Gazete Kampus 44

Page 1

GENÇ İLETİŞİMCİLER YARIŞMASINDA 25 FİNALİST

3

Aydın Doğan Vakfı’nın düzenlediği 22. Genç İletişimciler Yarışması’nda, fakültemiz 25 finalist ile ödül törenine katılacak. Yarışmaya çeşitli dallarda katılan finalistler, ödül törenini heyecanla bekliyor.

Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı

SELÇUKLU SEMPOZYUMU DÜZENLENDİ

4

8

RUMELİKAVAĞI’NDA BİR KARAKABUK

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün himayesiyle Erciyes Üniversitesi’nde gerçekleştirilen sempozyumda, Selçuklu Devleti, tarihi ve kültürel ögeleriyle ele alındı.

İstanbul Rumelikavağı’nda midye toplayarak geçimini sağlayan ‘Deniz Gurbetçileri’ sabahın erken saatlerinde dalıyorlar boğazın serin sularına.

Gazete Kampus

Erciyes Üniversitesi Süleyman Çetinsaya İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi

KASIM 2010

Yıl 4

Sayı 44

Gül ve Wulff Kayseri’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff, Türk-Alman İş Konseyi Toplantısı’na katılmak üzere Kayseri’de bir araya geldi. Kayseri Sanayi Odası ve Kayseri Ticaret Borsası’nın ev sahipliği yaptığı, ‘Türk-Alman Ekonomi Forumu’ toplantısı, Gül ve Wulff’un katılımı ile gerçekleşti. Basına kapalı yapılan yuvarlak masa toplantısının ardından Gül, Formun düzenleneceği salona geçti. Toplantıya Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Türk ve Alman iş adamları katıldı. Cumhurbaşkanı Gül forumda yaptığı konuşmada, Türkiye’de son yıllarda her alanda çok köklü reformlar yapıldığına dikkat çekerek, Alman iş adamlarına Türkiye’ye yatırım yapma çağrısında bulundu. Gül, “Türkiye’ye güvenebilirsiniz, Türkiye’nin hukukuna, ekonomik kurallarına güvenebilirsiniz. Anlaşmazlıklarda mahkemelerimiz, kimliklere değil, kimin haklı olduğuna bakar.” dedi. Haberi 3’te

En büyük fosil sergisi ERÜ’de

Diş Hekimliği ilk mezunlarını verdi

Bekar evleri aile sıcaklığından yoksun

Pazarören Köy Enstitüsü

Sayfa 2’de

Sayfa 3’te

Sayfa 6’da

Sayfa 11de

Türkiye’nin son Ermeni köyü

Hızıroğlu Uygulama Oteli açıldı

Yeşilin bin bir tonu ile bezenmiş bir Anadolu köyü, Vakıflı Köy. Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı olan köy, Türkiye’nin son Ermeni köyü. Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasıyla, Samandağ bölgesinde bulunan yedi Ermeni köyünden bir tanesi olan Vakıflı Köy de ulusal sınırlar içerisine girer. Bölgede bulunan yedi Ermeni köyünün altısı, tarihte yaşanan bazı olumsuzlukların yinelenebilme ihtimaline karşın Suriye’ye göçer. Göç kararına katılmayarak bölgede kalan yetmiş Ermeni aile, topraklarını terk etmeyerek

Erciyes Üniversitesinin Sağlık Kültür Spor Dairesi Başkanlığı’nca işletilen Hızıroğlu Uygulama Oteli, Faik Hızıroğlu tarafından 2000 yılında konak olarak yapıldı. Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu’nun, rektörlüğe talebi sonucu 2009 yılında konağın işletmeciliğinin devralınmasıyla konağın adı Hızıroğlu Uygulama Oteli olarak değiştirildi. Öğrencilere teorilerle beraber uygulama fırsatı sunan uygulama oteli rektörlük tarafından tamamen restore edilip işletmesini Turizm İşletmeciliği ve

Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı Köy’ünü günümüze taşır.Ermeni Ortodoks’u mezhebine bağlı olan Vakıflı Köy’ü halkı, Hatay ve Anadolu kültürü ile kaynaşarak bölgedeki huzurlu yaşamlarını, günümüze kadar taşımayı başarır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşamayı tercih ederek topraklarını terk etmeyen Vakıflı Köy’ü ve onun sakinlerini daha yakından tanıyabilmek için köyü ziyaret ettik. Herhangi bir Anadolu köyünden farkı olmayan Fakıflı Köy, içimizden biriydi adeta. Haberi 7’de

Turizm Otelcilik Meslek Yüksek Okuluna bıraktı. Hızıroğlu Uygulama Oteli güvenli rahat ve huzur dolu bir ortamda konaklama imkânı sunarken yüksekokul öğrencilerine de uygulamalı otelcilik eğitimi sağlamakta. Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu Müdürü Doç. Dr. Kurtuluş Karamustafa: “Birinci önceliğimiz eğitime destek sağlamak. Sonrasında ise üniversite misafirlerine daha nitelikli bir hizmet sunmak ve Erciyes Üniversitesi’ni en iyi şekilde temsil etmektir.” dedi.

CEMİYET ÖDÜLLERİ VERİLDİ Kayseri Gazeteciler Cemiyeti’nin, Kayseri Basını’nın 100. Yılı nedeniyle düzenlemiş olduğu yarışmada, haber, fotoğraf, röportaj, sayfa düzeni, görüntülü haber, araştırma-inceleme dallarında dereceye giren basın mensuplarına ödülleri verildi. 20 Ekim 2010 tarihinde düzenlenen törende fotoğraf dalında birinci olan Anadolu Haber Ajansı muhabirlerinden Mustafa Yıldız ve aynı kategoride 2. olan Anadolu ajansı muhabiri Tevfik Işık’a ödüllerini, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu verdi. Haberi 3’te

ÇOCUK OLMADAN KADIN OLDULAR Yapılan araştırmalara göre ülkemizde cinsel istismara uğrayan çocuk sayısı 5000’in üzerinde. Bu rakamın yüzde 85’ini kız, yüzde 15’ini erkek çocuklar oluşturuyor. Cinsel istismara, genel olarak 8–11 yaş grubundaki çocukların maruz kaldığı, mahkemelere yansıyan vakalara göre, çocuğa istismarın yüzde 57’sinin baba, yüzde 4’ünün ağabey, yüzde 3’ünün yakın akraba, yüzde 26’sınınsa ikinci dereceden akrabalar tarafından yapıldığı görülüyor. Haberi 9’da

TARİHİ KENTLER BİRLİĞİ KAYSERİ’DE Tarihi Kentler Birliği’nin Kuruluşu’nun 10. Yılı programları kapsamında düzenlenen etkinlikler Kayseri Hilton Otel’inde düzenlendi. Tarihi Kentler Birliği Kayseri Buluşması’nın bir ayağı olan Avrupa Konseyi Kültür ve Eğitim Komitesi toplantısı, 25 ülkeden 41 bilim insanının katılımıyla gerçekleştirildi. Toplantıya Tarihi Kentler Birliği ve Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki de katıldı. Haberi 5’te


KAMPUS

ÜNİVERSİTEDEN

2

Türkiye’nin En Büyük Fosil Sergisi ERÜ’de Erciyes Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü, Türkiye’nin en büyük fosil sergisine ev sahipliği yaptı.

HABER&FOTOĞRAF: BURAK EKİCİ-MİNE ÇALIK

Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Konferans Salonu’nda 20 Ekim’de düzenlenen “Canlıların Kökeni ve Mini Teknoloji” konulu konferansa Biyolog Onur Yıldız konuşmacı olarak katıldı. Konferansta konuşan Erciyes Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet Aksoy, daha önce Kayseri’de bir alışveriş merkezinde sergilenen fosillerin üniversitemizde de sergilenmesinden büyük mutluluk duyduğunu ifade etti. Yıldız’ın tecrübesini yıllardır uğraştığı çalışmalarına ve verdiği 500’ü aşkın konferansa bağlayan Ahmet Aksoy, “Türkiye’nin değişik yerlerinde yapılan bu serginin bölümümüzde de sergilenmesini istedik çünkü fosiller biyolojinim alt konularından birisidir.”dedi. Ayrıca Aksoy, öğrencilerin ‘Fosil nedir?’ sorusuna artık cevap verebileceklerini, fosilin bilimdeki yerini görebileceklerini ve büyük ölçüde örgencilerin kafasındaki bazı soru

işaretlerinin cevap bulacağını söyledi.

Darwin’e Gönderme Konferansa milyonlarca yıl önceki fosillerin günümüzdeki fosillerden hiçbir farkının olmadığını belirterek başlayan Türkiye’nin en büyük fosil sergisinin sahibi Biyolog Onur Yıldız, konuşmasında Charles Darwin’in teorilerine de göndermede bulundu. Yıldız, sergiye olan ilginin beklediğinden yüksek olduğunu ifade ederek “Erciyes Üniversitesi’nde evrim ile ilgili bir konu açıldığında bu sergi akla gelecek” diyerek sözlerine devam etti. Biyolog Onur Yıldız’ın düzenlediği sergide, 10 milyon yıllık Yusufçuk, 90 milyon yıllık Kutup Porsuğu, Asya Aslanı kafatası gibi fosiller izleyicinin beğenisine sunuldu. Sergiyi çok sayıda öğrenci ve öğretim görevlisi ziyaret etti.

KASIM 2010

Türk Dünyası bilinmiyor

Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından “Günümüzde Kırgızistan” konulu konferans düzenlendi.

HABER&FOTOĞRAF:BURAK SOMUNCU

ERÜ’de Kümes Hayvanları Kongresi düzenlendi Erciyes Üniversitesi Seyrani Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü ve Bilimsel Tavukçuluk Derneği tarafından 7–8 Ekim tarihlerinde Kümes Hayvanları Kongresi ve Dünya Yumurta Günü etkinliği düzenlendi. HABER:SERCAN TOPÇULAR

Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu’nda düzenlenen kongrede, Türkiye ve dünyada tavukçuluk, Organik tavukçuluk, Kanatlı beslemede ve yetiştirmede güncel gelişmeler, Alternatif kümes hayvanları üretim sistemleri, Alternatif yem kaynakları, GDO’lu yemlerin kullanımı, Kanatlı sektörüne uygulanan destekler ve örgütlenme, Biyogüvenlik gibi birçok konu ele alındı. Bilimsel Tavukçuluk Derneği Başkanı Prof. Dr. Rüveyda Akbay’ın konuşması ile başlayan konferansta Akbay, “Bilimsel Tavukçuluk Derneği; 1973 yılında kurulmuş, 1978 yılında uluslararası nitelik kazanmıştır. Bu sürede tavukçuluk sektöründe birçok bilimsel araştırmanın yanı sıra, her yıl ulusal ve uluslararası toplantı düzenlenmiştir. Bu toplantılar sayesinde üretici, dernek üyeleri ve firmalar bilgilendirilerek stratejik program çıkarılmıştır. Şimdiki kongrenin de çok faydalı geçeceğine inanıyorum” açıklamalarında bulundu. Erciyes Üniversitesi Seyrani Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali İrfan İlbaş da konuşmasında, ülkemizdeki üretimin kaliteli olduğunu, ancak Türkiye’nin pazarlama güçlüğünden dolayı dünya pazarında tam manasıyla yer alamadığına dikkat çekti. “Zengin kaynaklarımızdan faydalanamıyoruz” Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin

Gazete Kampus İletişim Fakültesi Adına İmtiyaz Sahibi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır Genel Yayın Yönetmeni Yrd. Doç. Dr. Hakan Aydın Yayın Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Murat Soydan Yazı İşleri Müdürü Uzm. Osman Utkan Haber Müdürü Uzm. Rıdvan Yücel Editör Selami Öksüz Editör Yardımcısı Sercan Topçular Görsel Yönetmen Mustafa Bostancı Haber Merkezi Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı Adres Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Talas / Kayseri Telefon 0352 4375261 Faks 0352 4375261 Gazetemizin baskı giderlerini karşılayan hayırsever iş adamı Süleyman Çetinsaya’ya teşekkür ederiz.

Keleştemur ise zengin kaynaklara sahip olmamıza rağmen bu kaynaklardan faydalanamadığımıza değinerek şunları söyledi: “Güneş ışığından ve hayvancılık sektöründen yeterince yararlanamıyoruz. Bilimsel dergilerde, Amerika’da yaşayan insanlarda yeterince güneşe çıkılmadığından ve süt ürünleri tüketimi yapılmadığından D vitamini eksikliği oluştuğu yazıyor. Dünya, D vitamini eksikliği ve

buna bağlı hastalıkları yeni keşfetti. Türkiye’de de güneşten yararlanabilme ve süt ürünü tüketme imkânı olmasına karşın D vitamini eksikliği sebebiyle birçok hastalıkla uğraşmak zorunda kalınıyor. Eldeki imkânların iyi değerlendirilmesi gerekiyor.” Üretimde 11. Sıradayız Kongrede konuşan Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar Genel

Ahilik kültürü devam ediyor

Ahilik Haftası kutlamaları çerçevesinde Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesinde “Ahiliğin Sosyal ve Kültürel Hayatımızdaki Yeri ve Önemi” konulu konferans düzenlendi. İktisadi İdari Bilimler Dekanı Prof. Dr. Ekrem Erdem konferansa konuşmacı olarak katıldı. Ahiliğin medeniyetin önemli bir parçası olduğuna değinen Erdem “Ahilik bizim olmazsa olmazımızdır. Bizim iktisadi tarihimizin en önemli unsurlarından bir tanesidir. Ahilik aslında ne iktisadi bir meseledir ne de

esnafı ilgilendiren bir meseledir. Ahilik bizim ahlak anlayışımıza, bizim iktisadi anlayışımıza, bizim devlet anlayışımıza kadar uzanan koskoca bir kültürün adı olarak tanımlamakta yarar vardır.” dedi. Ahi Evran ölümsüzleştirildi Kayseri Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği, Ahilik kültürünün özdeşleştiği Kayseri’de; Ahilik kültürünün geliştirilmesi ve yaşatılması, Ahi Evran’ın ölümsüzleştirilmesi amacıyla, Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edi-

Müdür Yardımcısı ve Tavukçuluktan sorumlu İbrahim Özcan, “Yumurta üretiminde dünya 11’si, kanatlı et üretiminde de dünya 13.yüz. Ülkemizde nüfusun yüzde 26’sı tarımla uğraşıyor. Tarım sektöründeki insanların yatırımları zor koşullarda yapılıyor. Tavukçuluk sektöründe 2 milyon aile geçimini bu yolla sağlıyor. Bu yatırımlara yapılacak desteklemeler önemlidir.”dedi.

len, Türkiye’de ilk Esnaf ve Sanatkarlar Müzesi’ni ziyarete açtı. Müzede sergilenen malzemeler Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Kredi ve Kefalet Kooperatifleri Birlikleri Merkez Birliği tarafından temin edildi. Ahi Evran’ın adının yaşatılması için belediyeler işbirliği ile belirlenen bir mahalleye Ahi Evran Mahallesi, Birliğin bulunduğu caddeye ise Ahi Evran Caddesi ismi verildi. Ahilik Teşkilatının kurucusu Ahi Evran’ın hafızalarda canlı kalması amacı ile il içinde bulunan mekanlara Kocasinan Belediyesi Ahi Evren Parkı, Ahi Evren Camii gibi isimler verildi.

3.Nöroloji Sempozyumu ERÜ’de gerçekleşti

İlahiyat Fakültesi İzzet Bayraktar Konferans Salonunda 6 Ekim Çarşamba günü gerçekleştirilen konferansa, İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Harun Güngör konuşmacı olarak katıldı. Prof. Dr. Harun Güngör Kırgızistan da çeşitli dönemlerde bulunduğu yıllardaki izlenimlerini dinleyicilere aktardı. İki yıldır Kırgızistan’da Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın Celalabat’taki üniversitesinde, hem idari hem de Öğretim Görevlisi olarak görev yaptığından bahseden Güngör, çeşitli dönemlerde Kırgızistan’da bulunduğunu, özellikle Sovyetler zamanı ve Sovyetler Birliği sonrasını yaşayarak gördüğünü söyledi. Kırgızistan devrimi döneminde orada olduğuna değinen Güngör, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Biz birinci devrime yetişemedik, ama; ikinci devrimi yakından yaşayarak gördük. Kırgızistan devrilince burada birçok açık oturum dinledik. Kırgızistan da bulunduğumuz o dönemlerde, Türkiye’deki insanlar acaba Kırgızistan hakkında neler konuşuyor, neler düşünüyorlar diye çok merak ettik. Televizyonlardaki yorumları dinledik. Yapılan yorumların gerçeği yansıtmadığını hayretler içerisinde kalarak izledik. Baktığınız zaman Türkiye’de Türk Dünyası ile ilgili araştırmalar çok fazla yapılıyor gibi görünüyor. Türk Dünyası ile ilgili çeşitli toplantılar yapılıyor. Türk Dünyası ile ilgili sürekli bir şeyler söyleniyor görünse de, bunların çoğunun sadece boş laftan ibaret olduğunu biliyorum.” Güngör konuşmasının kalan kısmında Kırgızistan’ın dünden bugüne tarihi sürecinden ve Türklerle olan akrabalıklarından bahsetti. Güngör konuşmasını konferansı dinlemeye gelen konukların sorularını yanıtlayarak bitirdi.

