Merhaba, bu kitapta okuyacaklarınızı önceleri bir kitap oluşturma fikri ile yazmaya başlamadım. 2010 Eylül’ünde aldığım bir Fecebook daveti ile Burgazada’yı anlatan, nostaljik geçmişini paylaşan bir gruba dahil oldum. Ada geçmişimiz bir film şeridine dönüştü. Şimdi grup üyeleri olarak bizler bu filmi seyretmekten, yorum yapmaktan ve en önemlisi paylaşmaktan hiç sıkılmıyoruz. Ortak geçmişimizdeki benzerlikler bizleri yakınlaştırırken yıllardır görüşmeyenler de bir araya geldik. Hatta yeni dostluklar kazandık. Konu ile ilgisi yok ama sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim. Beş yıl kadar önce bir arkadaş grubu ile Beyoğlu’nda sirtaki dersi alıyordum. Bir gün kurs bitiminde evlere dağılmak yerine Beyoğlu’nda gezmeye karar verdik ve o güne kadar hiç yapmadığım bir şey yapıp kahve falına baktırdım. Falıma bakan, askerden yeni gelmiş bir gençti. Bana yazılar yazdığımı ve onları toplayıp kitap yapacağımı söyledi. O günlerde ortada ne niyet vardı, ne yazı, ne de kitap. Ancak söylediği gerçekleşti. Derler ya, ister inan ister inanma... Aşağıdaki paragraf henüz grupta yeni olduğum zamandan, belki de ortamdaki ilk yazım. O zamanlar çekinerek yazıyordum ancak sonradan gördüm ki, “yok aslında birbirimizden farkımız.” Engin Bey, bizimle paylaştığınız güzel fotoğraflar için çok teşekkür ederim. Ellerinize sağlık. Arkadaşlar bu grup çok özel; zamanla bunun kıymetini daha da iyi anlayacağız. Bu grup nasıl biliyor musunuz? Hani üzülür, sevinir, çaresiz kalır veya çok heyecanlı olduğumuz zaman annemizin kollarına koşardık. İşte bu grup böyle bir şey. Tüm gücümüzle koruyalım; tam yok olduğunu düşündüğümüz zaman ortaya çıkan bu güzel değerleri korumaya devam edelim. ------------------------Grupta ara sıra heyecanımızı yitirdiğimiz zamanlar da oldu. Ancak toparlamamız da çabuk oluyordu. Bir kıvılcım gerçek bir yangın çıkarıyordu. Her halimizi dile getiren küçük yazılar bu dönemde başladı.
“Platform durgunlaştı. Yazılar azaldı. Fotoğraflar gelmiyordu. Ne olmuştu bize?” İşte bu konuşmalar son zamanlardaki ikili yazışmalarda geçiyor. Arkadaşlar Burgaz durmaz. Burgazlı duygusaldır, toprağı sever, deniz kirlense bile geçicidir der; bir şey ters gitse düzelmesini sabırla bekler, yardımcı olur. Sadece kendi bahçesini değil komşunun bahçesini de sever, kışın adaya gittiğinde komşularının evlerini de kontrol eder, açılmış cam varsa haber verir. Bir Burgazlı, adada kalacağı saatlere ada halkı ile yapacağı sohbetleri de katar. Burgazlı’nın misafir ağırlaması birbirine benzer; önce ada anlatılır, sonra gezdirilir, sanki kendi evini gezdiriyormuş gibi, gururla, sevgiyle, özene bezene hazırlanmış bir yemeği sunar gibi. Dondurmasıyla övünür, kahve içtiği yer onun en güzel köşesidir. Paylaşmak, davet etmekten hoşlanır; bir yaşar bin anlatır, vapura uğurlarken “sen bir şey görmedin, yine gel” der. Ormanı anlatır, geçmiş Burgaz'ı anlatır, gidemediyse Kalpazan'ı anlatır ve en önemlisini sona sakladım dostlar: Adada EN GURUR VERİCİ ŞEY, NE KADAR ÇOK DOSTUN OLDUĞUNUN FARKINA VARMAKTIR. Misafir şaşırır, “burası nasıl bir yer” der, ben de geleyim der ama işte o an acı gerçek: “Burgazlı olunmaz Burgazlı doğulur:))” Gerçi bu grup bana Burgaz’ın dışarıdan bile aşığı olunabileceğini öğretti. Grupta bazı arkadaşlar var şaşarsınız. Adada hiç yaşamamışlar. Bir vesile ile adaya gelmişler, öyle sevmişler ki, bir daha ayrılamamışlar. Burgaz bana kazandırdıkların için teşekkürler ediyorum. Yeni dostlar, bana enerji veriyorsunuz.
Zaman ilerledi, eski dostluklar yeni heyecanlar kazandı. Yeni arkadaşlıklar dostluklara dönüşmeye başladı. Grup değişik bir ruh haline giriyordu. İtiraf ediyorum: Yanılmışım. Burgaz’ı en çok ben severim sanırdım. Burgaz’ı sadece annem ve kardeşimle konuşabilirdim sanıyordum, yanılmışım. “Bu sevgiyi bu aşkı kimselere anlatamam, paylaşamam” derdim, yanılmışım. “Burgaz kimlere kalıyor, değer bilenler yok oldu” diyordum, yanılmışım. “Bu eski evlere bu sokaktaki hatıralara acaba benden başkası önem veriyor mu” derdim, yanılmışım.
“Giden unutuluyor” derdim, “Burgaz aşığı anneannemi tanıyan kalmadı” derdim, yanılmışım. Yolda yanından geçtiğim insanlar, esnaf beni tanımıyor sanırdım, yanılmışım. “Yeni arkadaşlıklar kurmak bu yaştan sonra çok zor” derdim, yanılmışım. Tanımadıklarınla duygu bağı kurulamaz sanırdım, yanılmışım. Uzakta hiç tanımadığım bir insanı sevemem sanmıştım, yanılmışım. “Bir rüya gerçek olmaz ancak hayaldir” derdim, yanılmışım. Yanılmışım dostlar, sizlerle birlikte olana kadar ne kadar çok yanılmışım. Bir toprağın ortak bir sevgi olabileceğini hatırlattınız. En son sevgili eşime olan aşkımdan sonra bana unuttuğum aşkı tattırdınız. Çocuklar gibi coşturdunuz, hayallerimin peşinden koşma cesareti verdiniz. Bu yazıyı sona bağlamak çok zor diyorum ve yanılmıyorum çünkü yazarken hepiniz yanımdasınız, sizi hissediyorum ve bırakmak istemiyorum. Evet, bunda kesinlikle yanılmıyorum. Facebook ortamında yazışmalar devam ediyordu. Başlayalı bir kaç ay geçmiş, sanal tanışmalar yavaş yavaş buluşmalara dönüşüyordu. İşte böyle keyifli bir günde keleme aldıklarım: Aman nazar değmesin platform tam bir nostalji ortamına dönüştü. Sohbetler ve paylaşımlar harika. Rahatlatan ılık yaz rüzgârı gibisiniz. Serin bir Burgaz akşamı omuzlarda bir ceket, balkonda komşu ile sohbet edermiş gibi keyifli, sıcak bir yaz günü serin suda serinler gibi kıvamda. Tam anlamıyla BURGAZ olduk. 2011 yazı bambaşka olacak. Düşünün bu gruptan adaya gelenler sadece bir “iyi yazlar” mı dileyecek? Neler olacak neler... Müjdeler olsun eski Burgaz geri geldi. İnanırsanız olur, bal gibi olur.
Yaz bitmiş üzerinden aylar geçmiş ancak adaya çıkmaya daha çok zaman var. İşte bu dönemde Facebook grubumuza yazdıklarım: Sevgili Burgaz,
senden ayrılalı tam üç ay oldu. Bu süre, yazın seninle geçirdiğimiz vaktin aynısı ama gel gör ki, burada kış daha yeni başladı; yani işin başındayız, sana kavuşmamıza daha altı ay var. Hani bana hep derdin ya, “Adaya gelmek için yazı bekleme, kışın da gel. Temiz hava al dostlarını gör, sıcak bir çorba iç, karanlık basmadan dönersin.” Haklısın Burgaz, çok haklısın, bu güzel programı ihmal ettim. Seni unuttuğumdan değil sadece şehir hayatına girince o girdapta kendimi kaybetmişim. Geçen haftalarda Birol, teknesiyle beni sana getirdi. Ataköy’den keyifle yola koyulduk. Sana hep vapurla gelmeye alışık olduğum için manzara bana çok farklı geldi. Yolda sana bakmaya, seni sevmeye doyamadım. Yolculuk boyunca bir yandan seni seyrettik bir yandan lafladık. Konu tabii ki sen ve sendeki yaşantımızdı. Kıyıya yaklaşırken sanki ilk defa sana gelmişim hissine kapıldım. Neden mi? Merak etme hafızamı kaybetmedim; nedeni Burgaz grubu kurulduktan sonra bu sana ilk gelişimdi. Nasıl bir heyecan, ne dersen de ama kendimi çocuk gibi hissettim. İçimden kahkahalarla gülmek geldi. Yüzüme bir tebessüm yapıştı. Birol da etkilendi, o da gülmeye başladı. Böylesine mutlu başlayan günümüz dostlarımızla sohbet edip balığımızı yedikten sonra kahve molamızla sona erdi. Dönüşte sana şöyle bir bakıyordum ki, bana el salladığını gördüm. Buna nasıl sevindim anlatamam. Bilmem aktarabildim mi ama, bu sevincimi gruptaki arkadaşlarımla da paylaştım. Bir daha ki gelişimizde sana, seni çok seven Serkan’ı da getireceğiz. Bu sohbetin tadına doyum olmayacağa benzer. Bugün eski adalı, çok sevdiğimiz Ali Kaptan’ı son yolculuğuna uğurladık. Yıllarca senin denizinde kaptan olarak çalışan, balıkçılık yapan eski bir adalıdan istemeden ayrıldık. Artık o diğer kıymetlilerimiz gibi sana emanet, ona iyi bak. Sevgili adacık son lodoslar seni çok yormuş olmalı. Yakında poyrazlar başlar, rahatlarsın. Ada olmak kolay mı, bunu senden iyi bilen var mı? Sana ve kışın üzerinde barındırdığım tüm Burgazlı dostlarıma şimdiden iyi bir 2011 yılı diliyorum. Seni her zaman hayal ettiğim gibi kucaklar, öperim. 51 yıllık dostun Jaymi.
Yazışıyor, fotoğraflar paylaşıyoruz. Grupta hummalı bir çalışma var. Tam bir paylaşım ortamı. Aşağıdaki yazı o günlerdeki duyguları anlatıyor.
Ben yine çocuk oldum. Bu platformda öyle bir hisse kapıldım ki, sanki annem beni öğle yemeğine bekliyor, denizden çıkıp eve gitmem gerek. Sonra öğle uykusu... (Ahhhh keşke!) Bir zamanlar geceleri büyüklerim çıkar, ben kös kös yatağa girerdim ve aklımdan hep, “Bir gün büyüdüğümde ben de onlar gibi eğleneceğim” derdim. Büyüdüm diskotek kapandı, son yıllarına zar zor yetiştim. Sinema kapandı, ardından Kıbrıs çıkartması karartmalar, kapanan eğlence yerleri lokantalar ve bir gecede yok olan komşular, dostlar, kardeşler… O yıllarda hafta sonları, tekneler dolu dolu arkadaş gruplarıyla kulüpten ayrılırken arkalarından bakakalırdım. 30 Ağustos’ta o dönem kutlamalar sabahtan başlardı. Orijinal kıyafetlerle yağlı kazıktan bayrak almalar, yumurta taşıma yarışları, çuval yarışları... Hep izledim, sıramı bekledim. Sıram geldi rüya bitti. Değişen ne oldu, neden oldu, sanırım uzun bir konu ama bekle bekle sonunda pufff... Ancak şimdi çekmecelerden çıkarttığınız fotoğraflar beni o günlere geri götürdü, hem de çok yoğun anılarla; o zamanlar sizlerle konuşamazdım sadece seyrederdim. Keşke bir ağabeyim veya ablam olsaydı da o zamanlar size daha yakın olabilseydim. Ama kısmet bu yıl, bu ortamda tekrar buluşmakmış. İşte yıllarca bütün bunları tekrar yaşamak, hayalimi canlı tutmak istedim. Tabii ki benim dönemimde de bazı güzellikler olmadı değil. Cozi’nin samba gecesi, doyasıya eğlendiğim o tür gecelerden biriydi. İsmet Badem’in ‘beyaz gecesi’ de unutulmazlar arasında sayılabilir. Gelelim konu başlığına; sözünü ettiğim gecelere bazen dışarıdan katıldım, bazen de hiç seyredemedim. Şimdi sizler anılarınızla birlikte o gecelerin fotoğraflarını teker teker ortaya çıkarınca, o günkü heyecan geri geldi ve kendimi öyle kaptırdım ki, çocukluğumu tekrar yaşıyor gibiyim. Şimdi annem kızmadan ödevlerimi yapmalıyım. Hoşça kalın!
Ressamlar, şairler, yazarlar, fotoğrafçılar, animasyoncular... İçimizdeki cevherler uyandı. Duyguların paylaşılmasının tadı, yazdıkça ortak paydalarda buluşmanın keyfi, her anlatılanda geçmiş yıllardan canlanan anılar... Birimizin fotoğrafı grubun tamamını gerilere götürebiliyor, bir başka arkadaşımızın anısı “Bizim evde aynısı vardı” dedirtiyor. ”Bu özel, paylaşılmaz” dediklerimiz herkese heyecan veriyor. Yazılardan kokular çıkarıyoruz. Çocukluğumuzdaki ”ben büyüyünce...“ beklentilerinin aynı olduğunu gözlemliyoruz. İşte bu, ”beni burada anlıyorlar” duygusu işin özünü oluşturdu, bizi bağladı. Yaş, hayat tarzı, bugün yaşanan ülke ne olursa olsun tüm farklar ortadan kalktı; tek bir şey kaldı: Burgaz. Daha önemlisi Burgaz etrafında kurduğumuz yaşantımız. Bu yaşantı ne kadar önemliymiş, bize ne kadar çok şey ifade ediyormuş. Adada hep güzellikler mi yaşandı? Şüphesiz ki hayır. Kavgalar da oldu, dargınlıklar da. Ancak sünger çekmeyi bilmişiz bu tarz olumsuzluklara. Unutmuşuz, unutmak istemişiz Burgaz’ın tatlı anıları bozulmasın diye. Ortak sevgilerin yarattığı heyecan şimdi bizi bir lodos bir poyraz, adanın üzerinde gezdirip duruyor. Bu gezintide yeni başlayan dostluklar, canlanan eski arkadaşlıklar, “beni tanımaz” diye düşündüğümüz kişilerin “ben senin bebekliğini bilirim” yaklaşımları yüzümüze öyle bir gülümseme yerleştirdi ki, günlük hayatımız da aydınlandı. Bu platform bir ‘huzur bulma’ yeri oldu. Bu coşku bundan. Aslında coşkuyu adlandırmaya, anlatmaya gerek yok çünkü herkesin içindeki duygu aynı, ama diyorum ya, Burgaz’ı yazmak hoşuma gidiyor
“Burgaz’ı kızlarımdan çok seviyorum.” “Abartma Jaymi, kızların bunu duymasın.” Tabii ki öyle değil arkadaşlar, ancak kızlarım buradaki yazılarımı okuyunca öyle olduğunu sanıyorlar.
Onlara, “Burgaz üçüncü bir kardeş gibi, size olan sevgimi ne alır ne de eksiltir” dedim, pek inanmadılar... Haklılar mı bilmem ancak bu platformda yazanların yaş ortalamasına baktığınızda bizleri izleseler bile aynı heyecanı tadamayacaklarını düşünüyorum. Rebi’nin yayınladığı ”bir göç günü” yazısını okuyunca burnuma gelen güneşten sararmış gazete kokusuna karışmış naftalin ve kapalı ev kokusu. Taşınmadan iki üç hafta önce başlayan adaya gidiş havası, evdeki o tatlı telaş, halıların yıkanması, kaldırılması, koltuklara kılıfların geçirilmesi, suyun elektriğin kesilmesi, çıkarken kapının kilitlenmesi, üst kilidin kontrol edilmesi hatta kapının sıkıca ileri geri itilmesi... Bakın şu anda bir şey hatırladım, çok komik ufak bir detay ama anlayacağınızı biliyorum: Yazın evdeki parkelere sıcaktan ne olurdu bilmem ama eve döndüğümüzde basıldığı zaman ‘çıt çıt’ sesler çıkarırlardı. Nedense hep geç çıkılırdı evden, vapur kaçtı kaçacak... Elde çantalar naylonlar adaya merhaba demenin heyecanını çocuklarımız bilemezler arkadaşlar, bence bu şekli ile bilemezler. Koskoca bir kış sürekli oyun oynadığın, saatlerce konuştuğun bir arkadaşını görmemişin; işte bu gün onunla tekrar karşılaşma günü. Bu heyecan nasıl anlatılır? Üstelik artık yaşanamaz da. Kışın aramızdaki elektronik bağ çok şükür bizleri yazlık arkadaşlarımızdan koparmıyor. Kışın adada yaşayan dostlarımızla sürekli iletişimde kalmamızı sağlıyor... Ne demiştik, “Her nesil kendi nostaljisini yaşayacak.” Onların yazılardan aldıkları kokular başka olacak. Onların gözyaşları belki de SMS mesajları olacak. Mesela “delisin sen, bu mesajı mı sakladın? Harikasın ah gözlerim yaşardı” diyecekler :)) Üstelik kim bilir nasıl bir platformda? Ancak bu kıskançlık bana yaradı. Ne kadar verseler bana yetmeyen sevgilerinin dozunu az da olsa artırdıklarını gördüm. Şimdi bunu Burgaz’a bağladığım için bana yine kızacaklar ama riskini alıyorum; “Bana sağladıkların için teşekkürler Burgaz.”
Kışın ortasında Burgaz özlemimin tepe noktasında kaleme aldığım bir yazı. Bir yere ait olmak, kendini oralı hissetmek, kendini ona bağlı hissetmek...
Bu duygular nasıl oluşur, neler gereklidir? Bu soruların cevabını uzmanlara bırakıyorum, ben kendi açımdan amatörce değerlendirdim. Benim için bir yere ait olmak = Burgazlı olmak demek. Neden, nasıl? Düşündüm ve cevabı bulduğumu sanıyorum. Çocukluğum adada geçti. Sokaklarını karış karış gezdim. Babalar işe iner, anneler evde çalışırken peki biz çocuklar ne yapardık? Bize “Haydi git arkadaşlarınla oyna” derlerdi. Sokağa çıkar arkadaş arardık, hemen bulurduk çünkü program aynı, “şimdi sokakta oynama vakti.” Adada sokaklar bizim oyun alanımızdı. Annemize nerede olduğumuzu söylemişsek, orada kalmamız gerekirdi. Saatlerce oynardık, annemiz işini bitirip bizi denize götürmek için çağırana kadar. Denize gitmek için bile ayrılmak istemezdik oyun arkadaşımızdan. Sokaklar, yaşadıkça senin olur. O sokaklarda sohbet edeceksin, duvarına oturup arkadaşını bekleyeceksin. O sokaklarda sevgilinin elini tutmak için kuytu köşeler arayacaksın. Yağmurdan kaçacak veya yağmurda yürümenin keyfini yaşayacaksın. Evdekiler görmesin diye sokakta ağlayacaksın. O sokaklarda düşeceksin, düşe düşe bisiklete binmeyi öğreneceksin. O sokaklarda kardeşinin pusetini iteceksin büyüklerinin dikkatli bakışları altında. Bayramlarda en güzel kıyafetinle çıkacaksın sokağa, cami, kilise veya sinagoga gitmek için. O sokaklarda baharda gelmenin, sonbaharda gitmenin çok farklı heyecanlarını yaşayacaksın. Depremde o sokaklar evin olacak. Kim derdi sokakta yatmak evde yatmaktan daha güvenli olacak diye. Sokaklara bakarak gözleyeceksin misafirin yolunu. O sokaklarda vapurdan birlikte yürüyeceksin babanla, yorgun bir iş günü sonunda. Uzun zaman görmediğin bir arkadaşına rastlayacaksın o sokaklarda, elinden tutup evine götüreceksin onca zamanın özlemiyle. O sokakları anlatacaksın adaya ilk defa gelen bir dostuna, “Bu köşe var ya bu köşe, dili olsa da anlatsa” diyebileceksin geçmişinden hasretle bahsederken. Evinin yerini tarif edeceksin, sana göre her biri farklı özeliklere sahip sokakları anlatarak. Hayat evde sanırken asıl hayat sokaklardaymış. 21 yıldır yaşadığım Ortaköy’de sokakta çok az dolaştım, bu yüzden “Ortaköylüyüm” diyemiyorum. Hâlbuki Nişantaşı’nda yaşadığım 28 yıl sokaklarda dolaştım, okula gittim, Cumartesileri Dilberler’in köşesinde buluştum, 12 Eylül öncesi sopalı saldırganlardan ara sokaklar korudu beni. Şimdi, her Cumartesi Nişantaşı sokaklarında dolanıyorum adaya
gitmediğim hafta sonları. Bu yüzden Nişantaşı’nı da çok severim ama ayrıcalıklı aşkım Burgaz.
Düşünüyorum da bir uzaylı bizi izlese, üstlerine vereceği rapor şöyle olurdu herhalde: “Komutanım, son günlerde dikkat çekici yoğunluktaki mailleşme ortamını incelemek için emriniz üzerine dünyaya gittim. Kesin bir şey varsa, korkulanın aksine herhangi bir savaş hazırlığında değiller. Olayı tam kavrayamamakla birlikte gözlemlerimi aşağıdaki gibidir: Bir sanal grup var, adı “Yüz kitabı”, tuhaf insanlarla dolu. İçinde ikinci bir grup var, adı “Burgazada ReUnion meeting 2012”. Burgaz adında bir adayı seviyorlar ve her gün bu sevgilerini paylaşıyorlar. Nedeni, duygusallık, nostalji (eskiye özlem) gibi açıklaması var. 2012 yılında buluşacaklar ama buluşmanın dışında her şeyi konuşuyorlar. Bu buluşma için 23 Ocak 2011’de toplanacaklarmış. Bu güne kadar aralarındaki diyalogları incelediğimde öyle görülüyor ki, sadece sarılıp, öpüşüp sonra da yemek yiyecekler. Komutanım, bu buluşmanın bizim galaksi için bir tehdit oluşturmayacağı kanısındayım. Bu insanların garip hareket ve tepkileri var. Biri kavanoza adanın taşlarını doldurmuş odasına koymuş. Diğeri damacananın telinden, kurşunundan bahsediyor sonra gözü yaşarıyor (yoğun duygusallık anı). Yıllarını doldurmuş çürüğe çıkmış bir vapuru özlüyorlar. İçinde hatıraları varmış. Gittim baktım bir şey göremedim. Çalınmış olmalı, neden yanlarına almadıklarını anlayamadım. Manevi diyorlar (elle tutulmayan hissedilen anlamında). Hızlı katamarandan bahsetmiyorlar, buharlı vapurları istiyorlar. Çelişkili yaratıklar! Sokaklar orada ama onlar o sokakların “bir şeyini” özlüyorlar. Sokaklar hakkında yazılmış bir yazı var, birçok kez okudum ancak tercüme edilince hiç bir şey anlaşılmıyor. Tarihçilerimizin incelemesi için kopyaladım. Yıkılan evlerin daha ‘güzelini’ (Ne demezsin!!) yapıyorlar ama sonra eski halini istiyorlar. BDK ve ASSK diye bir yerleri var, orayı çok seviyorlar ama “o yerler yokken hayat ne güzelmiş” de diyorlar. Renkli fotoğraf teknolojisini geliştirmişler ancak bu gruptakiler siyah beyaz fotoğrafları daha çok seviyor. Kısacası, yeni olsun daha iyi olsun diye eskiyi yıkıyorlar ama bitince de eskiyi
arıyorlar. Üstelik bunu hep aynı görünümlü insanlar yapıyor ama bu gruptakiler memnun değiller. Bu da anlaşılamıyor komutanım. Bu insanlar bir arada yaşarken ayrılmışlar, şimdi tekrar bir araya gelmeye çalışıyorlar. Madem bir araya geleceklerdi, neden ayrıldıklarını kavrayamadım. Ancak bu konu açılınca görülüyor ki, içleri hüzün dolu. Komutanım burada gördüklerim bizlerin anlayabileceği şeyler değil. Dünyada buna aşk deniyor ve hem seviyor, seviniyor, gülüyorlar hem de üzülüyor, ağlıyorlar ama hep aşktan söz ediyorlar. Aşk bizim önceki deneyimlerimizden insanlar arası olan bir duygu olarak açıklanıyor ancak buradaki aşk bir toprak yani ada için. Benim hizmet etmek üzere programlandığım halimle incelemelerimde bu kadar ilerleyebildim. Paradoksal bu durumu çözmek için yeni yazılımlara ihtiyacım var.
