Gazete Kampus 41

Page 1

ERCİYES’TE NEVRUZ COŞKUSU

2

Erciyes Üniversitesi ve Kayseri Valiliği’nin ortaklaşa düzenlediği 21 Mart Nevruz kutlamaları Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi önünde gerçekleştirilen etkinliklerle kutlandı.

Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı

SABIRLA ÇEKİLEN DUA TANELERİ

4

Kimi zaman parmaklıklar ardına düşmüş bir kader mahkumunun sabırla attığı voltanın vazgeçilmeyen aksesuarı, kimi zaman ise yaradana yakarışın sembolüdür tespihler.

9

KEFENLENMİŞ KİTAPLAR

Yüzyılları aşarak günümüze kadar ulaşan Klasik eserlerin çevirilerinde yapılan uslsüzlükler kitapların bütünlüklerinin bozulmasına neden oluyor.

Gazete Kampus

Erciyes Üniversitesi Süleyman Çetinsaya İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi

Nisan 2010

Yıl 4

Sayı 41

“Kayseri kültürü” toplantısı

HOŞGÖRÜ VE BARIŞLA TUTUNAN ÜÇ AYRI MABET Anadolu kardeşliğin ve hoşgörünün hüküm sürdüğü örnek coğrafyalardan biri. Kilise, Havra, Camii ve onların cemaatlerinin bir arada barış ve huzur içinde yaşadığı bu topraklar unutulmaz hikâyelere sahne olmuş yüzyıllarca. Dostluk ve kardeşliğe açılan kapıda Kayseri’nin hoşgörülü ve misafirperver köyü Tavlusun; sırt sırta veren ibadethaneleri, Rum Kilisesi, Surp Tanos Gregoryan Ermeni Kilisesi ve Türk Mahalli Camii ile yıllar öncesinden sesleniyor. Haberi 5’te

Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından Kayseri’yi daha yakından tanımak, yerelliği koruyabilmenin yollarını belirleyebilmek amacı ile düzenlenen toplantı, Kayseri’nin gazeteci, tarihçi ve edebiyatçılarının katılımıyla 4 Mart’ta İletişim Fakültesi akademik toplantı salonunda gerçekleştirildi. Yerel ve bölgesel değerlerin unutulmaya yüz tuttuğu günümüz koşullarında Kayseri’yi daha yakından tanımak, yerelliği koruyabilmenin yollarını belirlemek amacıyla, Kayseri kültürü ve folkloru üzerine çalışmaları olan gazeteci, tarihçi ve edebiyatçılar İletişim Fakültesi’nde buluştu.

Toplantıya Kayseri basınının önemli isimlerinden; Erciyes Dergisi sahibi Nevzat Türkten, Diriliş, Çemen Dergilerinin yayıncısı Âlim Gerçel, şair ve yazar Muhsin İlyas Subaşı, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Danışmanı Mehmet Çayır, gazeteci Mahmut Sabah, diş hekimi ve yazar Halit

Prof. Dr. Bostancı Erciyes İletişim’de

Erkiletlioğlu, edebiyat öğretmeni Osman Sel, Kayseri Tarih Araştırma Merkezi’nde görevli Hüseyin Cömert, elektrik mühendisi, yazar ve fotoğrafçı Kadir Dayıoğlu, şair, yazar ve aynı zamanda Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığı da yapmış olan Ayhan Gülsoy’un yanı sıra, İletişim Fakültesi

Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır, Radyo Sinema ve Televizyon Bölüm Başkanı Doç. Dr. M. Bilal Arık ve birçok öğretim görevlisi katıldı. Toplantıdan memnuniyetlerini dile getiren katılımcılar bu tür girişimlerin amacına ulaşmasını dileyerek sıklıkla yapılmasını talep ettiler. Haberi 3’de

Bir destanın adıdır Çanakkale Zaferi

HASRETLE VUSLATI BEKLEYEN MÜLTECİ BİR YÜREK Kendi topraklarında yaşadıkları baskılardan ve hayatta kalamama korkusundan dolayı, huzuru ve güveni başka ülkelerde arar umut yolcuları. Adını ve dilini bilmedikleri ülkelerde, kararan dünyalarını aydınlığa kavuşturma umuduyla çıkarlar, yeni hayat sahnesine. Sahnenin mülteci oyuncularından Gine’li Fransız Dili ve Edebiyatı Profesörü Osman Toureh, yeni rolünde cami tuvaletini temizleyen bir profesör olarak hayatının en sıkıntılı günlerini yaşamaya başlar. Haberi 6’da

İletişim Fakültesi’nin düzenlediği “Bilgi ve İdeoloji” konulu konferansa, konuşmacı olarak Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Naci Bostancı katıldı. Prof. Dr. Bostancı konuşmasına bilginin tanımını yaparak başladı: “Bilgi olmadan tabiatı anlamak mümkün değildir. Ama bilginin de kaynağı yine tabiattır. Tabiattaki ilişkiler ve tabiattan teşekkül eden akıldır.” Prof. Dr. Bostancı insan ve bilgi arasındaki ilişki için de şunları söyledi: “İnsanın bilgiyle olan ilişkisi iki amaca yöneliktir. Bunlardan ilki iktidardır. Kültürde, bilimde, sanatta, mekân düzenlemesinde yani her şeyin içinde bilgi vardır. Bilgi

iktidarın belirleyicisidir. Çocuklar arasında bile bilgi sahibi olan söz sahibidir. Örneğin Amerika dünyanın süper gücüdür çünkü bilginin de süper gücüdür. Fakat bilgi tek başına her zaman iyi olmayabilir. Bilgiye ahlakı kazandıran bir arka plan var ki bu da irfandır. İrfanla buluşan bilgi hem sahibini hem de diğer insanları özgürleştirmeyi vaat eder.” Prof. Dr. Bostancı ideolojiyi ise “belirli bir bilme biçiminin içinden bakış” olarak tanımladı. İKonferans, Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır’ın, Prof. Dr. Naci Bostancı’ya Erciyes Üniversitesini temsilen takdim ettiği plaket ile son buldu. Haberi 3’de

An’a figür Başka bir olan isimsiz ülkede kahramanlar yaşam mücadelesi Sayfa 8’de

Sayfa 10’da

Çanakkale Zaferinin 95. yıldönümü nedeniyle Erciyes Üniversitesi’nde birçok etkinlik düzenlendi. Mart ayı boyunca süren etkinlikler katılımcılara duygu yüklü anlar yaşattı. Etkinlikler kapsamında konferans, sergi, şiir dinletisi, tiyatro gibi birçok kültürel aktivite düzenlendi. Etkinliklerin ilk gününde Erciyes Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü tarafından Çanakkale Savaşı ve Düşündürdükleri adlı konferans ve 1915 Seddül Bahir Savaş Galerisi Müzesi sergisi düzenlendi. Günün ilk etkinliği olan konferansta Çanakkale Savaşının gelişim süreci ve 1. Dünya Savaşı içerisindeki önemine

vurgu yapan Okt. Cengiz Kartın ; “Çanakkale sadece kara savaşından, İlkel savaş aletleriyle yapılan bir savaştan ibaret değildir. Çanakkale Batılı devletlerin teknolojilerinin ürünü silahlara karşı verilmiş olan bir bağımsızlık savaşıdır.” diyerek savaşla ilgili bilgi verdi. Aynı gün düzenlenen ikinci etkinlik Çanakkale Seddül-Bahir müzesinin ERÜ Sabancı Kültür Sitesinde açmış olduğu “Çanakkale Harp Hatıraları Sergisi” oldu. Sergi Kayseri Büyükşehir Belediyesi Mehter Takımının gösterisinin ardından Kayseri Valisi Mevlüt Bilici ve ERÜ Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur tarafından açıldı. Haberi 2’de

Futbol dediğimiz Nerede o oyun elle de eski Kayseri oynanır! düğünleri Sayfa 11’de

Sayfa 12’de

TÖRENİN ÇIKMAK SOKAKLARINDA BİR “BERFİN” ÇİÇEĞİ Berfin çiçeği, cesaretin, direnişin sembolüdür. Hiç aldırmadan kışın dondurucu soğuğuna, buz tutmuş toprağa inat yeşerir beyaz örtünün altında. Asalet ve masumiyetiyle yaşama tutunan bu nadide çiçek, öleceğini bile bile çıkar bu yolculuğa; güneşe ermek sonu olacaktır oysa… Bir başkaldırıdır onunki, bir meydan okuyuş sanki… Tıpkı henüz 22 yaşında törenin çıkmaz sokaklarında bir başına kalakalmış Berfin G.’nin öyküsünde olduğu gibi… Kim ölümü uğruna sahip çıkabilir ki aşkına… Haberi 7’de


ÜNİVERSİTEDEN

KAMPUS 2

Çocuk Radyoloji Ünitesi törenle açıldı "Çocuk Radyoloji Ünitesi" Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Mustafa Eraslan – Fevzi Mercan Çocuk Hastanesi'nde hizmete açıldı. açılışında konuşma yapan Vali Mevlüt Bilici, " Üniversitede sık sık açılan yeni üniteler hem üniversitemizin hem de Kayseri'nin prestijini sürekli arttırmaktadır. Teknolojik ve tıbbi konularda gelişmiş ülkelerde verilen sağlık hizmetlerinin büyük çoğunluğunun üniversitemizde de sağlanması gurur verici nitelikte, umuyorum ki bu gelişmeler devam eder." dedi.

HABER&FOTOĞRAF: SERCAN TOPÇULAR

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Mustafa Eraslan – Fevzi Mercan Çocuk Hastanesi'nde Çocuk Radyoloji Ünitesi kuruldu. Ünitenin açılışına Vali Mevlüt Bilici, Rektör Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Melikşah Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.

Reşit Özkanca, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ruhan Düşünsel, Tıp Fakültesi Hastaneler Başhekimi Prof. Dr. Muhammet Güven ile çok sayıda öğretim üyesi katıldı. Maliyeti Üniversite tarafından karşılanan ve yaklaşık 2 milyon TL'ye mal olan ünitenin

Türkiye'nin ilk Çocuk Radyoloji Ünitesi Çocuk Radyoloji Ünitesi hakkında bilgi veren Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneler Başhekimi Prof. Dr. Muhammet Güven, "Çocuk radyoloji ünitemiz, erişkinlerden ayrı olarak dizayn edilen ilk çocuk radyoloji ünitelerinden biridir. Çocuk Radyoloji Bilim Dalımız da, Tıp Fakülteleri bünyesinde kurulan ilk çocuk radyoloji bilim dallarından biri olma özelliği taşımakta. Ayrıca ünitemiz tam zamanlı çalışan 3 öğretim elemanıyla, çocuk radyolojisi alanında ülkemizdeki en geniş kapsamlı akademik kadrolardan birini oluşturuyor." dedi. En düşük radyasyonla en yüksek kalite Ünitede bulunan cihazlar hakkında bilgi veren Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Pe-

diatrik Radyoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Abdulhakim Coşkun, çocuk radyoloji alanında Amerika'daki önde gelen hastanelerde verilen hizmetlerin aynısının buradaki ünitelerde de verildiğini ifade etti. Ülkemizde belli başlı merkezlerde bulunan çift detektörlü dijital röntgen cihazıyla günde yaklaşık 80-100 hastaya hizmet verildiğini söyleyen Prof. Dr. Güven, "Radyoloji ünitemizde en son teknolojiyle çalışan bir adet taşınabilir, motorize, dijital röntgen cihazı da bulunmaktadır. Bu motorize röntgen cihazı bize hasta yatağında ve yoğun bakım ünitelerinde yüksek kalitede dijital çekim yapabilme olanağı sunmaktadır. Ünitemizde bulunan dijital skopi cihazıyla, yemek borusu, mide, ince ve kalın bağırsak çekimleri, idarar yolu çekimleri gibi birçok tetkik yapılabilmektedir. Biri sabit diğeri taşınabilir yapıya sahip özellikle yoğun bakım üitelerinde ve yeni doğan ünitesinde tetkikler gerçekleştirebilme imkanı sağlayan iki adet ultrasonografi cihazı bulunmaktadır." ifadelerini kullandı. Mümkün olan en az dozu vererek en yüksek kalitede görüntü elde etmeyi amaçladıklarını söyleyen Güven, röntgen cihazında çocuklar için çekim yapmayı kolaylaştıran ve böylece görüntü kalitesini arttıran birçok araç gereç bulunduğunu ifade etti. Açılış töreni katılımcılara verilen kokteylin ardından sona erdi.

Kampüs Pazarı’nı birlikte kuruyoruz HABER: KÜBRA FELEK

Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin organize ettiği Kampüs Pazarı projesi ile ilgili 17 Mart'ta İ.İ.B.F.'de yapılan toplantıda pazarın açılış tarihi belirlendi. Toplantıda Prof Dr. Rıfat Yıldız Kampus Pazarı açılış tarihini 28 Nisan olarak belirledi. Yıldız, aynı zamanda pazar ile ilgili bilgiler de verdi. Amaçlarının öğrencilerin bütçelerine katkı ve öğrencilerin bir araya gelerek sosyalleşmelerini sağlamak olduğunu vurguladı. Yıldız, ayrıca, öğrencilerin bu pazarda istedikleri her türlü eşyayı satabileceklerini ve isteyen öğrencilerin noktasal tiyatro ve müzik gösterileri, ebru sanatı gibi özel yeteneklerini de sergileyebileceklerini ifade etti. Ayrıca özel ders vermek isteyen ve ev arkadaşı arayanlar için Kampus Pazar’da oluşturulacak panolarda öğrenciler birbirleriyle daha kolay iletişime geçebilecek olanağa kavuşmuş olacak. Öğrencilerin en fazla gıda satışı için başvurduğunun ve bu gıda satışı başvurusu yapan kişilerden portör muayenesi isteni-

leceğinden bahsedilen toplantı da üniversitemiz rektörlüğünün bu proje için 15-16 milyarlık bir bütçe ayırdığı ve pazarda satıcılık yapacak olacak öğrencilerin masa, elektrik, su, güvenlik, temizlik gibi ihtiyaçlarının rektörlük tarafından karşılanacağı belirtildi. Fakültelere bizzat giderek bu projenin tanıtımını yapan Arş. Gör. Kıvanç Halil Arıç ise bu uygulamanın Türkiye'de bir ilk olduğunu, ABD ve Avrupa okullarındaki benzer uygulamalar örnek alınarak projenin geliştirildiğini belirterek Kampüs Pazarı yönergesi ile ilgili bilgiler verdi. Toplantı da bu pazarda satıcıların sadece öğrenciler olduğu belirtilirken halkın da bu pazardan faydalanabileceği belirtildi. Kayseri’deki pazar çeşitliliğini artırmak, öğrenci halk ilişkisine katkı sağlamak ve öğrencilerin esnafla işbirliği yaparak ekonomik ve sosyal gelişim göstermeleri gibi amaçlar taşıyan bu projede öğrenciler; her türlü gıda satışı, ikinci el kitap, kıyafet ya da cd, yö-

İletişim Fakültesi Adına İmtiyaz Sahibi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır Genel Yayın Yönetmeni Doç. Dr. M. Bilal Arık Yayın Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Hakan Aydın İdari Koordinatör Yrd. Doç. Dr. Ali Korkmaz Yazı İşleri Müdürü Arş. Gör. Emel Arık Haber Müdürü Uzm. Rıdvan Yücel

Haber Merkezi Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı Adres Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Talas / Kayseri Telefon 0352 4375261 Faks 0352 4375261 Fakülte binamızı yaptıran ve gazetemizin baskı giderlerini karşılayan hayırsever iş adamı Süleyman Çetinsaya’ya teşekkür ederiz.

Yeni araştırma ve uygulama merkezi

HABER: ELİF KÜTÜKOĞLU FOTOĞRAF: YUNUS UYSAL

Erciyes Üniversitesi tarafından ve Kayseri Valiliği, Kayseri Büyükşehir Belediyesi, Kayseri Ticaret Odası, Teknopark ve bazı sanayicilerin de desteğiyle Klinik Mühendisliği Araştırma ve Uygulama Merkezi Temel Atma Töreni düzenlendi. Açılışa Kayseri Valisi Mevlüt Bilici, Kayseri Cumhuriyet Başsavcısı, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. H. Fahrettin Keleştemur, ilçe belediye başkanları, dekanlar, meslek yüksekokul müdürleri, öğretim üyeleri, araştırma ve uygulama merkezinin yapımına yardımcı olan hayırsever işadamları katıldı. Açılış konuşmasını Klinik Mühendisliği Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Kenan Danışman, hayırsever iş adamı Halit Özkaya ve Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. H. Fahrettin Keleştemur gerçekleştirdi. Kürsüye konuşmacı olarak çikan Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Kenan Danışman: “1990lı yıllarda düşünülen ve 3 Ağustos 2009 tarihinde kararı alınan proje bugün gerçekleştiriliyor. Amacımız; sürekli ve etkin sağlık hizmetleri vermek, hastanemizde yer alacak akademik personel için ortam oluşturmak ve biyomedikal mühendisliğine katkı sağlamak.’’dedi. Prof. Dr. Danışman araştırma ve uygulama merkezinde kullanılacak teknik malzemelerin hayırsever iş adamları tarafından temin edileceğini de sözlerine ekledi. Araştırma ve uygulama merkezi yapımına destek olacak hayırsever iş adamlarından biri olan Halit Özkaya ise gerçekleşecek projenin Türkiye’de ilk veya ilklerden biri olacağını ve artık çıtanın yükseltilmesi gerektiğini kaydetti. Erciyes Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur konuşmasının sonunda hayırsever işadamlarına madalyalarını takdim etti. Türkan-Tuncer Hasçalık Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu konferans salonunda gerçekleşen açılış konuşmalarının ardından temel atma töreni son buldu.

Erciyes’te Nevruz coşkusu

Hayatın zorlukları karşısında yalnız kalmayın

Gazete Kampus

Görsel Yönetmen Mustafa Bostancı

resel kıyafetler gibi birçok satış alternatifine sahip olabilecekler.

NİSAN 2010

HABER&FOTOĞRAF: SERCAN TOPÇULAR

Eğitim hayatımızın en önemli kilometre taşlarından olan üniversitede alışkın olduğumuz kültürden daha farklı kültürlerle karşılaştığımızda, çevremizdeki kişilerle kurulan çeşitli ilişkilerde daha duyarlı olunmasından dolayı sorunlar yaşanıyor. Uyum sağlama, sınav kaygısı, özellikle son sınıfa gelindiğinde yaşanılan iş bulma kaygısı çeşitli sıkıntıları da beraberinde getirirken yaşanılan sorunlara çözüm üretebilme ihtiyacı duyuluyor. Erciyes Üniversitesi’nde öğrencilere bireysel, sosyal, eğitimsel ve mesleğe yönelik psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri vermek ama-

cıyla kurulan Psikolojik Danışma ve Rehberlik Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin Müdürü Öğretim Görevlisi Mustafa Atak psikolojik danışmanlığı şöyle tanımlıyor: “ Psikolojik danışmanlık, karar vermede bireye yardımcı olan, problem çözme ihtiyacını karşılayan, ağırlıklı olarak bireysel, gerektiğinde ise 8–10 kişilik gruplar halinde uzman kontrolünde gerçekleştirilen hizmetlerdir.” Psikolojik Danışma ve Rehberlik Uzmanı Mustafa Atak, merkezde öğrencilerin sıklıkla karşılaştıkları sınav kaygısı döneminde, çevresindeki bireylerle uyum sorunları yaşadıklarında ve kendini ifade edememe, güvensizlik gibi sorunlar yaşadıklarında başvurabilecekleri bir merkez olma amacında hareket edileceğini belirtti. Mustafa Atak, bireysel ve grup eşliğinde verilen eğitimler sonucunda bireyin yaşadığı değişimin farkına varacağını, ancak bu farkındalığın kimi bireylerde yüzde 70 iken kimi bireylerde yüzde 10 değişim aralığında olabileceğini ifade etti.

