ODA Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi
1
Editörden
21
Sineoda Kader
2
Öykü Odası Nazan Bilen, Mesut Balık, Murat Tuncel, Sadık Yemni
14
Hollanda’nın Yazarları
24
Sinan Tabanlı: ‘Rock Parçasına İbn Arabî Tefsiri’ ve Fikir Yongalama Kulübü Duyuruları
Yediden Yetmişe Herkesin okuduğu yazar: Murat Tuncel
18
Şiir Odası
Ali Şerik, Can Sever, Ezgi Gürçay, Handan Kalsın, Turan Tuncer
Fikir Yongalama
30
Kitaplık Bir Yazar: Sadık Hidayet
10 Sevgili Oda dergisi okurları bu sayıyla birlikte onuncu kata ulaşmış bulunmaktayız. İkinci yılımıza iki sayı kaldı. Öykü Odamızda dört adet öykümüz var. Murat Tuncel’den Vilma’nın Sandığı, Mesut Balık’tan Yalnız Ağacın Dansı, Nazan Bilen’den Az pişmiş Gerçeklik ve Çorba Ruhu ve Sadık Yemni’den Filmvari Hayatlar. Atilla İpek’in hazırladığı Hollanda’nın Yazarları serisinin bu sayıdaki konuğu usta yazar Den Haag’lı Murat Tuncel. Şiir Odasına altı adet şiir tadı sinmiş. Handan Kalsın’dan Sümüklü Muhtar ve Mevlana İkibinsekiz, Turan Tuncer’den Ben Tarihimi Unuttum, Ezgi Gürçay’dan Şiirler, Ali Şerik’ten Çekmek Mümkün mü Sevdasızlığı?, Can Sever’den Sen’li geçmiş ve Melek. SineOda’nın emektar yazarı Çan Çelebi bu sayıda Zeki Demirkubuz’un en son filmi Kader’i eleştiri büyültecinin altına yatırıyor. Fikir Yongalama bölümüne ilk kez konuk olan Sinan Tabanlı Rock parçasına İbn Arabi tefsiri adlı denemesiyle bizleri düşünce girdaplarından birine yuvarlıyor. Bu arada 4 kasım 2006’da kurulan Amsterdam Fikir Yongalama Kulübü 2. yaşgününü kutlamak üzere. Bundan böyle dergimizde kulübün bildirilerine yer vereceğiz. İlk iki konumuz şöyle: 20 Eylül Cumartesi:Yeni Dünya Düzeni, 4 Ekim Cumartesi Kâinat Nedir? Son olarak Kitaplık bölümünde Gülay Kaya’nın Sadık Hidayet üzerine tanıtıcı bir yazısını bulacaksınız. 11. sayıda görüşmek üzere. İyi okumalar.
1
Murat Tuncel Wilma’nın Sandığı
ÖYKÜ ODASI
Kapalı perdeye doğru yürürken içindeki sıkıntıyı hâlâ atamamıştı. Pencerenin yanına gelince birden bire durdu. Perdeyi araladı. Dışarı baktı. Bir süre boş bakışlarla sokağın karşı tarafındaki evlerin çatıları arkasına saklanmaya çalışan güneşin koyu kırmızı ışıklarının göğün mavisine karışarak morarmasını seyretti. Ümitsizce: -Görünürde hiç kimse yok, dedi. Bir eliyle tuttuğu yer yer solmuş kahverengi kadife perdeyi bırakınca içerisi yine o sıkıntı veren loş karanlıkla doldu. Tavanda asılı kristal camlı lambayı yaktı. Kristal cam parçalarından yayılan sevinçli ışıklar, kare şeklindeki oturma odasını doldurdu. Cilalı ceviz mobilyalar parladı. Günlerdir gözlerinde duran donuk bakışlarla, uzun süredir bir tekerlekli sehpa üzerinde duran ceviz sandığa baktı. Yüzünü buruşturdu. Sokaktan gelen bir otomobil sesi duyunca, aceleci adımlarla yeniden pencereye doğru yürüdü. Elleriyle kalın kadife perdeyi iki yana doğru açtı. Akşam serinliğinin kollarına atılmaya hazırlanan sokağa bakıp, kimseyi göremeyince, tembel ve sıkıntılı bir yorgunluk çöktü üzerine. -Her zaman yaptıkları gibi herhalde gelmeyecekler, dedi yüksek sesle. Tembel beklemekten kaynaklanan usundaki yorgunluk kalınca bacaklarına vurunca, gidip eskimiş ve yer yer soyulmuş deri koltuğun üzerine oturdu. Geniş kalçalarının ağırlığına dayanamayan koltuk çöktü. Koltuğun kenarına tutunarak ayağa kalktı. Koltuğa bakarken acı bir gülümseme seğirtti suratında. Mırıldanırcasına: -Belki sandık da bunlar gibi çürümüştür, dedi. Kaygılanarak sandığa doğru yürürken açık kahverengi yuvarlak masanın tam ortasındaki Delft mavisi porselen vazonun içindeki kurumuş iki kırmızı gülü gördü. Vazonun yanında duran paslı anahtara baktı. Bakışları bir süre sandıkla anahtar arasında gidip geldi. Düşündüğünden utanmış gibi başını çevirince her zaman açık duran yatakodasının kapısıyla karşı karşıya geldi. İnce beline göre irice kalçalarını sallaya sallaya açık kapıdan yatakodasına girdi. Lambayı yaktı. İçeride genişçe yatak, yatağın tam karşısındaki duvara yaslanmış ağır hantal gardrop ve gardrobun yanında yıllardır aynı biçimde duran makyaj masası vardı. Onlar da salondaki yuvarlak masa gibi kırmızıya yakın açık kahve rengindeydiler. Makyaj masasının üzerinde rujlar, allıklar ve çeşit çeşit krem kutuları vardı. Elini bir krem kutusuna doğru uzatırken yasak bir şey yapıyormuş duygusuna kapıldı. Bir süre öyle kararsız bekledikten sonra elini geri çekti. Kulakları çınladı. Kapı zilinin çaldığını sandı. Dışarıyı dinledi. Harhangi bir ses duymayınca yüzünü buruşturdu. Gidip yatağın baştarafındaki duvara yaslanmış duran sandalyeye oturdu. Oturduğu yerden genişce yatağa bakındı. Buruk boş bir gülümseme dudaklarına otururken, sıkıldığı zamanlarda yaptığı gibi kafasını sallayarak uzun sarı saçlarını geriye
doğru attı. Duvara doğru yaslanırken, anneannesinin kırış kırış olmuş yüzünü anımsadı. Başını kaldırıp tavana bakınca anneannesinin iri yeşil gözleriyle karşı karşıya geldi. Usu allak bullak olup durulduktan sonra, birkaç hafta önce kendisinin dış kapıdan içeri girişini anımsadı. Daha yeni içeri girmiştim, `Mari, Mari,` diye beni çağırdı. Koşarak yanına gittim. -Anneanne, dedim. Yüzüne baktım. Beni beklemiyormuş gibi bir hali vardı. -Beni beklemiyormuşsun gibi bir halin var, yoksa birini mi bekliyordun, diye şaka yaptım. Yüzüme baktı. Zoraki gülümsemeye çalışarak: -Bu dünyada herkes ayaktaki insanı seviyor kızım, yatalak oldun mu çocukların bile yanına uğramıyor ... Buz gibi bir suskunluktan sonra: -Gel otur yanıma, dedi. -Ocağa kahve suyu koyayım da öyle oturayım anneanne, dedim. Boş ver dercesine göz kırpıp, yanımda otur biraz, acelesi ne, dedi. O ağrılı içkanamadan sonra ilk kez onu böylesine sağlıklı görüyordum. Eliyle kendine daha da yaklaşmamı işaret etti. Sandalyemi biraz daha ona doğru çektim.Derileri buruşmuş ellerini iri ellerimin içine aldım. Çilli geniş yüzüne yumuşak ve pembe bir mutluluk yayıldı. Açık kapıdan, tekerlekli sehpa üzerinde duran sandığı göstererek: -Ben daha üç ya da dört yaşımdaydım. O zamanlar kente yakın bir köyde oturan dedemlerin uzunca bir tarlası vardı. Çevresi suyu eksik olmayan dar kanallarla çevriliydi. Dedemle ninemin oturduğu ev, bir başından demir yolu geçen tarlanın hemen hemen tam ortasındaydı. O eve gittiğimizde tren sesi duyduğum zaman inanılmaz bir istekle demiryoluna doğru koşuyordum. Ama ben ince kanalın kenarına varmadan aceleci tren geçip gidiyordu. Tren geçip gidince de tarlada otlayan ineklerin arkamdan gülüştüğünü düşünüyordum. Öyle düşününce de başlıyordum ağlamaya. Bu hemen hemen her zaman aynı oluyordu. Yeşil çimenlerin sıcak güneşe güldüğü, masmavi gökyüzünde tek bir bulutun olmadığı bir gün, ben trenyoluna doğru koşarken, annem de beni yakalamak için arkamdan koştu. O kovalamacayla tren geçmeden kanalın kenarına vardık. Varır varmaz da kara bir duman yaya yaya yoluna devam eden trendeki yolculara el sallamaya başladık. Bizim el salladığımızı gören yolculardan bazıları da bize el salladılar. Çok hoşuma gitti. Katıla katıla güldüm. Tren uzaklaşınca annem beni kucaklayıp havaya kaldırdı. Sevincimden hâlâ gülüyordum. Annem, beni yavaşça çimenlerin üzerine bırakırken: -Deden de bu trenle Paris’ten geliyor. Baban onu getirmeye gitti, dedi. Hava çok sıcaktı. Eve geldiğimizde ikimiz de susamıştık. Önce annem su içti, sonra da bana verdi. Hava sıcak olduğu için içerde durmak istemiyordu canım. Yine dışarı çıktım. Evimizin arka bahçesinde adlarını bilmediğim birçok ağaç vardı. Çoğu meyve de vermezdi, ama dedem onlara gözü gibi bakardı. Ben daha çok bu meyve vermeyen
2
ağaçların rüzgâr vurdukça hışırdayan yapraklarını seviyordum. Nedense o hışırtıyı duyunca uykum geliyordu. O gün de öyle oldu. Bir ağacın altında otururken uyumuşum. Babamın o tok ve burundan çıkan sesiyle uyandım. -Wilma, Wilma ... diyerek beni çağırıyordu. Uykudan zar zor uyanıp gözlerimi açınca babamın arkasında duran ve babamdan daha uzun boylu olan dedemi gördüm. Yarıyarıya aklaşmış sarı saçları her zamanki gibi arkaya doğru taralıydı. Mavi gözleriyle gülümsedi. Elindeki çikolatayı bana uzatırken: -Paris’ten aldım, dedi gözünü kırparak. Ben çikolatanın üzerindeki parlak kağıdı yırtmaya çalışırken, babamın o kalın ve tok sesi: -Dedene teşekkür et, dedi. Ben teşekkür yerine her ikisine de çikolatamdan birer parça verdim. Dedemin çok hoşuna gitmiş olacak ki, beni kucağına alıp eve doğru yürüdü. İşte o gün oturma odasında bu sandığı gördüm. Bir köşeye özenle yerleştirilmişti. Ninemden kalanlar da, annemden kalanlar da, benden kalacaklar da onun içinde, dedi. Son sözcükler biraz uzadı ağzında. İri ellerimin içindeki incelmiş parmakları anlamlı anlamlı kıpırdadı. Bir süre dudağı seğirtti. Dudağının seğirmesi geçince de ilk kocasından ayrılışını anlatmaya başladı. -O da ötekiler gibi Yenizelanda’ya gitme hastalığına yakalanmıştı. Askerden döndükten sonra hemen hemen her akşam “gideceğim” diyordu. Ben gitmesini istemiyordum. Dayına yeni hamileydim. O her gün Yenizelanda’da kuracağı çiftlikten sözediyordu. Orada çiftlik kurar kurmaz da beni çağıracağını söylüyordu. Ama o gittikten sonra ne bir haber, ne de bir mektup alabildim. Belki de daha oralara gitmeden yolda öldü. Dönmesini çok bekledim. Annen, teyzen büyüyüp evlendiler. Dayın on sekizinde evden ayrıldı. Önceleri adını “özgürlük” koydum yalnızlığın. Sonra çekilmez olunca ikinci kez evlendim.Evlendiğim adam yıllar önce öldü, ama çocuklarım bir kez olsun kapımı açmadılar. Bir tek sen geldin Mari. Ben de... Tümcesini bitirmedi. Bir süre sustuktan sonra fersiz bakışlarıyla beni süzerken: -Doktora söyledim. Eğer üçüncü kez o kanama yeniden olursa morfini çoğaltacak. O acıyı bir kez daha çekmek istemiyorum Mari... Dedi. Anne anesinin yeşil bakışları çoktan tavanda kaybolmuştu ki, kapının zili çaldı. Düşüncelerinden kurtulan Marianna koşarak kapıyı açtı. Dayısı, teyzesi ve annesi arka arkaya içeri girdiler. Annesi, dayısı ve teyzesi oturma odasındaki yuvarlak masayı çevreleyen arkalıkları ince el oymalı üç sandalyeye oturdular. Marianna da gidip yatakodasındaki sandalyeyi alıp geldi. Birbirine bakmadan masanın çevresinde öyle sessiz oturmaktan sıkılan teyzesi. -Buraya oturmak için gelmedik. Yarın işe gideceğim, dedi. Soğuk bir sesle. Marianna’nın annesi de kardeşinin sesine benzeyen bir sesle: -Benim de işim var, dedi.
Dayısı bütün olanlara içerlemiş gibi baktı çevresine. Hiçbir şey yapmadan sadece sigarasını içmeyi sürdürdü. Marianna, bu ağır havayı dağıtır diye dayısından bir sigara istedi. Dayısı sigarasını yakınca da peş peşe birkaç nefes çekti. Boğulacak gibi oldu. Gözleri yaşardı ama inatla sigarayı sonuna kadar içti. Sigaranın izmaritini küllükte ezerken, dayısının sesini duydu: -Marianna kaç yıldır sen ilgileniyorsun annemle, senin söyleyeceğin bir şey var mı? Diye sordu. Dayısının sesi ne kadar kalınlaşmış, ne kadar uzaklaşmıştı ondan. O bunu düşünürken teyzesi: -Benim hiçbir şey dinlemeye zamanım yok, her şey ortada, bir an önce bitirelim şu işi, dedi. Hiçbir şey söylemeyen Marianna masanın üzerinde duran paslanmış anahtarı dayısına doğru uzattı. Dayısı aldığı anahtarı bir süre parmaklarının arasında çevirdikten sonra yavaşça kalkıp üstünde el oymalı sandığın bulunduğu tekerlekli sehpayı masanın yanına çekti. Anahtarı sokup iki üç kez çevirerek kilidi açtı. Kapağı açılan sandıktan naftaline batırılmış lavanta kokusu yayıldı. Herkes birbirine bakarken, dayısı elini uzatıp, biri beyaz, biri sarı, biri de pembe üç ipek bluz, yarı yanmış kırmızı bir mum, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir madalya, bir denizci şapkası, üç tane de sedef düğme çıkarıp masanın üzerine koydu. Masanın üzerindekilere kayıtsızca bakan Marianna’nın annesi: -Başka bir şey yok mu, dedi. Dayısı yanıt vermeden elini uzatıp sandığın içinden aldığı bir zarfı Marianna’nın annesine uzattı. Ağlamaklı bir sesle de: -Bir de bu, dedi.. Marianna’nın annesi aceleyle zarfı açtı. İçinden dörde katlanmış bir kağıt çıkardı. Kuru ve öfkeli bir sesle. “ Bütün varlığım içinde yaşadığım bu ev ve içindeki eşyalarımdır. Hepsini son yıllarımda sabırla bana bakan torunum Marianna van Zevendıjk’e bırakıyorum. Wilma van der Schauduw” Marianna’nın annesi okuduğu kağıdı diğer eşyaların üzerine atarken, teyzesinin bakışları sıkıntıyla çevresindeki eşyaların üzerinde gezindi. Kapaüında kocaman ceviz yaprağı oyması olan sandığa bakarak: -Bu yazı annemin değil, dedi öfkeyle. Marianna’nın o iri vücudu ufaldı, küçüldü, dolgun etli dudakları siyahlaştı, bakışları saklanacak bir yer ararken: -Ben hiçbir şey istemiyorum. Sadece şu sandığı bana verin yeter, dedi. Annesi teyzesinden de öfkeli bir sesle: -Bu mektubun yasal hiçbir gecerliliği yok, sandık da ev de satılacak, dedi.