- Jaymi, beni unuttunuz - Kim o, hay Allah kimse görünmüyor? - Buradayım adanın tam ortasında. - Aaaa evet, Burgazada Tatil Evi. - Seni nasıl unutmuşuz bu kadar sohbetin ortasında. Kızma ne olur. - Yooo kızmam tabii. - Eee madem buradasın, anlat bakalım kendini; herkes seni yakından tanısın. - Olur mu ki, hikâyem uzun, sıkılmasınlar? - Sanmam, sen Burgazlı’sın herkes seni sever. Bu kadar çocuk barındırdın, hatırın büyük. - Eh peki o zaman, yaslan arkana dinle hikâyemi. Sonra gruptaki arkadaşlarına anlatırsın. - Tamam, not tutuyorum; her şeyi aktaracağım, haydi anlat. Ben Burgazada Tatil Evi’yim. Adalardan en çok ada özeliğini korumuş Burgazada’nın tam orta yerinde yaşıyorum. Adadaki varlığım bindokuzyüzlü yıllarda başlar. Buco, Pepo Danon ve Mithat Kaldam, üzerinde bulunduğum araziyi ve binayı Yahudi cemaatine bağışlamışlar. İlk inşa edildiğimde ahşap bir bina olarak yaz tatillerini adada geçirmek isteyen çocuklarla birlikte oldum. O zamanlar bir yaz döneminde yaklaşık 150 çocuk barındırıyordum. Altmışlı yıllarda ahşap yapının yıkılması ve
betonarme inşaatın gerçekleşmesiyle o günün şartlarında oldukça modern bir bina olarak tekrar hayata döndüm. Nostaljik yanımı yitirmiş ama daha işlevsel olmuştum. O günden beri adanın gönüllü müdavimleri gruplar halinde çalışıp daha iyi olmam için toplantılar yaptılar. Onları hep dinledim. Boşuna “yerin kulağı vardır” denmez ya !!!. İyi ki de dinlemişim, şimdi sizlerle paylaşabildiğim anılarım var. Neler gördüm, neler yaşadım... Adaya su boru hattı bağlanmadan evvel sarnıçları doldurmak için su tankeri gelirdi. Yollarda patlayan su hortumlarını eski adalılar hatırlar. At arabaları üzerinden zor geçerdi. İşte o hortumları benim adıma satın alıp, kiralayarak gelir sağlamak o zamanki başkanım Moiz İşman’ın fikriydi. Son yıllarda artık yaşamın değiştiği söyleniyordu. Önceleri ne demek istediklerini anlamadım. Televizyonum, müzik setim, güzel temiz ranzalarım, iyi bir mutfağım büyük bir yemekhanem, kütüphanem, revirim, bahçem, hatta basket potalarım dahi vardı, ne istiyorlardı benden; bir binada daha ne olabilirdi ki? İki dönemde toplam 120 çocuğu barındırıyordum. Bende olanlar birçok ada evinde yoktu. Kulak misafiri olduğum toplantılarda adalılar ısrarla değişmem konusunda fikirler üretiyordu. Derken, hummalı bir çalışma başladı. Projeler birbiri ardına inceleniyordu. Söylenenlere göre artık etrafımı saran yüksek duvarlara rağmen daha dışa dönük görünmem gerekiyormuş. Yatakhane kavramı müstakil odalara dönüşecekmiş; odalarda mobilyalar bulunacakmış, tam bir ev sıcaklığı yaşatacaklarmış. Çocuklar duşlarını odalarında alacaklarmış. Kütüphaneye bilgisayar bölümü yapılacakmış. Bunları duyunca nasıl heyecanlandığımı anlatamam. O zamanlar bilgisayarın ne olduğunu bilmiyordum. Bu makinelerle çocuklar ne yapacaktı, uzun süre anlayamadım. Bir yandan da çekiniyordum acaba bu değişiklikler sonucunda alıştığım yapımı kaybedecek miydim? Toplantıları can kulağı ile dinliyordum. Birbirinden güzel fikirler ortaya atıldıkça keyfim yerine geliyordu. Artık kaygılarımın boşuna olduğunu açıkça görebiliyordum. Hele havuz fikri ortaya atıldığında az kaldı çığlık atacaktım ki, kendimi zor tuttum. Az daha onları bunca yıl dinlediğimi anlayacaklardı. Ben yine duvar gibi durmaya devam ederken alınan kararlar hayata geçmeye başladı. Dokunulmadık yerim kalmadı, adeta bir estetik ameliyat geçiriyordum. Mutfak yenilendi. Bahçedeki sarnıç ve bekçi kulübesi yıkılıp havuza yer açıldı, bahçedeki yer kaplaması değişti, dam kaldırılıp teras yapıldı. Hayatım çok değişti. İnsanların birlikte olmasını görmek çok hoşuma gidiyor. Değişim dedikleri bu olsa gerek, şimdi daha iyi anlıyorum. Hatta bende kalan çocukların
dışında, adalı çocukların da her gün geldiklerini görüyorum. Bazıları okuldan arkadaşlarmış, bir kısmı da adada tanışmış. Antakya ve İzmir’den gelen çocuklara, son yıllarda Bulgaristan’dan gelen çocuklar katılınca önemim daha da arttı. Dönem sonu ayrılık vakti geldiğinde duvarlarıma yaslanıp ağladıklarını duyuyorum. Birlikte olmanın coşkusu yanında ayrılık günü insanların yaşadığı hüzün, yarışmalarda kazanmanın verdiği gurur, ödüllerin dağıtım günüde ailelerin sevinci ile tam bir duygu seline dönüşüyor. Tüm duyguların yaşandığı bir mekân oldum artık. Yaşadıklarım bununla bitmiyor. Sadece çocuklar değil artık yaşlılarla da birlikte olabiliyorum. Yaz başı ve dönem sonlarında yaşlılar tatillerini artık bende geçiriyorlar. Anlattıklarını dinlemek ayrı bir keyif veriyor bana. Keşke yaşlılardan öğrendiklerimi çocuklara anlatabilsem. Neme lazım konuşmaya başlarsam perili ev derler, kimseyi korkutmaya niyetim yok. Biz böyle birlikte çok güzel yaşıyoruz. Yazın gelen psikolog danışmandan duydum; çocuklar öğretmenlerinden öğrendikleri ile tecrübelerini kendileri kazanacaklarmış. Artık yeni yöntemlerle, modern sistemlerle, uzmanların denetiminde yetiştirilen çocukların nasıl daha mutlu ve başarılı olduklarını görüyorum. Değişiklik ve yenilikler bitmedi. Kışın Burgaz’ın ne kadar güzel olduğunu çok az insan bilir. Ben, kimin adaya geldiğini olduğum yerden çok iyi görüyorum. Sonbaharın sakinliğini, kışın keyfini, baharın güzelliğini birçok adalı bile bilmez. Sizler gelmeden açan güller, mimozalar, kiraz, erik, kayısı ağaçlarının çiçek açtığı kısa zamandaki güzellikleri hep kaçırıyorsunuz. Şimdi, kış döneminde dahi hizmet verebileceğim bir hale geldim. Birçok çalışma grup toplantıları bünyemde yapılabiliyor. Hafta sonu gelen gençler temiz oksijen dolu ada havasında çalışırken eğlenceli, farklı bir hafta sonu geçirdiklerini söylüyorlar Yaşadıklarımı anlatabilmek için bunca yıl sabırla bekledim. 100 yıldan fazla bir süredir binlerce çocuk tatile bana geldi. Bazıları şimdi çocuklarını hatta torunlarını getiriyor. Böylesi bir hayat az binaya nasip olur. Daha nice yıllar hizmet vermeye devam edeceğim. Hayatın gelip geçici olduğu, kalıcı olanın yapılan eserler olduğunun bilincinde olan bir ada binası olarak sizleri çok seviyorum.
Nostaljik başka bir dönemde klavyeye dökülenler...
Bazen gözlerimi sımsıkı kapatıyorum, geçmişimi düşünüyorum. Gerilere çok gerilere öyle hızlı kayıyorum ki, sanki sonu olmayan bir kaydıraktayım. O çocuk halime bakıyorum, yaşama nasıl duygularla baktığını biliyorum, o arayışı biliyorum. Ah, o çocuğa diyecek o kadar çok şeyim var ki. Çocuk Jaymi ile konuşmak istiyorum, her yaşı için söyleyecek, anlatacak başka konularım var. Elimde bir kitap var, kapağında “Tecrübe” yazıyor. 52 yılda yazdım bunu, şimdi de paylaşmak istiyorum ama önce o çocukla. Onun elinden tutmak istiyorum, ona bizim sadece bizim doğrularımızı söylemek istiyorum. Gözlerinin içine bakmak onu tek kelime ile etkilemek istiyorum. Biliyorum bunu yapabilirim, onu tek kelime ile etkileyebilirim. Küçük Jaymi’ye bir kelime yeter, her konu için bir kelime. O da bunu istiyor. Uzaklara bakıyor, bazen ağlıyor; kimse görmüyor ama ben biliyorum, oradaydım. Elimi uzatıp başını okşayamıyorum. Tek bir kelime ağlamasını keser, onu neşelendirirdi ama yapamıyorum, yapılamıyor. Kızlarıma okumaya çalıştım bu kitabı. Beni can kulağı ile dinlemediler, dinlemiyorlar. Onların kitabı başka, yolları farklı. İşte bu yüzden, bu kitabın boşa gitmesini istemiyorum. Bana arkadaşlarım, yakınlarım “kitap yaz” diyorlar. Ben kitabımı yazdım, bastım, elimde duruyor ama bir tek ben okuyorum kimse eline almıyor. İşte bu yüzden bir geri dönebilsem, ah bir dönebilsem neler olacak; nasıl değişecek Jaymi’nin hayatı. Ali Poyrazoğlu, bir oyununda buna benzer bir fanteziyi konu etti. İnanın ondan etkilenmedim, çok daha önceden aklımdaydı. Bu oyunu aklımda, Ali Poyrazoğlu’nun sahnede oynadığından çok daha fazla oynadım. Ama kimse seyretmedi, şimdi de sadece siz biliyorsunuz. Öyle herkese anlatılacak bir şey değil bu, çok özel. Neler derdim, diye merak ediyorsunuz değil mi? O Jaymi’ye doğduğu günden bu güne neler derdim? Tabi ki, her gün için bir sözüm var ama sizinle paylaşacağım kısmı ayrı. Çocuk Jaymi’yi karşıma alır ona, adada mümkün olduğu kadar çok arkadaş edinmesini söylerdim. Kulüpten çıkıp bir gün Çamakya’dan, bir gün 6 Numara’dan, başka bir gün Moloz’dan, Marta Koyu’ndan, Kalpazankaya’dan denize girmesini söylerdim. Ağabey ve ablalarını izlemesini, onlarla hatıralar paylaşmasını söylerdim. Ona dedim ki, bir gün gelecek aranızda sayamadığın kadar çok olan bu yaş farkı yok olacak, onlar da senin arkadaşların olacak. Aynı şekilde kendinden daha küçüklere de dikkat
etmesini söylerdim. Derdim ki, o bebek bir gün seninle aynı masada oturacak, muhabbet edecek ve arkadaş olacaksınız. Koço’nun fırınından daha çok ‘flüt baget’ al derdim. Bir gün gelecek Koço’yu hatırlayanlar azalacak, flüt baget yapılmayacak. Yani’den oyuncak, Triyandafilo’dan olta al, derdim. Onları iyice beynine kazı, onları bir gün artık hiç göremeyeceksin, derdim. Haralambo ile annenin Fransızca ve Rumca sohbetlerini iyi dinle derdim. Bir gün bu anıları anlatacağın kızların olacak. Rıza Amca’nın oğulları Çoşkun ve Ali ile oynarken fotoğraf çektir. İleride bu anları hatırlamakta zorluk çekeceksin. Andon'un sarı atını unutma, fotoğrafını sakla; o at bile mazi olacak. Sakanın çıkardığı sesi kaydet, onu da unutacaksın. Şu sevmediğin öğlen uykuları var ya, gelecekte onları çok arayacaksın kıymetini bil. Ah bunu sana nasıl anlatsam? Şimdi akşamları seni kulübe sokmayan Kâzım Ağabey, bir gün gelecek senin ev sahibin olacak, senin bu halini hatırlayacak ondan çekinme derdim. Bayramda sinagoga giderken giydiğin yeni kıyafetin gelecek yıl küçük gelecek, bu yıl daha sık giy derdim. Bisiklete binmeyi öğreneceksin, düşmelerin sende bazı izler bırakacak ama onları çocukluğundan bir hatıra olarak seveceksin. Bırak, yaralar iyileşir sen bisikletinin keyfini sür, derdim. Seyahat etmek için yıllarını vermeye hazırsın. Zamanını bekle çok seyahat edeceksin, yıllarını böyle kolay harcama, her dakikası önemli derdim. ASSK spor hayatını bırakma, orada çok iyi arkadaşlıklar edineceksin. İleride özlemle bakılan fotoğraflarda sen de ol. Çocukluk arkadaşlarının elini sıkı tut, onları kaybetme, onlar kadar değerli arkadaşlık yoktur derdim. Üzüldüğün şeyler seni olgunlaştırıyor ancak onlara gereğinden fazla önem verme, derdim. Erkek çocuksun, üzüntünü saklıyorsun. Bu doğal ama bundan utanma derdim. Sevgini, aşkını saklama, kız arkadaşınla el ele tutuşmak için ıssız sokaklar arama, eğlenmene bak çünkü ileride eğlenmek için bu kadar zamanın olmayacak, derdim. Ve en son ne derdim biliyor musunuz? “Ey çocuk, büyümeye bu kadar hevesli olma!”
Bu hikâye tam bir hayal ürünü. Ama kendimi o kadar kaptırdım ki... - Merhaba, bir şey sorabilir miyim? - Merhaba, buyrun nasıl yardım edebilirim? - Adanın tepesine çıkmak istiyoruz orada tarihi bir kilise varmış. Nereden çıkılır, kilise açık mıdır? - Tepeye çıkmak için üç yol var, bakın siz şu yola yakınsınız. Buradan düz devam edin, sonra sola sapın, 200 metre ilerleyin, sağdaki yokuştan hiç bir yere sapmadan yolu takip edin, sizi tepeye götürür. Kiliseyi oradaki bekçiye açtırabilirsiniz. Yanında mezarlık var, onu da ziyaret edin. - Aslında mezarlığı ziyarete gelmiştik. İstanbul’a gideceğimi öğrenen komşum bana bu fidanı verdi. Yunanistan’dan buraya kadar getirdim, acaba ekmeme izin verirler mi? - Ne kadar güzel. En iyisi ben size rehberlik edeyim. Dikim işinde size yardımcı olur tercümanlık yaparım. Buyurun buradan gidelim. Bir dakikanızı rica edeyim plaj çantamı bakkala bırakayım, yük olmasın. Su veya başka bir ihtiyacınız var mı? - Zahmet olmazsa bir şişe su çok makbule geçer. Hava çok sıcak, biz bu sıcaklar bir tek bizim oralarda var sanırdık. - Tabi ki, ne zahmeti hemen dönerim. Buyrun. - Teşekkür ederim. Sizi tatil gününüzde deniz keyfinizden mahrum bıraktık, bize tarif etseniz de biz yalnız gitsek. - Yok, ben adayı gezmekten zevk alırım. Yolda bana komşunuzu anlatırsınız ben de size ada hakkında bildiklerimi anlatırım. Denize öğleden sonra da girebilirim. Sabah yürüyüş yaptım, üzerine yüzebilirsem bugünkü kardiyomu tamamlamış olurum. Ben Jaymi, adınız? - Yani. Eşim Eleni. - Çok memnun oldum. Şuradan buyurun yavaş yavaş yürüyelim tepeye, yol uzun ve dik. - Tamamdır. Anlamadığım birçok şey var nasıl sorsam? - Tek tek sormayı deneyin. - Evet, şundan başlayayım. Çantanızı nasıl oldu da bakkala bıraktınız? - Biz burada bir aile gibi yaşarız. Bakkal, esnaf herkes arkadaştır. Rica ettim, benim için sakladı. - Su için para vermediniz?
- Bir defteri var. Oraya yazar, ara sıra gider öderiz. - Güven ortamı demek. - Evet, güven ortamı, aile ve arkadaşlık başka nasıl olabilir ki? - Ada, adada yaşamak... Ne kadar şanslı olduğunuzu biliyor musunuz? - Biliyorum. Bu hayatı seçmiş olmaktan gurur duyarım. Çok özel olduğunun farkındayım. - Herkes herkesi tanır mı? Aşağıda denize girilen tesisler gördüm ama giremedim. Denize nereden girebileceğim? - Herkes herkesi tanımasa da mutlaka göz aşinalığı vardır. Bir adalı diğer bir adalıyı şehirde görünce selam verir. Küçük bir ortamda olmanın getirdiği bir alışkanlık. Hele yurt dışında karşılaşırsa sohbet bile edilebilir. Benim başıma bir kaç defa gelmişti. Denize girebileceğiniz plajlar var. Sizin gördüğünüz yerler özel kulüpler. Oralara üye olmak gerekir. Ancak dilerseniz şu sağda gördüğünüze sizi misafir edebilirim. - Teşekkür ederim. Size yeterince zahmet verdim sanrım, bundan sonrasını kendimiz halledebiliriz. Ne dersin Eleni? - Eşim biraz Türkçe konuşur, yolumuzu bulacağımızdan eminim. - Nasıl arzu ederseniz, bizde teklif var ısrar yok. - Teşekkür ederiz. Bu adaya nasıl geldiniz, burada mı çalışıyorsunuz? - Adaya anneannem ve dedem zamanında gelmiş. Sonra annem babam, şimdi de ben ve eşim. İleride de çocuklarımın buradan bizim ailece aldığımız zevki almalarını diliyorum. Ancak belli olmuyor bazen çok uzağa uçabiliyorlar. - Geçmişiniz var demek, derin kökler bu çok önemli. - Evet, adaya sevgiyle bağlı olmamın nedeni bu galiba. Adada çalışmıyorum. Her gün vapur veya katamaranla işe inerim. - Her gün mü? Zor değil mi? - Yok değil. O ayrı bir zevk. İşe katamaran ile gidiyorum. Sabah gün ağardıktan sonra kırk dakika gazete keyfi yapıyorum. Kışın böyle bir zamanım yok. Akşam dönüş başka keyifli. Arkadaşlar üst katta buluşuyoruz. Sohbet çok koyu oluyor. İkramlar falan, bir bakmışın adadasın. Bu tarz başlayan sonra samimi arkadaşlığa dönüşen tanışıklıklar çok olur bu yolda. - Tek ulaşım deniz yolu demek, peki kendinizi kısıtlı hissetmiyor musunuz? - Adalılar böyle bir duyguyu hissetmezler. Bilakis son vapur gittiğinde artık ada bizimdir. Şehirdeki eğlence tarzını burada bulamazsınız ama bize özgü eğlence şeklimiz var. Sahilde dolaşmak, arkadaşlarla karşılaşmak, birleriyle kahve içmek,
dondurma sırasındaki muhabbet, komşu balkonlardaki keyifli sohbetler, bahçelerde birlikte yenen yemekler, adanın arkasında günbatımına karşı yapılan rakı keyfi, dönüşte hazım yürüyüşleri... Daha neler neler… Bu hayatı herkes sevmez kimine çok sıkıcı, izole geliyor. Ada hayatına alışmak zordur. Burada eski olmak çok önemli. Arkadaş çevresi şart. Bu da zamanla oluşuyor. - Kışın hayat nasıl? - Kışın adanın nüfusu çok azalır. Adanın yerli halkı kalır, genelde balıkçılık yaparlar. Kışın adada yaşayıp şehirde çalışanlar da var. Ama kışın adaya gelirseniz hiç yalnız kalmazsınız. Kahvede veya lokantalarda size arkadaşlık edecek birileri mutlaka vardır. İşte o sohbetin tadına doyum olmaz. Bakın tepeye geldik, şimdi ben kiliseyi açtırırken siz ilerdeki mezarlığı ziyaret edin, fidan işini kilise ziyaretinden sonra hallederiz. - Gördüklerim inanılmaz. Ne kadar eski bir mezarlık. Kilise de bunca yıllık geçmişine rağmen bakımlı kalmış. Hele bu manzara, kendimi dünyanın tepesinde hissettim. Fotoğraf çekmeye doyamıyorum. - Adamız böyledir işte, doyulmaz. Siz şöyle durun, ben sizi birlikte çekeyim. Bakın, fotoğrafı gösterirken anlatırsınız. Burası Kınalı (Proti), üstünde olduğumuz ada Burgaz (Antigoni), şu yan ada Heybeli (Halki), arkadaki Büyükada (Prinkipo) Onun da arkasında Sedef adası, şuradakiler de Sivri ve Yassıada. Bu iki adada yaşam yoktur Yassıada’nın Türk siyasi hayatında rolü vardır. Hikâyesi uzun, Google’dan okuyabilirsiniz. Şu karşı kıyılar ben çocukken bomboştu maalesef şimdi betonla doldu. Gece pırlanta gibi parlar, tek güzelliği bu oldu. Biz burada adada şehir kargaşasından uzak yaşarız. Bu yüzden hem aldığımız oksijenle hem de sakin hayatın verdiği avantajla huzurlu ve dinlenmiş oluruz. Siz Yunanistan’ın neresinden geliyorsunuz? - Ben Atinalıyım eşim Selanikli. Bu İstanbul’a ilk gelişimiz. Size bahsettiğim komşumuz 1960’lı yıllarda Yunanistan’a gelmişler. Eskiden yaz kış bu adada yaşıyorlarmış. O günleri anlatırken yüzlerinde bir hüzün görürüm ama bize nedenini hiç anlatmadılar. Adanızı görünce biraz anlam verebiliyorum şimdi. Yaşadıkları evi bilseydim fotoğrafını çeker onlara götürürdüm. - Öğrenirseniz bulmanızda yardımcı olurum ama bıraktıklarından çok farklı bir durumda olması da muhtemel.
- Bay Jaymi, biz sizi daha fazla alıkoymayalım artık. Yolumuz bulabileceğimizi düşünüyorum. Sizin bir fotoğrafınızı çekmek istiyorum. Bu yakınlığınızı unutmayacağız. Çok teşekkür ederiz. Kilisenin bekçisinden rica edelim üçümüzü birlikte çeksin. Durun şöyle çömelelim adaların hepsi gözüksün. - Ben de sizinle tanıştığıma memnun oldum. Üzerimde kartım yok, malum denize gidiyordum ama kaydetmek isterseniz size cep telefon numaramı vereyim, bir ihtiyacınız olursa lütfen aramaktan çekinmeyin. Dönüş için şuradan inerseniz adanın arka manzarasını da görürsünüz. Toprak yol bitince sağa sapın, yolun sonunda Kalpazankaya lokantası var. İşte size bahsettiğim gün batımı keyfi orada yapılır. Bence mutlaka gidin, hatta dönüşte yürüyün ve iskelede dondurma yemeden sakın vapura binmeyin. - Tekrar teşekkürler. Biz de sizi Atina’ya bekliyoruz. Ben sizin telefonu çaldıracağım, benim numaramı kaydedin. Gelirseniz lütfen bizi arayın. - Bay Yani, Bayan Eleni ilk fırsatta geleceğim. Atina’da çok arkadaşım, tanıdığım var. Mutlaka ortak arkadaşlarımız vardır. Görüşmek üzere, hoşça kalın. Kalo traksidi. - Rumca bildiğinizi söylemediniz. - Çocukluğumdan aklımda kalan bir iki kelime hepsi bu. :))
*** - Kızım telefonum çalıyor, gelirken getirir misin? Neden açmadın? Çalıp duruyor. - Yurt dışı baba, sanırım Yunanistan. - Embros. - Aaaa, Yani merhaba. Nasılsınız, Yunanistan’a döndün mü, Burgaz nasıl geçti? Ne, hala adada mısın? Neler oldu anlat. Dur şimdi anlatma, bu akşam bize yemeğe gelin sohbet edelim. Lydiaaa akşama sözümüz yok değil mi? Süper. Neden mi, telefonu kapatınca konuşuruz. Yani, nazlanma davet ettimse sen gerisini düşünme, buyur. Ok, anladım ben sizi saat 19.30’da almaya geleceğim. …Lydia geçenlerde karşılaştığım Yunanlı turistler var ya, adadaymışlar dönememişler. Bu akşama yemeğe çağırdım. Mangal yaparız, yanına bir iki salata hazırlarsan ben İsmail’den biraz turşu falan alayım, bira, rakı bulundursak yeter. Ha bir de kap ver, dondurma alayım.
- Hava rüzgârlı, içeride mi yesek? Sonra kahve için dışarıya çıkarız, ne dersin? Neyse, akşam bakarız duruma göre. - Ben çarşıya ineceğim başka bir isteğin var mı? - Aslında var. Onlara börek yapalım salata ve et ile doyulmaz. Bir pilav mı yapsam? En iyisi sebzeli pilav yapayım. Pazardan geçerken bana taze nane alır mısın? Gerisini ben telefonla sipariş vereceğim. Manavın önünden geçerken tembihle, servisi geciktirmesin. Patlıcan közlemeye vaktim olmaz. Sen İsmail’den bir de patlıcan salatası al. - Tamamdır; ben kaçar. Dondurma tabağını unutuyordum. Yaprak gibi olanı ver, daha güzel duruyor. Evde bana hemen ihtiyacın yoksa denize bir dalıp geleceğim.
***
- Bir demet nane verir misin? - Buyur ağabey, başka ne lazım? - Hanım sabah alışveriş yaptı; bir şey gerekmiyor, sağ ol. - Abi taze kekiğim var. Abla sabah almadı, salatası güzel olur. Gülçin Ablam aldı, bak sana da vereyim. - Aaa, Gülçin merhaba nasılsın? Akşama Yani ve Eleni gelecekler. Yemek hazırlıyoruz. Lydia benden nane istedi, arkadaş elimi doldurmaya çalışıyor. - Al, hakikaten bu taze kekikler çok güzel. Akşama salata yaparsın, senin turistler kekik neymiş görsünler. - Peki, ver bir demet. - Bir demet yetmez, iki al. Ben Lydia’yı arar nasıl yapılacağını hatırlatırım. - Akşam yemeğe siz de gelsenize. - Bu akşam Deniz İtalya’dan dönüyor, ben de ona hazırlanıyorum. - Haydi gözün aydın, o zaman kahveye gelin. - Geliriz, Cavit yorgun değilse ve eve iş getirmediyse geliriz. - Gökçe nerede? - Bu sabah altı buçukta elinde poğaça ekmek ile geldi, kahvaltı hazırlayayım derken uyuya kalmış. Kaldıramadım. Ben de yalnız kahvaltı edip pazara geldim işte. - Haydi tutmayayım seni. Kolay gelsin, akşama görüşürüz. Selam. - Abim rokaya bak diri diri.