“Psikolojik danışmanlık sihirli bir değnek değil” Mustafa Atak, öğrenciye motivasyon sağlama için seminerler, konferanslar, kitapçıklar ve çeşitli güncel bilgilerin yer aldığı internet sitesi hazırlama aşamasında olduklarını dile

getirdi. Sene başında kayıt yaptıran yeni öğrencilerin üniversiteye uyumunu kolaylaştırıp, üniversiteyi tanıyacağını, öğrencilerin buraya ilk geldiklerinde yaşadıkları kaygıyı daha az hissetmesini hedeflediklerini açıkladı. En önemli amacın koruyucu ruh sağlığı hizmeti sunmak ve bireyde psikolojik sorunların belirtileri varken ilaçla tedaviye gerek kalmadan müdahale etmek olduğunu işaret eden Atak, “ Psikolojik danışmanlık, bireyin karşılaştıkları sorunlara bir anda çözüm üreten bir sihirli değnek olarak algılanmamalı. Uzman yardımı sürecinde fayda sağlamak için önemli olan unsur bireyin istekli olmasıdır. Örneğin depresyonun başlangıcında kaygı var, birçok şeyden zevk almama var. İşte bunun önüne geçmek için sorun basit düzeyde iken çözüm üretmek amacıyla birey istekli olacak ve kendisine en uygun süreçte terapi yöntemi uygulanarak bireyin sorununa beraber çözüm aranacak.”dedi. Mustafa Atak, Psikolojik Danışma ve Rehberlik Merkezi’nde ulaşılması planlanan en son amacın, bireyin kendini keşfetmesini, sosyal anlamda çevresiyle uyumlu olmasını sağlamanın yanı sıra bireyin yeteneklerini, kuvveli ve zayıf yönlerini kavrayabilmesini gerçekleştirmek olduğunu ifade ederek sözlerini noktaladı.

HABER: İBRAHİM ARSLAN

Erciyes Üniversitesi ve Kayseri Valiliğinin ortaklaşa düzenlediği 21 Mart Nevruz kutlamaları Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi önünde gerçekleştirildi. Düzenlenen törene Kayseri Vali Yardımcısı Kasım Hikmet Dayıoğlu, Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, Kültür ve Turizm İl Müdürü İsmet Taymuş, daire müdürleri ve Türk Cumhuriyetlerinden gelen öğrencilerin yanı sıra birçok davetli katıldı. Coşkuyla kutlanan şenlikte Vali Yardımcısı Dayıoğlu, Rektör Keleştemur ve Kültür Turizm İl Müdürü Taymuş, Sabancı Kültür Sitesi önünde yakılan nevruz ateşi üzerinden atlayıp örs üzerinde demir dövdüler. Türk Cumhuriyetlerinden gelen öğrencilerin yaptıkları bayrak gösterisinin ardından Halk Oyunları Efe Grubu gösterilerini gerçekleştirdi. Nevruz dolayısıyla düzenlenen futbol turnuvası ve diğer spor aktivitelerinde dereceye giren öğrencilere Vali Yardımcısı Kasım Hikmet Dayıoğlu ve Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur tarafından birincilik kupası ve madalyaları verildi. Program Türk Cumhuriyetlerinden gelen öğrencilerin yaptığı yöresel yemeklerin yenmesinin ardından aşıkların nevruz atışmalarıyla son buldu. SAYFA TASARIM: OKAN HEPTAŞ


NİSAN 2010

ÜNİVERSİTEDEN

KAMPUS

3

“Kayseri Kültürü’nün zenginlikleri ve mimarları” Bir destandır Çanakkale HABER : İBRAHİM ARSLAN&ESRA ÖZDİLİM&M.BİLGE YILMAZ

Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından Kayseri’yi yakından tanımak, yerelliği koruyabilmenin yollarını belirleyebilmek amacı ile düzenlenen toplantı, Kayseri’nin gazeteci, tarihçi ve edebiyatçılarının katılımıyla 4 Mart’ta İletişim Fakültesi akademik toplantı salonunda gerçekleştirildi. HABER: ÖZGE YILDIZ FOTOĞRAF: SELAMİ ÖKSÜZ

Yerel ve bölgesel değerlerin unutulmaya yüz tuttuğu günümüz koşullarında Kayseri’yi daha yakından tanımak, yerelliği koruyabilmenin yollarını belirlemek amacıyla, Kayseri kültürü ve folkloru üzerine çalışmaları olan gazeteci, tarihçi ve edebiyatçılar İletişim Fakültesi’nde buluştu. Toplantıya Kayseri basınının tanıdık isimlerinden; Erciyes Dergisi sahibi Nevzat Türkten, Diriliş, Çemen Dergilerinin yayıncısı Âlim Gerçel, şair ve yazar Muhsin İlyas Subaşı, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Danışmanı Mehmet Çayır, gazeteci Mahmut Sabah, diş hekimi ve yazar Halit Erkiletlioğlu, edebiyat öğretmeni Osman Sel, Kayseri Tarih Araştırma Merkezi’nde görevli Hüseyin Cömert, elektrik mühendisi, yazar ve fotoğrafçı Kadir Dayıoğlu, şair, yazar ve aynı zamanda Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığı da yapmış olan Ayhan Gülsoy’un yanı sıra, İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Çakır, Radyo Sinema ve Televizyon Bölüm Başkanı Doç. Dr. M. Bilal Arık ve birçok öğretim görevlisi katıldı. Kadir Has’ın, “Ben doğduğum topraklarla ödeşmek

için bu yatırımları yaptım. “sözünü toplantının amacı olarak ifade eden Prof. Dr. Hamza Çakır, şöyle konuştu: “Bu şehirde yaşıyorsak, burada para kazanıyorsak, bu şehir için yapmamız gereken ödevler vardır. Peki, nedir onlar? Şehir ve insanlar arasındaki iletişim bağını kuvvetlendirmek, kaybolan, topluma gösterilmeyen, tanıtılmayan değerleri ön plana çıkarmak, bunun yanı sıra kültürel değerleri korumak ve geleceğe taşımaktır.” Dekan Çakır, İletişim Fakültesi öğretim görevlileri ve öğrencilerinin azımsanmayacak kısmının Kayseri dışından olduğunu, bu nedenle de şehrin ve değerlerinin çok iyi bilinmediğini, bu açıdan da toplantının Kayseri’yi tanımak ve tanıtmak adına anlamlı bir girişim olduğunu vurguladı. İletişim Fakültesi’nin çalışmalarından ve başarılarından da bahseden Çakır, şehrin kaybolmaya yüz tutmuş, bir kenarda kalmış zengin değerlerini, gün yüzüne çıkarmak, onları sayfalar arasında bırakmamak adına kültür adamları ile bir araya geldiklerini söyledi. Çakır, son olarak, “Sizler bildiklerinizi bizimle paylaşın, öğretim görevlisi arkadaşlarımız da bunları öğrencilere aktarsın ki, Kayseri için daha iyi çalışmalar yapabilelim” diyerek İletişim Fakültesi’nin üniversite ve şehir arasında bir köprü olduğunu belirtti. Toplantının içeriği hakkında bilgi veren İletişim Fa-

kültesi sekreteri Yaşar Elden: “Bir yanda şehrin kültür adamları, diğer yanda eğitimcileri var, bu birlikteliğin fakültemize ve Kayseri’ye çeşitli faydaları olduğunu düşünüyoruz. Her şeyden önce, fakülteler ait oldukları topraklardaki her türlü yeniliği, etkinliği takip etmek ve irdelemek durumundadır. Bu amaçla sizlerden bilgi birikimlerinizi, emeğinizi, düşüncelerinizi bizimle paylaşmanızı istiyoruz.”dedi. Katılımcılar, Kayseri yöresinde haber, belgesel yapılabilecek değeri olan kültür, sanat ve folklor öğelerini dile getirerek, Kayseri yemekleri, mahalli sözcükler ve oyunlar, esprili Halk Türküleri, bağ ve yer sofrası kültürü ile esnaf hikâyelerini; hamamlar, çeşmeler, türbeler gibi tarihi yapıların araştırılmasını, pastırma, sucuk, mantı ve Kayseri halılarının belgeselinin çekilmesinin önemini dile getirdiler. Ayrıca Kayseri Basını’na ilişkin geniş kapsamlı çalışmaların yapılmasını, gazetelerin, dergilerin arşivlenmesini, bunların öğrencilerin faydalanabileceği şekilde hizmete sunulmasını önerdiler. Toplantıdan memnuniyetlerini dile getiren katılımcılar bu tür girişimlerin amacına ulaşmasını dileyerek sıklıkla yapılmasını talep ettiler. Toplantı katılımcılara takdim edilen teşekkür belgelerinin ardından verilen yemekle son buldu.

Çanakkale Zaferinin 95. yıldönümü nedeniyle Erciyes Üniversitesinde birçok etkinlik düzenlendi. Mart ayı boyunca süren etkinlikler katılımcılara duygu yüklü anlar yaşattı. Etkinlikler kapsamında konferans, sergi, şiir dinletisi, tiyatro gibi birçok kültürel aktivite gerçekleştiridi. 8 Mart 2010 tarihinde başlayan etkinliklerin merkezi durumunda olan Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi ziyaretçi akınına uğradı. Etkinliklerin ilk gününde Erciyes Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü tarafından Çanakkale Savaşı ve Düşündürdükleri adlı konferans ve 1915 Seddül Bahir Savaş Galerisi Müzesi sergisi düzenlendi. Günün ilk etkinliği olan konferansta Çanakkale Savaşının gelişim süreci ve 1. Dünya Savaşı içerisindeki önemine vurgu yapan Okt. Cengiz Kartın, “Çanakkale sadece kara savaşından ibaret değildir. İlkel savaş aletleriyle yapılan bir savaş hiç değildir. Çanakkale Batılı devletlerin ileri teknolojilerinin ürünü silahlara karşı verilmiş olan bir bağımsızlık savaşıdır.” diyerek savaşla ilgili bilgi verdi. Kartın Çanakkale Savaşı esnasında çekilen görüntülerden derlediği sunumunun ardından konuşmasına son verdi.

Çanakkale’den ders almalıyız Aynı gün düzenlenen ikinci etkinlik Çanakkale Seddül-Bahir müzesinin ERÜ Sabancı Kültür Sitesinde açmış olduğu “Çanakkale Harp Hatıraları Sergisi” oldu.

Sergi Kayseri Büyükşehir Belediyesi Mehter Takımının gösterisinin ardından Kayseri Valisi Mevlüt Bilici ve ERÜ Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur tarafından açıldı. Tarihçi Ahmet Uslu tarafından sergide yer alan materyallerin ziyaretçilere tanıtılması esnasında duygulu anlar yaşandı. Sergiyi gezen Vali Mevlüt Bilici bu memleketin bu ülke topraklarının hangi koşullar altında bizlere bırakıldığının farkında olmamızın ve her birimizin bu destanın yazıldığı toprağa gidip ders almamızın gerektiğinin önemine vurgu yaparak; “Tarih tekerrürden ibarettir bunun farkında olarak çok iyi çalışmamız gerekir. Bizim o zamanlar kullandığımız silahlarla savaştığımız ülkelerin ellerinde olan silahlar arasındaki farkı hepimiz görebiliyoruz. İşte o farkı ortadan kaldırmamız lazım. Bizim cesaretimiz var ve milli duygularımız çok yoğun. Her birimiz vatan uğruna seve seve can vermeye hazırız. İşte bunu aynı zamanda hem ekonomide hem siyasette hem de kültürel açıdan geliştirsek Türkiye’yi dünyada alt edebilecek bir millet bulmak zor olacaktır. ” dedi. Çanakkale Zaferinin 95. Yıldönümü sebebiyle düzenlenen bir diğer etkinlik ERÜ Kültür Edebiyat Yayın Kulübü tarafından “Çanakkale’den Hatıralar Şiirler ve Türküler” adlı ile 15 Mart’ta düzenlendi. Birçok öğretim görevlisiyle öğrencinin katıldığı dinletide Çanakkale Savaşına damgasını vuran olaylardan esinlenerek ağıt niteliğinde yazılan türküler şiirler seslendirildi.

Prof. Dr. Naci Bostancı İletişim Fakültesi’nde Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin düzenlemiş olduğu “Bilgi ve İdeoloji” konulu konferans 12 Mart’ ta Turizm ve Otelcilik Meslek Yüksek Okulu konferans salonunda gerçekleştirildi. HABER&FOTOĞRAF: ERMAN BALAK & KADİR ASLAN

İletişim Fakültesi’nin düzenlediği “Bilgi ve İdeoloji” konulu konferansa, konuşmacı olarak Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Naci Bostancı katıldı. Konferansın açılış konuşmasını yapan Doç. Dr. Bilal Arık Prof. Dr. Bostancı’yı “Naci Bostancı benim örnek aldığım bir hocamdır. Ayrıca yazılarıyla ve ürettikleriyle birçok şey öğrenilmesi gereken biridir. Bu yüzden kendisi Türkiye’deki bütün iletişim fakültesi öğrenci ve hocaları için ve hatta bütün sosyal bilimci hocalar için çok önemlidir. Bugün yoğun programına rağmen bizlere zaman ayırıp burada olması bizi gerçekten çok mutlu etti. Kendisini ağırlamaktan kıvanç duyuyoruz.” sözleriyle takdim etti. Doç. Dr. Arık’ın davetinin ardından kürsüye gelen Prof. Dr. Bostancı konuşmasına bilginin tanımını yaparak başladı: “Bilgi olmadan tabiatı anlamak mümkün değildir. Ama bilginin de kaynağı yine tabiattır. Tabiattaki ilişkiler ve tabiattan teşekkül eden akıldır.” Prof. Dr. Bostancı insan ve bilgi arasındaki ilişki için de şunları söyledi: “İnsanın bilgiyle olan ilişkisi iki amaca yöneliktir. Bunlardan ilki iktidardır. Kültürde, bilimde, sanatta, mekân düzenlemesinde yani her şeyin içinde bilgi vardır. Bilgi iktidarın belirleyicisidir. Çocuklar arasında bile bilgi sahibi olan söz sahibidir. Örneğin Amerika dünyanın süper gücüdür çünkü bilginin de süper gücüdür. Fakat bilgi tek başına her zaman iyi olmayabilir. Bilgiye ahlakı kazandıran bir arka plan var ki bu da irfandır. İrfanla buluşan bilgi hem sahibini hem de diğer insanları özgürleştirmeyi vaat eder.” Prof. Dr. Naci Bostancı ideolojiyi

ise “belirli bir bilme biçiminin içinden bakış” olarak tanımladı. İdeolojinin sadece sağcılık ya da solculuk olmadığını vurgulayan Bostancı: “Herkesin hayata bakışı farklıdır. Buda herkesin farklı bir ideolojisinin olduğunu gösterir. Örneğin ben Erciyes Üniversitesi’ndeki binalara baktığımda üstünde yazan hayırseverlerin adı dikkatimi çeker. Bir mühendis ya da bir mimar baktığında mutlaka farklı şeyler görecektir. Bir müteşebbis baktığında ise orada bir kafeteryanın ne kadar kar getireceğini düşünür. İnsanların maddi hayatları ve gördükleri rüyalar o insanların hayata bakışlarını yansıtır. Çünkü herkes hayata belli bir bilme biçiminin içinden bakar. Akıllı olan insan ise kendi bilme biçiminin farkında olup, kendisine dışarıdan bakabilen insandır.” dedi. Prof. Dr. Bostancı ideoloji konusunda ise şu örneği verdi: “Bir gün körler ülkesine gözleri gören bir çocuk gider ve gittiği gün oradaki insanlara sadece karanlığın olmadığını, aydınlığında olduğunu, renklerin olduğunu anlatmaya başlar. İlk dönemler çocuğa kimse itibar etmese de çocuk büyüyüp delikanlı olunca ona bazı insanlar inanmaya başlar. Bu da ülkede bir huzursuzluğa neden olur ve yönetim kademesi hemen toplanıp genci tedavi etme kararı alırlar. Yönetim kademesinden biri çıkar ve ben bu müzminin yüzündeki iki çukura bastırınca hastalığı geçiyor, bizim gibi oluyor der. Bunun üstüne genç tedavi edilir.” Bostancı “akıllı insan belli bir bilme biçiminin içinden bakarken bile körler ülkesinden biri olabileceğini düşünür” diyerek konuşmasını sonlandırdı. Prof. Dr. Naci Bostancı’ya konuşmasının ardından Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Hamza Çakır’ın teşekkür plaketi sunmasıyla konferans sona erdi.

Çarşamba Söyleşileri HABER&FOTOĞRAF: GÜLNUR KEMAL&OKTAY ÖZTÜRK

"Çarşamba Söyleşileri"nin 3 Mart tarihli konuğu Ülker Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eflatun Aksoy oldu. İletişim Fakültesine konuk olan Eflatun Aksoy söyleşisinde, gazetecilikte ve habercilikte halka inmenin önemli olduğunu vurguladı. Katılımcılara "Bir gazeteci bilgili olmalıdır ve bildikleri doğrultusunda halka hizmet etmelidir." diyen Aksoy tüm branşların ilerlemesinin doğrudan doğruya gazeteciye bağlı olduğuna dikkat çekti. Aksoy ; "Biz gazeteyi halka satıyoruz. Halk olmazsa hiç bir şey olmaz. Gerçek gazetecinin görevi halkla beraber olmak, halkın geleneğine ayak uydurmaktır." diyerek çıkar ilişkilerinin bir tarafa bırakılıp kamu yararına hizmet edilmesinin, halkın yararına olacağını savunarak en büyük gücün halka hizmet

etmenin önemi olduğunu söyledi. “Çarşamba Söyleşileri”nin son konuğu; Kayseri Gündem Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Uğurlu oldu. İletişim Fakültesine 17 Mart’ta konuk olan Mehmet Uğurlu, eski dönemde eğitim veren Basın-Yayın Meslek Yüksekokullarıyla, günümüz İletişim Fakültelerini kıyaslayarak gazetecilik mesleğini kısaca değerlendirdi. Uğurlu“ Gazetecilik bulunmaz, keyifli, heyecanlı, insana rahatlık veren, insanın onurunu, gururunu hat safhaya çıkaran bir meslektir.” diyerek de meslekle ilgili duygularını ifade etti. Uğurlu sözlerini “Gazeteci her alanda bilgili olmalıdır, bunun içinde donanıma sahip olması gerekir.” diyerek noktaladı. SAYFA TASARIM: MUSTAFA DEMİRCİOĞLU


KAMPUS

HABER

4

NİSAN 2010

Sabırla çekilen dua taneleri: “Tespihler” Kimi zaman parmaklıklar ardına düşmüş bir kader mahkumunun sabırla attığı voltanın vazgeçilmeyen aksesuarı, kimi zaman ise yaradana yakarışın sembolüdür tespihler. HABER&FOTOĞRAF: İBRAHİM ARSLAN

Tespihler, İslam dini başta olmak üzere Budizm, Hinduizm, Brahmanizm gibi Uzakdoğu dinlerinde, Hıristiyanlıkta, Musevilikte gerek dinsel amaçlı, gerekse bir meditasyon aracı olarak karşımıza çıkar. Toplumdan topluma kullanım amacı farklılık gösterse de, dünyanın pek çok yerinde tespih geleneğinin olduğu bilinir. İslam’la tanışmaları, Türklerin tespihi yaygın bir aksesuar olarak kullanmasının da başlangıcıdır. Bu tarihten sonra Türk kültüründe tespih hem bir ibadet aracı, hem de sosyal yaşamın vazgeçilmez bir aksesuarına dönüşür.

Osmanlı’da tespihe yüklenen anlam Osmanlıda tespih yapımı, zamanla sanat dalı haline gelir. Pelesenk gül abanoz gümüş, altın, zümrüt, kuka ağacı gibi malzemelerin işlenmesiyle başlayan tespih sanatı Osmanlı topraklarında 19. Yüzyılda doruk noktasını yaşar ve burada yapılan el emeği göz nuru tespihler Arap ülkelerine gönderilmeye başlanır. Osmanlı sultanlarının tespihe olan ilgisi yadsınamayacak derecede büyüktür. Sanatın bu denli gelişmesinin önemli bir nedeni de Sarayın tespihe yüklediği anlamdır. Tespih bu dönemde önemli bir saygı nişanesi anlamını kazanır. Özellikle Padişaha ve yakın çevresine sunulacak olan hediyenin eşsiz derecede güzel olması gerektiği fikri, bu sanatın gelişimini tetikler. Ustalar, her biri sanat şaheseri olan çeşitli tespihler yaparlar. Sanat geliştikçe yapılan tespihler sahibinin sosyal statüsüne göre padişah, vüzera, vükela, zengin, fukara gibi türlere ayrılmaya başlanır. Osmanlı’da tespih sadece Padişahlara sunulan bir hediye olmaz, Padişahların da halka hediye ettiği bir mükafat olarak kabul edilir. Bu konuda anlatılan bir anekdot oldukça ilgi çekicidir. Padişah Birinci Ahmet, Sultan Ahmet Camii’nde ilk Cuma namazı kılınacağı zaman; cami ve avlusunun kaç kişi alaca-

ğını merak eder ve namaza gelen herkese birer 99’luk ödağacı tespih verilmesini emreder. Namaza girişte 86.000 tespihin dağıtıldığını duyunca emin olunması için namaz çıkışında da bu kez 99’luk kelenbek ağacından tespih verilmesini ister. Bu defa da 86.000 tespih dağıtılır. Bir defada 172.000 tespihin dağıtılabildiği bir ortam, tespihçiliğe verilen önemi de gösterir niteliktedir. Tespih sanatı 20. Yüzyılın başlarında durgunluk dönemine girer. Savaşlar ve mali sorunlar nedeniyle tespihçiliğe olan ilgi azalır. Var olan ustaların çırak yetiştirememeleri sanatın olumsuz etkilenmesine neden olur. Ülke büyük savaşlardan çıkmıştır ve bu dönemde sanata gereken değer verilmez. 1960’lı yıllara gelindiğinde, tespih sanatı yeniden hatırlanır. Ustalar ürünlerini ortaya koymaya başlar ve Cumhuriyet’te Osmanlı gibi tespihçiliği destekler. Anadolu’da çeşitli mekanlar tespih tutkunlarına kucak açar. Şanlıurfa’daki tarihi Gümrük Hanı, yıllardır tespih meraklılarının uğrak yeri olur. Her gün onlarca tespihin el değiştirdiği bu han günümüzde de bu işlevini yerine getirmekte ve adeta bir borsa gibi işlemektedir. El emeği göz nuru olan tespihler burada ustalarının adıyla anılmakta ve bu şekilde pazarlanarak yeni alıcılarıyla buluşmayı beklemektedir. Uzun yıllardır yurt içi ve dışında getirilen tespihlerin satıldığı tarihi Gümrük Hanı’nda tespih, kimileri için geçim kaynağı, kimileri için ise, merakla beklediği yeni çeşitleri bulma mekânı olmuştur artık.

