı bu olayın en dikkat çekici yönlerinden biri de, tüm bu yaşananlarda bıçak ve silah gibi ölüme sebebiyet verebilecek hiçbir nesnenin kullanılmamış olmasıdır. Olayda zarar gören insanların tamamı, paniğe kapılan taraftarların ayakları altında kalmış, içe doğru açılan kapılar ile duvarlar arasına sıkışarak yaralanmış ya da can vermiştir. Olaydan sonra maçın hakemi Lütfi Kuşdemir hükümete bilgi vermek için Ankara’da yapılan toplantıda, maç esnasında yaşanan gerginliği şu sözlerle anlatıyor: “Maçın 20. dakikasında Kayserispor bir gol atınca, konuk takım taraftarları, golün ofsayt olduğunu iddia ederek yardımcı hakeme yabancı maddeler attı. Bunun üzerine iki yardımcı hakemin, Hamdi Turan ile Ali Tokalı’nın yerlerini değiştirerek maça devam ettim. Birinci
devre bu şekilde tamamlandı. Ancak seyircilerin taşkınlıkları son raddeye varmıştı. Soyunma odasına futbolcular ve hakem arkadaşlarımla birlikte gittik, ancak ikinci devreyi oynatmak için sahaya çıkmak bile kısmet olmadı.”
Önlemler yetersizdi Artık olan olmuş, 43 kişi hayatını yitirmiş, futbol yerini kanlı bir kavgaya bırakmıştı. Çılgına dönen taraftarlar ne yaptığını bilmeden kendini dışarı atmış, kimi yakınlarını bulmaya çalışırken, kimi de etrafında ne bulursa yakıp yıkmaya başlamıştı. Artık iki takımın taraftarları sakinleştirilemez bir hale gelmişti. Kayserispor taraftarları gördükleri Sivas plakalı araçları, Sivasspor taraftarları ise Kayseri plakalı araçları ateşe veriyordu. Kayseri’de gelişen bu olaylar kısa bir süre içinde Sivas’ta duyulunca, çılgına dönen Sivaslılar, Kayserili esnafların dükkânlarına saldırmış. Neyse ki Sivas’ta güvenlik önemleri kısa sürede alınmış ve deyim yerindeyse ikinci bir felaketin eşiğinden dönülmüştü. Olaylar maça günler kala birbirini tetikleyen küçük olaylarla başlamış, maç esnasında çıkabilecek muhtemel olayların önüne geçebilmek için bilgilendirme görüşmeleri yapılmış. Özellikle Sivaslı bürokratlar Kayseri valisine ve Kayseri Emniyetine çektikleri telgraflarla maç öncesinde Sivas’ta ki genel atmosferi anlatmış, otobüslerle ve trenle çok sayıda taraftarın Kayseri’ye geleceği bilgisini vererek önlem alınmasını istemiş. Maçı canlı olarak izlemiş ve olayları görüntülemeyi başarmış iki gazeteciden biri olan Mahmut Sabah, olayların günler öncesinden geliyorum dediğini, ama buna rağmen alınan önlemlerin yetersiz olduğunu söylüyor. Dönemin Hürriyet Gazetesi bölge müdürü Mahmut Sabah’a göre, Sivaslı bürokratların uyarıları dikkate alınıp, güvenlik önlemleri zamanında alınmış olsaydı, bu olaylar belki de hiç yaşanmamış olacaktı. Sabah: “Stat içinde ve çevresinde çok az asker vardı. Muhtemelen dönemin valisi ve garnizon komutanı bu sayının yeterli olduğunu düşündüler. Fakat olaylar patlak verdiğinde asker sayısı çok yetersiz kalmış, askerler olayı engellemekte yetersiz kalmıştı. O dönemde iller yasasına göre valilerin maçlara katılmaları zorunluydu. Çünkü yine bu yasaya göre asker sayısının artırılması için garnizon komutanına vali tarafından emir verilmesi gerekiyordu. Fakat belki talihsizlikten, belki de bir yönetim zafiyetinden dolayı vali maça katılamamıştı. Hatta o saatlerde şehir dışında özel bir yemekte olduğu söylenmişti. Bu yüzden de