- Senin derdin bana tezgâhı pazarlamak, anladım. Roka evde var; zaten bir tek ben yerim, bitmiyor. Haydi, hoşça kal haftaya görüşürüz. - Frambuaza geeeel. ... Kaymaklı dondurma üzerine frambuaz, of çok güzel olacak. - Bir kutu verir misin? - Buyursunlar, torbayı dik tut abim, evde dolaba koy. Ne alırsan bir liraaaa. Delirmiş bu adam diyorlar, ne alırsan bir liraaaaa - Bu leğen bir lira mı? - Yok abi, o beş lira, bu tezgah bir lira. - Büyüteç, mandal, makas aldım; al üç lira. Dur para üstü verme, iki magnet aldım. Megy ne haber, yürüdün mü bu sabah? - Evet, ama sana rastlamadım. - Bu sabah uyku tutmadı saat yedide tepedeydim. - İyi yapmışın. Ben tepeye çıkamıyorum, Kalpazan’a gittim geldim. - Bir gün birlikte düşük tempo gideriz, yolu öğren bari. - Tamamdır yaparız. Akşama annemler bizde, daha alışveriş yapmadım. Hadi bana müsaade, Lydia’ya selam söyle. - Tamam söylerim; kolay gelsin. Yemekten sonra kahveye gelin, Cavitler ve Yani ile Eleni gelecek. - Babam uyuklar da erken kaçarlarsa geliriz. Gelirken bir şey alayım mı, dondurma falan. - Yok alma, ben alıyorum. Siz gelin yeter.
*** - Merhaba Şeref yok mu? - Şeref Abi bakar mısın? - Ooo Jaymi, ne haber? - Sağ ol Şeref sen nasılsın? Akşama misafir var. Hani Yani ve Eleni var ya, onlar gelecekler. Şu tabağa sakızlı ve kaymaklı dondurma koyar mısın lütfen? - Kaç kilo olsun? - Tabakta kaç kilo güzel duracaksa o kadar olsun. - Sakızla kaymağı ayırman için sakızlı tarafa bir kaç sakız tanesi koyacağım şaşırmazsın.
- Oldu Şeref, sen hazırla dondurucuya koy, ben gelir alırım. - Abi bir dondurma ikram edeyim, neli alırsın? - Sağ ol Şeref, yerdim ama akşam abartacağız bari şimdi dikkat edeyim. - Tamam abi, sen işini gör sonra gel dondurmanı al.
*** - İsmail merhaba, - Ooo Jaymi, ne haber? - Sinan nasılsın? Bizim siparişler gitti mi? - Gitti abim benim, az önce Lydia Abla’ya teslim ettim. - Sağ ol Sinan, teşekkür ederim. - İzmayll bana biraz kornişon verir misin? - Sinan, Jaymi Abi’ne turşu ver. - Bu kadar yeter mi? - Ne yaptın Sinan? Bugün turşu satılmadı herhalde, yarısı yeter. - Abi ne vereyim? - Bana altı dilim hindi füme ver. - Bana da üstü dilim ver. - Aaaa Cavit, ne haber? Sen bu gün işte değil miydin? - Erken kaçtım. Deniz kâğıtlarını ayarlayamamış, okulda bir imtihanı daha varmış; haftaya gelecek. Zar zor biletini değiştirdik. - Ah Deniz, her gelişi – gidişi bir olay… - Ne yapalım hallettik işte. Taksim’deki THY’den artık adaya gideyim dedim, buradan çalışırım. - Akşama kahveye geliyorsunuz, şimdi çalış geceye iş bırakma. - Jaymi Abi, hindi fümeden başka ne istersin? - Bu kadar yeter, sağ ol. Alo buyur, evet bakkaldayım. Patlıcan salata mı, evet aldım. Birazdan geliyorum. Ne masası, haa yatağın altındaki mi? Dur bekle, ben gelince yaparım. Tamam tamam oyalanmam. İzmayll fena yakalanıyordum. Abi bana buraya patlıcan salatası koyar mısın? Bu kap ufak daha büyüğü yok mu? Ha bu oldu ya, bir de közlemiş kırmızı biber ver. On tane yeter.
Cavit acelen yoksa bekle beraber çıkalım. - Tamam beklerim. - Hatırlat dondurmayı da unutmamayım. İsmail, Muharrem nasıl? Adaya hiç gelmez oldu. - İyidir abi, karşıda işte, orası onu çok oyalıyor. - Çok selam söyle. Alo Lydia bira, rakı tamam mı? Yok, o yetmez ben bir şişe daha alayım. Cavit yanımda, birlikte çıkacağız. Yok unutmam, dondurma hazır. Söyledim, kahveye geleceklermiş. Aslında Deniz gelmeyeceğine göre... Ben bir konuşayım. Tamam ona göre diğer masayı bahçeden yukarı taşırım merak etme. Geldiiim, tamaaam. Ceyvit, Gülçin’le konuş, madem Deniz yok, yemeğe gelin. - Gökçe arkadaşlarını çağırmış bizim eve. Kalabalık, gelmemiz zor. Kahveye geliriz artık. - İsmail ben gittim; hesaba yaz.
*** - Şeref benim tabak hazır mı? - Hazır Jaymi. Dur bir paket yapayım. Uzağa mı gidecek? - Yok, eve kadar. - Oldu o zaman. O kadar dayanır. Hava rüzgârlı ama sıcak, dondurma kolay erir dikkat et. - Şeref ya, bende para kalmamış; yarın ödesem? - Tamam Abi, ne demek? - Dur bakayım, burada varmış, bu şortun ceplerine de bir türlü alışamadım.
*** - Selam Cansa, ne haber? Mehmet Ali nasılsın? Binali iyi akşamlar. Sende beton çivisi var mı? - Var ne boy lazım? - Varsa tamam, şimdi elim dolu, yarın uğrarım. Hoşça kal
***
- Selam baba. - Kızlar nereye? Akşama misafir var, geç kalmayın. - Baba yaaa, Büyükada’da sürpriz doğum günü var, mutlaka gitmem lazım. - Benim de şehirden arkadaşlar geldi. Cem’lerin bahçesinde mangal yapacağız; et almaya gidiyorum. - Bunların sürpriz partileri bitmez, hepsi de çok önemli.
*** - Hoşça kal Ceyvit, akşama görüşürüz. - Biraz işim var, onları düzenler gelirim. Yarın teklif bekleyen müşteri var; mutlaka hazırlamam lazım. - Kolay gelsin.
*** - Ev halkı ben geldim! Bu kadar heyecan duymayın her zamanki ben. Kızlar çıktı mı ne çabuk! Lydia nerde? Lydiaaa!! - Geldiiim, aşağıda komşudayım, masa örtüsü aldım. - Bizimkilere ne oldu? - Bizimki aşağıdaydı zaten. Dur beni lafa tutma pirincin dibi tutmasın. Nane nerede? - Merhaba öpücüğü alayım önce. - Olmayacak anda romantikliğin tutar. Akşama misafir var, sen adayı geziyorsun. Denize girdin mi? - Giremedim. Pazarda, İsmail’de, Şeref’te oyalandım. Sonra Ceyvit ile karşılaştım, sohbet ede ede eve geldik. - Ne yapayım, masayı kurayım mı? - Evet iyi olur. Masayı içeride kur, yemek öncesi ve sonrasında balkon rahat kalsın. - Tatlıyı yemekten hemen sonra vermeyeceğim, kahve ile balkonda servis ederiz. - Ok. - Ben masayı kurayım, sonra giyinmem lazım. - Misafirleri almaya gideceğim, bu arada müzik koyayım da havaya girelim. O Yorgos ine poliros, apus to lene min tatros, aposto endeka ke bros...
- Oooo, eskilerden başladık, dur bakalım bundan sonraki parça ne? Muhi klepsi muhi klpesi muhiklepsi stin kardya i Marina i Marina i Salonikyaaaa ... Ena ke diyo ke tesera pedyaaa... - Jaymiii kıs şunu, zaten başım ağrıyor tüm mahalle duyacak gibi açtın yine. - Tamam kıstım. Offf ya ne müzik düşmanısın, var ya...
*** - Lydia, Jaymi çok teşekkür ederiz. Bu ne güzel yemek. Her gece böyle mi yersiniz? - Yok. Yani bu gece biraz farklı. Siz geleceksiniz diye özendik ama bu kadar olmasa da buna yakın olur. - Lydia şu sebzeli pilavın tarifini yazdırır mısın? - Tabi Eleni, kâğıt kalem vereyim sen yaz. - Eeee Yani, anlat bakalım nasıl oldu da buradasınız hâlâ? - Jaymimou senden ayrıldıktan sonra Kalpazan’a kadar yürüdük. Aslında bir bakıp dönmeyi planlıyorduk. Önce, madem geldik bari oturalım dedik. Çay içtik börek yedik, acıkmaya başladık. Sonra ne yapalım derken son vapur saatine baktık ve orada yemek için kalmaya karar verdik. Güneş batıyordu. Böyle bir manzarayı son olarak Santorini’de görmüştük. Güneş önce turuncu oldu sonra bulutların arkasına saklandı; sarı, turuncu, mor, mavi gri, lacivert, tüm renkler gökyüzündeydi. Güneş battıkça bulutlar dağıldı. Güneş, yusyuvarlak turuncu bir disk gibi hızla kayboluyordu. İnan nefesimiz kesildi. Bu arada garson gelmiş duymadık. Güneş battıktan sonra gökyüzünün renklerini bir fotoğrafta görsem ‘photoshop’lanmış’ derdim. Kaç poz fotoğraf çektiğimi sayamadım. Daha sonra öyle bir yemek yedik ki, mmm. İsmail bizimle özel ilgilendi; senin sevdiğin masayı verdi. Erkan’la Mehmet’in servisi süperdi. Yemekler, hele balık… Eleni pos tol lene afto to psari? - Sarıkanat. - Hah işte ondan; bir güzel oldu sorma. - Ne içtiniz, rakıyı denedin mi? - Evet, rakı içtim. Bizim uzodan farklı, alışkanlık meselesi ama beğendim. Üç duble içtim; Eleni de iki duble. - Ohhh, yarasın. Eee sonra ne oldu, kalmaya nasıl karar verdiniz?
- Biz hafta sonu tarifesine bakmışız; son vapur biz balıkları yerken gitmiş. - Amma geç yemişiniz balığınızı. - Zamanın nasıl aktığının farkında mıydık sanıyorsun, ortamdan büyülendik. - Eeee sonra? - Sonra ne yapalım derken, adada kalacak yer vardır diye düşündük. - Beni neden aramadın Yanimu? - Önce bir çaremize bakalım istedim, olmazsa arayacaktım. İsmail bize Villa Mimoza ile Mehtap Otel’i tavsiye etti, yerlerini tarif etti. Villa Mimoza yol üstünde birinciydi, girdik baktık. Güzel bir bahçeden yürüdük, ortalıkta kimse yoktu. Sonra bir bey bizi karşıladı, oteli gezdirdi. Eski mobilyalarla döşenmiş pırıl pırıl bir yer. Sahibi Almanya’da yaşamış sonra burayı restore etmiş. İster daire, ister tüm katı apartman gibi kiralıyor. Kendimize bir oda seçtik. Biraz pahalı geldi ama değer diye düşünürken bize iskonto yapmayı teklif etti. Ben de odayı tuttum hem de üç günlüğüne. - Eee eşyanız falan? - Ertesi sabah erkenden şehre inip valizimizi aldım. Tabi bu arada şehirdeki otelden çıkış yaptım. Öğleye doğru adaya geldiğimde Eleni terasta güneşleniyordu. Çarşıdan çok ucuza güzel şeyler almış. Öğle yemeği için otelden çıkarken seni aradım, işte sonrasını biliyorsun. - Ne iyi yapmışın Yanimu. Ayrıca bu akşam gelmene çok sevindim. Pasta için teşekkürler, bizim pastanenin milföyü çok meşhurdur. Ergün’ün her yaptığı güzeldir. Orada her şey her zaman tazedir. Tekrar teşekkürler. Kahveye arkadaşlar bekliyoruz balkona çıkalım, birazdan gelirler. Alt katımda da kardeşim oturuyor onlar da çıkar birazdan. - Fiyu fiyu fiyuuu. - Lydia, Gülçin’ler gelmiş olmalı bu onun ıslığı. - Haydi, siz gelin Hakan’da içelim kahveyi. - Gülçin, inemem. Siz gelin, daha tatlıyı yemedik, Hakan’a yarın gideriz. - Tamam. Cavit gel çıkalım bunlar hazırlanmışlardır, şimdi gitmezsek Jaymi’nin dilinden kurtulamayız. Tamaaam geliyoruz. - Vladiii, haydi yukarı gelin, Gülçin’ler de geldi. - Jaymi kardeşin uyudu. Zombi. Benim de çok uykum var ama biraz oturmaya gelirim, bir tatlı yer kaçarım.
- Tipik Vladi işte. Sen gel, ben seni bırakmam. Ohhh, şu balkonun tadını nerde bulursun insanın içini huzur kaplıyor. - Adada olmak ne güzel değil mi Jaymi. - Bir telaş patırtı vapura koş nefes nefese kal ama bir adaya çıktık mı, her şey geride kalıyor yorgunluk yok oluyor. - Cavit ne iyi etmişin de beni bu adaya getirmişin bak çocuklar da adayı çok seviyor. Gökçe bütün kışı nerdeyse adada geçirdi. Senin kızlar nerede? - Nerede olsunlar? Partiler, davetler, çok önemli. Mutlaka gitmeli, biliyorsun işte... Küçük, büyükten daha adacı çıktı, bakalım ileride ne olacak. Evlenip çocuk yapsınlar tıpış tıpış dönerler adaya. - Haklısın, genelde öyle oluyor. Yaşayıp göreceğiz işte. - Bir de yurt dışında yaşayanlar var. - Onlar bile yazın gelmek için can atıyorlar. - Bir bakıyorsun çocukluk arkadaşın yabancı eşiyle adaya gelmiş. Çoluk çocuk, ya İngilizce ya Fransızca konuşan bir aile olmuşlar. Tanıştırılmalar falan... O da başka bir heyecan. - Şu vapurun gelişine bak, süzülüyor adeta. Rüzgâr da dindi, ne güzel bir gece. - Bir de dolunay olsaydı. Şöyle Heybeli’nin üstünden önce sarı sonra beyaza dönen rengiyle nazlana nazlana doğsaydı ne güzel olurdu. Gerçi bizim balkondan daha güzel gözüküyor ama işte komşuluk ne yapacaksın; çağrıldık, geldik işte. - Gülçin, dua et Yani Türkçe anlamıyor. Gerçi az biraz kulaktan dolma bir şeyler biliyor ama... Balkon mu yarıştıracağız şimdi. - Üzülme sen çağırmasan da geleceğim zaten, bu yazı sende geçirmeye niyetim var. Deniz her geliyorum dediğinde, pişirdiğin yemekler bize yeter. - Jaymi, Yani’ye sordun mu bizim ‘ReUnion’ grubundan kimleri tanıyor? - Ben de şimdi bu konuyu açacaktım. Yani, bizim bir Facebook grubumuz var. Herkes Burgazlı, 1253 kişi olduk. Nostaljik takılıyoruz. Şahsen tanımadığım birçok arkadaşım oldu; hepsi ile samimi olduk. Belki senin de tanıdıkların vardır. - Olabilir, bu grubu Atina’da duydum. Galiba Niko Tsalikis Yuri ile kurmuş. - Evet, doğru biliyorsun. İyice kalabalıklaştık, belki biz konuşurken 1300 olmuştur. Peki, sen Akis Tsalikis, Savvas Tsilenis, Stavros İgnatiadis’i tanıyor musun? Dur aklıma başka isimler de geliyor. Gregory Topaloğlu, Klio Ethnopoulou, Rea
Konstantinidis, Marika Harisiadou, Roulis Ethnopoulos, Leonidas Mikropoulos, Tasos Natsoulikis... Ooo, daha çok var. - Bazılarını tanıyorum, bazılarını da ismen biliyorum. Ben pek insan tanımam, Eleni bilir. - Sen Hristos’ta kimin mezarına fidan diktin? - Nikos Karamanlis, Haralambo’nun babası. - Evet, Haralambo da rahmetli oldu. Hâlbuki çocukluk anılarımda capcanlı duruyor. Ne garip, ‘neredeeen nereye’ demenin tam zamanı. Çok niyetliyim, Atina’ya gidip grup arkadaşlarımı ziyaret edeceğim. Seni ararım tabi Yanimu.
*** - Aaaa, saat sabahın ikisi. Zaman nasıl geçti anlamadık? - İlk defa bu kadar geç kaldık, muhabbet o kadar tatlıydı ki. - Faniciğim gördün mü nasıl açıldın, keşke Vladi de gelseydi. - Kardeşini benden iyi tanıman lazım… Uykum var dedi mi her şey durur. - Cavit’in de uykusu gelmeyince geç olduğunu anlamadık. - Lydia ellerine sağlık, her şey çok güzeldi. - Atina’ya geldiğinizde lütfen haber verin, biz de sizi ağırlamak isteriz. Perimenume. Endaksi? - Tabi ki geliriz, inşallah 29 Ekim tatilinde Yunanistan’a gitmeye niyetliyiz. Ne dersiniz birlikte gidelim mi?
Grubumuz duyuluyor ve merak ediliyordu. Benden grubu tanıtan bir yazı yazmamı istediler. ‘ReUnion Burgaz 2012’ grubu Niko Tsalikis ve Yuri Calich tarafından Yunanistan’da bir sohbet anında kuruldu. Şimdi Atina’da yaşayan bu eski Burgazlı dostlar, tüm eski adalıları 2012 yazında adada buluşturmayı hayal ettiler. Grup kurulduğu gün amaç, bu toplantıyı organize
etmek için kişileri bir araya getirmekti. Sonra nasıl oldu bilinmez, tam bir nostalji ortamına dönüştü. Zamanla üye sayısı artmaya, Burgaz anıları, fotoğrafları çoğalmaya başladı. Başlarda eski Burgazlıların katıldığı bu platform, sonraları adada yaşayan, adayı seven herkesi kucakladı. Adanın kışlıkçısı, esnafı, yazlıkçısı hatta ziyaretçisi bile bu ortamda sevgi buldu, ada aşkını buldu. 1800’lü yıllardan, 1900’lerden, hatta 2000’lerden gelen fotoğraflara heyecanla bakar olduk. Birbiri ardına gelen fotoğraflar bize hem günümüz Burgaz’ını hem de geçmiş Burgaz’ı yaşatıyordu. Bazı arkadaşlar yazılarıyla eski ada hayatını zihinlerde canlandırıyordu. Hepimiz çocukluğumuza dönüp o günleri tekrar yaşayabilme arzusu ile hatıralarımızı dile getirmeye başladık. Yazdıkça, adadaki hayatın evden eve değişik olmadığını fark ettik. Anlattıkça, anılarımızda birbirimizi bulduk. Düşünceler sözlere, yazılara döküldükçe çocukluk hayallerimizi, hayattan beklentilerimizi samimice dile getirdik. Birbirimizi tanımadan sevmeye başladık. Kısa zamanda tanışıklıklar arkadaşlığa hatta daha derin dostluklara dönüştü. Bazılarımız önce samimi oldu, sonra tanıştı desek bilmem bu paradoksu nasıl anlatabilirim. Bu grup aynı zamanda birbirini yıllarca görmeyenleri buluşturdu. Eski komşular kavuştu. Zamanında önemli olan yaş farkları ortadan kalktı. Burgaz tam bir bütün, adeta tek yürek oldu. Yurt dışından birçok üyesi var bu grubun. Başta Yunanistan, Amerika, İngiltere, İsrail, Kanada ve diğerleri… Kalpte yakın, gözde uzakta olan bu dostlar önceleri ada hasreti ile yaşamanın üzüntüsünü dile getirdiler. Ancak yazılar paylaşıldıkça fotoğraflar birer ikişer geldikçe, uzakta olmanın, adaya hasret yaşama duygusunun yerini hoş bir paylaşım hissi aldı. Eski arkadaşlıklar canlandı, kaybettiğimiz sevdiklerimizi rahmetle, gözyaşı ile andık. Mutlulukları paylaştık. Güzel haberlerde hep birlikte sevindik. Bu grup üyeleri için artık gece uyumak, gündüz iş yapmak imkânsız oldu. Yazıyor, sohbet ediyor, durmadan üretiyorduk... Öylesine bir tutku oluştu ki, aynı çatı altında yaşayan aile bireyleri gibi olduk. Kısacası, biraz kalıp olacak ama en doğru anlatım: Burgaz ReUnion grubu anlatılmaz, yaşanır.
Jaymi Benbanaste, Burgaz fanatiği
Bir yaz akşamı. Günlerden Çarşamba. Haftanın ortası geçmiş, hafta sonuna iki gün kalmış ama... Yoğun ve biraz da zor geçmiş bir iş günü. Keyif yok. Akıl işte kalmış, etkisinden kurtulmak kolay olmayacak. Eşim, o da yorgun. Bu gün şehirde yapacak işleri vardı, bir kısmını trafik yüzünden yapamamış. Kızlar, evde yoklar. Büyük, staj için yurt dışında, küçükse arkadaşında kalacak. Kardeşim, işyeri Çorlu’da olduğundan hafta arası adaya gelemiyor. Yeğenlerim, bahçede mangal partisi veriyorlar. Yengem, bu kargaşanın ortasında kalmamak için komşumuz olan annesinde. Yemeğimiz bitmiş, masa toplanmış, hava sıcak mı sıcak. Ne yapsak bu günü bitirmek için, erken mi yatsak? Halimi hiç sevmedim. Ne oluyor, bu bezginlik nedir? Daha fazla uyuşmadan, eşime “Aşağı inelim belki bir rüzgâr yakalar serinleriz. Bir iki kişi görür, sohbetler kafamızı dağıtırız” dedim. İtiraz etmesine meydan vermeden kapının önüne dikildim. Yolda yengeme seslendim, ailece oturuyorlarmış, siz de gelin dediler. “Aşağıya inelim, erken dönersek uğrarız” deyip ilk barajı atlattım. İnerken anneme de uğradık. Arkadaşlarını toplamış, klasik müzik gecesi yapmışlar. Herkesi selamlayıp, çarşıya doğru yürümeye başladık. Yürürken “Burgaz, senin sokaklarında yürümek bile insana iyi geliyor” diye düşünüyordum. Kimi karanlık kimi aydınlık yolda, alışkanlıktan hep yere bakarak, yokuş aşağı yavaş yavaş ilerliyorduk. Evdeki havamdan kurtulmaya başlamıştım. Sanki enerjim geri geliyordu. İster adanın olumlu etkisi deyin, ister annemi öpmenin güzelliği... Lydia, “Bakkala uğrayalım, yarın için siparişimi vereceğim” dedi. Ben de “İzmayll ile sohbetlerim haydi gidelim” dedim. Baktım İzmayll ekmek dolabının arkasında elinde bir sürü kâğıt bilgisayara yazdıkça yazıyor. Takılmak için bundan güzel fırsat olur mu? Ama İzmayll da kaçın kurası, hemen ortaya çıktı. “Abi soda ısmarlayayım, ne içersin, çay söyleyeyim” diyerek beni amacımdan uzaklaştırmayı başardı. Tekliflerini geri çevirmek istemezdim ama baktım işi çok, yorgun görünüyor, “Borcun olsun dedim” çıktım. Lydia da bu arada Emel’le sipariş işini bitirmişti.
Canım bir kahve istiyordu. İskele kalabalık, Hakan’a doğru yürümeye başladık. Her zaman oturduğumuz son masa boştu. Masamıza ulaşana kadar grup grup oturan arkadaşlarımızı selamladık. Ayaküstü sohbetler, sıcak hakkında yorumlar, zor geçen günün özeti… Tabi bu arada herkes sıcaktan en çok etkilenen olduğunu anlatma sevdasında gününü tüm detaylarıyla anlatıyor. Zaten zor bir gündü neden anlatarak bir daha yaşıyoruz ki? Sonunda masamıza oturduk. İşte bu. Dünyaya adeta yeniden geldim. Dolunayın doğuşunu evden görmüştük. Şimdi bembeyaz, sanki gümüşten bir tepsi, bir ayna, nasıl da güzel görünüyor. Heybeli’nin tüm haşmetini ortaya çıkarmış. Ayın denize düşen ışıltısı sanki Heybeli’den Burgaz’a doğru serilmiş simden bir halı gibi, pırıl pırıl. Sağ tarafta adamızın görüntüsü ışıl ışıl. Solda Kaşık Adası, ancak su iskelesine bağlı yolcu teknesi bu güzel manzarayı gölgeliyor. Arkadan karşı kıyı pırlanta gibi parlıyor. Deniz hafif dalgalı, küçük dalgalar önümüzde bağlı tekneleri şıp şıp sallıyor. Dalgalar kıyıya çarptığında çıkan ses, işte o sesi dinlerken ne günün zorluğu kaldı zihnimde, ne de bedenimde yorgunluk... Biz böyle dalmışken Hakan’ın yanımıza geldiğini fark etmedik. Eleni ve Yani de Kalpazan’daki gün batımında böyle büyülenip kalmışlardı. Hakan ile, her zamanki ciddi bakışlarıyla nereden nasıl girdiğini anlamadığım bir sohbetin içinde buluyoruz kendimizi. Bir gün memleketi kurtarırken diğer bir gün Atina’daki arkadaşlardan bahsediyoruz. Bu akşamki konumuz ise kahvenin yanında gelen lokum. Bu lokum Galatasaray Balık Pazarı’ndan geliyor, Üç Yıldız’dan alınıyor. Tadı kahve kadar özel. Kahvenin yanına bir sakızlı muhallebi ve iki kaşık... Ohhh, keyfe bakın... Bir taraftan manzara diğer taraftan sohbet ve kahve, saat epey geç oluyor. Bir güzel rahatlamış kendime gelmişim. Aslında bütün gece orada oturabilirim, hiç gidesim yok. Ancak ertesi sabah erkenden kalmak var. Hesabı ödemek için içeri girdiğimde ışıktan gözlerim kamaşıyor. Bize servis yapan güler yüzlü garson ve Hakan’la tokalaşıp eve doğru yol alıyoruz. Yolda komşumuza rastlıyoruz. Onlar da Fincan Cafe’de oturmuşlar. Şimdi de kimin gecesi daha güzel geçti muhabbeti başlıyor. İşte Burgaz’da olmak, Burgazlı olmak böyle bir şey ve ben bunu çok seviyorum.