Levent BÜLBÜL

Tespih basit bir aksesuar değildir Bazı önemli tespih ustaları bu sanatın gelecek kuşaklara aktarımında kilit rol oynar. Bursalı Levent Bülbül, Erzurumlu Bünyamin ve Emin Ustalar, Kayserili Ramazan Ök tesbih yapımına gönül veren önemli ustalardandır. Onların ortak yönü hayata olan farklı bakışlarını dua tanelerine işleyip meraklılarına sunmuş olmalarıdır. Ustaların yanı sıra bazı sanat ve tarih araştırmacıları da tespihçilik geleneğinin diri kalmasına neden olan bazı çalışmalarla, bu sanatı yaşatan ve bu sanata tutkun olan insanlara destek olurlar. Halit Erkiletlioğlu da, bu araştırmacılardan biri. Erkiletlioğlu, tespihin toplumsal anlamını şu sözlerle vurguluyor: “ Son asırdaki Türk insanı nezdinde o artık bir mendil veya taraktan farksız hale gelmiştir. Başka bir deyişle; Bu gün tespih kullanma âdeti toplumumuzda

çok yaygın olduğu halde, artık sanat değeri ve manevi misyonundan ziyade bir aksesuar veya ellerde çiğnenen bir sakız halindedir. Bizlere düşen görev ayrı bir kültürel unsur olan bu aracın tarihsel gelişim sürecindeki serüvenini unutmamak, tespihe ve onu yapan ustalara gerekli önemi vererek tespihe olan vefa borcumuzu göstermektir. Çünkü tespih günlük hayatta kullandığımız tarak, mendil gibi basit bir gündelik eşyadan çok farklı bir aksesuardır. Tarihsel bir serüveni, her toplumu maddi ve manevi olarak incelendiren yönleri vardır.” Tespihe ve tespihçiliğe ilgi duyanlardan bir diğeri de Kayseri Vali Yardımcısı Mehmet Polat. Aynı zamanda tespih ustası olan Polat, kültürümüze ve yaşam tarzımıza olan uzaklaşmanın tespihi de içine aldığını belirterek; “bizim kültürümüzde ve yaşam tarzımızda ne varsa uzaklaşır olmuşuz. O yüzden tespihe ve tespih kültürüne de bir yabancılaşma içerisindeyiz. Türk dizi ve filmlerinde tespihlere yüklenen anlamında bunda etkisi var tabi. Tespih ya kabadayıların, serserilerin aksesuarı ya da üçkâğıtçı, sahtekâr din adamı rolündeki adamların elinde yer alan onların sahtekârlıklarının vazgeçilmeyen aksesuarıdır gibi bir imaj oluşturuluyor ve böylelikle tespihe olan bakış şaşılaşmış oluyor. Dolayısıyla toplumda beyefendi ve topluma mal olmuş kişiler tespih taşımaz gibi bir anlayış oluşmuş. Ben o olumsuz bakış açısının tersine tespihin kalem, kol düğmesi, kravat gibi bir beyefendi aksesuarı olduğu kanaatindeyim ve bunu oturtup kalktığımız yerlerde tespih sohbetlerinde de bunu seslendirmeye çalışıyorum. Çünkü tespih bilinenin aksine kabadayı aksesuarı veya sahtekâr din adamı malzemesi değil beyefendiliğin kibarlığın göstergesidir.”diyerek tespihe olan bakış açısını dile getiriyor.

Ustalar tespihlerinden anlaşılır Yaptığı tespihlerle Türkiye’nin önemli ustalardan biri olan Levent Bülbül, 3 kuşaktır tespihçilikle uğraşan bir ailenin üyesi. Kendine has tespih işleme ve model üretme becerisiyle tanınan Bülbül, el emeği göz nuru tespihlerine Bursa’nın Yıldırım ilçesinde bulunan Irgandı Köprüsü’ndeki dükkânında hayat veriyor. Günümüzde tespihe verilen değeri eleştiren Bülbül, “tespihi tespih haline getiren ustalarla bu işin farklı şekilde ticaretini yapanlar ve

komisyoncular aynı değildir. Bana göre bizim en büyük eksiğimiz tespih meraklılarının birebir ustalarıyla buluşmamalarıdır” diyerek bu duruma olan tepkisini gösteriyor. Tespih yapımında kullanılan malzeme çeşidi epey bol ancak her ustanın işlemekten zevk duyduğu malzemeler farklıdır diyen Levent Usta’ya göre, pelesenk, kuka, bağa, zümrüt, deve kemiği, abanoz, yılan ağacı, akik, fildişi, balina dişi, inci, mercan ve daha nicelerinden tespih yapılabilir. Her ustanın farklı malzemeleri işlemekten hoşlandığını söyleyen Bülbül, “Malzemenin bol olmasından ziyade hangi malzemeden ne çıkacağını bilmek ve istenen tespihe göre uygun malzemeyi tespit edip işlemektedir marifet” diyerek esas noktayı vurguluyor. Levent Usta tespihin yapım aşamasında özenle davranılması gerektiğine dikkat çekerek, ustalığının sırrını şöyle açıklıyor: “Sanatçının gerçek sanatçı olup olmadığı kalıp kullanıp kullanmamasıyla orantılıdır. Her sanatçı eserine kendisinden bir şeyler katmalı ve asla kalıp kullanmamalı. Benim eserlerimi diğerlerinden ayıran nokta imamesindeki aksesuarlarıdır mesela.” Duâ tanelerinin sabır taneleri`ne dönüştüğü mekânlarda üretilen mahpushane tespihlerini de unutmamak gerek. Kader mahkûmların kendi çabalarıyla yaptıkları boncuk örme tespihler zaman geçirmek için attıkları hızlı voltanın yegâne aksesuarı olmuştur hep. Çektikleri her tanede sabrı çekerler sebat ederler, bir gün özgürlüğe kavuşacaklarının umut ederek. Sabır örerler, sabır çekerler tespihlerinde. Başka çareleri yoktur çünkü. Sabrı öğrenirler çektikleri her tanede. Nazar boncuğu işlerler tespihlerine, bazen kartal olur bazen özgürlüğe uçan bir serçe. Kimi zaman da bir taraftarın elinde sallanırken görürsünüz tespihleri. Tuttuğu takımın renk renk boncuklarıyla bezenmiş tezahüratlarını okursunuz inceden. Bazen bir mahalle kabadayısının elinde görürsünüz tespihleri. Ellerinde döndürdükleri tespihleri sanat icra edercesine sallarlar. Kimi zaman bir meydan okuyuşun sembolü kimi zaman da ağır ağabeyliğin olgunluğun göstergesidir tespihler. Tarihten günümüze hep bir şeyi anlatır olmuştur tespihler. Bazen Mevlaya yakarışın sesi, bazen sabrı parmaklarla nakşeden kader mahkûmunun haykırışı. Hep bir şeyler anlatmıştır kendine has sesiyle. Anlatmaya da devam edecektir tespihçilik geleneği ile…

Kahvehane’nin gülü

Meliha Gökçül 73 yaşında, ilkokul mezunu bir iş kadını. Eşini kaybettikten sonra ondan kalan kahvehaneyi sindirmiş yavaş yavaş vakti dolan ömrüne. “Sinop’un gülü” olarak tanınır çevresinde. HABER&FOTOĞRAF: FATMA MENTEŞ

Osmanlı’dan miras kalan, insanların dertleştiği, tartıştığı, şiirler söylediği, çalgılar çaldığı, kitaplar okuduğu kahvehaneleri günümüzde görebilmek pek mümkün değil. Bu tarz kahvehanelere örnek olabilecek mekanların sayısı gitgide azalıyor. Sinoplu Meliha Gökçül’ün kahvehanesinde ise, hala eski kahvehane kültürünün derin izlerini görebilmek mümkün.

“Bu kahvehane eşimden yadigâr” Gökçül’ün eşini kaybetmesi hayatlarında önemli bir dönüm noktası olmuş. “Otuz yedi yıl önce eşimi kanserden kaybettim. Beş çocuğumla hayata tutunmak ve yaşamak için çalışmam gerekiyordu. Eşim kahvehaneyi çok isteyerek açmıştı. Sevgisini, hayallerini koymuştu kahvehaneye. Onun hatıralarını yaşatmak ve emeğine emek harcamak için başladım kahvehaneyi işletmeye. Başlarda zorlansam da azmim ve sevgim ile aştım o zorlukları. Böylelikle hem eşimin hatıralarını canlandırıyorum, hem de kendi ayaklarım üzerinde duruyorum.” Gözlerinde parlayan ışık yüzündeki çizgileri gizlese de, yıllar yormuş belli ki Meliha Teyzeyi. “Kadından kahveci mi olur?” deseler de, kanıtlamış o çevresine pekala olabileceğini. Başlarda yadır-

gansa da bu durum zamanla alışmış Sinoplular Meliha teyzeye… “Görenler ilk başta şaşkın şaşkın bakıyorlar bana. İnanamıyorlar kahvehane işlettiğime. Elinin hamuruyla ne işin var senin burada deseler de aldırmıyorum ben. Çalışmak kadar güzel, işini sevmek kadar güzel bir şey var mı? Çalışkanlığımı görünce tebrik ediyorlar beni. Bana hayran kalıyorlar. İnsan isteyince her şeyi yapar. Yeter ki istesin. Ben bu işi yapmak istedim, yaptım. Ömrümün sonuna kadar da yapacağım. İşimi yarım bırakmam. Eşimin yadigârı yaşasın. Oğlum da bana yardım ediyor, benden sonra o devam edecek kahvehaneyi işletmeye.”

“Burası özel bir kahvehane” Çevresine azmi ve emeğiyle örnek olan Meliha Gökçül misafirlerini memnun etmeyi kendine ilke edinmiş. Onların rahatı ve neşesi her şeyden önemli onun için. Bu yüzden çeşitli sosyal aktiviteler düzenliyor kahvehanesinde. “Misafirlerim benim için çok önemlidir. Onların memnun olması beni mutlu ediyor. Beni görmek için, benimle sohbet etmek için buraya gelen arkadaşlarım var. Bundan daha büyük mutluluk olamaz. Ben de onları memnun etmek için elimden geleni yapıyorum. Arkadaşlarımdan rica ediyorum; bağlama çalıyorlar, şiir okuyorlar, türkü söylüyorlar. Ayrı-

ca pek çok günlük gazeteyi mutlaka alırım. İsterim ki misafirlerim dünyada ve Türkiye’de olan olayları takip etsinler. Tüm bunlar benim kahvehanemi diğer kahvehanelerden farklı kılıyor.”

“Ben Sinop’un gülüyüm” Meliha teyze Sinop halkı tarafından çok seviliyor ve korunuyor. O da bu yoğun ilgiden çok memnun. “Boyabat halkı beni çok seviyor, sayıyor, koruyor. Ben Sinop’un gülüyüm. Emniyetten herkes tanır beni. Benim de tanımadığım polis yoktur. Sivil polisleri

bile tanırım. Her zaman gelirler buraya. Benim iyi olup olmadığımı kontrol ederler. Sorun olup olmadığını sorup giderler. Ben tanımasam da herkes tanıyor beni. Kadınların ayakları üzerinde durabildiğini kanıtlıyorum herkese, bunca yaşıma rağmen. Bu da beni mutlu ediyor.” Gökçül, çoğunun erkek işi olarak tanımladığı işini yıllardır sürdürüyor. Kocasının özenerek ve severek yaptığı mesleğini tam 35 yıldır o devam ettiriyor. İşine sevgisini kattığı için de çok seviliyor ve takdir ediliyor. SAYFA TASARIM: BURAK SOMUNCU


NİSAN 2010

ARAŞTIRMA-İNCELEME

KAMPUS

5

Kurak iklimli Tavlusun toprağına

Hoşgörü ve barışla tutunan üç ayrı mabet Anadolu kardeşliğin ve hoşgörünün hüküm sürdüğü örnek coğrafyalardan biri. Kilise, Havra, Camii ve onların cemaatlerinin bir arada barış ve huzur içinde yaşadığı bu topraklar unutulmaz hikâyelere sahne olmuş yüzyıllarca. Dostluk ve kardeşliğe açılan kapıda Kayseri’nin hoşgörülü ve misafirperver köyü Tavlusun; sırt sırta veren ibadethaneleri, Rum Kilisesi, Surp Tanos Gregoryan Ermeni Kilisesi ve Türk Mahalli Camii ile yıllar öncesinden sesleniyor. Bu beraberlik yalnızca sözlü bir hikâyeden ibaret değil, birbirine yabancı lakin bir o kadar da yakın onca insanın, günümüz ilişkilerine nispet edercesine kocaman bir samimiyetle dillendirilen yaşanmışlıklarının tercümesi.

HABER&FOTOĞRAF: ÖZGE YILDIZ

Kayseri’nin doğusunda, Talas ile Bünyan arasında uzanan yolda, Zincidere’ye komşu Koç Dağ’ı eteklerinde son bulan Derevenk Vadisi’nin orta kısmında yer alan ve vadinin Kayseri’ye bakan yüzüdür Tavlusun. Rumlarla başlayan yaşamın Ermeni ve Türklerle kalabalıklaşan nüfusu… Şaşkınlık içinde saygı duyulacak sayfalar dolusu bir tarih… Çorak topraklarda sihirli bir elden aldığı can suyu ile hayat bulan, başka mekânlara ait mabetlerin kardeşlik öyküsünün dillendirildiği toprak parçası. Yaşlı fay kırığı olarak betimlenen Tavlusun köyünün hayat hikâyesi yıllar öncesine dayansa da, bugün Yukarı Mahalle’den bakıldığında, Aşağı Mahalle’de sessiz, kimsesiz kalan camiler, kiliseler, evler hayatın tam ortasında tüm hatıralarıyla selamlıyor sizi. Kimilerinin anılarını canlandırıyor, kimilerinin de içinde sorular sormaktan yorulmadan, bilmediklerini öğrenme hevesi uyandırıyor.

Soluk bir resmin ışıltılı çerçevesi; Tavlusun 1960’lı yıllarda isim değiştirme çalışması listesinde sırasını alan Tavlusun köyü bundan sonra Aydınlar köyü olarak anılır. Ancak Tavlusunlular bu durumu hiçbir zaman benimsemez. Aksine, sessiz kalmayarak, büyük çabalar vererek 1988’de eski adı Tavlusun’a kavuşur. Tavlusun adının nereden geldiği, Türkçe mi, Ermenice mi yoksa Rumca mı olduğu bilinmez. Zira bunun da kimse için bir önemi olmaz. Farklı isimlerle anılsalar da, yaşadıkları coğrafyada onlar ayrım nedir bilmeden, aynı toprak üzerinde bir olmayı başarmış, isim değişse de yaşanmışlıkların yok sayılamayacağını bilmişlerdir. Farklı kültürlerin bir arada yaşadığı bu yörede yerleşim yaklaşık üç bin yıl önce başlar. Öyle ki milattan önce iki binli dönemlerde Hititler ve Roma-Bizans uygarlıkları zamanında, insanların bu bölgeyi yurt edindikleri ve artlarında geleceğe şahitlik edecek yer adları, mağaralar, dehlizler, kaya kiliseler, mezarlar ve kayadan oyma evler, geçen zamanın güçsüz ama hala ayakta kalmaya inat eden yapılar bıraktıklarını süzer bakışlarınız. Ticaretin önemli bir kolu olan İpek Yolu’na açılan Tavlusun’u ilk yurt edinenlerin Rumlar olduğu ileri sürülür. Bugünkü yerleşim sıralanışına bakıldığında da dere kenarında Rumlara ait izler görülür. Devam eden süreçte köy kapılarını Ermenilere, Türklere açar ve o gün belirlenen sınırlar hala izlerini korur, kardeşliği bozmayan samimi bir çizgi olarak… Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Sekreteri ve Araştırmacı Yazar Yaşar Elden de şöyle dile getiriyor bu dostluk çer-çevesindeki resmi: “Tavlusun kuruluşundan beri Rumların, Erme- nilerin ve Türklerin bir arada yaşadıkları bir yöredir. Tavlusun’da farklı ibadethaneler yan yana olmuştur hep. Buralarda hiçbir z a m a n kavga, gürültü, huzursuzluk yaşanmamıştır. Bunun da birkaç sebebi vardır. Bu yörede yaşayanların çoğunlukla ticaretle uğraşması ve sürekli İstanbul ile irtibat halinde olmaları, İstanbul kültürünü benimsemeleri, bunu d a Tavlusun’a taşımaları önemli etkenlerdendir. İstan-

bul ve saray çevresinin görgü kuralları, giyim kuşamı, sofra düzeni, birbirlerine hitap edişleri Tavlusun’da varlığını sürdürmüştür. Tüm bunlar İstanbul beyefendiliğinin ve nezaketinin Tavlusun’da hüküm sürdüğünün göstergesidir.” Öyle ki o yıllarda Tavlusun’un Arnavut kaldırımlı taş sokaklarında yürürken, piyano sesleri yükselirmiş her bir evden.