Fakültemiz ödülleri toplamaya devam ediyor HABER: HÜLYA KULALI

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Nörolojisi Bahar Sempozyumu 3’e ev sahipliği yaptı. Üç gün süren sempozyuma yerli ve yabancı birçok bilim insanı katıldı. HABER:M.BİLGE YILMAZ

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı’nın ev sahipliği yaptığı Çocuk ve Ergen Nörolojisi Bahar Sempozyumu 27-29 Ekimde Sabancı Kültür Sitesinde gerçekleştirildi. Çocuk ve Ergen Nörolojisi Derneği tarafından düzenlenen sempozyum, Türk Nöroloji Derneği ve Türk Epilepsi ile Savaş Derneği tarafından da desteklendi. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhammet Güven , Çocuk Nörolojisi alanında ülke ve üniversite olarak kaydedilen ilerlemeyi şöyle ifade etti: “Yapılan birçok araştırma ve izlenimden sonra Türkiye’deki bütün nöroloji anabilim dalları gelişmiştir. Çocuklardaki semptomları ancak gözlemleyerek bulabiliriz. Bizler bu konuda da oldukça ilerledik ve çok kapsamlı bilgiye

sahibiz.’’ Alanında yetkin ulusal ve uluslararası konuşmacılar ‘Çocukluk Epilepsileri: Tartışmalı Konular’ başlığı altında sempozyumu sürdürdü. Sempozyumun eşbaşkanları olan Prof.Dr. Mefkure Eraksoy, Prof.Dr. Ali Özdemir Ersoy ve Prof. Dr. Ayşın Dervent çocuklarda görülen nörolojik semptomlar hakkında geniş kapsamlı bilgiler verdi. Sempozyumda adeta bilimsel bir şölen yaşandı. Alanında en iyi sayılan isimlerden P. Plouin çocuk nörolojisinde sınıflandırılmış görüşleri anlattı. Fokal olarak bilinen epilepsilerin anatomik sınırlarına ilişkin güncel taksonomik yaklaşımlardan bahseden Ploin “Şüphe duyulan en ufak bir gözlemde, çocuklarımızı bilinçli ellere teslim edelim.’’ dedi. Üç gün süren sempozyumda yurtiçinden

ve yurtdışından gelen misafirler en iyi şekilde ağırlandı. Kayseri’de buluşan bilim insanları tekrar bilinçli ve keyifli sempozyumlarda buluşmak üzere sözleşerek ayrıldı.

Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinden Musa Ak’ın ‘Mada’ isimli belgesel filmi ödüle doymuyor. Mada, Ülke çapındaki birçok iletişim ve güzel sanatlar fakültesinin katıldığı, 17. Altınkoza Film Festivali’nde en iyi belgesel

film kategorisinde birinci oldu. Film, geçtiğimiz yıl Gazi Üniversitesi ve Çevre Bakanlığının ortaklaşa düzenlediği “Özel Çevre’’Temalı Kısa Film ve Belgesel Yarışması, Elazığ Sinema Derneği’nin Kemal Sunal adına düzenlediği 3. Çayda Çıra Film ve Sanat Festivali Kısa Film Yarışması’ndan ve Denizbank’ın düzenlediği kısa film yarışmasından olmak üzere toplam üç ödül almıştı. Öğrencimizi başarılarından dolayı tekrar tebrik ederiz. SAYFA TASARIM: SERVET TURSUN


KASIM 2010

ÜNİVERSİTEDEN

KAMPUS

3

Gül ve Alman mevkidaşı Wulff Kayseri’de

Kayseri basın ödülleri verildi Kayseri Gazeteciler Cemiyeti’nin Kayseri Basını’nın 100. Yılı nedeniyle düzenlemiş olduğu yarışmada dereceye giren basın mensupları Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Kıbrıs Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun katıldığı törende ödüllerini aldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff Türk-Alman İş Konseyi Toplantısı’na katılmak üzere Kayseri’ye geldi. HABER & FOTOĞRAF : İBRAHİM ARSLAN

Gül ve Wulff’u Erkilet Havaalanı’nda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Kayseri Valisi Mevlüt Bilici, Garnizon Komutanı Tümgeneral Ali Demiral, Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki ve Emniyet Müdürü Cuma Ali Aydın karşıladı. Bir müddet çocuk kafkaf dans ekibinin havalnında yaptığı gösteriyi izleyen Cumhurbaşkanı Gül ve Wulff, geniş güvenlik önlemleri eşliğinde Kayseri Sanayi Odası ve Kayseri Ticaret Borsası ev sahipliğinde düzenlenen, Türk-Alman Ekonomi Forumu toplantısının yapılacağı Kayseri Hilton oteline geçti. Basına kapalı yapılan yuvarlak masa toplantısının ardından Gül, Formun düzenleneceği salona geçti. Toplantıya Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ve üç yüz Kayserili ve Alman iş adamı katıldı.

Alman firmalarına yatırım çağrısı Cumhurbaşkanı Gül forumda yaptığı konuşmada, Türkiye’de son yıllarda her alanda çok köklü reformlar yapıldığına da dikkat çekti ve iş adamlarının Türkiye’ye güvenebilecekle-

rini belirterek, Alman firmalarına yatırım yapmaları çağrısında bulundu. Cumhurbaşkanı Gül, Alman iş adamlarına hitaben, “Türkiye’ye güvenebilirsiniz. Türkiye’nin hukukuna, ekonomik kurallara güvenebilirsiniz. Bir anlaşmazlık söz konusu olur da mahkemeye giderseniz, mahkemeler, ‘Türk mü, Alman mı, Arap mı, Yunan mı’ diye bakmaz. Kim haklı, kim haksız buna bakar” şeklinde konuştu. Türkiye’de 4 binin üzerinde Alman şirketinin, Almanya’da ise 70 binin üzerinde Türk şirketinin faaliyet gösterdiğine değinen Gül, Türk ve Alman şirketleri arasında yakın iş birliği olduğunu söyledi Toplantının sonrasında verilen öğle yemeğinin ardından Cumhurbaşkanı Gül, Alman Cumhurbaşkanı Wulf’u daha sonra İstanbul’da buluşmak üzere Nevşehir’e uğurladı. Abdullah Gül bir müddet sonra Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile birlikte Kayseri Gazeteciler Cemiyetinin, Kayseri basınının 100. yılı etkinlikleri kapsamında düzenlediği yarışmanın ödül törenine katılmak üzere Kadir Has Kongre Merkezine geçti.

HABER & FOTOĞRAF: İBRAHİM ARSLAN

Kadir Has Kongre Merkezi’nde Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanlar Konseyi Toplantısı’nın ardından düzenlenen törene, başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmak üzere Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Kayseri Valisi Mevlüt Bilici, Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu, Basın İlan Kurumu Genel Müdürü Mehmet Atalay, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Reşit Özkanca, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki, Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır, Türkiye Gazeteciler Federasyonu’na bağlı cemiyet başkanlarının yanı sıra birçok gazeteci katıldı. 20 Ekim’de yapılan yarışma haber, fotoğraf, röportaj, sayfa düzeni, görüntülü haber, araştırma-inceleme ve yerel belgesel kategorilerinde yapıldı. Yarışmanın fotoğraf dalında birinci olan Anadolu Haber Ajansı muhabirlerinden Mustafa Yıldız’a ödülünü KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu verdi. Yarışmanın araştırma inceleme haberi dalında ikinci olan Tevfik Işık’a ödülünü TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu verdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise haber dalında dereceye giren muhabirlere ödüllerini verdi.

Gazetecilere verilen özgürlük arttırılmalı Törende konuşma yapan Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel ve Kayseri Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Veli Altınkaya’nın ortak mesajları basına verilen özgürlüğün yetersizliği oldu. Anadolu basınının gelişmesi için birçok çalışmaya imza attıklarını belirten Sertel; “ Basın kartlarının resmi kimlik olması için gayret gösteriyoruz. Basın kartı bizim kimliğimizdir. Bu kartın kaybedilen haklarını geri kazanması için çalışıyoruz. Federasyon çok önemli bir kurum. Böyle bir oluşum olmasaydı, sorunların çözümünde görev alanlara ışık tutulamazdı. Gri pasaport sorunu da çözüldü. Görevle yurt dışına çıkacak olan gazeteciler, vize kuyruklarında beklemeyecek.” dedi. Demokrasilerin vazgeçilmez unsurlarından biri hür basındır Törende konuşma yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, demokrasilerin vazgeçilmez unsurlarından birinin hür basın olduğunu belirtti. Basın özgürlüğü konusunda birtakım tartışmalar

ve eksiklikler olduğunu belirten Gül; “Özellikle son dönemde gördüğüm, dikkatimi çeken ve benim de dikkat çektiğim konu, gazeteciler hakkında çok sayıda dava açılması ve bu davaların çelişkili şekilde açılmasıdır. Eminim ki mahkeme safhaları geldiğinde bunların hepsi düzeltilecektir. Basın özgürlüğü bir ülkenin aynı zamanda itibarı ile ilgili bir konudur. Bir ülkenin şeffaflığı, yanlışların ifade edilebilmesi, aynı zamanda kontrol mekanizması açık toplumlarda basın vasıtayla olur. O açıdan Türkiye'de basın özgürlüğüne hepimiz olağanüstü değer veriyoruz. Şüphesiz ki bu özgürlüğün yanlış şekilde istismar edilmesini önlemek de bütün bireylerin hakkıdır. Şiddet söz konusu olmadığı sürece her türlü fikir bir ülkede konuşulabilmeli ve paylaşılabilmeli. İnsanlar en aykırı fikirlerini bile şiddet içermemek şartıyla konuşabilirler. Hepimiz yeteri kadar olgunuz, neyin doğru neyin yanlış olabileceğini ayırt edebilecek durumdayız.” diyerek basın özgürlüğü konusundaki düşüncelerini dile getirdi.

Gül, gazete yazarı oluyor Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel, Basın Kartı Komisyonu olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü ziyaret ettiklerinde, kendisine basın kartı takdim ettiklerini hatırlatarak, ''Sayın Cumhurbaşkanımız basın kartı alınca “Artık gazeteci mi oldum? Bundan sonra yazabilir miyim?” demişti. Ama bir yazısını görmedik. Kurban Bayramı'nda çıkaracağımız Bayram Gazetesi'nde başyazar olarak bir yazısını görmeyi arzu ediyoruz” Dedi. Cumhurbaşkanı Gül, Sertel’in bu talebine olumlu cevap verdi. “Yılın Devlet Adamı” Ödülü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Konuşmasının ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Kayseri Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulunca alınan karar neticesinde “Yılın Devlet Adamı” ödülü verildi. Gül’ün ardından Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’na Kayseri Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Meslek Örgütü Başkanı” ödülü verildi. Tören toplu fotoğraf çekimi ile son buldu.

Diş Hekimliği ilk mezunlarını verdi

Erciyes İletişimin büyük başarısı Aydın Doğan Vakfı’nın düzenlediği , 22. Genç İletişimciler Yarışması’nda fakültemiz 25 finalist ile ödül törenine katılacak. HABER: SELAMİ ÖKSÜZ

Aydın Doğan Vakfı’nın düzenlediği 22. Genç İletişimciler Yarışması’nda fakültemiz 25 finalist ile ödül törenine katılacak. Yarışmaya yazılı, görsel, radyo programı, belgesel, internet, halkla ilişkiler gibi iletişimin çeşitli dallarında çalışmalarını gönderen arkadaşlarımız, ödül töreni heyecanla bekliyor. Fakülte dekanımız Prof. Dr Hamza Çakır, finale kalan öğrencilerin başarısından duyduğu memnuniyeti dile getirerek şunları söyledi: “Bu yıl 22. düzenlenen Aydın Doğan Genç İletişimciler Yarışması’nda, 25 öğrencimizin finale kalması fakültemizin ve üniversitemizin imajını perçinlemiştir. Fakültemizin bu başarısı tesadüfî değildir. Yıl içinde düzenlenen çeşitli yarışmalardan da fakültemiz öğrencileri benzer başarılar ile bizi sevindirdiler.

Bu vesile ile emeği geçen tüm hocalarımızı ve öğrencilerimizi tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum.”Yarışmada başarı gösteren finalistlerimizin listesiyse söyle: Abdurrahman Keçeci, Burak Somuncu, Duygu Gülen, Elif Çelik, Elif Kütükoğlu, Esra Özdilim, Fethi Barut, Hamit Bayrakoğlu, Kenan Subaşı, Kenan Şilen, Kübra Felek, Leyla Hiçyılmaz, Mehmet Ceylan, Mümüne Bilge Yılmaz, Nilüfer Özkan, Niyazi Durmuş, Osman Uygar Kandemir,Özge Yıldız, Sedat Can, Semih Yemişçi, Sevim Çümen, Sezgin Göçmen, Veysel Akşahin, Volkan Yıldız ve Yavuz Kanbura22. Genç İletişimciler Yarışması ödül töreni, 07. 12. 2010’ da İstanbul Hilton Convention Center’da yapılacaktır. Öğrencilerimizin hangi dalda ya da dallarda ödül aldıkları ve bu ödüllerin dereceleri de tören esnasında belli olacak.

Erciyes Üniversitesi Hülya-Mehmet Tatar Diş Hekimliği Fakültesi, 18 Ekim’de Gülşah Mert-Tatar Ağız-Diş Çene Cerrahisi Konferans Salonun’da düzenlenen tören ile ilk mezunlarını verdi. Törene, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Reşit Özkanca, Vali Vekili Azmi Çelik, dekanlar, öğretim üyeleri, mezun öğrenciler ve yakınları katıldı. Törende konuşan Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Alper Alkan, fakülte olarak ilk mezunlarını vermenin heyecanını içinde olduklarını dile getirerek şöyle konuştu: “Ülkemizde diş hekimliği eğitiminin verilmeye başlanıldığı 22 Kasım 1908’den bu yana 102 yıl geçti. Dünya coğrafyasında bir asırdır üniversitelerinde modern diş hekimliği eğitimi veren ülke sayısı oldukça sınırlı ama ülkemiz bu açıdan önemli bir merkez halinde. Bugün ülkemizdeki Diş Hekimliği Fakültesi sayısı 33’e yükselmiştir. Fakültemiz diğer Diş Hekimliği fakülteleri arasında önemli bir yere sahip. Bizim fakültemiz ülkemizde ilk ve tek Diş Hekimliği branş hastanesine sahip. Öğretim elemanlarımızın azlığı ve yeni bir fakülte olmamıza rağmen TÜBİTAK’tan en fazla bilimsel araştırma projelerine destek alan fakülteyiz. Son iki yıl içerisinde öğretim üyesi başına düşen uluslar arası yayın sıralamasında birinci sırada bulunmaktayız. Ayrıca Bu-

lunduğu şehirdeki tüm şehit aileleri ve gazilerinin ömür boyu diş tedavilerinin akademik personeliyle üstlenen tek fakülteyiz” dedi. Katılımcıların konuşmalarının ardından mezun diş hekimlerinin diploma törenine geçildi. Fakülteden derece ile mezun olan diş hekimleri diplomalarını Vali Vekili Azmi Çelik, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Reşit Özkanca’ın elinden aldı. Diploma töreninin ardından şapka fırlatan on yedi mezun, mezuniyet sevinçlerini aileleri ile paylaştı.

SAYFA TASARIM: KENAN ŞİLEN


KAMPUS

4

ÜNİVERSİTEDEN

KASIM 2010

I.Uluslararası Selçuklu Sempozyumu Düzenlendi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün himayesinde Erciyes Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi tarafından 27-30 Eylül tarihleri arasında 1. Uluslararası Selçuklu Sempozyumu düzenlendi. HABER&FOTOĞRAF: İBRAHİM ARSLAN

Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi Konferans Salonunda düzenlenen sempozyuma, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki, Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Abdülkadir Yuvalı, 28 ülkeden yaklaşık 150 bilim insanının yanı sıra birçok öğretim görevlisi ve öğrenci katıldı. Sempozyum İstiklal marşı ve saygı duruşunun ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sempozyuma gönderdiği mesajın okunmasıyla başladı. Gül, mesajında: “Selçuklular döneminde Anadolu’da büyük bir canlılık yaşanmıştır. Devlet yönetimindeki başarı, ticari hayattaki hareket bölgeyi adeta bir cazibe merkezi haline getirmiştir. Anadolu bu dönemde, medeniyetler arası uyum ve hoşgörünün en güzel örneklerinin sunulduğu sembol merkezlerden biri haline gelmiş ve bu konumuyla tüm insanlığa örnek olmuştur” dedi. Selçuklu dönemi tarihi ile ilgili olarak yapılan çalışmaların, bütün yönleriyle ve yeni bilgiler ışığında değerlendirildiği sempozyumun açılış konuşmasında söz alan Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Selçuklu döneminde kültür, sanat ve bilimde ileri gidilerek, insanların mutluluğunun sağlandığını söyledi. Keleştemur konuşmasının devamında “Selçuklu döneminde Anadolu önemli bir bilim ve kültür merkezi oldu. İbni Sina’nın eserleri 600 yıl boyunca batıda temel tıp kitabı olarak okutuldu. Bilim ve teknolojide maalesef bugün batıdan geri kaldık. Osmanlı medeniyetinin temeli Selçuklu medeniyetidir. Batı toplumlarında refah seviyesi üst düzeyde ama moral seviyesi öyle değil. Gelir dağılımı yüksek olan ülkelerde ne yazık ki intihar olayları çok yüksek. Batının bizim medeniyetimizin moral değerlerine ihtiyacı var. Her şeyi sağlarsınız ama mutluluğu sağlayamazsınız. İşte Selçuklu döneminde bu sağlanmıştı.” Dedi.

Selçuklu ortak paydamızdır Erciyes Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Abdülkadir Yuvalı Selçuklunun bizim bu coğrafyadaki kültürümüzün, tarihimizin, inancımızın ve en önemlisi birlikteliğimizin ortak paydasını oluşturduğunu söyledi. Yuvalı; “ Biz bu sempozyum ile tarihteki Selçuklu coğrafyasında bu gün burada mevcut bulunan 28 ülkenin Selçuklu tarihçilerini, Selçuklu kültür medeniyet tarihçilerini, özellikle bilim düşünce uzmanlarını davet ettik. Selçuklu’ya ait bilgileri içeren kaynakların 18. 19. Yüzyıl-

larda Avrupa’ya aktarıldığını görmekteyiz. Biz ise bu gün Selçuklu kaynaklarına tarihine ait bilgileri bulmakta zorluk çekiyoruz. Bu konuda çok acele uluslar arası toplantı düzenlenmelidir.” dedi.