3
Mesut Balık YALNIZ AĞACIN DANSI
“Biliyor musun Sakız Hanım, kendimi ne zamandır böyle mutlu hissetmemiştim”. Oturduğu yerden, kendisini rahatça görebileceği yükseklikte asılı duran, duvardaki aynaya yaklaştı yavaşça. Aylardır süren uzun ve derin bir uykudan uyanmıştı sanki. Yaşlı gözleriyle, yüzündeki cizgilerde dolaştı bir süre. Geçen seneden bu zamana kadar, cansız beyaz saçları iyice azalmış, her geçen gün yüzüne yeni ve derin çizgiler eklemişti. Aynanın her zamanki açık sözlülüğü ona acımasızca gelmeye başlamıştı çoktandır. Gerçekleri çekinmeden söyleyen bu açık sözlü dost, kendi eskimişliğinden habersizdi oysa. Mahur Bey, ona karşı bu kadar dürüst olamıyordu bir türlü. Yillarca makinelerle arkadaşlık etmiş olan sürekli titreyen emekli elleriyle, zorlu ve yorucu bir mücadeleden sonra krıvatını bağlayabildi. “Nasıl Sakız Hanım, yakışıklı mıyım?”, diye sordu. Sakız Hanım, cevap vermedi, her zamanki gibi sadece tebessüm etti. Hareketsiz bacakları üşümesin diye üzerine örtmüş olduğu, kahverengi kare motifli, koyu yeşil battaniyesine bir çeki düzen verdi. Battaniyeyle olan akrabalığını inkar etmeyen, ismini, renginden dolayi almış olan tekerlekli sandalyesinin kolluklarını
okşayarak: “Haydi Yeşim kızım, mutfağa gidip kendimize bir çay yapalım”, dedi. Mutfaktan tekrar oturma odasına döndüğünde, sevinçle: “Sakız Hanımcığım, çay öyle nefis olmuş ki. Ellerime sağlık. Aman şimdi kendime nazar değdireceğim”, diyerek, hayat arkadaşının karşısına yerleşti. Sakız Hanım, çayı sevmezdi pek. Ihlamur içmeyi tercih ederdi. Mahur Bey istekli bir şekilde sohbetini sürdürmeye devam etti. “Ah Güneş’im, yıllar nasıl da gelip geçiyor. Seninle buralara gelişimiz daha dün gibi sanki.”. Bu yel değirmenleri ülkesinde savaşmaktan yorulmuştu. Sakız Hanım’a üzüntusünü, hayal kırıklıklarını belli etmek istemiyordu. Dertlerini sevdiği kadından başka kimle paylaşabilirdi ki? İçinde yükselen kırgınlıların da etkisiyle iyice titremeye başlayan yaşlı ellerinde can çekişen çay bardağından bir yudum aldı. “Seni üzmemek için bugüne kadar bu konuyu açmadım. Ama sana da anlatmazsam … Sakız Hanım’ın şefkat dolu bakışlarından cesaret aldı ve de içini dökmeye devam etti: “Bizim büyük haylaz geçenlerde çok üzdü beni. Ne derse beğenirsin? Onca tarlayı boşuna almışız yıllarca. Keşke şöyle güzel, deniz manzaralı bir yazlık alsaymışız. Sonra da tarlaları satalım diye teklifde bulunmaz mı?. Söyle Güneş’im kızmakta haksız mıyım? Benden sonra ne yaparsanız yapın dedim. Ama şimdi olmaz. O topraklarda annenizin hatırasi var diyerek karşılık verdim. Kırıldı bana haylaz. O günden beridir torunlarımı da getirmiyor bana. Bir görsen, ikisi de birbirinden tatlı. Hele küçük sana çok benziyor. Sap sarı saçları. Güneşin torunu diye seviyorum onu. Büyükse çok sessiz, ve alıngan. Tıpkı amcası gibi. Neyse, kararımı verdim, onlara bugün surpriz yapacağım. Kendilerine yazlık almaları için tarlaları satabileceklerini söyleyeceğim. En azından torunlarımız için güzel bir hediye olur”. Bu yaştan sonra artık ne işimiz var tarlayla, bahçeyle? Boşalmış olan çay bardağını yakınındaki sehpaya koydu. Konuştukça içinin boşaldığını, iyice rahatladığını hissediyordu. “Bizim ufak oğlana da, tarlaların satışından elimize geçecek olan paranın bir kısmını vereceğim, Türkiye’de kurmayı planladığı iş için. Ama alacağını sanmıyorum pek. O da, beni niye Türkiye’ye bırakıp geldiniz, abimle ablam gibi niye yanınızda büyümedim diye hatır koyuyor. Gercekleri o kadar anlattım ona, sanırım ikna edemedim. Nereden bilebilirdim buralarda kalıp gideceğimizi. Sakız Hanımcığım, sen benim şahidimsin. Hep memlekete dönme hayalleri kurmadık mi seninle?” Sakız Hanım bir şey söylemediyse de, bakışlarından onu anladığına dair bir anlam çıkardı Mahur Bey. ‘Sen de olmasan, kim dinlerdi ki beni?”, diyerek sevgiye tebessüm etti biricik güneşine. “Gecenlerde kızımızdan mektup aldım. Saat farkından dolayi telefon açamıyormuş. Neyse sana
4
asıl meseleyi anlatayım. İletişim kurmakta zorluk çekiyorlarmış. Gittikçe farklı dünyaların insanları olmaya başlamışlar. Ne demekse şimdi bu. Senin anlayacağın boşanıyorlarmış. O kadar dil dökmüştüm, buradaki delikanlılarin suyu mu çıktı diye. Bir türlü Kanada’ya gelin gitmekten vazgeçirememiştik hatırlarsan. Burnunun dikine gitmeye oldum olası bayılır. Kizma ama, tam teyzesine çekmiş. Sakız Hanım kızmadı. Tüm aile bireylerinin bir arada olduğu fotoğrafa takıldı kaldı yaşlı gözleri. Çok uzun yıllar önce dondurulmuş bu tabloya büyük bir hasretle baktı. Derince bir nefes aldı, içine sessizce dolan acıyı söküp atar umuduyla. Ama fayda etmedi. Birden kapının zili çaldı. Mahur Bey’in içini tuhaf ve tatlı bir telaş kapladı. Geldiler, diyebildi, heyecandan titreyen sesiyle. Sabahleyin uğramış olan bakıcı, sessizliğin ve de hareketsizliğin iyice bulaşmış olduğu eşyaların birazcık da olsa rahatını kaçırmışsa da, bu özel günde, fedakarlıkta bulunabilecek güçleri vardı hala. Mahur Bey, ziyaretçilerin biraz beklemelerini rica ettiği, kapıdakı notu hatırlayınca, son bir kez daha baktı aynaya. Önce kravatını, sonra da saçlarını düzeltti. Haydi Yeşimciğim , gidip kapıyı açalım. Misafirlerimizi daha fazla bekletmeyelim”, dedi. Kapiyı açar açmaz, yaşadığı hayal kırıklığının yüzündeki yansımasını saklayıp saklayamadığından emin olamayan Mahur Bey, sadece gülümseyebildi. Bir yandan elindeki yağlı boya resimlerini gösterirken bir yandan da öğrenimi için bir miktar paraya ihtiyacı olduğunu analatan, kirli sakallı, uzun saçlı genç, Mahur Bey’in içine bir şüphe düşürdü birden. Gazetelerden okuduğuna göre, satıcı kılığındaki bazı kişiler, kapı kapi dolaşıp, yaşlılarin evine bir bahaneyle girip, kiymetli eşyalarinı çalıyorlarmış. Telaşını belli etmemek için elinden geleni yaptı. Yarım Hollandacasıyla resimlerle ilgilenmediğini söyledi. Genç de fazla ısrar etmedi, sadece yüzünde hayal kırıklığının bir parçası belirdi. Kapıyı hızlıca kapatmış olan Mahur Bey’in içini, birden kemirmeye başlayan bir pişmanlık duygusu kapladı. Belki de gerçekten paraya ihtiyacı vardı bu genç delikanlının. Bir resim alsa mıydı? Paranin cazibesini iyice kaybettiği hayatının bu zamanlarında, sadece konuşmaya ihtiyacı vardı. Kimbilir içeriye davet edip, biraz sohbet edebilirlerdi. Böylece zaman da geçmiş olurdu. Pişmanlığıni kapının arkasında bırakarak tekrar oturma odasına döndü. Sakız Hanım’ın, bulunduğu yerden rahatça görebildiği çiçekleri bugün getirmiş olan yeni bakıcısından bahsetti bir süre. Çok içten ve de kibar olan bakıcısı dul bir kadındı, ve de küçük oğluyla birlikte küçük bir evde yaşıyordu. Geçenlerde yakışıklı bir avukatla tanışmış. İlk görüşte aşka inanıp inanmadığını sormuştu Mahur Bey’e bakıcısı. Bu yakışıklı avukat ile oğlu arasında samimi bir hava oluşmuş. Ona baba olmak cok yakışıyormuş. Hep birlikte tatile gitmeyi teklif etmiş bu kibar adam. Buna çok sevinen bakıcısı, geçmişindeki tum olumsuzluklara rağmen, bir gün tekrar evlenebileceğini ima emtiş. Masalları da çok seven
bu duygusal adam, her yeni bir güne şiir okuyarak basladığını, bir gün hayatını birisiyle birleştirirse, bu alışkanlığını devam ettirmek istediğini söylemişti. Bu hayalleri her gün dinleyen Mahur Bey için yaşamanın daha cok, hatırlamak gibi bir anlamı vardı. Hızla değişen yaşamın yabancılaşmış yüzüyle karşılaşmak istemeyen Mahur Bey, son anda televizyonu açmaktan vazgeçti. Dışarıdan gelen şehrin gürültülerine inat, kendi geçmişinde dolaşmak daha cazip geliyordu ona. Sürekli geçmişe gömülen şimdiki zaman… Bu gerçeği hatırlatmakla görevli saatin sesi rahatsızlık vermeye başlamıştı. Günün sona ermekte olduğunu farkettikçe huzursuz oluyordu. Önce elleriyle kulaklarını kapattı. Kapının zilini duyamamak endişesiyle ellerini tekrar dizlerinin üzerine koydu. Sonra bir çözüm geldi aklına. Saati bulunduğu masadan adeta koparıp yatak odasına götürdü. Yatağındaki yastığının altına yerleştirdi. Çıkarken de kapıyı kapatmayı ihmal etmedi. Oturma odasının kapısıni sonuna kadar acmanın zekice olduğuna karar verdi. Çünkü kapının zilini duyamamak korkusu sarmıştı içini birden. Sırf bu kaygıdan dolayı da ilaçlarinı almamıştı bugün. Çünkü kullanmakta olduğu ilaçlar onda, karşı konulması güç bir uyku hali oluşturuyordu. Butün gün süren bu bekleyişten yorgun düşmüstü Mahur Bey. Sonunda itiraf etti Sakız Hanıma. Oldukça sıkılmıştı. Pencereye doğru yaklaşti. Bahcedeki yalniz ağaca takıldı gözleri. Yükeseklere uzanan dallara baktı bir süre. İçinden, birden koşup ağaca tırmanmak geldi. Tırmanmak, en yüksek dallarına. Bütün bir şehri görmek, içindeki hayatları. Çaresizce Yeşim’e baktı sonra. Rica etse bu yalnız ağaç ona, gördüklerini anlatır mıydi acaba? Kaderlerine direnmekten yorgun düşmüş olan yapraklar, çaresizce, kendilerini boşluğa bırakıp, yerde, git gide genişleyen ve de derinleşen sarı bir nehire dönüşüyorlardı. Rüzgarın önderliğinde akıp gidiyorlardi başka diyarlara. Hayaller dünyasına, ya da hatıralar dünyasına. Mahur Bey hayretler içinde kaldı. Birden dans etmeye başlamıştı bu yalnız ağaç, hiç bir şeyi umursamadan. Öyle güzel dans ediyordu ki. O sallandıkça sarı nehir coşuyor, tüm bu olup bitenleri hayretle izleyen Mahur Bey’in heyecanı ve de şaşkınlığı gittikçe artıyordu. Bahçeye açılan kapıyı sonuna kadar açtı. Ağacın kendisine uzattığı dallardan kulaklarına ulaşan sese dikkat kesildi. ‘Haydi Mahur Bey, gel beraber dans edelim. Bugün senin doğum günün.” Ayaklarına ulaşan sarı nehire bırakmak istedi kendini önce. Yüzerek ağacın gövdesine ulaşmak, ve de doyasıya sarılmak. Kuvvetlice esen rüzgar, yönünü değiştirdi, Mahur Bey’in saçlarının arasından geçip, içeride bir gürültüye dönüşüp kayboldu aniden. Korkuya kapılan Mahur Bey, Yeşim’le birlikte oturma odasına döndü, olup bitenleri anlayabilmek için. Dolabın üzerinden, biraz önceki sahneye şahit olan fotoğraflar devrilmişti. Yere düşmüş olan Sakız Hanım, parça parça olmuş camın gerisinden hala tebessümle bakıyordu Mahur Bey’e.
5
Nazan Bilen Az pişmiş Gerçeklik ve Çorba Ruhu Bulunduğum yer tam bir berbatistan. Omuzlarımda görünmeyen, tekinsiz bir şeylerin yoğun basıncı etrafı izliyorum. Çok kalabalık, ortalık insan kaynamakta. Çevresi irili ufaklı toprak öbekleriyle dolu büyük bir çukurun içindeyiz. Kenarlara yığılmış toprak tekrar çukura dolmasın diye tahtalarla, kazıklarla desteklenmiş. İnsanlar artık yaşamıyormuş gibi kül rengine dönüşmüşler, ama seslerini duyabiliyorum. Gri, fısıltılı bir hortlak kitlesi. Daha önce hiç duymadığım bir üslûpta dalgalanan ıslık korosu bir yükselip bir alçalmakta. Sanki tuhaf bir Hieronymus Bosch tablosu içindeyim. Hasta olduklarını hissedebiliyorum, oysa artık çok geç. Tedaviye değil ölmeye gelinmiş besbelli. Ateşle ilgili bir şeyler var, evleri garip maskeler takan birileri tarafından yakılmış. Bir çeşit temizlik yapılmış sanki. Büyük bir veba salgını sonrasını çağrıştırıyor. Ben de bu insanlardan biriyim, ama yine de onlardan farklı bir yanım var: hâlâ ayakta olan, yaşayan, bilinci fokurdayanım. Aralarından bazıları feri akıp yitmiş gözleriyle yardım istercesine bana bakıyor. Onları gören diğerleri de dönüp gözlerini bana dikiyor, ancak çaresizim. Ateş yavaşça bizim bulunduğumuz yere doğru yaklaşıyor! Alacakaranlıkta fısıltılar bağrışmalara, feryatlara dönüşüyor. Arkama bakıp gidebildiğim kadarıyla birkaç adım geriliyorum. Bir anlığına hayatta kalan en son kişiyim, ama bu uzun sürmeyecek. * Bugün ilk defa ölü yıkadım. Nasıl yaptım ben de bilmiyorum. Hastanenin koridorlarında adeta sürünerek ilerlerken Alman kadın beliriverdi karşımda. Onu dişi bir kurta benzettiğimden Asena adını vermiştim. Kendisi ismini söylememişti. Sanki söylerse bir tılsımın boncukları çözülüp dağılıverecekti. Çalış, durma, düşünme, çalış. Yoksa senin de sonun ablan gibi olacak dedi Almanca. İçinde bulunduğum duruma katlanabilmem için bir suflör görevi görse de arasıra rolümden sıyrılıp kapa çeneni, beni yalnız bırak diye bağırmak istediğim de oluyordu. Bir iki kez denemişliğim vardı. Almancasını, kamçıvari sloganlarını da alıp birkaç hafta ortalarda görünmemişti. O olmayınca iş yerine hasta olduğumu söyleyip ben de kabuğuma çekilmiştim. “Bakıyorum yine daldın, bu dalışlar uzayıp, sıklaştıkça neler olabileceğini tekrarlamama gerek
var mı?” dedi Asena. Allahtan düşüncelerimi okuyamamaktaydı. Söyleyeceklerini söyleyip, tembihliklerini bir çocuğun eline tutuşturulan beslenme çantası gibi bilincime yükleyip, duvarlardan birinin içinde erir erimez karşımda bizim katın baş hemşiresi olacak illet kadın bitiverdi. Gümüş bir künyenin sallandığı sağ elinde tuttuğu beyaz plastik bardaktan bir yudum su içip, “Bayan Lion, öldü,” dedi, “Anlamıştım zaten. Birkaç saattir yine karnından nefes alıp vermeye başlamıştı.” Anlamadım gibisinden gözlerine bakarken, “Bir tek yeni doğmuş bebeklerle ölmek üzere olanlar tekrar karınlarından nefes alıp verirler. Onun dışında hayat bizi o kadar sıkıştırmış ki soluğumuz akciğerlerimizden aşağı inemiyor,” dedi. Bilmediğim bir şeyi öğretmekten memnun söylevine devam etti, “İyi oldu ama öyle değil mi? Daha ne kadar yaşayabilirdi ki? Geçen ay yüz yaşını devirmişti. Her gün altını pisletiyordu. Bak sen de temizlemekten kurtuldun böylece.” Hemşirelerle doktorlar arasındaki hiyerarşik düzen, benim gibi hasta bakıcılar ve hemşireler arasında da vardı. İğne vurmak, serum takmak gibi basit şeyleri yapıyorduk gerektiğinde, ama esas işimiz çoğunlukla yaşlıların altını değiştirmek, çarşaflarını yenilemek, yemeklerini yemelerine yardımcı olmaktı. Soyadı aslan olan Fransız bayan ölmüştü demek. Daha dün yemeğini götürdüğümde elinde sıkı sıkıya tuttuğu bir çıkartmadan yeşil beyaz formalı, yakışıklı, ünlü bir futbolcunun resmini gösterip, “Bak bu benim oğlum, birazdan buraya beni ziyarete gelecek,” demişti. Oysa kimsesi yoktu. Ona sekiz santimetre ebatlarındaki uzunluğundaki bu kartı yan odadaki dedesini ziyarete gelen çocuk düşürmüş olmalıydı. Baş hemşire elindeki boş plastik bardağı alıp yanında durmakta olan metal çöp kutusuna attı. Bir iki hasta bakıcısı sabah arayıp hasta olduklarını gelemeyeceklerini bildirmişlerdi. Bugün iki ölünün daha yıkanıp, defne hazır hale getirilmesi gerekmekteydi, bu yüzden bana da yeni bir işin yolu görünmüştü. Aslan bayan yıkayacağım ikinci ceset olacaktı. Aslanları da kurtları da severdim, annemin söylediğine göre çocukken büyüdüğümde ne olacağımı soranlara aslan olacağım diye cevap verirmişim. Bunun mümkün olmadığını anladığım ve o kadar üzerlerine titrediğim oyuncak bebeklerimin beni görüp duyamadıklarını öğrendiğimdeki anda da hissettiğim hayal kırıklığı, ara sıra yoklamak için koyduğum yerlerinde hâlâ taptazeydiler. Ömrü hayatım hayal kırıp, tekrar yapıştırmaya çalışmakla geçmemiş miydi? Baş hemşire elime birkaç kağıt tutuşturup, bileğine bol gelen saatini çevirip baktıktan sonra birazdan görüşürüz diyerek yanımdan ayrıldı. Arkasından bakarken onun kolaylıkla bir hapishane gardiyanı da olabileceğini düşündüm. * Süpermarketin dünya yemekleri bölümünden küçük bir paket kuru karides, bir paket kişnişli, hindistan cevizi soslu hazır Tayland çorbası, sebze meyve
6