Yan yana üç farklı mabed İnsanların bu kardeşçe birlikteliğine Hıristiyanlığa ve Müslümanlığa ait mabetler eşlik eder Tavlusun’da. Geçen zaman ki o dostane ilişkiler hala dillerde, gidenlerin çocukları ve torunları gelip görüyor bu güçlü tarihi yapıların yan yana dizilişini. Batıya bakan Ermeni Kilisesi’nin (1887) batı bölümü ışığa tamamen kör bırakılmış, doğu ve güneyde bulunan pencerelerle aydınlatılmaya çalışılan mekânın güney yamacındaki pencerelerin bayanların kiliseye girişini sağlayan kapı olarak kullanıldığı tahmin edilir. Kilisedeki apsisin (camilerdeki mihrap kısmının karşılığı olan, kubbe ile örtülü bölüm) ortasında kutsal ruhu simgeleyen güneş motifleri dikkat çeker ve apsisin batısındaki kapıdan da küçük bir hücreye girilir. Apsisin iki yanında nişlerin (kendinden geniş bir mekâna açılan ve duvara oyulmuş, üstü kemerli girinti veya hücre) üstünde Ermenice yazılı İncil’den sayfalar taşıyan melek betimlemeleri görülür. Ayrıca bu kilisedeki apsisin doğuya (Kudüs’e) değil de kuzeye (Erivan’daki Büyük Ermeni Kilisesine) dönük olması dikkat çekicidir. Doğu yamaçtaki Rum Kilisesi’nde (1850), giriş için iki kapı, sekiz metre yüksekliğinde, on iki merdivenli bir çan kulesi, rahiplerin kaldığı bir bölüm ve yine onlar için kullanılan bir köşede ufak bir mezarlık karşılar sizi. Türk Mahalli Camii (1830) ise bu iki mabedin arasındadır. Kuzeyinde medrese, doğusunda ise yazlık mescit olarak tanımlanan yapılar yer alır. Bayanların girişi için de ayrı bir geçiş bölümünün inşa edildiği görülür. Bu yapıları hayalinizde canlandırdığınızda, iki kilise arasında sıkışıp kalmış gibi değil de, sonunda sizi dostluğun karşılayacağını bildiğiniz bir labirentte geziniyor gibi hissedersiniz kendinizi, çan sesleri ve ezan sesleri çınlar sanki kulağınızda. Her biri kendi kültürünün mimari özellikleri ile şekillenen bu üç mabet, inanışları gereği başka yönlere baksa da insanların onlara bakışı hep saygı ile olmuştur. Çan seslerinin ezan seslerine karışmaması bu saygısının bir göstergesidir. Bilenler, duyanlar sadece mabetlerimiz başkaydı onun dışında her şey; yemekler, şarkılar, türküler yaşanmışlıklar hep aynıydı diye anlatır bu ilişkiyi. İnsanların beraberliği gibi, bugün hala yan yana sizi karşılayan mabetler bu kalıcı dostluğun zamana inat ayakta kalmaya çalışan kalıntılarıdır. Şahit oldukları barış, huzur, dostluk ve kardeşlik içindeki bu birlikteliğin dillendirilmesine yüksek sesle, nasihat verircesine de eşlik ederler. Tüm bunların yanı sıra pastırma ve sucuğun Ermenilerden öğrenildiği iddiası… Farklı günlerde farklı mek ânlarda kurulan camii önü (Ermeni), çeşme damı (Rum) ve tomsu (Türk) pazarlarında ki buluşmalar, keyifle yapılan alışverişler... Türk düğünlerine, cenazelerine tam da Türk örf ve adetlerine uygun bir

şekilde, saygıyla katılan Ermeni ve Rumlar… Ermeni mekteplerinde Türkçe eğitim veren Ermeni hocaların varlığı… Tehcir kanunu ile gitmeyip Türk topraklarında yaşamını sürdürmeyi seçenlerin koruma altına alınması ve gözetilmesi… Her hali ile tüm bunlar, geride kalanlara bakıldığında, farklılıklara rağmen dostluğun, kardeşliğin bir şekilde hayat bulduğunun ve hala hatıralarda olduğunun, bugüne de taşınması için dileklerde bulunulduğunun bir göstergesidir.

Tavlusun’da yaşanan dostluk hikâyelerinin yankıları Martin Luther King, “Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama bu arada çok basit bir sanatı unuttuk, kardeş olarak yaşamayı” der. Oysaki bu sözleri haksız çıkarmaya yetecek pek çok kardeşlik örneği yaşanmıştır Tavlusun’da. Her biri hatırlanmaya değer bu öykülerden birinin kahramanı ermeni asıllı İstipan’dır. İstipan’ın yâdını Tavlusunlu Avukat Necdet Çetinok anlatıyor: “Yaşadığı coğrafyayı, Tavlusun’u o denli benimsemişti ki, tehcir kanunu ile gitmeyi değil, ne pahasına olursa olsun kalmayı tercih etti. Her şeyi göze almıştı İstipan, ne Rum komşusunu ne Türk dostlarını terk etti. Çünkü o, dostluk ve hoşgörünün hüküm sürdüğü topraklardan, her anını mutlu anılarla, kardeşlik içinde geçirdiği bu köyden vazgeçemezdi. Öyle ki yıllarca kendisine İsmail denmesini yeğledi. Ve günün birinde bu dünyadan göçüp giderken, torunlarını miras bıraktı Tavlusun topraklarında yaşasın diye…” Bir diğer öykünün kahramanı ise Avidis’tir. Dedesi İstipan’ın Tavlusun’a mirası Avidis. Babası ve amcası askerlik görevini yerine getirirken ölünce, annesi Avidis’e kıyamaz ve onu askere göndermez. Avidis için de kaçak bir yaşamın başlangıcı olur bu durum. Bugün hala Tavlusun’da yaşayan ve Avidis’in yakın dostu olan Osman Sondoğan şöyle anlatıyor arkadaşının kaçarken başından geçenleri: “Pek çok farklı ülkeye gitti Avidis. Oradan oraya gezdi. Ama ait olduğu toprakları hiç unutmadı. Hep özlem duydu buralara. Sonunda dayanamayıp döndü zaten, sünnet olup vatani görevini yerine getirmeyi tercih etti. Ona bu kararı verdiren ise gittiği ülkelerde yaşadığını söylediği dışlanmışlık duygusuydu. Hep, ‘bu topraklardan ayrıldığımda bir ermeni olduğumu hissettim, meğer ne kadar aitmişim buraya’ derdi.” Bu aidiyet duygusu ile ilgili olarak ise Sondoğan: “Ermeni ve Türk diye bir ayrım yok aslına bakarsanız, fiziki olarak da benziyoruz biz, bir de yaşadığımız paylaşımlar bizi birbirimize daha da yaklaştırdı.” Hayatta kaldığı süre içinde de vefalı bir dost olduğunu gösterir Avidis. Bayramlarda ve tüm kutsal günlerde Sondoğan’ı arar ve bağlılığını dile getirir. En büyük arzusu yan yana duran 3 mabedin karşısındaki araziye ev yapmak ve orada bekle-

mekken ölümü, ömrü bu hayalini gerçekleştirmeye vefa etmez. Tavlusun sakinlerinden Güler Hanım’da büyüklerinden dinlediği bir anıyı paylaşıyor: “Ramazan aylarında bizler dini inanıcımız gereği oruç tutarken Ermeni ve Rumlarda bu durumu saygıyla karşılar, açık alanlarda bir şeyler yiyip içmezlermiş. Hatta bazıları iftar davetleri verirmiş. Bir defasında, ramazan ayında bağa çalışmaya giden ninemlerin iftar vakti yaklaşmasına rağmen dönmediğini fark eden komşumuz Sarine hemen bir sofra kurar. Ve ezan vaktiyle eve dönen ninemleri kapıda karşılar, buyur etmek için.” Tüm bunların yanı sıra Kayserili bir Rum tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya iletilen bir mektup vardır, anlatmaya değer. Ziya Tokluoğlu’nun anlatımıyla mektubu yazan Rum: “Paşam, askere alınmadığımız için biz, Tavlusunlu Rumlar oldukça üzgünüz. Mademki asker olamıyoruz hiç değilse yaşadığımız topraklara olan borcumuzu ödeyelim, vatanımız olarak gördüğümüz bu coğrafyayı korumayalım, aramızda topladığımız paralarla Milli Mücadeleye destek olalım” diyerek bu topraklara olan bağlılığını göstermiştir. Tüm bu yaşananlar farklı inançlara sahip insanların aynı gök kubbe altındaki hoş sedalarıdır aslında. Her biri gökkuşağının ahenkli bir rengi...

Karanlığa doğru uzayarak kaybolan gölgelerin ardından Tarih yeniden yazılıyor tekrar tekrar anlatılan bu hikâyelerle. Gittiği yerlerden bir hatır için arayan Avidis’in sesinde, Rum bahçelerinin üzümlerinde, Ermeni pazarcılarının eriklerinde, belki buralardan çok uzaklarda ya da Tavlusun’da İstipan’ın askerlik anıları ile can buluyor tüm bunlar… Kimsenin hatırına gelmezdi, Anadolu’nun tenha bir köşesinde, böylesine anlamlı dostlukların yeşerebileceği… Hatırlamak dediğimiz şey, yaşanmışlıkların bugünkü şartlara göre yeniden kurgulanması, geçmiş zaman ve mekân içinde insanlarla hem hal olup hikâyelerinin bir yerlerine ilişmek aslında. Tavlusun’da yaşanan- lar, her düşünenin yeniden keşfedeceği, zaman zaman yitirdiğimiz değerlerin içimizi sızlatmasına neden olan gerçek bir masal adeta… Bugüne kadar yazılanlarla, anlatılanlarla, sayfa arasında okuduklarınızla ya da şanslıysanız, görme lütfuna ermişseniz eğer gördüklerinizle hoş bir tebessüme sebep aynı zaman da. Yâd etmek geçmişi en sade ve sıcak anılarla, bugünümüze yön vermez mi aslında…

SAYFA TASARIM: ZEHRA SÖKMEN


KAMPUS

6

RÖPORTAJ

NİSAN 2010

Hasretle vuslatı bekleyen mülteci bir yürek Kendi topraklarında yaşadıkları baskılardan ve hayatta kalamama korkusundan dolayı, huzuru ve güveni başka ülkelerde arar umut yolcuları. Adını ve dilini bilmedikleri ülkelerde, kararan dünyalarını aydınlığa kavuşturma umuduyla çıkarlar, yeni hayat sahnesine. Sahnenin mülteci oyuncularından Gine’li Fransız Dili ve Edebiyatı Profesörü Osman Toureh, yeni rolünde cami tuvaletini temizleyen bir profesör olarak hayatının en sıkıntılı günlerini yaşamaya başlar. Her şeye rağmen, utanmaz, isyan etmez bu zor duruma, ailesine kavuşacağı günleri düşleyerek…

HABER&FOTOĞRAF : SERCAN TOPÇULAR&MİNE ÇALIK

Kimse vatanını terk edip başka bir ülkede özlem duymak istemez geldiği yere. Hayatta kalma umudunun sınırlarını ortadan kaldırır, yaşama hakkının güvencesine dair olan düşler. Ailelerinden ayrı kalma korkusu ve gittikleri yerdeki yabancılık hissi yalnızlık duygusuna esir olmalarına neden olur. Özgürlüğü kovaladığı günden itibaren umut ettiği vuslatı yakalamak için yemin ederler yaşamaya. Kimi sanatçı, kimi bilim adamı, kimi profesör, kimi işçi... Sadece yaşamak için, çeşitli nedenler yüzünden yurdunu terk etmek zorunda kalırlar. Ya ülkesinde kalıp ölür ya da kaçarak özgürce yaşama şansını deneyen milyonlarca mülteciden biri olurlar. Ülkemizde de 10 binin üzerinde insan savaşlara, isyanlara, zulümlere ve benzer nedenlere maruz kaldıkları için vatanından ayrı kalmanın acısını sürekli sol yanında hissederek, hasretle dolu dikenli tellere takılan aile özleminin tutsaklığından kurtulma mücadelesi verir, hudutsuz ümitleri taşıyan Gine’li Fransız Dili ve Edebiyatı Profesörü Osman Toureh gibi…

Ya kalıp ölecek ya da kaçıp yaşayacak Bir gece aniden mafyanın evine gelmesiyle ölümle burun buruna gelir Osman Toureh. Arazisinde altın ve elmasın çok fazla olması ve hâkim olan sömürge devletlerinin yönetimi, yani mafyanın zengin kabilelerin topraklarına sahip olmak için insanları acımasızca öldürmesi daha da korkutur onu.“Ülkem üzerinde oynanan oyunlar farklı, ama başroldekilerin paylaştığı zihniyet aynı sömürü düşüncesi. Bir gece ibadetimi gerçekleştirmek için kalktığım sırada askerlerin kapıyı açmam için, ‘Osman kapıyı aç! Aç şu kapıyı hemen!’ diye bağırışlarını duydum. Gine’de televizyonlar evleri mafyanın bastığını söylüyor, ama öyle değil tanıyorum onları, sabah askeri üniformayla, akşam sivil kıyafetle gelirler. Geldiklerinde eğer kapıyı açacak olursan hiç acımadan öldürürler.” Ölümü iliklerine kadar hisseder o an. Artık düşündüğü tek şey ardına bakmadan hızla koşmak ve uzaklaşabildiği kadar uzaklaşmak olur vatan ve aile hasretine giden yolda. Yalnızlığa tutsak olacağı günler başlar bundan sonra Toureh için. Kaçarken yanına aldığı tespih hiç bıkmadan saydığı umut taneleri olur... Toureh kaçtığı geceyi anlatırken, hala yaşıyormuş gibi heyecan ve korku dolu gözlerle dile getiriyordu, yalnızlığa esir olmaya başladığı anı. “O gece tam bir cehennem gibiydi. Kimin nerde olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordum. Pencereden atlayarak hızla koşmaya başladım. Sürekli asker seslerini duyuyordum ailem neredeydi kaçtılar mı öldüler mi bilmiyordum. Fildişi sınırına kadar olabildiğince hızlı koşmaya çalıştım... Kaçarken tüm yaşanmışlıklarım gözümün önünden geçiyordu koştuğum hızda, ama mecburdum; ya var gücümle koşacaktım ya da ölecektim. Askerden kurtulsam bile Afrika yaban hayatında sağ kalabilmek çok zor, gündüz koşmak gece olunca da bir ağaç altında beklemek zorundaydım.”. Attığı her adımda gözyaşlarıyla yeşerttiği umut tohumları daha da büyür, gurbet vizesini alan Toureh’nin yüreğinde. Deryanın ortasında hayatta kalma kaygısı Aydınlık günlerin ümidiyle karanlık gecelere doğru yol alır Osman Toureh. Nijer’den Cezayir’e ve oradan da Libya’ya geçer. 9 ay süren umut yolculuğunda zorlu çöl şartlarıyla, açlıkla, parasızlıkla mücadele etmek zorunda kalır. Trablusgarp limanında dinlenmek için girdiği kahvede, hayalini kurduğu ülkelere ulaştıracak insanla tanışır. Yunan bir vatandaşın verdiği 300 dolarla yeni ufuklara yelken açar. Küçük bir botun içinde kendisiyle aynı ümide yolculuk eden gasp edilmiş hayatlarla beraber, yanına gözyaşı bulutlarını da alıp uzak kıyılara umut bağlar. “ Aynı kaderi paylaştığım umut arkadaşlarımla beraber moralimiz bozulduğunda sürekli birbirimizi motive ediyor, ekmeğimizi, suyumuzu paylaşıyorduk. Dertlerimizi, düşlerimizi, paylaşırken olabildiğince sessiz ve dikkatli olmamız gerekiyordu, sanki mayınlı bir arazide hareket eder gibiydik. Sürekli bir tedirginlik ve her an yakalanma korkusu da hâkimdi üzerimizde. Bütün özlemlerimiz, hayallerimiz sona erebilirdi.1,5 ay boyunca denizde geçen gecelerde gözlerimden akan umut damlalarıydı.

Uykularım sürekli kâbuslarla bölünüyordu. Kurşun gibi patlıyordum uykudan kalkarken, kan ter içinde. Her cefalı gecenin soğuğu, açlık, hastalık gibi çok zor şartlar altında sağ kalabilmek için şafağa bakıyordu gözlerim. Düşlerimi gerçekleştirmek için engellerle dolu yolculuklara katlanmalı ve hiçbir zorluk karşısında yılmamalıydım.” Hep onunla sabahlayan gökteki yıldızlara bakıp inanıyordu, ki onlar kadar uzak değildi hayalleri. Onun için gecenin kıyısında doğacak yeni bir günü bekleyip yalnız günlerin tenhasında hep özlemi anarak geçer zaman. Tüm aydınlık umutları her geçen güne sığdırarak yaşamaya başlar. Farkındaydı, özgürce yaşamak için umudun vatanına doğru girdiği yolda ölümün her an yanında olduğunun, fakat onu göze almadan da nefes alamayacağını.

Yerini bile bilmediği ülke hudutsuz umudunun vatanı oluyor Gece gündüz demeden stresli, ulaşılması güç, ama imkânsız olmayan yolculuğun ardından gelir Türkiye’ye, farklı bir dil, farklı bir kültür, ama aynı düşlerle... “Avrupa’ya kaçmayı düşünürken adını bile bilmediğim bir ülkede buldum kendimi. Türkiye’de İstanbul’a geldim, Türkiye’ye ve Türkçeye dair hiçbir şey bilmiyordum. Ne yapacağımı, karnımı nasıl doyuracağımı, nerede kalacağımı bilmiyordum ve derdimi anlatamıyordum, yanımda yok denilecek kadar az miktarda para vardı. Libya’da tanıştığım Yunan arkadaşın söylediği balıkçıyı buldum ve beni onun gönderdiğini söyledim. Karnımı doyurmak için balıkçıyla balık tuttum ve balıkçı barınağında yani buzhane gibi bir yerde uzun bir süre kaldım. Balıkçıların verdiği para ile Kumkapı’da ucuz bir otelde kalmaya başladım. Camiye gittiğim günlerden birinde yanıma birisi geldi, bana kim olduğumu, nereden geldiğimi sordu. Türkiye’de yaşama hakkımın olması için bazı yerlere başvurmam gerektiğini söyledikten sonra beni mültecilerin haklarını ve huzurunu korumakla yükümlü olan Birleşik Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne yönlendirdi.” İstanbul’daki yetkililer Ankara’ya gönderirler Toureh’yi. Mülteci olarak kabul edilmesi için belli prosedürleri yerine getirmesi, form doldurması ve sözlü mülakata girmesi gerekir. Mülakat esnasında görevliler, Türkiye’de yaşamanın çok zor olduğunu söylerler ve mülteci olarak, bir Avrupa ülkesine veya Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderme önerisi sunarlar. Toureh, Gine’den de sömürge zihniyetinin baskılarından kaçtığını söyleyerek Müslüman olduğunu, Türkiye gibi Müslüman bir ülkede yaşamayı arzuladığını ve gitmek istemediğini belirtir. Hayatın her yerde zor olduğuna, kısa süre içerisinde gözlemlediği Türkiye’de baskı, işkence görmeden özgürce yaşayabileceğine inanır ve kendisine sunulan öneriyi reddeder. Bunun üzerine mültecilerin gönderildiği uydu kentlerden yani İç İşleri Bakanlığı tarafından güvenli olduğu kararı verilen illerden birine, Eskişehir’e gönderilir. Onun gibi özgürlüğü kovalayan Fildişi’li ve Kongo’lu iki arkadaşıyla aynı evde mülteci umutlarını yeşertmeye başlar.

O da çalışmak, para biriktirmek ve yokluğunda gönlü hasretle dolan ailesine bir an önce kavuşmak için hemen başlar Âlem Camii’nin tuvaletini temizlemeye. Gine’de ‘profesör’ olması hiç gocundurmaz Toureh’yi, Âlem Cami’sinin tuvaletinde hasret dolu günlerini biran önce sona erip vuslatın gelmesini beklerken...“Profesörüm, ama burada tuvalet temizliyorum. Temiz para helal kazanç sağlıyorum. Halimden çok memnunum. Hiçbir şekilde utanmıyor, iç geçirmiyorum. Profesör olmam ailem için her şeyi yapabilmemi engelleyemez hiçbir zaman. Keşke yanımda olsalar da ömür boyu bu işi yapsam. Hem burada insanlar çok iyi, bana maddi ve manevi destekte bulunuyorlar. Bende bu şehri çok sevdim, kendimi dışlanmış hissetmiyorum. Burada kalmak ve ailemi Eskişehir’e getirmeyi çok istiyorum. Bu ülkenin halkı yardımsever, anlayışlı, sıcakkanlı ve samimi. Her şeyden önemlisi özgürlüğünüzü kısıtlayan bir baskı yok, işkence yok...” Ülkesinde yaşadıkları, çocukları, eşi ve annesi gelince gözlerinin önüne siyah teninden inci tanesi gözyaşları damlamaya başlar. “Gece olup yattığımda bir oyana bir bu yana dönüyorum ve uykularım kaçıyor, sürekli vücuduma bıçak saplanıyor gibi hissediyorum. Kafamı karıştıran birçok sıkıntı var. Her geçen gün sürekli çocuklarımı, eşimi ve annemi buraya getirmenin yollarını düşünüyorum. Onları burayı getirmem çok zor, maddi imkânlarım yeterli değil, en kısa zamanda çalıştığım camide para biriktirip ailemi buraya getirmeyi düşünüyorum, ancak prosedürler gereği Senegal’de olan ailem Türkçe bilmediği için vize alamıyor. Çocuklarım telefonda, ‘Baba seni çok özledik, biz ne zaman geleceğiz, ne zaman bitecek bu ayrılık?’ diye soruyor. Cevap veremiyorum. Elim ayağım birbirine dolanıyor, dilim tutuluyor, o an zaman dursun istiyorum” Vatan toprağından, sevdiklerinden ayrıldığı geceden itibaren yaşadığı sıkıntıların, zorlukların hiçbirini ailesinin yaşamasını istemiyor Toureh. Kendi topraklarında yaşadıkları baskılar, zulümler ve hayatta kalamama korkusu yüzünden huzuru, güveni başka bir ülkede aramak, gittikleri yerde sıcak bir yuva ve korkusuzca yaşama umudu güneş gibi doğar umut yolcularının yüreklerine. Bazen adını, dilini, dinini bilmedikleri ülkelerdeki yeni hayatlarında kurdukları hayalleri, karartılan dünyalarını yeniden aydınlığa kavuşturma ümidi olur. Ölümün her an yanlarında olduğunu bilerek tutunurlar “özgürce yaşama” arzularına. Bu umutla katlanırlar insan olduklarını unuttukları eziyetli yolculuklara… Yeni vatanlarında tek arzuları bir gün aileleriyle birlikte merhaba demek olur doğan güneşe… Osman Toureh’de ailesinden çok uzakta, o doğan günü paylaşmayı bekliyor yeniden sevdikleriyle…

İçten içe kanar sınırlar ötesindeki aile özlemi Futbolla, boksla, judoyla, atletizmle kısacası sporun hemen her dalıyla ilgilenir ve Eskişehir’de de ailesinden, vatanından uzak kalmanın sıkıntısını da en aza indirebilmek için her gün hiç aksatmadan sporunu yaparak, ruhumu ve aklımı disipline etmeye çalışır. Bir taraftan da camilerde ibadetini yerine getirir. Hikayesini öğrenen ve ona yardımcı olmak isteyen insanlar, Cami’de çalışmasını teklif ederler.