olaya takviye güçler getirilememişti. Belki böyle bir güvenlik zafiyeti olmasaydı olay bu boyutlara ulaşmaz, gerginlik çok fazla tırmanmadan önlenirdi. Çünkü taraftarların stat içinden kontrollü bir şekilde çıkartılması gerekiyordu. Nitekim böyle olmadığı için 43 kişi kapılarda sıkışarak can verdi.”diyor. Ağır cezalarla yöneticiler görevden alınır Bu üzücü olayın ardından yetkililere verilen cezalar can yakıcı olmuş, ama 43 kişi için çok geç kalınmıştı. Aslında olayın bilânçosu düşünüldüğünde hangi ceza 43 yaşamı geri getirebilir ya da hangi ceza bu bilânçoyu kaldırıp insanların içini soğutabilirdi ki? Bilinen bir gerçek var ki, o da asıl cezanın futbola kesilmiş olmasıdır. Bu olayın sonucunda da Futbol Federasyon’nun belirlediği cezalar şu şekilde olmuş; Kayserispor ve Sivasspor’un hükmen yenik sayılması, Kayserispor ve Sivasspor maçlarının rakip takım sahalarında oynanmaları, Kayseri şehrindeki statların bilumum müsabakalara kapatılması. Amaçsızca çıkan kavgadan geriye uzun süre spordan yoksun yaşayacak bir şehir kalmış. Sadece kulüp yöneticileri ve takımlar değil kamu çalışanları ağır cezalar almış. Tarihe ‘Kanlı Pazar’ olarak adını yazdıran olayın bu denli büyük boyutlara ulaşmasında güvenlik zafiyeti olduğu gerekçesiyle, Kayseri Valisi Nazım Üner, Kayseri Emniyet Müdürü Şerafettin Gökçeören, Sivas Emniyet Müdürü Nihat Öztürk bir gecede görevlerinden alınmış ve haklarında soruşturma başlatılmıştır.
SAYFA TASARIM: MUSTAFA DEMİRCİOĞLU
NİSAN 2011
HABER
KAMPUS 11
Ülkesinin içinde bulunduğu sistemi protesto etmek için katıldığı bir eylemde kolluk kuvvetlerinin objektifine yakalanınca kimliği deşifre olan İranlı Mezdek Abdipour, daha önce kendisi gibi deşifre olanların başına gelenleri yaşamamak için çok sevdiği ülkesini terk etmek zorunda kalır. Vatan ve aile özlemi dayanılmaz olsa da değerleri ve adalet uğruna çıktığı bu yolda önüne serilen engellere siper ediyor kendini Mezdek Abdipour. Bir gün kavuşacağını umduğu memleketinin ve özgürlüğün hasretinden alıyor dayanma gücünü. HABER: HABİBE SONER
Son günlerde Orta Doğu’da yaşanan sıcak gelişmeler tüm dünyanın gündemini sarsmaya devem ederken, bu hareketliliğin temelinde yatan nedenlerin ipuçlarını İran vatandaşın Mezdek Abdipour’un başından geçenlerden hareketle daha iyi anlayabiliriz. Mezdek Abdipour (35) ailesini ve canından çok sevdiği vatanı İran’ı 2008 yılında terk etmek zorunda kalır. Vatanını terk etmek kimin göre basit bir sonuç gibi görünse de Abdipour için büyük bir bedel olur vatansız kalmak. O dönem, ülkesi İran’da yapılan seçim, onun idealleri için geri dönülmez bir sürecin başlangıcı olur. O yıl yapılan seçime hile karıştırıldığını düşünen Abdipour, daha demokratik bir zeminde seçimlerin tekrarlanması ve seçme haklarının geri verilmesi için onun gibi düşünenlerin organize ettiği ve Yeşil Harekât adı verilen gruba katılarak sesini protestolarla katılarak yetkililere duyurmaya çalışır. Yeşil Harekât’ın üyeleri harekâtın sembolü olarak belirlenen ve bileklik gibi kollara bağlanan yeşil kurdelelerini takarak sokaklarda protestolar gerçekleştirirler. Mezdek Abdipour’a ülkesini terk ettiren neden de katıldığı bu protestolardan birinde çekilen bir fotoğraf olur.