bölümünden de yeşil limon ve birkaç kırmızı İspanyol acı biberi aldım. Görebildiğim kadarıyla bambu konservesi kalmamıştı, kimseye de sormak istemedim. Bu akşam kendimi yakacaktım. Acı yediğimde hayat beni çimdik atarak uyandırıyordu. Birçok kadının aksine özellikle adet dönemimin yaklaşmaya başladığı zamanlar canım çikolata değil az pişmiş kırmızı et ve acı biber çekmekteydi. Elimdeki alış veriş torbasını yere bırakıp posta kutusuna baktım. Bedava bir yerel gazete dışında bomboştu. Hindistan’dan yazıştığım kalem arkadaşımdan da bir süredir mektup almıyordum. Artık görüşmediğim bir tanıdığımın dokuz doğurmuş kedisinden aldığım, adını Ziggy koyduğum kedim tam kapının önünde beni beklemekteydi. Elimdekileri mutfağa bırakıp, Ziggy’ye mamasını verdim. Televizyonu açmak için elim kumandaya gitti, ama son anda hatırladım, birkaç gün önce bozulmuştu. Mutfaktaki radyoyu açtım. Haberler yeni bitmiş, şimdi de spor haberlerine geçilmişti. Hiç hazetmediğimden kapadım. Yarı açık olan pencereden içeri iri bir rüzgâr parçası girdi, hava bir anda kurşun grisine dönüşmüştü. Bulutlar epey yüklüydüler. Tam zamanında damlamıştım eve. Bir an önce bir şeyler atıştırıp ilacımı almalıydım. Birkaç gün arka arkaya kötü uyuduğumda beklenmedik ziyaretçilere ev sahipliği yapmak zorunda kalıyordum. İşten izinli olduğum günlerde sorun yoktu, ben de ara sıra Almanca ve İngilizce çene çalmaktan, sadece kendi aralarında anlamadığım bir dilde konuşan biri kız diğeri oğlan, sarışın ikiz çocuğu kavgalarından ayırmaktan, elbiselerini giydirmekten, sonra da usul usul pırasa gibi dümdüz saçlarını taramaktan mutluluk duyuyordum. Ama yarın erkenden hastanede olmalıydım. Dört bardak soğuk suya döktüğüm çorba tozunu el mikseriyle iyice bir karıştırıp çok kısık ateşte kaynamaya bıraktım. O kaynarken ben de kısa bir duş alacaktım. Telefona bir göz attım, tek bir mesaj vardı, o da yeni bir telefon şirketinin promosyonu içindi. * “Yeniden doğuşa inandığım söylenemez, ama Asena’nın söylediğine göre bir önceki hayatımda Almanmışım. Üstelik nazilerle iş birliği içinde olan bir casus. Bu hayatımda Hollanda’da göçmen bir Türk olarak dünyaya gelmemin sebebi ikinci dünya savaşı sırasında yaptıklarımın cezasını çekmek, göçmenliği daha iyi anlamak içinmiş. Karma yani. Arasıra kendimi içinde bulduğum bu çukur sonradan fikrimi değiştirip yahudilere yardım ettiğim anlaşılınca beni de onlarla birlikte yaktıkları yermiş.” “Peki nasıl çıkıyorsun o çukurdan?” “Kurtuluşum çukurdan fiziksel olarak çıkmakla olmuyor. Astral bedenim vücudum yanarken yukarılara doğru süzülüp olanları izliyor. Hem de çukurda bir yığın külden başka bir şey kalmayana kadar. Sonra içimde tarifi imkansız bir duygu, sanki bir kâbus görmüş de uyanmışım gibi, sizin bana hap yazarak esas hayat olduğunu kanıtlamaya çalıştığınız gerçekliğe dönüyorum. Genellikle
yağmuru izleyen bir kedi gibi koltukta oturmuş öylesine dimdik karşıma bakarken buluyorum kendimi.” “Hımm...Peki bu hafta yapman gereken alıştırmaları yaptın mı?” “Hangilerini?” “En az iki kişiyi telefonla arayacak, bir kişiyle de bir kafede buluşacaktın...” “Ha şu kabuğuna çekilmeme önlemleri...Evet YİK’ten (Yalnız İnsanlar Kulübü) Ariel’i aradım yüzmeye gidelim diye, ama beli incinmiş, gelemeyeceğini söyledi. Bir de Gabriela ile telefonda görüştüm. O da aşırı depresifmiş, sevgilisi Hans’dan ayrılmış, kullandığı anti depresanın dozu 150 miligram’a fırlamış. Uyuşmuş dili ağzında dönmediğinden pek uzun bir sohbet olmadı ne yazık ki.” “Gabriela şu Alman olan arkadaşın mı?” “Arkadaşım olduğunu iddia edemem. Biliyorsun benim arkadaşa ihtiyacım yok. Aslında onları bazen kullandıkları hapların isimleriyle çağırmak istiyorum. Gabriela: Bayan Efexor,150 miligram. Ariel: Seroxat, 75 miligram, Victoria: Prozac, 75 miligram... Sizin ve içinde yaşadığınız gerçekliğin normal yaşamam adına bana dikte ettiği bir etkinlik bu arkadaşlık oyunu,” dedim ve elimde kıvırmaktan tiftiklenip, parçalara ayrılan selpak mendili önümdeki kül tablasına attım. Kül tablaları artık küllükten başka her işlevi görmekteydiler. Kül kardeşler isimli bir şiirin kelimeleri beynime vantuzlanmak için hazırola geçtiler, ama ben kafamı içinde ne kadar para olduğu anlaşılmayan bir kumbara gibi olabildiğince hızla sallayınca geri çekildiler. “Annenlerle telefonlaşma nasıl gidiyor?” diye sordu psiko-hanım laf olsun diye. Her şeyi laf olsun diye soruyordu zaten. Bu kaçıncı psikoloğumdu? Başlarda bir gün iyi niyetlisine, nesneline rastlarım diye değiştirip durmuştum. Her seferin sonu hayal kırıklığı ve tıkanıklıktı. Ben işi paranormal olasılıklara bağlamaya çalışmaktan çoktan vazgeçmiştim, ama onların neurobiolojiye tapmalarından da bıkmıştım. Kimisi sanrılarımı hemen def etmemi, anında başka şeylere odaklanmamı öğütlerken, kimisi de onları anında not almamı, elimden geldiğince sonuna kadar diretmemi önermişti. Artık daha çok bekleme odasındaki dergi çeşitliliği, otomatın lezzetli, bedava kahvesiydi beni buraya getiren. “Anneme ne zaman arayıp nasıl olduğunu sorsam, bana nasıl olduğumu sorma ben ihtiyarladım deyip, tıpkı Alman kadın gibi çalışmamı öğütleyip telefonu kapatıyor. Babamla konuşmak istemediğimi bildiğinden o evdeyken benimle adı Nermin olan biriymişim gibi konuşuyor.” “Bu Nermin’in kim olacağı hakkında bir fikrin var mı? “Malesef hayır. Pencereyi kapatabilir miyiz ben çok üşüdüm.” “Gelecek sefer ablanla ilgili konuşmak istiyorum. Ziyaretine gidiyor musun?” “Hayır, artık mezarlığa gitmemeye karar verdim. Orada müthiş bir yalnızlık duygusu çöküyor üzerime. Öyle ağır ki oturduğum yerden
7
kalkamıyorum bir süre. Her an yanımda bir çukur açılacak ben de içine düşüp bir daha çıkamayacakmışım gibi geliyor. Ablam da yalnızlıktan öldü zaten. Ben tek başıma onun kara delikleri andıran, etrafındaki her şeyi soğuran yalnızlığıyla başa çıkamadım.” Gözlerim dolmuştu. Sadece abi ve abla konuları açıldığında olurdu bu. Karşımda duran kitaplığa baktım bir süre, sonra duvara. Oda psiko-hanımın tatillerinde gittiği ülkelerden getirdiği hatıralık eşyalarla doluydu. Benim gibilerle uğraşmasının nedenini tekrar tekrar hatırlatıp, bir sonraki tatile kadar dayanabilmesi için motive eden etnik tarzda sabırlıklar... * Evimizin biraz ilerisinde küçük bir Liman vardı. Uzaktan oyuncağa benzeyen arabalar yük taşır, vinçler de gemilere yüklerdi. Okuldan geldiğimde evde kimse yoksa pencerenin önüne geçer uzun uzun izlerdim onları. Kedimiz henüz birkaç aylıktı, kucağıma yerleşir, mırıl mırıl uyurdu. Sonra ablam da okuldan gelince onu bir sepete koyup gezmeye çıkarırdık. Limanda gemilerin arasında dolaşır, hangi ülkelerden geldiklerine bakardık. Bazen gemicilerden minik hediyeler, çikolata falan aldığımız da olurdu. Bu gezintileri elimizden geldiğince uzatmaya çalışırdık, ama kışın hava çabuk karardığından eve erken dönmek zorundaydık. Üstelik babam limana gittiğimizi kesinlikle duymamalıydı. Ablamın yeni patlamış göğüslerine bakarak, “Eşşek kadar oldun görmüyor musun? Artık oralara gidip o heriflerin arasında dolaşırsan bacaklarını kırarım” dediğini duymuştum. Bir keresinde de annemin evde olmadığı bir gün ablamın odasından çıkarken işaret parmağını dudaklarına götürüp yavaşça kapıyı çektiğini hatırlıyorum. Annemle babam eve her geldiklerinde daha merdivenlerde kavgaya başlamış olurlar, her cuma boşanma kararı alırlar her Pazartesi de bundan sırf tembellikleri yüzünden vazgeçerlerdi. Üç çocuğun en büyüğü olan abim çok geçmeden bu kavga dövüşten bıkmış evi terk etmişti. Bir yıldır büyük bir gemide çalışmakta, dünyayı dolaşmaktaydı. Birkaç ayda bir eve uğrar - annemle babam yokken gelmeye özen gösterirdi - bize hiç görmediğimiz meyvelerden, şekerlemelerden getirmiş olurdu. “Bizi de götür ne olur?” demiştik bir gün ablamla ben sızlanarak. Siyah deri ceketini çekiştirip durmuştuk o kapı boşluğunda vedalaşmaya hazırlanırken. Cebindeki kitabın yazarının ismi göz kırpmıştı: Carlos Castenada. Ablamın saçını okşamış, beni de koltuk altlarımdan kavrayıp havaya kaldırıp döndürmüş, “İkiniz önce okulunuzu bitirin, sonra üçümüz birlikte gideceğiz buralardan, sözüm söz!” demişti gülümseyerek. Yüzünde görmeye alışık olmadığımız bir haftalık sakal bıyığının arkasına gizlenmiş örtülü endişesi fazladan inandırıcı yapmıştı verdiği sözü. Bir babacanlık yerleşmişti mimiklerine. Ziggy Stardust’ı mırıldanarak, çevik hareketlerle merdivenleri inmiş, giderken her zaman yaptığı gibi üç kez kısa kısa zile
basmıştı. Günlerden en sevmediğim gün pazartesiydi. Puslu, gri bir öğleden sonrasıydı ve sabahtan beri durmadan yağmur yağıyordu. Pencereye koşup arkasından baktık. Başına cebinden çıkardığı siyah bir bere geçirdi, birkaç adım sonra balıkçı dükkânının yanından köşeyi dönüp, Yelken sokağında gözden kayboldu. Bu onu son görüşümüz olacaktı. * Vişne rengi uzun bornozuma sarınıp banyodan çıktığımda, çorbayı ocağa koyalı onbeş dakika olmuştu. Bir iki ay önce Ikea’dan yeni aldığım şifonyerin önünde durup, kafama sardığım siyah havluyu sıyırıp yüzümü tekrar kuruladıktan sonra kendimi izlemeye başladım. Her banyo sonrası bir yenilik görebilmek umuduyla bakardım yüzüme, her seferinde aynı soluk teni, aynı donuk bakışları tekrar bulurdum yerlerinde. Bu halimle hiç fazladan makyaj yaptırmadan bir korku filminde oynayabilirdim. İki elimin baş ve işaret parmaklarıyla göz kapaklarımı aralayıp, kafamı aynaya iyice yaklaştırıp gözlerimin içine baktım. Bomboştular. Bu boşluk gözlerimin içinden bir şeylerin yitip gitmesiyle değil de dışardan elle tutulur bir boşluğun, doluluk kılığına bürünüp gözlerime yuvalanmasıyla oluşmuştu sanki. Koyu kahverengi gözlerim ne kadar da mattılar. Bornozumun kuşağını çözüp çıplak tenime baktım, bembeyazdım, cılızdım, siyah gür saçlarımı çalışmaya başladığımdan beri kısa kestirmiştim. Koltuk altlarımdaki ve venüs tepeciğimdeki tüyler hatırı sayılır uzunluktaydılar. Cinsiyetsiz bir görüntüm vardı. Ne bir sevgilim ne de cinsel isteğim vardı. Cesete benzeyen bir kadın değil de kondisyonu iyi bir cesettim sanki. İnsan her gün aynı şeyleri görüp, hissettiğinde uyuşuyor, bu uyuşukluğun üzerine bir de benim gibi fazladan hap alıyorsan bir tabloya bakar gibi bakıyorsun kendine. Islak bornozu ve havluyu alıp kapının arkasındaki askılığa astım. Üzerime lacivert eşofmanımla, beyaz bir kazak geçirdim. Çorba kıvamına ermişti. Neyse ki bu öyle sürekli karıştırmayı gerektirmeyenlerdendi. Karides paketini hâlâ kaynamakta olan karışımın içine boşalttım, kırmızı biberleri yıkayıp ince ince kıydım. Limonu da ikiye kesip bir çay tabağına koydum. Beş dakika sonra hazırdı acılı çorbam. Acı, sıcak ve ekşi bir arada... * Elimde kocaman çorba kasesi ve kaşığım oturma odasına geldiğimde siyah deri koltukda John’un oturduğunu gördüm. “Hi, hello,” dedi gülümseyerek. “Hi John,” dedim, “Çorbanın kokusunu mu aldın?” Oturduğu yerden kalkma zahmetine girmeden odayı inceleyip bizden başka kimsenin olmadığına emin olunca hafifçe öne kaykılıp, kısık bir sesle, “Sana yeni bir görev verildi,” dedi.
8
Puflayıp, çorbamın üzerinde yüzen acı biberlere baktım, “Önce yemeğimi yememe müsade eder misin?” dedim. “Ama o zaman haplarını alıp, onların senin için yazdığı bir senaryoda oynamayı seçeceksin. Yalnız, hasta damgasını yemiş, kırkına bir basamak kalmış bezgin bir kadın rolü.” “Olsun, böylelikle en azından bütün ipleri koparmamayı başarabiliyorum,” dedim ve kaşığımı çorbama daldırdım. Kafamın içinde yanlış frekansda seyreden bir radyonun cızırtılarına benzer sesler duymaya başladım. Geri sayım çoktan başlamıştı. * Doktor kalp demişti, ama ben onun yalnızlık hastalığından öldüğüne eminim. Birkaç yıldır çalışmıyordu. Evde kalmaktan, sürekli abur cubur yemekten zaten kötü olan cildi iyice bozulmuştu. Ben sekreterlik yaptığım zamanlar iş çıkışı uğruyordum, ama o zamanlar şimdiye oranla daha aktif olduğumdan fazla kalamıyordum yanında. Zaten o da pek zorlamıyor, kendini nasıl hissettiği konusunda dışarı bilgi sızdırmıyordu. Tek hobisi televizyondaki reklamlardan kendisine yeni çıkan, mucize vadeden kremler ısmarlamaktı. Bazen birlikte televizyon izleyip meyve yerken – genellikle yeşil elma – benim varlığımı unutup, elindeki yeşil elma parçasını tıpkı krem sürermişcesine yüzünde gezdirmeye başlıyor, sonra da dalgınlıktan tekrar ağzına atıyordu. Çalışmadığı halde cumartesileri bekliyor, o gün şehrin tam göbeğindeki, en pahalı ve lüks mağazaya gidip Chanel, Christian Dior, Estee Lauder gibi markaların satıldığı standların önünde saatlerini geçiriyor, hayran hayran yeni çıkan kozmetik ürünlere, onları satan bakımlı, güzel tezgahtarlara bakıyordu. İşsizlik maaşının çoğunu bu kremlere yatırdığından yemeye içmeye nerdeyse hiçbir şey kalmıyordu. Bir akşam Kung-fu kursundayken telefona çağrıldım. Hastaneye gittiğimde çok geçti. O gün bugündür de hastanelerle haşır neşirim zaten. Ablamı kurtaramadım, bari başkalarına hayrım dokunsun dedim. Annemlere durumu bildirmek için telefon ettim. O akşam kimse cevap vermedi telefona. Kötü bir haberle başbaşaydım tüm gece. “Senin suçun, niye yalnız bıraktın ablanı?” diye ağlayacaktı annem hiç kuşkusuz. Yalnızlık kişisel bir seçimdir, kimse kimseyi yalnız bırakamaz, sizce de öyle değil mi? * Kaşığımı kasenin yanına bırakıp, bir yudum su içip, “Neymiş o görev?” dedim. Ceketinin iç cebinden çıkardığı, dörde katladığı buruş buruş olmuş bir kâğıdı çıkarıp açtı. “Türkçesi ÖYD, ingilizcesi NDE,” dedi John, “Ever heard of it?” Tepkisiz kaldığımı görünce kağıdı bana uzattı. NDE’nin ne olduğunu açıklayan yazının kenarında bir de resim vardı. Hollandalı bir ressam olan Hieronymus Bosch’un Cennete Uçus isimli tablosu. “Görevin hastanede Ölüme Yakın Deneyimi yaşamış hastalarla iletişim kurup neler yaşadıklarını
öğrenmek. Artık ölü de yıkadığına göre kim bilir belki onlarla da konuşabilirsin.” dedi John. İnce dudaklarının köşelerini zorlayan tebessümünden hiç haz etmemiştim. “Ok, no problem. Bu konuya yabancı değilim zaten,” dedim başımdan savmak için. İyi ki Asena’yla birbirlerini görmüyorlar, yoksa sürekli aralarındaki çatışmayı dinlemek zorunda kalırdım. Asena ayık kalabilmem için bana alabildiğine sıradan bir hayat öğütlerken, John ayağımı yerden kesmek için elinden geleni yapıyordu. Bundan önceki görevim de rüya tabirinde ustalaşıp insanlara kehanetlerde bulunmak, gelecekte tıpkı Hollywood filmlerinde olduğu gibi dünyayı her sorundan hep Amerika’nın kurtaracağını anlatarak imajını parlatmaktı. ama o görevi layığıyla yerine getirememiştim. “Televizyonu sen mi bozdun yoksa?” diye sordum. “Bunu neden yapayım ki?” dedi John. O sırada cep telefonu çaldı, elini cebine soktu ve odamdan siliniverdi. “Fuck you John, cehenneme uç!” * Çekmeceyi açmak için uzanıyorum. Bayan Lion kimsesi olmadığından hâlâ morgda. Bir an elim buz gibi metale yapışacak sanıyorum. Tekrar arkamdaki kapıya göz atıyorum. Kimse yok, iyi. Uzun beyaz gömleğimin sağ cebindeki ses kayıt aletini kavrıyorum. Kırmızı düğmeye basıyorum. 23 aralık, saat 21.30 Morgdayım. Üç gün önce dünyaya veda etmiş madame Lion’un yanındayım. Madame Lion beni duyuyor musunuz? Eğer duyuyorsanız ne olur bir şeyler söyleyin. Abim, ablam, ikisi de öldü. Bana onların iyi olduğunu, ölümden sonra hâlâ varolduklarını anlatın ne olur. Bir anlığına Madame Lion’un morumsu suratı kımıldıyor gibi geliyor, iyice yaklaşıyorum yüzüne. İçerisi florasan lambalarla aydınlatılmış. Tavandaki üç uzun lambadan bir tanesi kısa aralıklarla yanıp sönmeye başlıyor. Madame Lion uzandığı yerden doğrulup anlayabildiğim kadarıyla Fransızca, “Ah sen misin? Oğlum gelmedi mi?” diye soruyor. Morumsu yüzünde aptal bir ifadeyle elini yan tarafına sokuşturup, bir şey bulup çıkartıyor. O kart yine. Üzerinde bir futbolcunun resmi var. Kartı bana doğru uzatıp, “Oğlumu getirin bana, ne olur.” diye ağlamaya başlıyor. * “Bu su gibi çorba yeme alışkanlığın savaş zamanlarından kalma,” diyor karşımdaki sandalyeye sadece bana görünürlüğüyle oturmuş Asena. Hastanenin kantinindeyiz. Sırt çantamın küçük gözünde, bir poşetin içinde sakladığım zehir gibi acı pul biberi çıkarıp, kremalı mantar çorbamın üzerine serpiyorum. Kaşığımı alıp çorbanın içinde bir şey arıyormuşcasına dalgın dalgın karıştırıyorum. “Yapma soğuyacak, sen kaynar seversin,” diyor Asena hınzırca ve ekliyor, “Bugünlerde nasılsın? İş nasıl gidiyor, memnun musun? Sakın unutma memnun olmama gibi bir lüksün yok, ablanı düşün,
9
kendini, ayakların yere basmazsa yok olup gidersin.” Tamam anladık gibisinden bir bakış fırlatıyorum. Bir sigara ne iyi giderdi şimdi diye düşünürken, bizim kattan bir Türk yaklaşıp karşımdaki sandalyeyi işaret ederek oturabilir miyim diye soruyor. Asena adam üzerine oturmadan, görünmezliğine bok sürdürmeden kalkıp biraz ilerideki kolona yaslanıyor. Karşımda oturan iş arkadaşımın hâlâ tabağımın yanında duran pul biber poşetine takılıyor gözü. Uzatıyorum, iki elini öne doğru kaldırıp açarak reddediyor. Tekrar karşıma baktığımda Asena’nın yerinde olmadığını görüyorum. İyi ki geçen gece morgda yakalanmadım ona, yoksa şu anda hâlâ kafa ütülüyor olurdu. Bazen onu neden sadece hastanede, John’u da neden hep evde gördüğümü merak ediyorum. “Pek konuşkan değilsiniz.” diyor karşımda oturan, orta yaşlı, esmer, bıyıklı cüce. Masanın altına eğilip bakıyorum çaktırmadan ayakları sandalyeden yere değiyor mu diye. “Tuzluğu alabilir miyim lütfen?” diyorum sonra. Uzatsın ki eline dokunmaya çalışayım, dokunabiliyorsam gerçektir.
bilincinde, az da olsa hasret giderebiliyorum. Her şey içiçe geçmiş durumda, baksanıza siz bile duvarınıza kurumuş kırmızı, acı biberler asmışsınız. Eminim öğlen yemeği molasında kendinize bir kase sıcak çorba ısmarlayacaksınız.
