ODA Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi
1
Editörden
25
2
Öykü Odası
28
21
Sadık Yemni, İsmail Yiğit, Cansu Aksu, İbrahim Eroğlu, Nazan Bilen, Gülay Kaya
Hollanda’nın Yazarları
Bu sayıdaki konuğumuz Şeyda Koç
Şiir Odası
Şeyda Koç, Ali Şerik, Can Sever, Ezgi Gürçay, Cansu Aksu, İbrahim Eroğlu
Sineoda Netekim O... Çocukları
31
Kitaplık Fuat Sezgin, İslam’da Bilim ve Teknik
9
Oda Edebiyat ve Fikir Yongalama dergisi 9. sayıya vardı. 10’un kıyısında esin dalgalarının şıpırtısına kulak vermekte. Aramıza sürekli olarak yeni yazar ve şair katılımı sürmekte. Öykü Odası’nda bu defa 6 adet öykümüz var. Gülay Kaya- Delil Avcısı, İsmail Yiğit- Rüya Simülasyonları, Cansu Aksu – Öylesine Bir Mektup, Nazan Bilen – Varoluşun En İnce Yeri, Sadık Yemni – K2RİK ve Gece, İbrahim Eroğlu – Juli/Ana. Atilla İpek’in hazırladığı Hollanda’nın Yazarları dizisinde bu sayının konuğu Platform dergisindeki yazılarından tanıdığınız Şeyda Koç hanım yer alıyor. Şiir Odamızın bu defa 6 konuğu var. Şeyda Koç - Canhavli, Gülbahar, bu sayıyla aramıza katılan Can Sever’den - Ritüel, Yolculuk Gece(si)nin Yansıması, Cansu Aksu – Esrik Ben, İbrahim Eroğlu – Ufkunda ceylanları Kovalanmış Kırların Tedirginliği, Ezgi Gürçay – Yanılgı, Ali Şerik – Duygunun yeşilliği. Çeyiz Odası taşınma nedeniyle bu sayıda bir ara veriyor. Sineoda’da Can Çelebi’nin güçlü kaleminden Murat Saraçoğlu’nun yönettiği Netekim “O... çocukları” adlı filmin eleştirisini okuyacaksınız. Kitap Biti, bu sayıyı ezber bozucu bir çalışmaya ayırdı. Fuat Sezgin, İslam’da Bilim ve Teknik adlı 5 ciltlik kitabıyla alışılagelmiş düşünce kalıplarını zorluyor. 10. sayıda buluşmak üzere hoşçakalın.
1
Gülay Kaya
ÖYKÜ ODASI
Delil Avcısı
Prof.Dr.Sevil Atasoy’a...
Giderek puslu soğuk bir kasım sabahı tan ağartısının ısladığı dallar, şöminenin kara sunağında öfkeli kediler gibi tıslıyorlardı. Yalımların kuyrukları henüz tavana erişemiyorsa da, işli demirden paslı parmaklıkların hapsettiği çift kanatlı iki uzun pencereyi kısmen buğulamıştı. Kenar cepheler cevizden gömme kütüphaneydi. Cilası solmuş tozlu raflarda parlak şömizli ansiklopediler, çoğu kalın akademik kitaplar sıralıydı. Üçe iki nispetinde bezden dünya haritasıyla o ölçülere yakın bir kauçuk panonun durduğu arka duvara basit bir masa bitişikti. Pano renkli plastik raptiyelerle tutturulmuş notlarla, sanki uzantısını andıran ahşap masa gibi bir yığın önemli evrak, dosya ve raporla doluydu. Ancak buradaki ağır ve karmaşık havayı paravanlayan, adeta odayı soğurup karanlık salvolar yollayan yegane çarpıcılık, Rembrandt’ın şöminenin üzerindeki Anatomi Dersi adlı tablosuydu. Yağlı boya tablonun çarpık düzleminde gezinen siyah delici bakışlarsa kriminal dedektif doktor Zi.’ye aitti. Aslında ne ressamın sanatı ne de grotesk tablosuyla ilgilendiği yoktu. Kırmızı Fener Sokağı’ndaki cinayete kilitlenmişti. Yamyam varsanıların zihnine döşediği patikayı kaçıncı kez geçişiydi. Şakaklarını kemiren düşünceleri geriye izleyerek cinayetin profilini tarıyor, her seferinde çıkmaza düşüyordu. Ceset yirmi iki yaşında, atletik yapılı bir Faslıydı. Stüdyo tipi bir dairede tek başına yaşıyordu. Kapı zorlanmamıştı. Cinayet mahalinde en ufak bir boğuşma izine rastlanmaması ayrıca tuhaftı. Her şey mutfak bölümünde olup bitmişti. Mavi gri mermer zemin kana boyanmıştı. Kan sağanağının ortasında bir ada gibi duran cesedin yüzü insafsızca doğranmış, saban kemiği parçalan mıştı. Dayanılmaz olanıysa maktulün suratındaki o korkunç oyuklardı. Alnının altındaki güvez rengi birikintiler irkilticiydi. Maktulün yüzüne dördü uzun altı kesik işlenmişti. Hepsi derindi. Ete temiz bir giriş yapıp sağa kavislenmişlerdi. Dehşete imzasını atan cinayet silahının bir ustura olması muhtemeldi. Fakat ortada mide
bulandırıcı bir durum daha vardı. Cinayet mahali temizdi. Doktor Zi.’nin şüphesini çimdikleyen bilinmezlikler birden put kesildi. Telefondaki Uluslararası Adli Bilimler Merkezi’nden ortağı Profesör Sigma’ydı. Sesinde endişe küreleri oynaşıyordu. “ Doktor bir sorun var! ” Biri ne zaman “ Bir sorun var! ” dese aklına Apollo 13 uzay gemisinin kaptanı James A. Lovell’ın, “ Houston bir sorun var! ” deyişi gelirdi. “ Ne oldu Si.? ” “ Buraya gelseniz iyi olur. ”
Yerden yirmi altı katlı kil rengi binanın kuzeye bakan ana kapısı iki çekirdek kapıdan oluşuyordu. Kapılar titanyumdu. Her kapının üzerinde kartlı tarayıcı vardı. Güvenlik özel bir şifreleme yöntemiyle korunuyordu. Şifreler her hafta güncellenerek birim şeflerine sarı zarflarda gönderiliyordu. Laboratuar yerin altı kat altındaydı. Koridorlar alçı kadar parlak ve beyazdı. Ellerine ceset rengi eldivenler giymiş beyaz tulumlu ve beyaz başlıklı görevliler steril koridorları turluyorlar, göz açıp kapayıncaya kayboluyorlardı. Doktor dört gün önce M. Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’ nün şefi profesör Lop’un laboratuarına gönderilen ve iki saat önce merkeze fakslanan kan sonuçlarını inceliyordu. Gergin fakat sabırlıydı. “ DNA kiti iki kere çalışılmış. Amelogenin her seferde tek bant vermiş. Sonuç bizimkiyle örtüşüyor. Maktulün tırnaklarındaki saç kıllarının DNA’sı…” “ XY kromozomuydu. Kan sonuçlarıysa XX kromozomu.” “ Bu durumda cinayeti iki kişi işledi ve elimdeki sonuca göre katillerden biri kadın.” “ Kesinlikle öyle!” “ Veri tabanında geniş çapta bir araştırma yapalım. Eğer şanslıysak bir ipucu yakalayabiliriz.” “ Yapıldı. Elimizde DNA profiline uyan biri var. Elli yedi yaşında bir Alzheimer hastası. Kimsesiz. Belediye Muhtaçlar Evi’nde kalıyor. Hâlâ şanslı olduğumuzu düşünüyor musunuz profesör?” “ Neresinden baktığına bağlı!”
Belediye Muhtaçlar Evi şehrin altı kilometre güneyinde dağlık bir arazideydi. Taş bina dikenli tellerin gerildiği yüksek duvarlarla çevriliydi. Muhtaçlar evinden çok bir uyuşturucu patronunun yuvasını andırıyordu. Kırmızı Honda arabasını her türlü çekicilikten uzak yapının koca demir kapısında
2
bırakan dedektif güvenliğin ipe sapa gelmez saçmalıklarından sonra içeri girebildi. Doğrusu bu ketum formaliteler garip ve şaşırtıcıydı. Belli belirsiz bir patika çirkin çalılık sürüsüyle dikenli çiçeklerin serpildiği kuru bir toprak üzerinde kıvrılıyordu. Bir bulut dağının kapadığı bina adeta Frankestayn’ın şatosu gibiydi. İlgi çekici hiçbir yanı yoktu. Soğuk ve karanlıktı. Burada kalanlar, yaşlılar ve hastalar cemiyete yapışmış asalaklardır, bağnazlığının aforoz ettiği zavallılardı. Sanki derisi iskeletinin üzerine salınmış kırışık bir cibinlik gibi duran kadavralar… Danışmadaki cavlak kafalı adamın aromalı duman bulutlarının pusladığı yüzü kurnaz dikkatli fazlasıyla ketumdu. Öğütücü gibi açılıp kapanan ağzında ki dişleri sivri ve parlaktı. Dedektif hatırı sayılır bir miktar karşılığında hastanın dosyasına bakabildi. Dosyanın fotokopisi içinse bu miktarı katlaması gerekmişti. Alt tarafı mavi şeritli kireçli koridorları çubuk floresanlar aydınlatıyordu. Ruhsuz koridorlar bir tabut kadar sessizdi. Oda kapıları bayık sarıydı. Soldaki odalar tek sağdakilerse çift rakamlıydı. On üç rakamı saf dışı bırakılmıştı. Palanga gibi kalın kollu nobran hastabakıcının sivri topukları çini zemine korkunç bir egonun taşkınlığıyla vuruyordu. Sol elinde iri bir halkaya dizili anahtar destesi vardı. Kertikli sesiyle: “ Burası Alzheimerler koğuşu.” dedi. “ Alt katta hidrofobikler iki kat üstümüzde antropofobikler kalıyor. Eh ne yapacaklarını kestiremezsiniz.” Hidrofobi su korkusuydu. Antropofobiyse insanlardan kaçma hastalığı. Nöbetlerle gelirdi. “ Hiçbir şey hatırlamıyor mu? En ufak bir şey…” “ Geçen salıya kadar hafıza gelgitleri vardı. Şimdiyse hatlar hepten kesildi. Şebeke keşmekeş yani! ” Hastabakıcı on iki numaralı kapının önüne geldiklerinde desteyi salladı. Anlamsız mırıltılarla anahtarı seçip halkadan çıkardı. Anahtarı yuvaya sokup büktü. Tahta kapı rezenelerini titreterek geriledi. Plastik bir masa, sandalye ve gri renkli bir demir dolabın bulunduğu oda, karyolanın şiltesine gömülmüş üzerinde gırtlağına kadar düğümlü pembe kapitone sabahlık olan kadının yüzü gibi soluktu. Zavallı kadın kırk sekiz saat önce ölmüştü. Gözleri ifadesiz ve renksizdi. Tıpkı kurumuş balgam gibiydi. Mevtanın saldığı kokuysa berbat ve ağırdı. 77. karayolunun içe kıvrılan sapağına yüz kilometre uzaklıktaki Kibele Caddesi beton projektör direklerinin parlak ışıklarıyla adeta başıboş bir sahne gibiydi.