SAYFA TASARIM: KENAN ŞİLEN


NİSAN 2010

RÖPORTAJ

KAMPUS

7

Törenin çıkmaz sokaklarında

bir“ Berfin”çiçeği

Berfin çiçeği, cesaretin, direnişin sembolüdür. Hiç aldırmadan kışın dondurucu soğuğuna, buz tutmuş toprağa inat yeşerir beyaz örtünün altında. Asalet ve masumiyetiyle yaşama tutunan bu nadide çiçek, öleceğini bile bile çıkar bu yolculuğa; güneşe ermek sonu olacaktır oysa… Bir başkaldırıdır onunki, bir meydan okuyuş sanki… Tıpkı henüz 22 yaşında törenin çıkmaz sokaklarında bir başına kalakalmış Berfin G.’nin öyküsünde olduğu gibi… Kim ölümü uğruna sahip çıkabilir ki aşkına… HABER: MERVE BOSTANCI FOTOĞRAF: VOLKAN YILDIZ

Kendini mevsimlerin rüzgârına bırakmış, yorgun, nasır tutmuş elleriyle zamanın bir yerinden tutmaya çalışan bir genç kızın direniş öyküsü bu. Bir çıkış yolu arayan bedeni ve ruhu düşer yollara. Belki kendini bulmaktır çıkış noktası, belki kaybettiklerinin izini sürmek. Sevdasının kayığı, çarpınca törenin kayalıklarına, yollar yareni olur. Berfin, töre kurbanı olmamak için rüzgârın sırtına atlayıp, umuda kucak açan binlerce genç kızdan sadece biri. Berivan, Rojda, Hevin, Dilan gibi... Hikâyeleri farklı olsa da aynı kaderi paylaşıyor, tüm töre kurbanları. Bugün hala bir yerlerde töre ölümle yüzleştiriyor onları. Biz ise kadınlarımızın ve kız çocuklarımızın yaşam hakkını koruyamıyoruz. Önüne geçemiyoruz namus adına işlenen bu korkunç cinayetlerin. Bu yüz kızartan büyük utançla yaşamayı tercih ediyoruz.

Yollarda tanıdığım o kız; Berfin… Bir otobüs yolculuğuydu beni Berfin’le karşılaştıran. Uçarı sevinçlerle dolu değildim belki otobüs koltuğuna oturduğumda ama az sonra içinde kaybolacağım, ayrı bir dünyayı kendime mesken tutacağım kitabı düşündükçe sessizce ve içten gülümsüyordum. Nereden bilebilirdim ki elimdeki kitabın değil, yanımdaki genç kızın beni yolculuk boyunca akıl almaz derecede gerçek ve hüzünlü bir hikâyeye sürükleyeceğini. Dilime pelesenk olmuş şiirler bile bu kadar sızlatmamıştı belki yüreğimi. Belki bu kadar derinden gelen bir yaş süzülmemişti göz pınarlarımdan. Okuma yazma bilmediğini söyleyen bir sesin “abla biletime bakar mısın, doğru otobüste miyim?” demesiyle kaldırıyorum başımı. “Nereye gideceksiniz?” diye sorduğum soruya “B.” cevabını aldıktan sonra “doğru otobüs” diyebiliyorum şaşkınlıkla. Şaşkınlığımı anlamış olacak ki “kusura bakma abla, hiç okula gidemedim ben” diyor safça. O an içime oturan hüzün az sonra duyacaklarımla daha da derinleşiyor. Birden bire mırıldanıveriyor içinde bulunduğu tehlikenin farkında değilmişçesine: “Ben töreden kaçıyorum da.” Kısa süreliğine rahatsız edici bir sükût arız oluyor aramızda, saklambaç oynayan iki çocuk gibi kaçıyoruz birbirimizden. Ben ne diyeceğimi bilmez bir ifadeyle pencerenin dışındaki dünyaya bakarken boş gözlerle, o, suskunluğunu bozuyor vurdumduymazlıkla “Benim hayatım roman gibi abla” diyor. Anlatımının masumluğunda kayboluyorum. Düğüm düğüm olmuşken boğazımda kelimeler, sadece adını sorabiliyorum, “Berfin” diyor. Sevdiğime kaçtım, töre peşimde… Belirsiz, perişan hali Kuğular Kraliçesi Odit’in aşkından bile daha beter bir aşka tutulduğunu gösteriyor. Anlatmak istediklerini tasdiklemek istercesine yoğun bakıyor, Berfin’in gözleri. Ben ise biraz attıktan sonra üzerimdeki sersemliği, bir biri ardına sıralıyorum merak ettiklerimi. Ve Berfin, olağanca samimiyetiyle

başlıyor anlatmaya: “Ben büyük bir aşiretin kızıyım. Bizim orada (Doğu Anadolu Bölgesi’nde bir il) namus deyince akan sular durur, töre kanundur. Törenin karşısında kimsenin söz hakkı yoktur. Ama ben töreye karşı geldim. Bir gün telefonda biriyle tanıştım. Adı T.G. Önce öylesine konuşuyorduk, sonra işler değişti; sevdik birbirimizi. Hem de hiç görmeden sevdik. O, N.’de yaşıyordu. Birbirimize uzak olduğumuzdan sadece telefonla konuşabiliyorduk. Bir yıl falan konuştuk. Ne bileyim abla böyle olacağını…” diyor ve buğulu bakışlarını kaçırarak yâd ediyor sevda ateşinin içine düştüğü o günleri. “Bir gün T. bana evlenelim dedi. Ben “olmaz dedim, beni sana vermezler.” Çünkü o Türktü, ben ise Kürt. Bizim aşirette Türk’ten ne kız alınır, ne de Türk’e kız verilir. Törede hükmü konmuştur; ölümdür sonu… O zaman kaçalım dedi. Ama dedim kaçarsak ikimizi de yaşatmazlar. Olsun dedi,“vız gelir, hem bizi bulamazlar ki.” Ne töre, ne aşiret, ne de ölüm, hiçbir şeyi görmedi gözümüz. Bir gece T. beni kaçırdı ve kendi memleketine götürdü. Ailesinin yanında, nikâhsız yaşamaya başladık. Kaçarken yanıma ailemin bana aldığı altınları aldım. Bir de söylemesi ayıptır, biz zengin bir aşiretiz. Babamın benim için açtığı bir hesap vardı. O hesapta da bize uzunca bir süre yetecek kadar para.” Ne maldadır gözü Berfin’in, ne mülkte. Kaçtığı gencin ailesince pek sevilmese de, sevdiği adamla paylaşmak hayatı ayaklarını yerden kesmeye yeter bile.

Berfin, bebekleriyle umutlarını da yitiriyor… Pembe düşlerinin üzerine gri bulutların gölgesi çökmez henüz, her şey yolunda gider kısa bir süre de olsa. Aldıkları bir haberle ise perçinlenir mutlulukları. “Bir gün hamile olduğumu öğrendim, ikiz olacaktı bebeklerim. Çok sevindim abla, onlar büyüdükçe umutlarımda büyüyordu. Töreye karşı durmak için iki küçük sebebim daha vardı artık. Kendim için olmasa bile onlar için mücadele edecektim.” Ama uzun sürmez bu mutluluk oyunu, küçük küçükte olsa baş göstermeye başlayan sorunlar, giderek Berfin’in içinden asla silinmeyecek koca koca yaralara yol açar. “Kocamın ailesi beni başından beri istemedi. Korkuyorlardı. Benim aşiret bizi bulurda, canımıza kıyar diye korkuyorlardı. Hep eziyet ettiler o yüzden. Evin her işini bana yaptırdılar. Yemek, temizlik hep benim üstümdeydi. Hayvanlara bile ben bakıyordum. Tavukları yemliyordum, inekleri sağıyordum.” Berfin’in nasır tutmuş, iri elleri anlattıklarının birer ispatı sanki… “Bir gün ahırda iş yaparken kayınbabam geldi, inekleri sağmadım diye dövdü beni. Karnıma, karnıma vurdu. Sonrası belli işte abla. Öldü bebeklerim…” Yine derin bir sessizliğe bırakıyoruz kendimizi, ben onu teselli edebilecek cümleyi ararken, hayal kırıklığı gözlerinden okunuyor Berfin’in. Devam ediyor sükut-u hayal dolu hikayesine. “Her işte bir hayır vardır abla. Bebeklerim olsaydı onlarla ne yapardım bugün, nasıl kaçardım. Allahın takdiri işte…” Berfin’in çilesi bununla da dolmaz, kalbindeki müzmin ve daimi sızıyla yaşamaya alışmışken tam, kocası için askerlik vakti gelip çatar. Berfin için ise yalnızlık dolu, hasret dolu günler. Bir başına ne yapacağına dertlenirken o, kocası üzüntüsünü fark eder ve askere gitmeden önce resmi nikâh kıyar Berfin’e. Oysa bu nikâh hazin sona bir adım daha yaklaştırır onları. Nereden

bilebilirler ki kıydıkları nikâhla kendi sonlarını hazırladıklarını?

Aşiret Berfin’in izini buluyor… Uzunca bir süre saklanmayı başarsa da Berfin ve kocası, kıydıkları nikâh ele verir onları. “2 sene nikâhsız yaşadık, izimizi bulamadılar. Ama nikâh kıyınca biz, resmi kayıtlardan bulmuşlar izimizi. Hiç vazgeçmemişler aramaktan.” Askere gönderdiği kocasının yolunu beklerken hasretle, tek tek şafak saymaya başlar Berfin. Her zamanki çilesiyle akıp giderken günler, köyden hastaneye diye çıkan Berfin bir daha asla dönemez kocasının evine. “Aşiret zaten peşimdeymiş, takip ediyorlarmış beni. Evden çıktığım anda yakaladılar. Doğruca memlekete götürdüler beni, babama teslim ettiler. Kimse konuşmuyordu benimle anam, babam, ağabeylerim yüzüme bile bakmıyordu. Sonumun ölüm olduğunu çok iyi biliyordum. Önce nüfus cüzdanımı yaktılar.” Berfin’in sözlerini tamamlamasını beklemeden telaşla araya giriyorum. “Nasıl, neden yaktılar nüfus cüzdanını? Derken aslında yanıtını bildiğim bir soru sorduğumu fark ediyorum. Gözbebeklerim yuvasına oturmamışken henüz, Berfin’in soğukkanlılıkla kurduğu şu cümleler karşısında adeta kanımın donduğunu hissediyorum. “Herkes ölmemi istiyordu. Tıpkı ikiz kız kardeşim gibi. Onu da aynı sebepten öldürüp bir dağın yamacından attılar. Kayboldu gitti canımın yarısı. Hep beraber sustuk. Bende sustum ama onun çektiği acılar bir bir içime işledi be abla…” Bunları anlatırken göz pınarları direniyor Berfin’in. Ne kadar dirense de nafile. Gözyaşları bir yol bulup kendine, süzülüyor yanaklarından. Anlatımı o kadar masum o kadar yalın ki çevremizle aramıza derin bir perde çekiyoruz. O anlattıkça, yaralı bir serçeye bakar gibi inceden inceye sızlıyor yüreğim. Yaşadığı bu hazin durum öylesine derin izler bırakmış ki, koca bir kin büyütmüş Berfin içinde. “Bana yapamayacaklar, ben ablamın kaderini yaşamayacağım” diyor, ancak bir berfin çiçeğinin gösterebileceği cesaretle. İkiz kardeşini kurban ettiği töreye yenilmemeye and içiyor. Ölümü beklemiyor oturduğu yerde Berfin. “Bir gece gizlice jandarmayı aradım anlattım durumu, “öldürecekler dedim, kurtarın beni.” Jandarma hemen geldi, evin yakınında bir yerden aldı beni, devlete sığındım anlayacağın abla.” Berfin, aşkı uğruna bir kez daha atar kendini yollara, ama bilmez ki, bu sefer bir başına kalacaktır bu kaçış yolculuğunda… Sığınma evine giden yolda… Berfin baba evindeyken, kocası askerden döner. Törenin kanlı pençelerinden jandarmanın yardımıyla kaçmayı başaran Berfin ilk iş olarak kocasını arar. Başından geçen tüm sıkıntılara rağmen ayakta kalmayı başaran Berfin’in bu kez aldığı darbe çok daha can acıtıcı olur. Uğruna ölümü göze aldığı kocası artık Berfin’i istemez. Sahip çıkmaz karısına, kuyruğunu kıstırmış bir köpek gibi kaçar ölümün soğuk yüzüyle karşılaşınca. Boşan-

mak istediğini söyler Berfin’e. O saatten sonra Berfin için hiçbir şeyin anlamı kalmaz, rüzgâr nerden eserse savrulur oraya… Gidecek yeri olmadığından jandarma sahip çıkar Berfin’e. Önce güvenli olacağı düşüncesiyle geçici olarak K.’ya getirilir. Bir hafta içinde gereken yazışmalar tamamlanır ve sürekli kalacağı B.’deki sığınma evine giderken bindiği otobüste kesişir ikimizin yolları. “Peki diyorum Berfin bundan sonra ne yapacaksın?” Çantasından çıkardığı sarı bir zarfı uzatıyor bana. Üzerinde Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nün mührü olan kapalı bir zarf. Ardından da cebindeki notu çıkarıp veriyor. Sosyal hizmetler görevlisinin kaşe ve ıslak imzasının bulunduğu notta; B. şehrine varıldığında Berfin’in jandarmaya teslim edilmesi gerektiği yazıyor. “Tamam diyorum Berfin’e, birlikte gideriz jandarmaya, sen merak etme.” Sabah saatlerinde B. otogarında iniyoruz. Önce telefon numaralarımızı veriyoruz birbirimize. Sıra vedalaşmaya gelmişken, “Pişman mısın? Diye soruyorum. “Çok pişmanın abla” diye yanıtlıyor. “Meğer beni hiç sevmemiş. Sevse bırakır mıydı? Korkar mıydı ölümden?” “Peki ya sen, sen korkuyor musun ölümden?” diye soruyorum. “Hayır” diyor kesin bir dille, “korkmuyorum.” Ama benim içim bir kere daha cız ediyor. Biliyorum ki ona bu cevabı verdiren, geriye baktığında kaybedeceği tek bir şeyin bile kalmamış olması… Son olarak, “hikayeni haber yapmama izin verir misin?” diyorum Berfin’e. “Yaz abla” diye cevaplıyor. “Yaz ki, ibret olsun.” Onu jandarmanın güvenli ellerine bıraktığımda, omzundaki ağır yüklerle, endişeleriyle, kendine bile itiraf edemediği korkularıyla düşüyordu yollara…

Yolda başlayan dostluğa veda… Sonra arkadaş olduk Berfin’le… Sık sık aradım onu, uzun uzun konuştuk. Ziyaretine de gittim. Önce iş buldu. Çalışarak kendini yenilemeye, anılarından kurtulmaya çalışıyordu. Ama boşanma davasını hiç aklından çıkaramıyordu. Kocası da kendi memleketini terk etmiş, başka diyarlarda saklanıyordu. Ara ara konuşuyorlardı dava için. İçindeki ateşi biliyordum Berfin’in, kocası gel dese tüm gemileri yakıp gideceğini de. Çakıl taşları kanlar içinde, paramparça da bıraksa da ayaklarını bu yolda el ele yürümek vardı. En son konuşmamızda mahkemeye gitme konusundaki kararsızlığını dile getirdi Berfin. Mahkeme kocasının memleketinde, aşiretin Berfin’i yakaladığı yerde görülecekti. Gitme dedim Berfin’e, hayatını tehlikeye atma, ya yine bulurlarsa seni… Aklına eseni yapan, hayatı düşünmeden yaşayan, duygularını her şeyin üstünde tutan, töreye tek kişilik ordusuyla savaş açan Berfin’den bir daha haber alamadım. Müebbet sessizliğe mahkum edilmişti sanki. Belki ısrarlı hassas yalvarışlarla bir yerlerde saklanıyor, mavi göğün gümüş ayına bakıyor, uzak, hasretli şarkılar dinliyordu. Belki de suz-i diliyle uçup gitmişti ebediyete. Töre mağduru diğer kızlar gibi… Siyah yaslar tutup ardından, gökyüzüne savurmak istiyordum Berfin’in atamadığı özgürlük çığlıklarını. Karalama defterine yazılan birkaç satırlık hikâyeleri ve bu hikâyelerin üzerine atılan çizikler ibret olmalıydı birilerine. Gözlerinde yağmur yağmur büyüyen korku çığlıklarında boğulmamalıydı töre mağduru kızlar. Sabahın seher yeli, akşamın huzurlu güneşi saçlarını okşamalıydı onların…

SAYFA TASARIM: HÜSEYİN BACALAN


KAMPUS

8

HABER

NİSAN 2010

An’a fig ür olan isimsiz kahram anlar

l, en rinin en yoksu k st ü d n e ir b k, sıca . Onlar, ahramanları gündüz, soğu k , z ce si e g im r, is la n n ri O sanları. n ve dizile bul edilen in a k Onlar filmleri iz rs e ğ e d r… n ve en lan figüranla o r u cb çok cefa çeke e m a y şan, çalışma demeden çalı

HABER&FOTOĞRAF:BÜNYAMİN GÜLTEKİN

Son yıllarda artan işsizlik ve geçim sıkıntısı bazı insanların dizi ve film sektörüne girmesini sağladı. Pek çoğunun sinema ve televizyona dönük özel bir ilgi ve becerisi yoktu; ama hayat mücadelesi yüzünden kendilerini bir anda aktörlerin, aktristlerin ve yönetmenlerin arasında buluverdiler. Figüranlardan bahsediyoruz; bir taraftan işsizlik, diğer taraftan da film ve dizi sektörünün gelişmesi figüranlığı neredeyse toplumdaki en dinamik iş kollarından biri haline getirdi. Özellikle İstanbul’da binlerce insan artık bu iş kolundan geçimini sağlıyor. Ajanslar, servisler ve setler arasındaki koşuşturmaca, yoğun bir tempoda her gün yineleniyor. Biz de onların hikayelerini, kendi ağızlarından dinlemek için figüranların buluşma mekanı olan Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin önüne gidiyoruz. Sabah saat 07.00’yi gösterdiğinde AKM önünde, bir “an”a figür olmak için bekleşenler kendilerini gelip alacak olan servisi gözlüyor telaşla… Kimisi taburelere oturmuş çayını yudumlarken, kimisi ise koyu bir sohbete dalmış yanındakiyle. Ardı sıra duran servisler bir yandan set çekimlerine gidecek olan figüranları alsa da, giden figüranların yerine yenileri geliyor aynı hızla. Her yeni günde farklı bir bekleyişin olduğu bu mekânda, biz de çevremizdeki figüranlarla bugünleri, yarınları, geçmişleri ve hayal etmeleri zor olsa da gelecekleri üzerine söyleşiyoruz. Hikmet Öztürk 7 senedir bu işi yapıyor. “Dün hiç uyumadım. Seninle konuşurken uyuyakalabilirim” diyerek başlıyor sözlerine. Figüranlığa başlama hikayesini ise şöyle anlatıyor: “Kocam hayatını kaybetti. Ardından borçlandık. Oğlum güvenlik görevlisi olarak çalışıyor. Kazandığı para bize yetmiyor ki borcumuzu nasıl ödeyelim. İlk önce gazete ilanlarına baktım. Bulaşıkçı istiyorlarmış aradım hemen. Yaşımı sordular. Yaşımı söyledim, bize genç lazım dediler. Yaşlılar ölsün mü yani nereye gidip, iş bulacaklar. Ben de bu işe başvurdum ve figüran oldum. Başka şansım yoktu. Bizde buradan para kazanıyoruz. En azından faturalarımızı ödeyebiliyoruz. Borcum olmasa bir dakika daha durmam aslında.” Konuşurken hayata meydan okurcasına yüzünde ki tebessümü

HİKMET ÖZTÜRK

düşürmüyor Hikmet Öztürk. Bu işi yaparken yaşadığı zorlukları şöyle anlatıyor: “Bizi buraya sabah saat 08.00 gibi çağırırlar, servis 08.00-09.00 arası gelir. Biz de bekleriz servisi, ne zaman gelirse artık. Çekimler gece 00.00’den önce biterse, biz de gecenin karanlığında eve gitmek zorunda kalırız. Bizim gibi yaşlı insanlar belki de elimizden başka iş gelmediği için, gideceğimiz kapıdan da geri döneceğimiz için mecburen bu işi yapıyoruz. Bazen çekimler açık alanda oluyor. Biz de soğukta uzun süre beklemek zorunda kalıyoruz. Üşümüşüz, hasta olmuşuz kimsenin umurunda değil. Çünkü biz figüranız.” Hikmet Öztürk 7 senenin verdiği tecrübeyle gençleri de uyarmadan geçemiyor. “Gençlere çok üzülüyorum. Maaşı 600 TL olan bir işe girebilirler. Hem sigortaları da olur. Yaptığımız bu işin sigortası da yok. Genç olsam geleceğimi ve sağlığımı düşünürüm en azından. Ama buraya gelip, bir yere kapak atarım düşüncesi içindeler. Bu yolla ünlü olabileceklerini düşünüyorlar. Şunu iyi bilmeleri gerekir ki; bu işlerde burada ünlü olunmaz. Bu sektörde 10–15 sene önce ünlü olunabilirdi. Şimdi nerde, geleyim de çekime kendimi yönetmene gösteririmde ön plana çıkarım. Bu işin okulunu okuyanlar bile işsiz durumdayken işin ehli olmayanların belli bir eğitimden geçmeden bu işi yapabileceklerine inanmaları hayalden ibaret.”