* Pazartesiyi salıya bağlayan geceydi. Mahalle siren sesleriyle zangır bangırdı. Uyanıp salona gittiğimde annemle babamı, ablamı pencerenin önünde limana bakarken buldum. Gözlerimi oğuşturup ablamın yanına yaklaştım. Babam bir elini ablamın omzuna koymuştu. Belki on tane ambulans, beş altı tane de itfaiye saydım. Gemiler yanıyordu. Ablamla ikimiz bakıştık. Elimi tuttu. Annemlerin abimin birkaç günlüğüne şehirde olduğundan haberi yoktu. Abimin ceseti hiçbir zaman bulunamadı. Ona ait tek bir eşya bile bırakmadı ardında. Ya kül olup suya karıştı, ya da bir daha dönemeyeceği kadar uzak olan diyarlara yelken açtı. * “İki kişinin yarıda bıraktıkları hayatlarını üstlenip, yaşayacak kadar güçlü değilsin. Annenleri arayıp ablan Nermin’in bir buçuk yıl önce kalp krizi geçirdiğini, öldüğünü, bunca zamandır onları ablanın adıyla arayanın sen olduğunu söylemelisin. Kung-fu dersleri alıp, amatör araba yarışlarına katılarak abini geri getiremezsin. Sürekli acı yiyerek kendini yakamazsın anla artık.” “Onu son gördüğümde cebinde Carlos Castenada isimli bir yazarın kitabı vardı. Ben o zamanlar küçüktüm. Sonradan ardında hiçbir şey bırakmadığı için Castenada’ları alıp okuyarak onu tanımaya, neleri seviyor, neleri merak edip okuyor anlamaya çalıştım. Hayat bana bir Lucid Dream, berrak bir rüya gibi geliyor. Az pişirilmiş, rafadan bir gerçeklik içindeyim sanki. Yarı geçirgen, bir çeşit osmoz durumu. Tek olumsuz yanı sadece istediklerimi değil istemediklerimi de geçiriyor olması. Abimle ablamla rüyalarımda, ama gördüğümün rüya olduğunun
10
Sadık Yemni Filmvari Hayatlar
Kapının zili tek bir kez çaldığında divanda oturur durumda uyuyakalmış olan genç kadının omuzları kıpırdadı. İstemem, şimdi olmaz der gibiydi sanki. Sol eli yumruk şeklinde sıkılıydı. Gözleri panikle açıldığında bir şey yapabilmesi için çok geçti. Filmin sonu içeri girmişti. Bulunduğu yer bu yaşamda canlı olarak içinde yer kapladığı son mekân olacaktı. “Aslı Otlubayır hanım çekim için hazır mısınız?” İki külüstür divan, bir koltuk ve bir televizyondan ibaret oturma odası kalabalıklaşmıştı birden. Kamerası çekim yapan bir kameraman, ses kaydı için elinde metal sopasının ucunda mikrofon taşıyan biri ve kara gözlükler takmış olan rejisör. Bu ekibi üç haftadır çok yakından tanımıştı. Hayatını cehenneme çeviren bir beraberlik geçirmişlerdi. Aslı uykunun mahmurluğundan iyice sıyrılmıştı. Ayağında spor ayakkabıları, üstünde eşofman vardı. Aklından bir hamle yapıp kapıdan dışarı fırlamak geçtiyse de hemen vazgeçti. Son haftaların öğrettiği şey ağır bir çaresizlik şeklinde sırtına abanmıştı. Parası yoktu. Cep telefonunu sokakta bir yerde düşürmüştü. Kaçması mümkün değildi artık. “Başka seçeneğim var mı?” “Söz gelişi canım.” Dedi rejisör. Klasik dikimli yeni bir cin pantolon, kemerinin üzerine üzerine saldığı grimsi bir gömlek giymişti. Yaşı taş çatlasa otuz falandı. Aynı yaşlardaki kameraman ve sesçi de spor giyimliydiler. Tavırlarında profesyonel bir nezaket ve rahatlık vardı. yüzlerinde buraya ölümünü kaydetmeye geldiklerinin tek bir belirtisini bile görememekteydi. Aslı ayağa kalktı ve eliyle koridoru işaret etti. Kara gözlüklü genç adam anlayışla başını salladı. Kadın koridora çıktığında sokak kapısı gözüne bayağı baştançıkarıcı göründü. Kimse arkasından gelmemişti. Öğle üzeri üç falandı. Sokak insan kaynıyor olmalıydı. İçinden kaçsana ahmak diyen yana aldırmadan tuvalete girdi ve çişini yaptı. Yaşadığı çalkantılı ve aşırı gerilimli hayat her hücresini yormuştu. Aynı şeyleri yinelemeye kalkışacak hali yoktu artık. Aklının erdiği her şeyi denemiş ve sonuç alamamıştı. O Allahın cezası Meliha hayatındaki düzenin bütün çivilerini sökmüştü.
Bir ay kadar önce Meliha birden arayınca şaşırmıştı. Araları bir süredir limoniydi. Yeni numarasını nasıl bulabildiği sorusunu sormayı iş işten geçtikten sonra akıl edebilmişti. Meliha Demirci birlikte çalıştıkları turistik otel ve pansiyon açanlara tavsiye veren büroda ayağını kaydırmak için elinden geleni ardına koymadığı biriydi. Bir çok yönden kendinden çok yetkindi. Daha gençti. Zekası harlıydı. Almancası ve Rusçası vardı üstelik. Kıskançlıktan çatlamaktaydı. Sonunda altı yıldır çalıştığı bürodan atılan kendisi olmuştu. Bütün bunlar iki yıl önceydi. Kadının kendinden nefret etmesi için iyi bir sebebi vardı, ama bu tür bir cezayı hak etmemişti. Bu kadarı çok fazlaydı. Vicdansızlıktı. “Seni şey için aradım. Duydum ki, kendi işyerini kurmaya hazırlanıyormuşsun. Umarım başarılı olursun. Özlüyoruz hepimiz seni burada. Ara sıra bahsin açılıyor. Ve de... Şunun için aradım, duyunca çok şaşıracaksın valla.” Yeni bir film kiralama firması kurulmuştu. Öyle artık kalite olarak iyice elden gitmiş Hollywood filmleri ya da bağımsız film denen hafiflikler değildi pazarladıkları. G film dedikleri bir ürünü pazarlıyorlardı. Filmler yerliydi. Televizyon ya da film salonlarında gösterilmiyorlardı. Ancak üyelerin gözlerine açıktı. Birinin tavsiyesiyle üye olunabiliyordu. Depozito falan alınmıyordu. Kayıt olmak gerekmiyordu. Basılı broşür yoktu. İstediğiniz cinsi söylüyordunuz sadece. Filmi şirket seçiyordu. Ama bu asla hayal kırıklığı yaratmıyordu. Filmler benzersiz derecede etkiliydi. Film başına 3,5 YTL ödenmekteydi. Buna teslimat ve geri alma servisi de dahildi. Filmler küçük bütçeyle kotarılmaktaydı, ama gönüllü katılım sayesinde kaliteleri müthişti. Meliha bu gönüllü katılım ve müthiş sözcüklerini en az üç kez yinelemişti. Filmler müthişti gerçekten. İlk önce korku filmi kiralamıştı. Üç öğrenci kız Bolu yakınlarında bir yerde bir kampa gidiyorlardı. Uluslararası öğrencilerin geldiği hoş bir yerdi. Gece ateşin başında korku hikayeleri anlatıp yatıyorlardı. Ertesi sabah kızlardan birinin kayıp olduğu anlaşılıyordu. Polise haber veriliyordu. Bu arada bir arama ekibi kuruluyordu. Film ormanda arama yapan beş gencin teker teker öldürülmesini konu etmişti. En sona kalan kız gece olunca dört adet yürüyen cesetle karşılaşınca kaçmağa başlıyordu. Bütün gece süren kaçma kovalama sonunda kızın kayıp arkadaşının cesedini bulmasıyla sonuçlanıyordu. Cesedin yanında kendi cesedi de bulunmaktaydı. Bütün gece serüveni yaşatan şey kızın ölüme direnmesiydi. Aslında altısı da yolda geçirdikleri bir araba kazasında ölmüşlerdi. Bu kimbilir kaç kez ısıtılmış tanıdık bildik konuya rağmen çok etkilenmişti. Sahneler inanılmaz gerçekçiydi. Aslı gece uyuyamamıştı bu yüzden. İkinci film erotik janrındaydı. Kendi yaşındaki bir kadın kocasından ayrıldıktan sonra kırmadığı ceviz bırakmıyordu. Aysun adlı kadınla kendini acaip identifize etmişti. Bacaklarındaki selüloitleri bile aynıydı. Filmdeki erotik sahneler çok etkiliydi. Film bitene kadar iki kez kendi kendini tatmin etmişti. 33 yaşındaydı. Böyle bir heyecanı on altı yaşında bile
11
yaşamamıştı. Sadece sonu çok kanlı bitmiş, kadın hiç ummadığı bir adam tarafından piyano teliyle boğularak öldürülmüştü. Bütün filmler nasıl başlarsa başlasın bir yerde şiddet işe karışıyor ve ölümlere neden oluyordu. Çok arkadaşı yoktu. Bu film kulübünü başta annesi ve teyzesi olmak üzere en az beş tanıdığına tavsiye etmek isterdi, ama bir kural vardı. Önce dört film kiralayıp asil üye haline geçmek gerekmekteydi. Asil üye olmak ölümcül bir hatta geçmekti. Nasıl bilebilirdi? Allahın belası Meliha yüzünden hayatı allak bullak olmuştu. Annesinin ve teyzesinin verilmiş sadakaları vardı. Belaya bulaşmamışlardı. Beşinci filmi ısmarladığında her zamanki yakışıklı kurye yerine şu anda oturma odasında bulunan çekim ekibi gelmişti. Serüven filmi ısmarlamıştı. Kendisine bir serüven filminde rol alacağı söylenmişti. Kural böyleydi. G film kulübünden dört film kiralayıp başkalarının hayatlarını, onların serüvenleri ve sorunlarına tanık olduktan sonra sıranız geliyordu. İyi organize edilmiş bir şaka gibiydi. Rejisör baş rol için seçildiğini, sapık bir katil tarafından kovalanan bir kadını oynayacağını söylemişti. Bu arada kamera çekim yapmaktaydı. Bir yanı duyduğu şeylerin şaka olmadığını kavramaktaydı, ama üç serseriyi de kapı dışı etmişti. O gece uyurken, bu arada belki yirmi defa aradıysa da Meliha’ya ulaşamamıştı, birden uyanmıştı. Baş ucunda biri duruyordu. Karanlıktı. Yüzü görülmüyordu. “Dumanı hissediyor musun? Evini yaktım. Kaç şimdi. Yakalarsam seni akıl almaz işkencelerle öldüreceğim. Bunları başkalarına anlatırsan Eski Foça’da kalan annen, teyzen, kuzenin ve sabık kocan öldürülecek. ” Diye fısıldamış ve onların fotoğraflarını gösterdikten sonra çekip gitmişti. Aynı anda kokuyu almıştı. Yataktan doğrulduğunda yangının çalışma odasından başladığını ve acele etmezse kül olup gideceğini anlamıştı. Zarar korkunçtu. İtfaiye yangını söndürdüğünde yangın sigortası bulunmayan dairesinde işe yarayacak pek az şeyi kalmıştı. İyi ki, bankada biraz parası vardı. Annesinden de yardım alabilirdi gerekirse. Kendine ev aramaya başlamıştı. Ne G film şirketinden, ne de sapık katilden falan söz etmemişti kimseye. O filmleri izledikten sonra polis korumasına pek güvenemez olmuştu. Ayrıca her şeyi göze alır bunu yaparsa gazetelerin ve televizyonun baş köşelerinde görünür ve bir daha iş yeri falan kuramazdı geri kalan hayatında. Susmuştu. Geçici olarak kaldığı bir arkadaşının evinde siyah maskeli sapık katil tarafından ilk tecavüze uğramıştı. Adam elini ayağını bağladıktan sonra kendisine sabaha kadar defalarca tecavüz etmişti. Teninde on bir kez sigara söndürerek üstelik. Senaryoya uygun eylemde bulunması gerekmekteydi. Durmadan şehirden şehire, evden eve geçerek sapık katilden kaçmaya çabalayacaktı. Binbir önlemle gittiği her yerde enselenmişti. Cep telefonu, kredi kartı kullanmadığı, bir sürü vasıta değiştirdiği halde nasıl olup da yakayı ele verdiğini anlamıyordu. Bu Bursa’daki son ev en uzun kalabildiği yer olmuştu. Otobüs yolculuğu sırasında
Istanbul’da yaşayan, liseden arkadaşı olan Bursalı Fahriye’nin boş duran iki odalı döküntü dairesini kiralamıştı. Hem de yedi yüz lira aylıkla. Bir kez yüklü alışveriş ederek eve kapanmıştı. Fahriye’nin birkaç yüz adet kitabı vardı. Kız bir çoksatar okuma gurusuydu maşallah. Onları okuyarak, aldığı votkalarla ara sıra kafayı çekerek tam on yedi gün geçirmişti. Yemekler tükenmişti. Son ekmeği dört gün sonra küflenme arifesinde yemişti. Peynir, sebze, makarna bitmişti. Dün öğlen çay yaparken tüp son nefesini üflemişti. Bugün tek yediği şey dolabın arkasına düştüğü için yeni farkettiği bisküvitlerdi. İçme suyu da bitmişti. Musluktan su içmekteydi. Daha önce nereye giderse gitsin enselenmesi iki günü geçmezken burada on yedi güne ulaşmıştı. Göstermişti gününü puştlara. Fahriye ile bir raslantıyla otobüs terminalinde karşılaşmışlardı. Kıza kocasından kaçtığını söylemişti. Ağzını tutacaktı yani. İlk aylığı peşin vererek kızın yüzünü güldürmüştü. Böylece peşindeki andavallıları atlatmıştı. Bunun senaryo icabı olduğunu nasıl bilebilirdi ki. İçeri gittiğinde adamlar bıraktığı yerde durmaktaydılar. “Şimdi ne olacak?” “Filmin bütün sahneleri tamam.” Dedi rejisör duygu taşımayan bir ses tonuyla. “Final hariç. İki çeşit final mümkün. Birincisi, siz burada kurtuldum artık derken sapık katil tarafından bulunup öldürüleceksiniz. Tabii akıl almaz işkencelerden geçtikten sonra.” Aslı feryad edecek gücü bulamamaktaydı kendisinde. İkinci katta olmasalar kendini camdan atmayı deneyebilirdi, ama maalesef o imkânda mevcut değildi. “ikinci bir seçim de söz konusu haliyle.” “Yüzüme kezzap döküp, kıravatla boğazım mı sıkılacak?” Eliyle değil anlamına bir işaret yaptı rejisör. Yakışıklı değildi, ama atletik bir yapısı vardı. Yüzü de hiç fena değildi. Kocası olacak uyuzun ilk yıllarını biralarla her tarafını şişirmediği halini andırmaktaydı biraz. “G film şirketini birine tavsiye edeceksiniz.” Aslı uyduruk bir kurtuluş umuduna sarılmaya korkarak, “Nasıl yani?” diye sordu. “Şöyle. G film şirketini bir arkadaşınıza tavsiye edeceksiniz. O kadar.” “Ne olcak o zaman?” “Sapık katil tam sizi öldürmeye çabalarken gözüpek bir komşu gelerek adamı bayıltacak. Adam sizle ilgilenirken katil kaçacak. Kurtulacaksınız.” “Tavsiye ettiğim arkadaş?” “İlk dört filmden acaip zevk alacak ve sonra onun oynama sırası gelecek.” “Yani?” “Evet iyi tahmin ettiğiniz gibi bu bir toplumsal döngü. Sonra onun sırası gelecek. Birine tavsiye ederse sağ kalacak, etmezse öldürülecek.” Dikenli bir sevinç kalbini tırmalamaktaydı Aslı’nın. Bir yıl önce olsa kendisini bir arkadaşıyla aldatan kocasına tavsiye ederdi G kulübünü, ama zamanla ilk öfkesi solmuştu. Adam ona iyi davranmış bir
12
sürü pahalı eşyasını almayarak kullanmasına izin vermişti. Yanmış gitmişti sonunda hepsi. “Hiç birinci final şeklini seçen oldu mu?” Rejisör saygıyla başını salladı. “İnançlı olanlar. Vicdanlarının sesine kulak verenler. İdealistler. Tek tük de olsa böyleleri çıkıyor. O zaman üyeden üyeye geçen köprü sonlanıyor. Sıfırdan üye bulmak çok zor bir işlem. Şimdi burada konu etmemize gerek yok.” Rejisör sol pantolon cebinden bir telefon çıkartıp kendisine uzatınca Aslı otomatik olarak alıverdi. Sokakta düşürdüğü telefonuydu. Kapağını açtı. Çalışıyordu. Bitmek üzere olan şarjı yenilenmişti. “Haydi zaman az. Kaç izleyici sizi bekliyor. Lütfen kararınızı verin.” “Neden, neden bu kadar kan… Ve şiddet var?” “Oyuncuların bilinçaltları böyle. Doğaları icabı yani. Benim elimden ne gelir. Ben insani güdülerin peşinden giderim. Filmlerin akılalmaz derecede etkili olması bu nedenden. Haydi çabuk olun lütfen.” Aslı adres listesindeki kimseleri gözden geçirirken kendini makasıyla insanların hayat ipliğini kesen o yunan tanrıçası, adını hatırlamıyordu şimdi, gibi hissetmekteydi. Parmağı kocasının ismi üzerinde durakladı ve geçti. İşten atılmasına sevindiğini gizleyemeyen sekreter parçası Füsun. İki küçük kızı vardı. Eski müdürle başbaşa kahve içtiklerini yedi düvele duyuran Hayriye. Çenesinin düşüklüğü dışında iyi bir insandı. Aldığı borcun üstüne yatan Jale. Kadının başında bin bir problemi vardı zaten. Meram adının üzerinde durdu ve yeşil düğmeye bastı. Meram bir ara en yakın arkadaşıydı ve kocasını baştan çıkarabilmek için bir sürü fırıldak çevirerek sonunda başarıya ulaşmıştı. Eh, kendi de uygun bir fırıldağı hak etmiş sayılırdı. Bekardı da üstelik üç hafta öncesine kadar. Telefon çalarken inşallah evde yoktur diyen yanı çok sönüktü. Bencil genler direksiyondaydı. “Alo, benim, Aslı. Şaşırttım seni. Nasılsın görmeyeli. Yok canım. Yok canım şimdi eski defterleri açmaya… değil mi canım. Geçti hepsi. İyiyim iyiyim. Bil bakalım seni ne için aradım.” Aslı hat kapanınca telefonu ne yapacağını bilemedi ve divanın üstüne fırlattı. “Yeni üyemiz katıldı aramıza.” Dedi Rejisör. “Çok ikna edici konuştunuz.” Aslı, Meliha’nın filmden bahsettiği anları hatırlamıştı. Nasıl olmuştu da heyecanını farkedememişti. “Ne olacak şimdi?” Katil sizi öldürmeye geldiğinde ondan kıllanan uyanık komşu gelecek ve sizi kurtaracak. Adam sizle ilgilenirken bayılttığı katil sıvışacak. O da az önce birine G film firmasını tavsiye etti. Bu kapıdan çıkar çıkmaz sizi de, yaptığı işi de unutacak. Bir yerde karşılaşsanız bile ikiniz de bir şey hatırlamayacaksınız. Kimlerle kol kola giriyor ve kahve falan içiyorsunuz bir bilseniz. Neyse… On dakika içinde serbest biri olacaksınız. Bir ikramiyeyle üstelik. Komşu sizi çok beğenecek. Hiç bozuntuya vermeyin ve sizi teselli etmesi için yeşil ışık yakın.” Aslı kendini çok kirli hissediyordu. Duşa girip bir saat sabunlanmak istiyordu. Rejisörün paçayı
kurtarmak için birini yakacağından yüzde yüz emin olması yüzünden gururu sandığından fazla incinmişti. “Hepsi bu mu?” “Evet. G şirketiyle işiniz bitti. Size tavsiyem bundan sonra insanlara çok iyi davranın. Kendinizi sevdirin. Düşman kazanmamaya çalışın. Şirketimiz giderek popülerleşiyor. Kimler üyemiz bilseniz dudaklarınız uçuklar. Oynayanların sayısı hızla çoğalıyor. Belli olmaz telefon numaranıza sahip olan biri sizi arayabilir. Birazdan G filmleri kiraladığınızı unutacaksınız. Biri size tavsiye ederse ilk defa olduğu gibi açık hedef durumunda bulunacaksınız.” Aslı küçük şoku atlatmaya çabalarken aklında bir lamba yandı. “Bu benim ilk filmim mi?” Rejisör kendine çok yakışan bir şekilde tebessüm etti. “Aslı hanım şirket sırlarını dışarıya vermemiz kesinlikle yasaktır.” “İlk filmim mi dedim?” Rejisör sus anlamına dudaklarını büzdü ve kenara çekildi. Oda kapısında siyah elbiseli, siyah maskeli sapık belirmişti. Elinde kocaman bir bıçak vardı. Aslı donmuş kalmıştı. Adam üzerine doğru yürürken girişte geniş omuzlu iri yarı komşu göründü. Eliyle korkmaması için işaret etti. Aslı kendinden hiç beklemediği bir şeyi yaparak bayılıverdi. İnşallah güçlü kuvvetli bir erkeğin kollarında ayılacak ve bütün bunları unutacaktı. Unutmazsa hali haraptı.