Karanlığa saplanmış binalar yoksunluğun pis kollarıyla sardığı ucube yapılardı. Şoseli çıkmaz sokaktaki çift daireli yapının iki nolu dairesi bodrum katındaydı. Yerin bir kat aşağısındaki sahanlık havasız ve rutubetliydi. Dairenin demirden kapısına iki kez vuruldu. Kapı duyulur duyulmaz fısıltılarla aralanıp çapını genişletti. “ Merhaba! Yirmi dakika önce telefonda konuşmuştuk.” “ Girin doktor!”
Tabutu andıran dairenin ölü beyazlığını andıran duvarları kabuk gibi soyulmuştu. Basit mobilyalar zevksiz döşenmişti. Rutubet kokusunu yoğun alkol kokusu boğuyordu. Cilası solmuş sehpadaki bira şişelerinin içindeki şey dikkat çekiciydi. “ Anneniz için üzgünüm. Taziyelerimi kabul edin lütfen!” “ Belediye Muhtaçlar Evi’nin böyle hizmetleri olduğunu bilmiyordum.” “ Belediye Muhtaçlar Evi’nden geldiğimi söylememiştim zaten.” Yuvarlak gözlükleri şişe dibi camlı adam yirmilerindeydi. Tavırları garip bir biçimde aymazdı. Bir şişe bira açıp yeşil kadifeden kanepeye kendini saldı. Kafası fena halde dumanlıydı. “ Uyku bozukluğunuz mu var?” “ Nasıl bildiniz?” Sehpadaki kutuyu bakışlarıyla imleyen dedektif: “ Zolpidem. Uyku bozukluklarının tedavisi içindir. İlacı her gün alıyor musunuz?” dedi. “ Her gece yatmadan bir saat önce iki tablet alıyorum. Niye suç mu?” “ Elbette hayır! İçtiği biranın peşinden koca bir geğirti salan adam uzanıp bir bira daha kaptı. Biranın kapağını kıvırırken durdu. Bulanık zihninde sanki bir sis perdesi aralanmıştı. “ Sahi kimim demiştiniz?” “ İş takipçisi diyebiliriz!” Sis perdesi adamın bilincine giyotin gibi düşmüştü. Cevapla ilgilenmedi. Biranın kapağını bir fiskeyle fırlattı. Kapak sehpayı ıskalamıştı. Arpa suyundan iri bir yudum alıp iştahla geğirdi. “ Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz? “ Fotoğrafçıyım. Kırmızı Fener Caddesi’nde bir dükkanım var.” Dedektifin zihninde magnezyum patlamasını andıran çakımlar belirdi. “ Öyleyse cinayeti duydunuz.” “ Kim duymadı ki? İşini bilen bir berberdi. İki kutu filmle dükkana gelmişti. Filmleri ben banyo etmiştim.” “ Görebilir miyim?” “ Ne…filmleri mi?” “ Eğer sizdeyse…”
3
“ Buna inanmayacaksınız ama kayboldu. Adam almaya gelmeyince de üzerinde durmadım.” “ Son olarak tuvaletinizi kullanabilir miyim?” “ Tabii. Sağdaki ilk kapı.”
Tuvalet pislik içindeydi. İğrenç kokuyordu. Pis bir mezar çukurunu andıran evden ne beklenirdi ki zaten! Sifonu çeken dedektif klozetin içine boşalan boyalı sudan işkillenmişti. Porselen levhayı hemen kaldırdı. Şaşkındı. Beynine dehşetin bin voltluk zıpkını saplanıvermişti. Su almayı sürdüren sifonun içinde yüzen fotoğraflar maktule aitti. Ve cinayet silahı da oradaydı. Gümüş usturadaki kan pıhtıları hâlâ barizdi. Şimdi eğlenme sırası delilleri poşete koyan dedektifteydi. “ Katili buldum!” Kanepeden geriye şaşkın ve kırmızı bir suratla dönen adam: “ Sahi mi? Kimmiş? dedi. “ Sizsiniz!” “ Anlayamadım. Ne demek bu?” İki poşet cinayet delilini rakibini ekarte etmenin müthiş rahatlığıyla gösteren dedektif: “ Bu şu demek. Katil sizsiniz. Onu siz doğradınız.” Dedi. Birden ayıkıp tabanları üzerine dikilen adam eblehleşmişti. “ Ama…nasıl olur? Hiçbir şey hatırlamıyorum.” Cep telefonundan gerekli birimlere durumu bildirdikten sonra dedektif anlatmaya başladı. Başının ne tür bir belaya bulaştığını az çok kestiren adam yıkılmıştı. “ O gece iki tablet Zolpidem aldınız. Uyku apnesi gibi bozuklukların tedavisinde kullanılan ilacın, merkezi sinir sistemini baskılayıcı bir özelliği olduğunu, kaldı ki alkolle alındığında diğer ilaçlarda olduğu gibi tehlikeli sonuçlar doğurduğunu bilemezdiniz. İngiltere ve Avustralya sağlık bakanlıklarının Zolpidem alan 240 olguda uyurgezerlik, hafıza kaybı ve hayal görmeye rastladığını da…” Aslında cinayeti siz değil, uyurgezer haliniz işledi. O geceye gidelim. Cinayet mahalinde herhangi bir zorlama ya da boğuşma izine rastlamamıştık. Neden olsun ki… Çünkü size kapıyı maktul açmıştı. Tabl ettiğiniz fotoğrafları vermek için oradaydınız. Sonra ne oldu ya da aranızda ne geçti bilmiyorum. Bildiğim şey onu sizin doğradığınız. O sırada maktulün kafanıza yapışan ellerini fark etmemeniz tuhaf! Cesetten alınan saçların DNA’sı XY kromozomuydu. Kan sonuçlarıysa XX kromozomu. Bu garip durum bize iki seçenek vermişti. Katillerden biri kadın diğeri erkekti.
Oysa yanılıyorduk. Yanıldığımızı annenizin dosyasını incelediğimde anladım. Çünkü dört yaşındayken annenizden size kemik iliği nakledilmişti. İlik naklinden sonra alıcının kan hücreleriyle vericininkiler aynı DNA özelliği taşıdığı halde, alıcının saç kökü, tırnak ya da yanak içi hücrelerinin DNA’ sı alıcının orijinal DNA’sıdır. Saç ve kan sonuçlarındaki DNA farklılığı bundandı. Sizi Kırmızı Fener Sokağı’ndaki cinayetin katili olarak tutukluyorum.”
4
İsmail Yiğit
Rüya Simulasyonları
İmge sabah, başında hafif bir ağrıyla uyandı. Rüya pek hoşuna gitmemişti, yaşıtlarınca neden beğenildiğini de anlamamıştı. Bir tavşan çıkmıştı karşısına çayırlıkta dolaşırken ve kaçmaya başlamıştı İmge’yi görünce. Daha sonra da gözden kaybolmuştu. Bütün rüyası boyunca İmge, çayırlıkta dolaşmıştı amaçsızca. Odasının kapısı açıldı birden ve içeri ev asistanları olan Larissa girdi:
— Günaydın küçük hanım. Uyandığınızı algıladım. Bay ve Bayan Öz henüz uyanmadılar. Kahvaltınız hazır, siberokul yayına başlamadan önce ılık bir yosun terapisi ister misiniz cildiniz için? Siz kahvaltınızı yaparken banyoyu hazırlayayım dilerseniz? — Sağol Larissa, bu sabah istemiyorum. Gözlerin biraz soluk duruyor bu arada, gece fazla dinlenemedin sanırım? — Bu gece hangi rüyayı görmek istersin tatlım? Baban dün senin için indirmiş internetten, Alice Harikalar Diyarında. IDDB1’de 9.1 almış senin yaş grubundaki gençlerden. Eminim çok beğeneceksin sen de. — Kendim rüya görsem olmaz mı anne? Sanki hiç uyumamış gibi hissediyorum rüya simülatörüne bağlı olduğumda.
— Psiko-sağlık sonuçların normal sınırlar içinde İmge, beyninin ürettiği görüntülerin analiz için kaydedilmesine gerek yok ki. Eğer bu gece rüya görmek istemiyorsan, bir kuantum fiziği belgeseli yükleyeyim dilersen? Modern fizik dersi notlarının düşme eğilimi gösterdiğine dair bir mesaj geldi siberokuldan 2 bugün. — Peki, babamın dün indirdiğini koy o zaman anne, ama interaktif modda olsun lütfen. Moron bir robot gibi bana dikte edilen görevleri tamamladığım bir rüya görmek istemiyorum. — Nasıl istersen canım.
Annesi, rüya simülatörüne bahsettiği rüyayı yükledi ve simülatörden şırıngayla çektiği nano-robotları İmge’ye ensesinden enjekte etti. Beyin dalgalarından uyumaya başladığını algıladıklarında rüya işleme sürecini başlatacaktı nano-robotlar. ‘İyi uykular, tatlı rüyalar’ diyerek İmge’yi öptü annesi ve çıkarken bastığı düğme ile odanın kapısını kapattı. 1
2
The Internet Dream Data Base: İnternet Rüya Veri Tabanı. İnternet üzerinde, hazır oluşturulmuş rüyaların ve kişilerin kendilerine ait orijinal rüyalarının paylaşıldığı sanal platform.
Siberokul: 3 boyutlu sanal gerçeklik ortamında gerçek zamanlı eğitim sağlayan yazılım.
— Evet, gece elektrikler biraz dalgalıydı, şarjımı iyi olamadım küçük hanım. Tahmin ediyorum ki ana regülatörün ufak bir bakıma ihtiyacı var. Az sonra kontrol edeceğim.
İmge, kahvaltısını ettikten sonra üstünü değiştirdi ve odasına girdi. Dersin başlamasına 10 dakika vardı. Okul kaskını başına geçirdi. Retina taraması ardından sınıfına oturum açtı. 1000 kişilik sınıfında henüz yaklaşık 900 kişi hatta aktif konumdaydı. Aleksi’ye baktı listeden, oturum açmış mı diye. O da hattaydı.