Kayseri’ye Selçuklu müzesi kuruluyor Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki ise Kayseri’de çok sayıda Selçuklu eseri bulunduğunu belirterek, ‘‘Ata yadigârı tarihi eserlerimize sahip çıkıyoruz. Bu eserlerin birçoğu ayakta ve hala kullanılıyor. Kayseri’ye yakında bir Selçuklu Müzesi kurulacak. Vakıflar Genel Müdürlüğü ile bu konuda işbirliği yapıyoruz. Selçuklu döneminden kalan tüm eserler Kayseri’de toplanıp bu müzede sergilenecek” dedi. Yaklaşık üç gün süren sempozyumda farklı dillerde üç yüzü aşkın bildiri sunuldu. Sempozyumun kapanış oturumu, Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kasım Yaşar Koparman başkanlığında yapıldı. Kapanış oturumunda ki ortak temenni Selçuklu Sempozyum’unun belirli zaman aralıklarıyla belirli üniversitelerin sahipliğinde tekrarlanması oldu. Selçuklu sempozyumunun bundan sonraki toplantısının nerede yapılacağı henüz

belli değilken, Azerbaycan ve diğer birkaç ülkenin temsilcileri bir sonraki toplantının kendi ülkelerinde yapılmasını talep etti. ERÜ Rektör Yardımcısı ve Sempozyum Düzenleme Komitesi Eşbaşkanı Prof. Dr. Metin Hülagü büyük bir katılımla gerçekleşen sempozyuma en iyi şekilde ev sahipliği yapmaya çalıştıklarını belirterek, ‘’Selçuklu coğrafyasında bugün 28 ülke varlığını sürdürüyor. Bu sempozyum, her yıl bu ülkelerden birinde düzenlenmeli. Ayrıca bu sempozyumda sunulan tebliğler ve Selçuklularla ilgili bilgilerin yer alacağı bir web sayfası oluşturulmalı. Tüm katılımcılara sempozyumu onurlandırdıkları için üniversitem adına teşekkür ediyorum’’ diyerek sempozyum hakkındaki düşünce ve temennilerini dile getirdi. Sempozyumun kapanış oturumunun ardından Kayseri Olgunlaşma Enstitüsü öğrencileri tarafından defile düzenlendi. Tarihten günümüze Selçuklu halk kıyafetlerinin tanıtıldığı defile büyük ilgiyle karşılandı. I.Selçuklu Sempozyumu düzenlenen defilenin ardından yapılan toplu fotoğraf çekimiyle son buldu.

Tarihi Kentler Birliği Belediye Başkanlarını Kayseri’de Buluşturdu Tarihi Kentler Birliği’nin Kuruluşu’nun 10. yılı programları kapsamında düzenlenen etkinlikler Hilton’da yapıldı. Üç gün boyunca süren toplantılara, Tarihi Kentler Birliği’ne üye belediye başkanları ile 25 ülkeden 41 bilim insanı katıldı. HABER&FOTOĞRAF: BURAK SOMUNCU & KENAN ŞİLEN

Tarihi Kentler Birliği’nin Kuruluşu’nun 10. Yılı programları kapsamında düzenlenen etkinlikler Kayseri Hilton Otel’inde düzenlendi. Tarihi Kentler Birliği Kayseri Buluşması’nın bir ayağı olan Avrupa Konseyi Kültür ve Eğitim Komitesi toplantısı, 25 ülkeden 41 bilim insanının katılımıyla gerçekleştirildi. Toplantıya Tarihi Kentler Birliği ve Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki de katılarak açılış konuşmasını yaptı. Özhaseki, dünyanın en eski şehirlerinden birisi olan Kayseri’de böyle bir toplantıyı gerçekleştirmekten dolayı duydukları memnuniyeti dile getirdi. Doğa ve kültür harikası olarak UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Kapadokya’nın kalbinde, İpekyolu üzerinde pek çok uygarlıklara ev sahipliği yapmış Kayseri’nin farklı medeniyetlere ait değerlerin görülmesinin mümkün olduğunu dile getirdi. Kayseri’nin adeta açık hava müzesi gibi olduğunu kaydeden Özhaseki, Cumhuriyet Meydanı’nda Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait çok sayıda tarihi eseri yan yana görebildiğini vurguladı. 4 bin yıl önce Mezopotamya’nın kültürünü Asurluların, Kültepe’ye taşıyıp Hititlilerle buluşturduğunun altını çizen Özhaseki, medeniyetlerin buluştuğu Kayseri’de halen Asurlulara ait ticaret geleneğinin devam ettiğini belirtti. Toplantılar sonrasında Kayseri’nin tarihi ve kültürel

mekânlarının gezileceğini ve daha sonra Kapadokya Bölgesi’ne geçileceğini aktaran Özhaseki, Kapadokya’nın da doyum olmayan bir kültüre sahip olduğunu vurguladı. İnsanların taşların içini oyarak ev ve kilise gibi korunaklı

alanlar oluşturduğunu hatırlatan Özhaseki, bu değerlerin aradan yıllar geçmesine rağmen hala özelliğini koruduğunu ve kültürel varlık olarak kayıtlara geçtiğini kaydetti. Özhaseki, Tarihi Kentler birliğinin 10 yıl önce kuruldu-

ğunda 54 üyesi olduğunu belirterek, aradan geçen zaman içinde üye sayısının 308’e ulaştığını ve onlarca belediyenin de üye olmak için sırada beklediğini aktardı. SAYFA TASARIM:EMİR KENEL-MUSTAFA DEMİRCİ


ÜNİVERSİTEDEN

KASIM 2010

Türkçe dünyada çok konuşulan diller arasında

KAMPUS

5

Psikolojik Danışma, Rehberlik Uygulama ve Araştırma Merkezi (ERREM) faaliyete geçti Erciyes üniversitesi Psikolojik Danışma, Rehberlik Uygulama ve Araştırma Merkezi (ERREM) yeni öğretim yılı ile beraber üniversite öğrencilerine hizmet vermeye başladı. HABER: İBRAHİM ARSLAN MERYEM AKKURT

Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi’nde , Uluslararası Türk Dilinin ve Edebiyatının Yayılma Alanları adlı Bilgi Şöleni yapıldı. HABER: KENAN ŞİLEN&HÜLYA KULALI FOTOGRAF: REKTÖRLÜK BASIN YAYIN

Sabancı Kültür Sitesi’ndeki törende düzenleme komitesi adına açılış konuşmasını yapan Doç. Dr. Bayram Durbilmez, programı düzenlemedeki amaçlarının, Türkiye ile akraba topluluklar arasında köprü oluşturmak olduğunu belirtti. Eş Başkan Prof Dr. Nevzat Özkan ise yaptığı konuşmasında, dünyada her şeyin çok hızlı bir şekilde değiştiğine dikkat çekerek, “Dünyada şu anda 6 bin dil var. Yapılan araştırmalarda bu dillerin yaklaşık 3 bin tanesinin önümüzdeki 50 yıl içinde yok olacağı tahmin ediliyor. Birçok ülkenin de İngilizce, Fran-

sızca ve Almanca gibi dillere geçeceği belirtiliyor. Bizim açımızdan Türk Dili kaybolan dillerden mi olacak bu en büyük sorundur” dedi. Prof. Dr. Özkan, Türkçe konuşulan alanın daraldığını belirterek şunları kaydetti “Türkçe şu anda 12 milyon metre kare alanda konuşuluyor. 16. yy’da ise bunun üç katı büyüklüğünde coğrafyaya hükmediyordu; ama geldiğimiz şu günlerde Türkçe, Hint kıtasında ve Orta Avrupa’da tamamen silindi.” Türk Dil Kurumu adına konuşan ve Bilgi Şöleni Eş Başkanı olan Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, “Türklerin kendilerine öz güveni çoktu. Bu özgüven alfabe kullanımında da kendini göstermiştir. Türkler, dünyada birden fazla alfabeyi kullanan tek ırktır.

Türkler birden fazla alfabe kullanmanın yanında, Gök Tanrı Dini, Budizm, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinleri de denemişlerdir ve en sonunda Müslümanlıkta karar kılmışlardır. Bütün bunlar türler, kahramanlar ve söz varlığı olarak kendini göstermiştir” diye konuştu. Türk dili üzerine çalışma yapabilmek için sadece Türkçe bilmenin ve Türkçe konuşmanın yeterli olmadığının altını çizen Akalın, “Türkoloji alanında çalışma yapabilmek için diğer dilleri de bilmek gerekmektedir” dedi. Türkçe’nin bir köprü vazifesi gördüğünü de söyleyen Akalın, İngilizce ve Fransızca’daki Farsça kökenli kelimelerin Türkçe üzerinden bu dillere geçtiğini bildirdi.

Mediko Sosyal hizmet birimi bünyesinde kurulan ERREM üniversite öğrencilerine bireysel psikolojik danışmanlık hizmetleri ve gurup danışmanlık hizmetleri veriyor. ERREM müdürü Öğretim Görevlisi Mustafa Atak, merkezin kuruluş amacını şöyle özetledi : “Üniversite yılları, öğrencilerin kişisel, sosyal, akademik ve mesleki alanlarda birçok yenilikle karşılaştığı, yeni sorumluluklar aldığı ve en önemlisi yeni bir yaşam tarzı edinmek durumunda kaldığı bir dönemi kapsamaktadır. Bu dönemde öğrenciler, kendilerine destek olabilecek kaynakları harekete geçiremediklerinde yoğun kaygı yaşayabilmekte ve ciddi akademik kayıplarla karşılaşabilmektedirler. ERREM’in amacı da bu geçiş döneminde öğrencilerin var olan potansiyellerini geliştirmelerine, yeni beceriler kazanmalarına ve daha etkin bir yaşam sürmelerine katkı sağlamak, aynı zamanda karşılaştıkları çeşitli sorunlara yönelik kendilerine yardımcı olmaktır.” Atak, merkezde oluşturulan çalışma grup-

İnsanın Olduğu Her Yerde Şiir ve Felsefe Vardır

Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından “Şiir ve Felsefe” konulu konferans düzenlendi.

1. Ulusal İncesu Sempozyumu yapıldı

HABER: MİNE ÇALIK FOTOGRAF: SERCAN TOPÇULAR

Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından “Şiir ve Felsefe” konulu konferans düzenlendi. İlahiyat Fakültesi Konferans Solonun’da 20 Ekim’de gerçekleştirilen konferansa İlahiyat Fakültesi Din Felsefesi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Turan Koç konuşmacı olarak katıldı. Tarih bo-

Kayseri’nin İncesu İlçe Belediyesi ile Erciyes Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlediği 1. Ulusal İncesu Sempozyumu Sabancı Kültür sitesinde gerçekleştirildi. HABER&FOTOĞRAF:LE YLA EBRAR HİÇ YILMAZ

Sempozyuma Kayseri Vali Yardımcısı Azmi Çelik, İncesu Kaymakamı Erdinç Yılmaz, Erciyes Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Metin Hülagü, İncesu Belediye Başkanı Zekeriya Karayol, Ak Parti Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Abdulkadir Yuvalı’nın yanı sıra çok sayıda dinleyici katıldı. Elitaş konuşmasında, Kayseri'de tarihe ışık tutacak böyle bir çalışmanın yapılmasından dolayı gurur duyduğunu ifade etti. Erciyes Üniversitesi'nin kuruluşundan itibaern sürekli bir gelişim içerisinde olduğunu ve artık bir 'Dünya Üniversitesi' olduğunu söyledi. Elitaş konuşmasına şu sözlerle devam etti: “Kayseri, sanayi ve ticaret şehri olarak bilinir. Ama Kayseri aynı zamanda bir kültür şehridir. Geçmişle bağımızı güçlü bir şekilde kurup, gelecek nesillere aktarmak, bizim görevimiz. Erciyes

Üniversitesi'nden sonra ikinci devlet üniversitesi olarak Kayseri'de kurulacak olan Abdullah Gül Üniversitesi, ilk vakıf üniversitesi Melikşah Üniversitesi ve ikinci vakıf üniversitesi olarak kurulacak olan Nuh Naci Yazgan Üniversitesi, eğitim hayatımıza önemli katkılar sağlayacak. Aynı zamanda tarih, kültür, sosyal hayat, gelenek ve görenekler, bu üniversitelerimizin çalışmalarıyla çok daha fazla gün yüzüne çıkacaktır.” Sempozyumun açılışında konuşan Kayseri Vali Yardımcısı Azmi Çelik, şehrin kimliğini bilmenin ve bu bilgiyi aktarmanın çok önemli olduğunu söyleyerek; “İncesu'nun tarihi kimliğini ortaya çıkarıp, gelecek nesillere aktaracak olan bu sempozyumun çok faydalı olacağına inanıyorum” dedi. Erciyes Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.

Dr. Metin Hülagü, yaptığı konuşmada, Erciyes Üniversitesi'nin, Kayseri ve çevresinin tarihini, kültürünü ve sosyal yapısını araştırıp ortaya çıkarma gibi bir görevi olduğunu belirtti. Sempozyumda söz alan İncesu Kaymakamı Erdinç Yılmaz da, sempozyum sayesinde Tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan İncesu'nun geçmişinin en iyi şekilde ortaya çıkarılacağına değindi. İncesu Belediye Başkanı Zekeriya Karayol, sempozyum hazırlıklarının 1 yıl sürdüğünü ve bütün ilgili kamu kurumlarıyla araştırmacıların, sürekli toplantı yaptıklarını bildirdi. Açılış konuşmalarının akebinde, sempozyuma bildirisiyle katılan ve sunum yapan Azerbaycan Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nezaket Hüseyinova, İncesu Belediye Başkanı Zekeriya Karayol ile Sempozyum Düzenleme Kurulu üyesi Prof. Dr.

larıyla öğrencilere atılganlık, kendini tanıma, verimli ders çalışma, sınav kaygısı, hayat amaçları edinme, öfke kontrolü ve stresle başa çıkabilme gibi birçok eğitimin ücretsiz olarak verildiğini söyledi. Yıl içerisinde öğrencilere ve ilgi duyan herkese yönelik konferanslar ve seminerler düzenleyeceklerini belirten Atak;” Eğitim-öğretim dönemi süresince, alanında etkili uzman ve akademisyenlerin katılımıyla, öğrenci ve personelin bireysel gelişimine yönelik çeşitli konularda söyleşi, konferans, televizyon programları düzenleyerek daha geniş bir camiaya ulaşmak istiyoruz.” dedi.

yunca insanların akıllarını ve kalplerini kullanarak hakikate ulaşmaya çalıştığını belirten Prof. Dr. Turan Koç, “İnsanlar şiir ve felsefe de varlık nedenlerini anlamaya çalışır” dedi. Felsefenin insan arayışının mantıksal çözümlemesi olduğuna değinen Turan Koç, “Felsefe varlığın, hayatın anlamının ne olduğunu kurcalar. Büyük ölçüde kavramlar üretir. Kavramları mantıklı olmadır. Bu da ne söylendiğinin anlaşılması için önemlidir.” diyerek felsefe düşüncesinin düşünürden ayrılması ile başladığını vurguladı. Şiirin ise felsefenin bıraktığı yerde başladığını ifade eden Koç “Şiir anlatılmaz olanı anlatmaktır. Anlatılmış olanı anlatan şiir zaten şiir değildir” dedi. Ayrıca şiirin köklü bir gelenek olduğunun ve hayatın her anında yazılabileceğini ancak felsefenin böyle olmadığını önemli birikim gerektirdiğinin altını çizdi. Şiirin içinde felsefe olduğunu söyleyen Turan Koç; Yunus Emre, Şeyh Galip ve kendi şiirlerinden örnekler sunarak şiirlerdeki felsefe sorularının varlığına değindi. Koç “İnsanın olduğu her yerde şiir ve felsefe durmadan hayatın anlamını, varlığın ne olduğunu nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi, yetersizliklerimizi, gündeme getirerek tatmin etmeye çalışır.” diyerek sözlerini tamamladı.

“Yeni Gözle Yeni Fırsatlar ” Erciyes Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik Merkezi tarafından 13 Ekim’de düzenlenen “Yeni Gözle Yeni Fırsatlar” adlı konferansın konuğu İstanbul Milletvekili Lokman Ayva oldu.

HABER&FOTOGRAF: GÜLNUR KEMAL

Lokman Ayva, Sabancı Kültür Sitesi’nde verdiği konferansta yeni anayasada görme engellilerle ilgili 4 trilyonluk yasayı kabul ettirdiklerini söyledi. Ayva, “Görme engellilerle ilgili yasayı kabul ettirene kadar çok zorluk çektik. Kabul etmek istemediler. Bunun da İlk nedeni, görme engellilerin imzasının geçerli

olmasını istememiz. Bize “Görme engelliler okumadıkları şeye imza atacaklar, bu da hukuki bir suçtur” dediler. Buna karşılık olarak, “Görme engelliler bir belgeye imza atacakları zaman yanlarında birilerini götürürler”dedik. Diğer bir nedeni ise, yasanın bu maddesinin 4 trilyonluk maliyetinin bulunmasıdır. Ama biz bu yasayı bir şekilde kabul ettirdik. Bilseler kabul etmezlerdi” diye konuştu. Lokman Ayva, konuşmasının sonunda kendisini en önde dinleyen engelli vatandaşların sorunlarına kulak verdi. Onlara çözüm yolları bulmaya çalışacağına söz veren Ayva, hukuk kurallarını çiğnemeden faklı olmanın önemli olduğuna vurgu yaparak, “Mevcut durumdan farklı olmalıyız. Sıradan olmamalıyız. Sıradan hayatla sıra dışı sonuçlara varılamaz” diye konuştu. SAYFA TASARIM: ASLI YILMAZ


KAMPUS

HABER

6

KASIM 2010

Bekar evleri aile sıcaklığından yoksun aile i r e l sun v k e o r y n a d Beka sıcaklığın

n

ksu

o y n

a

ka e B

e ğınd l i a klı i r e ıca l s v e r

HABER&FOTOĞRAF:MAŞALLAH ÇAYIR

Hasretle geçer onların yaşamı... İçlerinde mevsimlik işçi, inşaat kalfası, konfeksiyon çalışanı ve daha niceleri... Her biri ekmeğini kazanmak uğruna sevdiklerini geride bırakır. Arkada kalanlar ise bazen bir eş bazen de koskoca bir aile. Tek istedikleri ailelerine kaliteli hayat sunmak… Bu uğurda düşerler çoğu zaman gurbet yollarına bekâr evlerinin sakinleri... Güneşi görmeyen evlerdir bekâr evleri. Hep soğuktur, ısınmaz kuytu odalar. Gündüzleri sessiz ve kimsesizdir, gece olunca ise bol gürültülü. Sabahlara kadar süren muhabbetler gazete üstlerinde çitlenen çekirdekler... Bazen ülke kurtarılır, bazen de futbol baştan yazılır. En güzel olanı ise hayallerin anlatıldığı anlardır, bu düşler parıldayan gözlerle anlatılır ve can kulağı ile dinlenilir. Yalnızlığı gurbette iliklerine kadar hissederler. Komşuları olmaz bu evlerin, birer yabacıdırlar binaların çatı katlarında, bodrum dairelerinde. Onları aynı binada yaşayan komşuları bile bilmez. Tek dostları mahallenin veresiye veren bakkal amcası... Türkiye’de azımsanmayacak kadar fazladır bu evler. Her mahallede, sokakta vardır bir bekar evi. Bu evlerde yaşayanlardan biri de İlyas Sarıkaya. Van’dan İstanbul’a gelip, kendisi gibi dört arkadaşıyla bir bodrum dairesini kiralarlar. “Aslında bekâr evlerini anlatmak için bizim konuşmamıza gerek yok, işte gördüğünüz gibi her taraf dağınık, ne kadar temizlesek de annemizin, kardeşimizin yaptığı gibi olmuyor. Bugün düzenliyoruz, katlıyoruz, süpürüyoruz yarın yine aynı. Sadece bu evde değil, 16 yaşımdan beri Türkiye’de gitmediğim memleket kalmadı. Hangi memlekette olursak olalım bekâr evlerinin kaderi böyle. Aile evinin düzeninden uzak...” İlyas sözlerini duygulanarak ifade ederken evdeki diğer arkadaşları onu mutsuz bakışlarıyla onaylıyor.