13
HOLLANDA’NIN YAZARLARI Atilla İpek Yediden yetmişe herkesin okuduğu yazar: Murat Tuncel
Murat Tuncel ile 2006 yılında bir yazarlık işliğinde tanışmıştık. Kendisiyle karşılaşınca bana ilkokul öğretmenimi hatırlatmıştı. Gözlüklü, sakin ama enerjik, kısa boylu,esmer çok sevgili ilkokul öğretmenimi. Konuştukça, eserleri ve hayatını anlattıkça, gerçek bir Türkçe aşığı ve büyük bir yazarın karşımızda durduğunu anlamıştık. Kendisinden ne öğrensek kârdır diye, ağzımız açık birbuçuk saat boyunca onu dinlemiştik. O günden sonra Murat Tuncel’le sıkça karşılaşır ya da haberleşir olduk. Genelde haberler ondaydı: Yeni çıkan kitaplar, edebiyat aktiviteleri, söyleşiler, şiir akşamları... Murat Tuncel, Hollanda’daki (Türk) edebiyatının en aktif şahıslarından biridir. 2007 yılı aralık ayında Faslı, İspanyol, İtalyan, Yunan ve Türk şairlerin katıldığı Hollanda’nın dört şehrinde düzenlenen ‘Akdeniz Edebiyat Festival’inde lokomotif rolü üstlenen Murat Tuncel’in konuğu şair Kemal Özer’di. Hollanda Türk Yazarlar Kulübü kurucu üyelerinden olan Tuncel, 2008’in Ekim ayında rahmetli Fakir Baykurt‘u anma toplantısının da düzenleyicilerinden biri. 1952 yılı Kars- Hanak doğumlu Tuncel, Artvin Öğretmen Okulu’nun ardından 1979 yılında İstanbul Atatürk Eğitim Fakültesi’nin Türkçe Bölümü’nden mezun olmuş. 1984 yılına kadar ilk ve ortaokul öğretmenliği yapan Murat Tuncel daha sonra gazetelerde çalışmış; edebiyat ve sanat sayfalarında yazılar yazmış, yönetmenlik yapmış, ansiklopedik sözlük çalışmalarında bulunmuş. Türkiye’de yayınlanan Varlık, Edebiyat Gündemi, Damar, Yaşasın Edebiyat, Kıyı, Karşı Edebiyat, Dönemeç, Türk Dili Dergisi, Güzel Yazılar, Evrensel Kültür gibi edebiyat dergilerinde öyküleri ve yazıları yayınlanan yazarın ilk kitabı olan ‘Dargın Değilim Yaşama’ 1981’de yayınlanmış. İlk kitabından sonra 1989’da Hollanda’ya gelinceye kadar kitaplar ardı ardına gelmiş: • 1982- Tipi (çocuk öyküleri) • 1984 – Mengelez (öykü) • 1984 – Süper Kurbağa (çocuk romanı) • 1984 – Buluta Binen Uçak (çocuk öyküleri) • 1986 - Güneşsiz Dünya (öykü) • 1989- Beyoğlu Çığlıkları (öykü)
14
Yani Murat Tuncel Hollanda’ya geldiğinde yedi kitabı yayınlanmış; okurları arasında çocukların da bulunduğu bir yazarımız. Hollanda’da ilköğretim okullarında Türkçe anadili dersleri veren Murat Tuncel, bir süre de Rotterdam Konservatuarında Türk müziği bölümünde Türkçe-edebiyat dersleri verdi. Son iki yıldır kendini tamamen yazmaya adayan Tuncel’in Hollanda’da yazdığı yapıtları ise: • 1994 – Maviydi Adalet Sarayı (roman) • 1997 – Üçüncü Ölüm (roman) • 1998 – Yarım Ağız Anılar (anı) • 2002- Gölge Kız (öykü) • 2006- İnanna (roman) • 2006/2008 Şakacı Masallar Serisi (çocuk masalları) Eserleri Türkiye ve Hollanda’da birçok baskı yapan Tuncel’in kitapları ve öyküleri birçok yabancı dile de çevrilmiş. Maviydi Adalet Sarayı, ‘Valse Hoop’ ismiyle Hollandaca’ya çevrilirken, son romanı İnanna Arapça ve Korece ‘ye çevrilmiş ve şu anda Bulgarca’ya da çevriliyor. Yazarın birçok öyküsü ise Hollandaca, Lehçe, Rusça antolojilerde ve üniversite dergierinde yeralmış. Türkiye Yazarlar Sendikası, Hollanda Yazarlar Sendikası, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye PEN klubü ve Edebiyatçılar Birliği üyesi Murat Tuncel’in birçok eseri çok değerli ödüllere layık görülmüş: • • • • •
1979 yılında Kültür ve Spor Bakanlığının ortaklaşa düzenlediği Gençlik Öykü Ödülü'nü Çerçi adlı öyküsüyle, 1997 NPS Radyo Öykü Ödülünü Cennet de Bitti adlı öyküsüyle, 1994 Şükrü Gümüş Roman Ödülü'nü Maviydi Adalet Sarayı adlı romanıyla , 1997 Halkevleri Kültür -Sanat Yarışması Roman Ödülü'nü Üçüncü Ölüm adlı romanıyla ve 2000 Yılı Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü yayınlanmamış öykü dosyasıyla almış.
Murat Tuncel’in yazı dili çok zengin. Türkçeye verdiği özeni kitaplarında görmemeniz neredeyse imkansız. Öykülerinde okuru bazen son cümleye kadar sürükleyen bilinmeyeni, sürprizi bol bir akış var. Bazen öykünün sonunu yavaş yavaş tahmin ettiğinizi düşünüyorsunuz , birde bakmışsınız ters köşeye yatmışsınız. Öyle olunca artan bir iştahla bir sonraki öyküye başlıyorsunuz. İlk iki romanında günümüz sosyal yaşamını konu edinen yazarın son romanı İnanna müthiş bir yaratıcılık örneği. Dolayısıyla öykü ve romanlarında sıkça göç, ya da göçmen konusunu işleyen Murat Tuncel İnanna’da yazı serüvenine yeni derinlikler katmış diyebiliyoruz. 437 sayfalık bu araştırma yüklü tarihi romanda; yazar, mitolojik efsanelere göndermeler yaparken, devşirme bir yeniçeri ile Ermeni bir kıza aşık olduğu için babası tarafında sürülen bir gencin (bey oğlunun)aşk hikayelerinde dönemin kadınlarının toplumdaki yerini ustaca betimlelerken sosyoloji ve felsefeyi tarihi aşk öyküsünün içinde adeta eritiyor. Murat Tuncel ile kitapları, yazı serüveni ve Hollanda’daki Türk Edebiyatı hakkında sohbet ettik.
• Siz aynı zamanda çocuk romanı ve hikayeleri yazıyorsunuz. Çocuk kitapları yazmak için onlar gibi düşünmek, onların dilini konuşmak lazım. Bunu nasıl beceriyorsunuz? Bunu sadece öğretmen olmanızla açıklamak çok zor bence...? Çocuklar için yazmak gerçekten de ayrıcalıklı bir durumdur. Çünkü öğrenim çağında olan çocuk, vereceğiniz, iyiyi, kötüyü, yanlışı ve doğruyu direkt alıcı konumundadır. O nedenle yazar ya da eğitici olarak bu durumu bilerek hareket etmek zorundasınız. Ayrıca onları yönlendirebilecek de bir pedegojik formasyona sahip olmanız gerek. Bu iki durumun dil eğitimi için çok önemli olmasına karşın, çocuk edebiyatı yapıtları yazmak için yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Yazarın dili bildiği kadar, sevmesi de gereklidir. İşte benim yapıtlarımın çocuklarca sevilmesinin nedeni bu bilgilerin yanına konulan dil ve çocuk sevgisidir. • Kitaplarınızda çokça göç ve azınlık temaları geçiyor. Bunun, sizin de birkaç kez göç etmiş olmanızla bir alakası var mı? Tespitiniz doğru. Yapıtlarımda çokca işlediğim bir konudur göç konusu. Göç konusunu işlememin iki nedeni var. Birincisi, eski zamanlarda insanların bir yerden bir yere göç etmeleri hem çok zordu, hem de gerçekten önemli nedenlere bağlıydı. Ama şimdi insanlar bir anlamda göç etmeden duramıyorlar ve herhangi bir önemli nedene de bağlamadan göç edebiliyorlar. Yani göç günümüz insanının yaşamının bir parçası olmuştur. İkincisi ise benim yaşamımın on yaşımdan beri göçlere sahne olmasıdır. • İnanna’da, önceki romanlarınızdan farklı bir tema ele alıp, yeni ve renkli konular işlemişsiniz. Uzun ve yorucu bir araştırmanın ürünü olduğu belli. İnanna fikri nasıl çıktı ortaya, ne gibi aşamalardan geçti? İnanna beş yıllık bir çalışmanın ürünü. Tabi yazılmadan önce bir de kurgu dönemini ve yazıldıktan sonra biçimlenme zamanını da buna eklemek gerek. Öncelikle düşünce usumda olgunlaşınca, araştırma yapmaya
15
karar verdim. Bir yandan önerilen yapıtları okurken, bir yandan da konunun uzmanlarıyla tartışmaya açık olan olaylar üzerine konuştum. Bu konuşmalardan yola çıkarak yazdığım metnin bir tarih kitabı metni olmaması için olayların insani boyutundaki edebiyatı yakalamaya çalıştım. Konunun geçtiği geniş coğrafyaya geziler yaptım. Gezi yaptığım yerlerdeki söylenceleri derledim. Söylencelerle mitolojik konular arasındaki benzeşmeleri tesbit ettim. Betimlemelerime renk katan yer adlarını ve oralarda yetişen bitkilerin özelliklerini öğrendim. Bütün bunları kendime göre bir kurgulama yapınca da İnanna ortaya çıktı.
Bundan sonra da benzeri romanlar gelecek mi? Usumda belirlenmiş öyle çok roman varki, hangisine öncelik vereceğimi belirlemeye çalışıyorum. Ama sanırım öncelik İnanna’dan daha geniş zamana yayılmış bir romanlar dizisinde. •
Her yazarın çalışma şekli ayrı olsa gerek. Siz nasıl yazarsınız? Belli bir disiplininiz var mı? Öğretmenlik yıllarımda genellikle akşamları çalışırdım. Ama hergün mutlaka birkaç saatimi bilgisayarımın başında geçirirdim. Son iki yıldır çalışmıyorum. O nedenle de gündüzleri yazılarımı yazmaya yetecek zamanım oluyor. Başkaları nasıl çalışıyor bilemem ama ben belli bir disiplin içinde günde en az altı saat yazı yazıyorum. Bu on saatede çıkabilir, dört saatede inebilir. Ama günlük belli bir zamanımı yazmaya ayırma zorunluluğu duyarım. • Avrupa’dan, Türk edebiyatına ürün vermek ne tür zorluklar yaratıyor. Avantajları da var mı? Bir kez edebiyat dünyasındaki değişim ve gelişimleri, yazma platformundaki yöntem belirlemelerini günü gününe takip edemiyorsunuz. Dildeki yenilikleri izleyemiyorsunuz. Sizi birebir ilgilendiren yapıtlardan anında haberdar olamıyorsunuz. Durum böyle olunca Türkiye’deki meslektaşlarınızdan bir kat daha fazla çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Bunun yanında bulunduğunuz ülkedeki dünyadan kopmama gibi bir sorumluluğunuz da olunca, buradan Türk edebiyatına ürün vermek oldukça yorucu bir iş oluyor. Bunlar işin dezavantajları. Ama elbette burada yazmanın avantajları da var bir edebiyatçı için. Bunların başında da çok geniş bir dünya penceresinden kendi edebiyatınıza bakarak yazmanız geliyor. Konu zenginliğiniz artıyor. Yazdıklarınızı diğer ülke yazın metinleriyle karşılaştırma olanağını yakaladığınız için içerik açısından daha doyurucu temalar işleyebiliyorsunuz. • Türk edebiyatının Hollanda’daki yeri ne sizce. Türk edebiyatı henüz Hollanda’da yeterince tanınmıyor. Onlarca roman ve birçok antoloji yayınlanmasına karşın, Hollandalı okur zevkle okuyacağı edebi eserlerimize şimdilik ulaşamamış. Çevirilen yapıtların çokluğu değil, ama nitelikleri önplana çıkarılınca bence sorun aşılacaktır. • Hangi Hollandalı ve Belçikalı yazar ve şairlerin eserlerinin Türkçeye kazandırılmasını isterdiniz? Öncelikle çocuklarımız için Carly Sly’in yapıtları çevrilmeli. Hollanda’dan Harry Mulisch, Bernlef, Baudewıjn Buch, Cees Notteboom, Gerrit Komrij, Jan Sbilijk ilk aklıma gelenler. Belçika edebiyatını çok iyi tanımıyorum ama bana göre Hugo Claus’un çevrili yapıtlarından başka yapıtları da Türkçe’ye kazandırılmalı. Bunlardan başka yeni edebi hareketlerin temsilcisi olan yazar ve şairlerin yapıtları da çevrilmeli bence. • Klasikleşmiş bazı yapıtların yanısıra sizin eserleriniz de dahil günümüz yazarlarına ait eserlerin Hollandaca’ya çevrildiğini görüyoruz. Ancak bu kitaplara ilgi bazen beklenenin altında kalıyor. Bunun en son örneği geçen yıl Hollandaca’ya çevrilen Dede Korkut Hikayeleri. Nedenleri neler? Az önce de söylediğim gibi Hollandalı okur henüz edebi tad alabileceği yapıtlarımızla tanışamadı. Çevrilen yapıtlardaki özgünlük genelde çevirilerde verilemiyor. O nedenle de yapıt okuyucunun istediği edebi sıcaklıkta olamıyor. Ben çevirmenimle çalışınca bu durumu yakınen gördüm. Birlikte çalıştığımız için de yapıtım bir ölçüde o edebi sıcaklığı yakaladı. Böyle olunca da Valse Hoop okuyucu tarafından sevildi. İkinci baskı bitti, şimdi üçüncü baskıya doğru yol alıyor. Bu durumun bir başka nedeni de Hollanda’daki Türkolojilerin yetersizliği ve az da olsa bir önyargının olmasıdır. • Daha önce sizinle yapılan bir söyleşide Hollanda’daki Türk yazarları için şöyle diyorsunuz: Burada birkaç yazan insanın dışında yazma heveslilerinin rotası öncelikle Hollanda yazınına yönelik. Kendi yazınımızı tanımadıkları için küçümsüyorlar. Hollanda yazınının bir parçası olarak bir yerlere varacaklarını düşünüyorlar. Alt yapıları da olmadığı için fazla tutunamıyor ve rota değiştiriyorlar. Şimdilik durum böyle, umarım gelecekte her iki yazını önemseyen birileri çıka. Bu tespitinizin yanısıra, şunu da saptamakta fayda var. Hollanda’da en az Türkler kadar Faslılar da Hollanda yazınına yöneliyor, ancak onların arasından Hollanda Edebiyatında yerini bulan güçlü yazarlar çıkıyor. Hollandaca yazan Türk yazarlar bunu neden başaramıyorlar sizce? O değerlendirmemde de belirttiğim gibi Hollanda edebiyatına yönelen arkadaşlarımızın yeterli bir edebi alt yapılarının olmaması burada baş rolü oynuyor. Bu açıklamam sakın yanlış anlaşılmasın. Burada bilgi birikiminden sözetmiyorum, edebi bir alt yapıdan sözediyorum. Bunun tesbitini yapmak için bilimadamı ya da kahin olmamıza gerek yok. Bir insan belli yaşa kadar kendi ülkemizde herhangi bir edebi ürün yayınlayamamışsa o kişinin edebi alt yapısından sözetmemiz olanaksızdır. Edebi alt yapısı olmayan bir arkadaş buraya gelince yazarlığa soyunduğu zaman, başarısızlık da kendiliğinden geliyor. •
16
Faslıların durumu bizden biraz farklı. Onlar ülkelerinde Fransızca eğitim almalarının avantajını burada iyi kullanabiliyorlar. Bunun yanında onların da üçüncü nesilden pek güçlü yazarlar çıkardıklarını söyleyemeyiz. Çıkan yazarların hemen hemen hiçbirini de Hollanda edebiyatı kabullenmiş değil.
• Bugün Hollanda’da Türkçe yazan genç yazarlarımız, yazar adaylarımız var. ODA, Umut, hatta edebiyat ağırlıklı olmayan Platform, Kadın ve diğer aktüalite dergileri genç kalemlere sayfalarını açıyor ve yüreklendiriyor. Ancak Türkiye’deki okuyucuya ulaşmaları çok zor. Sizce hem genç yetenekleri bulup çıkarmak,hem de Türkiye ile edebiyat bağını güçlendirmek için neler yapılmalı? Hepimiz işin bir ucundan tutmak zorundayız. Hiçbir şey kendiliğinden gelişmez de, olmaz da. Kim olursak olalım bilgilenmeye de, bilgili olmaya da ihtiyacımız vardır. Öncelikle yazan arkadaşlar Hollanda’daki kurs olanaklarından yararlanmalılar. Yaratım güçlerini geliştirirken de kendilerinden önce bu işe başlamış arkadaşlarla zaman zaman biraraya gelerek yaptıklarını, öğrendiklerini tartışabilme olgunluğunu gösterebilmelidirler. Böyle bir başlangıç zaten yeni ilişkileri getirecek ve o ulaşılamayan yerlerin yolları görünecektir. • Avrupa da yaşayan yazarlara Türkiyedeki yayınevlerinin ya da yazar meslektaşlarınızın bakış açısında bir farklılık var mı? Bu sorunuzun çok yanıtı var. Ama ben hiçbirini söylemek istemiyorum. Sadece tanık olduğum birçok olaydan yola çıkarak burada yazan arkadaşlarıma kimsenin bizi ne bir ürünle, ne de bir yapıtla edebiyatçı olarak kabullenmesini beklememeliyiz demek istiyorum. • Çok teşekkür ederim samimi sohbet ve cevaplarınız için. Ben de teşekkür ederim
17
ŞİİR ODASI
Handan Kalsın
Sümüklü muhtar
Sümüklü muhtar Ne değiştin sen be! Çelik çomak oynarken abi diyordun Ne zamandan beri adi olduk gözünde Derler ki; muhtarlık sekizde açılır Nah açılır! Sekizde gelen bir sekreterin o kadar Dokuzdan önce geldiğini görmedik senin Baya bir lafı geçmiştir eminim ebenin Sidikli muhtar Duyduğuma göre imamla aran iyiymiş Cennette köşkün hazırmış hurilerle Nah hazır! Anama ne gıda ne yakacak yardımı yapmışsın Tek göz odundan evi yetermiş ona Ketelerini zıkkımlanırken öyle demiyodun ama Delikli muhtar Bu da nereden çıktı öyle mi? Mapushane arkadaşlarımın selamı var Delikli demir deyip oynardık bildin mi? İki şeye seviniriz duamız tam Biri af çıkmasına iki muhtarın canının çıkmasına...