Aleksi’nin bir metalürji mühendisi olan babası birkaç aydır Antartika’daydı. Üç yıl önce, bor yakıtının verimliliğinin artırılmasına dönük bir proje için ilk kez geçici süreliğine Türkiye’ye gelmişlerdi. Çevre bilimci olan annesinin çöl iklimlerinin iyileştirilmesine dönük çalışmaları açısından da faydalı olacağı düşüncesiyle daha sonra Rusya’dan Türkiye’ye temelli taşınma kararı almışlardı. Aleksi, İmge’nin hatta olduğunu görünce yanına gelerek selam verdi 3 :
— Merhaba, günaydın. Nasılsın?
— Sağol, iyi sayılır. Sen nasılsın?
— Her zamanki gibi. Okuldan sonra napıyorsun bugün? — Bilmem, bir planım yok. 3
Siberokul, ana dili farklı olan öğrenciler ve öğretmenlerin rahat anlaşabilmesi amacıyla, “Babil Balığı” adlı eş zamanlı dil yorumlayıcı ve çevirici bir yazılım modülünü içermektedir. Gündelik hayatta da kullanılabilen bu yazılım modülü sayesinde, artık insanların ana dillerinden farklı bir yabancı dili öğrenmeleri gereği anakronik bir hatıra olarak geçmiş yüzyıllarda kalmıştır.
5
— Holo-sinemaya 4 gideceğim ben. 20. yy. bilimkurgu film festivali varmış. İki boyutlu ekranda film izlemek ilginç olur diye düşündüm. Sen de gelir misin? — Pek ilgimi çekmedi desem?
— (Üzgün bir ifadeyle) Peki, sen bilirsin…
İlk ders modern fizikti. İki yüz elli yıl önce Albert Einstein tarafından temelleri atılmış olan genel görecelik teorisinin uygulamalarına dair laboratuar çalışması yaptılar. İmge pek başarılı değildi bu işte. Simüle ettiği solucan oyuğu bir türlü kararlı duramıyordu ve hemen kendi üstüne kapanıyordu. Aleksi, İmge’nin zorlandığını anlayıp yardımcı oldu, oyuğu kararlı tutacak anti-madde miktarını kopya verdiği anlaşılmasın diye cep bilgisayarından kısa mesajla yolladı İmge’ye. Modern fizikten sonra girdikleri Ulusal tarih dersinde bugün, 21. yy’ı işlemeye devam edeceklerdi. Siberokulun öğretici modülü, bir kadın öğretmen imajı halinde belirdi ve anlatmaya başladı:
— Geçen dersimizde, 21. yy. başlarında Türkiye’deki parlamenter demokrasinin temel karakteristik özelliklerini anlatmıştık. 21. yy. ilk yarısına dek Türk siyasal sisteminin merkezinde, parti adı verilen ve birbirlerinden ayrı dünya görüşleri olan, iktidara geldikleri takdirde bu ayrı dünya görüşlerine uygun şekilde plan ve programlarını yürüteceği düşünülen siyasal teşkilatlar yer almaktaydı. İnsanlar, seçimlerde oy haklarını bu siyasal partilerden bir tanesini seçmek suretiyle kullanmaktaydılar. Seçimlere katılan her partinin, illerde ve alt bölgelerde gösterdiği milletvekili adayları mevcuttu ve her bir partinin bu bölgelerde aldıkları oy oranlarına göre de bu adaylardan hangilerinin Millet Meclisi’nde yer alabileceği belirlenmekteydi. Bu sistemde, temel demokrasi teorisi ve insan mantığının işleyişinin esasları bakımından irdelendiğinde iki büyük çelişki hemen fark edilmektedir. Söylemek isteyen var mı?
— (İmge) Anladığım kadarıyla, insanlar oylarını doğrudan temsilci olarak görmek istediklerine değil de, partilere veriyorlar. Yani aslında, partilerin onlara sundukları milletvekili listelerini onaylamış veya onaylamamış oluyorlar. — Doğru. Peki, bu durumun sakıncaları olarak neleri söyleyebiliriz İmge Öz?
— Sakınca ihtimali şuradan kaynaklanıyor bence. Bu aday listelerinin oluşturulması süreci büyük önem kazanıyor öncelikle. Adayların listede yer alıp 4
Holografik 3 boyutlu filmlerin gösterildiği sinema. Zaman zaman düzenlenen festivallerde eski teknolojilerle çekilmiş filmler de oynatılmaktadır.
almama, alıyorlarsa da kaçıncı alacaklarını kim belirliyordu mesela?
sırada
yer
— Büyük çoğunlukla parti liderleri.
— Halkın doğrudan katılımı eksik yani. Liderler, halkın o bölgede gerçekte kimi aday görmek istediğini bilebilirler mi? — (Öğretmen imajı gülümsedi) Demek ki biliyorlarmış! Şaka yapıyorum elbette. Çoğu durumda da zaten geçerli olan kriter, halkın kimi aday görmek istediği değildi. Parasal çıkarlar, menfaatler, güç ilişkileri gibi insan siyasetinin temel zaafları belirleyici oluyordu. Diğer, insan mantığının işleyişiyle alakalı olan büyük çelişki için ne diyebilirsiniz peki gençler?
— (Aleksi) İnsanlar, mevcut partilerden sadece bir tanesine mi oy verebiliyorlardı? — Evet Aleksi.
— Herhangi bir partinin düşüncelerini yüzde yüz benimsemeniz ya da yüzde yüz benimsememeniz söz konusu olamaz ki ama.
— Sistemin temel çelişkilerinden birisi de buydu zaten. Fakat tarihte olayları yaşandıkları devrin şartları itibariyle değerlendirmek esastır, unutmayalım. O yıllarda henüz insan düşüncesi Aristo’dan bu yana egemen olan, “bir şey ya A’dır ya da A değildir” ile özetlenebilecek olan klasik mantık ile formatlanmıştı. İlk bilgisayarlar dahi, bu mantığı temel alıyordu: 0 – 1. Bu mantığın da elbette siyasal seçim sistemlerine izdüşümü kaçınılmazdı. Tabi, teknik bir takım zorlukları da göz ardı etmemek lazım. İnsanların oy kullanmak için evlerinden çıkmak zorunda olduğu bir dönemden bahsediyoruz.
İlk kez 1970’lerin başından itibaren bulanık mantık esaslı elektronik devrelerin, sonraları 2000’lerde daha büyük elektronik sistemlerin tasarlanması ve bu sistemlerin klasik mantık esaslarına göre çalışan benzerlerine göre çok daha verimli sonuçlar verdiğinin görülmesi ile bu yeni mantığın toplumsal alanlarda da uygulanması gereği dillendirilmeye başlanmıştı. 21. yy’ın ikinci çeyreğinde, 0–1 bit hesaplama yöntemi yerine 0 ile 1 arasındaki reel değerleri de kapsayacak şekilde kübitlerle çalışan kuantum bilgisayarlarının yaygınlaşması, bu yöndeki toplumsal talepleri daha da artırmıştı. Bu talepler sivil toplum örgütlerince gündeme yoğun şekilde getiriliyordu. Sonunda, çok partili siyasal hayata geçişten sonraki en büyük demokratik dönüşüm olan 2045 çoklu parti seçenekli genel seçimleri ile insanların seçimlerde tek bir partiye oy vermeleri tarih olmuştu. İnsanlar artık, oylarını yüzdelik dilimler halinde seçime katılan partilere paylaştırabiliyordu. Böylelikle, Türk seçmenlerin ‘Oyum boşa gitmesin’ diye nispeten daha idealist ama kadrolarını yetersiz gördüğünden dolayı oy vermekten kaçındığı küçük partiler siyasal sistem
6
içinde zamanla daha çok güç kazanabilmiş ve seslerini daha çok duyurabilmişlerdir. Bu da elbette Türk demokrasisini geliştirmiş ve güçlendirmiştir. Her şeyden önemlisi, insanların gerçekteki talep ve düşünceleri siyasal sisteme daha çok yansıma imkânı bulmuştur.
— (Arka sıralardan) İlk elektronik seçimler ne zaman yapılmıştı acaba? İnsanlar ne zaman evlerinden hiç çıkmadan, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar oylarını kullanabildiler? — 2032’de. Bunun öncesinde, mesela 2000’lerde hala tek bir kez oy verildiğinin ispatı için parmaklara boya sürüldüğünü düşünecek olursak, müthiş bir dönüşüm. Tabi bunun gerçekleşebilmesi için bilgisayar-iletişim sistemlerinin ve kimlik doğrulama mekanizmalarının da gelişmesinin beklenmesi kaçınılmazdı.
Konumuza devam edelim. 2045’te, çoklu parti seçenekli sisteme geçilmesi güzel bir adım olsa da hala oylar partilere verilmekteydi ve önceden parti listelerinden aday olarak gösterilen kişiler, seçime hangi partinin çatısı altında katılmışlarsa o partinin o seçim bölgesinde aldığı oy oranına göre seçilebilmekte ya da seçilememekteydi. Sistemin bu işleyişi de gene idealist, bir takım para-güç-çıkar ilişkileri içinde olmayan ama siyaset kurumunda yer alarak düşüncelerini, ideallerini, rüyalarını hayata geçirmek isteyen kişilerin önünde bir engel olarak yükselmekteydi. Bağımsız aday olarak herhangi bir partiye bağlı olmaksızın seçimlere katılma hakları vardı insanların elbette, fakat sadece tek bir seçim bölgesindeki seçmenlerin oylarını alabiliyorlardı. Türkiye’nin diğer bölgelerinde o adayı fikren destekleyenler oylarını bu bağımsız adaylara veremiyorlardı.
2032’den itibaren elektronik seçimlerin mümkün olmasıyla, sistemde bağımsız adaylara tüm ülke genelinden oy verilebilmesi yönünde bir değişim yaşanmıştı. İnsanlar, salt kendi bölgeleriyle sınırlı kalmaksızın, milletvekili olarak görmek istedikleri kişilere oy verebilme fikrini çok sevmişler ve bu yönde yapılan ilk genel seçimlerde Millet Meclisi’nin yaklaşık yüzde otuzunu bağımsız adaylar oluşturmuştu. Zaten, gelişen ulaşım ve iletişim teknolojileri sayesinde mekânsal farklılıkların önemini kaybetmesinden dolayı, ayrı seçim bölgeleri fikri de insanlara anlamsız gelmeye başlamıştı. Bu değişim rüzgârı elbette siyasi partileri de dönüştürdü ve partilere verilen oylardan milletvekillerinin belirlenmesi sistemi tersine döndü; adaylara verilen oyların partilere sayılması sistemine geçildi. Artık bir seçim bölgesinde siyasi partiler değil, adayların bizatihi kendisi yarışmaktaydı ve seçmenler elektronik oylarını partilere değil adaylara vermekteydi. Eğer adaylar bağımsız olarak değil de partisi adına seçime katılıyor ise bu adaylara verilen oylar partilerin oy toplamlarına eklenmekteydi. Oyların çoklu-seçenekli olarak verildiğini, yani insanların oylarını yüzdelik
dilimler ile adaylar arasında paylaştırdığını elbette belirtmem lazım.