Fotoğraf karesine girince deşifre oldu Mezdek Abdipour demokratik her ülkenin vatandaşlarına tanıdığı protesto hakkını kullanır. Seçimlerin şaibeli olduğuna inandığı için yasal olarak hakkını talep eder protestolarda. Fakat demokratik görünen ama tam aksine tek sesliliğin büyük savunucusu İran hükümeti de protestocuların peşindedir. Protestocu Yeşil Harekâtçıların peşinde olan İran kolluk kuvvetleri çektikleri fotoğraflarla protestocuları deşifre etmeye çalışır. Mezdek Abdipour da farkında olmadan kolluk kuvvetlerinin objektiflerine yakalananlardan biri olduğunu fark edememiştir. İranlı polisler tarafından gösteri esnasında grubundaki arkadaşlarıyla aynı fotoğraf karesinin en önünde belgelenen Abdipour, arkadaşlarıyla birlikte fişlenip, müfsit ilan edilir. Bir fotoğraf yüzünden artık arananlar listesinin bir numaralı adamı olan Abdipour, hayatını ters yüz edecek olaylar zinciri içerisinde bulur kendini. İlk olarak hakkında tutuklama kararı çıkar. Abdipour’un artık ne rahatı ne de huzurlu bir yaşamı kalmıştır. Zaten sınırlı olan özgürlükler onun açısından tamamıyla rafa kaldırılmıştı. Bir fotoğraf karesi alıp götürür elinden tüm sahip olduklarını. Gizlenip saklanmaya çalışsa da kısa süre sonra yakalanmaktan kurtulamaz. Ceza evine gönderilen Abdipour, teksesliliğe karşı gelip demokratik hakkını kullandığı için çeşitli işkencelere tabi tutulur. Nemli ve karanlık koğuş köşelerinde çok zor günler geçiren Abdipour, daha sonra kefalet karşılığı serbest bırakılır. Ama bu serbestlik hayatın normale döndüğü anlamına gelmemektedir maalesef. Kaçış, umudun yeni kapısı olur Mezdek Abdipour serbest bırakılır, ama fişlenmiş bir insan olarak atacağı her adımın takip edileceğinin de farkındadır. O vatanına ve milletine faydalı olabileceğini düşündüğü girişimleri İran’da gerçekleştiremeyeceğini anlayınca, çareyi ülke dışına çıkmakta bulur. Coğrafi yakınlığı ve mültecilere olan ılımlı yaklaşımını bildiği Türkiye’ye gelmeye karar verir. İran’dan Türkiye’ye geliş öyküsü, umut tacirlerine ödediği 1500 dolar sonrası başlar. Uzun, zahmetli ve bir o kadar da yorucu yolculuğu eski bir kamyon kasasında tamamlar. Kamyondan indikten sonra ise Urumiye üzerinden Van’a geçmek için gece gündüz yürür ve sonunda Van’a ulaşır, ama çekecek çilesi bitmemiştir. Van’da Türk polisleri tarafından yakalanır. Polisler Abdipour’un köken ve kimlik bilgileri gibi bir kişiyi tanımaya yarayan kimlik bilgilerini öğrenmek ister.
Abdipour polislere, İranlı olduğunu söylerse, ülkeme geri gönderilirim korkusuyla Afganistanlı olduğunu söyler. Polislerden Birleşmiş Milletlere teslim edilmesini ister. Ama polisler Abdopour’un Afganistanlı değil, İranlı olduğunu ve oradan ülkeye kaçak giriş yaptığını kısa süre sonra anlar. Resmi işlemler tamamlandıktan sonra İran’a teslim edilir. İran sınırında bir hafta geçirir. Pes etmez tabi. Onun için özgürlüğüne ulaşmak en büyük idealdir. Özgürlüklerin sınırlandırıldığı ve baskının hâkim olduğu İran’a geri dönmemeye kararlıdır. Tekrar Türkiye’ye girmek için fırsat kollayan Abdipour’un beklediği fırsat gecikmez. Tekrar Urumiye üzerinden Van’a gelir. Polisler tarafından tekrar yakalanır. Sil baştan tekrar anlatır derdini. Birleşmiş Milletlere teslim edilmesini ister. Bu sefer istediği olur ve Birleşmiş Milletler’e teslim edilir. Orda kendisine Nevşehir’in de içinde bulunduğu 5 şehirden birine yerleşebileceği ve istediği bir şehri seçmesi söylenir. Türkiye’yi ve yerleşebileceği beş şehri tanımayan Mezdek Abdipour, Nevşehir’i seçer ve oraya yerleştirilir.