“Kendi kendime evde provalar yapıyordum” Hikmet Hanım’ın öğütleri yabana atılacak türden değil. İstanbul’da 500’e yakın ajans var ve bu ajanslara kayıtlı binlerce umut… Ajanslara kayıt yaptıranlar genellikle emekliler. Dolayısıyla çoğunun da meşhur olmak gibi bir kaygısı yok, günü kurtarmanın derdindeler. Oysa gençler için durum o kadar net değil. Figüranlık, onlara aynı zamanda yükselme umudu da veriyor. Mikail İşeri de bu genç figüranlardan biri… Figüranlık mesleğine başladığı ilk günleri şöyle anlatıyor: “Uzun bir süre işsiz kalmıştım. Günün birinde figüranlık yapan bir arkadaşımla karşılaştım. Bana figüranlık yaparak gelir elde edebileceğimi söyledi. Figüranlık ajansının ismini ve adresini vererek kaydolmamı önerdi. Fotoğraflarımı çekip beni video ya aldılar. Çok heyecanlanmıştım. Bir anda kendimi Hollywood’a gelmiş, çekim yapıyorum sandım. Daha sonra beni Ferdi Tayfur’un başrolünü oynadığı ‘Memur Muzaffer’ dizisine çağırdılar. Kendi kendime evde provalar yapmaya başladım. Kendimi bir anda dizide devamlı oynayacak bir karakter gibi gördüm. Sete gittim, birde ne göreyim. Affedersiniz, amele gibi otuz kişi toplanmış, yapımcı sen gel diyor. sen gidiyorsun. Başka birini çağırıyor o gidiyor. Amele pazarında seçilen insanlar gibi seçiliyoruz. Seçilenlerin kısa sürede ünlü olacağını sanıyorduk.” İşeri, meşhur olma umudu ile işlerinden ayrılan pek çok gencin olduğunu söylüyor. Televizyonda görünürüm hevesi ile gelenler, yaşamlarında çok olumlu değişikliklerin olacağını sansalar da aslında ellerinden hayatları alınmış oluyor. Figüranlığa başlayan insanların tüm günü çekimlerde

veya setlerde geçiyor. Bu da yaşam alanlarını kısıtlıyor. İşeri’nin şikâyetleri bunlarla sınırlı değil: “Sabah 07.00’de taksim AKM’ de olacaksın, servis saat 08.00 oldu mu kalkar. Saat 09.00’da sette olman gerekiyor. Evimden AKM’ ye gelebilmek için saat 05.00’te kalkmam lazım. Bazen gece setlerde uyuyoruz. Bazen 2-3 gün eve gelmediğim zamanlar da oldu. Sete gittiğinde set bitmeden seti bırakamıyorsun. Figüran olduğumuz için, başka yerlerde oynama ihtimalimiz oluyor. İki saniyelik rol, ya da kalabalık oluşturmak için bazen geç saatlere, bazen de sabaha kadar beklediğimiz zamanlar oluyor.”

“İkinci sınıf insan muamelesi görüyoruz” Bu arada yanımıza şapkası ve uzun paltosu ile yaklaşan bir kişi dikkatimizi çekiyor. Öğreniyoruz ki, içlerinden en tecrübelileri. 24 senedir bu işi yapıyor. Yüzünden düşmeyen gülümsemesiyle, yaşadığı iç sancılarına rağmen sürdürüyor figüranlık mesleğini… “İçimizde en tecrübeli olan o, onun bildiği, yaşadığı çok şeyler var” deyip parmakla gösteriyorlar “figüranlık çınarı” Abdul Kadir Akdeniz’i. Biz de çınarın dallarına ilişmek, 24 yılın yaşattığı yaprak dökümünü görmek istiyoruz. Binlerce filmde oynamış. O kadar çok ki, sayısını bile bilmiyor. “Binden fazla” diyebiliyor sadece. Akdeniz de başlangıçta eğlence olarak başlamış figüranlığa. “Alıştık, devam ediyoruz” demekle yetiniyor. Üzüntülerini dile getiriyor sonrasında; “Figürasyon olarak görülen insanların bir değeri yok. Pamuk tarlasına giden işçiler gibidir figüranlar. Bizim sıkıntılarımızın en büyüğü ikinci sınıf insan muamelesi görmek. Sette yemek yenilirken ilk önce teknik ve başrolde yer alan ekip, sonra cart curt ekip yiyor. Bizde cart curt ekip oluyoruz tabi. Biz olmazsak onlar film çekemez. Ön plana çıkan, para kazananlar onlar.” Kadir Akdeniz işsizlik sonrası ajanslara olan yoğun ilgiye değiniyor ve figüranlık heveslilerini uyarıyor: “İki senedir artan bir işsizlik var. İşini kaybeden ise bu alana yöneliyor. İlk defa böyle bir iş içine girdikleri için bilinçsizler. Ama şunu iyi bilsinler ve kandırılmasınlar. Ajanslar kendi bünyelerine kayıtlı olanları, iki çekim ödeme yapmadan çalıştırmıyor. Çünkü bu işe başlamak isteyenlerden kayıt parası adı altında para alınıyor. Para vermeye yanaşmayanlara ise iki ya da üç çekim bedava oynamaları şartı konuluyor. Aslında buraya kadar bir problem yok. Ama bunun sonrasında bazı üçkâğıtçı ajansların dolandırıcılıkları devreye giriyor. Ajansa kayıt olanları iki çekim çağırdıktan sonra bir daha çağırmıyorlar. Bu şekilde yapımcılardan aldıkları tüm parayı ceplerine indiriyorlar. Bunu yapmaya cesaret etmelerinin en büyük sebebi ise kayıtların fazla olması. Figüranlık heveslilerine büyük ajanslara kayıt olmalarını tavsiye ediyorum. Bu tür dolandırıcılıklarla karşılaşmamaları için büyük ajanslara kayıt olmaları şart.”

dönemlerde hafta sonları bu işi yapmaya başladım. Alışkanlık yaptı sonra eşimle beraber devam ettik. Halen eşimle beraber devam etmekteyiz. Buradan kazandığımız para sadece kısıtlı bir ihtiyacımızı karşılıyor. ” Yüksel, eski Yeşilçam müdavimlerinden. Eskilerden bir anısını paylaşıyor bizlerle: “Rahmetli Yılmaz Güney ile ilgili bir anımı unutamam. O sıralar setlerde yemek verilmiyordu. Cebimizden yerdik ya da evden yemek getirirdik. Yılmaz Güney, başrol ve teknik ekibin yemek yerken bizim poğaça ile karnımızı doyurduğumuzu görünce itiraz etti; ‘buradakiler niye poğaça ile karnını doyuruyorlar.’ Film setinde ki görevliler oyunculara yemek verdiklerini,bize veremediklerini söylediler. Yılmaz Güney bunun üzerine çok sinirlendi ve ‘bundan sonra herkese yemek verilecek yoksa işi yarıda bırakırım’ diyerek rest çekti. O günden itibaren herkese yemek verilmeye başlanıldı. O yüzden Yılmaz Güney’e çok şey borçluyuz.” Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde yaşadıklarımız ve öğrendiklerimiz, büyük prodüksiyonlardaki küçük insanlara daha dikkatli bakmamızı sağlayacak bundan sonra. Çoğu zaman itilip kakılan, horlanan, servise yetişmek için sabahın kör karanlığında yollara düşen bu küçük insanlar, gün geçtikçe büyüyen dizi ve film endüstrisinin parıltısında fark edilemeseler de; onlar olmadan da bu çarkın dönmeyeceğinin zaman zaman hatırlanmasına ihtiyaçları var….

“Yılmaz Güney’e çok şey borçluyuz” Sefer Yüksel de 20 yılını figüranlığa vermiş. Birazdan reklam çekimine gideceğini söylüyor. “ Bankadan emekliyim. Çalıştığım SAYFA TASARIM: BURAK SOMUNCU


ARAŞTIRMA-İNCELEME

NİSAN 2010

KAMPUS

9

KEFENLENMİŞ KİTAPLAR Bazıları yüzyılları aşarak günümüze kadar ulaşan Klasik eserlerin çevirilerinde yapılan usulsüzlükler kitapların bütünlüklerinin bozulmasına, onları Klasik yapan özelliklerinin yok olmasına neden oluyor. Kalkan telif hakları, kısaltılarak belirli sayfa sayısının altına indirilen eserler için bandrol zorunluluğunun olmaması, “Türkleştirmek ve İslamileştirmek” gibi ideolojik uygulamalar, çeviri intihalleri ve kitapların ticari meta haline getirilmesi birçok eserin işlevselliğinin yok olmasına neden oluyor. HABER:SELAMİ ÖKSÜZ

Yazınsal ürünler edebi değer taşıyan metinler olmalarının yanı sıra, aynı zamanda dönemlerinin de tanıklarıdır. Birer tarihi belge olmadıkları gibi, somut bilgiler de barındırmazlar ama; dönemlerinin sosyal ve siyasal olaylarından da tamamıyla bağımsız değildirler. Bu eserleri derinlemesine okuyup tahlil edebilenler için, ait oldukları dönemin siyasi yazınının dışındaki psikolojik ve sosyolojik yansımaların izlenebileceği beyaz bir perde niteliğine sahiptirler. Genel itibari ile döneminin koşullarını kurgusal bir düzlemde, edebi bir dille, olayları bir üst kimlik felsefesi kapsamında anlatan eserler “Klasik” olarak adlandırılmıştır. Roman, öykü, şiir ve oyunlar, klasikler sıralamasının en başında sayılabilecek türlerdir. Çeşitli ulusal kültürlere ait olan bu eserlerin birçoğu Türkçeye çevrilerek dilimize ve edebiyatımıza kazandırıldı ama; son yıllarda telifi kalkan eserlerin yeni baskılarında kitapların çıkar amaçlı bazı çevreler tarafından, yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı görülüyor.

Para kazanmanın “100” temel yolu Türk Edebiyatı’nda da klasikler arasına girmeyi başarmış önemli kitaplar var, ama burada başka dillerden Türkçeye çevrilen kitaplar ve onların çevirileri üzerinde duracağız. Çünkü kendi dilimizde yazılmış kitaplar dil ve anlatım bakımından geçen zaman sürecinde bazı değişikliklere uğrasa da, içerikleri genellikle korunarak yayınlanıyor; ama çeviriler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Yerli eser yayınlarında görülen görsel çirkinlik, kitabı ucuza mal etmek için kullanılan kalitesiz kâğıt ve özensiz baskı teknikleri çeviri kitaplarda da görülüyor, fakat yerli yayınlarda korunan bütünlük ve içerik, çeviri yayınlarda nedense önemsenmiyor. Özellikle telif hakkı kalkmış kitaplar son yıllarda yukarıda belirttiğimiz şekilde baskılar ile değişik yayın evlerince sıkça basılıp piyasaya sürülüyor. Bir kitabın telif hakkının kalkması için yazarın ölümümün üzerinden 70 yıl geçmiş olması gerekiyor. Klasik eserlerin pek çoğu telifler için konulan bu sınırılamanıyı çoktan aşmış durumda. Dolayısıyla telif hakları çoktan buhar olmuş, bu sınıftaki eserlerin yasal olarak her yayıncı tarafından basılmasının yolu açık. Bu da, pek çok klasik eserin istenildiği şekilde basılmasını ve birçok yayınevi tarafından fotokopi gibi çoğaltılmasını beraberinde getiriyor. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirlediği ilk ve ortaöğretimler için “100 Temel Eser”, bakanlığın yayıncılık alanından çekilmesi ile birçok yayınevi klasik eserlerin yayınına hız kazandırdı. Bu yayınlarda, çeviri intihali, birçok eserin denetimsizce kısaltılması, bazı ideolojik değişiklikler yapıldığı görüldü. Gazetelerin de promosyon uygulamalarına klasikleri dahil etmesi sonucunda “100 Temel Eser” kutuları hazırlanarak, bu kitaplar birer ticari meta haline dönüştürüldü. Kitap çevirilerinin özensizce ve işinin ehli olmayan kişilerce yapılması, çeviri sonrası yayıncılar tarafından kısaltılması ve sadeleştirilmesi kitapların asıl hallerinin bozulmasındaki önemli etkenlerden. Bu şekilde değiştirilip dönüştürülen kitaplar, ilgisiz kapaklarıyla “Kefenlenmiş Kitaplar” olarak satışa sunuluyor. “Dipnot Yayınevi” sahibi Emir Ali Türkmen son dönemlerde bakkal ve marketlerde dahi karşımıza çıkabilen çeşitli yayınevlerinin bastığı klasik eserler ile

ilgili olarak yapılan yanlış uygulamaları ve yürütülen ticari kampanyalar üzerine şunları söyledi: “Dünya klasiklerinden birçoğunun telif hakkı kalkmış olduğu için herkesin telifi kalkmış eserleri yayınlama hakkı oluştu. Telif hakkı olmadığı için ucuza mal edilebilecek bu eserler, kendine yayıneviyim diyen bir kısım yayıncıların iştahını kabarttı. Dolayısı ile işe aşina olmayan yayınevleri bu kitapları yayınlama hevesine kapılarak, üstünkörü tecrübeleri ile işe soyundular. Sonuçta editör denetiminden geçmeyen, dilbilgisi zayıf çevirmenlere çevirtilen kalitesiz ama; ucuz dünya klasikleri raflara çıkmış oldu. Okurun iyi kitaptan ziyade, ucuz kitap tercihi de bu girişimi tetikledi maalesef. Öte yandan M.E.B.’ce “100 Temel Eser” adı altında ilköğretim düzeyi için bir okuma listesi oluşturulmuştu. Bu listede ağırlıklı olarak da dünya klasikleri yer alıyordu. Bu dizinin ilköğretim düzeyinde okutulacak olması, ülkemizdeki ilköğretim düzeyindeki öğrencilerin sayısal çoğunluğu açısından büyük ve bakir bir pazar anlamı taşımaktaydı. Bu pastadan pay almak isteyen ağırlıklı pazarlama mantığı ile çalışan yayınevleri “100 Temel Eser”i yayınlama yarışına girdiler. Kitapları kendileri çeviremediği için şimdiye kadar çıkmış çevirilerin üzerinde oynayarak, kitapları kendileri çevirmiş gibi düzenleyip piyasaya sürdüler. Sonuçta orijinal kitap olmaktan uzak, çerez kitaplar piyasada dolaşmaya ve tüketilmeye başladı. Bazı yayınevleri kitapların orijinaline sadık kalmadıkları gibi, kitaplar üzerinde ideolojik değişiklik yapmaya kadar vardırdılar işi. Bu da çeviri intihallerini gündeme getirdi.” Umay Aktaş Salman’ın da Radikal gazetesinde yazdığı gibi, bazı ideolojik değiştirmelere şu örnekler verilebilir: 100 Temel Eser kapsamında basılan kitaplardan biri de Pinokyo. Siyasal İslam yanlısı bir yayınevinin bastığı kitapta Pinokyo'nun marangoz babası Gephetto'nun ismi Galip Dede olarak değiştirilmiş. Galip Dede'nin başındaki püsküllü bere ise sarık olarak adlandırılmış. Johan Spyri’nin “Heidi” adlı eserinin kahramanı Heidi’nin dedesinin adı Alm iken, basılan kitapta dedenin ismi Alp Dede olarak değiştirilmiş. İsviçre’de yazılan bir öykünün kahramanı hangi amaçlar uğruna Alp Dede’ye dönüştürüldü, bunu anlamak olası değil.

Sefilleşen “Sefiller” ile cüceleşen “Savaş ve Barış” Diller arasındaki farklılıklar çeviriler açısından birçok zorluğu beraberinde getirmekte kuşkusuz ki. Ama bu zorluklar kitapların özlerinde

içeriğinin değiştirilebileceği anlamına da gelmemeli. Çevirilerde karşılaşılan dil yetmezlikleri türetilen yeni kelimeler ile giderilebilir. Bu açıdan da çeviri yapmak dil zenginliğini arttırabilecek işlevsel bir olgu. Bir kitap düşününki kendi dilinde yazılmış hali binlerce sayfayı dolduran bir anlamlar bütünü ama Türkçeleştirilmiş hali birkaç yüz sayfadan fazla değil. İki kitapta anlatılan olaylar ve anlam bütünlüğü birbirinin aynı olabilir mi? Bu durumu birkaç örnekle açıklayalım: Vıctor Hugo’nun büyük eseri “Sefiller” Altın Kalem Klasik Romanlar serisinde kısaltılmadan 1237, Timaş Yayınları’nda 518, Kum Saati Yayınları’nda 423, Zambak Yayınları’ndaysa 224 sayfa olarak çevrilmiştir. Sadece sayfa sayılarına bakıldığında kitabın her defasında nasıl sefilleştirilmiş olduğu görülebilir. Tolstoy’un “Savaş ve Barış” adlı dev eseri, Cem Yayınları’nda 4 cilt, 2000, Amfora Yayınları’nda 672, Kum Saati Yayınları’nda 589 sayfa olarak çevrilip basılmıştır. O dev eserin nasıl da cüceleştirildiğini sayfa sayıları haykırıyor adeta. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” adlı eseri Cem Yayınları’nda 816, Alkım Yayınları’nda 384 sayfa olarak yayımlanmış. Stendhal “Kırmızı ve Siyah” Cem Yayınları’nda 683, Salkım Söğüt Yayınları’nda 190 sayfa olarak çevrilmiş. Örnekleri çoğaltmak mümkün, çünkü bu şekilde tahrip edilmiş yüzlerce eser var. Kitap alırken aynı kitaptan iki tane gördüğünde sayfa sayısı az olanını tercih edenleri kitapçıları gezerek görebilirsiniz. Ezbere ve kolaycılığa kaçan bu kitap seçimi tavuğun suyunun suyuna ekmek banıp yemeye benziyor. Tavuğun suyunun suyuna ekmek banıp yiyen insanın karnı ne kadar doyarsa, bu tür kitapları okuyanlar da ancak o oranda doyurabilirler beyinlerini.