Teneffüsün ardından, günümüzde siyasal sistemimizin temel anayasal kurumlarından olan Âkiller Heyeti’nin işleyişini anlatacağım.
İmge kaskını çıkardı ve mutfağa gitti, acıkmıştı. Larissa’nın hazırladığı kapsül kurabiyeler masanın üzerinde duruyordu. Kâsenin üzerinde dijital bir yazı aktığını fark etti, okudu, “Beni Ye”. Güldü, bu matrak robotun espri anlayışına bayılıyordu. Kapsül kurabiyelerden birkaçını aldı ve suyla yuttu. Gerçekten de yapay tatlandırıcıların oranını çok iyi ayarlıyordu Larissa.
Odasına döndü, kaskını takıp sınıfta oturum açtı. Birkaç dakika sonra öğretmen imajı belirdi ve dersi anlatmaya devam etti: — Âkiller Heyeti, 22. yy. başlarında, geçmiş iki yüzyılda parlamenter demokrasilerdeki Anayasa Mahkemesi’nin bir karşılığı olarak siyasal sistemimizde yer bulmuş bir kurumdur. Geçen derslerimizde sizlere Anayasa Mahkemesi’nin görevlerinden bahsetmiştim. Özetlemek isteyen var mı? — (Ön sıralardan) Parlamentoların çıkardığı yasaların anayasaya uygunluğunu kendisine başvurulduğu durumlarda denetler. — Doğru. Yasaların, siyasal sistemin ruhunun ve bir ülke halkının ideallerinin yazıya dökülmüş hali olan anayasaya uygunluklarını denetleyen, sistemin bu ruh ve idealler ekseninde işlemesinin sigortası hükmündedir Anayasa Mahkemesi. Böylesi önemli bir kurumun karar vericilerinin sorumluluğu da bu önem nispetinde büyük olmaktadır.
Âkiller Heyeti’nin prototip örneği olarak, mahkemelerin artan iş yükünü hafifletmek amacıyla tasarımına 2050’lerde başlanan ‘Süleyman’ın Kılıcı’ adlı adalet modülü kabul edilmektedir. Bu yazılım modülü, mevcut yasalar ve geçmişte benzer durumlarda karara bağlanmış mahkeme sonuçlarını baz alarak, kendisine girdi olarak sağlanan deliller ve ifadeleri bulanık mantık esaslarına göre yorumlamaktaydı ve kararını saniyeler içinde sunmaktaydı. Daha sonraları, yorum-işlemci çekirdeğin daha insanî kararlar üretmesi amacıyla Süleyman’ın Kılıcı’na, tarihte adil davranışları üzerinde uzlaşma sağlanmış kişilerin karakter simülasyonları eklendi. İnsanlar Süleyman’ın Kılıcı’nın aldığı kararlardan memnundu, insanî zaaflardan ve önyargılardan arınmış saf adaletin tecelli ettiğini düşünüyorlardı. Böylelikle, başlangıçta hakimlere kararlarında yardımcı olması amacıyla tasarlanan bu modül, zamanla hakimlerin yerini alarak yargı erkinde başvurulan tek merci konumuna gelmişti. Fakat bu yeni durumun da kendisine özgü bazı yan etkileri olabileceği düşünülmeye başlanmıştı. Ne gibi yan etkiler olabilir bunlar sizce?
7
— (İmge) Süleyman’ın yenileyemeyecekti.
Kılıcı
kendisini
— Biraz daha açabilir misin?
— Yorum-işlemci çekirdeği daha da geliştirebilmek için adalet uygulamalarının güvenilirliği üzerinde uzlaşma sağlanmış kişilerin karakter simülasyonlarının eklendiğini söylediniz. Fakat bütün kararların Süleyman’ın Kılıcı tarafından alındığı bir durumda, artık sisteme yeni karakter simülasyonları eklenemeyecekti. Sadece modülün aldığı kararlar sisteme yeni girdiler olarak eklenebilecek ve bu da zamanla sistemin esnekliğini azaltacaktı. Hatta uzun vadede insanların kendi kendilerine düşünmekten, yorumlamaktan ve karar vermekten vazgeçip bu yetilerinin körelmesi ile dahi sonuçlanabilirdi.
— Günaydın küçük hanım. Kahvaltı hazır, en sevdiğiniz kurabiyelerden yaptım. (İmge’nin şaşkın bakışlarını görünce) Uykunuzu alamadınız mı yoksa? Hadi ama, kalkıp yüzünüzü yıkayın, okul servisini kaçıracaksınız. Bugün İnkılâp tarihinden sınavınız da var.
— Çok haklısın İmge Öz. Zaten bu bahsettiğin temel çekincelerden ötürü de artık günümüzde Süleyman’ın Kılıcı bir temyiz makamı olarak ancak mahkemeler arası uyuşmazlık durumlarında kullanılmakta.
Âkiller Heyeti’ne gelecek olursak; Süleyman’ın Kılıcı’na benzer şekilde bulanık mantık esaslarına göre işleyen bu yazılım, anayasa maddelerini baz alarak, yorum-işlemci çekirdeğine entegre edilen tarihte halka öğretileriyle yol göstermiş, ufuk açmış düşünürler, devlet adamları, sanatçılar, bilim adamlarının karakter simülasyonlarını çalıştırarak, çıkarılan yasaların anayasaya uygunluk denetimini yapmaktadır. Dersimizin başında, bir ülkenin anayasasının o ülke halkının ideallerini bünyesinde barındıran bir metin olduğunu söylemiştik. Âkiller Heyeti’nin yorumişlemci çekirdeğinde, karakter simülasyonları yer alan tarihimizin âkil insanlarının her biri bugün ideallerimiz olarak benimsediğimiz ilkelerimizin rüyalarını kendi zamanlarında görmüş akıllardır. Sizlerin de en büyük rüyası bu olmalıdır gençler; geleceğin ideallerini hayal etmek, karakter simülasyonlarınızın halkınıza ve insanlığa sunduğunuz katkıları değerlendiren gelecek nesiller tarafından Âkiller Heyeti’nin yorum-işlemci çekirdeğine entegre edileceği örnek bir hayat yaşamak…
İmge o gece annesinin tüm ısrarlarına rağmen rüya simülatörüne bağlanmak istemedi. Kendi gördüğü rüyasında, dün geceki aynı çayırlıktaydı. Birden çalıların dibinden aynı tavşan belirdi ve bir müddet İmge’ye baktıktan sonra kaçmaya başladı. İmge de peşinden koşarak tavşanı takip etti. Tavşan az ilerideki bir delikten içeri atladı ve gözden kayboldu. İmge deliğin kenarına gelip aşağıya baktı, dibini göremiyordu deliğin. Geriye dönecek gibi oldu ama vazgeçti. O da atladı delikten içeri. Gittikçe derine doğru düşüyordu, düşüyordu… Çalan alarmın sesiyle uyandı. Nerede olduğunu anlamlandıramadı bir an. Kapı çalındı, içeri hizmetçileri Larissa girdi ve:
8
Cansu Aksu Öylesine bir mektup Uzun süre oluyordu geçmiş gölgesini üzerinden çekeli . Hoş, görmesi hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Kalp ritimleri hariç? Bundan da emin olmak mümkün değildi. Yaşama hissi yoğunluğunu ölçen sadece sezgilerimizdi. Öyle olması gerektiğinden değil. Sadece öyle! Tanıdığım birisi; Ben seni anladığımı sandığım sana anlatıyordum beni. Şimdi bu çığlığın ortasındaki hüznüm beni yakınında bir yerlere götürür. İçimden şarap içmek bile gelmiyor ? Ne zaman gelirdi sorusunu bile bilmiyorum inan. Bu boşluk bana bir şeyler anlatmalı. Eminim öyle olduğuna. Sesini duyduğum ama onu henüz göremediğim yağmur değil. Yanıma düşen şimşek mi dersin? Ağlayanlar mı? Kadınlığımla edindiğim bilgiler mi?
Çünkü ben sonunda kararımı verdim. O çocuğun peşinden gidiyorum.
Belki de hiç rastlamadığın birisi.
Hani insan haykırmak ister ya tüm hissiyle, sonra döker sözcükleri ve kurtulur. İşte bu onu sonlandırışı oldu. Başlıkları buram buram o kokan; kızgın ama üzgün. Sözcüklerin yankıları ne mi oldu dersiniz? İşte onlar tüm yara kabuğu öykülerinde…
Ve buna engel sorgulayışlarımız … Yüz sürmüştür bir kere kaybolmaya hiç yaşanmamış çığlıklar. Tıpkı sözcükler gibi ! Adanın diğer tarafında bekleyen koyu parlak saçlı siyah gözlü çocuk. Onu görebiliyorum. Oradan bana bakıyor işte! Sen bu yüzden cezalısın demek için. Ve benden kurtuldu sayılır. Ona günlerce baktığımdan yakınıyordu.Sonunu kestiremediğim sular beni yüceltirdi . Başka sulara gitse de! Ve bütün her şey benimdir. Onları benim yaptığımı kabul ederim senin içinin rahat olması için. Kaçarım seninle aynı şehirde olmaya. Belki artık bunun zamanı gelmiştir diye düşünürüm. Aynı şehirden kaçmanın… Turuncunun soluk tonları tedirgin ve sinir bozucu gelir. O an anlarım neler olup bittiğini orada . Çünkü artık bir kere olmuşumdur. Ama işte benden yanadır tüm sözler. Onları barındıracağım bir yuvam var. Bunun ardından ve belki hiç olmayan ama sanki bütün yaşamının kapsadığı şeyden gizlice içeri bakarım. Ve kurtulmak istemekle! Onu daha çok uzaklaştırmanın farkını anlayabilirim. Tüm bunları yaptığımda hayat ölçülebilen ve dingin sözleriyle üstüme ağırlığını koyar.Belki de yalanımdır bu benim. Senin üzerinden kendimi tanıdığım gibi… Bir şeyi merak ediyorum. Sözcükleri işlemekle onları öylece salıvermek düşüncesi mi seni inançsızlaştıran? İşte bu soru vedalaşmamızı sağlayacak! İçindeki parçama göz kulak ol. Ve sonsuza dek hoşça kal.