Bekâr evlerinde zaman geçmez Zaman kavramı iç içe geçer, birbirine karışır. Günler ikiye bölünür mesai saati ve yatma saati. Eğer ki bir de işsizseniz bekâr evinde artık günleri karıştırırsınız. Gece, gündüz yer değiştirir. Her şey bir sorun olur, insanın en temel ihtiyaçları bile çoğu zaman ertelenir veya yapılamaz. Yemek yemek, uyumak, yıkanmak hele de temiz elbise bulabilmek onca karmaşanın içinde çok zor. Uzun yıllar başka memleketlerde çalışmış İlyas, bu evlerde zamanın nasıl geçtiğini boğazı düğümlenerek dillendirmeye çalışıyor. “ Bu evler öyle değişik hisler uyandırır ki, yeri gelir biz bile anlayamayız. İnşaatta veya çalıştığımız başka yerde yorulduğumuzda bir an önce eve gitmek isteriz. Geldiğimizde ise yorgunluğumuz geçer, ama bizi karşılayan bir sevdiğimiz olmadığı için içimiz daralır, çocuklarımızın, eşimizin, en sevdiklerimizin sesi yok. İşte bu yüzden zaman geçmek bilmez, bazen hep beraber oturur konuşuruz bazen de dışarı çıkıp içimizdeki sıkıntılardan bir an da olsa uzak kalmak isteriz. Öyle zamanlar olur ki arkadaşlar işten çıkarılır veya iş bulamazlar, evde ne yapacaklarını bilemezler. Daha dün tanıştıkları kişileri can sıkıntısından dört gözle beklerler. Çalışmaya gelen biri dışarı çıkıp gönlünce gezip eğlenemez, cebindeki üç kuruşla. Çalışmak zordur, ama bekâr evinde zaman ge-

çirmek zindan hayatı yaşatır insana, sevgiye, aile ortamına hasret dolu günlerde...” Memleketten başka her toprak insanın içinde hasret duygusunu uyandırır. Bazen büyük şehirlerde bazen yabancı bir ülkede istedikleri tek şey kazanabildikleri kadar çok para kazanmak ve olabildiği kadar çabuk sevdiklerinin yanına dönmek. Bu uğurda var güçleriyle çalışırlar. Gündelik hayattaki en basit ve sıradan durumlar bile uzaktadır bu evin sakinleri için; sıcak yemek, hazır bir bardak çay, temiz bir oda, düzenli bir yatak. Bu basit hayat kurallarının eksiklerini yaşarlar her gün. Bazen hiç beklemedikleri bir anda komşuları kapılarını çalar. Onlardan gelen sıcacık bir çorbayla, sabah gelen taze bir börekle mutlu olurlar. Sevinirler bu duruma, ama buruk bir mutluluk, sevdiklerini hatırlarlar her lokmalarında. İç geçirerek yerler ikram edilenleri…

Kurallarda yaşananlar kadar ilginç Çoğu zaman bekâr evinde yaşayan insanlar ev arkadaşlarını önceden tanımaz. Daha önce hiç tanımadıkları kişilerle aylarca aynı odayı, aynı sofrayı paylaşırlar, bu da ister istemez belli kuralları beraberinde getirir ev içinde. Kurallar da öyle pek katı değil aslında olduğundan fazla esnek. Ortak yaşamın trajikomik şartları. İlyas’ın ev arkadaşları da ya evde olmasını istedikleri ya da olan bazı kuralları anlatmaya başlıyorlar. İlyas da hemen devreye giriyor ve başlıyor arkadaşlarının söylediklerini toparlamaya.“Aslında bizi sıkıntıya sokan bizi zorlayan kuralların varlığından pek söz edilemez, ama içten içe birbirimizden beklentilerimiz de oluyor. Daha düzenli ve rahat olmak için kendiliğinden oluşmuş belli başlı birkaç kural. Mesela, uyuyan arkadaşımız uyarmadıkça ne olursa olsun uyandırmak terbiyesizliktir. Bulaşık, çamaşır, ütü gibi işler sıraya koyulur ve bazen gönüllü olan arkadaşımız bu işleri yapar. Sırası gelen o günün kahvaltısını hazırlar ve akşam yemeğini yapar. Üst üste iki günü menemen ya da omlet yemediğimiz görülmemiştir. Bakkala yapılacak borçlar eve değil kişiye özel olmalıdır. Sigarasız, ekmeksiz, peynirsiz ve hatta çaysız kalmak bile olabilir, ama evde makarna olmadan olmaz.” Bu söyledikleri aslında pek de ciddiye alınan kurallar olmuyor, kendileri de bunu dile getiriyorlar. Fakat ellerinden geldikçe uygulamaya çalışıyorlar basit de olsa bir düzen kurabilmek için. Sadece bunlar yok sayılanlar arasında çöplerin biriktirmeden atılmasından tutunda faturaları geciktirmemeye kadar belki de basit kurallar bekâr evleri için yapılması çok zor işler. Sevdiklerinizden uzaktaysanız orası gurbettir Bekâr evinde yaşamak Türkiye’de

zor, ama yabancı memlekette daha bir zahmetli. İnsanlar farklı olsa da sorunlar hep aynı sıkıntılar ortak. Yaşananlar faklı değil, ihtiyaçlar, istekler hep benzer. Sorunlar artar ama çözüm yolları üretmek daha da zor oluyor yabancı ülkelerdeki bekâr evlerinde. Her şeyin yabancısısınızdır, eğer bir de o ülkenin dilini bilmiyorsanız o zaman başlar gurbet hayatının en zor günleri. İzlenimlerine başvurduğumuz kişilerden biri de Rusya’da uzun yıllar çalışan Ali Yıldız oradaki bekâr evlerini ve yaşanan sıkıntıları dile getiriyor. “2003 yılında ilk gittiğimde sıkıntılarla dolu çok zor günler yaşamıştım. Her şey zordu, yaşadığımız ev kötü şartlardaydı, insanlar yabancıydı, kültür faklıydı henüz birkaç gün geçmeden Türkiye’ye dönmek istedim. Sadece ben değil, benimle gelen tüm arkadaşlar aynı düşünceleri paylaşıyordu. Ama zamanla eve de çevredeki insanlara da alışmaya başladık. Geldiğimiz ilk aylar çalıştığımız yer dışına çıkacaksak eğer, yanımıza mutlaka Azeri veya Türkmen bir arkadaşımızı alarak giderdik. Dil sorunu zamanla hallolmaya başladı, ama evdeki sorunlar hep aynı kaldı. Ev sadece bana değil, herkese itici geliyordu. Adeta eve gitmek istemiyorduk. Nasıl desem içimizi sıkıyordu ev. Çalıştığımız yer bize daha sıcak geliyordu. Az da olsa sevdiklerimizi unutturuyordu bize.” Tüm bu yaşananlar evden hayli uzak olmak da eklenince özlem katlanılmaz hale gelir. Evdeki arkadaşlarla yaşanan sıkıntılar bir yana gelen misafirler de ayrı bir sorun oluşturur olur. Misafirlik ortadan kalkar, adeta bekâr evlerinin gireni çıkanı belli olmaz. Kimi dostlar günlerce, haftalarca hatta aylarca kalır kimisi de aynı evde bir diğerini tanımaz. Yaşadığı ilginç olayları anlatmaya başlıyor Yıldız: “Ev sürekli kalabalıktı, bazen Rus bir aile bazen Azeri bir aile bazen de inanmayacaksınız mülteci konuklar oluyordu, saklanmak için geldiklerini duyuyordum. Eşyamı koyduğum yerde bulamıyordum ya birinin yatağının altında çıkardı ya da kirli sepetinde. Her şey çok çok zordu, ama duygusal bunalımlarımızın yeri çok ayrıydı. İnsan bazen böyle yerlerde derdini anlatacak birilerini arıyor ve her zaman dertleşecek birini bulamayabiliyor. En zor olanı da buydu zaten. Yemek yemek bile başlı başına birçok sorun oluşturuyordu. Kültürler farklı olunca tabi yemeklerde farklı oluyordu. İlk zamanlar aç yattığım günler bile olmuştu.” Bunlar da yabancı ülkelerdeki bekâr evlerinin ortak sıkıntılarından bazıları sadece. Aileden, akrabalardan uzakta türlü zorluklarla yaşamak başlı başına birçok sıkıntı doğururken birde gurbetin ve özlemin sona eremeyeceği korkusu kaplar umutları azalan yürekleri... Eve geldiklerinde eşinin sıcacık gülüşünden ve çocukların heyecanlı oyunlarından mahrum kalmanın sancısıyla geçirirler günlerini bekâr evlerinin sakinleri...

SAYFA TASARIM: SERVET TURSUN


KASIM 2010

HABER

KAMPUS

7

Türkiye’nin son Ermeni köyü : Vakıflı

Yüz yıllarca bir arada yaşadığımız, kültür alışverişinde bulunduğumuz Ermenilerden kalan bir miras gibi Vakıflı Köy’ü. 1939’da Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması ile bölgede bulunan yedi Ermeni köyünden altısı Suriye’ye göç eder. Topraklarını terk etmek istemeyen Vakıflı Köy sakinleri ise atalarından kalan topraklardaki mutlu yaşamlarını günümüzde de sürdürmeye devam eder. Türkiye’nin son Ermeni köyü olan Vakıflı Köy, azalan nüfusuna rağmen bu unvanını geleceğe de taşımak istiyor. HABER & FOTOĞRAF: DEMET YALCIN

Yeşilin bin bir tonu ile bezenmiş bir Anadolu köyü, Vakıflı Köy. Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı olan köy, Türkiye’nin son Ermeni köyü. Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasıyla, Samandağ bölgesinde bulunan yedi Ermeni köyünden bir tanesi olan Vakıflı Köy de ulusal sınırlar içerisine girer. Bölgede bulunan yedi Ermeni köyünün altısı, tarihte yaşanan bazı olumsuzlukların yinelenebilme ihtimaline karşın Suriye’ye göçer. Göç kararına katılmayarak bölgede kalan yetmiş Ermeni aile, topraklarını terk etmeyerek Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflar Köyü’nü günümüze taşır. Ermeni Ortodoks’u mezhebine bağlı olan Vakıflar Köy’ü halkı, Hatay ve Anadolu kültürü ile kaynaşarak bölgedeki huzurlu yaşamlarını, bugünlere kadar sürdürmeyi başarırlar. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşamayı tercih ederek topraklarını terk etmeyen Vakıflı Köy’ü ve onun sakinlerini daha yakından tanıyabilmek için köyü ziyaret ettik.

“Önemli olan insanlıktır” Vakıflı halkının sıcak ve misafirperver yaklaşımı hiçte yabancı gelmiyor bize. Çünkü yüzyıllardır bir arada yaşadığımız Ermeni halkı ile kültür alışverişinde bulunulmuş, iki kültür asırlar boyunca birbirini aşılamıştır. Yüzündeki tebessümden yıllardır burada yaşamaktan mutluluk duyduğunu sezinlediğimiz köyün en yaşlısı Avadis Demirci (97), bölgede bir zamanlar yedi köy halkı olarak yaşadıkları günleri anıyor gözlerindeki derin ışıltı ile. O günleri şöyle anlatıyor Avadis Demirci: “Yedi Ermeni köyüydük bir zamanlar burada. O zamanlar Hatay, ne Suriye’ye ne de Türkiye’ye bağlı idi. Fransız güdümündeki özerk bir bölgeydi burası. Daha sonra Hatay Devleti kuruldu ve bu devlet, kendini lağvederek Türkiye’ye katıldı. Hatay Türkiye’ye katıldıktan sonra burada görev yapan Fransız komutanı gel-

di ve bize, ‘Artık biz babalıktan çıktık, bundan sonra babanız Atatürk’ dedi. İşte bunu duyan altı Ermeni köyü Suriye’ye göç etti. Ne oldu sanki göç ettiler de. Bize burada bir kötülük yapılmadı. Buradan göçenler bizden daha mutlu değiller ki. Ben Ermenistan’a da gittim ve oradakileri de gördüm. Biz, onlardan daha rahatız. Bu düşüncemi onlara da söyledim. Gelin bir de bizim yaşamımızı görün dedim. Atatürk, Türkiye’yi diriltti.” Atatürk’ü çok seviyor Avadis Demirci. Bu günlerin onun eseri olduğunu düşünüyor. İsmet İnönü’yü de çok seven Demirci İnönü’yü görmüş, ama onunla konuşamamış ve bunu anlatırken yakınıyor: “İsmet Paşa Samandağ’a geldi. Bende gidip elini öpmek istedim, ancak bana izin vermediler, ‘Ermeni’sin’ dediler. Ne vardı elini öpüp konuşsaydım. O zaman Ermeni ayrımı yapılıyordu, ama şu an yok. Her şey değişti. Biz artık bu topraklara aidiz.” Avadis ve eşi Sara Demirci (84) başka bir ülkede yaşayabilmelerinin imkânsız olduğunu söylüyorlar. Sara Demirci, Almanya’ya kızlarının yanına gitmiş ama, orada yaşayamamış. “Kızlarımın yanına gittim ama, memleketimi çok özledim, yapamadım orada. Gelinim, torunlarım geliyorlar buraya. Gelinimi çok seviyorum, çok saygılı ve iyi bir Türk. Önemli olan insanlıktır. İnsanlık varsa seversin de sevilirsin de.”

“Herkes kendi dilini, dinini yaşıyor” Anadolu toprakları çağlar boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı için dili, dini ve kültürü farklı toplumlar, hoşgörü anlayışı ile huzur içinde yaşamayı öğrenmişlerdir bu coğrafyada. Özellikle, Osmanlı Devleti’yle Anadolu’ya tamamen hâkim olan hoşgörü anlayışı bugün de Türkiye topraklarında insanlar üzerinde etkisini sürdürmeye devem etmekte. Vakıflı Köy’de bunun en iyi görülebileceği yerlerden bir tanesi. Vakıflı Köy’ün muhtarı Berç Kartun, 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasından bu yana köylerinde huzur içinde yaşadıklarını söylüyor. “Atalarımız buranın insanını sevip burada kalmışlar. İçinde bulunduğumuz coğrafya insanı insan olarak görüyor. Ben İstanbul’a ve Almanya’ya gittim, ama beğenmedim. Öz vatanın özlemi her zaman daha cazip geliyor. Mutluluğunu gülümseyerek bizlerle paylaşan Kartun, yörede yaşayan diğer etnik kökenlere mensup insanlar ile olan ilişkilerini ise şöyle anlatıyor: “Hatay farklılıkları barındıran bir il. Alevi, Hıristiyan, Arap, Türkmen ve Ermenilerin bir arada yaşadığı çok kültürlü bir yapıya sahip. Herkes kendi dilini, dinini yaşıyor. Müslüman komşu kardeşlerimiz bayramlarımıza gelir. Biz de onların bayramlarına, düğünlerine gideriz. Aramızda çok güzel bir iletişim var. Buradaki insanlar tarafından hiçbir olumsuz tepkiye maruz kalmadık. Biz burada rahat ve huzurluyuz.” Kartun’un bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere Anadolu topraklarındaki hoşgörü ve kardeşlik etkisini bir an olsun kaybetmemiş halk nezdinde.

“Sorun tamamen siyasi” Vakıflı sakinleri Türkiye’de huzurlu bir yaşam sürüyor, ama son yıllarda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği süreci içinde yapılan projeler ile Vakıflı Köy ilgi odağı haline gelmiş. Bu ilgi karşısında önceden memnun olan Vakıflı Köy’ü halkı, şimdilerde bu ilgiden rahatsız. Köylünün bu ilgiden rahatsız olmasının nedeni de bir hayli ilginç. Avrupa Birliği süreci ile başlayan ziyaretler köy halkının yanlış anlaşılmasına zemin hazırlamış. Bazı gurupların istek ve görüşleri Vakıflı sakinlerinin de görüşleri olarak anlaşılmış. Bu yanlış anlaşılmanın ardında medyanın olduğunu söyleyen Vakıflı Köy Kilisesi görevlisi Kuhar Kartun, konuyla ilgili olarak şunları söyledi: “Biz tarafsız kalmak istiyoruz. Bizi siyasi konulara malzeme yapmasınlar. Bizim hangi siyasi partiyi desteklediğimiz kimseyi ilgilendirmez. Yalan yanlış haber yayınlayarak Ermeni - Türk ayrımı yapıyorlar. Aslında halklar arasında sorun yok. Sorun tamamen siyasi. Biz burada mutluyuz ve bunun bozulmasını istemiyoruz.” Kuhar Kartun’un sitemi, yüzyıllar öncesinden beslenen dostluğu yok etmek isteyenlere. Köyde görüşme fırsatı bulduğumuz Ermeni vatandaşlarımız da bu konudan oldukça rahatsız. Onlar, huzur içindeki yaşamlarının, birtakım siyasi olaylar ile lekelenmesini istemiyorlar. Ön yargılardan uzakta kalıp, bir arada yaşayabilme kültürünü sağlıklı bir şekilde gelecek kuşaklara aktarmak istiyorlar. Bu istek, Vakıflı Köy’ün gelecek nesillere bırakacağı en önemli miras aslında. Miraslarının başkaları tarafından tahrip edilmesi ya da yok edilmesi ise onların en büyük korkusu.