3G formatlı kitaplar yolda mı? Yukarıda özetlemeye çalıştığımız kitap kısaltmaları ile ilgili olarak Çevirmen Halit Özkan’ın saptamaları yakın bir zamanda kitap okuma alışkanlığının gelebileceği noktayı işaret etmesi açısından önemli. Özkan, son dönemlerde kitapların içeriğinden çok görseline dikkat çekilmeye çalışıl-

dığını belirterek şunları söyledi: “Sizinde belirttiğiniz gibi ucuz, özensiz, pazarlama, süsleme gibi kelimeler ülkemizdeki edebiyatın durumunu anlatmaya fazlasıyla yetiyor. Edebiyatın edebiyat ve sanat olmaktan çıkarılıp, birçok değer gibi metalaştırıldığı bir dönemdeyiz. Artık yayınevlerinin çoğu, en kısa yoldan en fazla parayı kazanmak derdinde olduğu için, edebiyat eserleri de ona göre pazarlanıyor. Üstelik bu sadece çeviriyle ilgili değil, telif eserlerde de durum aynı. Basit bir örnek vereyim: Son zamanların çok satanlar listesinde yer alan Elif Şafak'ın ‘Aşk’ romanının, ilk baskılarında eflatun renkte çıkmışken, sonra erkek okuyucuların bu renkte kitap okumak istemedikleri gibi çok garip bir gerekçeyle renk değiştirdiğine dair söylentileri siz de duymuşsunuzdur. Demek ki bir kitabı okunur kılan, muhtevasından çok dış görünüşü olabiliyor, devir imaj devri ne de olsa. Daha vahimi şudur ki, sıradan bir lise/üniversite öğrencisinin ödev hazırlamak dışında bir yıl içinde okuduğu kitapların sayısını, sayfa miktarını, türünü vs. düşünürseniz edebiyat eserlerinin niçin bu şekilde ‘aspirin’ haline getirildiğini anlarsınız. Yani okuyucunun durumu da biraz buna çanak tutuyor. Artık okuyucuların böyle uzun ve kalın eserlere harcayacak zamanı olmadığından, kitapların özetlenip kuşa çevrilmişi makbul. Muhtemelen yakında bütün edebiyat eserleri kalıp haline getirilip, 3G formatında okuyucuya sunulur! Böylece bir yandan müzik dinleyip bir yandan da kitap özeti görmek mümkün olacak.” Burada şu hususa da değinmek gerekiyor: Klasiklerin bir bölümü ilköğretim düzeyindeki öğrencilerin seviyesine indirgenmek amacı ile bu denli kısaltılmıştır. Ama bu da yapılan işin doğru olduğunu, ya da uygulamanın meşru olduğunu göstermez. İlkokul düzeyindeki çocuklar okuyabilsin diye her hangi bir eserin bütünlüğünü bozmak, en başta o kitabın yazarına saygısızlıktır. Öte yandan kitapların 96 sayfanın altında olmasının bandrol gerektirmemesi de, kitapların kuşa çevrilmesi için önemli bir gerekçe oluyor. Bu gerekçe ile asıl metinler bir hayli kısaltılabiliyor. Oysaki kitaplar sadece sözcükleriyle değil, virgülleri ve noktalarıyla da birer bütündür. Kitaplardan bazı bölümlerin çıkarılması onların bütünlüğünü ve büyüsünü bozar. Şöyle ki, birkaç parçası eksik bir yapboz düşünün, bütün parçaları yerinde olan eksiksiz olanıyla aynı duyguyu ve gerçekliği yansıtır mı? Böyle bir yapboz nasıl ki eksik ve aslının bütünlüğünü yansıtamazsa, kısaltılmış bir eser de aynı şekilde çıkarılan bölümleri ile ilk halinin vereceği manayı vermekte yetersiz kalır. İlköğretim çağındaki çocukların okuyabileceği, onların düzeyinde kaleme alınmış, kısaltılmasına ve sadeleştirilmesine gerek olmayan birçok eser var dünya yazınında ve edebiyatımızda. İlköğretim düzeyindeki öğrencilerin öncelikle bu kitapları okumaları daha faydalı olacaktır. Kitaplar her şeyiyle birer bütün olarak görülmeli; dolayısıyla o bütünlüğe saygı göstermeyi de tüm yurttaşlar görev bilmelidir.

SAYFA TASARIM: MUSTAFA DEMİRCİOĞLU-ASLI YILMAZ


HABER

KAMPUS 10

NİSAN 2010

Başka bir ülkede zorlu yaşam mücadelesi Memleket özlemiyle yanıp tutuşan, ülkesine sürgün kalplerin yeşerttiği umutların hikayesi bu. Sürgün edebiyatında yürekleri çok daha fazla dağlayan bir şey var ki o da kadın olmak, zor şartlarda kadınca yaşamak. Bir başka ülkenin topraklarında sebebini bile tam olarak bilemediği bu sürgünlüğün aksi sedasıyla yarenlik etmek… HABER&FOTOĞRAF: ELİF KÜTÜKOĞLU

Mülteciler, ülkesinde yaşadığı zorluklar nedeniyle, başka bir ülkede yaşamaya mecbur kalan insanlardır. Türkiye’ye gelip Kayseri’ye yerleşen İranlılar da böyle bir kaderin tutsağı. Kimi yasal yollarla kimi ise yasa dışı yollarla Kayseri’ye gelmişler. Hemen hemen hepsi de ayakta kalabilmek için çalışmaya mecbur. Ancak, çoğu zaman kazançları emeklerinin karşılığı değil. Çoğu mülteci, Türk vatandaşlarından daha azına kanaat edebiliyor, bu durum da onların tercih edilmelerini olanaklı kılıyor. Onlar da ülkemizde tutunabilme adına, sigorta, vesaire aramadan buldukları iş, ne olursa yapıyorlar. Her gün emniyete imza vererek geride bıraktıkları bir günün daha hesabını yapıyorlar. Kayseri’nin Bozantı ve Nil Caddesinde pek çok İranlı mültecinin çalıştığını görebilmek mümkün. Çalışanların hemen hemen yarıya yakını da kadın… Başka bir ülkede, yaşadıkları bu zorlu mücadelede çoğu zaman yalnızlar. Solmaz D. gibi.

Özgürlüğün peşinden koşabilmek Solmaz D., İran’dan 10 ay önce gelmiş. Ülkesinde üniversite eğitimi almış ve rehber öğretmen olarak çalışıyormuş. Öğretmenliğin yanı sıra, yaptığı mumlarla aile bütçesine katkı sağlıyormuş. 4 sene önce evlenen D. İran’da mutlu bir yaşam sürerken eşinin yaşadığı bazı siyasi problemlerden dolayı eşiyle birlikte ülkesini terk etmek zorunda kalır. Belki ülkesinde yaşadığı sorunlardan dolayı daha rahat yaşama isteği, belki de daha özgür olma hayalleriyle Kayseri’ye düşer yolu. Yasa dışı yollarla gelmez Türkiye’ye. Bu durumdan Türk ve İran hükümetlerinin bilgisi var. İlk geldiği günlerde çeşitli zorluklarla karşılaşır, alışamaz farklı bir çevreye. Özellikle dil ve yaşayış tarzı konusunda çeşitli güçlüklerle karşılaşır. Fakat burada yaşamak zorunda olduğu için önce çevresine alışır yavaş yavaş, daha sonra ise ayakları üzerinde durabilmek ve ekonomik açıdan biraz daha iyi koşullara ulaşabilmek için bir çantacıda çalışmaya başlar. Memleket özlemi çekerken hayata tutunmaya çalışıyor Burada olma sebebini ve çektiği sancılı günleri eşi-

ne bağlayan D., bu günlerde eşinden boşanmak istiyor. Bu boşanmanın İran şartlarında gerçekleşmesi gerektiğini, Türkiye’deki hiçbir adli işlemin geçerli olmayacağını söylüyor. İran’a gitmek zorundalar, fakat gitmeleri sakıncalı. Dolayısıyla bu boşanma gerçekleşinceye kadar, Solmaz D. bu sürgünü yaşamak zorunda. Solmaz D. Kayseri’de barındıklarını teyit ettirmek için eşiyle birlikte her gün emniyete imza veriyor. Kayseri dışına çıkmak zorunda kaldıklarında polisten izin almak zorundalar. Ayrıca, kimlik edinebilmek için devlete her 3 ayda bir 400 TL ödüyorlar. Başka yerlerden maddi destekleri olmadığı için, çalışmaya mecburlar. Türkiye’yi İran’dan “oldukça farklı” olarak tanımlayan D., buradaki yaşam koşullarını daha zorlayıcı buluyor, kırık-dökük Türkçesiyle: “Türkiye’de ekmek pahalı, elektrik pahalı, doğalgaz pahalı. Yaşam şartları daha zorlayıcı. Bu yüzden çalışmak zorundayım. İran’da yapabileceğimiz iş çok ve orada çok daha fazla kazanabiliriz. Burada ise maalesef tam tersi. Fakat yine deçalışmaya mecburum. Ayrıca çalıştığım zaman aile özlemimi ve yaşadığım problemleri unutabiliyorum. Çalışmak bana iyi geliyor. İran’da patronken burada işçi konumundayım. Ama ne yapalım, mülteciliğin kaderi bu. Elbette kendi ülkemi çok özlüyorum, umarım bir gün bu hasretlik sona erer.”

‘’Ailem belli zamanlarda ziyaretime geliyor.’’ 10 aydır ailesinden uzakta yaşayan Solmaz D. aile ve memleket özlemini fazlasıyla yaşıyor. Yaşadığı bu özlemin her geçen gün artarak devam ettiğini söylüyor: “Ailem bazen gelip beni ziyaret ediyor. Ancak bu ziyaretler yine de özlemimizi dindirmiyor. Onların Kayseri’de kalma gibi bir durumları yok maalesef. Burada başka akrabalarım da yok. Ben de bir an önce, bu boşanma problemimi halledip İran’a geri dönmek istiyorum.’’ Çalıştığı çarşıda farklı dükkânlardan tanıdığı İran’lı arkadaşlarıyla, kader birliği yapan Solmaz D. değişen yaşam koşullarından ve sosyal olanaklardan şikayetçi, ama elinden de bir şey gelmiyor. O da diğer İranlı mülteciler gibi, patronu ne verirse ona razı bir şekilde hayatını sürdürüyor. Sürgün hayatına alışmak onda bir umut sadece. Daha da büyük umudu ülkesinin ışıklı rüyalarında kaybolmak. Sürgün olduğu günden beri umut ettiği yarınlar sayesinde ayakta durabiliyor. Edindiği arkadaşları ve komşuları sayesinde tutunabiliyor hayata. ‘’Komşularımla iyi anlaşıyorum. Beni seviyorlar, Türklere özgü yemeklerden getiriyorlar’ ‘diyor. Kayseri’nin kalabalığında yitip giden Solmaz, ülkesine döneceği günün umudunu hiçbir an yüreğinden eksik etmeden, içimizden biri gibi sürdürüyor yaşamını…

75’lik kayakçı dede: Hasan Mutlu Kayak bir spor mu, tutku mu, aşk mı tarifi imkânsızdır. Bu sporu sevip bu işe gönlünü verenler, bunun bir virüs olduğuna inanırlar. Bu virüse bir kere yakalanırsanız, kayak aşkını ve tutkusunu ömrünüz boyunca yaşar ve bu tutkudan kurtulamazsınız. İşte bu virüse geçde olsa yakalananlardan biri de 75 yaşında ki aksakallı Hasan Mutlu… HABER&FOTOĞRAF:BURAK SOMUNCU

Kayak pistlerinde belki de çok nadir görebileceğimiz, duyabileceğimiz bir hikâye Hasan dedenin kayak aşkı. 21 torun 9 çocuk sahibi olan Hasan Mutlu kış turizmin önemli merkezlerinden Erciyes’te bir hayli ilerlemiş olan yaşına aldırmadan büyük bir coşkuyla kayıyor. Gençlerin bile yapmakta zorlandığı bir sporu rahatlıkla başaran Hasan dede, kayak aşkını çevredeki meraklı bir o kadar da şaşkın bakışlar arasında, büyük bir mutlulukla sürdürüyor.

Öğrenmenin yaşı yoktur 75 yaşında’ki Hasan Mutlu 3 yıl önce başlamış kayak yapmaya. Kayak yapmayı bilmediği yıllarda Erciyes Dağına çıkıp, kayak pistinde kayanları izlemekle yetinen Hasan Dede, maddi imkânsızlıkların sebep olduğu kayak malzemesi sorunu yüzünden uzun süre sadece kayanları izlemekle yetinir. Bir gün gerçekleşen bir vesileyle kayak sporuna başlayan. Hasan dede o günleri şöyle anlatıyor;” Kayak yapanları dikkatle izlediğim bir gün Gençlik ve Spor Müdürü Yahya Şahan yanıma gelip, ”Bugünden itibaren sponsorun oluyoruz. Gençlik ve Spor Müdürlüğü tesislerinin tüm olanaklarını kullanabilirsin. Kayak malzemelerini verip kayak hocalarımız eşliğinde sana kayak öğreteceğiz” diyerek, beni bu spor dalına teşvik etti. Ben de ayağıma geçde olsa gelen bu fırsatı öğrenmenin yaşı yoktur deyip kabul ettim.” İlk başlarda kaymakta zorlansa da Hasan Dede azmi ve cesareti ile etrafındaki meraklı bakışlara aldırmadan kayak pistlerindeki yerini almasını bildirir. Duvar ustalığından kayak pistlerine Hasan Mutlu’nun asıl mesleği duvarcılık. Tam 38 yıldır bu işle

meşgul olmuş. Kayseri merkezde ve ilçelerinde duvar örerek geçimini sağlayıp, 9 çocuğunu büyütmüş. Şimdilerde ise sadece mezar kenarlarının duvarını örüyor. İlerleyen yaşına rağmen ekmek parası kazanmak için çalıştığını belirten Hasan dede en büyük tutkusu olan kayağı da ihmal etmemeye özen gösteriyor. Hangi sıklıkla kayak yaptığını sorduğumuzda; “genellikle hafta sonlarını tercih ettiğini belirtiyor.”Bazı hafta sonları kayak yapmaya gelemiyorum köyümüzde cenaze oluyor. Haliyle o hafta kayaktan uzak kalıyorum.” diyor.

Kayaktan dolayı 3 tane madalya Hasan dede bu işi ne kadar önemsediğinin göstergelerinden biride hiç şüphesiz elde etmiş olduğu üç madalya. Birçok genç kayakçının imrenerek bir o kadarının da ders alarak izlediği Hasan dede, Erciyes Dağında düzenlenen, küçük ve büyük slalom yarışlarında birincilik elde etmiş. Bu yaş da böylesine önemli başarılara imza atan Hasan dede’ye imrenmemek elde değil. Sırf kaymak için Bursa Uludağ’a bile gitmiş. Bu yıl gidemediği için biraz üzgün olsa da Hasan dede seneye Allah ömür verirse mutlaka gideceğini söylüyor. Kayak yapmamı istemiyorlar Alışılmışın dışında, görmeye hiç alışık olmadığımız bir yaşta kayak yapan Hasan Mutlu’ya bu sporu yapmasının yakın çevresinde nasıl karşılandığını sorduğumuzda ilginç bir cevap alıyoruz;”hanımım kayak yapmama hep kızıyor. Eğer kayarken düşüp bir yerimi kırarsam bana bakmayacağını söylüyor. Tabi ben bu duruma hiç aldırış etmiyorum. Çevremdekiler her ne kadar bu du-

ruma tepki gösterseler de, kayak sporunu çok seviyorum.” Belli ki Hasan dede tutkuyla bağlanmış kayak sporuna fırsatını bulduğu anda kendisini Erciyes’in beyaz yamaçlarında kayarken buluyor. İlk zamanlar düşe kalka kaysa da, şu ana kadar büyük denebilecek bir kazada yaşamadığını belirtiyor.

“3 torunuma kayak yapmayı ben öğrettim” Hasan dede bir yandan kayarken bir yandan da bildiği kayak tekniklerini çevresindekilere öğretiyor. Bu öğrenme sürecinden en çok faydalanan, şanslı 3 torunu olmuş. (Hasan dedenin 21 torunu olduğu göz önüne alınırsa gerçekten’de şanslı sayılırlar.) Kayak yapmanın en önemli kuralının cesaret olduğunu söyleyen Hasan dede torunlarına bunu çok iyi aşılamış. Kayak öğrettiği torunlarının şuan kendisinden çok daha iyi kayabildiklerini söyleyen Hasan Dede, her yaş da herkesin sağlıgı elverdikçe kayılabileceğini vurguluyor. Kayak sporunu, özellikle gençlere, şiddetle tavsiye eden Hasan Mutlu herkesi kayak sporuna çağırıyor. “Ben nasıl bu işi bellediysem sizde öyle bellersiniz” diyen Hasan dede bu konuda kendisinden yardım isteyen herkese yardımcı olacağını belirtiyor. Yapmış olduğu sporla hem gençlere hem de yaşıtlarına spor yapmanın yaşı olmadığını somut bir şekilde gösteren Hasan Mutlu kayak yaparak ömrünü uzatmaya devam ediyor.

SAYFA TASARIM:ZEHRA SÖKMEN


SPOR

NİSAN 2010

KAMPUS 11

Kayserispor’un 12. adamı: “Kaç tane işten kovuldum hatırlamıyorum. Maçlara gitmek için izin isterdim vermezlerdi, ben de kaçardım. Aramızda takım için koşturmaktan üniversiteyi bitiremeyen arkadaşlar var. Bir arkadaşımız deplasmana gelebilmek için sevgilisinin hediye ettiği telefonu satmak zorunda kaldı. Sevgilisi de bunu duyunca arkadaşımızı terk etti. Anlayacağınız sevgililerimizden bile ayrıldık Kayserispor için.” HABER&FOTOĞRAF:ERMAN BALAK

Onlar renk için, arma için işinden kaçan, sevgilisinden ayrılan, ailelerini karşısına alabilen, zaman zaman polisle bile karşı karşıya gelmek zorunda kalan futbol âşıkları. Futbol onların hayatı, dünyası, her şeyi... Onlar dünyayı sarı-kırmızı gören, hayatlarını, takımlarıyla anlamlandıran insanlar. Onlar Kayserispor sevdalıları, takımlarının yol arkadaşları… 1980’li yıllarda “Sanayi Tayfası” olarak kuruldular ve zamanla çeşitli isim değişikliklerine giderek, bugün herkesin bildiği “Kapalı Kale” adını aldılar. Sayıları 1000 civarında olan bu taraftar grubu iç saha ve dış saha ayrımı yapmadan hesapsızca Kayserispor’u destekliyor, onunla birlikte yaşıyor. Kapalı Kale gurubunu daha yakından tanımak ve hikayelerini öğrenmek için Gurubun emektarlarından Salih Yeşil, Adem Yumli ve İbrahim Yılmaz’la görüştük.

Karşılıksız sevgi onlardan sorulur Karşılıksız sevginin ne demek olduğunu, kimse taraftarlardan daha iyi bilemez. Kapalı Kale’nin üyeleri de, bu karşılıksız aşka takımlarına tutulanlardan. “Ama bu sevgi her şeye değer” diyor grubun en eski üyesi Salih Nergiz: “ Dünya çıkar dünyası. Yaptığın işten çıkarın varsa ki sevgiyle yapılmaz o iş, bir sıkıntın olmaz. Ama çok seven çok ağlar derler ya, bizimki o hesap işte. Yediğimiz cezaların haddi hesabı olmaz. Daha sezonun yarısındayız, grubun 90.000 TL borcu var. Nasıl ödeyeceğimizi bilmiyoruz. Meşale yakıyoruz, ceza kesiyorlar, pankart asıyoruz, ceza yazıyorlar. Elleri de hiç aza gitmiyor ne hikmetse. Bir yazdıklarında 2.000 TL den aşağı gelmiyor cezalar. Ama olsun, yeter ki Kayserisporumuz şampiyon olsun.” Nergiz şu sözlerle devam ediyor Kayserispor aşkını anlatmaya: “Kaç tane işten kovuldum hatırlamıyorum. Maçlara gitmek için izin isterdim vermezlerdi, ben de kaçardım. Aramızda takım için koşturmaktan üniversiteyi bitiremeyen arkadaşlar var. Bir arkadaşımız deplasmana gelebilmek için sevgilisinin hediye ettiği telefonu satmak zorunda kaldı. Sevgilisi de bunu duyunca arkadaşımızı terk etti. Anlayacağınız sevgililerimizden bile ayrıldık Kayserispor için.” Yeni stad, yeni takım, yeni taraftarlar Büyüyen bir takımın taraftarı olmak sorumluluk gerektirir. Kayserispor şampiyonluğa oynayan bir takım haline gelince her şey değişmiş. Haliyle Kayserispor âşıkları da kendilerini değiştirmek zorunda kalmışlar. Adem Yumli bu değişimi şöyle anlatıyor: “Öncelikle yeni stadyumun da yapılmasıyla, maçlara daha çok

bayan gelir oldu. Stadyumdaki ambiyans birden bire değişti. Biz eskisi gibi küfür etmiyoruz mesela. Tabi bu tutumumuzda Kayserisporun prestijinin ve bize kesilen cezaların da etkisi var.” Kapalı kalenin üyeleri hakeme kızdıklarında, penaltıları verilmediğinde, ofsyttan gol yediklerinde üzüntüden ne yapacaklarını bilmez hale geliyorlar. Ama centilmenlik söz konusu olduğunda da, kendilerini ayrı bir yere koyuyorlar. İbrahim Yılmaz, centilmenliklerini şöyle ifade ediyor: “Şiddet futbolun doğasında vardır. Fakat bunun holiganlık boyutuna varmaması gerekir. Bu sezon Diyarbakırspor gittiği bütün maçlarda yuhalandı. Biz onları alkışlarla karşıladık. Güzelce ağırlayıp gönderdik. Çünkü burada amaç futbol, başka bir şey değil. Ermenistan-Türkiye maçı Kayseri de oynansa yine aynı centilmenliği sergileriz.”