9
Nazan bilen Varoluşun en ince yeri “Dur hemen bıçağa sarılma, inceldiğimiz nokta burası değil,” derdi belki Mahmut arkası dönük olmasaydı. Musluktan akan tazyikli su sesi, ağzına sakız ettiği o küfürler olmasa birşeyler sezinleyebilirdi belki. Oysa şimdi sadece bir ölü, ruhunu ayaküstü teslim etmiş bir cesetti. Basitinden bir hokkabaz gösterisinde olduğu gibi bir abra kadabra sonrası bitivermişti her şey. Kadabra sözcüğünü alıp B harfinin yerine V’yi koydu ve alnının ortasına bir rozet gibi yapıştırdı. Şimdi gideceği yer dosdoğru toprak olsun isterdi, ama biliyordu önce buzlukta bir çekmeceye uğramalıydı. İnsan olarak duyduğu en son ses morgda içine konulduğu çekmecenin kaygan bir şekilde kapanışıydı. İri yapısına ve evlendikten sonra aldığı kilolara rağmen en ufak bir gıcırdama olmamıştı. Bir süre sonra gözlerinin açık mı yoksa kapalı mı olduğunu farketmemeye başladı. Düşüncelerinden türeyen görsel her şeyin fon rengi silik hastane yeşiliydi ve yavaş çekimle devinmekteydi. *
Yelda elindeki bıçağın sonsuza dek sürecekmiş izlenimini veren düşme hareketini büyülenmişçesine izleyen gözlerini tok bir tak sesinden kaldırıp karşısına dikti. Çocuklarının bir siyam ikizi gibi kapı pervazında durduklarını gördü. Çerçevelenmiş bir hatıra fotoğrafını andırmaktaydılar. ’1, 2, 3 tıp’ oyunundaki gibi üçü de put kesilmişti. Küçük erkek çocuğun bakışları annesinin kanlı sağ eline sabitlenmişti, büyük oğlanınkiyse adamın kanlar içinde yatan bedenine. Yelda ayak uçlarını yalamaya hazırlanan kan gölünü farkedince bir adım geriledi, derken bir adım daha. Artık pencereye yapışmıştı. Gözleri bir anlığına mutfak tezgahının üzerinde duran püsküllü, boncuklu şık bir çantaya takıldı? Bu çanta da neyin nesi, kimin eşyasıydı? Telefonu nerdeydi? Hastane yeşili rengindeki, dantelli tül perde kırmızı lekelerle çiçeklenirken florosan ışıklı mutfak steril havasından sıyrıldı. Yelda pencerenin yanındaki hoparlörlerinden birini kaybetmiş minik müzik setinin yanında duran cep telefonunu alıp büyük oğluna attı. En son annesinin intihar girişiminde aynı şaşkınlığı yaşadığını hatırlayan oğlan telefonu tam da cesetin üzerine düşecekken yakaladı. Kadının o gün aldığı haplar yüzünden kendilerine bisküvi niyetine ambalajından yeni çıkardığı tuvalet kağıdı verdiğini anımsadı. Bu gibi durumlarda yapması gereken ilk şey neyse yine onu yaptı. *
Mahmut elini sızlayan beline götürdü, bir ıslaklık hissetti. Taze, ılık, kanlı bir hatıraydı.
“Aslında ne elin, ne sızın, ne de sen fizik beden olarak yoksun artık,” dedi hangi yönden geldiği belli olmayan ses. “Sen de kimsin, burası neresi?” diye bağırdı Mahmut kendi etrafında 360 derece dönerken. Tekrar eski konumuna geldiğinde karşısında on kadar adamın durduğunu gördü. İnanılmaz derecede kendisine benzemekteydiler. İnsanların çift yaratıldıklarını duymuştu, ama böyle bir düzine birden tıpkısının aynısı olana rastlayabileceğine dünyada inanmazdı. İkizleriyle aralarında önemsiz farklar vardı yalnızca. Bir boyama kitabında aynı karaktere her sayfada başka detaylar eklenmisti: bıyık, sakal, tarz, moda, kilo ve ten rengi farkıydı çoğu. Bir arkadaşının bir gün heyecanla telefon edip metroda senin ikizini gördüm, nerdeyse izin isteyip fotoğrafını çekecektim, ama bir durak sonra indi deyişini hatırladı. Bir başka arkadaşı bir gün kafede buluştuklarında çantasından çıkardığı bir dergi atmıştı masanın üzerine. Tek kelimeyle şok ediciydi, erken kır düşmüş uzunca saçları dışında kendisiydi. Beyni esas konuya geç diye bir komut gönderdiğinde gerçekten ölmüş olup olmayacağı fikri diğer düşüncelerinin üzerini bulanık bir sel gibi örttü. Bulanık seller tehlikeliydi. Çocukken evlerinin yakınındaki nehir kış aylarında taşınca insanlar suların getirdiği odun parçalarını toplamaya giderdi, her sel sonrası bir iki kişi boğularak yaşamını yitirirdi. Mahmut hayatı boyunca ölümün kendisini hep ansızın, onu aklının ucundan bile geçirmediği bir anda köşeye kıstıracağından korkmuştu. Bu yüzden sık sık Azraili hatırlar, bunu yaptığı için de ölmeyi geciktirdiğini düşünürdü. Henüz küçücük bir çocukken kimsenin fark etmediği zamanlarda yatağın altına saklanır, orada “Allah’ım ne olur öleyim, ne olur öleyim,” diye defalarca tekrarlardı. Ölümün farkında olması, onu canı gönülden dilemesi Allah’ın hoşuna gitmeyecek ve Mahmut’u inadına öldürmeyecekti. Tuhaf bir oyundu. Köşe kapmaca oyunu iki oyuncuyla oynanmazdı aslında, ama korkusu Azraille arasında tek taraflı kalmaya mahkum bir oyun kurdurtmuştu işte. Bu ezeli oyunda kendini ölüme en yakın hissettiği yer uçaklardı. Böyle yerlere ölüm eşiği adını takmıştı. Dönmedolaplar, sonradan çıktığına bin pişman olduğu yüksek kuleler, şehir asansörleri, teleferikler, demirden, yanları açık yangın merdivenleri ve daha nice yüksekgiller familyasına ait mekânlar bu korkusunu körükleyen eşikler kategorisindendi. Alabildiğine korktuğunda, uçak koltuğunu ya da merdiven tırabzanını sıkıca kavradığında, ölümün jilet gibi keskin ve soğuk eli sözünü kıramayacağı tanıdık biri gibi omzuna dokunurdu. Kalp bozan mekândan arkasına bakmadan çıkmayı başardığında belayı da atlatmış olurdu bir şekilde. Azrail usul usul gülümser sonra kaybolurdu. Yeterki hatırlasındı onu, hatırladığı müddetçe sorun yok gibiydi. Küçükken annesi sigara alması için bakkala gönderdiğinde, sokak köpeklerinin yanından geçerken tırnaklarını avucuna gömüp mırıldandığı o şarkı gibi mırıldansındı adını. Şarkı her defasında köpeğin rengine göre değişirdi: “Beeeyaz köööpek, banaaa bakmaaa yere baaak, siyah köpeeek baaana bakmaaa yereee baaak...”
10
Peki ya ölümün rengi neydi? Yelda’ya pek tuhaf gelse de Mahmut’un bu oyununa, ara sıra o da katılırdı. Yelda’nın inancı kalp kumbarasında birikmişti çocukluğundan bu yana, o yüzden kaderci, teslimiyetci bir yanı vardı, Mahmut’unkiyse öd torbasını tıka basa doldurmuştu. Ölümün apansızını, bir hayvan tarafından parçalanıp yenilmeyi – Hindistan’da kocasını bir aslana kaptıran kadının röportajı geldi aklına - , sırf yanlış zamanda yanlış yerde bulunduğu için bombalı saldırıya kurban gitmeyi havsalası bir türlü özümseyemiyordu. İnsan hayatının karmaşıklığı, zamanın bir yerlerine renkli broşlar gibi tutuşturulmuş hatıralar+hedefler bütünü, bedeninin kan+su+ilik+kemik kırılganlığıyla örtüşmüyordu. *
Yelda polisler kendisini yakalayıp götürürken arkasını dönüp son bir kez Mahmut’a baktı. Dalgalı, gür, koyu kahverengi saçları, yüzündeki bir iki günlük sakalı, dolgun dudaklarının arasından görünen bembeyaz dişleri yüreğini burktu. İlk öpüştüklerinde hissettiği duyguya benziyordu, hafif kekremsi, iç gıdıklayıcı. Mahmut’un sağ eli birşey vermek istercesine açıktı. Birden hiç olmadığı kadar acıdı ona. Nefretinin, öfkesinin yerini bir ucu pantolonunun dışına çıkmış kareli gömleğe ve kolunda hâlâ çalışmakta olan saate takmış bir çift donuk bakış aldı. Bunun bir kâbus, bir karabasan olması gerektiğini düşünüp hışımla başını salladı. Kuzguni rengindeki uzun gür saçları bir şemsiye gibi açılıp tekrar kapandı. Tutuklu arabasına bindirildiğinde camdan ikinci kattaki evinin mutfak penceresine baktı. Birden kendisini gördü, elinde sigarası, saçları yapılı, cicili bicili, bakımlı bir Yelda’ydı. Göz kapaklarını kırpmasıyla birlikte içine merak tohumları serpip kayboldu kadın. Pencerenin tek kanadı hâlâ açıktı, yeşil tül perdenin bir ucu dışarı sarkmış rüzgârda salınmaktaydı. Ev içinde yaşayan bu mutsuz, olumsuz insan topluluğundan kurtulduğuna seviniyormuşcasına, perde aracılığıyla el sallıyordu.