Handan Kalsın
Mevlana İkibinsekiz Ben sende beni gördüm Kendime sevgi ördüm Aşkla yanmadan önce Amadan beter kördüm Ey var eden var eden Ruhları imar eden Bu cüssem büyük ama Farkım yok bir fareden Gönül gönül üstüne Irmak gibi akmakta Sevmek denen bu eylem Yüreğimi yakmakta Mevlana yüce biri Kendisi gönül eri Onu ölü sanmayın Eserleriyle diri
18
Turan Tuncer Ben Tarihi Unuttum İtten aç, yılandan çıplağım. Ey sonbahar ört üstümü, Karın beyazı kışın ayazı, İşlemesin içime… Say ki bakışın temmuz, Say ki sözlerin yangındır yüreğime. Eylül’ü gözyaşların da yeşert, Miras kalmasın yarınıma kuraklık. Bâbil’den kalma bir ezgi mırıldan, O kahrolası kara kışa ayaza inat, İçten bir gülüş ver içimdeki ayaza, Yiğitliğim teslim olmasın, yokluğunun ince derdine.. Sen Sen Sen Sen
şarkıların huysuz kadını, içli hüzzam şarkıların ilhamı, ağustos soğuğunu gözlerinde yakan, kalbimde yara, buz yangını bakan kadın
Toprak altında gizli hazinesin, Hatuşaş krallığından yadigâr, İzini sürüp de geldim kirpiklerine, Asma bahçelerinde ayak izlerinden. Sanma ki, benim erliğim İskenderiye’ye komutanlığımdandır, Senin dişiliğinden ayaklanmasa hüküm, sevdalı gecenin kör bakışı, Bütün ezgileri salarım ölümüme, geceye tarih düşülen o günün hasadına, Ayakta kalan, ikimizin şarkısı olur bundan öte artık. Yıl düşmem, asır düşmem, bundan gayrı miladım olmaz benim, Ben sevdamı şımarmaya, çağlar öncesinden nadasa koymuşum, Arama beni bulamazsın, adımın tarih kitaplarında yeri yoktur, Ben mezarlara değil, lahitlere değil, ölmeden yüreğine koyuluşum.
Zaman Karışık, belli değil erkeğin kadının yeri, Zaman antik Yunanistan’da bir kahpenin kasığı, Zaman evrene dokuz çağ olmuş sen gideli.
Ezgi Gürçay Şiirler
1. O karlı Mart sabahı Sende birini arıyordum Seni değil. Niye benzetiyordum ama Uzaktan geçen Ve yüzünden seçemediğim adamları sana. Cevap verebildiğim yok Hiçbir şey sorma bana. Madem yanımdasın, Bırak ellerimiz koksun kar’a. 2. Bir gündü, sen ve ben Başka bir alemdeydik zaman içersinde 365 güne ait olmayan bir günde. Sen ve ben, Bastığım ne toprak Çıktığım ne merdiven. 3. Darmadağındı rüyalarım Dalını terk ediyordu kuş Ortamızdan ivedilikle bir kanat geçiyordu. Aramızdan vapur, aramızdan deniz Aramızdan lüzumsuz şehirler geçiyordu. 4. Başka bir yerde karşılaşabilirdim senle Veya senle karşılaşabilirdim bir başka yerde Veya ellerim bunca beyaz olmazdı Araya öylesine olmazlık girdi.
Zaman üçüncü milenyum, ben hala gözlerinin aşığı,
19
Ali Şerik
Çekmek Mümkün mü Sevdasızlığı Nereye gidersem gideyim, hangi musluktan su içersem içeyim izim çözücünün kimyasında bırakır ışığın demir dökümünü kasket susar, konuşur etin çürümesi, dikerler hikâyelere delgiçle öfke kimlik fotoğrafı birikir yazıcıların tozlanmış masalarında nefesin son durağında şemsiyeyi katlayıp bir kenara bırakır bu yaşam Ustaların günleri de kısaldı, çatlamaya başlamış bastonu kurumuş müşterilerin getireceği tarçın kokusu çarçabuk silinir fotoğraftaki iz, dökülür sakalı duvar dibine duralamadan boşaltır yaşam yüreğimdeki kovayı, sandalye boş kalır eski imzanın kurşunu dokunmaz kâğıdın diline, geliştirici kelime etmez yürüyüşüm ağırlaşır çırağı biten mesleklerde, pamuk tarlası gibi dökülür gece mermerin üstündeki son tarihim sebepsiz kalır, kimse anlamaz tarlakuşunu dağılır yürekteki vurgunluk, unuturum seviştiğim kadını, yakılır son fotoğraf
Can Sever sen'li geçmiş...
ömrümün tek kanallı zamanı tek bi beyaz gerisi siyah. 'pazartesi' günlerine öykünen çocuksu hevesle susam sokağı seansları. 'perşembe' akşamlarına konmuş tek taraflı ayrılmaların yazık 'hoşça kal'ları. ...ve şimdi amaçsızca dolaşan karıncalar ekranda. kırk film çekilse kırılamaz tek kanallı zamanımın gişe rekorları.
Can Sever melek
balkonumuzdan düştü melek o eski terzi dükkanımızda terzi?! bizzat kendisi provada perilerin terk ettiği eve pencere olacakmış bi tanrının suluboyasıyla…
Resmini çekmek mümkün mü yüreğimde oynayan özlemin ayak bileklerini hücreli aynalarda kederi üşüyen kâmilin titremesini surların dibinde çekmek mümkün mü sevdasızlığı, yaşlanmanın dökülen parmaklarını ölümü beklemenin bitemez tükenmez zamanını solan bedenin kemalinde
20
SİNEODA
Türk sinema tarihinde yapılmış en iyi on film listesinde en üst sıralarda yer aldığı söylenen Masumiyet kadar, Kader de beni, her izleyişimde derinden etkiliyor.
Zeki Demirkubuz’un en son filmi : “KADER”
Bu iki filmi koltuğumun altına koyup evin yolunu tutuyorum. Konak-Karşıyaka vapurunda İzmir körfezinin masmavi sularına bakip, bir kıyıdan diğerine kendi masumiyetimi düşünüyorum.
Can Çelebi MASUMİYETİN “KADERİ” - DVD
Filmin konusuna geçmeden önce isterseniz Türk sinemasında sayıları neredeyse “yok” denecek kadar az olan bağımsız yönetmenler sıralamasında en başı çeken, Zeki Demikubuz kim bir hatırlayalım:
Orijinal Adı : Kader Yonetmen: Zeki Demirkubuz Senaryo :Zeki Demirkubuz Oyuncular: Ufuk Bayraktar, Vildan Atasever, Engin Akyürek, Müge Ulusoy, Ozan Bilen Filmin Turu : Drama Yapım Yılı: 2006 Yapım Ülkesi : Türkiye, Yunanistan Filmin Süresi : 103 dakika Ödüller: "Kader" 2006 Antalya 34. Altın Portakal Film Festivali "En İyi Film"
''hep denedin hep yenildin.olsun.yine dene yine yenil, daha iyi yenil'' Samuel Beckett Ne zaman Türkiyeye gitsem, Videotekleri tek tek dolaşır, ben de bazı takıntı haline gelmiş/iz bırakmış olan filmlerin DVD lerini ararım.Bundan tam iki ay önce yine bir Türkiye ziyaretim sırasında , İzmirin basmane semtinin, daracık, karanlık yüzlü bir sokağında, arkalarına basılmış yumurta topuklu ayakkabıların, omuza emaneten atılmış ceketlerin, beyaz göbekte iliklenmiş gömleklerin, üç günlük traşlı, asık ve tekinsiz yüzlerin, eşliğinde keşfettiğim bir videotekte, tam da bu semtin filmiydi diye hatırladığım “masumiyet” filmine rastlıyorum. Yetmiyor, satıcı çocuk,”onun devamı da geldi abi ister misin” diyerek önüme yönetmenin 2006 da gerçekten de bir devam filmi olarak çektiği “Kader”in DVD sini koyuyor.
1 Ekim 1964/ Isparta döğumlu olan Zeki Demirkubuz İstanbul Üniversitesi Başın Yayın Yüksek Okulu'nu bitirdi. Sinemaya 1985 yılında adaşı Zeki Ökten’in asistanlığını yaparak başladı.1994 yılında ilk filmi C blok u çekene kadar bir çok yönetmene asistanlık yaptı. Türk sinemasını çok iyi tanıyan yönetmen çok zor koşullara ve kısıtlı imkan ve bütçelere rağmen projeler gerçekleştirmiştir. Filmin Konusu: Düzenli bir aile hayatına sahip Bekir, babasının halı dükkânında çalışmaktadır. Bir gün mahallelerinde oturan Uğur öylesine dükkâna uğrar ve alımlı tavırlarıyla Bekir’in sıradan hayatını sıra dışı bir çizgiye farkına varmadan çekmiş olur. Ailesi Bekir’in normal hayatına dönmesi içın elinden geleni yapar fakat bu çabaların bir manası yoktur. Bekir, Uğür’a âşık ölmüştür ve bir şekilde bilinçsizce önün peşinden gitmektedir. Fakat Uğür’un kaderi de Bekir’inkinden farklı değildir. O da mahallenin başı beladan bir türlü kurtulmayan delikanlısı Zagor’a âşıktır. Özetle; Zagor hapisten çıkar. Boğücü bir yaz gecesi aksilikler birbirini takip edince mahallede cinayet işlenir. Aynı gece Uğur da kaybolur. Bu cinayet, o güne kadar genç ve zengin Cevat’ın koruması altında yaşayan Uğür’un genç ve güzel annesi, felçli babası ve küçük erkek kardeşi için zor ve karanlık günlerin habercisi olsa da, Uğür’a deliçesine aşık olan Bekir’in kurtuluş umudu olur. Ailesinin bulduğu bir kızla evlenip,yeni bir yaşama başlar. Aylar sonra, Zagor’un İzmir’de iki polisi öldürüp yakalanması ve Uğur’un İstanbul’a dönmesiyle, bu acımasız aşkın peşinde yıllar yılı sürecek amansız bir takip başlar. Uğur şehir şehir, hapishane hapishane rahat durmayan, olay çıkarıp sürülen Zagor’un peşinden koşmaktadır. Bekir de sadık, inatçı bir köpek gibi taşra pavyonlarında, üçüncü sınıf otel odalarında, esrar alemlerinde Uğur’un peşinden gitmektedir.
21
- Neden geldin? - Biliyosun -Ne deyim ben şimdi sana -Hiçbirşey deme birtek kalmama izin ver yeter, bak sözveriyorum bu sefer hiçbirşeye karışmayacağım. -Kaç defa denedik biliyosun, nasıl inanayım sana -Söz veriyorum eğer durmassam kovarsın -Ya bela çıkartırsan -Cıkarmam -Ya Çıkartırsan -Çıkarmam ya, baktım olmuyo bi kenarda kafama sıkarım. -Manyak manyak konuşma -Eğer sıkmassam Snler, benimde bi gururm var be -Son defasında bütün konyayı ayağa kaldırıp gittin -Sende aşağılama bizi o taa ne zamandı -Ben dönmenden yanayım, artık iki çocuk babasısın -Uğur yapma ama -Sende yapma, benim için hava hoş, iyi de olur. Ama insaniyetli olmalısın. Sana da yazık, ailene de. -Sende anla artık başka yolu yok bunun. Yazıkmış, kılmış, tüymüş hepsi hesap edildi bunların yaa. Herşeye hazırım diyorum sana. De ki iyilik ediyosun, de ki sevap işliyosun. Herkesin inandığı bişey vardır bu a.kodumun hayatında benimkide sensin naapıym. Geçen gece çocuk hastalandı. İlacı bitmiş almak için dışarı çıktım. Sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyorum. Birden durup dururken içim cız etti. Bi baktım gene aynı karın ağrısı. Öyle özlemişimki seni. Dönerken bi meyhane gördüm, bi içeri girdiğimi hatırlıyorum bide rakıya yumulduğumu. Arkasından en az dört cigaralık sonra gözümü bi açtım karşıdan karlı dağlar geçiyo. Bidaha açtım başımda bi çocuk, kalk abi diyo Karsa geldik. Otobüsten indim yürümeye başladım. dedim Allahım neredeyim ben, burası neresi. Sonra güç bela burayı buldum. Kapının önünde durup düşündüm, dedim Bekir bu kapı ahiret kapısı, burası sırat köprüsü. Bu seferde geçersen bidaha geri dönemessin, iyi düşün ama olmadı dönemedim. Sonra bak olum dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok kaderin böyle. Yol belli ey başını usul usul yürü şimdi.......... Aşk mantık tanımıyor Aşk bir Kader mi, yoksa tüm zorluklarına ve imkansızlığına rağmen seçerek yaşadığımız hastalıklı bir tutku/ duygu mu? Bekir’in kendi mantığına sevdiklerine ve ailesine rağmen, duygularıni dahası herşeyini harcaması, Uğur'un onu her fırsatta reddetmesine, aşşagılamasına rağmen hala onun peşinden koşması ve daha nice anektodla, aşkın ne kadar şiddetli ve yıkıcı olabileceğini bu güne kadar seyrettiğim filmler içinde en iyi bu film gözler önüne seriyor ... Bu uğurda kurşunlanmak, bu acıyı ellere başılan sigaranın açısıyla dindirmeye çalışmak, bir kerecik onu görebilmek onunla konuşabilmek için bileklerini kesmek, sıcak mutlu bir yuva, sadık ve namuslu bir
eş ve küçücük çocuğunu bırakıp sokalara düşmek, bize tutku denen seyin nasılda bir virüs gibi kanımıza girdikten sonra ilah olmaz bir hastalığa dönüştüğünü gösteriyor. Masumiyetten sonra 10 yıl On yıl arayla çektiği devam filmi KADER le yönetmen aslında MASUMİYET’te anlattığı hikayenin başına dönüyor. Kaderin ilk ip uçlarını zaten bize Masumiyet filminde Bekir’in (Haluk Bilginer) piknik alanında atmış olduğu uzun tirad’la vermişti. Kader, Masumiyet filmi ile hayatlarımıza giren Bekir ve Uğur'un, işte bu dibe vurmuş hayatlarına nereden, nasıl ve ne zaman başladıklarının hikayesi... Kader de ne yazık ki pek çok devam filmi gibi aynı akıbetle karşı karşıya kalmış. Kendinden önceki filmi bir türlü aşamamış. Bence burada en önemli faktör, Uğur rolü için yapılan yanlış Cast çalışmasıdır. Derya Alaboranın Masumiyetteki olağan üstü Uğur yorumundan sonra, Kader de Vildan Ataseverin Uğur yorumu çok zayıf kalmış, ete kemiğe bürünememis. Ataşever önüne çıkan bu fırsatı iyi değerlendirememiş, rolün ağırlığı altında kelimenin tek anlamıyla ezilmiş. Bekirle İzmir - Konak meydanında bir bank üzerinde yaptığı konuşması filmin en önemli sahnelerinden biriyken Ataseverin buradaki zayıf performansı filmi yukarılara taşıyamamıyor. Atasever bir türlü kenar mahalle dilberi – O ananın kızı rolünde bizi ikna edemiyor, oyuncu hala Kutlu Atamanın çektiği İki Genç kız filmindeki karakterin etkisinden kurtulamamış anlaşılan. Demirkubuzun oyuncu yönetimindeki tüm ustalığına rağmen Vildan Atasever bir türlü beklenen performansı gösteremiyor, bu da ne yazık ki filmin başarısını ister istemez etkiliyor. Buna karşılık Zeki Demirkubuz diğer karakterlerde son derece başarılı bir Cast oluşturmuş. Bekir karakterini canlandıran amatör oyuncu Ufuk Bayraktar’in sinemamız için bu filmde çok büyük bir kazanç olduğu kanısındayım. Sinemamızda yeni bir yüz: Ufuk Bayraktar Masumiyetteki Haluk Bilginer’in Bekir yorumu ne kadar etkileyici ise, Kader de ki Ufuk Bayraktarın Bekir yorumu da en az o kadar inandırıcı. Her dönüm noktasıda ve sürüklendiği her şehirde aldığı yaralarla değişen karakteri ve onun kaybediş hikayesini oyuncu bize kare kare duyumsatıyor. Filmde aynı zamanda Uğurun annesini oynayan Müge Ulusoy dan başlayarak, uçurtmayı vurmasınlar filminin küçük ama bu filmin büyümüş oyuncusu (Zagor) Ozan Bilene kadar, hatta mahalledeki delikanlılar da dahil olmak üzere diğer tüm oyuncular tam bir takım oyunculuğu sergiliyorlar. Kuşkusuz bundaki en büyük başarı, yine Demirkubuzun bir yönetmen olarak oyuncu yönetimindeki üstün başarısı.