ancak yetiyor. Zor yettiriyorum parayı. Nevşehir pahalı bir şehir olduğu için kazandığım para ile yeterli derecede beslenemiyorum. Daha çok çalışmak istiyorum ama çalışma iznim olmadığı için halk iş vermekten kaçınıyor. Onlarda haklılar tabi. İznim olmadığı için beni çalıştırırlarken yakalansam ben sınır dışı edilirim onlara da türlü cezalar uygulanır. Bunu göze almak kolay değil. Bir de insanlar mültecilere kuşku ile bakıyorlar. Bununda iş bulmam veya ev kiralamam üzerinde etkisi var. Şöyle düşünüyorlar: Eğer ülkelerinde kötü bir şey yapmış olmasalardı Türkiye’ye kaçmazlardı. Demek ki orda sevilmiyorlar. Ama ben ülkemde kötü bir şey yapmadım. Düşüncemi savundum. Hakkımı aradım, ama insanlar beni anlamıyor. Buraya geldim, çünkü başka çarem yoktu. Mülteci olmayı ben istemedim, mecburdum mülteci olmaya.” diyor mülteci Abdipour.
“Mültecilere ev vermiyorlar” Geçici ikametgâhla Nevşehir’e yerleşen Mezdek Abdipour’u burada da türlü sıkıntılar beklemektedir. Bundan böyle bilmediği yabancı bir şehirde ve tanımadığı bir kültürün içinde geçici de olsa ekmeğini kazanıp, yaşamak zorundadır. Burada yüzleştiği en büyük sıkıntı barınma sorunudur. Halk ona mülteci olduğu için ev vermeye pek yanaşmaz. Bir taraftan da kiraların yüksek olması ev bulmasını zorlaştırır. O bu sıkıntıları şöyle anlatıyor: “Halk mülteci olduğumu öğrendiği zaman bana ev vermekten kaçınıyor. Bir bahane buluyor ve kiralık evini bana kiralamıyor. Zaten ev kiraları da çok yüksek, her evi de kiralayacak bütçem yok. Kirası daha az olduğu için bodrum katlarını tercih etmek zorunda kalıyoruz.” Abdipour’un karşılaştığı bu sıkıntılar aslında onun gibi mülteci ve geliri olmayan birçok insanın da kaderi adeta. Türkiye’yi ve Türkleri sevdiğini söyleyen Abdipour, güzel Türkçesi ile de bu sevgisini kanıtlıyor bize. Bu şartlar altında Türkiye’de yaşamak üzüyor onu. Mülteci olduğu için bu çok sevdiği Türkiye’yi daha yakından tanımak için gezemiyor. Söz arasında Ahmet Kaya dinlediğini, Orhan Pamuk okuduğunu ve Yunus Emre’yi çok sevdiğini öğreniyoruz. Amerika’ya ve Norveç’e de gitmek istiyor.