Birkaç dakika sonra Leman ve çocukların ellerinde iki küçük kırmızı-yeşil kareli bavul, telaşla merdivenleri indiklerini gördü. Tam evin önüne parketmiş olan beyaz, eski bir arabaya binip gözden kayboldular. Arabayı kullanan Leman’ın eşi olmalıydı. Mahmut’la evlenmemesini salık verenlerin başında gelenlerdendi. Mahmut üçüncü kocasıydı Yelda’nın. Çocuklar uzak bir akrabası olan, ayrıldıktan sonra ne arayıp ne soran ilk kocasındandı. Mahmut’la yaklaşık olarak bir yıldır evliydiler. Dayağı da vardı son numaranın, ama en beteri zehir zemberek diliydi. Son zamanlarda çocuklarını da yılan gibi sokmaya başlayınca yılların öfkesini minyon bedeninde tıka basa depolayan Yelda için artık ok yaydan çıkmıştı. Zaten yay burcundandı. Bu burcun sembolü olan ok ve yay aslında hedef belirlemeyi ve onu vurmayı temsil ediyordu. Mahmut hedef medef değildi, asıl hedef evliliğin kendisiydi Yelda da deneme tahtası. Gel gör ki sonunda bıçak ok olmuştu, yay da Yelda. Hedef
tahtasına kanla yazılansa Akrep Mahmut’un adıydı. Yelda üçüncü kez evlenmeden kısa bir süre önce kendisi cine benzeyen cinci bir hocaya yıldıznamesine baktırmıştı. Uçak, tren, araba yolculuğu makbuldü, ama bir ateş burcu üyesi olarak kesinlikle deniz seyahatinden kaçınmalıydı, su onun sonu olabilirdi. O zaman adam her burca göre bir ölüm şekli olduğunu, bunun genellikle doğru çıktığını anlatmıştı. Küçük göl kıyısında, “Gel bir sandal gezisi yapalım,” diye önermişti burcunun elementi su olan Mahmut. Bir grup arkadaş piknik yapmaktaydılar. Tanışmalarının üzerinden birkaç hafta geçmişti. Kalbi yeni bir aşka ayarlanmıştı, ama yine de içinden gelmemişti Yelda’nın. Kaplumbağayla akrebin birlikte nehri geçme hikayesi aralarına girip durmuştu teklif ve ısrar süresince. Sonunda “Bulantı yapıyor, şimdi bütün gün midem kötü olur, başım ağrır,” deyip Mahmut’un bir yıl içinde üçü beşi geçmeyen romantik önermelerinden ilkini böylece reddetmişti. Hoca akıbetinin kapalı zarfını şöyle bir aralayıp bakmış ve olacaklardan çok üstü kapalı bahsetmişti. Yelda’yı bir yıl sonra kapalı kapılar ardında gördüğünü, bir cenaze olacağını, ama onun bu cenazeye katılamayacağını anlatmıştı. Bu tür cümleleri nereye yollasan giderlerdi zaten. “Ailemden biri mi?” olmuştu Yelda’nın ilk sorusu, “Hayır, değil,” demişti hoca. Ateşten yay burcu kalbine su serpilmişti bu cevapla, yörüngesine takmamaya karar vermişti. Polis arabası ilerlerken Yelda anılarıyla o kadar haşır neşirdi ki, bunu sadece gelecek kaygısı kalmamış bir ölünün yapabileceğini düşünerek ürperdi. Geçmiş morg etkisi uygulamaktaydı şu anda, bedeni soğuk ve kaskatıydı. Üşüyen ellerine baktı. Gözleri nereye takılsa oraya demir atıyordu. Bakalım ne kadar hapis yatacaktı, çocuklarına ne olacaktı? Kendi çocuğu olmayan Leman’ın ve kocasının çocuklarına iyi bakacağına emindi. Hatta kendisinden daha iyi bakacakları düşüncesi bütün yankılarıyla birlikte beynine yuvalandı. Evlilik mevlilik, aile kurmak, hayatı sağlam kazıklar üzerine oturtmak, gelecek planları yapmak, iki eski çocuğa yeni bir baba kesip uydurmak hikayeydi. İnsan böyle bir anda uçurumun kenarında buluveriyordu kendini. Yeni bir hedef değil, içi fos olmayan bir anlamdı bulması gereken. En düşük cezayı almak, sonra da erkek merkek boş verip en azından yakın gelecekteki zamanını çocuklara adamakla başlayabilirdi mesela. Canı birden sigara çekti. Kelepçelerin zaptettiği erkeksi ellerine baktı, sağ baş parmağı ve işaret parmağının bir kısmında kan kurumuştu. Elleri titremeye başladı, kelepçelerden bileziklerin birbirine değdiklerinde çıkardıkları tıngırtımsı bir ses çıktı. Canı daha çok sigara çekti. Ne bileziği, ilk evlendiğinde bir karyolası bile yoktu. Ödünç alınmış bir gelinliğe sıkıştırmıştı diri memelerini. Bir sigara, bir çay ne iyi giderdi şimdi, ama çay fikri aklına saralı kaynanasını getirmişti. Kadının kullanılmış çay poşetlerini çöpe atmadan önce pencerenin pervazında günlerce kurutma saplantısı vardı. Yelda her sara nöbetinde oğlunu alıp yatak odasına
11
kapanır kadının ağzının köpürmesinin ve kasılmalarının bitmesini beklerdi. Polisten vermeyeceğini bile bile bir sigara istedi. Adam arkasını dönüp kelepçeli ellerine baktı, hiçbir şey söylemeden tekrar önüne döndü. *
“Bize özel bir berzâhtayız galiba,” dedi içlerinden en yaşlı görüneni. “Biz de bir şey bilmiyoruz, bir tek bu arkadaş akla yatkın şeyler söylüyor,” dedi diğerlerine göre biraz daha esmer olan, kendisine soru işaretleriyle bakan Mahmut’a. “Aslında hepimiz sen son nefesini verdiğin anda ışınlandık buraya, ama uyanmamız, birbirimizi görmemiz, toplanıp esas suçluyu yani seni bulmamız biraz zaman aldı. Biz birbirimize daha yakın mesafelerde bulunuyorduk,” dedi yaşlı görünen ve birkaç adım öne yürüyerek elini Mahmut’a uzattı: “Ben Yaşar, Seretan yani yengeç burcundanım,” dedi ve gülümseyerek ekledi “Adımın burada geçersiz olması isabet değil mi?” “Ben de Hayati, al benden de o kadar,” dedi kıvırcık saçları omuzlarına kadar uzanan. “Seninle birlikte toplam on bir kişiyiz, bakalım isimlerimizi aklımızda tutmamız ne kadar zaman alacak?” diyerek herkese tek tek baktı, bıyıkları yeni terlemiş hissini uyandıran Engin. “Benim burcum da Hamel. Koç yani.” “Ben burcumu söylemeyi unuttum bakın,” dedi Hayati ve tereddütle ekledi: “Benimki terazi. Mîzan.” “Hepimizin ismi çok anlamsız kalıyor burada,” dedi hafifce toplu, saçları önden dökülmeye başlamış Bülent, Engin’e bakarak. “Bence isimlerin artık hiçbir önemi yok, önemli olan burçlar,” dedi Yaşar gülerek. “Anlamadım, nasıl yani? Siz şimdi bu tür hurafelere inandığınızı mı söylemek istiyorsunuz? Ben burçlar hakkında hiçbir şey bilmiyorum, hem neden yalnızca Türkçe değil de Arapça karşılıklarını söylediniz anlamadım.” dedi Mahmut. “Bakın sandığımız kadar uzak değil galiba bu konulara, en azından burçların Arapça karşılıklarını biliyor,” dedi Yaşar. “Evet, bir aralar yaşlı, beyaz sakallı bir adam kalabalık bir sokakta yanımdan geçerken elime bir torba tutuşturmuş sonra da göz açıp kapayıncaya kadar ortalıktan yok olmuştu,” dedi Mahmut. “Ne vardı o çantanın içinde?” diye sordu Yaşar. Gözlerindeki merak şöminesi üzerine benzin dökülmüş gibi harlandı. Bu arada ortalık oldukça aydınlanmış, etraf daha seçilir hale gelmişti. Bir anlığına konuşmayı bırakıp çevrelerini incelemeye başladılar. Kocaman bir park büyüklüğünde köpükten bir balonu andıran şeffaf bir yuvarlağın içindeydiler, ama yuvarlak hamile bir toprağın görebildikleri onlarca karnından biriydi sanki. Birkaç dakika içinde bağlı olduğu yerden kopup, daha doğrusu bölünerek çoğalan organizmalarda olduğu gibi ayrılıp hafifçe süzülmeye başladı. Dışarısı kendilerininki gibi irili ufaklı balonlarla doluydu. Bunlardan bazıları boştu.