Ağustos… Şirketin yarısı tatilde, Fransa kapalı. Ne bir e-posta geliyor, ne bir telefon. Yarın Cuma, en iyisi yıllık izinden bir gün alayım. Perşembe’den Pazartesi’ye ohhh Burgaz tatili. Çarşamba akşamı Hakan Cafe ne güzeldi. Oraya genelde Gülçin ve Cavit ile gideriz ama o gece Deniz İtalya’dan döndüğünden evden çıkamadılar. Kaç aylık hasret bu, kolay mı? Birol’u da uzun zaman oldu görmeyeli. Hazır mehtap varken şöyle kafa kafaya verip Heybeli’de mehtaba mı çıksak diye düşüncelere dalmışken Birol aradı. Planımdan bahsetmeme gerek kalmadan “Seni almaya geliyorum, hazırlan” demez mi? Bundan iyisi can sağlığı, ya da ne denir? Şam’da kayısı. Sen Ataköy’e gelme ben seni Kabataş’tan alayım, benden bir şort, tişört giyersin dedi ve beni mat etti. Saat 18.30’da buluştuk. Hava sıcak ama Boğaz’dayız, bir esinti var. Bir de teknenin kendi hızından gelen serinlik günün terini almaya yetti. Sarayburnu’nu geçene kadar Allah’ım ne manzaralar. Buralardan tekne ile geçmek, vapurla daha doğrusu katamaranla geçmeye benzemiyor. Mimar Sinan Üniversitesi, rıhtıma bağlı yolcu gemileri, Galata Kulesi, Haliç Köprüsü ve İstanbul’unun en güzel silüeti Topkapı Sarayı. Sarayburnu’nu geçince Birol ve Günay Kaptan yelkenleri açmaya karar verdiler. Dümeni otomatik pilota bağlayınca Birol rahatladı ve yanıma oturdu. Günay Kaptan her ihtimale karşı dikkatli gözlerle geçen gemileri kontrol ediyordu. Sol tarafımızda, baktığımız anda içimi acıtan, çatısı yanmış güzelim Haydarpaşa Garı, Kız Kulesi, Selimiye Kışlası... Ne güzel bir şehirde yaşıyoruz. Manzaraya doyamadık hatta konuşamadık bile. Şehir yavaş yavaş ufukta küçülürken Birol, “Haydi değiş, rahatla” dedi. “Denize girmeden olmaz” dedim, “Kınalı açıklarında birlikte gireriz.” “İyi fikir” dedi Birol, “Bu arada Günay Kınalı’dan eksiklerimizi alır.” Gerçi ikimiz de Burgaz’dan alışveriş yapmayı tercih ederdik ama adaya bir çıktık mı geri dönmenin imkânsız olacağını bildiğimizden bu defalık Kınalı olsun dedik. Deniz muhteşemdi. Poyraz başlamış, denizi içilecek su kadar temizlemişti. Günay adadan döndüğünde biz de giyinmiş, teknenin önünde beyaz şarap keyfi yapıyorduk. Doğduğum ve bu güzelliği yaşadığım için şükran duası yaptığım anlardan birini yaşıyordum. Bağlandığımız tonozdan ayrılıp Heybeli’ye doğru yol aldık. Birol ve kaptan yelken açma konusunda rüzgârın hızı ile ilgili kararı, açma yönünde verince biz de arka tarafa geçmek durumunda kaldık. Bu defa motoru da kapadık; etrafımızda uçuşan
martılar, poyrazın hafif esintisi ve dalga sesleri... Müzik çalmaya niyetlenmiştik ama bundan güzel müzik olabilir mi? Tam anlamıyla sessizliğin müziğini dinliyorduk. Bu güzel ruh haliyle Heybeli’de demir attığımızda artık şehir bizden hayli uzaktaydı. Dertlerimiz kafamızda bizimle birlikte gelmelerine rağmen ortamın huzuru ile geri plana itilmişlerdi. Önümüzde sohbet ve yemekle geçecek bir kaç saat vardı. Bundan başka hiç bir şeyin önemi yoktu. Denize açılmak bizi acıktırmıştı, vakit de epey ilerlemişti. Evdekileri arayıp hal hatır sorana kadar Günay masayı hazırlamıştı bile. En önemlisi buz gibi rakı masadaydı. Sohbet edecek bir dost, üzerinde keyif yapılan bir tekne, açlığımızı giderecek yemek ve tadımıza tat katacak rakı… Gökte mehtap, bu defa bize göre Büyükada’dan doğuyordu. Önce sarı sonra beyaz olacak ve güzelliklere güzellik katacaktı. Ortak tutkumuz Burgaz bizi birleştirmiş, merhaba dediğimiz günlerden bu günlere nasıl geldiğimize bakıp şaşırıyorduk. Yanımızda eksik arkadaşlar vardı. Çok ani karar verdiğimizden ayarlanmaya fırsat kalmamıştı. Bir daha önceden telefonlaşıp grubu tamamlamaya karar verdik. Her şeye rağmen tarifi imkânsız bir keyif yapıyorduk. CD çalarda Beethoven Moonlight sonatı çalarken beş duyumuz besleniyor, kendimizi daha da rahat hissetmemizi sağlıyordu. Sohbete, mehtaba, birlikte olmaya doyulmuyordu. Ancak Birol’un en az iki saat daha yolu vardı; kaptan yorgundu, artık dönme vakti gelmişti. Bir dahaki sefere teknede kalmak, arkadaşlara haber vermek üzere sözleştik. Birol beni Burgaz’a bırakırken kalbi de benimle geliyordu. Daha fazla üzmemek için bir şey söylemedim ama ben de onu bize davet edecek ve adada bir ‘Kalpazan klasiği’ yaşatacaktım. Yaz uzun değil, bir an evvel uygulama planlarını yapmak gerek diye düşünürken evin yokuşunu yarılamıştım bile.
Kızlarım var ya, hayalimde dede oldum ve ileride olabilecek bir anı aklımda canlandırarak yaşadım.
- Dede! - Gel canımın içi ne var? - Annem bu konuyu sen iyi bilirsin dedi. Bana yardım eder misin?
- Soru ne? Anlat bakayım. - Öğretmen bir ödev verdi, konu nostalji. Kompozisyon yazmam lâzım ama nereden başlayacağımı bilmiyorum. Sen anneme yardım edermişsin, birlikte yazarmışsınız. Bana da yardım eder misin? - Tabii ederim, şeker parçası. Gel odana gidelim, ben anlatayım sen not tut. Bak ödevini tam olarak yapmam, sadece sana anlatırım. Bazı konu başlıklarını buluruz, derlemesi senden olmalı. Annenle de öyle yapardık. Anlaştık mı? - Anlaştık. Nostalji nedir dede? - Nostalji eskiye duyulan özlemdir. Nostalji, eskiden olandır, sevgidir. Kaybolan, geri gelmeyecek olandır. Nostalji güzelliklerin hatırlanması, tekrar yaşanması arzusu ile yazılır, resmedilir, filme çekilir, geceler düzenlenir, kıyafetli balolar yapılır ama hiç bir şey o anı geri getiremez. Bu yüzden nostalji çok özeldir. En büyük özelliği de paylaşılmasıdır. Aynı hatıralara sahip insanlar bir araya gelip nostalji yaşayabilirler. Yazın biz Burgaz’a gidiyoruz ya, işte ben sana orası ile ilgili bir hikâye anlatayım, sen bundan esinlen ve ödevini ona dayanarak yaz. - Dede çok uzun olmasın. - Ben sana anlatacağım sen istediğin kadar yaz. Ben enine, boyuna karışmam. …Annen üniversitenin son sınıfındaydı. Yıllardan... Dur bakayım sen kaç yılında doğdun? Annen İngiltere’de kaç yıl yaşadı? Tamam, buldum, 2010 yılı Eylül ayında Burgaz ile ilgili bir Facebook grubuna girmem için Yunanistan’da yaşayan bir arkadaşımdan davet aldım. Konu Burgaz olunca hemen kabul ettim. Önceleri az sayıda üye ile eski Burgaz günlerini anmaya, eski fotoğrafları sanal ortama koymaya başladık. Eskiler ortaya çıktıkça geçmişte kalan hayatımızın birbirine ne çok benzediğini fark ettik. Yazılarımızı, fotoğrafları, küçük sırlarımızı paylaştık. Eski flörtler, gizli buluşmalar, adadaki eğlenceler, evdeki hayat; her şey, her şey paylaşılmaya başladı. Tam bir nostalji ortamı yaşıyorduk ve bu paylaşımdan çok mutluyduk. İşte bak nostalji budur, böyle bir duygudur. Derken bir gün grupça adada buluşmaya karar verdik. Birlikte yemek yiyip eğlenmek, hoşça vakit geçirmek istedik. Gönlümüz Yunanistan’daki arkadaşların da gelmesinden yanaydı ama o sefer olamadı. Sonraları çok buluştuk. Hani anneannenle Atina’ya gideriz ya, işte o arkadaşları görmeye gidiyoruz. Biri sana geleneksel Yunan kıyafetleri giymiş küçük bir bebek yollamıştı. Hatırladın mı?
Ocak ayının sonlarıydı, belki de Şubat başı hatırlamıyorum. Yıllardan 2011, grup kurulalı 6 ay kadar olmuştu. Ama ne gündü, pa pa pa. Yağmur, fırtına, lodos, soğuk ne dersen vardı. Biraz çekinerek ama ada söz konusu olunca geride kalmamak için bir cesaret, adaya vardık. Ada süt liman değildi ama çok güzeldi. Hava çok daha yumuşak, yağmur çiseliyor. Lodos, olduğumuz yerden hissedilmiyordu. Ah o gün orada olup görebilseydin keşke. Burgazlılar, her yaştan, tanısın tanımasın, birbirine sarılıp dostluğunu dile getiriyordu. O buluşma anı çok özeldi. Hoşbeş bir iki sohbetten sonra yerlerimize oturduk. Gelecek olanları beklerken rakıları içmeye başlamıştık. Mezeler yavaş yavaş gelirken arkadaşlar da adaya varıyordu. Grup tamamlanıyordu ama Yunanlı arkadaşlarımız gelememişlerdi. O gün onlar gelemedi fakat biz onlarla, o zamanlar internet diye bir bağlantı yöntemi vardı kolay değildi. Her neyse işte, biz böyle bir sistemle bağlandık ve Yunanistan’daki arkadaşlarla sanki birlikte yiyormuş gibi sanal ortamda buluştuk. El salladık, adayı gösterdik; sanki bir çocuk partisinde gibiydik. Böyle bir heyecanı uzun zamandır yaşamamıştım. Eskilerden konuşuldu, yani ‘nostalji’ yapıldı. Yanında fotoğraf getirenler hatıralarını paylaştı. Çocukluğumuzun Burgaz’ı anlatıldı, daha doğrusu adeta yaşandı diyebilirim. Bunca yıl geçti o günün tüm detaylarını hatırlarım. Hepimiz öyle mutluyduk ki… Adanın oksijeni bol havası, rakı, uzo ve sakız likörü, mezeler, adanın balığı... Aaa bak, balık deyince aklıma geldi, o günün adı “Roka Rakı ve Balık”tı. Ne eğlendik, nasıl şamata yaptık... Bu kadar olur. Şeref, yemeğin sonunda kendi yaptığı dondurmaları getirdi. Ercan, Restaurant Antigoni’de yenen en güzel mezelerden sonra ayva tatlısı ile noktayı koydu ama biz bir türlü günümüze noktayı koyamıyorduk. Kahve içtik, tekrar rakı içtik... Saatler ilerliyor vapurla gelenler dönüyor, herkes isteksiz veda ediyordu. O gün bir karar almıştık, başta uygulaması biraz zor gibi geldiyse de hayatımda yaptığım en güzel seyahatlerden birini gerçekleştirdik. Anneannenle aynı yılın Nisan ayında Atina’ya gittik. Yaklaşık 45-50 kişilik bir gruptuk. İşte bu Atina seyahatlerimiz var ya, o ilki olmuştu. Sonra alışkanlık yaptı, her sene gitmeye başladık. Atina Havalimanı’nda buluşmamız... O an çok çok özeldi. İşin güzeli şeker çocuk, bugün hala aynı heyecanı duyuyoruz. Bugün artık Yunanistan’daki arkadaşlarımızla bizi ayıran kilometreler dışında hiç bir şey kalmadı. Her yıl adada yaptığımız büyük parti var ya, işte 2012 yılında yaptığımız ilk büyük partinin devamı. Hiç bir şeyi bozmadık, her yıl aynen devam eden ritüellerimiz var. Kışın adada, bazen de Atina’da buluşmaya devam ediyoruz. En önemli toplantımız da her yıl Hristos’ta yaptığımız mehtap partisi.
Bir gün sana o partiyi anlatacağım. O parti, işte o, tam bir olaydı. Anlat anlat bitmez, onu da başka bir ödev konusu yaparız. Oldu mu? Şimdi bunu toparlayabilecek misin? İstersen bende o güne ait fotoğraflar da var ama eski fotoğraflar seninkiler gibi üç boyutlu değil. Aslında daha iyi, konu ‘nostalji’ değil mi, fotoğraflar da nostaljik olsun. Bak bu fotoğrafa Engin Abim var. Yanımda Birol, Ömer, Birol’un yanında Sönmez, karşısında Lolita, kardeşim, yengem, Gülçin, Cavit. Karşımda Jana, Mili, Mariza, Magi, Yusuf, Moshe, eşi ‘patron’ Viki, Ali... Arka masa fotoğrafı da olmalı. Bak Rebi... İnşallah sevgili torunum, senin de böyle dostların olur. Onlarla birlikte olmaya başladığımdan beri özel, çok farklı güzellikler yaşadım. Burgaz, Atina derken hiç ummadığım bir şekilde kitabım çıktı. İşte hayat böyle sürprizlerle dolu.
Kardeşimin kullandığı bir deyim var: “Feleğe gol attım”. Yani felekten gün çaldım demenin başka bir yolu. Arkadaşlar, dün ‘feleğe öyle bir gol attık ki’, Fenerin golleri bile yanında değersiz kaldı, Beşiktaş üzüntüsünü unuttu, Galatasaray... Neyse konumuz maç değil, zaten ben topu bomba sanıp karakola götüren takımdanım. Ancak etrafım fanatik arkadaşlarla dolu. Futbol, hayatlarında öyle öncelikli ki, tarifi imkânsız... Malumunuz dün de Fener’in Trabzon ile maçı vardı. Ada programı yapmışız. Sabah erken saatlerde Birol’un teknesinde kahvaltı muhabbetti başlamış. Hava soğuk, iliklere kadar hissettiren cinsten. Rüzgâr poyrazdan tam kıvamında esiyor. Takım teknede kahvaltı yaparken ben sabah aynı saatlerde spor salonunda nerdeyse nefes almadan programımı bitirmeye çalışıyordum. Sporumu bitirdim, hızlı bir duş aldım, kat kat giyinip, Ataköy’e doğru yola koyuldum. Tekneye vardığımda arkadaşlar ada havasına girmişlerdi. Keyifler yerinde, herkes dolabında ne kadar koruyucu kıyafet varsa çıkartmış giymiş. “Haydi gidelim” dedi bir adalı dost, “akşama maç var geç kalmayalım.” İşte o an eyvah dedim, bu güzel gün maçla mı bölünecek, ama bir şey söylemedim, çoğunluğa uyma durumları... Rüzgârın zorlamasına rağmen Birol Kaptan, başarılı bir manevra ile marinadan çıkmayı başardı. Birol, Günay Kaptan ile birlikte yelkenleri açınca artık adaya gitmemiz için rüzgârdan başka bir şeye ihtiyacımız kalmamıştı. Sohbet, fotoğraf çekmeler, müzik... Bunu tarif etmeye kelimeler yetmez derken yanımızda yunuslar
belirdi. Teknenin iki-üç metre yanındaydılar, bir süre birlikte ilerledik. Bizim yelkenler açık, tekene 30° eğik, etrafta rüzgâr ve dalga sesi, CD çalarda Yunan müziğinin tınıları var, yanımızda yunuslar, etrafımızda hoş sohbet dostlar. İşte tam o an ‘feleğe öyle bir gol attık ki’... Ama ne gol… Diğer takımın yarı sahasından, yıllarca konuşulacak cinsten. Adaya vardık. Yanaşma manevraları derken, adalıların da yardımıyla kendimizi karada bulduk. Bu defa yerimiz Fatoş’un “Keyif” mekânıydı. Önce biraz ısınalım sonra yeriz diye düşünmüştük ancak açlıktan hemen yerimize oturduk. Gelsin rakılar, yemek ne var diye konuşurken Moşe ortadan kayboldu. Moşe ile Fatoş mutfakta harıl harıl çalışıyorlardı. Haydi Moşe, sensiz başlayamıyoruz dediysek de hiç tepki alamadık. Ancak o kayboluşun nedenini ve kıymetini sonra anladık; o emeğin ürünleri masaya gelince, ahh... Aman da aman, nasıl söylesem, nereden başlasam... Midyeden çorba yapılmış, ama of ki ne of. Karideslere hardal sos, sarımsaklı ekmek... Ye ye doymadık. Üzerine Fatma Hanım’dan mezeler, hangisini anlatsam? Masamız tam bir şölen sofrası oldu. Bu anda feleğin kalesine ikinci gol geldi. Öyle bir gol ki, kalenin fileleri yırtıldı. Biz: 2 - Felek: 0. Felek, bu maçı kaybetmeye mahkûm. Rakılar, buzlar, mezeler, balıklar, yemekler elden ele servis yapılıyor. Tadına doyulamıyor ama midelerin de bir kapasitesi var. Bir an geldi ve o acı gerçek karşımızda; doymuştuk. Hızımızı kesip bu defa tatlı avına çıktık. Cevizli kabak, sıcak helva ile midemizde az kalan bir yeri de doldurduktan sonra artık yürüyüş zamanı gelmişti. Önce Deskalamu’nun evine gidip fotoğraflamamız gerekiyordu. Hocamız bize ödev vermişti ve yapmak istiyorduk. Kış zamanı adanın yazlık evleri nasıl olur bilirsiniz. Evin, sanki bütün gün dönmenizi bekleyen evcil hayvanınız gibi, masum terk edilmiş bir havası olur. Bahçe azan otlar, ölü yapraklarla doludur. Ev sarılıp sarmalanmış, güzel yaz günlerini beklemektedir. İşte o hüzünlü ada evini gezerken Deskalamu için fotoğraf çektirdik. Oradan yolumuza, “İstikamet Bayraktepe” diyerek devam ettik. Tepeye yaklaştıkça görülen manzara... Onu nasıl anlatsam? Dört adayı birden görebiliyorsunuz. Gerçi Eleni ve Yani ile çıktığımız kadar yukarı çıkamadık ama olduğumuz yerden görülenleri fotoğraf makinesi olanlar çekmeye doyamadı. Orman bölgesine gelince alternatif çok. İster zirveye çıkar, ister Kalpazan’a gider, ister Ayanikola’dan iner... Ne isterseniz yapabilirsiniz. Biz, en garibini seçtik. Bir keçi yolundan, otların arasından, kötü bir zeminden ilerleyerek sonunda sağ salim
Kışbahçeleri’nin üst kısmına vardık. O kimin evi, bu kimin evi derken kendimizi Sait Faik Abasıyanık Müzesi’nin önünde bulduk. Her zamanki gibi tadilattaydı. Bir müzenin, bir de kilisenin önünde, hatıra fotoğrafı çektik. Eskileri anarak, uzun zaman görmediğimiz dostlarımızı düşünerek, camiye kadar vardık. Caminin yanındaki yoldan sahile ulaştığımızda bazı arkadaşlarımız artık güç sarf etmeyeceklerini düşünerek rahatladılar. Zaman ilerliyordu, hava kararıyordu, maç saati yaklaşıyordu ama daha içilmemiş kahvelerimiz vardı. Maç seyretmek isteyen arkadaşlarıma bakarken diğer yandan kahvesiz yola çıkmak istemediğimi nasıl söyleyeceğimi düşünüyordum ki, herkes bir anda “Haydi kahve içmeye” demez mi? Fatma’nın mekânında kahveler saraylı fincanlarda pek güzeldi. Adaya doymak, sohbeti sonlandırmak mümkün mü? Ancak karanlık basıyor, hava sertleşiyordu ve iki saate yakın yolumuz vardı. Bostancı’ya giden arkadaşlarımızdan ayrılıp karanlık denizde yelken açtık. Adaya giderken hissetmediğimiz rüzgâr dönüşte adeta kamçılıyordu. Oksijenden, rakıdan yarı sarhoş, Ataköy’e doğru yol alırken Günay Kaptan etrafta duran tek edilmiş ışıksız gemilere dikkat ediyordu. Dönüşler pek hoş değil ama olacak ki, bir daha gelebilelim. Limana girişimizde Birol dümeni ele aldı ve Günay Kaptan’ın da yardımı ile tek manevrada pontondaki yerimizi aldık. Güzel bir gün yaşamış, şimdi de ayrılma vakti gelmişti. Birbirimize sarılıp iyi bir hafta dilerken gelecek hafta sonu programları konuşulmaya başlanmıştı bile. İşte üçüncü gol o anda geldi. Biz: 3 - Felek: 0. Fener maçının ilk yarısı başlamıştı ancak maç seyredecek olan arkadaşlar bunu düşünmüyorlardı. Güzel geçen günün rehaveti herkesin yüzünde bir gülümseme bırakmıştı. Evlerde sıcak bir duşun ardından Face’den yapılacak sohbetlerin heyecanı hepimizi sarmıştı bile. Dileğim İstanbul’da olup da gelemeyen, İstanbul dışında olup gelecek olan dostlarımızla feleğe en az 3 gol atacak daha nice günlerimizin olması. Burgaz seni ve üzerindeki her şeyi çok seviyorum.
Bir yere bilmem kaçıncı defa gittiğiniz halde sanki ilk kez gidiyormuş gibi heyecan duyduğunuz oluyor mu? Burgaz bana bu heyecanı veriyor. Arkadaşlarınızı göreceksiniz, sohbet ortamında rakı, roka ve balık olacak diye kalbiniz “pır pır” ediyor mu? Benimki ediyor. Adanın çamlarında yumak gibi oluşan hastalık belirtisi örümcek ağlarını gördüğünüz zaman içiniz “cız” ediyor mu? Benimki ediyor. Ada evlerini kışın gördüğünüzde sanki boynu bükük gibi durduklarını hissediyor musunuz? Ben hissediyorum. Adayı çok seviyor ve herkesin sevmesini istiyor musunuz? Ben istiyorum. Eski bir ev yıkıldığında üzülüyor musunuz? Ben üzülüyorum. Birisi, “Sizin adada dondurma şahane veya milföy muhteşem ya da Hakan’da sakızlı muhallebinin tadına doyulmaz” deyince seviniyor musunuz? Ben kendim yapmışım gibi seviniyorum. Birisi bana “Burgaz en güzel ada” dediği zaman artık o an kanatlanıyorum. Tüm Burgaz’ı sarıp kucaklayasım geliyor. İşte bu duygularla geçtiğimiz Pazar sabahı sporda yine canımı dişime taktım, programımı aksatmadan erken bitirdim. Çabuk bir duş, kat kat kıyafetler, eşim ve arkadaşlarımla buluşup ver elini Ataköy Marina. Teknede bir sürpriz; Eleni Yunanistan’dan bizi görmeye gelmiş. İşi var, adaya gelemeyecek ama en azından ta Ataköy Marina’ya kadar gelmiş ve Niko’dan Uzo getirmiş. Bakın şu garip duruma. Eleni Pazar sabahı erkenden kalkıyor ve hiç tanımadığı ama çok sevdiği arkadaşlarını görmeye geliyor. Birbirlerini tanımayan Niko’dan Birol’a Uzo getiriyor. Sanırım dünyadaki tüm sosyologlar bir araya gelse bunu açıklayamaz. Aman açıklamasınlar, biz özeliz, biz Burgaz adalıyız, bizim mehtabımız bize özel başka adalara gitmez. Güneş bize göre en güzel açıdan doğar. Poyrazımız, lodosumuz var. Bir de batı rüzgârı var ki, eyvah eyvah dondurur... Ormanımız yandı, ağaçsız bölgeye orman deriz. Orman diye diye orman olacak oraları. Kalpazankaya’mız var, oradaki güneş batımı hiç bir yerde yok, deriz, sanki güneşi biz batırıyormuşuz gibi. Sahilde lokantalarımız var. Her birinin yeri ayrıdır. Ayrı sever, farklı değerlendiririz, hepsi de özeldir bizim için. Hakan’da kahve içmenin, denizin sesini dinlemenin keyfini anlatırız. Kendimiz öyle bir kaptırırız ki, karşımızdaki bunu yaşamadıysa anlamaz ve biz, “tamam gel bir gün gidelim, anla bak adalı olmak neymiş” deriz. Martılarımız var. Yaz başı çok bağırırlar ama severiz onları, adalı değiller mi? Burgaz’ı seçmemişler mi, onlar da bizimdir artık. Martı sesi bana deniz kenarında
olduğumu hatırlatır. Bahçemizdeki midye kabukları nereden geliyor diye uzun süre düşünmüştüm. Sonunda martılar olduğunu anladım. ‘Burgaz Senfoni’nin açılışını, hocanın ezanından önce martılar yapar. Arka fonda adamıza gelen bir mavnanın sesi, pata pata pata pata... Derken ilk vapur gelir. Erkenciler gazetelerini alır, vapura giderler; o vapurun manevra sesi evlerden duyulur sabah sessizliğinde. Tekerlekli bir valizin sesi, arkasından topuk sesi, muhabbet eden iki iş adamı, kursa giden çocuklar… Ha onlar hiç konuşmazlar, vapurda tam uykuya geçeceklerinden ev ile vapur arası yarı uykularını davam ettirirler. Saat 09:30. Artık iş adamı, iş kadını kurs öğrencisi, hiçbiri kalmamıştır. Şimdi inenler şehirde günlük işleri olanlardır, aceleleri vardır. Alışık olmamalarından olacak, en çok onlar koşar vapura. Artık ada, gününü kendisiyle geçireceklere kalmıştır. Şimdi seyyar satıcılar zamanıdır. Erken vapurla adaya gelmiş, tezgâhlarını hazırlamışlardır. Artık bağıra çağıra satış zamanı gelmiştir. ‘Burgaz Senfoni’ kreşendosuna ulaşmıştır. Elinde bir naylon torba, içi su, enginar ve kesik limon dolu, “Bayrampaşa enginaaar” diye bağıran çocuk. Sarı şemsiyeli galetacı amca, “Tazeler, galeeetaaa, tazeleeer...” Eskiden “çyöp” diye bağıran çöpçüler atık toplama noktalarından alıyor çöpü. Senfonide bir saz eksik kaldı. “Terlikleeeer” diye bağıran veresiye terlik satan satıcı. Değme mağazalara taş çıkaracak modelleri nereden bulur bilmem? Eski ciğerci de yok artık. Eskiden “dondurma kaymaaaak” diye bağırıp öğle uykusunun bitiğini haber veren satıcı da artık itfaiyenin önünde; dolaşmıyor. Seyyar satıcıların sesine sokakta oynayan çocuklar eklenir, cıvıl cıvıl. Bir de onları eve çağıran anneler. Bayram ve hafta sonu çalan kilisenin çanları senfoninin en çok duyulan kısmıdır. Çanların çalış şeklinden nasıl bir tören yapılacağını eskilerimiz bilirdi. ‘Burgaz Senfoni’ bitmez ama laf lafı açtı, ben neredeydim, nereye geldim. Pazar gününü ve tekneyi anlatıyordum. Lodos ama ciddi lodos. Allahtan teknemiz yelkenli, hava güneşli, istikamet Burgaz, keyfimizi bozacak hiç bir neden yok. Dalgadan, yan yatan tekneden korkan Lydia bile sakin, etrafındakilerle muhabbette. Yol boyunca bir yandan çalan müziğe tempo tutarken diğer yandan yolumuza eşlik edecek yunusları arıyorduk. Denizcilik ve ada üzerine sohbet koyulaşmıştı. Lolita fotoğrafçılık kursu ödevi için bildiği tüm denge hareketleri ile ilginç pozlar yakalamaya çalışıyordu. Aramızda adaya az gelen ancak gönül bağı ile bağlı yeni arkadaşlarımız vardı. Ada yolculuğu boyunca onlarla ada anılarımızı paylaştık. Adlarını “çıtırlar”
koyduğumuz yeni dostlarımıza adayı nasıl seveceklerini anlatıyorduk. İşin güzeli, onlar buna çoktan hazırdı. Bir kıvılcım yeterliydi, onu da biz çaktık. Serkan da adayı böyle sevip, bize gönülden bağlanmadı mı? Adaya ayak basıp bizden önce gelenlerle merhabalaştık. Ardından kimimiz faytonlarla, kimimiz yayan, Kalpazan’a vardığımızda kış güneşi tam tepemizde hem ortamı hem de içimizi ısıtıyordu. Yenen mezeler, balıklar, içilen rakılardan sonra artık eski yeni Burgazlı kalmamış, her yaş tek olmuş, fotoğraf çekenlere sarmaş dolaş pozlar veriyorduk. Kalpazankaya’nın doğası, manzarası, yemeklerinin güzelliği ve en önemlisi ekibinin yakınlığı bizi adeta hipnotize etmişti. Ancak bitmesini istemediğimiz gün, yavaş yavaş sona eriyordu. İskelede içilen kahveden sonra teknenin dönüş yolculuğunda dümeni tutan Dilek’in mutluluğu yüzünden okunuyordu. Biz diğer yolcular, Birol’un dağıttığı battaniyelerin altında, bizden gittikçe uzaklaşan adamıza baka baka ikili sohbete başlamıştık. Birkaç saat önce tanımadıklarım, artık arkadaşım olmuştu. Bazılarımız da aldığımız oksijenin, belki de rakının etkisiyle uyukluyordu. Hayat çok güzel ve biz bu güzelliği yaşadığımızın farkında olduğumuz için mutluyduk.