“Umudumu kaybetmiş değilim” İnsan umudu ile zorluklara dayanır, ne kadar zor durumda olursa olsun, yaşama isteğini kolay kolay kaybetmez. Abdipour da bir gün özgürlükler içinde memleketine dönebileceğinden umudunu kesmiş değil. En büyük ideali olan özgürlüğü ve düşüncelerini ifade edebilmeyi istiyor. Ailesine hasret. Ailesiyle geçirdiği güzel günleri tekrar yaşamak, ülkesindeki şartların değişmesini, karmaşıklıkların son bulması istiyor oraya dönebilmek için. Abdopour’un: “Ülkemi çok seviyorum, burada da hayalimde yaşatıyorum geçmiş güzel günleri. Ailemi çok özledim. Biran önce her şey yoluna girse de kavuşabilsem onlara.” diyerek belirtiyor özlemini. Nevşehir de geçici ikametgâhla kaldığı için hava almak için bile olsa şehir dışına çıkamıyor. Şehir dışına çıkması için Emniyet Müdürlüğü’nden izin alması ve her gün imza atarak Nevşehir de olduğunu belgelemesi gerekiyor. Benzer şartlar altında bizimle aynı geceye yatıp, bizimle aynı sabaha uyanan insanları biraz daha iyi anlayabilmemizi sağlıyor İranlı Mezdek Abdipour.
İran’da inşaat mühendisi, Nevşehir’de amele İran’da inşaat mühendisliğini yapan Abdipour Nevşehir’de mesleğini yapamıyor doğal olarak. Geçinini sağlamak zorunda olan mülteci Abdipour, Nevşehir’de bulabildiği gündelik hiçbir işi kaçırmamaya gayret ediyor. Ev kirası ve faturaların her ay düzenli bir şekilde ödenmesi gerekiyor. Bunun yanında yiyecek , giyecek gibi temel ihtiyaçlar da eklendi mi ona boş geçireceği vakit bile kalmıyor neredeyse. O da farkında olduğu bu durum karşısında, asıl mesleği mühendislik olsa da Nevşehir’de amelelik yapıyor, ya da günlük 15 TL’ye bulabildiği işlerde çalışıyor. Abdipour: “Ellerim çalışmaktan nasır tuttu. Ellerimin nasır tutmasından şikâyetçi değilim. Elbette çalışacağım, ama çoğu kez bu çalışmamın karşılığını alamıyorum. Hakkım olan parayı vermiyorlar. Hakkımı aradığımda ise senin zaten çalışma iznin yok, niye çalılaşıyorsun diyorlar.” Abdipour, İran’daki ailesine maddi anlamda yardım etmek istiyor. Çünkü İran polisi tarafında ailenin banka hesapları kontrol altında tutuluyor. Ailesi de ona maddi olarak yardım edemiyor. Çünkü yardım alırsa, Türkiye’den ve Birleşmiş Milletler’den aldığı yardım kesilecek. Haftanın belli günlerin de iş bulup çalışabiliyor. “Her gün iş bulamıyorum zaten. Kazandığım para ev kirasını ödemeye elektriğe, suya SAYFA TASARIM: SERVET TURSUN
YAŞAM
KAMPUS 12
NiSAN 2011
“DİREKSİYON BAŞINDA,
YOLLARIN
HABER & FOTOĞRAF: MERVE BOSTANCI
TÜRKÜSÜNÜ DİNLEDİM” Soğuk, kar, buz, fırtına her şeyi gördüm yollarda. Bazen kar yolları kapatınca mahsur kaldım, bazen de parasız kaldım. Zor zamanlardı. ” Dağdelen, böyle anlatıyor kamyonculukla tanışma serüvenini. Geriye baktığında heybesinde ne çok hikâyesi olduğunu görüp kendisi de şaşırıyor. Anlattıkça uzuyor yollar…