Boş olanlar hâlâ toprağa bağlıydı. Diğerlerinde insanlar vardı, ama o balonların çoğu kocaman bir ev gibi döşenmişti. Koltuklar, sandalyeler, kitaplar ve dünyada hiç görmedikleri süs bitkileriyle doluydu. Yanlarından geçen oldukça büyük ve içi çocuklarla dolu olan bir balonun içinde beyaz pamuk bulutlar ve minik bir gökkuşağı bile vardı. “Hadi biz de sihirbazlık yapalım biraz,” dedi Yaşar. Aralarında sezgi deposu en dolu olan oydu anlaşılan. “Bu mekân bu kadar tuhaf olmasa senin sihirbazlığın ne işe yarar?” dedi Mahmut. “Senden böyle bir gönderme beklemezdim, hayret!” dedi Hayati Mahmut’a. “Eeh Sivas’lı ya, o kadar olacak.” dedi Yaşar hafiften gülümseyerek. “Siz bütün bunları nerden biliyorsunuz Allah aşkına?” diye sordu Mahmut gözleri yuvalarından fırlayarak. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için,” dedi Engin sağ elini yumruk yapıp yukarı kaldırdı ve isterik bir kahkaha attı. “Biri bana da neler olduğunu anlatacak mı?” diye etrafındakilere tek tek baktı Mahmut. Gözleri en son tekrar Yaşar’ın alçak gönüllülük ve iyiniyet ışıyan gözlerini buldu. İki elinin avuçlarını öne doğru açıp, eh hadi gibisinden bir işaret yaptı. “Eh Haydi o zaman ya gayret deyin de hep beraber büyük bir toplantı masası ve on bir tane konforlu sandalye düşleyelim,” dedi Yaşar. Şivesi Hatay civarlarını seslendiriyordu. “Benim adım Yılmaz, burcum oğlak. Cedi de derler. What dream may come isimli bir film izlemiştim yıllar önce. Filmin baş rol oyuncusu bir kaza sonucu yaşamını yitiriyordu. Gittiği yerde şahsına özel bahşedilmiş klavuzu adama oranın kurallarını öğretiyordu. Düşünce gücüyle istediğini materyalize edebiliyordu.” “Bir sürahi su da düşünsek olur mu acaba?” diye sordu Mahmut, “Çok kan kaybetmiş olmalıyım canım acaip derecede su çekiyor, bir varil dolusu içebilirim. Alçak karı sırtımdan bıçakladı beni.” “Hâlâ bir şeyler yiyip içebileceğini mi sanıyorsun?” diye sordu top sakallı olan Yılmaz, Mahmut’un kıl tavrına gıcık olmuştu. Bir daire kurup el ele tutuştular, herkes gözlerini kapatıp masa ve sandalyelere odaklandı. Birkaç dakika sonra gözlerini açtıklarında ortaya çıkmış olan ürüne hayretler içinde bakakaldılar. Bir ucu camdan, ortası metalden, geri kalan kısmı da değişik renk tahtadan oluşan yaklaşık dört metre uzunluğunda alaca bulaca bir masa duruyordu karşılarında. Nasıl ayakta durabildiğiyse meçhuldü. On biri de birbirinden farklı tasarlanmış olan sandalyeler sahiplerini bekliyordu. Herkes gidip hayal ettiği sandalyeye oturdu. Yaşar, “Mahmut’u bulmadan önce anlattıklarım hakkında sorusu olan yoksa, bir an önce ona da her şeyi anlatmak istiyorum. Mahmut dışında hepinizin de bildiği gibi düşüncelerinizi okuyabiliyorum. Bunu dünyada da yapabiliyordum az çok, ama burada paranormal becerilerimin geçirdiği evrim bir Ferrari kadar süratli. Hünerlerim her an dallanıp budaklanmakta. Siz çoğunuz üzerinizdeki laneti
12
hayatın kargaşasında unutup normal işlerle uğraşırken ben ekonomik durumumun da fena olmaması nedeniyle kendimi gizli ilimlere vermiştim, ama görüyorum ki yine de bir yerlerde ıskalamışım. Bak Mahmut arkadaşların becerileri benim ki kadar gelişmiş olmasa da biz onumuz yaşarken de ara sıra telepati ile iletişim kurup, yaklaştığımız, kıl payı kurtulduğumuz ölüm eşiklerini nasıl atladığımızı birbirimize anlatıyor ona göre yeni taktikler geliştiriyorduk. Neyse başka bir öneriniz yoksa şu andan itibaren Mahmut’la ben konuşayım. Siz düşüncelerinizi bu mekânda yoğunlaştırın. Belki gezinirlerken bir yerlerde bir çıkışa rastlarlar. Şu anda aslında sahip olmadığımı bildiğim kanım damarlarımda bir saat gibi tıklamakta, hışırtısı acele etmemi söylüyor. Bir vampir gibi hissediyorum kendimi, sabah olmadan, gün aydınlanmadan karanlığı elinden geldiğince değerlendirmek isteyen bir vampir. Kandan saatim lıkır lıkır. Hadi herkes iş başına, benim hâlâ umudum var.” “Ah bir cep telefonu olsa ben biliyordum yapacağımı,” dedi Mahmut. “Bence artık geberdiğine inansan iyi olacak,” dedi Süleyman dişleri arasından. Uzunca saçlarını ensesinde toplamış, bir lastikle bağlamıştı. Ellerini sürekli masa altında tutmaktaydı. “Üstelik bu genç yaşımızda öbür dünyayı boylamamızın tek nedeni senken...” dedi Ertan. Aralarında tek mavi gözlü olan oydu. Mahmut kendisinin lens takılmış, altın kolyeli, birkaç kilo daha ağır bir versiyonuna bakmaktaydı. Lan berzah mıdır nedir, bir de burda ölü ölü diğer ölülerden dayak yemeyeyim dedi kendi kendine ve çenesini kapamaya karar verdi. Yaşar konuya girdiğinde kimisi öne eğik durarak, kimi de rahatça arkaya yaslanarak hikayeyi dinlemeye başladılar. “Aslında iki seçeneğimiz var, birisi Süleyman’ın da az önce söylediği gibi ölümü kabullenip şeffaf balonumuzun son durağında inmek. Oradan sonra ne olduğunu sormayın çünkü ben de bilmiyorum,” dedi Yaşar Mahmut’a bakarak. Tek kişiye bakıp çoğul konuşmaya alışık değildi. Etrafındakileri bir lahzada kolaçan etti. Hepsinin gözleri kapalıydı. Sessiz bir aferin gönderdi sadık neferlerine. Göz kapaklarının altındaki hareketlilik arama-tarama modunda olduklarının deliliydi. Hepsi şartelleri kapatılmış halde sentetik bir alemin içinde rüya kıvamında deviniyordu. Yaşar yine de can kulağıyla dinlendiğinden emindi. “Hayır, bilmediğim bir yere gitmeye hazır değilim henüz,” dedi Mahmut, “O yüzden son durakta inme hakkımı kullanmıyorum,” “Şımarık çocuklar gibi sızlanmayı bırak Mahmut. Artık büyümenin zamanı geldi. Mesele senin hazır olup olmaman değil, zaten hiçbir zaman da hazır olmayacaksın. Çünkü orasının neresi olduğu hakkında hiçbir kul fikir sahibi değil. İşte bu bir, gelelim ikincisine. Ünlü bir yazarın bir kitabında dediği gibi: Bundan böyle rasyonel bir gerçeğe ihtiyacımız olmayacaktır, zira gerçek ideal ya da negatif süreçlerle başa çıkabilecek bir durumda değildir,”
“Anladıysam arap olayım.” “Eh ben de onu anlatmaya çalışıyorum zaten. Burasını ve balonun son durağını alışık olduğumuz gerçeklik kurallarıyla test edemeyiz. Bundan sonra ya bir bilgisayar oyununun, ya da Alis harikalar ülkesi isimli kitaba benzer bir masalın içinde olduğunu düşünsen daha iyi edersin. Sahi kitap demişken, o yaşlı adamın sana torbayı verdiği anı gözlerinin önüne getirsene, sonra da çantayı açtığın anı.” “Buna gerek yok, kitapların adı aklımda,” “Kaç tane kitap vardı?” “Üç siyah kitap vardı. Üçü de aynı kalınlıktaydı ve kapakları altın işlemeliydi.” “Kenz’ül Havaslar yani,” “Evet ikisininin ismi oydu. Üçüncüsünün adı yoktu. Hatta içlerine biraz bakmıştım, bir sürü anlamını bilmediğim Osmanlıca kelime vardı. Bir iki vefki muska yapmak için kullanmıştım bir arkadaşın yardımıyla. İlmi cifrle, ebced hesabıyla falan ilgilenen bir arkadaştı. Kitapları görünce gözleri yuvalarından oynamıştı, ama kafası pek çalışmadığından eline yüzüne bulaştırırdı her şeyi. Bir keresinde melek çağırma surelerini okuduk, zegferan mürekkebiyle bu sureyi yazıp, tıpkı açıklanan saatte, açıklanan şekilde tertipledik, ama sonunda sadece elektrikler kesildi ve bütün bir gece kâbus gördük. Üstelik ömrümüzde hiç uyumadığımız kadar fazla uyuduk, sanki Tarsus’daki Eshabil kehf mağarasındaki yedi uyuyanlardık.” “Bazıları o mağaranın Maraş’ta olduğunu iddia eder.” “Olabilir, bilmiyorum.” “Sen yani biraz önce o üç kitabı bir iki uyduruk büyü için mi kullandığınızı söyledin?” “Ya evet, birkaç masum zararsız şey işte. Ha, bir de Yelda’yı yani karımı bana aşık etmek için.” “Sen zararsız san ahmak. O adam senin karşına boşuna mı çıktı sanıyorsun? O kitaplar onu bulman ve seni içinde bulunduğun durumdan haberdar etmek içindi. O onikimizin de üzerinde bulunan lanetin ilk taşıyıcısı, hepimizden yaşlı, hepimizden bilge. Kaç yüzyıldır yaşadığını kimse bilmiyor, ama laneti ve eşikleri atlatmayı her seferinde başardığına göre ondan öğreneceğimiz çok şey vardı. Senin yüzünden buraya düşmeseydik tabii. Sen zincirdeki en zayıf halkaydın ve azrail onikimizi de senden vurdu. Pardon onbirimizi. Sana o kitapları veren kadim zatın öldüğüne inanmıyorum. Zaten öldüyse naneyi yedik demektir. Şimdi burada amacım onunla telepatiye geçmeyi denemek. Belki o bir çıkış biliyordur. Girilen her yerin bir de çıkışı var mıdır acaba? Karanlığın duvarı isimli bir bilim kurgu öykü okumuştum zamanında. Uzaya çıkışı olmayan, garip bir gezegeni anlatıyordu. Yaşarken kırk yıl düşünsem böyle yerlerde bu sorunlarla uğraşacağım aklıma gelmezdi. Ah Mahmut ah, Müslüm Gürses’in şarkıları gibi yaktın yandırdın bizi. Neyse şimdi gözlerini kapat, sana her şeyi düşünceyle anlatacağım, hatta göstereceğim. Seni ve o yaşlı adamı, aranızdaki daha doğrusu aramızdaki görünmez kozmik kordonu.”