Keyifli deplasman yolculukları Bir takım sadece iç saha maçlarına giderek desteklenmez. Deplase olmak gerekir diyor “Kapalı Kale” grubu. Takımlarını deplasmanda yalnız bırakırlarsa, takımı eksik göndermiş gibi hissediyorlar kendilerini. Bir de deplasmanda yenilirlerse, mağlubiyetin faturasını tamamen kendilerine çıkarıyorlar. Bu konuda oldukça deneyimli olan Salih Nergiz, deplasmanlar hakkında şunları anlatıyor: “Deplasmana gitmek bizim için eziyetten keyif almak gibi bir şey. Günler öncesinden başlar tatlı telaşımız. Cebimizde ucu ucuna bir parayla çıkarız yola. Genelde menümüz domates ve ekmekten oluşur. Birde üs-

tüne rakip takımın taraftarlarından veya polislerden dayak yersek karnımız iyice doyar. Eğer bir galibiyet alırsak deplasmanda, dönüş yolu cennete döner. Eğer mağlup olursak suratlarımız asılır, neden arar dururuz. Yönetime, hocaya, taraftara edilen küfrün çetelesi tutulmaz. Formaliteden atılan bir iki taşla da otobüs deplasman otobüsü moduna sokulur. Bitmek bilmeyen dönüş yolu başlar. Bu sezon toplam 4.400 km. deplasman yolculuğu yaptık.”

Daha çok destek bekliyorlar Şehir halkına biraz kızgın Kapalı Kaleli’ler. Kayserili’lerin maçlara gereken ilgiyi göstermemelerinden şikâyetçiler. Kendileri kadar olmasa da herkesin biraz ilgi gösterip destek vermesi gerektiğine inanıyorlar. Adem Yumli, şehirliden beklentilerini şöyle ifade ediyor: “İnsanlar maçlara gelmiyor nedense. Kimi bilet fiyatlarını bahane ediyor. Kimi stadyumun şehir mekezine uzaklığını. Gelen taraftarlarda sanki maça değil de filme gelmiş gibi izliyorlar maçı. Bir türlü başa çıkamadığımız çekirdek yeme kültürü var. Biz tezahürat etmekten

yorulup iki dakika dinlenelim deyince, koca stadyumda çekirdek sesleri yankılanıyor. Futbol hırs işidir. Seyircinin takımı ateşlemesi gerekir. Özellikle şampiyonluğa oynayan bir takımın taraftarı daha ateşli olmalı. Elinde çekirdek değil, atkı bayrak olmalı. Nedense üç büyüklerle oynanan maçlar da stad doluyor. Herhalde insanlar Kayserisporu desteklemeye değil de Alex’i, Keita’yı görmeye geliyorlar. Ama düzelecek, şehir halkı Kayserisporu gerçekten benimseyip, destekleyecek diye bekliyoruz. Umarız bir gün bu düşümüz gerçek olur.”

Amatör branşlara da destek oluyorlar Maçlarda sık sık duyulan tezahürattır, “Yönetim futbolcu taraftar el ele”. Başarının en önemli sırrının bu olduğuna inanıyor Kapalı Kale üyeleri. “Bunlardan birinde bile sorun olursa, başarı bir türlü gelmez” diyorlar. Bu konuda da yönetime biraz kırgınlar. Kendilerine yeteri kadar destek verilmediğini, daha fazla sahip çıkılması gerektiğini ileri sürüyorlar. Kapalı Kale grubu sadece futbolla yetinmiyor. Neredeyse Kayseri’deki bütün spor müsabakalarını takip ediyorlar ve Kayseri’nin tüm takımlarına destek oluyorlar. Adem Yumli bu konudaki misyonlarını şöyle ifade ediyor: “Kayseri’yi farklı spor dallarında temsil eden bütün takımların maçlarına gidiyoruz. Mesela Ted Koleji bayan basketbol takımının maçlarına gider ve onlara destek oluruz. Potanın Engelsiz Aslanlarını hiç yalnız bırakmayız. Talas’taki engelli basketbol takımının maçlarını hiçbir zaman kaçırmayız. Onların belki Kayserispordan daha çok ihtiyacı var desteğe. Bu yüzden her maçlarına gider onları canı gönülden destekleriz.” Kapalı Kale, Kayserispor’un ve Kayseri’nin önemli bir rengi. Kayseri’nin çeşitli dallarda faaliyet gösteren spor takımları daha fazla başarılı gösterirse, onların adını da ilerleyen zamanlarda daha sık duyacağız...

Futbol dediğimiz oyun elle de oynanıyormuş!

‘’En çok kullanmak zorunda olduğum şey ellerim, onları kullanarak bir şeyler yapıyorum dışarı çıkarken ellerimle yürüyorum, okulda her yerde ellerimin bana verdiğinin fazlasını kullanıyorum. Ayaklarımdaki bütün güç sanki ellerimde toplanıyor.’’ diyen Urfalı Ömer Ak’ın hikayesi azmin gücünü herkese gösterir nitelikte. HABER&FOTOĞRAF: KENAN ŞİLEN

Urfalı Ömer Ak 13 yaşında, doğuştan engelli bir çocuk. Türkiye’de engelli olmanın verdiği doğal zorlukların dışında bir de imkânsız gibi görünen bir şeyi başarıyor. Dizlerinden altı engelli olan Ömer, buna rağmen futbol aşkını sınırlamıyor ve elleri ile futbol oynuyor. Birçok insanın ayağıyla başaramadığını, elleri ile başaran Ömer, hayata küsmek yerine ona sımsıkı sarılarak heveslerinin peşinden gitmiş. “Ben dünyaya geldiğimde bedensel engelli olarak doğmuşum ama zaman geçtikçe, her şeyin farkına vardıkça bir de üstüne tedavimin mümkün olmadığını anlayınca hayata bu şekilde sarılıp hiçbir şeyden vazgeçmemek gerektiğini anladım.”diyor Ömer. Ayaklarının yokluğundan çok, sağlam organlarına sarılmış ve zamanla engelsiz bir dünya kurmuş kendi kendine. “En çok kullanmak zorunda olduğum şey ellerim, onları kullanarak bir şeyler yapıyorum dışarı çıkarken ellerimle yürüyorum, okulda her yerde ellerimin bana verdiğinin fazlasını kullanıyorum. Ayaklarımdaki bütün güç sanki ellerimde toplanıyor. Tabi ki yeri geliyor zorlanıyorum, sıkıntılar çekiyorum ama ben buna muhtacım. Ellerimle hayata tutunmuşum onlarsız bir hayat bana daha ağır gelir’.” Ömer futbol oynamaya, naylon poşetlerin içine doldurduğu kağıt ve samandan oluşan “el yapımı” topla başlar. Ailesi ilk başta oğullarının sağlığından endişe edip, ona engel olmaya çalışsa da, zamanla onlar da futbol aşkına saygı duyarlar ve onun bu oyundaki başarısıyla gururlanırlar. Arkadaşları da, artık Ömer’i yadırgamak yerine, aynı takımda oynamaya can atar duruma gelmiş durumda. Çünkü Ömer, gerçekten bu oyunda çok başarılı ve iyi bir takım oyuncusu. ‘’Engellerimi ellerimle aşıyorum ’’ Ömer’in nasıl futbol oynadığını görmek istiyoruz. Teklifimi-

zi kabul eden Ömer, eldivenini ve terliğini alıp, akülü arabasına biniyor ve beraber halı sahaya gidiyoruz. Arkadaşları, Ömer’i görünce seviniyorlar. Bizim için orda bir halı saha maçı tertipleniyor, Ömer takım kaptanı olarak takımları belirliyor. Arkadaşlarının Ömer’le aynı takımda oynamak istemeleri gözümüzden kaçmıyor. Takımlar belirlendikten sonra maç başlıyor. Ömer’i gerçekten hayret ve şaşkınlık içerisinde izliyoruz. Dizlerinin üstünde koşması, elleriyle top çalışı, toplara vuruşu ile azimle neler yapılabileceğini gösterir nitelikte. Ömer’i arkadaşlarına soruyoruz. Yunus Emre, Ömer’le arkadaş olmaktan çok mutlu olduğunu ifade ederek, “Biz ayakla oynamamıza rağmen onun gibi güzel oynayamıyoruz” diyor. Diğer arkadaşları da onu çok sevdiklerini ve takdir ettiklerini söylüyorlar. Ömer de arkadaşlarının ilgisinden mahçup bir şekilde, takımın bir parçası olmasının gururuyla, “Ben hayatımdan çok memnunum, engellerimi ellerimle aşıyorum” diyor. 13 yaşındaki bir çocuğun hayatla bu kadar barışık olması, yaşamayı sevmesi, hayatı böylesine kabullenmesi her türlü övgüye değer. “Ben bu halimle varım, tıpkı diğer insanların kendi halleriyle var oldukları gibi’’ diyen küçük Ömer’in azmi, herkese örnek olmalı. SAYFA TASARIM: SERVET TURSUN


KAMPUS 12

YAŞAM

NİSAN 2010

Sazlı sözlü kına gecelerinden modern düğün salonlarına Düğünler Anadolu’nun birçok kentinde yüzyıllardır devam eden bir gelenek. Ancak diğer şehirlerden farklı olarak Kayseri’de daha başka anlamlar taşıyor. Kız istemeden söz kesmeye, kına gecesinden gelin hamamwına kadar birçok değişik örf ve adetleri barındırıyor içinde. Modern zamanların düğünleri ise, eski düğünlerden çok farklı artık. HABER : NURSEL KARAÇUL&BETÜL ATEŞ FOTOĞRAFLAR : AA

Sevinçli ve telaşlı bir kalabalığın bulunduğu yerdir düğün evleri. Kültürel zenginliğimizin en renkli simgelerinden biri olan düğünler örf ve adetlerimizin yoğun olarak yaşatıldığı Kayseride son derece önemli bir yere sahiptir şüphesiz. Ancak son yıllarda eski düğün adetleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Değişen yaşam tarzları birçok gelenekte olduğu gibi düğün adetlerimizin de yitip gitmesine neden oluyor. Düğünler Anadolu’nun birçok kentinde yüzyıllardır devam eden bir gelenek. Ancak diğer şehirlerden farklı olarak Kayseri’de daha başka anlamlar taşıyor. Kız istemeden söz kesmeye, kına gecesinden gelin hamamına kadar birçok değişik örf ve adetleri barındırıyor içinde.

Kız isteme, kına gecesi ve düğün 80 yıllık yaşamı boyunca pek çok defa düğünlere katılan Meryem Fakılı’ya göre Kayseri yöresinin vazgeçilmez gelenekleri arasında yer alan düğünler artık yaşatılmıyor. Meryem Fakılı modern yaşam koşullarının insanları birbirinden uzaklaştırdığını ve gelenekleri yok ettiğini söylüyor. Meryem Fakılıya göre, “1950’lerde genç kızlar aile düğünleri ve hamamlarda beğenilirdi. Hamama gelen genç kızlara alıcı gözüyle bakan hanımlar beğendiği kızın vücudunda bir aksaklık yara olup olmamasına dikkat ederdi. Eğer kız beğenilirse talip oldukları kızı araştırmak içinde mahalle fırınlarına gidilirdi. Mahalle fırınları o semtteki aileleri çok iyi tanıdığı için fırınlar o dönemin sosyal buluşma ve paylaşım alanıydı. Öyle ki fırına pişirilmek için getirilen hamur, börek, çörek aile ve kız hakkında birçok şeyi ifade ediyordu. Getirilen hamur tepsisinin temiz ve kalaylı olması kızın temizliğini, fırında işlenmesi için üzerine konan uğra adı verilen unun az veya çok olması kızın cömertliğini fırına sık getirilen baklava ve börek ise ailenin misafirperver olduğunu ve kızın marifetini gösterir, ayrıca ailenin maddi durumu hakkında da bilgi verirdi. Ekmeği getiren çırağa verilen bahşişlerde ailenin görgüsünü ve niyetini temsil ederdi.” Bugün 70 yaşından büyük birçok Kayserilinin gençlik yılla-

rından kalma düğün anıları vardır mutlaka. Meryem Fakılı’nın da gençlik yılları hep akraba, eş, dost düğünlerinde geçmiş. O günleri özlemle andığını söyleyen Meryem Teyze, o yıllardan aklında kalan anılarla ilgili olarak şunları aktarıyor:” O zamanlarda kız görmeye genellikle evin büyükleri giderler ve görücüler sabahleyin sekizden önce yola çıkarlardı. Görücülerin erkenden gitmelerinin sebebi kızın evinin temizliğine bakarak kızın hamarat olup olmadığını anlamaktı. Bu nedenle gelinlik kızı olanlar erkenden kalkıp evlerini temizlerler ve her zaman hazırlıklı bulunurlardı. Eskiden bilhassa kapı önünün temizliğine bakarak evde ergen kız olup olmadığı anlaşılırdı ve görücü çıkanlar hemen o kapıyı çalarlardı. Görücü gitmenin olduğu gibi görücü ağırlamanın ve görücüye çıkmanında kendine özgü kuralları vardı. Sabah 8’den öğle11’e kadar çalınan kapıları genç kızlar açmazlardı çünkü kızların görücü önüne hemen çıkmasının uğursuzluk getireceğine inanılırdı. Görücü önüne çıkan kız giyindirilip kuşandırıldıktan sonra gelenlerin elini öper ve tekrar dışarı çıkardı. Bir müddet sonra görücülerden yaşlı olanı kızdan su ister, kız suyu getirir yaşlı kadın suyu içene kadar kız odanın ortasında sessizce beklerdi. Kızın bu şekil beklemesi terbiyesini gösteriyordu. Bu esnada kız tepeden tırnağa süzülürdü. Görücüler eğer kızı beğenirlerse oğlanın diğer hısım ve akrabaları da ayrı ayrı kıza bakarlar ve kızı istemeye çok yakın akraba kadınları giderdi. Eğer kız tarafı oğlan tarafını beğenmediyse kızın yaşı büyük olsa bile kızımız küçük deyip reddederlerdi.” Düğüne hazırlık aşamasının ilk evresi söz kesmedir. Söz olmadan önce kız tarafına kahve ve şeker yollanması adetten sayılır. Söz kesmeye erkek tarafıyla beraber gelen imam dualar okuyup sözün hayırlı olmasını diler. Hocanın duası uğur sayıldığı için imam olmadan söz kesmek iyi karşılanmaz. Söz kesildikten sonra Cuma günü tanıdıklar kalın duasına çağrılır, cumartesi akşamı ise davetliler kız evinde toplanırlar ve eğlenirler. Söz kesmenin en merak edilen kısmı ise oğlan evinin kıza takacağı hülliyatlar (takılar) dır. Bu hulliyatlar genellikle bir çift burma altın bilezik, üzeri altınlı fes, bir çift ince tepelikten ibarettir. Oğlan evinin aldığı diğer hediyeler ise bavullara doldurulup pazartesi sabahı kız evine gönderilir. O zamanlarda Kayseri’nin sosyal hayatında halının büyük bir yeri vardı ve düğünlerin vazgeçilmez hediyesini

halılar oluştururdu. Öyle ki genç kızın çeyizinin zenginliğini anlamak için halılılarına bakmak bile yeterli olmaktadır.

Bir başkadır gelin hamamları Düğünlerin en önemli geleneklerinden biri de salı günü yapılan gelin hamamlarıdır. Davet edilecek kişilere erkek evinden kız evine davetli sayısı kadar sabun gönderilir. Sabun eskiden çok kıymetliydi ve hamama davet anlamına gelirdi. Hamama gelmeyecekler sabunu almayıp mazeret gösterirlerdi. Eğer sabunu alıp da hamama gelmezlerse bu düğün sahibine hakaret sayılırdı. Gelin hamamlarının en önemli özelliği gelinin hamamda gelinlik giymesidir şüphesiz. Gelinin oturacağı yere taht hazırlamak adettendir. Gelin tahttayken ud, darbuka tef gibi çalğılar çalınır, yenilir içilir ve hep bir ağızdan Erkilet türküsü söylenerek gelinin etrafı dolaşılır. Gelin hamamı sona erince erkek tarafı gelir kızı soyundurur ve peştamalla sarardı. Kız üşümesin diye peştamalın üzerine fıta denilen Kayseri’ye özgü ipekli bir bez örtülür ayağına nalın giydirilen gelin iç hamama geçirilir ve göbek taşının etrafında şarkılar söylenerek dolandırılırdı. Düğün gelenekleri sadece gelin hamamlarıyla sınırlı değildir şüphesiz. Gelin hamamından birkaç gün sonra kına gecesi yapılır. Kızın eline kına yakılırken yere bir köpüme (yastık)konur ve kız üzerine oturur. Kayseri’de özellikle kına gecelerinin olmazsa olmaz türküsü Gesi Bağları gelinin arkadaşları tarafından söylenir. Kına gecesini yakın arkadaşlarıyla beraber geçiren gelinin sabah arkadaşları tarafından hazırlanıp süslenmesi de ayrı bir güzelliktir. Düğünler zevkli olmasının yanı sıra bir o kadar da tatlı yorgunlukların ve duygusal anların yaşandığı geleneklerdir. Gelin kız için en zor an baba evinden ayrılmaktır. Kız evden çıkarken babası kızın beline kuşak veya tülbent sarar ve halk arasında kuşak sarmaya bekâret nişanı denilir. Oğlan evine geldiğinde ilk olarak kayınbabası tarafından karşılanan gelinin başına arpa saçılır, saçılan arpalar gelinin evine bolluk ve bereketle gelmesi temennisidir. Kayınbabanın elini öpen gelin kapının eşiğinden geçirilir ve eşiğin içinde gelini bekleyen kaynana gelin evin içine girince yüksekçe bir yerden su küpü kırar. Küp kırıklarına basan gelin kaynananın kolunun altından boyun eğerek geçer. Sandal-

yeye oturtulan geline kaynana tarafından şeker verilir ki gelin kaynanaya karşı hep iyi huylu olsun. Sabahtan başlayan düğün çalgılarla, oyunlarla akşama kadar devam eder; maniler okunur, türküler söylenir, çalgılar çalınır hep beraber eğlenilir ve yemekler yenir. Kazan kazan yapılan düğün yemeklerini tatmak bu geleneğin en renkli yanıdır belki de. Etli pirinç çorbası, kavurma, piyaz, pirinçli lahana dolması, aşure, etli kuru fasülye, baklava… Kayseri düğünlerinin olmazsa olmaz yemekleridir şüphesiz.

“Düğün geleneklerimiz unutuluyor” Paylaşımın verdiği huzurun sıcacık insan ilişkileriyle yaşandığı düğünler de modern yaşam koşullarına yenik düştü maalesef. Bugün artık eskisi gibi ne gelin hamamları, ne kına geceleri ne de şerbet günleri yapılıyor. Kayseri’de düğün adetleri tamamen ortadan kalkmış değil. Yıllardır süregelen bu gelenek kısmen devam ediyor ancak özünü ve kültürel değerini bir hayli kaybetmiş durumda. Modern çağın yaşam koşulları insanın gelenek ve göreneklerine olan bağlılığını en aza indirirken eski düğün adetleri de bundan nasibini aldı. Birliğin beraberliğin, paylaşımın ve muhabbetin en güzel mekânı olan düğün evlerinin yerinde bugün modern salonlar var. Omuz Koçlarının yerini lüks arabalar, görücü usulü evliliklerin yerini severek evlenmeler, çeşit çeşit yapılan ev yemeklerinin yerini ise meşrubat ve kuru pastalar almış durumda. Artık düğünler eskisi gibi davullu zurnalı, yemeli içmeli yapılmıyor ve ne yazık ki düğün geleneklerimiz de birçok güzel geleneklerimiz gibi unutulmaya yüz tutuyor.

SAYFA TASARIM: KENAN ŞİLEN


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.