“67 vilayetten 66’sına ayak bastım” Türkiye’yi karış karış gezmiş olan Dağdelen, zihninde biriktirdiği ayak izlerini hatırlamaya çalışırken bazen zorlanıyor. Sonra kaldığı yerden devam ediyor söze: “Türkiye’de bir Ağrı’ya girmedim. O zamanlar 67 vilayet vardı. 66’sına, yük taşıdım. Edirne’den Hakkâri’ye kadar ayak basmadığım yer kalmadı. Bazen bir ayda çok sefer yaptığım yerler oldu. Ordu’ya bir ayda dokuz sefer yaptığımı bilirim. Ordu’da ve onun gibi çok sefer yaptığım yerlerde artık beni tanıyorlardı. “Dağdelen yine mi geldin” diyorlardı. Evin yolunu unuturduk çalışmaktan. Çocuklarımı hiç göremezdim, özlerdim.” İBRAHİM DAĞDELEN
Yollar, insanları, hayatları birbirine bağlarken, hayatın gerçek yüzlerine dokunan terennümleriyle de çıkar karşımıza. Yaşam kavgası, ekmek parası süsler yolları aslında acı bir tebessümle. Yoldaki çizgiler, surette oluşmuş manalı çizgilere dönüşmüştür artık. Bir yol türküsü tutturur şoförler, o türkü, yakın yapar uzakları onlara. Alıp başını giderken uzaklara, onlara yarenlik eden, ellerinden tutan bir türküdür bu. Her biri kendinden bir parça bulur. Hasretleriyle yüzleşip efkârlı nazarlar savurur gökyüzüne. Şimdilerde koca bir çınar olan İbrahim Dağdelen de uzun yıllar boyunca fısıldamış o yol türküsünü. Kamyon, dolmuş taksi, otobüs, minibüs, ona arkadaşlık etmiş uzayan yollarda. Heybesindeki anıları, yüzündeki manalı çizgilere karışmış olsa da; masal kadar hayal, bugün yaşanmış kadar gerçek bir dünyayla çıkıyor karşımıza. İbrahim Dağdelen, 1929 yılında Bursa’nın Gemlik ilçesinde, dört kardeşin en küçüğü olarak dünyaya gelir. Babası Halil Dağdelen, üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın en yakın arkadaşıdır. Aynı mahallede doğup büyümüş, aynı Rüştiye’nin yolunu tutmuşlardır. Babasından kahramanlık hikâyeleri dinleyerek büyür İbrahim Dağdelen. Çünkü babası cesur bir askerdir. Cepheden cepheye koşmuş, savaşmış, esir düşmüş, açlık ve sefaletle mücadele etmiştir. Yıllar sonra esaretten döndüğünde, kendinden geriye, bir gazi ünvanı ve bir de ağlayarak anlattığı savaş anıları kalır. İbrahim Dağdelen, derinlere saklar babasının izlerini. Büyük bir mücadele ruhuna sahip olur. Atatürk’ün ölmeden önce açtığı son fabrika olan, Gemlik Sunii İpek Fabrikası’na 15 yaşında girer çalışmak için. 20 yaşına kadar makine bakımcı olarak çalışır fabrikada. Ve sonra askere gider. Askerden dönüşünde başlayacaktır yollarla yarenliği.
“Sermayem iki bilezikti” Yorgun, ağır kelimelerin gizeminde başlıyor İbrahim Dağdelen’le hasbihalimiz. Yorgun ama kararlı sesiyle, anlattıklarını bugün yaşıyormuşçasına, sözcüklere hükmediyor. “ Askerden geldikten sonra evlendim. Durumumuz çok iyi değildi, çalışmam lazımdı. Kamyonculuk yapmayı düşündüm ama sermayemiz yoktu. Sadece hanımın iki bileziği vardı. Düşündüm, sonra hanıma; “bana o iki bileziği verir misin” dedim o da kırmadı, bileziklerini bana verdi. 1952 sonuydu. O iki bilezik benim sermayem oldu, borca girdik, kamyon aldık. İlk ekmek teknemizdi o bizim. Austin’di markası. Zeytin taşımakla başladım. Çok zor zamanlar geçirdim. Eskiden zahmetliydi her şey.