22
Zeki Demirkubuz her zaman olduğu gibi klasik bir sinema diliyle bu filmi beyazperdeye aktarmıs ve kanatıp, acıtan, acıttıkça büyüyen ve daha çok acıtan, tutkulu/sanrılı bir aşkın peşinden koşan karakterler galerisi yaratmıştır. Genelde Zeki Demirkubuzun hikayeleri güçlü, ince ince işlenmiş, her ayrıntısı gerçekle örtüşen karakterlerin psikolojileriyle örülmüştür. O sıradan insanların kabuklarını kırıp, bizlere içlerindeki ruhlarını gösterir. Bunu yapmak için, yani seyirciyle karakterlerinin örtüşebilmesi için çok sade bir sinema dili kullanmıştır. Durağan kamera hareketleri,stilize olmayan, alegoriden uzak bir atmosfer ve oyunculuk gücüne dayanan bir anlatım, Demirkubuzun sinema dilinin olmazsa olmazlarıdir
bıraktiğimiz karakterlerimizi yıllar sonra bedenleri, konumları ve mekanları değişmiş olsa da tutku ve sanrıları hiç değişmemiş olarak tekrar bulacaksınız. Hepinize iyi seyirler…
Sinemamızda Yeni Dönem Zeki Demirkubuz bağımsız, yeni Türk sinemasının en önde gelen yönetmelerinden bir tanesidir.C blok ile başlayan film kariyeri Masumiyet, İtiraf, Bekleme odası gibi filmlerle devam etmiştir. Demirkubuz kendisine küçük insanın psikolojisini ve varoluşunu mesele olarak seçmiştir. Onun filmlerindeki karakterler hayat uçurumunun hep kenarında durmakta ve düşmemek içinde hiç çaba sarf etmemektedirler.Yönetmen çağdaşlarından farklı olarak stilize bir dünya yaratmaktansa, daha gerçekçi hatta belgesele yakın bir atmosfer yaratmayı tercih eder. Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu gibi yeni nesil Türk sinemacılarından bu duruşuyla ayrılır. Zeki Demirkubuzun duruşu daha çok ikinci dünya savaşı sonrası ortaya çıkan İtalyan yeni gerçekçilik sinemasını çağrıştırıyor. Bu güne kadarki filmlerinde sadece ve sadece insan psikolojisiyle ilgilenen yönetmenin toplumsal olaylara bir bakış açısı beklemek sanırım Demirkubuzun sinemasını daha da büyütecektir. “…yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle…” Eğer bir gün Kader ve Masumiyet filmlerini beraber seyretme imkanınız olursa önce Kaderi sonra Masumiyeti izlemenizi öneririm. Sade bir zaman mekan ve karakterler dizgisini böylece daha kolay yakalayabileceksiniz ve usunuzda Masumiyetin finaliyle bambaşka bir tat kalacaktir. Kaderin sonunda, karlarla kapli Kars’ta, derme çatma bir evin soğuk ve çıplak odasında, kendi kendine açılan bir kapının önünde ve ardında
23
FİKİR YONGALAMA
Sinan Tabanlı Rock parçasına İbn Arabî tefsiri Müzik ve anlatımlar. Aşk'ı tasvir etmede kullanılan iki yol. Herkesin belli bir ölçüde tattığı bir duygu Aşk. Diğer duyulardan farklı olarak çok çeşitli şekillerde kendini gösteren, etkilerinin insandan insana değişebileceği, olağanüstü bir şekilde hem haz hem de acı verebilen dünyanın en garip duygusu. Taban tabana zıt farklı görüşte, inançta, seviyede insanların hepsinin en ilginç ortak noktası. Burada Aşk'ın tanımını yapmaya kalkacak kadar cahil değiliz. Yeryüzü ne kadar düşünür gördü, ne kadar bilge adamı eledi kim bilir. Kimse de çıkıp "Aşk budur" diyemedi. Ona herhangi bir eşya gibi bir tanım yapamadı. Sözlükler bir kaç kelimeyle geçiştiriverdiler Aşk'ı. Hakkında denenlerin en doğrusu ancak teğet geçebildi bu kavramlar ötesi duyguya, varlığa. Ne zaman biri kalkıp da bir şeyler söylemek istediyse elinde kaldı kullandığı tüm kelimeler. Uçuk ifadelerle ondan bahsettiğini sananlar ise yavan ve günlük-anlık tutkuları Aşk ile karıştırdılar. İşte bu hususta büyük mütefekkir ve metafizik alemlerin tercümanı İbn Arabi'nin de tam yerinde bir tesbiti var. Öyle uzun uzadıya değil: "Aşk'ın tanımı yapılamaz. Aşk ancan tadılır. Tadan da Aşk'ın ne olduğunu anlatamaz. O evrenseldir." "Anlatılmaz yaşanır" tabirinin cuk diye oturduğu bir kavram Aşk. Zaten Mevlana Celaleddin, Gazzalî, Şems-i Tebrizî, Bağdatlı Cüneyd gibi önde gelen İslam bilginlerinin de böyle bir iddiası olmamış. Ha Aşk'ı bilmiyorlar mıydı onlar? Ya da tatmamışlar mıydı bu yüce duyguyu? Elbette hayır. Onlar, şekli çizilemeyen bu duygunun etrafındaki ve yakın çevresindeki herşeyi tasvir edip işaretleyerek onun görünümünün kendiliğinden ortaya çıkması için uğraş vermişlerdir. Tıpkı boş bir kağıda Dünya'daki denizleri ve okyanusları çizerek geri kalan kısmında kıtaların kendiliğinden oluştuğunu gözlemlemek gibi. (Resim sanatında bu tekniğin bir adı var mı bilmiyorum.) Akıl nesnelere sıfatlar atfederken, duyguları anlamada büyük zaaflar gösteriyor. Kalb ile yaşadıklarımız, 5 temel duyunun ötesinde olanlara karşı, işletim sistemi olan mantığı kullanamıyor. Korkmaması gerekiyorsa korkabiliyor. Mantık olarak etkilenmemesi gereken bir şeyin tesiri altında kalabiliyor. Kendisini en çok hırpalayan, adeta çarpan şey ise Aşk. Sarhoş ediyor onu. Zaten "Akıl ile idare edilen sevgide hayır yoktur." denilmiştir. İşin aslı, O'nun ne olduğundan değil de, üzerimizde bıraktığı etkilerinden bahsetmek gerek. Birkaç sene önce bir kitabı okurken aynı zamanlarda dinlediğim bir şarkı arasındaki benzerlikleri keşfettim.
Ben burada, Muhyiddin İbn Arabî'nin kısaltılmış adı Risaletu'l Fütuhat (Manevi Fetihler Kitabı) olan eserinin Fi marifeti makamı'l mahabbeti (Sevgi makamının bilinmesine dair) bölümünde yaptığı bazıtesbitler ile Duman adlı rock grubunun Herşeyi yak adlı parçasının bazı paralelliklerine değinmeye çalışacağım. Birisi manzum birisi mensur, biri uzun diğeri ise kısacık olan, meydana getiriliş tarihleri arasında ise aşağı yukarı 800 sene olan bu iki eserde bu kadar farka rağmen benzerlikler var. İkisi de Aşk'tan bahsediyor. Aşk'ın kendileri üzerinde nasıl izler bıraktığından, neler hissedip neler duyduklarından söz ediyorlar. İbn Arabî'nin bu eseri, Duman'ın parçasına bir nevî tefsir niteliğinde. ----------------------------Beni yak, kendini yak, her şeyi yak Bir kıvılcım yeter ben, hazırım bak Bir tükenmişlik, herşeyden geçmişlik hissi.. Herşeyin bitmesini, yokolmayı arzu etme... "Yaradılanlara duyduğun aşkta bir yok olma hali ister durursun. Ondan başka her şeyden geçmişsindir. Çünkü o varlığa, o şekle duyulan aşk, varlık ya da o şekil sevenin gözünde kaybolunca, yok olmaktadır. Ehemmiyeti olan tek kimsenin o olduğunu bilirsen, onun yanına yani yokluğa gitmeyi arzularsın. Bir tepeye tırmanan adamın doruğa ulaştığında tepe bittiği için daha da yükseğe, gökyüzüne, boşluğa yükselmesi ve orada kaybolmasını istediği gibi. Aşık, sevgilisiyle ebedi vuslatı yaşama arzusu ile bu dünyadan uzaklaşmayı istemelidir." İster öp okşa, istersen öldür Sevgiliye tamamiyle teslimiyet... "Sevgilinin yaptığı herşey güzeldir. Eğer sevgili uzaklığı isterse, aşık da sevgiliden uzak olmayı istemek zorundadır. Çünkü bu durumda uzaklık, maşuğun istediği bir şeydir ve onun isteği yerine getirilmelidir. Aşık uzaklığı sevgilisinin isteği olduğu için sever, yoksa uzaklığı sevdiği için değil. İşte bu durumda seven ve sevilen aynı çizgide, aynı noktada buluşurlar." Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk O uğurda kurban olma isteği. Kabz halinden bast haletine geçme arzusu... "Aşık, maktul (öldürülmüş) sıfatıyla sıfatlanmalıdır. Bir ruh ve bedenden meydana gelen aşık. bedenini bu yolda terkederek Aşk'ı taşıyabilecek tek varlığı olan ruhuyla kalmalıdır. Sevdiği için ölmeyi bir eza değil, bir şeref ve şans saymalıdır. Ve kendi ölümü
24
için kan bedeli istememelidir. Çünkü şehitler için diyet yoktur." Allahım! Allahım! Ateşlere yürüyorum Allahım acı ile! aşk ile büyüyorum!
etmeye utanır olduk. Gülmeseler ben onu Hazretî Aşk diye niteleyeceğim. Basit bir his olarak kategorize edilmesini hazmedemediğim içindir ki cümle aralarında da olsa o güzel adının baş harfini büyük yazdım. Affınıza sığınarak...
Yürekte taşınan ulviyetin ağırlığı, acının her yanına işlemesi. Uzun ah! çekişler O'ndan bir parça olma... "Allah'ın bir nefesi vardır ki, onunla kullarının iç çekmesini sağlar. Bu alemi, Kûn! (Ol) emriyle o nefesten varetmiştir. Ah çekerken boğazdan çıkan harfler kalbe en yakın yerden, en samimi noktadan gelirler. Bundan ötürü bu <ah çekme> kalble sıkı sıkıya ilişkilidir. Herşeyin varolması esnasında söylenmiştir." Burada, yakınan insanın sözlerindeki içtenlikten söz ediyor. Dilediğin kadar acıt canımı Varlığında, yokluğunda yetmiyor Tatmin olamama, sevgiliye bir türlü kanamama... "Aşık sevgilisi ile birlikteyken nefes dahi almamalıdır. Onun herşeyi sevgilisi için olmalı, onun sebep olduğu acı ve şaşkınlıktan zevk almalıdır." "Tuhaf değil mi? Ben onu ne kadar çok özlüyorum O benimle birlite, ama yine de özlüyorum Gözlerim onu ağlatıyor, oysa o gözbebeğimin içinde Gönlüm onu arzuluyor, oysa o benim yanımda bile." "Aşık, sevgilisi ile ayrılık ve kavuşma arasında bir fark görmemelidir. Onun herşeyiyle o kadar ilgilenir ki, hasretle vuslat arasında bir fark göremez. Aşık, zaten maşuğu yanında değilken de onu müşahede ediyordur." "Gece gelmiş ona kavuşmuşum Gece gelmiş ondan ayrılmışım Ne çıkar, şikayetçiyim ben Uzunluğundan da kısalığından da gecenin." "Öyleyse sevgilide kavuşmakla ayrılmak aynı şeydir. Fakat bunu ancak kalbi ile onu görebilenler bilirler." "Birgün Mecnun'un yanına Leylâ'yı bulup getirdiler. Leylâ'yı elinin tersiyle iterek dedi ki: Götürün onu! Ben onu ne yapayım? Ben onunla değil, onun aşkıyla meşgulum!" -----------------------------Günümüz reklamcılığının ve kolaycılığının, herşeyi madde elbisesine bürüyüp pazarlama mantığının neticesi olarak Aşk gibi en yüce bir duyguda bu kirlenmeden ve anlam kaymasından nasibini fazlasıyla alıyor. Gündelik, dakikalık, anlık çirkin mi çirkin, yersiz mi yersiz birsürü hissin adına bile Aşk dendiği bir devir de yaşıyoruz ki onun gerçek manasını kastetmek için o 3 harfli kelimeyi telaffuz
25
Amsterdam Fikir Yongalama Kulübü 2. yaşına gün sayıyor.
http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com Amsterdam Fikir Yongalama Kulübü 4 Kasım 2006'da Amsterdam'da Sadık Yemni tarafından kuruldu. Amaç dünyanın nasıl bir yer olduğunu anlamaktı. Kulübümüz sistematik olarak modern dünya düşünürlerinin kitapları incelenmektedir. A.F.Y.K’nin dijital ortamda Oda Edebiyat ve Fikir Yongalama adlı bir dergisi de bulunmaktadır. Bundan böyle dergimizde Amsterdam Fikir Yongalama Kulübünün çalışma notlarını ve 11. sayımızdan itibaren Ekim 2008 tarihinde başlayacak olan SineOda etkinliklerinin afişlemelerini bulacaksınız.
entelektüel çabalar insansever bir küreselleşmenin tesisine bizim koyacağımız minik bir tuğlacık olacak.
SineOda bildiğiniz gibi ekim ayının ortasından itibaren başlayacak. Sizlere en kısa zamanda üç aylık programı bildireceğiz. Görüşmek üzere, Selamlar ve sevgiler. Sadık Yemni KÂİNAT NEDİR konusu ile ilgili konuşma başlıkları • • • • • • • • • •
Kâinat nasıl oluştu? Big Bang’e bilimsel bakış. Mistik yorumlarla yanaşma. http://kutuphane.uludag.edu.tr/Univder/PDF /ilh/2000-9(9)/htmpdf/M-41.pdf Zaman nedir? Düz bir çizgi olarak zaman. Çember ya da helezon yaklaşımı. Zamanda yolculuk mümkün müdür? Paralel evrenler? Bilimkurgu ya da gerçek? Eski evren modeli. Herkesin bir yıldızı var mı? Sonlu ama sınırsız kâinat modeli http://www.pbs.org/wnet/haw king/universes/html/bound.ht ml Fizikte ve biyolojide en yeni gelişmelerin ışığında varoluş.
Fikir Yongalama Bildirileri 4 Ekim Cumartesi
Kâinat Nedir?
Sevgili Fikir Yongacıları,
yemesi gerekli mi?
CERN’in daha on fırın ekmek
Önce bütün arkadaşların bayramını kutluyorum. Seri sevinçlere vesile olsun. 4 Ekim Cumartesi günü saat 14.30’da CERN deneyleri ile bütün dünya çapında yeniden önem kazanan bir konuyu, Kâinat nedir?’i işleyeceğiz. http://fikiryongalamagrubu.blogspot.com/ Geçen toplantımızda bilindiği gibi Yeni Dünya Düzeni konusuna giriş yapmıştık. Bütün dünyada vahşi kapitalizmin sürdürücülerine karşı tepki büyümekte ve yayılmakta. Önümüzdeki toplantılarda meydana gelen ekonomik krizlerin ve bu tepkilerin nasıl bir geçiş yaratacağını ve neye gebe olduğunu hep birlikte irdeleyeceğiz. Bilinç açıcı
NOT: Zaman’a özel bir ilgi göstereceğiz. Aşağıda küçük bir zihin alıştırması bulunmakta.
26
ZAMAN KAVRAMI Zaman, iki hareket arasındaki süredir. Hareket ve maddenin nesnel hali zamanla belirir. Zamanın olmadığı yerde , nesnellikte yoktur! Bu nedenle zaman cismin kesinlikle belirleyici faktörüdür. Hareketin hızı zamanın da hızıdır. Görelilik ve kuantum varsayımlarına göre zaman ile uzay birbirleriyle doğrudan ilişkili ve bağlantılıdır. Zaten zaman ile uzay birlikte anlamlıdır. Biri olmadan diğerinin olması mümkün değildir. Bunu şöyle özetleyelim : elektrik yükünün çevresindeki elektrik alanı , o elektrik yükünün bir bağlantısıdır. Tıpkı bunun gibi geometri ile kinamatik 'den oluşan eğri yada düz uzay-zaman metrik alanı damaddenin bir bağlantısıdır. Elektrik yükü olmadıkca, elektrik alanı nasıl olmaz ise ; maddesiz bir '' metrik alan'', eş anlamıyla '' uzay-zaman '' da varolamaz. uzayla zaman, düşünsel tasarımlar değil , maddesel nesnenin içinde bulunan nesnel zaman-uzay madde somutluğundan oluşmuş bir bütündür. Böylece uzayın boyutları kadar zaman boyutunun kendiside uzay boyutlarının bir devamı niteliğinde bir nesnel uzam boyutu olarak varolmaktadır. Madde özünde ışıma kuatlarından oluşma bir yapıdır. Bu ışıma kuantları kendilerini özde zamansal bir varoluş olarak, bir frekans olarak bir zaman yapısı olarak ortaya koyarlar. Zaten Birleşik Alanlar Teoreminin özündeki ana fikir 'de ışık kuantları düzeyinde elektrik alanı - manyetik alanı ve gravitasyon alanlarını tek bir alan yapısı altında formüllemekten başka bir şey değildir. Bu ise elektro-gravitasyon alanı denebilecek yeni bir alan anlayışını öngörecektir. Eğer elektrik- manyetik ve gravitik alanlar içerisinden zaman kayması boyut değişimi hadiselerini açıklayabilirsek bir Birleşik Alan Kuramı anlayışına sahibiz demektir. Zaman mekanı (uzayda bir noktayı) temsil eden enerji dalgasının dördüncü boyut çizğisi boyunca yer alan önceki ve sonraki salınım değerlerinin bir toplamıdır.Geçmiş - gelecek ve şimdi olmak üzere üç zaman dalgası vardır. Bir dördüncü boyutta üst-üste binen ya da yanyana gelen iki ayrı zaman dilimindeki- iki ayrı olayı -üç boyutlu zihnimizle hayal edebilmek oldukça güçtür. Zaman'ı fiziksel bir uzunluk olarak görebilmeyi başardığımızda onu eğip-bükerek geçmişin ve geleceğin fiziksel noktalarıyla bitiştirebileceğimiz gerçeği ortaya çıkar. Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır, bir boyuttur ya da bir uzamdır derken 'zaman fenomeninin' enerji alanlarına bağlı bir titreşimsel ritmin yansıması olduğunu bilmeliyiz.Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının birbirine devreden zaman titreşimlerinin- uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle senkron hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini
ifade etmek istiyorum. Dev elektromanyetik düzeneklerce 'uzay-zamanın enerji vakumu' içerisinde yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler. Aslında zaman boyutlarının dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda, katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız herşey tüm binalar, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan-içine alan 'Geçmiş-Şimdi-Gelecek' dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.Bu bilgi bize kendi zaman boyutumuzu nasıl etkileyerek değiştirebileceğimize dair derin bir öngörü sunar! Sonuçta basit bir anlamda zamanmakinesi modeli yüksek güç ve frekanslarda elektromanyetik alanlar üreten bir araç olarak karşımıza çıkar. Bu araç kendi alansalenerjisiyle ''bir alan frekansı yapısında olan zaman'a'' doğrudan etki ederek bir tür frekans bandı yapısında olan zaman dalgaları(boyutu) içerisinde ileri ve geri yer değiştirebilir.
Zaman'ın, maddeyi oluşturan enerjinin titreşimsel bir ritmi oluşu, zaman'ın maddeden ayrılmaz olması anlamına gelir. Zaman burada, maddesel oluşumun yapısına karışan bir öğe durumundadır. Öyleyse enerji denetimi ile zaman'ın akışı da(ritmi) denetlenebilir. Ayrıca konuya şöyle bir yaklaşımda da bulunabiliriz; Evren, doğa, insan ve zamanı ayrı ayrı düşünmek yerine, hepsini içiçe düşünmek ve bir bütünün parçaları gibi algılamak gerekir. Öncesiz ve sonrasız zamanı, evrenin yaratılışına paralel olarak düşündüğümüzde ortaya evrensel zaman çıkmaktadır.Bu zaman kavramı, herşeyi içine alan bir karekterdedir. Zaman deyince, insan aklının sınırlarını zorlayan zaman kavramı budur. Aslında tüm evren tek bir evrensel zaman dalgası kalıbı içerisnde kendini gösterir.Fakat zaman o kadar plastiksi bir yapıdadır kievrendeki madde ve enerji dağılımına bağlı olarak farklı yerlerde farklı hızlarda akarak zaman/uzay çerçevesini delmeyecek şekilde esneklikler gösterebilmektedir.Yani temel zaman dalgası harmonik sapmalar ve esnemeler yapmaktadır.Ama hiç bir madde ve enerji olağan koşullar zorlamadıkça temel zaman alanının dışına çıkmaz.