AVADiS VE SARA DEMiRCi

“Geçim sıkıntısı çekiyoruz” Vakıflı halkı, siyasi konulardan rahatsız olmakla birlikte yine de mutlu bir yaşamı paylaşıyorlar. Fakat ekonomik olarak yaşadıkları sıkıntılar, Vakıflı Köy’deki yaşamlarını tekrar gözden geçirmeye itiyor onları. 2004’te uygulamaya giren organik tarım, ilk defa Vakıflı Köy’de hayata geçirildi. Köy halkı, organik tarımdan büyük beklentiler ummaktaydı, ama istenilenin aksine organik tarım

uygulaması Vakıflı Köy’de beklenen kârı ne yazık ki karşılamakta yetersiz kalır. Vakıflı Köy muhtarı Berç Kartun, organik tarım uygulaması ve sonuçları ile ilgili olarak şunları söyledi: “Organik tarım uygulaması ile ürettiğimiz organik tarım ürünlerini iki yıl boyunca yurt dışına ihraç ettik. Hatta 2004 yılında bin tonluk ihracatla, ‘ihracatın yıldızları’ ödülünü aldık. Ama daha sonraki yıllarda ihracatta düşme oldu, buna bağlı olarak hep beraber zarar ettik. Bunun nedeni de organik olarak ürettiğimiz ürünlerin, suni gübreler ile yapılan, daha az zahmetli ürünler ile aynı fiyata satılmasıydı. Sonuç olarak, daha çok emek ve zaman alan organik üretimi yapmamaya karar verdik ve bu senede organik üretimi tamamen kaldırdık. Geçim sıkıntısı çekiyoruz, ama bazı zorlukları da el ele aşıyoruz köylüler olarak.” Köy halkı tarım arazilerini işlemek için gereken insan gücünü, imece usulü ile aşmaya çalışıyor. Kadınlar yaptıkları likörler ile markalaşma yolunda ilerlerken, iç ve dış pazarda satış yaparak ekonomiyi canlandırmaya çalışıyorlar. Eğitim konusuna da el birliği ile yardımcı olan köy halkı, bütçelerinden ayırdıkları bir miktar para ile de köyde okuyan çocukların ve gençlerin eğitime destek oluyorlar. Ekonomik sıkıntılarda da bütüncül davranarak aşıyorlar olumsuzlukları.

“Yirmi yıl yaşarsa bu köy, şanslıyız” Vakıflı halkının ekonomik sıkıntılarının yanında başka bir sorunu da nüfusun yıldan yıla azalması. Otuz beş haneden oluşan köyün kalıcı nüfusu, yüz otuz beş. Ekonomik sıkıntılar sonucunda gerçekleşen göçler, eğitim görmek için gençlerin şehir dışına çıkmaları, o şehirlerde ya da başka şehirlerde iş kurmaları ve evliliklerini gittikleri şehirlerde yapmaları Vakıflı Köy’ün nüfusunun azalmasına neden olan etmenlerden birkaçı. Kuhar Kartun azalan nüfus karşısındaki endişesini şöyle anlatıyor: “Köyümüzde okuma oranı çok yüksek. Gençlerimiz okumaya başka şehirlere gidiyor ve çoğu geri dönmüyor. Okulumuz Samandağ’da. Burada da vardı, ama öğrenci az olunca okul kapandı. Yirmi yıl bu köyü yaşatırsak şanslıyız. Gidenler kendilerine yeni hayatlar kuruyorlar. Neyse ki gençlerimiz çok vefalı. Her zaman tatillerini geçirmek için buraya geliyorlar.” Azalan nüfus yaz aylarında artıyor. Bunun nedeni ise her yıl yapılan ‘Meryem Ana Yortusu’ adı verilen dini törene katılmak isteyen insanların köyü ziyaret etmesi. Üç gün süren bu törenin sonunda insanlar geldikleri yerlere geri dönüyor ve köy tekrar tenha yaşamıyla baş başa kalıyor. Vakıflı Köy’de yaşayan Ermeni vatandaşlarımız bazı konularda sıkıntılar yaşasalar da Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamaktan oldukça memnunlar. İçlerine sinen sevgiyle, barışçıl çağın mutluluğunu bizlerle paylaşmanın yanında, huzurlu yaşamlarında bize ayırdıkları sıcacık gülüşlerini hediye alarak ayrılıyoruz, sevgi ve hoşgörü misali Vakıflı Köy sakinlerinden.

SAYFA TASARIM: VE YSEL UÇAR-SERVET TURSUN


KAMPUS

8

HABER

KASIM 2010

Rumelikavağı’ında bir Karakabuk İstanbul Rumelikavağı’nda yaşayan ve burada denizden midye çıkararak hayatlarını kazanmaya çalışan midye işçilerinin, çile dolu yaşamlarına verdikleri isim, “Karakabuk.” Günde on lira kazanabilmek adına, dalıyorlar boğazın serin sularına. Amaç, barakaya ekmek parası götürmek olunca, vurgun yemek ve boğulmak Karakabuk toplayıcıları için hayatın içinden, sıradan bir şey olmuş zamanla.

HABER:ERMAN BALAK&KÜBRA FELEK

Birçoğu doğduğu toprakları, ailesini hatta tüm sevdiklerini geride bırakarak büyük umutlarla gelmiş İstanbul’a. Fakat, bir türlü bulamamışlar aradıkları huzuru. Ne ailelerini getirebilmişler yanlarına ne de kendileri gidebilmişler tekrar memleketlerine. Her şeyden vazgeçmiş Rumelikavağı sakinleri, geçim derdi sarmış dört bir yanlarını. Çoğunun evi yok, ortak noktaları ise hiçbirinin sosyal hayatı yok, parası yok. Kimse seslerini duymuyor. Ne yapsalar, ne kadar çile çekseler bedeli hep aynı, on lira. Kendi hayatlarından zaten çoktan vazgeçmişler ama, yine de çocukları için küçük de olsa bir umut besliyorlar gelecek adına, Karakabuklarda. Sahil kentlerinin vazgeçilmez lezzetlerinden biri olan midyenin ne derece zor şartlarda insanlara sunulduğunu öğrenmek için, bu işin en eziyetli kısmıyla uğraşan Karakabuk temizleyicilerini dinledik.

Hasret başını eğermiş adamın İstanbul Rumelikavağı’nda hayatlarını sürdüren işçiler sabah erken saatte kalkıp, midye tanelerini toplamak için dalıyorlar suya. Sonra tüple daldıkları sudan, bir ağ yardımıyla çıkardıkları midyeleri başlıyorlar saymaya. Bin tane midyeyi alan herkes çekiliyor köşeye ve temizlemeye koyuluyor midyelerini. Akşam olduğunda ise temizlenmiş bin midye teslim etmeleri gerekiyor toptancıya on lira alabilmek için. Suya dalıp midye çıkarmayı erkekler üstleniyor tehlikeli olduğu için ve genelde de midye temizleme işini çocukları ve eşleri yapıyor. Midye temizlemek de tehlikesiz sayılmaz. Akşama kadar bin tane midyeyi temizleyip yetiştirmek zorunda oldukları için mümkün olduğunca hızlı olmak zorundalar. Bu durum da çoğu zaman ellerini kesmelerine sebep oluyor. Sağlık güvenceleri olmadığı için hastaneye gidemeyen midye işçileri, deniz suyunu ilaç bilip, tuzlu suyun acısını artırdığı kesiklere aldırmaz görünüyorlar. Midye temizlemede daha çok kadınlar ve çocuklar çalışıyor ama, istisna olarak erkekleri de görmek mümkün temizleyiciler arasında. Selahattin Saraç onlardan biri. Büyük umutlar ile gelmiş İstanbul’a ama, o umutlar gün geçtikçe tükenmiş. Para kazanamadığı için memleketine dönmeyi kendine yediremeyen Saraç, oğlunu çok özlediğini söylüyor. “Yıllar önce para kazanıp aileme daha iyi şartlarda bir hayat sunmak ve çocuğumu okutmak umuduyla geldim İstanbul’a fakat, doğru dürüst bir iş bulamadım. Her işi de yapmaya razıydım ama, bulamadım bir iş. Sonra bir arkadaşımın yardımıyla buraya geldim. Başladım midye açmaya ancak, kazandığımız para ortada. Geri de dönemedim memleketime, ağır geldi başımı öne eğip geri dönmek ama, oğlumu çok özledim, bir yıldan fazla oldu görmedim onu ve eşimi. Çok küçüktü oğlum ben İstan-

bul yolunu tuttuğumda ama, kokusu gitmiyor burnumdan. Keşke bir sarılıp koklayabilsem doya doya oğlumu.” Ailesi yanında olan midye temizleyicileri de var Rumelikavağı’nda ama, onların da sıkıntıları başka başka.

“Biz kadınlığımızı hiç bilmedik” Karakabuk toplayıcılarının ve temizleyicilerinin ne sosyal hayatı var ne de geleceğe dair umut dolu planları. Bir sonraki gün de bir önceki gibi çileye açıyor kapısını. Midye temizleme işinin müdavimleri kadınlar ve çocuklar olduğu için en çok onlar yoruluyor bu işin sonunda. Midye temizlemede oldukça deneyimli olan isimlerden biri olan Ömür Tanka, yaptıkları iş dolayısıyla kadın olduklarını unuttuklarını söylüyor. “Eşlerimiz ve biz sabahtan akşama kadar çok yoğun bir şekilde çalışıyoruz. Zor, tehlikeli ve yorucu bir iş fakat, mecburuz buna eğer hepimiz çalışmazsak getiremeyiz sonraki günü. Her evin derdi gibi bizim barakamızın da derdi çok. Sadece kuru ekmek yetmiyor hayatın devamı için. Bin bir türlü ihtiyaç var. Bu ihtiyaçları karşılayabilmek için her gün, gün boyu çalışmak zorundayız. Yorgunluktan akşamı iple çekiyoruz ama, işimiz de bunu gerektiriyor. Hani kadınlar hoşlanır ya bazı sürprizlerden, biz onları hiç bilmedik, hiç görmedik. Bizim de evlenmeden önce kurduğumuz hayallerde çiçekler, güzel sözler, huzur dolu akşam oturmaları gibi çok şey vardı elbet ama, bu iş hepsini unutturdu. Beynimizin o tarafı kör bir kuyu oldu, cadı kazanı gibi hayata dair hayallerimizi çekti kendi karanlığına karakabuk. Kızamıyoruz da eşlerimize neden böyle bir hayatı yaşıyoruz

diye. Onları da anlı- yoruz, hayat denen şeyi anladığımız gibi. Onlar da istemezdi böyle olmasını. Birçok insana göre onların sorumlulukları daha fazla. Sabahtan akşama kadar bin bir zorlukla kazandıkları on lirayı evlerine harcıyorlar. Üzülüyoruz tabi böyle bir hayatımız olduğu için ama, yapacak daha iyi bir şey yok ve bizi en çok kahreden de

bu çaresizlik. Bazen çocuklar okula gitmek istediklerini söylüyor, işte o anlar çocuklarımdan kaçmak istiyorum. Çünkü, onları okula gönderebilmek için hiçbir mümkünüm çarem yok. Artık çocuklara mı üzülürsünüz, eşinizin yüzündeki çaresizliğe mi kahrolursunuz, yoksa kendi haliniz için mi akıtırsınız gözyaşlarınızı içinize…”

Kalem tutması gereken eller midye temizliyor Lüks sayılıyor Rumelikavağı’nda midye temizleyen çocuklar için okumak. Akşama kadar midye açmaktan okumaya vakitleri kalmıyor çünkü. Karın tokluğuna çalışmak yaşamlarındaki tek satır olduğu için, fazlası ile dolduruyor Karakabuklar o tek satırı. Eğitim, meslek, sağlık, hayal, amaç, umut, mutluluk, gelecek… gibi kelimeler, daha doğmadan yasaklı küçük yüreklerine. Anne ve babalarının Karakabuk dışında verebilecekleri çok az şeyleri var bu çocuklara. Midye açma işine çok küçük yaşta başlayan Hande Demirci, on üç yaşında olmasına rağmen büyükleri kadar çok çalışıyor. Hande, çocukluğuna ve okula olan özlemini şöyle anlatıyor: “Ben küçük bir kız olmak istiyorum, yani yaşıma göre yaşamak istiyorum. Arkadaşlarım gibi, annem ve babam gibi de olmak istemiyorum. Yaşıtlarım gibi ben de okula gitmek istiyorum. Ben burada en çok çalışanlardan biriyim ve herkes beni sever. Hep kendi kendime soruyorum, sabahleyin güzel güzel giyinip okula giden çocukların anne ve babaları bizim anne ve babalarımızdan farklı ne yapmışlar? Benim annem de sabahtan akşama kadar hiç durmadan çalışıyor ama, yinede beni okula gönderemiyor. Ben her sabah midyeleri açmak için bıçağı elime aldığımda annemin ağladığını görüyorum. Şimdi ben ne kadar istesem de okula gitmeyi, bunun olmayacağının farkındayım ama, yinede okula gitmeyi çok istiyorum.” Küçük bedenlerine yük büyük hayalleri var gerçekleşmesini bekledikleri ama, olmayacağını bildikleri. Pembeli düşlerle dalıyorlar uykularına kim bilir belki bir gün diye uyanarak…

“Acımızı bile yaşayamıyoruz” Karakabuk toplayıcıları için zorluklar sadece midye temizlemekle sınırlı değil tabi. Bu işi yapan insanların kazancı göz önüne alındığında barınma ihtiyaçlarını da bu kazançları belirliyor. Yaşadıkları tüm sıkıntılar bir tarafa onlar sadece barınabilecekleri bir ev beklemişler hayattan ama, o da olmamış. Devlete sığınmışlar bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına, buradan da çıkmamış onları teselli edecek bir sonuç. Umutları kuru bir lokma olup düğümlenip kalmış kursaklarında. Tatil nedir bilmemiş, hep çalışmışlar yorulup tükeninceye kadar. “Bayramımız, yılbaşımız… tatilimiz yok, hiçbir şeyimiz yok. Yaz kış buradayız. Sadece oy zamanı uğruyor devlet buraya. Oy zamanı onu yapacağız bunu yapacağız diyorlar, seçim geçince de yine ilk bizi unutuyorlar. Kışın, karın altında oturup midye açıyoruz. Bizde istiyoruz bize güzel bir yer yapsın belediye yardımcı olsun istiyoruz ama, bunlar hep istek gördüğünüz gibi. Biz de memnun değiliz bu hayattan. Biz de isteriz temiz bir yerde çalışmayı, temiz bir evde yaşamayı ama, gelin görün ki sosyal güvencemiz bile yok. Temmuz’dan itibaren bir iki ay midye toplamak yasak. Sahil güvenlik yakaladı mı ceza kesiyor. Günde on lira kazanacakken, iki bin lira ceza ödemek zorunda kalıyoruz. Bu işin hamallığını yapıyoruz. Biz bin tane midyeyi on liraya açarken, satan kişi bundan yüz yüz elli lira kazanıyor. Zam isteyince de vermiyor ama, dediğim gibi mecburuz. Ailemizi geçindirmek zorundayız.” İsyanlarını böyle dile getiren Karakabuk toplayıcıları yapmak zorunda oldukları bu iş yüzünden acılarını bile yaşayamıyorlar, işlerini kaybetme korkusu var içlerinde. “Ailemizden veya arkadaşlarımızdan birini kaybettiğimizde cenazeyi buradan kaldırıp defnediyor, sonra hemen buraya geri dönüp midye açmaya başlıyoruz. Çünkü, biz bir gün yapmazsak bu işi yerimize hemen birini bulurlar. O zaman kazandığımız üç kuruştan da oluruz.” Hayatta o kara kabuklar gibi kara görünüyor gözlerine ancak, onu da aydınlatacak bir tutam umut var içlerinde yeşermeyi bekleyen…

“Hayatımız masanın başında geçiyor” Bir annenin en değerli varlığıdır çocuklarıdır şüphesiz ki. Her anne evladı için bir şeyler yapıp, sonra emeğinin karşılığını görmek ister elbet. Rumelikavağı’nda bunun tam tersi oluyor. Annelerin gözlerindeki çaresizlik bedenlerine yansıyor. İki çocuk annesi Safinaz Demirci gözyaşlarını tutamıyor konuşurken: “Bizim işimiz çok zor. Hiçbir güvence, hiçbir sosyal hayat yok. Tek başına akşama kadar ancak on lira kazanabiliyoruz, oda yetmiyor haliyle. Tek başımıza da geçimimizi sağlayamayınca, çocuklarımızı da yanımıza alıp çalıştırmak zorunda kalıyoruz. Ancak böyle geçinebiliyoruz. Bir kızımı okutamadım. Onun bu halini görünce çıldıracak gibi oluyorum. Onun o yalvaran yüz ifadesi mahvediyor beni. Bir kızım daha var, yedi yaşında. Maddi durumum olmadığından onu da okula gönderemedim geçen sene. Zaten sinir, stres, üzüntü, sıkıntı yapıyor bu iş, bir de çocukların bu hali eklenince, yaşamdan soğuyor insan. Hayatımız masanın başında akşama kadar oturup midye temizlemekle geçiyor. Oturup yaparsak bu işi, ekmek yiyoruz yoksa ekmek de yok. Ben şimdi çocuklarım için uğraşıyorum, her şeyden vazgeçtim.” Annelik fedakarlığın eş anlamıdır dercesine dökülüyor bu sözler Safinaz Demirci’nin dilinden ellerde karakabuklar, buruk yüreklerde yine umutlar… SAYFA TASARIM: MUSTAFA DEMİRCİOĞLU


KASIM 2010

Ço

o k l olamadan kadın du u c

HABER : LE YLA EBRAR HİÇ YILMAZ

Ülkemizde binlerce çocuk çeşitli nedenlerle sokakda yaşamak zorunda. Sokakda başlayan hayat, kız ve erkek çocuklar için farklı anlamlar taşıyor elbet. Kızlar için genelev ve fuhuşa kapı açan sokaklar, erkek çocuklar için yasadışı işlerde kullanılarak birer suç makinesine dönüşmeleri anlamına geliyor. Çocuk Esirgeme Kurumu ve benzeri kurumlar bu çocuklara sahip çıkıyor. Çocukları sokakta yaşamaya iten nedenler: Aile içi şiddet, istismar ve ekonomik yetersizlikler. Özellikle istismar sonucu kurumlara başvurular her geçen gün artmakta. Hemen hemen her ilde bulunan bu kurumların birçoğu, maalesef aile içi şiddet ve istismar sonucu tedavi edilmesi gereken çocuklara gerekli hizmeti sunacak alt yapıdan yoksun. Bu amaçla 2005’te çıkarılan 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu kapsamında hizmete sunulan dokuz rehabilitasyon merkezi çeşitli illerde hizmete başladı. Bu kurumlardan bir tanesi de Kayseri’de bulunuyor. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) adı altında kurulan rehabilitasyon merkezi, değişik illerden gelen 20 hastaya tedavi imkanı sunuyor.