Burgaz ben sana ne verdim bilmiyorum. Ama sen bana o kadar çok şey kazandırdın ki...
“Kışın dondurma yenmez” diye başlayan, hayal ürünü bir Burgaz günü… - Kışın dondurma yenmez. - Yenir. - Terli, terli su içilmez. - İçilir. - Haydi, bırak bu yasaklar muhabbetini, gel bu hafta sonu adaya gidelim. - Kışın adaya gidilmez. Ne yapacağız orada? İn cin top oynar, soğuktan donarız. Lodossa gitmem, poyrazsa üşürüm, yemek yiyecek yer bile bulamayız. Ben yazın bile adaya gitmem. Boş ver adayı, gel sinemaya gidelim.
- Sinemaya ada dönüşü akşam gideriz. Bak bir defalığına beni dinle, bildiğin her şeyi unut. Zor olacak ama kendini bana bırak. - Israr etme, ben adacı değilim. - Seni adacı yapmak isteyen kim? Seninle adada güzel bir gün geçirmeyi planlamıştım. Farklı, oksijen dolu bir ortamda rakı, roka, balık takılır, yürüyüş yapar sonra döneriz. - Ben öyle tepelere falan çıkmam. Uzun yürüyüşler de yapmam. Sahilde bir yer varsa yemek yer dönerim. - Anlaştık, sen adaya bir defa ayak bak, gerisi kolay. - Bak şimdiden söylüyorum, orada zorlama beni. - Söz, zorlamam. Her şey senin istediğin gibi olacak. - Vapur kaçta? - Vapur değil sana sürprizim var. Haydi hazırlan. - Hava soğuk. - Kat kat giyin üşümezsin. İşte böyle bir diyalog sonucu adayı tanımayan, bu yüzden pek sevmeyen arkadaşımla yola çıktım. Sürpriz, sizin de tahmin edeceğiniz gibi Birol ve teknesiydi. Arkadaşımla Ataköy Marina’ya gelince önce gözlerine inanamadı. Sonra duruma alıştı. Ada yolculuğunda tam anlamıyla klasikleşen bir tekne keyfi yaşadık. Adaya vardığımız zaman bu defa esnafın, orada yaşayan dostlarımızın yakın davranışları, içten davetleri o kadar doğaldı ki, kimseyi kırmamak adına yemeği bir yerde yedik, diğerinde kahve içtik, bir başkasında oturup sohbet ettik. Oturma değil de hareket etme ihtiyacını duyana kadar bu böyle sürdü gitti. Birkaç adalı dostumuzun da katılımıyla bir ada turu yapmaya karar vermiştik ki, aklıma verdiğim söz geldi. Arkadaşıma seslenip ne yapmak istediğini soracaktım, bir de ne göreyim, az önce tanıştığı bir Burgazlı ile kol kola girmişler önümüzde yürüyorlar. Ben kendimi bilirim de, onu bu halde görünce çok şaşırdım. Birol bana bakıp, dur ses çıkartma diye göz kırptı. Bunun üzerine biz de birkaç adım arkalarından yürüyüşe başladık. Her dönemeçte buradan geri dönerler diye beklerken yarım saat içinde kendimizi Bayrak Tepe’de bayrağın altında fotoğraf için poz verirken bulduk. Yolda, Ekim 2003 büyük yangını, deprem gecesini anlattık. Sıra çocukluk anılarına geldiğinde, inanılmaz ama tepeye varmıştık. Tepede manzaraya bakıp anlatacak çok şey vardı. En güzel manzara Rum mezarlığının köşesinden görünür diyerek önce kiliseyi sonra da mezarlığı ziyaret ettik. Kilisede her birimiz kendi tarzımızda dua edip, dualarımızın
sembolü olarak mum yaktık. Mezarlıkta yatan sevdiklerimizi andık, orada yatan tanıdıklarımızın kim olduğunu arkadaşıma anlattık. Mezarlığın en ucundan dört ada görünüyordu. Konuşacak bir şey kalmamıştı. Bu huzur ortamında manzarayı seyre daldık. Artık ada konuşuyor biz dinliyorduk. Tepede tam kıvamında bir ada havası hâkimdi, soğuk ancak dayanılır, rüzgârlı ama toprağın kokusunu alabilecek kadar temiz... Rüzgâr esiyor, martılar uçuyor, başıboş köpekler havlıyordu. Arkadaşım farkında değildi ama ona serum bağlamış, adayı damla damla kanına karıştırıyordum. Sıra inişe gelmişti. Adanın arka tarafından Kalpazan’a doğru inerken ekilmiş fidelerin nasıl büyüdüklerini, karşıda görülen Yassıada ve Sivriada ile ilgili hikâyeleri, yazın bu saatte adanın bu tarafının nasıl sıcak olduğunu anlattık, anlattık, anlattık... Gitmemiz gerekiyor diye saate baktığımda, Kalpazankaya’da gün batımına karşı oturmuş, işini yeni bitiren İsmail ile konuşuyor, kahvelerimizi yudumluyorduk. Saat öğlenden sonra altı civarlarıydı. Çok bilinen, sıkça tekrar edilen ama hiç bıktırmayan bir Burgaz günü bitiyordu. Dönüş için daha 2 saat yolumuz vardı. İskeleye varmak, tekneye intikal etmek sonra yelken açıp marinaya varmak uzun zaman alacaktı. Kalkma telaşımı gören Birol bana, “dur, bir şey söyleme” der gibi yüzüme baktı ve arkadaşıma, beni dahi şoka sokacak teklifini yaptı: “Yarın Pazar. İş yok, tatil. Biz neden dönmeye uğraşıyoruz, teknede kalalım. Tekne öyle bir ısınır ki, hiç üşümezsiniz, tatlı tatlı uyur yarın zinde kalkarız” dedi. Ben “Yok artık, bu kadar zorlamayalım” diyecek oldum. Arkadaşım “Ne dersin?” diye bana dönmez mi? Serum etkisini bu kadar çabuk mu göstermişti? Eşim İstanbul dışında, kızlarım arkadaşlarıyla çoktan program yapmışlardı. Arkadaşım da kalmaya müsait olunca, neden olmasın diye düşündüm. Feleğe güzel bir gol atmanın zamanı değil miydi? Öyle yaptık; şuuut ve goool ! O gece Günay Kaptan yaptığımız alışverişle bize muazzam bir yemek hazırladı. Karşımızda Burgaz adası, arkamızda Kaşık adası, yanımızda Heybeli... Yedik, içtik, şarkılar söyledik, anılarımızı anlattık. Ada, tekne, deniz, martılar ve dostlar bir arada tek vücut olduk. Teknenin hafif sallanması ve bu güzel ruh haliyle öyle güzel uyuduk ki, sabah uyanıp saatin dokuz buçuk olduğunu gördüğümde gözlerime inanamadım. Arkadaşım da, ben de tatil sabahları en geç yedi buçuk, sekizde uyanmaya alışık olduğumuz halde bu sabah farklı uyanmıştık. İster bol oksijenden deyin, ister sallanmamın ninni etkisi, sonunda güzel bir uykudan uyanmış kendimizi çok enerjik hissediyorduk. Karaya çıkıp kahvaltılık malzeme aldık. Ya gözümüz doymuyor ya da çok açtık. Günay
aldıklarımızı görünce bir hafta teknede kalacağımızı sandı. O, kahvaltıyı hazırlamanın zevkini anlatamam. Üç erkek değme aşçılara taş çıkaracak güzellikte bir kahvaltı hazırladık ve bir güzel yedik. Sonuca biz bile inanamadık. Her zaman söylerim adada güne başlamanın keyfi başkadır. Saat onbiri gösterdiğinde ada halkı ile vedalaşıp yelken açarak, dolaşa dolaşa marinaya dönmek üzere yola koyulduk. Pazar öyle güzel bir hava vardı ki, sanki bir önceki gün bir kaç ay öncesiydi. Tenteyi açıp güneşi üzerimizde hissedince montları giymeye gerek kalmadı. Heybeli’nin yanından kıvrılarak Büyükada’nın arkasından Sedef’e vardığımızda rüzgâr yavaşladı, biraz motor yardımı aldık. Sedef’in önünde demirleyip, keyif çayımızı yudumladıktan sonra tekneyi Ataköy istikametinde otomatik pilota bağlayıp, Kaptan Günay’ın keskin ve dikkatli bakışlarına teslim ettik. Marinada her zamanki buruk vedalaşmanın ardından eve doğru yol alırken arabada arkadaşımın yüzündeki huzur görülmeye değerdi. Artık emindim, bu programın tekrarını o benden çok isteyecekti. Burgaz hayranı bir arkadaşım olmuştu. Bir adalı için bu ne büyük mutluluk, bilen bilir.
.
Dünya güneşin etrafında dönüp bir yılı tamamladığında, üzerinde oluşan mevsimler, bana takip etmem gereken takvimden çok daha farklı şeyler ifade ediyor. Ben yılı Ocak’tan Aralık’a yaşamam. Benim için yıl, Haziran’dan Mayıs’a kadar olan dönemi kapsar. Hatta Eylül’de adadan indiğimiz zaman artık geçen yıl demeye başlarım. Konuşurken bazen yüzüme anlamsız bakmalarının nedeni bu olmalı. Bilmeyene, adalı olmayana, geçen yıl deyip yazdan bahsetmek tuhaf geliyor. Eylül’den başlamışken, ayların hayatımı, ruh halimi, Burgaz’a olan bağımı nasıl etkilediğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Eylül benim en bunalımlı ayımdır. Tek nedeni de adadan inmemizdir. Bunca yıldır alışamadım gitti. Ne yaptıysam, neler düşündüysem o ruh halimden kurtulamadım. Şehre taşındığımız gün yağmur yağıyorsa bir türlü, yağmıyor güzel hava varsa başka bir türlü fena olurum. Dokuz ay ayrı kalacağım tüm güzellikleri arkada bırakarak
Kabataş’a vardığımda şehir karmaşası beni az da olsa o duygu yüklü halimden uzaklaştırır. Ancak üzerimde şort ve parmak arası terkilerle şehirde dolaşırken adaya tutunmanın son gayretlerini gösteririm. Eylül aynı zamanda çok kıymetli olan kısa Burgaz ziyaretlerinin ayıdır. Taşındıktan sonra hafta sonu için geri dönmeler, koca bir yazdan daha kıymetli gelir. O dönemde kimlerin sözünü tutup adaya çıktığı çok önemlidir. Aslında Eylül’ün çok sevdiğim bir yönü de var. Eylül’de nispeten el ayak çekilince, o büyük gruplar yavaş yavaş dağıldığında, artık insanların kaynaşma dönemi başlar. Bütün bir yaz yanına oturamadığın, sohbet edemediğin tanıdıklarınla arkadaşlık tohumlarının yeniden filizlendiği zamandır Eylül. Bir daha adaya geldiğinde selamlaşma ile başlayan bu arkadaşlıklar, birkaç Eylül döneminden sonra dostluğa dönüşür. Annemin doğum günü, evlilik yıldönümümüz dışında tek sevdiğim özelliği budur Eylül’ün. Ekim, artık düzen sağlanmıştır. Okullar açılmış, rutin hayat başlamış, kıyafetler ince seçilse bile yazın geride kaldığı idrak edilmiştir. Ekim’de ada ile ilgili tek heyecan 29 Ekim’in Perşembe veya Cumaya denk düşmesiyle adaya tekrar dönebilme planlarının yapılabilmesidir. Yeşil, sarı ve kızıl renklere bürünen sarmaşıkların görüntüsü hüzünlü olmakla birlikte çok romantiktir. Bu, adanın mükemmel fotoğraflar verdiği ve çok kısa süren bir dönemdir. Kasım; 10 Kasım Ata’mızı anma günü geldiğinde artık adadan iyice uzakta kaldığımı, kışın başladığını idrak ederim. Kasım ve Aralık, adada ev değiştirmek isteyenlerin adayı arşınladığı dönemdir. Risk alıp daha ucuza ev bulmak isteyenler ise bahar aylarını kollar. Aralık ayı beklenti ayıdır. Ocak ile gelecek olan yeni başlangıçların beklendiği aydır. Yılbaşı heyecanı ile hiç gerçekleştiremediğim “adada yılbaşı partisi yapalım mı?” planları ile adayı andığımız soğuk kış günlerinin başıdır. Aralık geldiğinde hep şöyle derim; “adadan taşındığımız günden bu güne kadar geçen zaman, bir ada hayatı kadar. Hâlbuki kış daha doğru dürüst başlamadı bile.” Ocak, takvimlerde yılı değiştirir ama benim için, daha önce de söylediğim gibi o yıl çoktan bitmiştir. Neyse, topluma uyup yeni yılı kutladıktan sonra aklıma ne gelir biliyor musunuz? “Artık” derim, “yokuş aşağı iniyoruz. Adaya gitmek için geri saymaya başlayabiliriz. Gerçi daha altı ay var ama ümit dünyası bu, önümüz açıldı ya daha ne olsun.” Şubat, kısa ay. Adaya gitmek için daha az gün sayılır. Üstelik eşimle benim doğum günlerimizin ayı. Kutlamalar, sevgililer günü derken Şubat çabucak bitiverir.
Mart, işte baharın habercisi adada mimoza zamanı. Güneşli günlerin beklendiği, yalancı bahar günlerinin yaşandığı umut dolu bir ay. Artık cemreler düşmüş, hava yumuşamış, kar yağsa bile tutmaz olmuştur. Ada kaçamakları, günübirlik organizasyonlar için telefon trafiği başlamıştır. Saatlerin değişmesi ile günlerimiz ve içimiz daha bir aydınlık olur. Güneş özlemi biter, yavaş yavaş havalar ısınır. Nisan, bahar geldi diye soyunmak istediğimiz ancak hangi yaşta olursak olalım büyüklerimizin bizi yeniden giydirdikleri bu ayda ada keyfi başkadır. Tomurcuklar patlamaya başlamış, mor salkımlar açmış, güllerle birlikte rengârenk, mis kokulu bir yerdir artık adamız. Yazın çorak gördüğümüz her yer baharın bereketiyle yeşermiştir. Yeşil, taşların arasından bile fışkırır. Sarmaşıkları hızla sarmaya başlar Burgaz’ı. Tabiat gibi biz de uyanırız kış uykusundan, adanın oksijen dolu havasına kavuşmamıza çok az kalmıştır artık. Mayıs’ta, çocuğu okulda olmayan, adaya erken çıkmayı seven, vapur saatlerini işine ayarlayabilenlerin adaya çıkma vakti gelmiştir. Eskiden Mayıs’ta adaya taşınılırdı. Şimdi ise Haziranın sonunda zor atıyoruz kendimiz adaya. Mayıs, kıpırtıların başladığı, yazlık alışverişlerin coştuğu, ada temizliklerinin planlandığı, Burgaz konuşulmaya başlanan bir ay. Gerçi şimdi ReUnion sayesinde 12 ay adayı yaşıyoruz, ama eskiden öyleydi. Haziran, yaşasııın okullar kapanıyor! Şu düğünler, sünnetler de olmasa adaya erken çıkacağız ama “davetler bitsin, adadayım,” muhabbetleri başlamıştır artık. Biz taşındık haydi siz nerede kaldınız? Ev bu kış çok rutubetlenmiş her şey sırılsıklam, çocukların bütün kıyafetleri küçük, iyi ki alışveriş yapmışım, mayoları nereye koymuştuk bulamıyorum? Yeni buzdolabı mutfağa sığmadı salona koyduk, seyahatten ada için getirdiğim deniz kızı heykeli yerine çok uydu, çok şükür yine adadayız ohhh! Bakkal siparişi gecikti, yerleşmeye başlayamıyorum, bu yıl balkon için aldığım mobilyalarla ne keyifler yapacağız komşu, bekleriz. Haydi çocuklar siz sokağa çıkın ben evi toparlayacağım, bak kim gelmiş haydi koş, hay Allah düdüklü İstanbul’da kaldı babanızı arayayım da akşama gelirken evden getirsin, komşular ne zaman taşınıyor, bahçıvan bahçe suyu kesilmiş diyor… Bu konuşmalar adanın ilk günlerinde hepimizin evinde geçmiştir. Yeniden düzen kurma çabaları, çocukların yeni hayatlarına alışmaları, her yıl revize edilen ama süresiz tekrarlanan disiplin kuralları ve bunun gibi birçok tatlı heyecan.
Temmuz en güzel ay. Neden mi? Çünkü adadayız taşınma derdi bitti ve İstanbul’a inmeye daha çoook zaman var. Davetler, bahçe partileri, yatıya gitmeler, ada eğlenceleri, yurt dışında yaşayanların birer birer adaya dönüşü, hasretlerin son bulması... Zevkin tam ortası, daha ne olsun? Ağustos, leylekler gidiyor… Yapma ya, ama daha yaz bitmedi değil mi? Yok bitmedi. Çocuklar yurt dışına okumaya gidiyorlar. Evet, Amerika’da okullar açıldı ama adada yaz bitmedi. Ablanlar dönüyor değil mi? Evet, yarın gidiyorlar, ben de inip alana bırakacağım onları; kışın görüşeceğiz artık. Yaz bitti. Yok, bitmedi biz bize eğleneceğiz. Sen nereye gidiyorsun? Seyahate çıkıyoruz, dönüşte İstanbul’daki eve yerleşirim, artık hafta sonları geliriz. Yaz bitiyor bir hafta sonra Eylül. Keşke zamanı durdurabilsem, keşke on iki ay yaz olan bir iklimimiz olsa, keşke hep adada yaşasak. Güzel olan her şey neden kısa sürüyor?
Burgazada, Mehtap Sokak, Fani Kazila’nın evi. Yıllardan 1969, o evdeki dördüncü yazımız. Aylardan Ağustos, sabah 07:30. Komşumuz Madame Fani’nin ayak sesleri, hayatın üst katta da başladığının belirtisiydi. Kiveli ve Fivo’nun uyanmaları için daha zamanları vardı. Onlar belki de yeni yatmışlardı. Komşumuz Aki de uyanmış bizi beklerdi. Ama önce yapılması gereken işler vardı. Babam takım elbise, kravat ilk vapurla işe gitmiş, annem evi toparlıyor. Üzerinde gecelik ve sabahlık, saç dağınık ama kimse bu durumu yadırgamıyor. Seyyar satıcı da çöpçü de bu kıyafetle karşılanıyor. Evde telaş başlamış, bir yandan öğle yemeği pişiyor, aynı anda kahvaltı hazırlanıyor. Güneş, yıllardır asılı duran, kendine has kokuya sahip nerdeyse şeffaf hale gelmiş
perdelerden yatağımızın içine kadar süzülüyor. Bir gece önce 21.00’de yattığımızdan kardeşimle ben zinde uyanıyoruz. Zaten evimizde sabah uykusu neredeyse yasak. Hayat çok erken başlıyor. Yaz olmasına rağmen üzerimde atlet ve pijama var. Beyaz püsküllü bir pike ile örtünüyorum. Altımda, eve su içme bahanesiyle gelip anneme çarşaf satan çingenenin pek de sevmediğim sert gelen çarşafı var. Havalar soğuduğunda babamın askerde kullandığı battaniye pikenin üzerine konacak. Değmemeğe çalışırdım; saf yündü herhalde, batardı. Anneannem, yani Omama, kaldığı pansiyondan yavaş yavaş bize doğru geliyor. Üzerinde sabah denize gitmek için Rum terzimiz Kiriya Froso’ya diktirdiği basma elbise var. Elinde, plaj çantası, içinde mayo ve peştamalı. Seyyar satıcılar henüz sokaklara çıkmamışlar. Hazırlıklarını bitiriyorlar. Martılar, nedendir bilmem ama o zaman o kadar martı yoktu. Martılar Büyükada’da toplanırlardı. Kardeşimle odadan çıkar annemle öpüşüp kahvaltıya otururduk. Her sabah yenmesi gereken yumurta, peynir ve reçel masada. İstemem diye bir seçenek yoktu, hepsi yenmeliydi. Süt de içildi mi ilk görev tamamdı. Sonra giyinme faslı. Sabah kıyafeti ayrı çekmecede. Bir gün önceki temiz kalmışsa tekrar giyilebilir, yoksa temizini alabilirsin ama yeni olmayacak. Giyindik, kahvaltı ettik, şimdi ders çalışma zamanı. Bir saat ders yapılacak. Evde sessizlik olurdu birden, “çocuklar ders yapıyor.” Bu arada ders çalıştığımızı bilmeyen seyyar satıcılar avaz avaza bağırarak sokakta dolaşmaya başlardı. O zamanlarda pazar kurulmadığından annem alışverişini manav ve bu satıcılardan yapardı. Yoğurt eve omuza asılı tepsilerde gelir, dara için mermer parçaları kullanılırdı. Sütçü kapıyı çalar, annem süt kabını alır, sütçüye yere dökme tembihleri verirdi. Bir damla döküldü mü, eyvah... Sonra o süt kaynatılırdı, annem dalgınlığından olacak, nedense hep taşırırdı. Sütçünün döktüğü damla sorun olurken, taşan süt, annemi daha çok kızdırırdı. Ayrıca bizim evde kek ve reçel sıkça pişerdi; evin o kokusunu nasıl özlüyorum bir bilseniz. Babam, söylene söylene reçelleri şehirdeki eve taşırdı. Yazın kış reçeli, kışın yaz reçeli yerdik. Annem reçeller küflenmesin diye soğuduktan sonra mumla kaplardı. Soğutma işlemi de, su dolu kaplarda yapılırdı. Hem çabuk soğur hem de kavanoza böcek girmezdi. O yıllarda zor bulunan kavanozlar evin değerli malıydı; yıllarca kullandığımız kavanozlarımız vardı. Çoğu da kahve kavanozuydu. Şimdi bile evimde kavanoz atamıyorum. Ders faslı da bitti, annemiz kontrol etti, izin çıktı, kulübe ineceğiz. Ancak önce Selahattin Ağabey’in yüzme dersine gitmeliyiz. BDK’de, şimdi jeneratörün olduğu yer
kapalı bir salondu. Sanırım üstünde Kazım Abi yaşardı. İşte bana karanlık gelen o salonda pratik ders alırdık. Nefes nasıl tutulur, nasıl verilir. Gözler neden açık olmalı. Stil yüzmek için ne yapmalı vs vs... Salondan çıkar, o ağır, beyaz boyalı antrenman tahtalarıyla denize giderdik. Yüz babam yüz. Dolap beygiri gibi yüzerdik. Bir git, bir gel. Ders biterdi, annem kulübe inmiş, mayo elinde hazır beklerdi. Anneme göre ıslak mayo ile durduk mu, kesin hasta olurduk. “Bugün nasıl” demeyeceğim. Bugünün nasıl olduğunu, herkes gayet iyi biliyor, değil mi? Artık oyun vakti, bir daha denize girebilmek için önce ısınmak gerekirdi. Annem saatine bakar ve zamanı geldiğinde bizi 10 dakikalığına denize sokardı. 11 dakika değil, 10 dakika. Vakit geldi mi çık, kurulan, mayo değiştir, kremlen, şapkanı giy. Şimdi meyve yeme zamanı. Her çocuk annesinin yanında meyvesini yer, sonra oyuna giderdi. Bu düzene kimse, en azından yakın çevrem itiraz etmezdi; hayat böyleydi. Böyle yaşamak daha sağlıklıydı. Başka bir yaşantı bize uymazdı. Saat 12.00… Artık eve gitme vakti gelmiştir. İç çamaşırı ve sabah kıyafeti kabinlerde asıldığı yerden alınır, giyilir, mayo havluya sarılır, sosis şekli verilir, koltuğun altına yerleştirilir, hazır vaziyette annemizi beklerdik. Çıkışta şansımız varsa, annemiz yorgun olurdu ve eve faytonla giderdik. Mayolar, havlular kurumaları için bahçeye asılır, vakit kaybetmeden öğle yemeğine otururduk. Masadan eksik olmayan sebze, salata, hamur işi ve etten oluşan menüden her şeyi yemek mecburiydi. Çok dengeli besleniyorduk çok... Yemek biter, artık uyku vakti. Çocuklar sağlıklı yetişecek, annem kafasına koydu mu yapardı. Hazım için bırakılan bir yarım saat sakin geçerdi, sonra hop yatak. Pijama giyilecek, yatak açılacak, içine girilecek ve uyumak şart. Aynı saatlerde annem de uyuduğundan, pencereden Omama bizi kontrol ederdi. Bu uyku faslı saat 16.00’da biterdi. Bu arada, grupta sıkça adı geçen dondurmacı bağıra çağıra geçer, bazen Omama’nın “şşşt çocuklar uyuyor, bu saatte dondurma satılır mı?” uyarılarına maruz kalırdı. Dedim ya uyku vakti, en kutsal zaman. Uyanıp giyinirdik, ancak bu sefer akşam kıyafetleri çekmecesinden en yenileri değil -onlar özel günler içindi- geçen senekilerden seçmece bir kıyafet ile odadan çıkar, süt ve kekten oluşan kahvaltımızı yapardık. Sonra bisikletlerle doğru sahile. Oyun alanımız itfaiyenin önüydü. Kalpazan’a gitmeye karar verdiysek annemize mutlaka haber vermeliydik. Önce onu arar bulur, izin alır, öyle giderdik. Dönüşte de “döndüm” haberi mutlaka verilirdi ve genellikle annemi bıraktığım yerde bulamazdım. Saat 20:10’a kadar böyle gezer dururduk. Babamın vapuru geldiğinde, kardeşimle iskelede buluşur, babamızı alıp
eve giderdik. Annem yemeği hazırlamış, masa kurulmuş, her şey hazır, dengeli besleneceğimiz günün son öğününü yerdik. Yemekten sonra hazım, sohbet ve hooop yatak. Bazen, o da öğle uykusu raporu Omama’dan olumlu geldiyse, çok yalvardıysak, hava sıcaksa, yine de kazak almak şartıyla sinemaya giderdik. Sonra ne oldu? Büyüdüm! Hay büyümez olaydım, ne güzelmiş o günler. Neyse, evrenin kanunu bu, büyümek şart. Bu defa o öğlen uykularına ben gönüllü yatar oldum. Ve şimdi ahh... İşten vakit bulsam da öğlen uyusam diyorum. Omama kapıdan beni gözetlese, ben de ona numara yapsam, ah ne güzel olurdu. Omama’mı, eski adayı çok özledim ama şimdi de kendi ailemle, bu yaşantının kuralları ve disipliniyle çok mutluyum. Adadayım, ReUnion gruptayım, bu gün bahardan çok güzel bir gün yaşıyorum, sağlıklıyım, mutluyum. Siz de mutlu olun diye bu nostalji dolu satırları yazdım. Beğendiniz mi?