Sarıkamış’ta kurtlarla dans - Bolu Dağı efsanesi Kamyonculuk yaptığı süre içerisinde zor zamanlar görür geçirir İbrahim Dağdelen. Yolda bir gece, bin geceye bedel olur bazen. Gecenin ve yıldızların kanatlarına sığınır. Bolu Dağı’nda kar yolları kapatır, Sarıkamış’ta kurtlar saldırır. Bazen de kamyona benzin koyacak parası yoktur. Çaresizlik, soğuk, kar, dağlarda yabani hayvanlar, umutsuzluk sarsa da her yanını dayanması gerekir. Bilir ki, ekmek bekleyen eşi ve üç çocuğu, eve döndüğünde onu coşkuyla karşılayacaklardır. O zor zamanları şöyle dile getiriyor Dağdelen: “ Sarıkamış’ta bizim Kurt Boğazı dediğimiz bir yer vardır. Oraya girdiğin anda seni 15–20 kurt takip eder her zaman. Kurtlar aç, hava soğuk, biz donmak üzereyiz. Dursak kurtlar kamyonun lastiklerini de bizi de parçalayacaklar. Öyle bir yer ki yardım da çağıramazsın. Kaderinle bir başına, çaresizsin. Direksiyonu tutmaktan ellerim donardı, bir sağ elimi, bir sol elimi ısıtıp, yola öyle devam ederdim. Kurtlar vazgeçmezdi saldırmaktan, olabildiğince hızlı geçmeye çalışırdım oradan. Bolu üzerinden sefer yaptığım zamanlarda da, kış geceleri çok zor geçerdi. Bir gece Bolu Dağı’nda kaldık. Yollar kapandı kardan. Donmak üzereyiz, yanımda da arkadaşım Ali Gamsız vardı. O şimdi rahmetli oldu. Düşündük napalım diye, donmaktansa çıkardık yedek lastiği yaktık. Hem biz ısındık hem de kamyonun motorunu donmaktan kurtardık. Bir başka seferimde de Mengen’de kapandı yollar. Sis, buz önümü göremiyorum. Doruk Han diye bir yer vardı. Oraya girdim. Hancıyla sohbet ettik. “Bu gece indin indin, yollar tamamen kapanacak, başka türlü inemezsin buradan” dedi hancı. Düşündüm, kamyondaki zeytinleri yerine, vaktinde ulaştırmam lazım. Gayret deyip çıktım yola, ağır ağır ilerledim. Yanımdaki arkadaşım indi, o usul usul kamyonun önünden yürüdü. Ben de kamyonla onu takip ettim. İkimiz de donmak üzereyken bir fırın gördük hemen girdik içeri. Isındık biraz, fırıncıya da teşekkür için zeytin ikram ettik. Sonra devam ettik yola.” İbrahim Dağdelen yüzündeki manalı çizgilerin nasıl oluştuğunu anlatıyor, anılarıyla adeta. Bazen dolu dolu gözlerle, bazen de gülümseyerek. Anlattıkları hayatın ta kendisi; içten ve gerçek. Yolda kurulan küçük dostluklar Bir dost selamı duyar da insan, sığmaz yüreği yere göğe. Büyür o dost selamı, içinde büyüyen bir çocuk gibi. İbrahim Dağdelen de yola her çıktığında doldurur heybesini küçük dostluklarla. O küçük dost selamı yüreğine ulaştığında, unuttuğu ayak izlerini hatırlar. Anlar ki küçük de olsa bakidir ona kalanlar. Eski dostlukları ve yolda onu en çok etkileyen dostluğunu dinlemek iste-
diğimizde şöyle anlatıyor Dağdelen: “Eskiden insanlar birbirine güvenirdi. Şimdiki gibi değildi, güven olunca dostluk da kurabiliyorduk. Bir de kamyoncuyken yolda ne zaman zor durumda kalacağını bilemezsin. Ansızın kamyon bozulur, benzin biter, soğuktan donarsın, paran biter. Şimdi olsa kimse yardım etmez. Ama o zaman herkes yardım ederdi birbirine. Bir gün yine zeytin taşırken Nevşehir’de kaldım. Benzin bitti, param yok. Ne yapsam bilemedim. Oturdum bir yere, kara kara düşünürken, omzumda bir el hissettim. “Hayırdır, ne oldu” dedi biri. Anlatamadım önce. Sonra dostça yaklaşınca durumu anlatmaya başladım. Öyle babacan biriydi ki hemen yemek ısmarladı, önce karnımı doyurdu, sonra elime para sıkıştırdı. Utandım, sıkıldım ama başka çarem yoktu. “Adını söyle bana” dedim. Söylemedi. Ona borcumu ödemem lazımdı, o yanımdan ayrılınca esnafa sordum onun adını. “Veli Dirikoç” dediler. Belli ki Nevşehir’de saygı gören, sevilen biriydi. Aldım benzini çıktım yola. Bursa’ya, eve döndüm. Aklım hep aldığım o borçtaydı. “Oralara yük çıksa da götürsem, borcumu da ödesem” diyordum hep. Bir gün Aksaray’a yük çıktı. Gittim, parayı zarfa koydum, bir de hediye olsun diye bizim oranın zeytinlerinden paketledim. Nevşehir’e uğrayamadım ama oradaki dolmuş minibüslere emaneti teslim ettim. “Veli Dirikoç” adını verdiğimde neredeyse selama duracaklardı, kendisini “baba” diye anıyorlardı. Bir kez daha şaşırdım. Aylar sonra Nevşehir’e yine gittim. Buldum Veli Dirikoç’u. Sohbet ettik. Anladım ki emanet yerine ulaşmış. Çok memnun olmuşlar. Tanımadığım bir memlekette güzel bir dostluk kuruldu.”