HABER

9

lar!

Yapılan araştırmalara göre ülkemizde cinsel istismara uğrayan çocuk sayısı 5000’in üzerinde. Bu rakamın yüzde 85’ini kız, yüzde 15’ini erkek çocuklar oluşturuyor. Cinsel istismara, genel olarak 8–11 yaş grubundaki çocukların maruz kaldığı, mahkemelere yansıyan vakalara göre, çocuğa istismarın yüzde 57'sinin baba, yüzde 4'ünün ağabey, yüzde 3'ünün yakın akraba, yüzde 26'sının da, ikinci dereceden akrabalar tarafından yapıldığı görülüyor. ca ölmeyi denedim. Fakat her seferinde ölümle aramdaki o ince çizgiden kurtuldum. Ağabeylerimin peşimde olduklarını öğrendiğimde inatla sarıldım yaşama.” Hayatını cehenneme çevirdikleri kız kardeşlerini, töre dedikleri kendi kanunlarıyla temizlemek için yoldaydı ağabeyler. “O sırada hayat benden yanaydı sanki. Çalıştığım pavyondan kaçıp polise sığınmayı başarmıştım. Onlarda beni buraya sevk ettiler. Şimdi burada iyiyim. Sıcak bir yatağım, rahatlıkla içebildiğim bir tabak çorbam var.”

“Kendisine zarar verecek diye korkuyoruz” Kurumda rehabilite edilenlerden küçük yaşta istismara uğrayan, sadece H.B değil. Bu zulmü yaşayanlardan biri de 17 yaşındaki G.T. O, rehabilitasyon merkezinde bulunanlardan daha farklı. Çünkü o ensset kurbanı. Bütün çocuklar gibi onun da hayalleri vardı, en çok da öğretmen olmak istiyordu, ama şeytani bir güdü ile yaklaşan eller koparır onu hayallerinden ve yaşama sevincinden. Yasal olarak çocuk aldırma süresini geçirdiği için bebeği istemediği halde doğurur. Birinci dereceden akrabası tarafından istismara uğrayan G.T. ağır depresyon geçiriyor rehabilitasyon sürecinde. Özçelebi G.T.’nin yaşadıklarını hazmedemediğini, sıklıkla sinir krizi geçirerek, kendisine zarar vermek istediğini belirtiyor. “Onu hiç yalnız bırakamıyoruz, sürekli bir psikolog ya da görevli başında duruyor. Her an kendisine zarar vereceğinden korktuğumuz için tuvalette bile yalnız bırakamıyoruz.” En güvenilir yer olması gereken aile ocağı düşürür onu dikenlerle dolu kör kuyuya. Özçelebi, ensest vakalarında mağdurun, tacizci ile olan bağlarını doğrudan koparamadığı için, bu vakaların çok daha ciddi sonuçlar doğurduğunu özellikle belirtiyor.

Üç yılda 189 kişi rehabilite edildi İlk olarak Kayseri’de hizmete giren kurum, Çocuk Esirgeme Kurumu görevlilerinin talebi üzerine kurulmuş. Çünkü aile içi şiddet görenler, kimsesizler ve istismara uğrayan çocuklar bir aradaydı Çocuk Esirgeme Kurumu’nda. Rehabilitasyon merkezinin hizmete girmesi ile ortadan kalkan bu sorun, çocukların tedavi sürecini daha sağlıklı bir zemine oturtmuş. “İstismara uğrayan kız çocuklarını daha önce Kayseri’de bulunan Kız Yetiştirme Yurdu’na yerleştirmek zorundaydık. Bu hem bizim açımızdan hem de çocuklar açısından zor bir durumdu. İstismara uğramış çocukların diğer çocuklardan farklı bir bakıma, sosyal rehabilitasyona ihtiyaçları var. Bu yüzden bu kurumda böyle bir bakım modeline başvurduk.” diyor kurum müdürü Funda Nesrin Özçelebi. Kurumda rehabilite edilen çocukların büyük kısmının uyuşturucu ve fuhuş tüccarlarının elinden kurtarıldığını ve birçoğunun hamile olduğunu özellikle belirtiliyor. Kızlar çocuk aldırmanın yasal süresi olan 10. haftayı doldurdukları için bebekleri doğurmak zorundalar. 2007’de hizmet vermeye başlayan kurum üç yıl içinde 189 kişiyi rehabilite ederek hayata kazandırmış. İstismar sonucu hamile kalan kızların, bebekleri doğurmak istemedikleri için farklı yollara başvurduklarını öğreniyoruz kurum müdüründen. “Hamile olan çocuklar sürekli sinir krizi geçiriyor. Tecavüze uğramalarına bir de hamile kalmaları eklenince çocukların psikolojisi iyice bozuluyor. Doğum yapmak istemedikleri için çeşitli yollarla çocukları düşürmeye çalışıyorlar. Onlara her türlü desteği sağlamaya çalışıyoruz. Tedavileri için 2 psikolog ve 2 öğretmenle onların hizmetindeyiz.” Sokağa fırlatılan bez bebek Ülkemizde Çocuk Esirgeme Kurumu’na yerleştirilen kız çocukları, eğitim - öğretim hakkını kullanabilirlerse yurt imkanlarından yararlanabiliyor, aksi taktirde reşit olunca kanunen yurttan ayrılmak zorundalar. Bu şartlar ile yurttan ayrılanları Kadın Sığınma Evleri de kabul etmiyor. Çünkü buralarda evlere kabul edilebilmenin şartı 25 yaşında veya üzerinde olmak. Bu kurumlarda kendine yer bulamayanların kaderi ise çoğu zaman sokaklarda yeniden yazılıyor. Aralarında tecavüze uğrayanı, fuhuşa zorlananı, ya da hayat kadını olanları görmek mümkün. Kayseri Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu bu durumları azaltmak için, mağdurları 30 yaşına kadar kurumda barındırıyor. Kurum müdürü ile konuştuğumuz esnada içeriye giren bir kız konuşmamıza ortak oluyor. Nesrin Hanım onu bize tanıtacağı sırada, araya girip, buraya gelene kadar yaşadıklarını paylaşıyor bizimle. H.B erken evlendirilince beraberinde yaşanan olumsuzluklar onu buraya getirmiş. “15 yaşındayken zorla evlendirildim. Evliliğin ne anlama geldiğini bile bilmiyordum. Bezden yapılmış bir bebekle akşama kadar sokaklarda oynuyordum. Gün geldi elimdeki bebeği alarak yırtıp camdan attılar. Bunu yapan ağabeyimdi. Ona göre artık ben büyümüştüm, sokakta oynayamazdım. Hemen ertesi akşam beni istemeye geldiler. Meğer her şey planlanmış.” H.B. çocukluğundan ve masumca oynadığı oyundan koparılanlardan sadece biri. Evleneceği insanı görmeden, gelinlik giymeden, başlık parası için kurban edilir. Sokakta bebeği ile oynadığı oyunların yerini artık her gün yediği koca dayağı ve türlü eziyetler alır. Anlamını bile kavrayamadığı yaşta, evlilik onu cehennem ile tanıştırır. Dayanamaz bunca acıya, çareyi evden kaçmakta bulur. İlk durağı İstanbul olur, ama o koca şehir de başka bir muammanın başlangıcı olur H.B. için. Orada C. O. ile tanışır. Üniversite öğrencisi C. O., H.B.’yi önce esrarla tanıştırır, sonra da kadın tüccarlarının eline düşürür. Neye uğradığını şaşıran, H. B., düştüğü bataklıktan kurtulmak için çabaladıkça biraz daha batar. H. B. içki masalarında çocuk bedeni birkaç saatliğine satın alan dedesi yaşındaki insanlar ile yüzleşmek zorunda kalır. “O günleri hatırlamak istemiyorum. Hayatın, benim için bir anlamı yoktu. Rüzgar nereye savurursa oradaydım. Defalar-

KAMPUS

FUNDA NESRİN ÖZÇELEBİ

“İstismara uğrayan kız çocuklarını daha önce Kayseri’de bulunan Kız Yetiştirme Yurdu’na yerleştirmek zorundaydık. Bu hem bizim açımızdan hem de çocuklar açısından zor bir durumdu. İstismara uğramış çocukların diğer çocuklardan farklı bir bakıma, sosyal rehabilitasyona ihtiyaçları var. Bu yüzden bu kurumda böyle bir bakım modeline başvurduk.” diyor kurum müdürü Funda Nesrin Özçelebi. Kurumda rehabilite edilen çocukların büyük kısmının uyuşturucu ve fuhuş tüccarlarının elinden kurtarıldığını ve birçoğunun hamile olduğunu özellikle belirtiliyor. Kızlar çocuk aldırmanın yasal süresi olan 10. haftayı doldurdukları

için bebekleri doğurmak zorundalar. 2007’de hizmet vermeye başlayan kurum üç yıl içinde 189 kişiyi rehabilite ederek hayata kazandırmış. İstismar sonucu hamile kalan kızların, bebekleri doğurmak istemedikleri için farklı yollara başvurduklarını öğreniyoruz kurum müdüründen. “Hamile olan çocuklar sürekli sinir krizi geçiriyor. Tecavüze uğramalarına bir de hamile kalmaları eklenince çocukların psikolojisi iyice bozuluyor. Doğum yapmak istemedikleri için çeşitli yollarla çocukları düşürmeye çalışıyorlar. Onlara her türlü desteği sağlamaya çalışıyoruz. Tedavileri için 2 psikolog ve 2 öğretmenle onların hizmetindeyiz.”

“Adını bilmediğim insanlar bedenimi satıyordu” Ensest sonucu evinden kopup, sokaklarda cinsel sömürüye alet edilen bir başka mağdur da A.P. 15 yaşındayken akrabası tarafından istismara uğrayan A.P. hamile kalır, ama anlayamaz karnı büyüyüp annesine sorana kadar. Anne S.P. durumu anladığında ilk olarak aile büyüklerinin yaşananları öğrenmemesi için çabalar. Çünkü, A.P.’nin töre gereği öldürülmesi anlamına gelir öğrenmeleri. Anne S.P. kızını evden uzaklaştırarak geçici bir çözüm üretir, ama A.P.’yi başka felaketlerin beklediğini düşünemez. Aydın’a gelen A.P. ne yapacağını bilmeden günlerce sokaklarda kalır. Annesinin verdiği bileziklerle bir süre geçinebilen A. P. daha sonra çalışıp para kazanmak zorunda kalır. “Ne yapabilirdim ki, hiçbir şey bilmezdim koca şehirde? Beni rahatlatan şey kimsenin beni tanımamasıydı. Yaşım küçük olduğu için kimse iş vermiyordu. Elimdeki para da tükeniyordu. Çocuk aklı ya, polise gitmedim, gördüğüm yerde de kaçıyordum polislerden beni aileme teslim ederler diye. Çünkü aileme teslim edilmemin sonucu ortadaydı. Sonrasında bir anda kendimi fuhuş bataklığında buldum. Bir ay içinde adını bile bilmediğim insanlar bedenimi satıyordu. Çok lüks bir hayat vardı önümde, ama ben ben değildim artık. Ölmedim. Annemin istediği olmuştu. Bu sırada karnımdaki bebekte büyüyordu, ama ben onu istemiyordum, kurtulmak istiyordum ondan. Adeta lanetli bir şeydi benim için. Doğurdum çocuğu, ama sadece bir ay katlanabildim. Yetiştirme yurduna bıraktım. Şimdi gitsem tanımam bile. Hem böylesi daha iyi, beni öldü bilsin.” Söyledikleri iddialı ve ürpertici, ama bu insanları bu hale getiren bir kesim maalesef içimizde yaşıyor biz onları fark etmesek de. A.P, tüm yaşadıklarını unutmaya çalışıyor ona kucak açan rehabilitasyon merkezinde. İstismarda yakın akraba öne çıkıyor H.B, G.T. ve A.P. cinsel istismar ile küçük yaşta tanışan binlerce çocuktan birkaçı. Ülkemizin bu anlamda karnesinin iyi olduğu söylenemez. Rehabilitasyon merkezi kayıtlarına göre; cinsel istismara en çok 8-11 yaş grubundaki çocuklar maruz kalıyor. İstismarın yüzde 57'sinin baba, yüzde 4'ünün ağabey, yüzde 3'ünün yakın akraba, yüzde 26'sınınsa ikinci dereceden akraba tarafından yapıldığı görülüyor. Nesrin Funda Özçelebi’ye göre; “Türkiye'de cinsel sömürüye alet edilen, tecavüze uğrayan ve erken evlendirilen kişi sayısının çokluğunda, ailelerin belli kalıpların dışına çıkamaması, cezaların caydırıcı olmaması ve yetiştirme kuruluşlarının gerektiği gibi hizmet sunmaması etkili oluyor. Ülkemizde koruyucu yasalar var; ancak uygulamada sorunlar yaşanıyor. Üstelik çocuğu koruma altına alacak kurumlar az ve kurumlarda da sorunlar var.” Geçtiğimiz aylarda Siirt’te ve Manisa’da yaşanalar bunun en açık göstergesi olmadı mı? Uzmanlar gerekli önlemlerin zamanında alınmaması durumunda bu tür sosyal yaraların daha da derinleşebileceği uyarısında bulunuyor.

SAYFA TASARIM: KENAN ŞİLEN


ARAŞTIRMA-İNCELEME

KAMPUS 10

KASIM 2010

Anadolu basınında vali izleri: Muammer Bey

II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra iktidarı eline geçiren İttihat ve Terakki Partisi, fikri yayılımını genişletmek için bazı girişimlerde bulunur. Bunlardan biri, yenilikleri ve yeni fikirleri savunan, vali ve mutasarrıflar aracılığı ile halka ulaşmak, halkı örgütlemek olur. Bu yöndeki çalışmaları ile tanınan valilerden biri, Sivas, Kayseri, Adana ve Konya’da görev yapan, Ahmet Muammer Bey’dir. Onu diğer vali ve mutasarrıflardan farklı kılansa, Anadolu taşrasında yenilikçi düşünceleri ve fikirleri örgütleme hususunda gösterdiği olağan üstü çabalar ve elde ettiği neticelerdir. İttihat ve Terakki hakkında bilgi ve propagandayı da içeren bu mücadelenin iki önemli aracı, gazete ve okullar olur. HABER : MERVE BOSTANCI

II. Meşrutiyet döneminde, yenilikçi düşünceyi, vatanperverliği aşılayan, halkın örgütlenmesinde önemli rol oynayan belli başlı unsurlar vardır. Bu unsurların başında gazete ve okullar gelir. Dönemin siyasal partileri bu araçların önemini kavramakta gecikmez. Anadolu taşrasında birbiri ardına gazeteler, parti adını taşıyan okullar belirmeye başlar. Dönemin iktidar partisi İttihat ve Terakki, muhaliflerine göre avantajlı konumundadır. Çünkü Anadolu’ya atadığı valiler yalnızca devletin işlerini yürütmez, aynı zamanda parti örgütlenmesiyle de ilgilenirler. Bu bağlamda gazete çıkarmak, parti kulübü açmak, mevcut okulları modernleştirmenin yanında parti ile irtibatlı yeni okullar açmak vali ve mutasarrıfların görevleri arasındadır. Vali Muammer Bey bu çabanın en önemli temsilcilerinden biridir. Konya, Sivas, Adana ve Kayseri, Muammer Bey’in görev yaptığı, İttihat ve Terakki’nin, dolayısıyla yenilikçi düşüncenin, yeni fikirlerin örgütlendiği Anadolu kentleridir. Muammer Bey fikri düşüncelerini, çağın koşulları doğrultusunda eğitimöğretim yapılan okulların sayesinde daha etkili bir şekilde yayılacağının, fikri hareketin tüm halka duyurulmasında da gazete çıkarmanın önemini bilmektedir. Buna bağlı olarak da vali olarak atandığı illerde ilk iş olarak bu yapılanmanın zeminini kurmaya çalışmıştır. Bir yandan okullar açmış, bir yandan da gazeteler çıkarmıştır. Muammer Bey, Osmanlı Kayseri’sinin ilk Türkçe gazetesi Erciyes’i çıkarır, Sivas’ta Kızılırmak’ın çıkışını teşvik eder. Bunların düzenli bir şekilde basılması için matbaalar kurar, bu matbaaları iyileştirir. Partinin öncelikleri değişince gazeteleri bu yeni duruma hemen adapte edecek değişiklikler hayata geçirir. Konya’da Babalık’ın adını Türk Sözü olarak değiştirilmesi buna verilebilecek en güzel örnektir. Çocukların vatanperver olmaları için yeni usul üzere okutulmalarını amaçlayan Muammer Bey, kurduğu okullar ile hem eğitim-öğretime katkı sağlamış, hem de İttihat ve Terakki’nin alt kadrolarına destek sağlamayı başarmıştır.