Düşünün, bu gün hayatınızda kullandığınız hiç bir modern araç gereç yok. Şehirden uzaktasınız. Ada için vapur az ve yolculuk 1,5 saat. Taksi veya arabanız ile köprü üzerinde durmak yasak, yani vapur iskelesine kadar yürümeniz lazım. Ada evi bu gün alıştığınız konfordan uzak. Her şey bu güne göre ilkel. Şimdi nostaljisini yaşamaya çalıştığımız “eski Burgaz” yaşantısı nasıldı? Hatırlayalım bakalım. Yıkanmak için önce kazanın altına ateş yakmak lazımdı. Ev halkının aynı gün ve saatte yıkanması gerekiyordu. Sırayla. Kazan yakıldı, sıcak su var, haydi banyoya. Banyodan çıkınca sanki bir merasim bitmiş gibiydi. O zor şartlarda yıkanmanın keyfi başkaydı. Ev halkı, çok iyi bir iş yapmış olmanın rahatlığını ve nedense gururunu yaşardı. Öncesi ve sonrasındaki işler ritüelin bir parçasıydı. Kazandan çıkan duman, sabunun kendine has kokusuna karışır, banyodan tertemiz çıktığımızda üzerimizde ada evinde yıkanmış olmanın verdiği farklı, hoş bir koku olurdu.
Yazın adada yıkanmak için ya soğuk suya razı olunacak ya da yıkanmadan önceki uzun hazırlık döneminden geçilecekti. Birçok evde durum benzerdi. Elektrikli şofbeni olan evleri de hatırlıyorum ama bizde durum buydu. Kazanın altına yakılan ateş dışında, çaydanlıkla ısıtılan su modelimiz vardı. Çaydanlık, leğen, maşrapa ile yıkanma seansları başka bir olaydı. Yere büyük leğen konur, çaydanlıktan sıcak su, yanda duran kovaya atılır, soğuk su ile ılık ayarı yapılır ve sırada bekleyen kardeşimle ben çağrılırdık. O zamanlar pek sevmediğimiz yıkanma faslı bittiğinde ise, Omama bizi alır yatağa götürürdü. Yıkanmak istirahati gerektirirdi. Kışın ise okul çıkışında yıkanır, sonra yatağa girerdik. Daha sonra kuruduğumuza ikna olan büyüklerimiz, giyinip derse başlamamız için, “haydi kalk oğlum” çağrılarına başlarlardı. Ne keyifti o. Tadı hala aklımda. Evde bu kadar sıcak su trafiği varken çok dikkatli olmalıydık. Ancak aklımda kalan başka bir anı da, kardeşimin o tehlikeli çaydanlığı üzerine çekmesiydi. Adadaydık ve yine bir yıkanma hazırlığı vardı. Çığlıklar ile evde bir telaş... Çok şükür annemin becerikli müdahalesiyle kardeşim kurtulmuş, hiç iz kalmamıştı. Ağlaması hala kulaklarımda. Zaten bütün belalar onu bulurdu. Başındaki dikişler, adada kaybolmalar, çıkan omzunu yerine koyan faytoncular, eşeklerden kaptığı stafilokok. Daha neler var… Annem anlatmaya başladığında, torunlarının dinlemeyi en çok sevdiği hikâyelerin ana kahramanı, kardeşim. Çamaşır yıkamak da benzer hazırlıkları gerektirirdi. Ancak olay bir gün öncesinden başlardı. Annem çamaşırları suya bastırırdı. Öyle denirdi. Çamaşırlar suya basılır yani bütün gece suda bırakılırdı. Beyazlara çivit atılırdı. Bu gün bile o çivitin yaptığını yapabilen deterjan yok. Ertesi gün çamaşırcı kadın gelir, bütün gün elde çamaşır yıkardı. Kazanın altı yanar, sıcak su akar, kalıp beyaz sabun köpük köpük olur, çamaşır yıkanır, sonra güneşe asılırdı. Arka bahçemizde yer çoktu. O gün için özel olarak ip gerilir, çamaşır açık ve rahat asılırdı. Çamaşırın güneş görmesi şarttı. Bu arada tahta mandalları, ipten yapılmış yani sicim çamaşır iplerini hatırladınız mı? Annem ev sahibimiz Fani Kazila ile anlaşır, çamaşır gününü ona göre saptardı. Yıkanma da yukarısı ile randevuluydu çünkü yıkanma yeri çamaşırhaneydi, ortaktı ve evin dışındaydı. Adada telefon yoktu. Aslında vardı ama çok azdı. Sayılı telefonlardan biri de bizim kiralık evimizin ev sahibi Fani Kazila’daydı. Bize her kolaylığı gösterip telefonunu kullanmamıza izin verirdi. Ara sıra annemin şehirdeki arkadaşları arardı. Yukarıdan
Fani Kazila, “Kiriya Olga, telefono” diye haber verirdi. Annem çıkar, konuşur sonra o telefon konuşması ziyarete dönüşürdü. Evde annemi arardım, bir de bakardım ki annem Madame Fani ile oturmuş kahve içiyor. Sohbet derinleşmiş. Evden tembihlenmiştik, çok önemli değilse yukarıya telefon için çıkılmayacaktı. Şehirdeki arkadaşlar aranmayacaktı. Yukarı kattaki telefonu sadece haber verme amaçlı kullanırdık, vapur kaçırdığımızda vs. Arkadaşlarımıza telefon etmek için PTT’ye inerdik. Sanırım hepiniz ahşaptan, kahverengi, kötü kokan telefon kulübesini hatırlarsınız. Oradan telefon etmek beceri isterdi. Numaraları çevirmek yetmezdi. Bazı tüyolar vardı: son numarayı tekrar çevir, sonda bir 9 çevir... gibi. Alemdik o zamanlar. Bir dönem de çevir sesi gelmezdi. Bakın çevirmek diyorum, basmak değil. Tutsun diye çevirmekten parmaklarımız incelmişti. Çevirme işi ojeli bayanların korkulu rüyasıydı. Sonra kulüplere telefon kondu, Bir lira ile konuşulurdu. Boş hat bulmak için akşam yemeği zamanı gitmek gerekirdi, hem kuyruk yoktu hem de hatlar rahattı. İşte bir zamanlar böyle meşakkatliydi iletişim. Televizyon hepimizin hayatına çok hızlı girdi. Meğer nasıl beklemişiz televizyonu. Televizyon önce kışlık evlere geldi. Adaya gerek yok dendi. Sonra ufak televizyonlar çıktı. Onlar adayı kurtardılar. Ya da batırdılar. Televizyonunu alan, boynuz anteni açar, balkona çıkardı. Tek kanal döneminde evden çık, sahile kadar yürü, sokakta duyduklarınla haberleri izlemiş olurdun. Bu kadar gürültülü bir ortamdı bir zamanlar adamız. O zamanlar da haberler uzun ve sıkıcıydı. “Sıkıyönetim komutanlığından bildirilmiştir” diye başlar, anlaşılması zor şeyler söylerdi. En azından olan biteni pek anlamayan biz çocuklar için. Yıkanmak, çamaşır yıkamak, bulaşık yıkamak, iletişim kurmak zordu ama böyleydi ve ne gerekiyorsa yapılırdı. Musluklar akıtır, sıcak su zahmetle elde edilirdi, buzdolapları şehirden getirilir tekrar geri gönderilirdi. İşin ilginç tarafı bozulmazlardı. Şimdi buzdolapları gelinden nazlı, “aman açma, dur yeni geldi. 24 saat dinlensin...” Daha neler neler. Anneannem gençliğinde tel dolapları sarnıca nasıl sarkıttıklarını ve başına gelen kazaları anlatırdı. O anlatır, ben ona üzülürdüm. Bu duygusallık o yaşlardan kalmış olmalı. Hala sevmeye devam ettiğimiz gibi, adamızı eski yaşam koşullarında da severdik. Geçen zamanla birlikte gelişimlere şahit olduk. İşte bu yüzden nostalji yaşama ihtiyacını hissediyoruz, nostaljik yaşamayı seviyoruz. Birlikte geçmişi anıyor, aslında her evde farklı olsa bile yine de ortak bir yaşam tarzı olduğunu fark ediyoruz. Sokak
hayatımızı anıyor, oyunlarımızı hatırlıyoruz ve günler geçtikçe kim bilir neleri hatırlayacağız. Bu ReUnion grubu ne zaman kurulmuştu. Ne 2010 mu? “Pa pa pa, kaç yıl geçti vre more...” diyeceğimiz günler yakın.
Mayıs 2011, gruptan on arkadaş Atina’daki dostlarımızı görmeye gittik. Geçen hafta zamanda bir yolculuk yaptık, sevgili dostlar. Biz, sanıldığı gibi Atina’ya gitmedik. Uçağa bile binmedik. Bizler, evimizin arka kapısından bahçeye çıktık. Biraz ilerledik ve bir zaman tüneline düştük. O tünelde uçtuk, uçtuk, uçtuk. Bulutların üzerine konduk, Ege’den esen rüzgârın yardımıyla kırk yıl öncesine, elli yıl öncesine gittik. Aslında tüm zamanları bir anda yaşadık. 1960’lar, 70’ler ve 2011 aynı anda. Hepimiz çocuk, genç kız, delikanlıydık. BDK‘da disko, diğer adalardan, karşıdan geliyorlar. ASSK’de uçtaki fener ve oradaki disko; yaz aşkları yaşanıyor. Hepimiz, hepimiz oradayız, eksik yok. Zaten neden olsun ki, kim nereye gitmiş ki? Kışın Nişantaşı, Cihangir, Şişli yazın adadayız. Düzen böyle, hepimiz halimizden memnunuz ve çok mutluyuz, neden değişsin ki? Omama’lar, yayalar, nineler, dedeler papu’lar hepsi hayatta, evde bizleri bekliyorlar. Geç kalmayalım diye tembihlenip gelmişiz bu buluşma yerlerine. Zaman içindeki bu yolculuğa on kişi çıktık. Bir anda yüz kişi olduk. Aslında yüz değil bir kişiydik. Bir vücut olmuş, aynı duyguları hissediyor, aynı heyecanları duyuyor ve bundan besleniyorduk. Adada olmayan ve alışık olmadığımız tek şey akan bir ırmaktı. Ancak kimse buna şaşırmış görünmüyordu. Peki, kaynağı neydi, nereden geliyordu bunun suyu? Irmak o kadar parlak ve saftı ki, geçtiği yerde ışık oluşuyordu. Bizler buluştukça coşuyor adeta çağlıyordu. Sonra fark ettik ki, ırmağı besleyen sevinç gözyaşları adamızı kaplamış, her yer nur olmuş. Hatta zaman içindeki o yolda bu sudan beslenen ormanımız mucizevî bir şekilde eski halini almış. Evet, dostlar, Atina’ya gittik tabii ve çok güzel vakit geçirdik. Havalimanında karşılama ile başladı seyahatin ilk heyecanlı anları. Sarmaş dolaş olduk. Daha önce
tanışmış olmanın, birbirini hatırlamanın hiç bir önemi olmadığı bir an yaşıyorduk. Atina’daydık ve Burgazlılar bir araya gelmiştik. İşte o an için önemli olan buydu. İlk heyecanı üzerimizden atamadan, fotoğraflar çekildi, ardından şehre gitmek için arabalara dağıldık, sohbet muhabbet otele vardık. Orada bizi başka dostlar karşıladı. Hiç bitmesini istemediğim bir tören yaşıyorduk. Karşılamalar, sevgi dolu bakışlar ve o ilk anlar. Kelimelerin bittiği o ilk anlar. “Seni çok özledim” bile diyemeden başlayan gözyaşları ve sarılmalar. Tam sakinleşip “dur sana bir bakayım” derken yeniden sarılmalar ve doymak bilmeyen hasret duygusu. Akşam, Uzo ve Burgaz Rakısı’nın içildiği, muhteşem mezelerin yendiği 40 kişilik bir masada kimse yerinde duramıyordu. Sürekli kenetlenen eller, konuşan bakışlar ve yılların özlemi, artık her şey ortadaydı. Atina’da yaşayan dostlarımızın kalbi hala İstanbul’da atıyor. Göçün nedeni her ne olursa olsun, İstanbul, Burgaz gözlerinde tütüyor. Kızgınlık yok, kin hiç yok. Sadece acı bir gülümseme ve tarifi imkânsız bir hasret var. Dostlarla birlikte olduğumuz anlarda mutluluk ve acı, savaş ve barış gibi aynı anda olmayacak şeyler yaşanıyordu. Duygulardan, heyecandan kurtulup, güncel konulara gelmek çok zaman aldı. Kiminle evlisin, çocukların var mı, ne yapıyorlar, sen ne yapıyorsun, işlerin yolunda mı, İstanbul’a ne zaman geleceksin? Sorular bir biri ardına diziliyordu. İşte eşim, bak bu da çocuklar... Aile fotoğrafları cep telefonlarından gösteriliyordu. Bu can arkadaşların düğünlerinde bulunamamak, çocuklarının doğumlarını görememek aslında tam bir çelişki yarattıysa da, o detaylardan çok, anı yaşamak daha önemli oldu. Atina’da gezdik, yemek yedik. Yemek deyip geçmemeli, deniz mahsulleri ve mezelerin tadı damağımda kaldı. O yemeklerde midemin kapasitesinin çok daha fazla olmasını diledim ama olmadı, şimdi aklım yiyemediklerimde kaldı. Unutmadan söylemem lazım, Atina’da en çok yapılan şey kahve içmek. İki adımda bir durup kahve içtik. Aslında iyi de oldu, bu vesile ile birbirimizi görüp konuşabiliyorduk. Bir öğlen yemeği sırasında Bercuhi aşka geldi ve eski bir Rumca şarkı söylemeye başladı. İçli içli söylüyor, güzel sesi ile nameler yapıyordu. Şarkı bitince yan masadan “seni seviyoruz” diye tezahürat geldi. Kadehlerimizi kaldırıp Rumca cevap verdik. Sonra ikinci, üçüncü şarkı birbirini izledi. Bercuhi söylüyor, arkadaşı Sula eşlik ediyordu. Derken yan masa da şarkıya katıldı. Lokanta sesimizle yankılanmaya başladı. Ne kadar güzel, hoş bir an diye düşünürken sanki randevu vermiş gibi bir akordiyon ve gitarist belirdi. Onlarla birlikte şarkılar söyledik. Yan masa sirtaki gösterisine kalkınca, Engin Ağabey’e baktım ve ikimiz de boğazımızda düğümlenen
duyguları bakışlarımızda hissettik. Engin Ağabey’e “neden?” dedim. O da “kalpten geliyor, işte bu yüzden” diye cevapladı. Daha sonra yan masadaki bayanların Konya ve İstanbul kökenli olduklarını öğrendik. Akşam Plaka’da Akropolis manzarası eşliğinde yediğimiz yemek, ertesi günün ayrılık duygularının etkisi altında kaldı. Britanya Otelindeki kahve ve sorbe keyfi ise kolay kolay unutulmayacak. Son gün, marinalarda yatları, yelkenlileri gezip hayaller kurduk. Ağaçların altında oturup kahve içtik. Öğle yemeğinde köfte, piyaz yedik. Dönüş saatini unutmaya çalıştık ama gerçek kapıdaydı. Seyahat kısa olunca, buluşma ile vedalaşma sanki aynı anda oldu gibi geldi. Atina’da yaşayan Burgazlılar bir daha gelmemiz için bizden söz aldılar. Sarıldılar, bırakmak istemediler. Zor da olsa artık gitme zamanı gelmişti. Kısa olmamasını umduğumuz ayrılık için duygu seli yeniden başladı. Burgaz ırmağı coştu, coştu, coştu. Adaya yeniden nur doğdu. Zaman mevhumunu bir kez daha yitirdik. Zaman tünelindeki bulutlar ve Ege rüzgârı bizi sürükledi, uçurdu, uçurdu, uçurdu...
Kış ortasında yazı yaşamak... Yelkenliyle adaya gitmek yeni hobim ve beni çok mutlu ediyor. Yeni arkadaşlıklar, farklı bir ortam, kısacası günlük hayattan kaçmanın, sistem dışına çıkmanın ideal yolarından biri. Deniz ve rüzgâra bir de adayı katınca benim için mutluluğu anlatacak başka kelimeye ihtiyaç yok. Birlikte olduğum dostların tatlı muhabbetleri, bol oksijenden acıkmış olarak vardığımız lokantadaki lezzetli ikramlar, işte güzel bir günün etkili reçetesi. Tarih, Aralık 2010, ayın ilk cumartesisi. Randevumuz 11:30’da Ataköy Marina’da. İlk defa gidiyorum, girişini bilmiyorum, güvenlik girişinde ne diyeceğimi bilmiyorum. Teknenin adını unutmamak için kâğıda yazdım: BÜRGEM. 49 feet’lik bir kuğu. Fransız Jeanneau marka. İçi, dışı pek bir fiyakalı. Detayları, bir sürü öğrenilmesi gereken gizli köşeleri var. Her kıvrım bir fonksiyon için düşünülmüş. Bu da tekneyi çok kullanışlı yapıyor. Çift dümenli, dümenleri deri kaplı, pek havalı…
Oturtacak yerler bir yelkenli için rahat. Ortadaki masa büyüyebiliyor. Keyif yapmak için her ayrıntı düşünülmüş. Yelkenli deyince en önemli soru, yelkenler nasıl açılıyor? Bürgem’de ana yelken direğin içinden çıkıyor. Ana yelken elektrikli vinç ile bir dakikadan az bir sürede açılıyor. Öndeki Cenova kol gücüyle geriliyor ancak o kadar kolay bir işlem ki, çekip sabitlemek hem az zaman alıyor hem de rüzgâr gücüne göre ve sağanak denen ani basan güçlü rüzgâra göre ayarlama yapmak için elinizin altında bir güvence olarak duruyor. Kuğumuz çevik manevralarla marinadan yavaş yavaş Marmara’ya doğru süzülürken ufak da olsa dalgamızdan sallanan diğer tekneler sanki bize reverans yapıyor. Sığınaktaki sükûnetten sonra Marmara’nın rüzgârını hissetmek, iyot kokusunu almak çok güzel geldi. Aralık başı olmasına rağmen hava güneşli. Rüzgâr tam yelken açmaya müsait. Dalgalar rahatsız etmeyen boydalar. Keyifli bir seyir için ortam tam kıvamda. Açıktaki yük gemilerini geçtikten sonra tekneyi otomatik pilota bağladık. Artık keyif yapma zamanıydı. Gözlerimiz ufukta hem gelen gemileri kontrol ediyor hem de yaklaşan ada manzarasını seyrediyorduk. Bildik bir yeri tekrardan keşfetmenin heyecanı ile adaya, âşık olduğum toprak parçasına adım adım yaklaşıyordum. Konu denizden, rüzgârdan, yelkenden, teknelerden açılmıştı. Bilmeyenler soruyor, tecrübeliler anlatıyordu. Bu işe yıllarını verenler de başlarından geçen ilginç olayları anlatıyor, denizin üstünde olmanın verdiği rehavetle biraz da abartıyorlardı. Yol yaklaşık 1,5 saat sürdü. Adaya yaklaşınca burnumuzu rüzgâra çevirip ana yelkeni indirdik. Daha sonra Cenova’yı sardık, artık kontrol motordaydı. Lokantadan gelen şişme bot yardımıyla şamandıraya bağlandık. Aynı bot bizi kıyıya götürdüğünde artık Burgaz’daydık. Adamıza, adalı dostlarımıza kavuşmanın sevinci yüzlerimizden eksilmeyen gülümsemeye yansıyordu. Her gittiğimizde başka bir lokantada yeme alışkanlığını edindiğimizden sıra ile adalı dostlarımızın misafiri oluruz. Yemekte balık, roka ve rakı vazgeçilmezlerden, gerisi adada yemeğe alışık olduğumuz güzel mezeler. Yemek faslı uzun sürer. Mutfağa giren arkadaşımız, meraklı bakışlar altında gelen yemeklere hem yenilik hem de değişik lezzetler katar. Yazın bu farkları menülerde göreceğimizi düşünüyorum. Selamlaşma, sohbet ve lezzet şöleni ile yenen yemeğin üzerine bir yürüyüş iyi gelir diyerek, tembellik yapmak isteyen arkadaşlarımızı da dürterek adanın yollarında dolaşmaya çıkmak başka bir keyif. Çocukluğunu kim nerede geçirmiş, nerede
oynamış, kiminle arkadaşlık yapmış muhabbetleri arasında yollarda çekilen fotoğraflarla adamızı, yaşadığımız an ile ebedileştiriyoruz. Yürüyüş sonunda sahilde kahvemizi içtikten sonra artık vedalaşıp dönme zamanı. Hava kararmış, yağmur çiselemeye başlamış, rüzgâr yön değiştirmiş adeta yelkenleri şişirmek için bizi bekliyor. Hazırlık ve son kontrolden sonra önce motor yardımıyla adadan ayrılıyoruz. Açıklarda yelkenleri her zamanki çeviklikle açıyor, rüzgârın gücüne göre açısını ayarlıyor, karanlık sularda marinaya doğru teknemizi otomatik pilota emanet ediyoruz. Gece seyri çok daha zor. Yemek yenmiş, rehavet var. Aynı zamanda karanlıkta deniz çok dikkatli hareket edilmesi gereken bir yer. Her karaltıyı, her kıpırtıyı görüp doğru değerlendirmek gerekiyor. Marina açıklarındaki terk edilmiş ışıksız, sinyalsiz gemiler, denize düşmüş halat, hareket halindeki gemilerin yaklaşma hızı ve açısı gibi durumlarda tecrübeye, doğru algılamaya dayanan bir göze ve bilgiye ihtiyaç var. Bunlara havanın soğukluğu ve yağmuru da katınca iş gerçekten zor ama bir o kadar da keyifli. Marinaya yaklaşırken telsizden marinada alacağımız palamar servisi için onay bekliyoruz. Onayı yılın bu döneminde almak zor değil. Bu havada denize çıkan tekne pek olmuyor. Tekneyi üç halat yardımıyla kıçtankara bağlıyoruz. Bu işlem günün sonuna geldiğimizin işareti. Artık İstanbul trafiğinde evlerimize en çabuk yoldan varmak için plan yapma zamanı. Burgaz’ın etkisi, denizde olmanın güzelliği, yelkenin rahatlatma özelliği ve dostların muhabbetine, içilen ve yenenler de eklenince böyle bir günü anlatmaya aslında kelimeler yetmiyor. Yeni tanıştırıldığınız bir kişiye ‘merhaba’ dediğiniz an, arkadaşça sohbetlere başlayabiliyorsanız... Bu; ada, deniz ve tekne üçlüsünün etkisinden başka ne olabilir?