Mazisini yol hikâyeleriyle dolduran İbrahim Dağdelen, yıllar önce toprağa bıraktığı tekerlek izlerinde canlandırıyor anılarının resmini. Silinmesin diye de anlatıyor sanki bugün yaşanmış gibi…
Başka araçlarla serüvenler… Ve yollara veda… Zulasında bir mazi dolusu yol hikâyesi taşıyan Dağdelen, zamanın getirdiği koşullara göre 1952 yılı sonunda başladığı kamyonculuğu bir süreliğine bırakır, 1960’ta Pontiac marka dolmuş taksi alır. Altı yıl Bursa’da dolmuş taksicilikle uğraştıktan sonra 1966 yılında CMC marka otobüs alır. Bir süre de otobüsçülüktür onu yollara bağlayan. 1974’te Ford marka minibüs alır. Minibüsçülük te, onu kamyon tutkusundan ayıramayacaktır oysa. 1981’de yine Ford marka büyük kamyon alır ve uzayan yollar yine yoldaşlık eder kendisine. Bu kısacık görünen ama upuzun serüvenini şöyle özetliyor İbrahim Dağdelen: “Dolmuş taksiyle Bursa’nın içinde çalıştım, akşam olunca ailemin yanına dönüyordum. Otobüs aldığımda yine şehirlerarası çok gezdim. Mehter Takımını ve Kılıç Kalkan Ekibini sürekli şehir dışına çıkarıyordum. Minibüsçülük yaparken de sekiz, dokuz yıl Gemlik Karacaali’deki Karaca Kampı’nın hizmetindeydim. Oraya eşimi ve çocuklarımı da götürüyordum, orada beraber kalıyorduk. Sonra yine iş durumlarına göre 81’de tekrar kamyon aldım. On bir yıl yine kamyonculuk yaptım. Baktım ki yoruluyorum, artık eskisi gibi değilim, 1992 yılında kamyonculuğu tamamen bıraktım. Zeytinlik işleriyle uğraşmaya başladım.” Dağdelen, yıllarca ülkenin her yerini gezer dolaşır. Hem ayak izlerini, hem de kamyonun tekerlek izlerini bırakır her yere. Her gittiği yerin ayrı bir güzelliği olduğunu söylese de, sohbet arasında, en çok beğendiği yerlerin Aydın, İzmir, Amasya olduğunu öğreniyoruz. Gaziantep halkının ise çok sıcakkanlı, çok sevecen olduğunu dile getiriyor. Biriktirdiği izler sırdaşı oluyor. İbrahim Dağdelen, günlerini, haftalarını, aylarını yollara adamışken, eşi Müzeyyen Dağdelen de gözler uzayan yolları umutlarıyla. Zamansızlıkları, korkuları öldürmek ister içinde. Hem annedir, hem babadır üç çocuğuna, onlar eksiklik hissetmesinler diye. 2008 yılında İbrahim Dağdelen kaybeder eşini. 82 yaşında yapayalnızdır şimdi, gözleri uzaklara dalar, özlem duyar belli. Tıpkı yolların türküsünü dinliyormuş gibi…
SAYFA TASARIM: KENAN ŞİLEN & ŞEFİK KENAR