Mücadelenin iki önemli aracı: Gazete ve okul

Vali Muammer Bey’in Anadolu’nun bazı bölgelerine yaptığı teftiş gezilerinde tuttuğu notlar, İttihat ve Terakki’nin Anadolu örgütlenmesinde izlediği yolu, Muammer Bey’in bu yolda oynadığı rolü ortaya koyması bakımından önemli bilgiler içermekte. Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Dr. Hakan Aydın, Muammer Bey’in teftiş gezileri sırasında tuttuğu notların, İttihat ve Terakki’nin Anadolu örgütlenmesini anlayabilmemiz için önemli bilgiler barındırdığını söylüyor. “Notlarında Amasya’da İttihat ve Terakki Okulunun bulunmayışına dikkat çekişi, İttihat ve Terakki Kulübü kurma, İttihatçı düşünceyi toplumun geneline yayma, bunun için etkili bir araç olan gazeteleri kullanma isteği; Vali Muammer Bey’in eğitim kurumları ve gazeteler ile hedeflediği noktayı açık bir biçimde göstermekte. Öte yandan görev yaptığı bölgelerde öncelikli olarak neden bu mücadelenin araçlarını oluşturmaya çalıştığını anlayabilmemiz için de fikir vermekte.” Muammer Bey, İttihat ve Terakki propagandasını da içeren medenileştirici bir misyon için modern eğitim sistemini ve gazetelerin gerekliliğini kavramış, görev yerlerinde de öncelikli olarak bunları işler hale getirmeye çalışmıştı. Onun kurduğu okul, kulüp ve çıkardığı gazeteler, belli bir amaca hizmet etmenin dışında, Anadolu’da ilk olmaları açısından oldukça önemlidirler. Şimdi Muammer Bey’in Anadolu görevlerine uzanıp, Kayseri, Sivas ve Konya’da çıkardığı gazeteleri inceleyelim:

Kayseri’de Erciyes…

1909’da Kayseri’ye mutasarrıf olarak atanan Muammer Bey’in en önemli faaliyetlerinden biri yeni okullar yaptırması olur. 1909 yılında Turan’lı Yunus Bekir Bey’in gayretleri ile Ağırnas’ta yapılan İttihat ve Terakki Mektebi, yörenin ileri gelenlerine, robaları eski, yamalı çocukların yeni usul üzere okutulmaları, vatanperver olmaları için okul yapılması gerektiğini anlatmaya çalışan Muammer Bey’in eseridir. Kayseri’de inşa ettirdiği eğitim kurumları

yanında, önemli faaliyetlerinden biri de Kayseri’deki ilk Osmanlı gazetesi olan Erciyes’i yayınlamasıdır. Dr. Zübeyir Kars, Vali Muammer Bey’in Kayseri basınına katkılarını şöyle sıralıyor: “Osmanlı ülkesine matbaayı getiren İbrahim Müteferrika neyse, Kayseri kentine matbaayı getiren Mutasarrıf Muammer Bey de Kayseri için odur. 1909’da Kayseri’ye Mutasarrıf olarak atanan Muammer Bey, vilayete ait bir binada matbaa kurdurur. Matbaada basılacak ilk gazete, istendiği gibi düzgün çıkmadığı için, Muammer Bey gazetenin basımını durdurarak yeni baştan düzenlenmesini ister. Erciyes gazetesi 29 ağustos 1910 pazartesi günü yayınlanmaya başlar.” Muammer Bey’in katkıları ile yayınlanan, İttihatçı ruhu aşılamak üzre yayına başlayan Erciyes, günümüze değin uzanan Kayseri yerel basının da temellerini oluşturur.

Sivas’ta Kızılırmak

Muammer Bey’in Anadolu basınına ikinci önemli armağanı Kızılırmak olur. Mutasarrıf olarak geldiği Sivasta kuruluşunu teşvik ettiği Kızılırmak sayısı 4 Ocak 1910’da yayın hayatına başlar. 1913’te Sivas’a vali olarak atandığında ilk işlerinden biri Kızılırmak’ı yeniden ele almak olur. Çünkü Kızılırmak onun istediği düzeyde bir gazete olmaktan uzaktır. Yenilenip, iyileştirilmesi gerekmektedir. Bu yönde atılan ilk adım hükümet konağında küçük bir odaya sıkıştırılan Vilâyet Matbaası’nı yeni inşa edilen bir binaya taşımak olur. Hedef, Sivas ve Kızılırmak’ın sorunsuz bir şekilde basılmasını sağlamaktır. Yeni düzenlemeler ile yayınlarına devam eden Kızılırmak Horst Unbehaun’un belirttiği gibi ‘Anadolu taşrasında kültürel ve edebi bir foruma dönüştürür’. Artık Sivas’da da yeni umutlar yeşermeye başlamıştır. Kızılırmak, toplumun vatansever duygularına seslenir, örgütlü bir topluluk oluşturmaya yönelik yayınlarda bulunur. Ses olur, göz olur ama en çok da İttihat ve Terakki’nin ruhunu aşılayan bir bölge gazetesi olur.

Konya’da Türk Sözü ve Ocak

Muammer Bey 1912–1917 arasında iki kez vali olarak atandığı Konya’da İttihat ve Terakki örgütünün çalışmalarını hızla ve kararlılıkla yürütür. İttihat ve Terakki’nin fikir alt yapısını oluşturacak olan kulüplere ve okullara destek sağlar. Milli Kütüphanenin, müzenin, Gökalp Tiyatrosu’nun kurulmasının yanında, yüksek sermayeli şirketlerin ortaya çıkması ve modern çiftliklerin kurulup yaygınlaşmasını sağlamaya yönelik girişimlerde bulunur. Şehir planlaması ve imar faaliyetleri, işsiz vatandaşlara iş sağlamak amacı ile İş Yurdu’nu kurar. Yeni Konya gazetesinin 4 Ağustos 1961 tarihli sayısı Vali Muammer Bey’den şöyle bahseder: “Halkın toplum hayatına katılması ve sanat olaylarına ilgi göstermesi Muammer Bey zamanına rastlar. Konya kadınlığına ayrı bir değer verişi her şeyin üstünde. Konyalı kadın piyano ile konser verir, konferans verir, istasyonlarda nutuk çeker. Toplum hareketlerini izler, sinemaya, tiyatroya gider. Daha ne olsun?” Partinin önceliği Osmanlıcılığı savunmaktan, Tükkçülük merkezine kayınca Mammer Bey’inde dönemin Konya’sında bir dizi değişikliğe gider. Bunlardan ilki Babalık adı ile yayınlanan gazetenin adının Türk Sözü olarak değiştirilmesi olur. Dr. Hakan Aydın, Konya’da ismi Türk Sözü olarak değiştirilen Babalık gazetesi ile ilgili olarak şu bilgileri veriyor: “Türk Sözü, Babalık’ın devamı olarak yayınlanmış bir gazetedir. İsim değişikliği Vali Muammer Bey’in tavsiyesiyle gerçekleşmiştir. Türk sözü adıyla yayınlanan ilk sayıda yer alan ‘Mesleğimiz’ başlıklı yazı, isim değişikliğinin gerekçesini şöyle belirtmektedir: ‘Babalık adında hiç kimse bir samimiyet görmüyordu. Konya gibi Türklüğün iç yurtlarından birinin duygularını göğsünde saklayan bir gazetenin adı da üveylikten uzak bulunmalıdır. Babalık kelimesi esasen Türklükte öksüzlükle ikiz tanınır. Bunun için yurdumuzun öz dileklerini gösterecek olan gazetemize bu vazife ile münasip bir ad vermek icap ediyordu. Muhterem valimiz Türk Sözü adını tavsiye ettiler. Böyle bir adla gazete çıkarmaya Konya’nın birçok yerlerden daha salahiyetli olduğunu göz önüne alarak büyük bir hürmet ve teşekkürle bunu kabul ettik. Artık bugünden itibaren Babalık, yerini Türk Sözü’ne bırakmıştır.’ denir.” Vali Muammer Bey’in teşvikiyle çıkan Ocak dergisi de bu fikir değişikliğinin en büyük anlatıcısı olur Konya’da. Dergisi, Vali Muammer Bey’le gerçekleşen Türkçülük akımı etrafında örgütlenme propagandası yapar. Derginin ilk sayısı Vali Muammer Bey’e teşekkürle başlar; ‘Ocak, Konya Türk Ocağı adına ve Ocak gençliğinin hamisi, Türklüğün şefik bir pederi olarak görülen Vali Muammer Bey’in himaye ve teşvikiyle yayınlanmış bir Konya dergisidir. Açıklamadan da anlaşılacağı üzere Muammer Bey’in yayıncılığı teşviki, bağlı olduğu düşünce ve fikirleri yaymak için gazete ve dergilerin uygun bir içerikle yayınlanmasını sağlamaya yönelik olur. Ocak dergisi, Ziya Gökalp’in fikir babalığını yaptığı Genç Kalemler dergisinin Konya ayağını oluşturmuş bir fikir dergisidir. Kayseri, Sivas ve Konya, İttihatçı ruhun örgütçü valisi Muammer Bey’in çalışmaları ile birçok yenlikle tanışmış, yeni fikir hareketleri ve yenilikçi düşünce ile tanışmış olur. Geçtiğimiz aylarda Kayseri basınının yüzüncü yıl kutlamaları yapılabildiyse, bunda vali Muammer Bey’in payı oldukça büyük. Çünkü 26 Ağustos 1909’da Erciyes gazetesi yayınlanmamış olsaydı, Kayseri basınının yüzüncü yılı başka bir tarihte, belki de yıllar sonra kutlanabilirdi ancak.ulaştırmak isteyen İttihat ve Terakkin’nin sesi olur. Kayseri, Sivas ve Konya İttihat ve Terakki’nin örgütçü valisi Muammer Bey’in çalışmaları sonucu birçok yenilkle tanışır. Günümüze değin etkileri süregelen İttihat ve Terakki harekatı, Muammer Bey ile Anadolu içlerinde basın açısından önemli işlere imza atmıştır. Geçtiğimiz aylarda Kayseri basınının yüzüncü yıl kutlamaları yapılabildiyse, bunda vali Muammer Bey’in payı oldukça büyük. Çünkü 26 Ağustos 1909’da Erciyes gazetesi yayınlanmamış olsaydı, Kayseri basınının yüzüncü yılı başka bir tarihte, belki de yıllar sonra kutlanabilirdi ancak.

SAYFA TASARIM: ŞEFİK KENAR-KENAN ŞİLEN


KASIM 2010

ARAŞTIRMA-İNCELEME

Anadolu bozkırında bir çekirdek:

Pazarören Köy Enstitüsü

Bu marş 1942 yılında Pazarören Köy Enstitüsü 3/A sınıfında uygulamalı Türkçe dersinde yazılmıştır.

KAMPUS 11

Aynı y olda ay n Gönül lerde t ı emek, ek Türk k öyünü bir dilek, önde görme k. Engelle ri Ülküm aşıyoruz, üz Mehm e koşuyoruz etç . AtaTür iğin oğlu kız k’ ı, Başarır ten aldık hızı , ız Engelle kavgamızı. ri Ülküm aşıyoruz, üze ko şuyoru z.

HABER:ÖZGE YILDIZ

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, ülkede görülen sosyo-ekonomik ve toplumsal kalkınma gibi temel sorunların yanında, bu sorunların çözümü sağlayacak olan eğitim politikasında da ciddi eksiklikler vardı. On altı milyonluk Türkiye nüfusunun yalnızca 2,5 milyonu okur-yazardı. Bu oranı da şehirlerde oturan, gelir düzeyi iyi olan aileler ve onların çocukları oluşturuyordu. Anadolu’da, özellikle köylerde okur-yazar yok denecek kadar azdı. Bu sorunların çözümüyse köklü bir eğitim reformuna dayanıyordu. Mustafa Kemal’in görevlendirmesi ile çalışmalara başlayan İsmail Hakkı Tonguç, askerliğini çavuş ve onbaşı olarak yapanlar askerlerden okuma-yazma bilen seksen beş kişi seçer. Eskişehir Çifteler’de altı aylık kurs döneminden sonra köylerine eğitmen olarak gönderilecek olan bu insanlar, köylerde eğitim-öğretimin ilk neferleri olurlar. Bir yıl sonra bu yöntemin yeterli olamayacağı anlaşılınca, köylere öğretmen yetiştirmek için özel okulların kurulmasına karar verilir. Dönemin Milli Eğitim Bakan’ı Hasan Ali Yücel, öğretmen kökenli bir eğitim gönüllüsü olarak Çifteler Okulu’nu da kapsayan yeni bir eğitim tasarısı geliştirir Yeni tasarıya göre, ülke tarım koşullarına göre her biri üç dört ili kapsayan yirmi bir bölgeye ayrılacak, buralarda kurulan Köy Enstitülerinde, köylerde eğitim vermek üzere öğretmenler yetiştirilecekti. Enstitülerde ortaöğretim dersleri yanında, modern tarım yöntemleri, bölgenin coğrafi yapısına göre bağcılık, arıcılık, hayvancılık gibi uygulamalı tarım dersleri; marangozluk, demircilik, dikiş nakış gibi el zanaatlarının yanında, hastaları tedavi etme yöntemleri ve güzel sanat dallarından da müzik, tiyatro eğitimi verilecekti. Enstitülerde öğrenciler kendi kurdukları binalarda eğitim alacak, ektikleri topraklardan da yiyeceklerini elde edeceklerdi. Bu yönde eğitim-öğretim veren okullardan bir tanesi de Kayseri Pazarören’de kurulur.

başlayan Gaffaroğlu enstitü ile ilgili olarak: “Enstitülere yalnızca köy çocukları alınırdı, şehirden ya da kasabadan gelenler kabul edilmezdi ve köyde uzun süre kalabilecekler seçilirdi, yani Enstitülerde ‘çevreye görelik ilkesi’ vardı. Köy şartları göz önüne alınarak bilgiler veriliyordu öğrencilere. Sonuçta mezun olduktan sonra öğrenciler kendi memleketlerinde eğitim vereceklerdi ve o bölgenin ihtiyaçlarını nasıl gidereceklerini olabildiğince iyi öğrenmeliydiler. Bunu sağlamak için de devlet bir şart koştu, yirmi yıl mecburi hizmet.” Cehaletten kurtulmaya kararlı olan fakat, yoksulluktan henüz kurtulamayan halkın eğitime ayıracak bütçesi sınırlıdır. Bunun için enstitülerde öğrenciler yaptılar kendi okullarını ve ek binalarını. Gaffaroğlu: “Pazarören’de var olan iki katlı bir ilkokul binası imece usulü ile kırk köylünün çabasıyla, çalışmasıyla büyük bir Enstitü binasına dönüştü, yatakhaneler, yemekhaneler, atölyeler, derslikler... Sadece köylü değildi çalışanlar elbette; öğrenci, öğretmen, müdür ve eşi, büyük küçük, kız erkek, herkes gücü yettiğince bir taş da olsa taşıdı,” Enstitüler Türk köylüsünün alın teri oldu Anadolu’da uzun yıllarca.

“Çevreye görelik ilkesi” İsmail Hakkı Tonguç, Enstitüler için uygun yerler ararken, Kayseri Pazarören’e de yolu düşür. O zaman Pazarören’de, iki katlı bir ilkokul bulunmaktadır. Okulu gören Tonguç, buranın bölgede kurulacak olan Enstitü için uygun bir yer olduğu kanaatine varır. Böylelikle de Pazarören Köy Enstitüsü, köylülerin emeği ile bu ilkokul binasında kurulmuş olur. Bu defa 1954 yılına kadar eğitim-öğretim yapılan Pazarören Köy Enstitüsü öğrencilerini bulmak için düştük yola. Onları bulmak kolay olmadı. Aradan geçen uzun yıllar ve öğrencilerin birçoğunun buraya çevre il ve ilçelerin köylerinden geldiği düşünülürse, isim tespit etmek de hayli zahmetli bir uğraş oldu. Kayseri öğretmenevinde Pazarören Köy Enstitüsü’nden mezun emekli öğretmenleri ile Pazarören Köy Enstitüsü’nü konuştuk. Şaban Gaffaroğlu 1950 dönemi mezunlarından. Osmanlı’nın altı yüz elli yıl kısmen eğitimsiz öğretimsiz bıraktığı yerlerde kurulacak Köy Enstitülerinden mezun olanların kendi köylerinde öğretmenlik yapacağını öğrenen Gaffaroğlu, soluğu Pazarören’de alır. İlkokul 3. Sınıfta bırakmak zorunda kaldığı eğitim hayatını, Pazarören Köy Enstitüsünde tamamlar. İlkokul mezunu olmadığı için Enstitüye hazırlık sınıfından

Köy Enstitüleri Marşı, Pazarören Köy Enstitüsü 3/A sınıfı öğrencilerince Türkçe dersinde yazılır. Tüm Enstitülerde kabul edilen marşın yazıldığı okulun mezunları ile Pazarören’i konuştuk. Pazarören’de kampana ile başlayan günlük yaşam Onca yenilikten, ilkelerden, inkılaplardan bihaber köylü öğrencilerin, bir anda Enstitüye dönüştürülen okullarda gördükleri eğitimi Gaffaroğlu yeniden yaşar gibi heyecanla anlatıyor. “Her sabah saat altıda nöbetçi öğrencinin çaldığı kampana ile uyanırdık. Yarım saat içinde hazırlanıp ikinci kampana sesiyle şarkı, türkü, marş eşliğinde spor meydanına koşardık. İçimizde milli oyunlar alanında en yetenekli olan kürsüye çıkar, karşısındaki bin öğrenciye milli oyunları öğretirdi.” Öğrenciler sabah sporu olan bu etkinlik ile zeybek, halay, horon gibi çeşitli milli oyunları da öğrenmiş oluyordu. Gaffaroğlu: “Üçüncü kampana sesiyle kısa bir molanın ardından sabah okumalarını yapardık. Sonra öğle yemeği molası verilirdi. Devam eden süreçte ise kültür dersi olanlar dersliklere, iş dersi olanlar ise iş yerlerine yani çiftliklere, atölyelere dağılırlardı. Kış aylarında kültür derslerine daha çok ağırlık verilirdi. Günün son ders saatinden sonra da serbest okuma saatleri vardı. Yine kampana sesi-

ne uyarak dersliklerde en az iki saat okuma yapardık, kısa molalarla.” Serbest okuma saatlerinde öğrenciler istedikleri kitapları okuyabilirlerdi. Enstitünün zengin kütüphanesinden bu konuda faydalanabilmeleri onlar için büyük bir şanstı. Bu konuda Şaban Gaffaroğlu’nun anlattıkları doğrultusunda, yoğun fakat, öğretici bu eğitim programı içinde öğrenciler, öğrenmenin tadına vararak istekle yapıyordu tüm bunları. Enstitüde ortaöğretim derslerine ek olarak öğrencilere demircilik, kaynakçılık, duvarcılık, sıvacılık, marangozluk, kız öğrencilere dikiş nakış, yemek gibi konularda eğitimler veriliyordu. Bekir Caner: “Farklı alanlarda verilen bu bilgilerle amaç, öğrencilerin gittikleri yerlerde eğitim verecekleri binaları kendilerinin de yapabilmelerini, ya da herhangi bir tamir gerektiğinde bunu halledebilmelerini sağlamaktı. Mezun olunca eğitim aldıkları konularda gerekli olan araç gereçler de öğrencilere veriliyordu.” Şaban Gaffaroğlu ’Emine Öğretmen’den bahsediyor. “Köy kadınları Emine Öğretmeni her konuda örnek alırdı, giyiminden konuşmasına varana kadar. Bu, Enstitü mezunlarının kendilerini çok iyi yetiştirdiklerinin, sevdirdiklerinin göstergesiydi.” Çalışmalara bakıldığında Enstitüye eğitim görmek

için gelenlerin oldukça donanımlı olarak mezun olduklarını ve olumlu anlamda insanları etkilediklerini söyleyebiliriz. Köylerde sadece okuma yazma bilmeyen insanlar yoktu, her anlamda aydın kimselere ihtiyaç vardı buralarda. Bunun için enstitü mezunlarının donanımı sistemin başarıya ulaşması için çok önemliydi