27
Her varlığın yapı ve konumları itibariyle, izafi zamanları vardır.Zaman, evren boyunca ne kadar esneyip kasılsada ''zaman'ı'' heryerde geçerli olmak üzere genel bir an olarak nitelemek yerinde olur.Buradan hareketle, doğası açısından zamanın tekliği ve sabitliği söylenebilir.Zaman boyutlar içinde farklılıklar gösterir. Bizim için çok önemli olan zaman olgusu, farklı bir boyutta belki hiç önemli olmayacaktır. An,evrenin heryerinde şimdi değildir.Her yerin, her sistemin kendine özgü bir zamanı vardır.Bu nedenle, bir olayla ilgili, her sistemin yaşamakta olduğu zamanı, bu sistemin diğer sistemlere olan relatif, yani izafi durumunu belirlemezsek,o olayın şimdi ve bu anda olduğunu söylememiz imkânsız olur. Bizim için şimdi ve sonra kavramları, başka bir boyutta, farklı bir şimdi ve sonra kavramı haline dönüşür. O halde bizim için “an” şimdi olmakla birlikte,başka bir boyutta şimdi değildir.Acaba evren insanın bildiği üç boyuttan mı oluşmuştur?Başka boyutlar var mıdır?Ancak zaman, mekan içinde bir dördüncü boyuttur.Evet başka zaman/uzay süreklilikleride vardır.Zaten boyut farkına neden olan şey farklı zaman akış hızları yada farklı zaman fazları denen şeydir. Aslında ne ilginçtir ki, kendi zaman ve mekanlarına sahip farklı boyutlar burda bizim zamanımızda kesişiyorlar. Yani iç-içe farklı boyutsal realiteler vardır.Ve her boyut bir temel titreşim düzeyini(temel zaman alanını) ifade eder.Buna göre bu boyutlardan birine ait bir maddenin titreşim frekansının bir şekilde diğer boyutlardan etkilenerek bir anda diğerine atlaması anlaşılmaz birşey değil! Cisimler bir anda başka bir boyuta geçiyor ve sonra yeniden kendi boyutunun frekansına dönüyor.Zaman frekansları bizim şu anımızdan geçmiş ve geleceğe doğru açılan bir zaman çizgisini oluşturmakla birlikte, Şu AN'ın zaman frekası dalgasını genişletecek olursak bizim geçmiş ve geleceğimizde yer almayan farklı bir uzay/zaman sürekliliği içerisine doğru kendimizi kaydırmış oluruz.Bu zamanda yolculuk değildir.Sadece farklı bir paralel evrene geçiştir. Oranın kendine göre farklı bir zaman akış hızı vardır. O boyut bizim zaman/uzay sürekliliğimizden ayrı bir maddesel realitedir. -------------------------------------
20 Eylül Cumartesi
Yeni Dünya Düzeni Sevgili Fikir Yongacıları, Samanyolu gökadasının biraz kenarında bir yerlerde ikamet eden güneş sistemimizin
üçüncü gezegenindeki hızlı değişim baş döndürmekte. 20 Eylül Cumartesi günü Yeni Dünya Düzeni konulu toplantı için 14.30’da her zamanki yerimizde buluşacağız. Bu konu çok geniş, çetrefilli ve big bang’li olduğu için birinci toplantı dememiz daha doğru olacak. Zaman zaman aynı temayı farklı açılardan ve en yeni gelişmelerin ışığında işlemeye devam edeceğiz. Bu arada CineOda çalışmaları devam ediyor. 500 filmlik bir arşiv var elimizin altında. Ekim ayında başlamayı planlıyoruz. Blog bilgileri için: http://www.fikiryongalamagrubu.blogspot.com/ Cumartesi günü görüşmek üzere. Selamlar ve sevgiler Sadık Yemni
Not: Bizden mail almak istemeyenler lütfen bildirsinler. GELECEK KÜRESEL SAHNE KENICHI OHMAE
www.ozetkitap.com
ÖNSÖZ Bay Strateji olarak anılan Kenichi Ohmae dünyanın en önde gelen yönetim gurularından biridir. 2005 yılında basılan bu kitap, yazarın diğer ünlü kitaplarından Sınırsız Dünya (The Borderless World1990) ve Görünmeyen Kıta (The Invisible Continent-2000) adlı kitaplarının devamı mahiyetindedir. Yazara göre küreselleşme artık bir teori değil, gücünü gittikçe artıran bir gerçektir. Yakınmanın veya yok olmasını istemenin bir faydası yoktur. İnsanlar bu gerçekle yaşamayı, yeni dünyanın nasıl biçimlendiğini anlamak zorundadır. Üç kısımdan oluşan kitabın Sahne başlıklı I. kısmında yazar, küresel ekonominin temel özelliklerini incelemekte; küreselleşme öncesi ekonomik gerçeklerin, bu gerçeklere uygun bir ekonomi bilimi yarattığını, günümüz koşullarında bu klasik öğretinin geçerli olamayacağını iddia etmektedir. Sahne Yönleri başlıklı II. kısımda
28
Ohmae, küresel sahnede ortaya çıkan ana eğilimleri ortaya koymaktadır. Ulus devletin gelişiminden hareketle, yerini niçin bölgesel devlete bırakacağını açıklamakta; küresel iletişim ve ticaret için uygun bir zemin yaratan İngilizce gibi bazı küresel platformlara işaret etmekte; iş süreçlerinin dışarıda yapılması ve küresel lojistik (business process outsourcing and global logistics) gibi oluşumları benimsemeye hazır olan kuruluşların küresel sahnede rol alabileceğini belirtmektedir. Oyun Metni başlıklı III. Kısımda Ohmae, bu değişikliklerin hükümetleri, şirketleri ve kişileri nasıl etkileyeceğini incelemekte; gelecekte başarı sağlamak bakımından iyi konumda olan bölgeleri belirtmekte ve küresel sahneye nasıl çıkabileceğimize ilişkin düşüncelerini ortaya koymaktadır. Huntington’ın Uygarlıklar Çatışması kadar önemli, Friedman’ın Lexus ve Zeytin Ağacı kadar büyüleyici olan bu kitap sadece geçmişte ne olduğunu açıklamamakta, gelecekte ne olacağı konusunda da hazırlıklı olmanıza olanak sağlamaktadır. Karl Polanyi İlk kez 1944`te `vahşi kapitalizm`in kalesi Amerika`da yayımlanan Büyük Dönüşüm şu cümleyle başlar: `Ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü.` Karl Polanyi`nin çöktüğünü ilan ettiği ondokuzuncu yüzyıl uygarlığının can damarı ve temel biçimlendiricisi, kendi kurallarına göre işleyen piyasaydı; emek, toprak ve parayı metalar haline getiren ve insan toplumlarını uluslararası düzeyde eşi görülmemiş bir kurumsal tekdüzeleşme içinde kendine kayıtsız şartsız bağımlı kılan piyasa sistemi… Polanyi`ye göre çöküş kaçınılmazdı, çünkü kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemi insan toplumuyla bağdaşması imkânsız bir şeydi. Büyük Dönüşüm, bu bağdaşmazlığın ve kaçınılmaz çöküşün hikâyesi. Yani hem ekonomik liberalizmin hem de ona karşı kaçınılmaz alternatifler olarak ortaya çıkan faşizm ve sosyalizmin hikayesi… Büyük Dönüşüm`ün 80`lerde, yani Polanyi`nin `insan doğasına aykırı` dediği piyasa toplumunun, insanlık tarihinin son aşaması olarak bütün dünyaya dayatıldığı, ekonomik liberalizmi eleştirmeye kalkanların geri kafalı cahiller ile korumacılık önlemlerinin sağladığı rantları elden kaçırmamaya çalışan çıkar gruplarıyla onlara hizmet eden popülist politikacılar olarak görüldüğü, sosyalizmden ise neredeyse bütünüyle ümit kesildiği bir dönemde sosyalizme yönelmiştir.
Polanyi günümüzde ekonomiye kültürel bir yaklaşım olan ve ekonominin toplum ve kültürün içine yerleşmişliğini (embeddedness) açıklayan özselcilik (substantivism)'ın yaratıcısı olarak tanınmaktadır. Bu görüş geleneksel iktisata aykırıdır fakat antropoloji ve siyaset bilimi nde popülerdir. Büyük Dönüşüm kitabı aynı zaman da tarisel sosyoloji için bir model oluşturmuştur.
Kapitalizm Üzerine 9 Soru -Georg Fülberth & Michael R. Krätke 11 Mayıs 2006 Berlin’de 3 – 4 Mart 2006 tarihleri arasında düzenlenen “Uluslararası Rosa Lüksemburg Konferansı” seviyesi yüksek entelektüel tebliğlerin yanı sıra, ilginç tartışmalara da sahne oldu. Rosa Lüksemburg Vakfı tarafından düzenlenen ve “Rosa Lüksemburg ve Çağımız Solunun Tartışmaları” başlığını taşıyan konferansın en çok ilgi çeken bölümlerinden bir tanesi şüphesiz günümüzün Marksist bilim insanlarından Georg Fülberth ile Michael R. Krätke’nin katıldığı sohbet oldu. Fülberth ve Krätke sohbetlerinde kapitalizm üzerine dokuz soruya yanıt verdiler. Aşağıda bu yanıtlarla, Rosa Lüksemburg’un konulara yönelik söylediklerinin Türkçe çevirisini yayımlıyoruz. Düşünmeye teşvik etmesi ve zevkle okunması dileğiyle. Murat Çakır Rosa Lüksemburg Vakfı Basın Sözcüsü
SORULAR 1.) Kapitalizm aslında nedir? 2.) Kapitalizm ne zaman ve nerede başlamıştır? 3.) Kâr ve kâr artırımı: nereden ve nereye kadar? 4.) Rosa Lüksemburg: Kapitalizm ile ilgili en büyük düşüncesi neydi? Ve geriye ne kaldı? 5.) “Küresel” kapitalizm ne demektir? Jeopolitika ve jeoekonomi: “Akümülasyon alanı” [Raum] tanımı, yeni kapitalizmin yeni anahtar tanımı mı? 6.) “Yeni” emperyalizm var mı? 7.) Neoliberal kapitalizm nedir? 8.) Kim milyarder olur? Ve kim köstebek? 9.) Ve tarihin sonu: Ne zaman büyük “kargaşa” [Kladderadatsch] meydana gelecek ve kapitalizm sona erecek? ...
29
Gülay Kaya
KİTAPLIK
SADIK HİDAYET
ÖLÜMÜN LAFAZAN ÇIĞLIKLARININ MEDCEZİRİNDE HAYYAMLA KAFKA ARASINDA DOĞULU BİR AYDIN.
yer etti. Hayatı boyunca birçok intihar girişiminde bulundu. Beethoven, Çaykovski seven ve afyon tiryakiliğiyle bilinen Sadık Hidayet bir dönem resimle de uğraştı. Kimi sanatçılar bu resimlerde sanatsal bir değer bulmazken, kimilerine göre bu re-simler geleceğin resimleriydi. Günümüze kalabilen resimleri Hassan Qa’emian tarafından bir araya getirildi. 1930 yılında İran’a dönen yazar Tahran’da ilerici çevreler içinde önemli bir figür haline geldi. Bu dönem içerisinde İran’ın tarihini, folklorünü ve geleneksel inançlarını inceledi. 1932’de Mojtaba Minavi, Mesud Farzad ve Bozorg Alavi ile birlikte geleneksel İran edebiyatını sert bir uslupla eleştiren Rab’a Klübü’nü kurdu. Monarşi ve Ruhban sınıfına karşı kağıdı ve kalemiyle savaş açtı. Monarşi karşıtı düşün-celeri, gelişmekten korkan toplumuna getirdiği sert eleştiriler Şah’ın dikkatini çekti. Otoriter yapının güçlenmesine, sosyal, politik ve ekonomik problemlerin etkisi dışında İran halkının üç maymun sevdasına bağlıyordu. Rab’a Klübü kapatıldıktan sonra uzun zamandır ilgi duyduğu Budizm, Zerdüştîlik ve Hin-duizm dinlerini araştırıp incelemek üzere Hindistan’a gitti. Aramice ve Sanskritçe öğrendi. Buda’ya atfedilen Budist metinleri Fransızca’ya çevirdi. Hindistan’da geçen yıllarının büyük bir bölümünü Bombay’daki İranlı Zerdüştîler arasında geçirdi.
fotoğraf:wikipedia.org Sadık Hidayet, 17 Şubat 1903 yılında toprak sahibi, nüfuzlu bir ailenin çocuğu olarak Tahran’da doğdu. Kentin Fransız Lisesi’nde eğitim gördü. 1925 yılında Avrupa’ya gitti. Diş hekimliğine duyduğu ilgi saman alevi gibi sönünce mühendislik okumak istedi ve bu amaçla Belçika’ya gitti. Ne var ki edebiyata karşı beslediği yoğun alaka mühendislik öğrenimini yarıda bırakmasına ve Paris’e gitmesine neden oldu. Paris’te bohem hayat tarzına özenen yazar, öğrencilik yıllarının ilerleyen dönemlerinde bu ne idüğü belirsiz derbeder hayat tarzından vazgeçip araştırmacı bir kimliğe büründü. Paris’te Fransız Dili ve Edebiyatını yakından inceledi, ilk öykülerini de bu şehirde yazdı. Maupassant, Çehov, Rilke, Poe, Dostoyevski ve çağdaşı olan Kafka’nın eserlerini inceledi. Kafka’nın birçok yapıtı yanında “Ceza”’yı birçok dipnot kullanarak Farsça’ya çevirdi. Rainer Maria Rilke’nin 1926 yılında ölümü Sadık Hidayet’i derinden sarstı. Bu durum onun “Ölüm” başlığı altın-da deneme yazmasına yol açtı. Aynı yıl Marne Nehri’ne atlayarak intihar etmek istediyse de kurtarıldı. Ancak intihar düşüncesi içinde sarsılmaz derin bir
Sonraki yıllarda tekrar Tahran’a dönen Sadık Hidayet Müzik Dergisi’nde ve Güzel Sanatlar Fakültesi’nde çeşitli çalışmalar yaptı. Sadık Hidayet’in ilk çalışması 1923 yılında yayımlanan “Hayyam’ın Teraneleri” oldu.Bu kitap ölümü ve yaşamı mantığa, duygulara, gözlemlere ve yaşamın akışına dayanarak çözmek isteyen Hayyam’ın çok yönlü kişiliğinin, eserlerinin, rübailerinin incelenmesiydi. Hayyamı’ın Teraneleri’nde şarabın kekremsi tadı ve iyimserliğin süzgecinden damıtılan kötümserlik çığlığı unutulmadı, unutulmayacaktı: Mutluluk buydu. Çünkü ömür dediğin bir andı. 1927 yılında çıkan “Vejetaryenliğin Yararları”’nda modern İran Edebiyatı’nın büyük ustası Sadık Hidayet’in Yoga’dan etkilendiği görülür. Kitap, yalnızca kişisel bir tercihi değil bir dünya görüşünü nakleder. “İnsan kan döküyor, zulüm tohumu ekiyor. O halde sonuçta savaş, acı, yıkım ve toplu kıyım biçecek. İnsanlık ilerlemeyecek, huzur bulmayacak, mutluluk, özgürlük ve barış yüzü görmeyecek etobur olduğu sürece.” Vejetaryenliğin Yararları bir hayat kılavuzudur. Kendisi de vejetaryen olan yazar, Hazreti Ali’nin “
30
Midelerinizi hayvan mezarlığı yapmayın.” sözüyle başladığı kitapta vejetaryenliği tüm boyutlarıyla inceler. 1930’da İran’a döndükten sonra yazdığı ilk öykü kitabı olan “Diri Gömülen”’de hayatı boyunca onun en belirgin özelliği olacak olan ölüm saplantısını ve hayata ve anlaşılmaya dair bütün hafakanlarını oldukça karamsar bir uslupla dile getirir. “Hiç kimse anlayamaz, hiç kimse anlamayacak. Her taraftan çıkmaza düşen kimseye “al başını, git geber” derler. Ancak ölüm insanı istemediği zaman, ölüm de insana sırt çevirdiği zaman, gelmeyen ve gelmek istemeyen ölüm…!” 1932 yılında “Üç Damla Kan” adlı öykü kitabını çıkardı. Üç Damla Kan’da gerici ve yoz geleneklerin insanların özellikle genç kızların hayatına nasıl mal olduğunu gözler önüne seriyordu. Geleneksel aile bağları, yozlaşmış töreler ve klasik feodal ilişkilerin girdabında kendi hayatlarına sessizce son veren insanların acılı öykülerini sade cümlelerle dile getiriyordu. Kafka gibi Sadık Hidayet de öykülerinde bunaltılı, karabasanlı bir dünya çiziyor; yalnızlık, gerçek dünyadan kaçış, boşluk duygusu ve ölüm gibi temel izleklerini sürdürüyordu. Sadık Hidayet 1933 yılında yayımlattığı toplam yedi öyküden oluşan “Alacakaranlık” adlı yapıtında diğer öykülerinde olduğu üzere 1930’lu yıllar İran’ının geri kalmışlığını ve idare tarzını dolaylı bir uslupla anlatır. Öykülerinde çokeşlilik, dayak, sevgisizlik, hurafeler, esrar bağımlılığı ve sıtma gibi konuları ele alır. Değişmez izlekleri olan ölüm, ruh ve ahiret üzerine tartışıyor; Fars Kültür ve Medeniyeti’nin Arap Kültür ve Medeniyetinden üstün olduğunu kanıtlamaya çalışırken Budizm ışığında hayatı ve ölümü işliyor. 1942 yılında yayımladığı “Aylak Köpek” adlı yapıtında ise başıboş bir köpeğin başına gelenlerle, herkesin bu köpeğin yok olmasını istemesini anlatır. Dönemin edebî sanatları kullanılarak yazılan kitap, yaşam ve toplum görüşünü İkinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu yıkımla çok olumsuz bir havaya büründüğü, inziva ve intiharın kurtuluş yolu olarak gösterildiği, mutluluğu bu dünyada bulmanın mümkün olmadığı teması üzerine kurulur.
Bütün eserleri arasında başyapıtı sayılan “Kör Baykuş”’u 1936 yılında yazmasına rağmen, kitap İran’da 1941 yılına kadar basılamadı. Türkçe’ye de Behçet Necatigil tarafından çevrilen ve 1977 yılında Varlık Yayınları tarafından basılan bu roman da bir ressam ölümün varlığının düşsel olan her şeyi yok ettiği hummalı, ölümcül kabuslar görmektedir. Romanda yer alan karakterler aslında aynı kişinin değişik varyasyonlarıdır. Adeta geleneksel İran inanışlarındaki “hulûl”’ü* hatırlatırcasına sürekli birbirlerine dönüşen kahramanların dünyasında geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman; gerçekle hayal tamamen birbirine karışmıştır. Olaylar arasındaki nedensellik mantıklı bir sebep-sonuç ilişkisi değil, masal mantığıdır. Ancak bu masalsı anlatı tamamen gerçek bir hayatı saptar. 1944 yılında Sadık Hidayet Özbekistan’da bir yolculuğa çıktı ve son kitabı “Yarın”’ı kaleme aldı. Bu son kitabı 1946’da yayımlandı. Hayatının bundan sonraki kısmı ise uyuşturucu ve alkolden kaynaklanan sorunlarla geçti. 1950’de Paris’e yerleşen Hidayet İkinci Dünya Savaşı’nın yerle bir ettiği şehirde büyük bir hayal kırıklığına düştü. Yaşadığı bunalımlar sonucunda 1951 yılının 9 Nisan’ında yeniden intihara teşebbüs etti ve bu sefer başardı. Kadim dostu Bozorg Alevi, intiharını “ Paris’te günlerce hava gazlı bir apartman aradı ve aradığını Championnet caddesinde buldu. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri kapattıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş ve traş olmuştu. Yakılmış müsveddelerinin kalıntıları yanıbaşında yerde duruyordu.” Şeklinde anlatır. Sadık Hidayet, Yılmaz Güney’inde yattığı Pere Lachaise mezarlığına gömüldü. •
Hulûl: Tanrı’nın veya kutsal bazı kişilerin alelade bir insan görünümünde tecelli edişi.
Sadık Hidayet’in 1945 yılında çıkan “Hacı Ağa” adlı eserinde ise, okur, İran’ın sermaye çev-relerinin dini bile çıkarlarına alet etmekten çekinmeyen yüzsüz politikacıların ipliğini pazara çıkaran gerçekçi taşlama yazarı yönüyle karşılaşır. 1930’lu ve 40’lı yıllarda yaşanan siyasi geliş-melerin ve özellikle yayılan Bolşevizm akımının etkileriyle yoksul kitlenin İran’da politik bir ağırlık oluşturmaya başlaması ve feodal toprak sahiplerinin servetlerini kaybetme endişesiyle, ironik bir şekilde Hitler savunucusu haline gelişi alaycı bir uslupla dile getirilir.
31