Yorgunum, uzun, hareketli bir iş gününü geride bıraktım. Yemekten önce dinlenmek için gözlerimi kapadım ve birden belirdi... Bir başucu kitabım var. Annem, ben doğduktan 3 ay sonra yazlık evimize geldiğimizde başucuma bırakmış. Anneanneme ilk defa bu kitabı sorduğumda 2 yaşını ancak bitirmişim. Anlatırdı, önceleri hikâye gibi dinledim ama sonra anlatılanların bizim ailenin geçmişi olduğunu anladım. Anneannem, benim onu çağırdığım ismiyle Omama, bana aile geçmişimizi anlatan
tek insandı. Annem ve babam çalışırlardı; bu yüzden ev, iş hayatı derken hikâye anlatacak vakitleri kalmazdı. Omama, bana adada geçen kendi çocukluğunu, annemi nasıl büyüttüğünü, Birinci Dünya Savaşı’nda başlayan zorlukları, Cumhuriyet’in ilanı ile gelen mutluluğun İkinci Dünya Savaşı ile gölgelenmesi, kamplarda kaybettiğimiz yakınlarımızın acı anılarını, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olaylarını... Hepsinde, ailemizin bir parçası yok olmuş. Ancak yaşananlar, çekilen acılar, isyanlar, hepsi hepsi bizi bugüne, o günlerin izlerini taşıyarak, onlardan bir parça alarak taşımış. Çocuk aklımla olayları dinlerken üzülür, bunlar olmasaydı nasıl olurdu diye hayallere dalardım. Aradan fırınlar dolusu ekmek yiyince anladım ki, hayat bir senaryo ve biz repliklerimizi oynuyoruz. Bu olayları değiştirecek bir güç yok. Bizi bugünkü değerlerimize taşıyan tüm güzel ve acı olaylar yaşanmasaymış biz, biz olmazmışız. Kitaba gelelim. Ancak önce size aktarmam gereken bir bilgi var. Ailemiz üç nesildir yazlarını Burgazada’da geçirir. Dördüncü nesil çocuklarım da adada doğdu ve Burgaz’ı ailece çok severiz. Tüm çocukluk anılarım, yaşantımla ilgili en güzel hatıralarım hep Burgaz içeriklidir. Çocukluğumda yaz tatilleri daha uzundu. Okulun son günü annem, kardeşimle beni alır doğrudan adaya götürürdü. Dört ay adadan inmeden, o zaman bile kısa gelen Burgaz yaşantıma hiç doymadım, doyamıyorum. Şimdi ise annem, kardeşim ve ben ailelerimizle hala adada olmanın farkındalığını hissederek elden geldiğince keyif almaya çalışıyoruz. Evet, kitap demiştik, araya çok laf girdi. Bu kitap, doğduğum günden beri başucumda. Kapağı beyaz, bembeyaz ve ilk günkü gibi tertemiz. Biz ev değiştirdikçe bizimle gelir ve her yaz başı onu başucumda bulurdum. Nedense bu kitabın başucuma nasıl geldiğini hiç sorgulamamıştım. Hala sorgulamıyorum. İlk gün annem bırakmış, ya sonra?.. Yazın adaya varma heyecanının bir parçasıydı bu kitap. Tabi ki, önceleri Omama okurdu her gün bir sayfa. Zaman geçti okumayı öğrendim, kendim okudum. Garip, çok garipti çünkü kitap aynı kitap olmasına rağmen içindekiler her yıl değişirdi. Neden, nasıl, niçin diye sorgulamadan okumaya başlardım daha ilk günden. Yıllarca beni bana anlatan bu kitabı, hayalimde başka bir çocuğu canlandırarak okudum. Ta ki, gün gelip de farklı bir yaklaşımla değerlendirdiğimde, hayretlere kapılıp kitaptaki kahramanın ben olduğunu anlayana kadar. Bu kitap Burgaz’dı, bu kitap hayatımdı. Her yıl bana sunulan, her yıl itinayla yanıma bırakılan ve eskimeyen bu mucizevî kitap, Burgaz ve ben. Yazarın kim olduğu yazmıyor. Ancak aile içinde, kaderimizi belirleyen büyük bir
güçten bahsediliyor. Bu yaz da yıllardır alıştığım şekli ile okumaya başladım. Kitap, Burgaz’dan, İstanbul’dan göç etmek zorunda kalanlara adanmış. “Bu adayı, şehrimizi yaşanır bir yer yapan, adaya hayat veren, ‘geçmişimizi, bugün artık ne yapsak ulaşamayacağımız güzel hatta efsanevi anılarla süsleyen’ siz sevgili dostlarıma…” demiş bembeyaz bir sayfanın tam ortasında. Şimdi artık iyice anladım ki, göçen bunca Burgazlı bir zamanlar burada yaşamamış olsalardı, bu kadar güzel bir adamız olmayacaktı. Sadece Burgaz mı? İstanbul’u inşa eden, bugün hala dimdik duran ve kataloglara sığmayan güzelim İstanbul binalarının değerli mimarları… Çiçek Pasajı’ndan Boğaz lokantalarına kadar eğlence hayatını İstanbul’a taşıyan, birbirinden leziz mezelerle geleneksel Osmanlı mutfağına ayrı bir renk katan tüm eski dostlarımız… Çaldığınız müziğin tınısı hala kulaklarımızda, pişirdiğiniz yemeklerin tadı damağımızda. Yapmaya çalışıyoruz ama sizinki gibi olmuyor. “O” hava yok artık; herhalde özlenen “tad”ı alamamanın nedeni bu olsa gerek. Beyoğlu’ndaki kumaşçılar, terziler, şapkacılar, kürkçüler… Şimdi izinizden yürüyen yeni esnaf hala bize sizleri anlatıyorlar. Çocukluk arkadaşlarım, komşularım kaybettiklerim hepsi gözümün önünde belirdiler. Ne kadar özlemişim onları, nasıl hasret kalmışım onlara. Duygulandım, kalbim sıkıştı. Yaşaran gözlerimi silerek kitabın diğer sayfalarına geçmek istiyorum ama olmuyor. Karşımda boş bir sayfa. Bir beyaz sayfa... Hiç bir şey yazmıyor. Atlamak mümkün değil. Her yıl bu sayfayı çevirmeden kitaba başlamak imkânsız. Zamanla anladım ki, adamızda dargınlıkların, küskünlüklerin, üzüntülerin unutulması bu beyaz sayfa sayesinde gerçekleşiyor. Demek ki biz adalılar her yıl adaya geldiğimizde beyaz bir sayfa açarız, tertemiz bir sayfa. İçimden o sayfayı okşamak geldi. Elimi hafifçe sayfanın üzerinde gezdirdim. Kâğıdın kayganlığı, kokusu o kadar güzeldi ki. Evet, kâğıt kokar. Her insanın olduğu gibi her kitabın da bir kokusu vardır. Kokuyu derin derin içime çektim. Kitap buram buram Burgaz kokuyordu. Yağmur sonrası toprak kokusu, baharda açan mor salkımlar, mimozalar, yazın bize merhaba diyen yaseminler hepsi o kokunun içindeydiler. Okumaya devam edemeden öylece dalıp gittim. Tüm zamanları bir anda yaşıyordum; hafızamda ne varsa, ters dönmüş bir çekmece misali tüm fotoğraflar önümde. Beynim tüm ada yaşantımı ön belleğe taşıyordu. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Beni görenler uyuduğumu sanıyorlardı ama ben uzaklarda, çok uzaklardaydım. Rüya görmüyordum, anıları yaşıyordum; bir çocukluğum, bir bugünüm. Duygular devreye girmekte gecikmedi. Her yaşın farklı
heyecanı başımı döndürüyordu. Eski adalılar, aile büyüklerim, kaybettiğimiz sevgili Burgazlılar, hepsi ordaydı. Çok mutlu oldum. Bu duygunun tarifi yok sanırım. Hayat bir kitap… Her gün bir sayfa ve sadece akşam yatarken okunabilen tek sayfa. Sayfa atlamak yok, sonuna bakmak yok. Merak, insani bir duygu. Ancak cevabı ertesi akşam okunacak olan sayfada yazılı. Beklemek, yaşamak ve ancak ondan sonra okumak mümkün. Kitabın kalınlığı yok. Sadece her gün bir sayfa ekleniyor. Kişiye özel. Bazı sayfalarını okumak çok zor. Acı veren bu sayfaları okumadan atlamak istiyorum, sanki yaşanmamış, gerçekleşmemiş gibi kabul etmek istiyorum ama olmuyor. Her harfini okumam gerekiyor. “Peki” diyorum; dün, daha dün sayfamı okurken neşeliydim ancak bunun yeterince farkında mıydım acaba? İşte, Omama’mı ve babamı kaybettiğim gün aklımdan geçen bunlardı. O acı günlerin sonrasında yaşamımdakilerin varlığını daha da içimde hissederek sürdürmeye çalışıyorum hayatımı. Kitabın yazın okuduğum kısmının adı Burgaz. Yazın sonunda onu başucumda bırakıp gidiyorum. Ayrılmak kolay olmuyor. Çok duygulanıyorum. İşte bu yüzden evden en son ben çıkarım. Başucuma bir göz atar ardından kapıyı kapatır, kış için kilitlerim. Merak ediyorum artık Burgaz’da yaşamayan, uzaklardaki ada sevdalıları acaba akşamları hangi kitabı okuyorlar? Yayalar, Omama’lar, büyükanneler onlara neler anlatmış? Her geceki tek sayfalık saltanatta neler yazılı? Kitaplarındaki beyaz sayfa onlara ne ifade ediyor? Kokusunu alabiliyorlar mı? O sayfayı, üzerinde hiç bir şey yazmasa da okuyorlar mı? Yaşam boyu okumaktan gözleri bozulan büyüklerimiz lütfen söyleyin bize, o günler geldiğinde bu kitabı bana kim okuyacak? Çocukken, gençliğimde hiç düşünmemiştim. Gün gelecek o kitabı okuyacak gücüm kalmayacak, gözlerim görmeyecek. O zaman ne olacak, bilen var mı? Anladım, bunu da yaşayarak kendim öğreneceğim. Ancak kitabın yazarından tek bir dileğim var: son sayfayı bana adada okutması. Tıpkı Omama’m gibi…
Karın bölgesinden sinyaller geliyor, mide daraldı galiba. Sanırım bir heyecan anı yaşıyoruz. Acaba nedeni nedir? Kalbin ritmi arttı, bu kadar çok kana ihtiyaç yok. Bu telaş neden? Burun bölgesinden güzel kokular geliyor. İyot kokusu alıyorum. Gözler deniz ve çiçekleri bir arada görüyor, kulaklar dalga ve martı sesini birlikte duyuyor. Deriden ılık bir rüzgârın tatlı sıcaklığının sinyalini alıyorum. Yüz hatlarının gevşediğini, hatta dudakların gülümsediğini, sinir uçlarının rahatladığını hissediyorum. Bacaklar adımlarını sıklaştırdı, nereye gidiyoruz. En iyisi hafıza bölgesinden bilgi alayım. Bu sinyallerin mutlaka bir anlamı olmalı. Merhaba, kendimi tanıtmadan söze başladım, özür dilerim. Ben beyin. Jaymi‘nin beyni. Size onu anlatmama gerek yok sanırım. Hepinizin onu iyi tanıdığını algılama bölgesinden aldığım bilgilerden biliyorum. Bu gün farklı bir gün... Jaymi bu, yine heyecanlandı. Nedenini tahmin ediyorum ama önce emin olmalıyım. Şimdi hafıza departmanından, gözlerin gördükleri ile kalbin ve diğer organların neden böyle bir tepki verdiğini anlamaya çalışacağım. Evet, tahminim doğru çıktı. Görsel ve kelime bağlantı merkezinden, buranın Burgaz olduğunun bilgisi geldi. Jaymi ne zaman bu görüntü ile karşılaşsa duyguları depreşiyor, biz de vücut yapısı olarak değişikliğe uğruyoruz. Kalp daha hızlı atmaya, mide heyecandan daralmaya başlıyor. Damarlarda kan yüksek basınçla dolaşıyor. Gözler açılıyor, algılama artıyor. Ruh haline bakılacak olursa bu değişim Jaymi’ye mutluluk dediğiniz duyguyu veriyor. Benim için, yani beyin için bu duygu çok önemli. Jaymi mutlu olduğunda salgılanan hormonlar sayesinde ben de işimi daha rahat ve çabuk yapıyorum. Üstelik ciğerlerin aldığı oksijen damarlarla bana ulaştığında keyfime diyecek yok. Jaymi’nin bana bu rahatlığı sağladığı nadir dönemlerden birini yaşıyorum. Uzun zaman oldu, adaya son geldiğimizden bu yana aylar geçmiş olmalı. Ama bu sefer kalpten gelen sinyaller bana artık uzun süreliğine kalmak için geldiğimizi söylüyor. Güzel ve rahatlatıcı bir ortamda olduğumu eski yaşadıklarımdan hatırlıyorum. Ancak hafıza, Burgaz konusunda çok dolu ve unutma adını verdiğiniz bölgenin tehdidi altında. Bilgi ve anılar o kadar çok ki, unutmadan korumakta zorluk çekiyorum. Jaymi, işi için bana daha çok ihtiyacı olduğunda, Burgaz anılarını bir kenara bırakıyorum. Unutma onları kapmasın diye özel bir sıvı ile kaplıyorum. Akşam olup da rahatladığında tekrar anılarına dönene kadar itina ile korumaya devam ediyorum. En zor zaman ise dinlenme anları. Çünkü Jaymi her dinlendiğinde Burgaz ile ilgili bu
anıları benden geri istiyor. Hem de nasıl bir hızla anlatamam. Elimden geldiğince görsel ve sözel bilgileri ön bölgeye taşıyorum. O kadar eskileri hatırlamaya çalışıyor ki, şaşarsınız. Benim yazma ve ifade yeteneğim sayesinde bu anıları sizlerle paylaştığını biliyorum ama sizin bilmediğiniz bir şey var, Jaymi bu yazıları yazarken kalbi öyle hızlı atıyor ki… Siz buna heyecan diyorsunuz ve ben bu heyecan anını bana ulaşan farklı hormonlardan hissediyorum. Anılar o kadar dolu ki. Jaymi’nin bunları sizlerle paylaşması şart. Bu yüzden elimden geldiğince yazma kabiliyetini geliştirmeye çalışıyorum. Bunun için ihtiyaç duyduğum besin ise Jaymi’nin Burgaz’a gittiğinde salgıladığı mutluluk hormonu. Düşünme ve değerlendirme bölgesi ise, Jaymi’nin, bu ortamda olmasını sağlayan ailesine çok minnettar olduğunu söylüyor. Mutlu vücudun, sağlıklı beyni olarak ben de ailesine ona Burgaz’ı sevdirdikleri için minnettarım. Bu kış her ne olduysa kalp, aşk denen duygunun Burgaz için daha da derinden hissedileceğini söylüyor. Bana ulaşan kan miktarına ve hormon yapısına bakılacak olursa kalp yanılmıyor. Jaymi bu yaz Burgaz’a bir başka aşk ile dönüyor. Sizler dışarıdan nasıl görüyorsunuz?
Bir Eylül günü hem güzel, hem hüzünlü, hem de... Bir yandan güzel sonbahar sakinliği. Güneş kavurmuyor. Hava tam kıvamda. Ne çok soğuk ne de çok sıcak, tam lokum gibi. Diğer yandan sakinleşen ada hayatı. Koşuşturmalar, davetler, gitmeler, gelmeler bitti. Artık kendimizle yaşıyoruz. Burgaz ile yaşıyoruz. Sanki daha sakin, daha samimi... Okul çağında çocukları olan adalılar gruplar halinde şehre taşınıyorlar. Kalmaya müsait olanlar ise göç etmemek için birbirlerinden destek alıyorlar. Uzun kollu tişörtler, kazaklar raflardaki arka yerlerinden öne alınıyor. Biraz üşümek, bir cekete sarılmak ne güzelmiş deniyor, Hakan Cafe’de içilen sıcak bir çayın keyfinde.
Bitiyor ya, kıymeti daha da arttı adanın. Yazın bozuk para gibi harcadığımız zaman öyle bir değerleniyor ki, tadına doyum olmuyor. Denize girmeler kıymete biniyor. Deniz de tüm temizliği ve serinliği ile hakkını vermeye çalışıyor bu son çırpınışların. Balkonlarda sohbetler derinleşiyor, yazın son dedikoduları yapılırken yeni başlayan arkadaşlıklar için kış görüşme planları da yapılıyor. Kalpler heyecanla çarpıyor, bu yeni arkadaşlığın kışın devam etmesi için. Burgaz konuşulacak, ada zamanı birlikte beklenecek. Dile kolay, dokuz ay geçmeli bu sevgili mekâna dönmek için. Her yıl yapılan cesur “Burgaz’da kış” planları tekrar gündeme geliyor. Ada hayatı bu yıl için bitiyor, “kışın da gelelim, kopmayalım” planları revaçta oluyor. “Bayramda mutlaka adaya gelin” kandırmacaları, cazip yılbaşı programları, yazlık evi ısıtma çabaları... Gel gör ki, kara kış bastırıp ada evi buzhaneye dönünce, unutuluyor bu iyi niyetli, güzel olabilecek planlar, programlar. Onun yerine günü birlik ziyaretler ile tatmin olmak, sahilde veya Kalpazan’da rakı içmek, daha uygulanabilir geliyor o günkü ruh haliyle. Her zorluğa rağmen bazı cesur adalılar kışın gelip adada kalmayı başarıyorlar ve övünerek, hatta “sen de niye yapmıyorsun?” bakışlarıyla anlatıyorlar, Burgaz’daki kış maceralarını. Yeni bir heves kaplıyor, ‘haydi biz de yapalım’ deniyor aileler, eşler arasında. Kimi destek görüyor, çoğu da rafta kalıyor bu iyi niyetli kışlık Burgaz programları. Ada hayatı bu yaz için bitiyor. Etrafı bir hüzün kaplıyor. Kimse itiraf etmek istemiyor ama kalplerde bir burukluk var. Ancak dile getirmek istemiyor adalılar, son günlerin keyfini kaçırmamak için. Mutfaklar açılıyor, yemekler birleştiriliyor, son akşam sefalarına renk aranıyor arkadaşlar, komşular arasında. Sıcak bir çorba, komşunun dolması, evdeki salata ve sebze, bir de ‘son dakika böreği’, en güzel ziyafetten daha değerli bu Eylül günlerinde Burgaz’da. Bir kadeh şarap, yemeğe uysa da uymasa da, eşlik etmekte gecikmiyor koyulaşan akşam sohbetlerinde. Soğuk havanın etkisi mi, biten yaz günlerinin burukluğu mu, bilemiyorum. Ancak sanki kopmama duygusu, Burgazlı dostların sohbetlerini daha da hoş, değerli ve keyifli kılıyor bu dönemde. Güneşin konumu, erken basan akşam karanlığı ve ezanın okunduğu saat, her yıl sanki ilk defa oluyormuş gibi gündeme gelen kaçınılmaz Eylül konuları arasındaki yerini bu yıl da aldı. Garip, ama aynı heyecanla her yıl, aynı cümleler kurulur sahil sohbetlerinde. Vapurun iskeleye yanaşması, karaya bağlı takaların sallanmaları, Burgaz’ın en güzel manzarası; Kaşık Adası ve Heybeli’nin silueti, nedense daha bir romantik gözüküyor bu sayılı günlerde.
Evlerin kapanmasıyla aç kalan kediler, adalıların dostu olan köpeklerin bile ifadesi değişiyor. Sanki “gitmeyin, bizi bırakmayın” diyorlar. Adada yaşayan esnaf ise kışın onları görmeye gelmemiz için bizden söz alıyor. Tüm sevgi ve samimiyetle verilen sözler bazen tutulamasa bile, o anki yakınlaşma öyle güzel ki, kış vakti akıla geldikçe insanın içini huzur kaplıyor. Evet, sevgili Burgazlılar; hiç istemesek de bir yaz daha bitiyor. Kış, soğuk ve hasret dolu. Ancak bu yıl, ReUnion grubu sayesinde kendimi daha şanslı ve zengin hissediyorum. Bu zenginlik az insana nasip olur. Dost zenginliğinin değeri, hele ki o dostlar Burgazlı olunca nasıl ölçülebilir ki? Hepinize teker teker hayatıma kattıklarınız için teşekkür ediyorum. Hepimize iyi kışlar.
Doğduğun andan beri seninleyim, içindeyim. Seninle birlikte doğdum ve hep içinde yaşadım. Hiç bir şeye ihtiyacım yok. Beslenmem için yemek istemem, nefes almak için oksijen istemem. Ben varım, sadece varım. Senin için ve yalnız sen istersen varım. Birlikte doğduğumuz ve bir ömür boyu birlikte yaşadığımız halde beni fark etmeyebiliyorsun. Beni fark etsen bile, zamanla benim varlığımı unutuyor ve mutsuz oluyorsun. Oysa sen yaşlansan dahi ben senin istediğin, becerebildiğin ölçüde genç kalıyorum. Benim yaşım tamamıyla sana bağlı. Beni genç tutar, yıllara meydan okursan, hastalıkların çabuk iyileşir, ruhun yükselir, kontrol edemediğini sandığın tüm hormonlarını sen ve ben en uygun, en sağlıklı şekilde dengeleriz. Ancak ne yazık ki, beni fark etmen bazen çok zaman alıyor. Bazen de hiç fark etmeden hayat son buluyor. Ben de hiç yaşamamış bir “çocuk” olarak bedenini terk ediyorum. Benim kim olduğumu anladın değil mi? Ben “içindeki çocuk”. Her zaman neşeli, her zaman hayattan tat almaya hazır. Sen dilersen veya kendini dinlersen, işte o zaman ben senin istediğin olgunlukta ve neşe ile ortaya çıkarım. Aslında sen ve ben mutluluğu yakalar, hatta dağıtabiliriz de. Anlamıyorum? Mutlu olmak bu kadar güzelken, neden üvey kardeşim şeytana daha çok olanak
veriyorsun? Kötü ile beslenmek niye? Güzel haberlere şüphe ile yaklaşırken üzücü haberlere neden daha kolay inanıyorsun? Bir sohbette duydum, şöyle diyordu: “Dostlarınızın acı günlerinde yanlarında olmanız normal. Bunu herkes yapıyor. Ancak neşeli günlerinde yanlarında olup, neşelerine gerçekten katılıp, neşeye neşe katıyor musunuz?” Dürüst ol ve düşün. En son ne zaman neşeli bir dostunun mutluluğuna mutluluk kattın, neşesini gerçek duygularla besledin ve içinde hiç bir kıskançlık zerresi dahi olmadı? İnan, bu çok daha güzel bir duygu ama zor. Kötüyü beslemek, iyiyi beslemekten çok daha kolay geliyor. Kötü sözler ve eleştiriler, gerçek övgü ve sevgi sözlerinden daha kolay söylenebiliyor. Senden bir ricam olacak, lütfen bir aynaya bak. Bir beni düşün bir de şeytanı. Şimdi de samimiyetle cevap ver, hangi ifadeni sevdin? Ah benim üvey kardeşim, işin kolay ama ben de varım. Yılmayacağım. Aslında biliyor musun, kardeşimle birlikte dünyaya gelirken hayata aynı şartlarda başlıyoruz. Ancak nedense şeytan beni hep geçiyor. Onu benden daha önce fark edip onunla daha çok vakit geçiriyorsun. Aslında sen ve ben birbirimize bağlı olduğumuz sürece hiç bir şeye ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan her şey yaşam sevincinde saklı. İşte ben de onu sana vermeye hazırım, yeter ki sen almayı iste. Mesela, zaman kavramını kendine göre ayarla. Bir saat 60 dakika, bir gün 24 saat ve bir yıl 365 gün olmak zorunda değil. Hiçbir kısıtlama olmadan benimle sohbet et. Kendini bana anlat. Arada bir durup, hayattan elini ayağını çekip kendini dinle, inan buna ihtiyacın var. İşte o zaman biz başbaşa kalır ve tüm sorunların üzerinden gelebiliriz. Beni fark etmenle, beni yaşatmanla asıl yaşam başlamış demektir. Aradaki farkı da zaman geçmeden anlayacaksın. Buna başlamak için de hiçbir yaş geç değildir. İstemek yeterli. Sen yaşlanırken ben, özlemini duyduğun neşeli, enerjik yıllarına döner, o yaşta olurum. Seni de o yıllara taşırım. Göreceksin ki, ben gençleştikçe yani sen beni gençleştirdikçe, senin de ruh halin, görüntün değişecek. Etrafın bu olumlu değişikliği fark edecek. İşte o anda üvey kardeşim şeytan devreye girer. Lütfen onu dinleme. Bizden bu başarıyı almasına izin verme. Beni sadece çocuk diye anma. Benim adım Burgaz. Annen senin adını seçerken beni de unutmadı. O gün annen "inşallah en kısa zamanda seni fark eder, birlikte güzel bir hayatınız olur" dileğinde bulunmuştu.
Jaymi, beni fark ettiğin için mutluyum. Artık sonsuza kadar beraberiz değil mi?
Kimlik bilgilerim: Adı: Burgaz. Doğum yeri: Burgaz Adası / İstanbul Doğum tarihi: 07. 02. 1959 Yaş: 18
“Ohhhhh !”: Burgazada’da denize giren, Eylül’ün tadını çıkartan Burgazlıların sesi... Denize girer ve içinden derin bir “ohhhhh!” çeker. O “Ohhh”un içinde, “çok şükür” yatar. O “çok şükür”ün içinde, “sağlıkla Burgaz’da olmanın memnuniyeti” yatar. O “memnuniyet”in içinde, gizli bir “Eylül burukluğu” yatar. O “burukluğun” içinde, derin bir “sevgi” yatar; hem adalılara hem de adaya… İşte, dün BDK’dan gelen “ohhh” seslerini merak ediyorsanız, açıklamasını yapmış oldum. Hava tam kıvamda, ister “limonata” deyin, ister “lokum”. Muhabbet sıkı mı sıkı, keyifler tıkırında. Eh böyle bir ortamda denize girince ne denir? “OOOOOHHHHHHH !”