“İş içinde iş eğitimi” Enstitülerin ezberci anlayıştan uzak “iş içinde iş eğitimi” ilkesinin göstergesi olan, bağcılık, arıcılık, hayvancılık gibi uygulamalı dersler en iyi üretime yönelik olarak veriliyordu. Böylelikle; “Bozkırı yeşerteceğiz/ ocak tüttüreceğiz/ Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz/ Biz yurdun öz sahibi, efendisi köylüyüz” diyerek ‘Ziraat Marşı’ ile yollara düşerdi enstitü öğrencileri. Uygulamalı ders saatlerinde yaşadığı bir anısını şöyle anlatıyor Şaban Gaffaroğlu: “Tarım dersi için çiftliğe bana verilen bir eşek ile gittim, eşeğin ayağı kırılmış ancak, ben farkında değilim. İlerde tanımadığım bir adam; ‘Bu eşeğin ayağı nasıl kırıldı?’ diye sordu, ‘bilmi-

yorum’ dedim. Az ötede Enstitümüzün müdürü Şevket Gedikoğlu, ikili arasındaki konuşmadan sonra o adamın Tonguç Baba olduğunu anladım.” Fotoğraflardaki gölgenin sahibi, öğrencilerin Tonguç Baba’sını görme şansını böyle yakalar Gaffaroğlu. Bekir Caner, Enstitülerdeki bu uygulamalı dersler için: “İlk örneğinin Türkiye’de görüldüğü, Avrupalının ‘Biz düşündük Türkler hayata geçirdi’ dediği bu çalışma yöntemi, şimdilerde olduğu gibi kitaba deftere dayalı ezberci sistemden uzak, uygulamalı derslerle daha faydalı bir eğitim şekliydi.”diyor. Şaban Gaffaroğlu da Caner ile aynı fikirde. “Bu program içinde deyim yerindeyse yok yoktu; sağlık dersleri de verilen derslerin arasındaydı. Biz Enstitü mezunları ameliyat edemesek de ilkyardım metotlarını bilirdik. Elimizde ki sağlık kitapçığı ile ağrı şikâyeti ile gelenlere, pansumana ihtiyacı olanlara yardımcı olmaya çalışırdık.” Derslere ve ihtiyaçlara dayalı bilgileri öğrenmekle yetinmeyen köy çocukları, entelektüel bilgiler ile de donanıyorlardı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde olduğu gibi Âşık Veysel eşlik etmese de müzik derslerine, öğreniyordular doğu ve batı müziklerini. Dünyaca ünlü yazarların eserlerini sahnelerken, köy hayatını, köylüyü konu alan kendi yazdıkları oyunları da oynadılar, müsamereler düzenlediler, yarışmalar düzenleyip, futbol, voleybol, hentbol gibi spor dallarında da tecrübe sahibi oldular. “Kayseri Lisesi, Sanat Lisesi oyun oynayamazdı karşımızda, hep biz kazanırdık, onlar hep yenilirdi” şeklinde ifade ediyor bu başarılarını Gaffaroğlu. Hasan Durmuş kültürel anlamda yaptıkları çalışmaları şöyle anlatıyor: “Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde olduğu gibi profesyonel olarak gazete ve dergi çıkaramadık, fakat anlaşılır bir dille yazılan, köylünün derdini, yaşanmışlıklarını dile getiren günlük duvar gazetelerimiz vardı.”

“Fikri hür, vicdanı hür nesiller” Kız ve erkeğin bir arada eğitim gördüğü bu Enstitülerde öğrenciler kendi işlerini kendileri yapıyordu. Yemek, temizlik nöbetçi öğrenci sistemi ile halledilir, her hafta elli kişilik bir öğrenci grubu o haftanın nöbetçisi olurdu Pazarören’de. Gaffaroğlu: “Bizim hadememiz, garsonumuz yoktu, onlara verecek paramız da. Yoktu. Enstitüde amaç, en az masrafla, en iyi işi yapmaktı, o yüzden nöbetçi arkadaşlarımız yapardı temizliği ve yemeği. Sadece çamaşır konusunda yardımcı bayanlar vardı. Kıyafetlere isimler ya yazılır ya da iğne iplikle baş harfler işlenirdi karışıklık olmasın diye.” Nöbetçi öğrencilerle beraber bir hafta görev süresi olan, seçimle iş başına gelen her bölümün yemekhane, yatakhane, derslik başkanı da bulunurdu. Bu öğrenciler görevlerini en iyi şekilde yerine getirmek zorundaydı, zira pazar günleri yapılan haftalık rutin toplantılarda hesap verilirdi eğirmenlere. Bu toplantılarda, herkesin söz hakkı olur, eleştiriler dile getirilebilirdi. Atatürk’ün de belirttiği gibi: “Fikri hür, vicdanı hür nesiller” eğitim seferberliğinin ilk ev sahibi Enstitülerde bu yolla yetişiyordu.

SAYFA TASARIM: BURAK SOMUNCU - ENDER YAZICI


YAŞAM

KAMPUS 12

KASIM 2010

Zamanla yüzleşen ‘Kütüphaneli Evler’ Gönül işi diyerek çıktılar yola. Kitap, insanın aldatmayan dostudur ya, belli ki onlar da candan sarılmışlar kitapların bu sıcaklığına. Mütevazı hayatlarına ektikleri küçük bir tohumdu aslında okumak. Zamanla filizlendi ektikleri bu tohum, kocaman bir çınara dönüştü ve çiçeklendirdi çevresini bin bir renkle. Farklı hayatların paylaşıcısıydı onlar, ama ortak bir noktaları vardı; kitap sevgisi. Muhsin İlyas Subaşı, Süleyman Kocabaş ve Ayhan Gülsoy’un kitap sevgisi onları ‘Kütüphaneli Evler’ ile buluşturdu. HABER&FOTOĞRAF:MERYEM AKKURT

ile.” İnsanlar kıyafetleriyle gelir, sözleriyle uğurlanırlar ya, Muhsin İlyas Subaşı, güler yüzle karşılayıp, böylesi güzel ve anlamlı sözler ile uğurladı bizi Kütüphaneli Evinden.

Süleyman Kocabaş Özel Kütüphanesi ‘Kütüphaneli Evler’ gezimizin ikinci durağı yaptığı araştırmalar ile tarihimize ışık tutmaya kendini adamış bir araştırmacı yazarın evi oluyor. Süleyman Kocabaş, Kayseri Tarım İl Müdürlüğü’nden emekli bir Ziraat Mühendisi. Ortaokul yılarında kitap okuyup, araştırma yapmaya başlar Kocabaş. O yıllarda iki gazete; on bir edebiyat ve tarih dergisine abone olmuş. Büyüklerin sohbetleri ile tarihi konulara olan merakı artan Kocabaş için, tarih üzerinde düşünülmesi gereken özel bir ilgi alanı olmuş. Şimdilerde ise yaptığı araştırmalar ve incelemeler tarih üzerinde yoğunlaşıyor. Çocukluk yılarından beri aldığı kitaplar evine sığmaz olunca Kocabaş, ikinci bir ev alarak burayı kendi adını taşıyan özel bir kütüphaneye dönüştürür. Koçabaş, kütüphaneli evini ve kendi adına kurduğu özel kütüphaneye giden süreci şöyle anlatıyor: “Babam ve arkadaşlarının İstiklal Harbi sohbetlerini dinlerdim, çok hoşuma giderdi bu sohbetler. Tarihe olan merakım bu sohbetlerden geliyor aslında. Okuma-yazma öğrenince bende tarih

ile ilgili kitaplar okumaya başladım. Eskiden her evde bir kitap köşesi olurdu. Böyle bir kültür vardı. Bizim evde de kitaplar vardı zaten. Kitap okuma sevgisi aileden geliyor. Harçlıklarım ile kitap alırdım ve bugüne kadar aldığım kitapları, dergileri, gazeteleri hiç atmadım. Emekliliğime kadar sürekli kitap alıp, okuyordum. Bir odayı kütüphane yaptım, derken somyaların altı, evin çeşitli bölümleri, hemen hemen evin her yeri kitap dolmaya başladı. Emeklilik ikramiyesi ile yeni bir ev aldım. Bu evin tamamını kütüphane olarak düzenledim ve o evi 2002 yılında Süleyman Kocabaş Özel Kütüphane’si olarak düzenledik. Kütüphanenin özelliği ise bir ihtisas kütüphanesi olmasıdır. Kitapların % 90’ı tarih kitaplarıdır. Mesela ülkemiz siyasi ve toplumsal tarihi içinde çok önemli bir yeri olan 27 Mayıs ile ilgili 300 kitabım var. Bu kitapların tamamı Milli Kütüphane, Beyazıt Kütüphanesi gibi büyük kütüphanelerde bile mevcut değil.” Geçmişte insanların daha çok kitap okuduklarını, kütüphanelerden daha çok yararlandığını söyleyen Kocabaş, günümüz gençlerinin kitaplardan uzak olmasından yakınıyor. Türkiye’de yıllara göre kitap satışları maalesef giderek azalmakta, ama internet kullanımı ve televizyon izleme oranları tam aksine her geçen gün çığ gibi büyümekte. Bu noktaya da dikkat çeken Kocabaş sözlerini şöyle sürdürüyor: “Türkiye’de kitap, en çok 19601970’li yıllarda satıldı. Şu anda en az kitap satılan dönemi yaşıyoruz. İnsanlar artık televizyon izlemeye, internet kullanmaya başladığı için, artık kütüphanelerden yararlanmıyorlar. Lakin bu bir bahanedir. ABD ve Japonya en çok internetin kullanıldığı ülkelerdir, ama en çok kitap da bu ülkelerde okunur.” Günümüzdeki eğitim uygulamaları ve o eğitimin içeriğinden de oldukça rahatsız olan Kocabaş, öğrencilerin test kitapları arasında mahkûm edildiğini düşünüyor. “Otuz yaşına kadar bir insanın a,b,c,d,e şıkları arasında seçim yapması gerekiyor. Bu işin bir de pazarı oluştu ki evlerden ırak. Kayseri’de 23 kitabevi vardı. Şimdi ise sadece 3 tane kitabevi kaldı. Kitabevlerinin hepsi test evlerine dönüştürüldü. Çünkü çocuklar kitap okumaya zaman ayıramıyorlar, test kitaplarındaki doğru şıkları bularak, bir şeyler öğrenip genel sınavda üniversiteye yerleşebilmek için. ‘Yetişen zekâları kitapla beslemeyen uluslar, yıkılmaya mahkûmdurlar.’ der Ovidius. Türkiye’deki kitap okuma ve televizyon izleme oranlarına baktığımızda tablo nettir. Dergi % 4, Kitap % 4,5, Gazete % 22, Radyo dinleme % 25, Televizyon izleme % 94 oranındadır. Aslında unutulan çok önemli bir gerçek de şudur ki: “Kılıçtan keskindir kalemin gücü.”

“Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır” ‘Kütüphaneli Evler’ gezimizin son durağı, kitap sevgisini Köy Enstitüsü mezunu babasından edinmiş, edebiyata

gönül vermiş Ayhan Gülsoy’un Kütüphaneli Evi oluyor. Kayseri’de Hâkimiyet Sanat dergisini yayımlamış olan Gülsoy, Varlık, Türk Dili, Milliyet Çocuk gibi önemli edebiyat ve sanat dergilerine de çalışmaları ile katkıda bulunmuş. “Köy Enstitülü bir öğretmendi babam ve bu yüzden çok okurdu. Hatırlarım, elektrikleri olmayan bir okulda sabaha kadar gaz lambası ışığında kitap okurdu. Kitap okumak demek, babamızın bizi daha çok sevmesi demekti, sırf bunun için kitap okurduk kimi zamanlar. Tabi sonra kitapların o eşsiz dünyasına dalınca, onların tarifi imkânsız tadına varınca kitap sevgimiz de arttı. Sonra yazmaya da başladık. Andre Gide’nin dediği gibi: ‘Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır.’ Bugün yeniden okumaya ihtiyaç duyduğum kitaplar var. Montaigne’nin bir sözü vardır: ‘Kendim için yazıyor, kendime bakıp da gördüklerimi yazıyorum.’ Okumakta öyle bir şey. Ne zaman bir kitap bitirsem, kendime gerçekten ben hiçbir şey bilmiyormuşum diyorum. Ertesi gün başka bir kitap okuyor yine aynı sözü söylüyorum. Demek ki, insanlar gerçekten hiçbir şey bilmiyor, bildiğini zannediyor sadece.” Ayhan Bey’in eşi de bir kitap sever olunca evdeki kitapların sayısı daha da artmış zamanla. Kitaplar tozlanmasın diye eşi ile tüm kitapları bir gecede kapladıklarını tebessümle anlatıyor. Şiir sevdalısı olduğu için de Gülsoy sohbetimizi güzel şiirler okuyarak süslüyor. Muhyiddin-i Arabî, kitabın önemini vurgulamak için şöyle der: ‘Kitap kadar göçüp gidenleri konuşturan, yaşayanların halini anlatan bir şey görmedim.’ ‘Kütüphaneli Evler’ gezisi, aslında kitaba, ne kadar çok gereksinimimiz olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize ve bu gezi kitaplar ile hayatımızın renklerinin daha da renkleneceğini unutmaya başladığımız şu zamanda, kitap sevdalısı insanlar ile kitapları konuşarak, atılabilecek basit adımlar ile nelerin kurtarılabileceğinin ipuçlarını veriyor.

AYHAN GÜLSOY

M.İLYAS SUBAŞI

“El âlem yat kat aldı, ben kitap aldım” Muhsin İlyas Subaşı’nın evi ‘Kütüphaneli Evler’ gezimizin ilk durağı oluyor. 1942 Şarkışla doğumlu olan Subaşı, öğrenimini Kayseri’de tamamlamış, okumaya ve kütüphane oluşturmaya küçük yaşlarda bel bağlamış koca bir çınar. Lise ikinci sınıfta Kayseri Ekspres gazetesinde Neşriyat Müdürü olarak çalışan Subaşı, 1962–1968 yılları arasında Hâkimiyet gazetesinin Yazı İşleri Müdürlüğünü üstlenir. Üniversiteyi Yüksek İslam Enstitüsü’nde bitirip, çeşitli okullarda görev aldıktan sonra emekli olan Subaşı, lise sıralarında başladığı yayıncılığa emekliliğinden sonra kesin bir dönüş yapar. Araştırmalar yapıp bunları yayınlamaya başlayan Muhsin Bey, kütüphanesinde konuşmamıza tanıklık eden on bini aşkın kitabın önünde kütüphanesini ve kendisini şöyle anlatıyor: “Kitaplar varlığımı ve zenginliğimi arttırdı. Okuyarak öğrendim hayatımdaki bilgilerin büyük çoğunluğunu. Öğrendiklerimi paylaşmak isteyince de yazdım karınca kararınca. Paylaşmak, dünyadaki en güzel olgulardan biri. Ben de okuduğumu, kendi bilgi dağarcığımla beraber yazarak paylaştım. Merak ettikçe yeni kitaplar okudum ve bu kütüphane çıktı ortaya zamanla. Merak kadar sevmek de önemli okuyabilmek için. Ülkemizde okuma oranı çok az. Bu, bizim ayıbımızdır. Gelişmiş ülkelerdeki bir kişi yılda yirmi kitap okuyor, Türkiye’de ise

yirmi kişi yılda bir kitap okuyor. Ben elimden geldiğince çok okumaya çalışıyorum. Yıllardır kitap alırım, hala da almaya devam ediyorum. El âlem yat kat aldı, ben kitap aldım. Ömrümde iki kere tatile gittim. İmkânım var, lakin bağ evimde kitaplar arasında geçirdiğim her an, bana en güzel tatilden bile daha anlamlı geliyor. Kitaplarımın arasında bir şeyler yaparak mutlu olabiliyorum. Yeni bir kitap aldığım zaman çocuğumu sahiplenir gibi sahiplenirim o kitabı. Hele uzun zamandır aradığım bir kitapsa, su gibi geçer zaman o sayfalar döndükçe. Bir çocuğa nasıl şefkatle sarılırsa insan, ben de kitaplara öyle bir sevgi ile sarılırım. Siz kültüre, kitaba, sanata, sanatçıya aşık mısınız? Benim en değerli varlıklarımdan biridir kitaplar. Çok okuyan insan, çok üreten insandır. İnsanın sözcük yapısı zenginleştikçe, dili güçlenir ve sağlıklı bir iletişim kurabilir çevresi

SÜLE YMAN KOC ABAŞ

Ülkemizdeki kitap okuma oranının azlığı, yapılan istatistik çalışmaları ile ortaya konan bilimsel bir veri, ama bu veri sadece okunan kitapların, ülke nüfusuna bölünmesi ile elde edilen ortalama oranı sunuyor bize. Oysa, hiç kitap okumayanların yanı sıra, yaptığı araştırmalarda, yararlandığı kaynak kitaplarla sınırlı kalmayıp, yarattığı serbest okuma zamanlarında okuduğu yüzlerce kitapla kendi kütüphanesini oluşturan insanlar da yok değil ülkemizde. Böyle kişilerin araştırılıp ortaya çıkarılması şu an ki istatistiklerden çok daha farklı değerlendirmeler yapabileceğimiz bazı veriler sunabilir. Bu kişilerin tespit edilip yeni çıkarımların yapılabileceği verileri ortaya çıkarılması istatistikî araştırmalarda bulunan kuruluşların görevi, ama biz buradan sizlerle Kayseri’de yaşayan ve evlerini birer Kütüphaneli Eve dönüştüren birkaç kitap sevdalısının yaşamına ışık tutalım.

SAYFA TASARIM: BURAK SOMUNCU


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.