Dün, Pazar günü, saat 15.45… Artık adadan ayrılmak için evi kapama zamanı. Son kontrollerimi yapıyorum. Su, elektrik, ana sigortalar, pencereler, hava alsın diye açılan dolap kapakları, rutubet oluşmaması için perdesi aralık bırakılan güneş alan odalar, üstü örtülecek mobilyalar… Bunu neden yaptığımı ben de bilmiyorum. Omama öyle yapardı. Ben de örtmeden, toplamadan çıkamıyorum o evden. Hepsi tamam. Ve en son bakış başucuma. ‘Başucu kitabım’ım son sayfasını da okuduktan sonra kapatıp yine başucuma bıraktım. Gelecek yaz geldiğimde, tekrar orada bulma ümidiyle düşüncelere dalarken gülümsediğimi fark ettim. Sonra kapıyı çektim. Anahtarı iki kez çevirdim ve “gelecek yıl da yapmak nasip olsun” diyerek beni dönercide bekleyen eşim ve arkadaşlarımın yanına gittim. O döner, neymiş, o döner… Sanki ben hiç döner yememişim. Bütün yaz yaptığım rejimin acısını çıkarırcasına bir dürüm, bir de pide yedim. Cavit ve Gülçin yanımızda… Poyraz
esiyor, gelen geçen kış için iyi dileklerini sunuyor. Bir yandan da gitme zamanı geliyor. Vapura bindik, oturacak yer yok. Laki yanımızda, anında mini mini bir ReUnion toplantısı yaptık. Kankamı bütün yaz görememenin açığını kapattım. Sohbet, muhabbet o kadar güzeldi ki, Kabataş'a vardığımızı anlamadık bile. Vapur yanaştı, iskele sürüldü; işte o an "bitti" dediğim an. Şehir tüm güzelliği! ile kucaklıyor. Ne diyelim, buna da şükür. İki duyguyu yaşayacak kadar güzel dostlarımız, adamız ve İstanbul'umuz var. Hepinize sağlıklı, mutlu, bol Burgaz toplantılı bir kış diliyorum.
Nostaljide yaşamak. Bazıları buna, gerçek dünyadan uzak yaşamak diyor. Bazıları nostalji ile beslenirken, diğerleri geçmişinden kopmaya, hiç düşünmemeye çalışıyor. Çoğu zaman bir fotoğraf, eski bir oyuncak, evdeki eşyanın herhangi bir parçası insanı uzun süren bir yolculuğa çıkarıyor. Geçmiş günlere, yaşanmış gerçek hayata, düşüncelerinizle üç boyutlu bir dünyaya, o ana dönebiliyorsunuz. Gerçekten nostaljiden hoşlanıyorsanız, uzakta kalmış günlerinize dönmek için küçük bir uyarı yeter. Bir kelime, bir karşılaşma, bir koku, bir ses, sizi alıp geçmişe kolaylıkla sürükleyebilir. İşte ben bu tarz insanlardanım. Nostaljiyi çok seviyorum. Beş duyum sürekli bana eskiyi hatırlatan şeyler buluyor. Hafızam ise onlara yardımcı oluyor. Şanslıyım, çünkü yeterince konsantre olup düşünürsem, tekrar yaşamak istediklerim rüyama bile girebiliyor. Gerçekçi yönüm de gelişti, hayalperest biri değilim ancak eski hayatımı unutmama, o duyguları yaşatma isteği beni sürekli nostalji dünyasına çekiyor. Mutlu oluyorum çünkü hatırladıkça huzur buluyorum. Burgaz’da nostaljik denecek hemen hemen hiçbir şey kalmadı. Her şey, daha iyi yapılacak diye değiştirildi. Bazı binalar dışında her şey yenilendi. Dünya böyle ama keşke bazı Avrupa kasabalarını korudukları gibi, adamızı da eski halinde koruyabilselerdi. Baştan iyi düşünüp, sonra bozmasalardı. Ancak olan olmuş. Bu haliyle adamızı sevip, yarın nostalji olacak bu günlerin tadını çıkartmaya, fotoğraflamaya çalışıyorum hem hafızam hem de fotoğraf makinemle. Eskiye ait anıları kaleme alıyorum. Hem hatırlıyor hem de yazarken yaşıyorum. İşte bu yüzden bu platform, ben ve benim gibi düşünenler için önemli. Burayı sürekli beslemeye gayret ediyor, sizlerin yazılarını da keyifle okuyorum.
Yazın adanın kahvelerinde oturup laflarken, kışın yazılanlar adeta ezberlenmiş gibi tekrar ediliyordu. “Hatırlıyorum, tıpkı senin yazdığın gibi, çamaşır günümüz vardı…” diye başlayan eski ada hayatını anlatan sohbetler, 2011 yazının keyif veren konuları oldu. Bu sohbetler sayesinde, birbirine sadece selam verenler yakınlaştılar, arkadaş oldular. Ve o tılsımlı an; işte o anın değeri, keyfi çok büyük. İki eski adalı bir araya geliyor. Kahvede ortak bir tanıdık var. Onun vasıtasıyla sohbet başlıyor. O güne kadar sadece selamlaşan bu kişiler senli, benli bir samimiyetle, ismiyle hitap ederek derin bir sohbete dalıyorlar. Platformumuzda yazılanlar, fotoğraflar daha neler, neler tekrar paylaşılıyor. Bir daha, bir daha, tekrar, tekrar anlatılıyor, her defasında yeni bir şey katarak ve artan bir heyecanla ve o kahveden ayrılış, bir sarılma, bir öpüşme... Gözlerde ise “sen bunca yıl nerelerdeydin, neden seninle iki laf etmemişiz?” diyen bakışlar birbirini yakalıyor. Sonrası... Sonrası tam ada hayatı. Randevu verip buluşmalar, birlikte rakı, roka keyifleri hatta kışlık evde görüşmeler. Dedim ya, ben bu nostaljiyi seviyorum, hep seveceğim. Bana bunu yaşatanlara tekrar, tekrar teşekkürler... 2012 kapımızda. Büyük buluşmaya artık ay sayıyoruz. O gün sadece görüşemeyen dostlar değil, gelen herkes, hatta biz adada yaşayanlar bile eski ile buluşacağız. O gün, zaman kavramını yitirecek, tıpkı Atina’da olduğu gibi 1940, 50, 60’lara döneceğiz. Gelemeyenler için anlatacak çok şeyimiz olacak. Fotoğraflar çekecek, “Bak bunu hatırlıyor musun? O şimdi evlendi, boyu kadar çocuğu var” diyeceğiz. İşte bu güzellikleri yaşayabilmek için haydi hep birlikte anılarımıza dönelim, eski günlerdeki detayları hatırlayalım ve yaşatalım. Şimdi, arşivlerdeki fotoğrafları çıkartma zamanıdır. Şimdi, nostaljiyi paylaşma zamanıdır. Şimdi ve her zaman BURGAZ zamanıdır.
29 Ekim 2011. Van depreminin ve terör acılarının üzerine gelen coşkulu bir bayram. 88. yılını kutladığımız, kutsal emanetimiz Cumhuriyet Bayramı. Haftalarca önceden başlanmış olan bir organizasyon ile ReUnion grubu, Atina’dan gelen misafirlerin katılımıyla toplanacak. Depremdeki kayıpların üzüntüsü, teröre karşı duyulan isyan ve Cumhuriyet Bayramı’nın dizginlenemez coşkusu. İşte, böyle hislerle sabah
Kabataş’ta buluştuk. Hepimiz umutluyduk ama böyle güzel bir gün yaşayacağımızı acaba biliyor muyduk? “… Sahilde balıkçı tekneleri yanaşmış, balıkçılar bağıra bağıra balıklarını satıyorlardı: “Sardalyenin iyisi burada, canlı bunlar canlı.” “Çipuraya gel, hacı amca, çipuraya vre, ela, ela” Az ötede bir tezgâhta bol yeşillik vardı: marullar, maydanozlar, taze soğanlar, roka... Bunların ana müşterileri Rumlardı. Müslümanlar yeşillik yerdi ama balığa çok düşkünlükleri yoktu. Yahudiler için ise, pulsuz balıklar mekruhtu. İstanbul’da bulunduğu sıralar, bir Rum dostundan, Aleko’dan dinlediklerini anımsadı. “Balığın pezevengi rakıdır paşam!” demişti Aleko…” Yukarıdaki satırlar Cengiz Günkut’un “1666 Işığı Beklerken” kitabının 11. sayfasından alıntıdır. Bu satırları okuduğumdan aklıma ReUnion grubu geldi. Yıllar boyu Müslümanı, Yahudisi, Rumu, Ermenisi iç içe yaşamışız. Sonra dönem değişmiş, birbirimizden ayrılmak zorunda kalmışız. Ancak kalp ayrılık dinler mi? Aşk ile çarpmaya devam etmiş. Gidenler, geride kalanları, doğdukları vatanı, bizler de gidenlerin hasretiyle yaşayıp durmuşuz. Acımızı, özlemimizi hep içimize gömerek, dışarıya belli etmeden… Aile toplantılarında çocuklara eskilerden, komşularımızdan bahsetmişiz; yaşanan dostlukları anlatmışız gözümüzdeki yaşı onlardan saklayarak. O kadar acı vermiş ki bu ayrılık, konuşmamayı tercih ettiğimiz zamanlar olmuş. İşte biz, bu nesil olarak bunları yaşadık, savaş görmedik ama savaşmaktan beter olduk. Kopmak kolay değil geçmişinden, zaman geçtikçe daha sıkı bağlanıyor insan kendinden hızla uzaklaşan anılarına. Hatta birçoğumuz itinayla saklamışız, başkalarına anlamsız gibi gelebilecek bir hatırayı. “O” günün anısı olarak tutmuşuz, sevgiyle koruduğumuz, tılsımı kaçar diye açmaya bile kıyamadığımız kutusunda. Hani derler ya, “At bunu”. Hani biz de panter gibi atlayıp, “Yapmaaaa!” deriz ya. İşte öyle bir şeydi 29 Ekim 2011 Burgazada’daki ReUnion toplantımızın verdiği duygu. Bizler, Niko ve Yuri sayesinde “Yapmaaaa!” diye bağırdık ve hatıralarımızı kaybolmaktan kurtardık. Sadece hatıralarımızı kurtarmakla kalmadık, çok değerli yeni dostluklar da kazandık. Tıpkı Atina seyahatinde olduğu gibi, 29 Ekim 2011 Burgazada’da yaşananlar o kadar inanılmazdı ki... Bazen rüya mı, gerçek mi, yaşanmış mı, hayal mi, diye
düşündüğünüz kısa anlar olur ya, işte biz o kısa anı gün boyu yaşadık. Yaşarken bile “Rüyada gibiyim, bu kadar güzel olabilir mi?” diyenler vardı aramızda. Fotoğraflar zaten günün coşkusunu anlatıyor. Engin Abi’nin bizleri toplama fikri ve organizasyonu yönetmesi, katılımcı sayısının rekor düzeye gelmesinde etkili oldu. İtinayla hazırlanan yemek, masalardaki begonviller, sadece karnımızı değil göz zevkimizi de doyurdu. Moshe’nin önceden hazırlanarak sunduğu müzik, zaten küt küt atan kalbimizin nabzını uçurdu. Koko’unun Amerika’dan gönderdiği hediyeler, Elena’nın esprili üslubuyla daha da anlam kazandı. Aslında günün detayları ortada. Başka bir durumda oluşamayacak bir duygu seli vardı ki, işte onu anlatmaya gücüm yetmiyor. Bu güne kadar hiç tanımadığınız birine sıkı sıkı sarılıp, gözünün içine bakarak “Nasılsın?” dediniz mi? Dediyseniz, siz Burgazlısınız. Demediyseniz, ReUnion grubumuza gelin, kollarımız açık bekliyoruz. İşte “sözün bittiği yer” budur arkadaşlar.
“Neden Burgaz, nedir bu tutku?” diye birçok kez soruldu bana. Önceleri açık bir cevabım yoktu. Sonra zihnimde bir şeyler canlandı. Karalamaya başladım ama baktım yine nostalji ortamına dalmışım, dolaşıp duruyorum. Bu son yazıda biraz istemeden, biraz isteyerek, biraz da heyecandan şimdiye kadar yazdıklarım tekrar ediliyor. Başka türlü olamadı. “Burgaz” ve “Neden Burgaz?” denince başka ne yazabilirim ki? Kokusu, havası, yaşattıkları her şey, her şey bir bütün… İşte bu yüzden Burgaz. Bu yazıyı bir özet, bir kapanış konuşması olarak kabul edin. Sayenizde kimseyle paylaşamayacağımı sandığım, duygu birliğine varamayacağımı düşündüğüm çocukluğuma, Burgaz’daki çocukluğuma geri döndüm. Bu yolculukta bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. İşte başlıyor. PERDE! Neden, Burgaz hayatımda bu kadar önemli? Neden bunca zahmetine ve zorluğuna rağmen her geçen gün daha da bağlanıyorum? “Neden?” diye düşününce aklıma tek açıklama geliyor.
Ancak anlatması detaylı olacak. Babam sert ve katı prensipleri olan biriydi. Çok şey ailemiz için “hayır” anlamına geliyordu. Öyle ki, küçükken kardeşimle herhangi bir şey istemekten vazgeçmiş, nasıl olsa olmaz diye hayal bile kurmaz olmuştuk. Birçok hayalim, beklentim gece yatakta gözyaşına dönüşüyordu… Artık bunu istemiyordum. O zaman, hayal de yoktu, istemek de yoktu. Ancak nadir bir “evet” vardı ki, onun bozulmaması için çok çaba sarf ediyordum. Hayatımdaki en güzel “evet”, Burgazada’ya gelmekti. Evimiz için konfordan bahsetmek zordu. O evde yaşamanın kendine has kuralları, zorlukları vardı ama adaya geliyoruz ya, ne olsa katlanılırdı. İşte sanırım hayatımdaki ilk olgunluk belirtisi, bu kabullenişti. Bu yüzden geçmişimdeki en güzel şey, Burgaz. Hayallerim sınırsız, güzellikler de bir o kadar cömertti ada hayatımda. O dönemde çocuk olarak yaşamak için fazla paraya ihtiyaç yoktu. Giyinmek, temiz olmak demekti. Elektronik olanaklar, dolayısıyla üstünlükler de yoktu. Pinpon oynamak için raket ve file bulmak zor değildi. O da yoksa, pinpon olmazdı ama bu bile sorun değildi. Tenis oynamak biraz daha imkân gerektiriyordu ama “hayır” cevabı Burgaz’daki güzellikleri engellemiyordu. Başka yapacak o kadar çok şey vardı ki. Ufak taşlarla ne oyunlar oynardık. Yere çizilen oyun alanlarında oynanan üçtaş bizi saatlerce oyalardı. Orada, burada bulduğumuz her şey bir oyun aracıydı ve durmadan yaratırdık. Bir karton parçası bulan, bununla ne yaparız diye getirir, bir günde kendimize derme çatma bir çadır yapardık. İnşaatın kum tepeleri, kayalar, etrafa atılmış, kullanılmayan her şey bir oyuna döner, bizi eğlendirirdi. Çok garip ama yağmurda eve kapanmak bile bir keyifti. Kitaplar, çizgi romanlar, fotoromanlar bu havada değere biner, arkadaşlar arasında değiştire değiştire okunurdu. Dört ay; her gün ders çalışarak, yüzme antrenmanlarına giderek, öğlen uykuları uyuyarak, öğleden sonra kıyafet değiştirip sahile inerek, oyun oynayarak, akşam babaları karşılayarak, yemek yiyerek ve erkenden yatarak geçerdi. Bazı ender gecelerde sinemaya gitmek önemli bir ayrıcalıktı. Bunun için gündüz kulis yapmak, akşam da şirin
gözükerek kardeşim ve kendim için izin koparmak... Sonra, izin vermeyen babaların kapılarında beklemek gerekirdi. Garip ama hayat buydu ve ben bunu özlüyorum. Çünkü Burgaz benim mutluluk kalemdi. Yıkılmasından korktuğum ama her yaz geldiğimizde tekrar sağlamlaşan kalem. Ufaktım ama sokakta yalnız dolaşabiliyordum. Saatim yoktu ama eve hiç geç kalmıyordum. Cep telefonum yoktu ama annem her an nerede olduğumu biliyordu. Tek sandaletim, tek tokyom vardı, kopunca Mehmet Efendi tamir ederdi; giymeye devam ederdim. Şortum belden lastikliydi. Bir yıl akşamüstü giydiğim eskiyince, ertesi yıl plaja gitmek için alt çekmeceye geçerdi. Bu arada, sıkıcı görevlerim de vardı. Bakkala gidip o an pişecek yemekte eksik olanları çabucak almak. Fırına tepsi taşımak, kokusuna dayanılamayan ve açlığımla ucundan çok az alarak nerdeyse yarısı kalan ekmeği eve getirmek, taşıma su ile bahçeyi sulamak, komşudan evde kalmayan pirinç, tuz, su, ekmek desteği almak, annemim pişirip komşulara ayırdıklarını dağıtmak... Şimdi bakınca, “aman derde bak” deniyor ama o zaman öyle değildi. Utangaçtım. Komşu bile olsa, bir şey istemek veya “annem bunu sizin için pişirdi,” demek zordu. Bir de borç olarak alınanların iadesi başka ritüeller gerektiriyordu. Pek hatırlamıyorum ama bir takım adetler hayal meyal aklıma geliyor. Batıl inanışlar sanırım tuz için geçerliydi. Gecesi, gündüzü yere dökmeler... Kopuk kopuk anılar canlanıyor aklımda. Babam, tüm katılığına rağmen, o da bir ada aşığı olmuştu. Aslında ada, onun için zor bir yaşamdı. Sabah ilk vapurla işe iner, akşam 08.10’da gelirdi. Adaya ve şehre taşınmak bitmezdi. Annemim kavanoz kavanoz reçelleri önce babamın Karaköy’deki dükkânına gider, sonra eve gelirdi. Eşyalarımızı da babam taşırdı. O zaman, tekerlekleri olmayan valizlerle azar azar şehre indirir, önce dükkâna, sonra eve getirirdi. Adaya giderdik ama ekonomik yaşardık. Babam ağırlık kaldırmaktaki performansını son gününe kadar yitirmedi. Bazı eşyalar eve geç gelse de ucunda ada var ya, pek ses çıkartmazdık. Babam taşımaktan, biz “hayır”larından bıkmadan adanın büyülü ortamında senelerce yaşadık. Anneannemin başlattığı, daha sonra annemin babamı alıştırdığı ve bizi büyüttüğü Burgaz, hepimiz için bir rahatlama, tatil, hürriyet anlamına gelen bir yerdi. Çocukluğumda, adadan tatile de gidilmezdi. Ada yeterince tatildi, başka yere ihtiyaç yoktu. Zaten o zamanlar, ‘tatile gitmek’ diye bir kavram pek yoktu veya fazla yayılmamıştı.
Tam bir rastlantı; şimdi babam, adayı gören bir yerde ebedi istirahatında. Bizler ise yani annem, kardeşim, eş ve çocuklarımız adayı terk etmedik. Ancak şimdi eski yaşantımızdan eser yok. Çok daha rahat ve konforlu yaşıyoruz. Su için sakaya, bakkal için koşacak çocuğa ihtiyaç yok. Herkesin evinde, cebinde telefon var. Ada esnafı ile ‘online’ sohbet edebiliyoruz. Hoş, bugün hangi çocuk, “Hadi koş bakkala, şunu getir” diyeceksiniz de gidecek? Yalvaracağımıza, kendimiz gitmeyi tercih edecek hale geldik. Günümüzde ise, ellerinde bir sürü olanak varken, çocuklar sıkılıyor. İşte bizim neslin bunu anlaması zor. Ancak, bu arada, şehirdeki cazibeli hayatı da göz ardı etmemek lazım. İşte, bu yüzden Burgaz! Konu dallanıp budaklandı ama silmeyi düşünmüyorum; bütün yazılanlar bir bütün ve bizim şu nostalji denen hayallerden kurtulamamamızın nedeni. Her nesil kendi hatıralarını yaşar. Biz, bizimkilerle mutlu isek, çocuklarımızın da ileride, yaşadıkları çocukluklarıyla ilgili mutlu anıları olmasını dilemekten başka bir çare yok. Ben ve güzel anılarımla dolu Burgaz… Geçmişimi hatırlayarak, geleceğime güvenerek, aile ve dostlarımdan aldığım kuvvetle yaşamaya devam edeceğim. Adaya yolunuz düşerse beklerim. Sevgiyle kalın.
-------------------------------------------------------------------------------------------Deniz olmak istiyorum; kayalarına sürünerek seni hissedebilmek için, Yağmur olmak istiyorum; toprağına sinmek, içine nüfuz etmek için, Güneş olmak istiyorum; her yerini aydınlatmak, her ayrıntını görmek için, Mehtap olmak istiyorum; Heybeli’den üzerine doğup beni seyretmen için, Rüzgâr olmak istiyorum; eserken seni okşayabilmek için, Ağaç olmak istiyorum; sana kök salıp, seni sarmalayarak yaşayabilmek için, Çiçek olmak istiyorum; her mevsim açarak seni daha da güzelleştirmek için, Eski tahta ev olmak istiyorum; hatıralarını yaşatabilmek için, Çocuk olmak istiyorum; üzerinde tekrar büyüyebilmek için, Kuytu bir köşe olmak istiyorum; sevgililerini buluşturabilmek için, Yolların olmak istiyorum; adalıları kavuşturmak için, Martı olmak istiyorum; üzerinde uçabilmek için, Rakı olmak istiyorum; masanda balığın, rokanın yanında keyif olmak için,
Kahve, çay, melisa olmak istiyorum; balkonlarda içilmek için, Galeta, terlik, kaymaklı dondurma olmak istiyorum; anılarında yer almak için, Pazar tezgâhı olmak istiyorum; her Cuma hatırlanmak için, Cami, kilise, sinagog olmak istiyorum; huzur vermek için, Tekne olmak istiyorum; yelkenlerimle sana gelmek için, Halat olmak istiyorum; sana daha sıkı bağlanabilmek için, Zamanı durduran bir saat olmak istiyorum; üzerinde daha uzun yaşayabilmek için, Fotoğraf makinesi olmak istiyorum; seni ölümsüzleştirmek için, Mazi olmak istiyorum; geçmişten anıları alıp bu güne getirebilmek için, Kocaman bir kalp olmak istiyorum; seni daha çok sevmek için, Gazeteci olmak istiyorum; seni, her gün seni yazabilmek için, Şair olmak istiyorum Burgaz; çok geç olmadan seni anlatabilmek için...
Kokunu özledim; yağmur sonrası toprağın kokusunda, Sabah çıkan taze ekmeğin dumanında, evlerdeki rutubet kokusunda buldum seni. Sesini özledim; lodos fırtınasında çamların arasından eserken, Faytonların tıkırtısında, seyyar satıcıların bağrışmalarında duydum seni. Tadını özledim; denizin tuzunda, ormandaki kocayemişte, Poğaçada, mısırda, ay çekirdeğinde, melisada, adaçayında tattım seni. Dokunmayı özledim; toprağına, kayalarına sürttüm elimi, Denize girdim sardın, rüzgârınla kuruladın, tüm vücudumda hissettim seni. Seyretmeyi özledim; İstanbul’un en yüksek tepesine çıktım, uzaktan gördüm, Sokaklarında dolaştım, gün batımında, dolunay doğuşunda gördüm seni. Aradım; geçmişimde, hafızamda, yazılan kitaplarda aradım, Dinledim; büyüklerimin hikâyelerinde, kahve sohbetlerinde dinledim seni. Anlattım; çocuklarıma, arkadaşlarıma, adaya yeni gelenlere anlattım, Yazdım; hissettiğim her konuda yazdım, yazmaya doyamadım seni. Gösterdim; İstanbul’a gelen her yabancıya, büyüyen çocuklara gösterdim, Yaşadım; yazın yanında, kışın hasretinle, ama her zaman aklımda yaşadım seni.
Düşündüm; hislerim mısralara dökülürken, gözlerim kapalıyken düşündüm, Arzuladım; senden uzakta yaşadığım, hatta seninle olduğum her an arzuladım seni. Sevdim; ruhumla, kalbimle, beş duyumla her gün daha çok sevdim, Özledim; tahta evlerini, ormanını, rüzgârlarını, Burgaz yanında bile özledim seni. İstanbul’da yağmur yağıyor, aklımda sen varsın, Toprağın suya doyuyor, ormanında fidelerin yeşeriyor, seviniyorum.
Kar yağsın diye beklerken aklımda sen varsın, Beyaz örtü seni daha da güzelleştirecek diye heyecanlanıyorum. Kuzeyden fırtına esiyor, hava buz gibi, aklımda sen varsın, Sokaktaki köpekleri, kedileri düşünüyorum, üzülüyorum. Leylekler dönüyor, havalar ısınıyor, aklımda sen varsın, Artık sana kavuşmamıza az kaldı, ümitleniyorum. Bugün okulun son günü, aklımda sen varsın, Yarın, hayır bu akşam sana kavuşacağız, sabırsızlıkla bekliyorum. İki gün sonra Pazar, babam evde olacak, aklımda sen varsın, Sandalla balığa çıkacağız, bu yaşımda hala çocuklaşıyorum. Karayipler’de bir gemi ile adaları geziyorum, aklımda sen varsın, Seni hepsinden güzel buluyor, gururlanıyorum. Boğaz’dayım arkadaşlarımla rakı içiyorum, aklımda sen varsın, Kalpazankaya’yı anlatıyorum, “gün batımı” diyorum anlamıyorlar, “boş verin” diyorum. Eşim hamile, baba olacağım aklımda sen varsın, Bebeğimi adada büyütmek istiyorum, bir adalı yetiştirmek için umutlanıyorum.
Dün yeni bir arkadaşım oldu, konuşurken aklımda sen varsın, Seni tanısın, çok sevsin diye ona seni anlatan şiir yazıyorum. Her gece yatağa girdiğimde aklımda sen varsın, Burgaz eski halinle, yitirdiklerimle rüyama gir diye bekliyorum.