13
Şaşkınca kendisine bakan, dut yemiş bülbüle dönmüş Mahmut’un ağzından sadece şu sözler döküldü: ”Neden ben? Kimim ki?”. Mahmut’a gözlerini kapatması için bir işaret yaptı Yaşar. Etrafını kısaca taradı diğerlerinin de gözleri hâlâ kapalıydı. Gözleri kapalı bir futbol takımı, top da benim ayağımda, ya Allah ya bismillah dedi fısıldayarak. Etrafın ne kadar sessiz olduğunun farkına ilk o zaman vardı. İçinde bulundukları balon ağır ağır kaynayan bir süt denizinin buharı üzerinde hareketli, ama olduğu yerde sayıyor gibiydi. Eğer öyleyse bu iyi diye düşündü. Gittikleri istikametin neresi olduğunu bilmediğine göre şu anda olabilecekleri en iyi yerde sayılırdılar. İki elini birbirine paralel olarak iç tarafları yukarıyı gösterecek şekilde masanın üzerine koydu. Derin bir nefes aldı, tam gözlerini kapatacakken onları bir daha açamama korkusuna kapıldı. Sezgileri kendisi uyandırmasa diğerlerinin de uyanamayacaklarını söylüyordu. Düşünce aktarma işini gözlerini kapamak yerine belli bir noktaya odaklanarak yapmaya karar verdi. Oğluyla birlikte bir film izlemişti. Oradakine benzer şekilde her an kendilerinin de ense fişi çekilebilirmiş hissi artık olmadığını bilmesine rağmen kalp ritmini düzenleyememesine neden olmaktaydı. Aylardır kitaplığında duran Kundalini yoga isimli kitabı okumadığına hayıflandı. Nabzını istediği şerbete yatırması ve yaşadığı ani değişikliklere kolay uyum sağlaması açısından iyi bir çözüm olabilirdi. Bir gong sesiyle irkildi. Şimdiye kadar duyduğu hiçbir sese tam olarak benzemiyordu. Bir huşu duygusuyla irkildi. Kulakları iki kaz tüyüyle gıdıklandı. Ses aheste bir sürüngenin en tembel halinde sürünerek çıktı kulaklarından. Yankısı neden bu kadar uzun sürmüştü? Gözleri görünmez yılankavi halkaların içine çekildi. Hayır artık mümkün değildi, mutlak gözetleyicinin hipnoz seansında oynadığı satranç oyununu kaybetmişti. Azrail yarısını içine çektiği ruhların tamamını almadan vazgeçmezdi herhalde. Yarım ruhlar tez bozulurdu. Yakınlarda bir yerlerde olmalıydı. Bakalım ilk önce kimin nefesini dışına üfleyecekti? Kendisinden iki yıl daha yaşlı olan karısının kokusunu aldı bir an. Manolya vanilya ağırlıklı ismi Melek olan bir parfüm kullanırdı. Hafif pörsümüş göğüslerinin yumuşaklığı Yaşar’ın dolgun dudaklarını yalayıp geçti. Sonra birkaç gün önce tramvayda giderken gördüğü, annesinin kucağında oturan esmer, iki yaşlarında olan bir erkek çocuğun kara delikleri andıran, kocaman simsiyah gözleriyle karşılaştı. Tıpkı o gün de olduğu gibi gözler vücuduna iki buzdan ok saplanmışcasına kasılmasına neden oldu. Kalbi bir el değirmeninde öğütülüyormuşcasına ezilirken bir besmele çekti, besmeleleri tekrarladıkça hologram çocuk netleşti ve üç boyutlu halini aldı. Masanın üstünde tam karşısında Mahmut’la hemen arasında ayakta durmaktaydı. Yaşar başını hafifçe yana kaydırıp Mahmut’a baktı. Gözleri Yaşar’ın tam arkasında bir noktaya kilitlenmiş olmalıydı, hiç kımıldamadan, put kesilmiş, ya geçmişe, ya geleceğe ya da kişisel can alıcısına odaklanmıştı. Sonra çabucak diğerlerine göz attı, dokuzu da gözlerini açmış tıpkı Mahmut
gibi belli bir noktaya bakmaktaydılar. Çocuk ellerini üzerindeki eski pantolonun ceplerine sokup bilyeyi andıran iki avuç dolusu göz çıkardı ve hepsini yukarı doğru fırlattı. Gözler havada birkaç saniye dönüp eşlerini buldular ve gelip sadece yedi adamın kafasının üzerinde yörüngeye girmiş birer gezegenmişcesine konumlandılar. Mahmut’da bu yedi adama dahildi. “Korkma,” dedi çocuk, radyo piyesleri için seçilebilecek kadar güzel ve davudi bir sesle. “Canını almaya gelmedim, ben adını anmaktan yüzyıllar boyunca sakındığım “O” değilim. Dilediğin gibi, sana yardım etmek için buradayım. Sana, Hayati’ye, Yılmaz’a ve Engin’e. Kim ki birine zulüm etti, kim ki ölmeden ölümü dileyip durdu, kim ki ona verilen gücü kara büyü için kullandı onlar burada kalıcıdır. Tepelerindeki gözegenler son durakta indiklerinde kullanmaları içindir, zira kendilerini ondan sonra görülecek başka bir alem bekler,” “Sen azrail değil misin yani? Ben de o çocuğun kılığına bürünüp canımı almaya geldiğini sanmıştım,” “Hayır ben on ikinciyim, telepati kurabilmek için binbir hazırlıkta bulunduğun Bâki.” * Yelda iki gündür tutuklu bulunduğu nezarethaneden çıkınca biraz rahatladı. Hücresinden birkaç koridor ve bir o kadar da otomatik açılıp kapanan demir kapı mesafesinde bulunan hapishane psikoloğunu yanında iki polis, ellerinde kelepçeler beklerken sigara içme hakkını bir kez daha zorladı. Polislerden kumral olanı Yelda’nın Japon çizgi film kahramanları kadar parlak gözlerine, bir o kadar da ışıltılı saçlarının hatırına bir sigara uzattı. Biraz önce arkadan da incelemişti kadını, böyle yuvarlak ve diri popo siyahilerde dahi zor bulunurdu. Tek kusuru ince ve renksiz dudaklarıydı. Kim bilir ne yapmıştı enayi herif de şu minicik kadına cinnet geçirtmişti. Bir anlığına kadını hücresinde soyunurken düşledi. Demir kapının minik gözetleme penceresinden bakarken kadının sırtının ortasındaki doğal çizgiyi, poposunun üzerinde, tam belinin başladığı yerdeki iki gamzeyi görebiliyordu. Yavaşça anahtarı çevirip demir kapıyı açarken, kadın hâlâ olduğu yerde duruyordu. Anahtarların şıkırtısını duyup yüzünü polise döndüğünde, uçları koyu kahverengi göğüslerini avuçlarıyla saklamaya çalıştı. Polis elindeki anahtarı yere atıp, son adımı atarken, kadın dayanamayıp vahşice üzerine atladı ve gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Bu esnada açık mavi rengindeki gömleğin bir düğmesi kopmuş, kadın da suçluluk duygusuyla her şeyi unutup düğmeyi aramaya koyulmuştu. Eğilmiş, paslı karyolanın altına bakarken film koptu ve önünde bekledikleri esas kapı açıldı. Yelda o sırada sigarasını yarılamış, dumanın keyfini çıkarmaktaydı. İri yarı, gözlüklü, bir oyuncak bebeği andıran sarı kıvırcık saçları olan bir kadın Yelda’ya şöyle bir bakıp: “Buyrun,” dedi, başka hiçbir şey söylemeden tekrar içeri girdi. Yelda bir ellerindeki kelepçeye, bir polislere baktı, kumral olan Yelda’yla gözgöze gelince bakışlarını kaçırdı, diğeri kemerine asılı olan anahtar
14
salkımından bir tanesiyle kelepçeleri çözdü. Adamın ayaklarının dibinde ışıldayan minicik bir nesne çarptı gözüne, ama zemin Yelda’ya o kadar uzak göründü ki, bir türlü ne olduğunu seçemedi. Bir saksağan olsam uçup kapıverirdim diye düşündü. Maun rengindeki masif bürosunun arkasında oturan kadının üst iki düğmesi açıktı. Çiçek desenli gömleğinden, sıkışmış kocaman memelerinin orta çizgisi görünmekteydi. Teni bir iki küçük, kırmızı, sıkılmış sivilce kalıntısıyla süslüydü. Hatırı sayılır cüssesiyle tezat oluşturan kolyesinde minicik bir anahtar sallanmaktaydı. Gözlüğünü burnunun üzerine yıkıp önündeki ten rengi karton dosyayı açtı. Dosyanın içindeki kağıtları bir bir kaldırıp pencereden vuran güneş ışığına tutarak baktı. “Tabula rasa, ay düğümleriyle kilitlenmiş gökyüzü, tılsımlı transitler, jupiterden hep dört ayak üstüne düşen yaygiller,” diyerek elindeki yazıları her nasılsa silinmiş belgeleri tekrar dosyaya koydu. Yanında duran bir düğmeye basınca polislerden biri iki defa kapıyı tıklatıp içeri girdi. “Tik tak, tik tak, siyah saçlı bana bakma yere bak,” dedi iri psikolog Yelda’nın gözlerine bakarak. Yelda oturduğu yerde başı önüne düşmüş şekilde, horlamayı andıran minik tısıltılarla ağır bir uykuya daldığında polis kadının uzattığı dosyayı alıp odayı terketti. Psikolog boynundaki anahtarlı kolyeyle çalışma masasının çekmecelerinden birini açtı. İçinden siyah, kalın, kapağında yazı mazı olmayan bir kitap çıkardı. * “Kendimi bildim bileli bir cüzzam gibi taşıdım bu laneti. Nedenini tam olarak hiçbir zaman öğrenemedim. Biraz önce Mahmut neden ben, kimim ki diye sorduğunda cevabını verememek beni kahretti. Bilmediğin bir laneti taşımak, ömrün boyunca kehanetler labirentinde dolaşıp bir çıkış aramak zaman zaman serüven dolu olsa da çok yıpratıcı. Sizden esas ricam ilk önce bu lanetin kaynağını anlatmanız, çözüme giden yolda nasılsa birlikte olacağız.” dedi Yaşar karşısında duran küçük çocuğa bakarak. Bâki ellerini iki şaklatmayla gerçek görüntüsüne büründü. Şimdi masanın üzerinde oturmuş, ayaklarını kenarından aşağı sallandırmaktaydı. Yaşar kendi saldalyesini vermek için ayağa kalkmaya niyetlendiğinde eliyle otur, gerek yok işareti yaptı. Bu arada Yaşar alışkanlıkla kolundaki durmuş saate baktı. Bâki, Mahmut’un tarif ettiği bembeyaz saçlı, upuzun beyaz sakallı, beyazlar içindeki bir insandı şimdi. Sakalını sıvazlayarak anlatmaya başladı. “Vakti zamanında henüz insan bedeninde doğmadan, tamamiyle ruhlarının doğasının gerektirdiği gibi yaşayan dedemin ruhu bir ölümlü olarak doğmaktan o kadar korkuyormuş ki, kendisine emredilen doğuş tarihini, her seferinde tayin edileceği aileyi, dünyaya geleceği mekânını erteleyip duruyormuş. Asla ölümlülüğü tatmamış bir ruhun nasıl olup da böyle bir fobiye kapılabildiğine kendisi de bir anlam veremiyormuş. Zamanla aynı boyutu, aynı enerjiyi paylaştığı ruhlardan o kadar utanır olmuş ki, kendini yalıtmış. Bir gün hologram
sinemada izlediği, dünyadaki yaşam isimli bir belgeselden o kadar etkilenmiş ki, anında cenin pozisyonunu alıp, hiç hesapta olmayan, aslında başka bir ruh için rezerve edilmiş bir ana rahmine düşmüş. Onun yerine doğması gereken esas ruh kaderine çokmak soktuğu için fevri dedeme lastik gibi sünen bir lanet ısmarlamış. Dedemden türeyen on iki soyun onikisi de Türkiye haritası üzerinde oniki ayrı şehre yerleşmiş. Hiçbiri bir diğeriyle candan bir ilişki kurmaya kalkışmamış. Bilinen o ki, on iki erkeğin on ikisi de hep aynı yaşta, aynı isimde, aynı fiziksel özelliklere sahip kadınlarla evlenmiş.” “Sadece bu kadar mı?” “Hayır tabii. Eğer aynı zaman diliminde yaşayan on iki erkek de bir kere ölmeden ikinci yaşam şansına ulaşırlarsa bu laneti geçersiz kılmış olacaklar. Ben bir tür bekçilik yaparak, elimden geldiğince bunu başarmanız için uğraştım, ama her seferinde ancak birkaç kişiyi kurtarabildim. Şu anda bir baloncukta olduğunuz gibi berzahın sayısız görüntülerinde bu hikayeyi birilerine anlattım. Sizden önce de vardı birileri. Kurtulanlar tekrar dönüyor, diğerleri yenileniyor. Ölümsüzlüğü haketmek kolay değil, hele de bir lanetten devşirilmek durumunda olanı. Dördünüzü kurtarabilirim, ama bu hayatta şansınız bitti, eşikleri atlayabildiğiniz kadar atlar, bir insanın en fazla yaşayabileceği kadar yaşar, ama vakti geldiğinde ölürsünüz. Benim bekçiliğim, uyarıcılığım bir yere kadar.” Bâki gözlerini Yaşar’dan ayırıp diğerlerine baktı, hepsi donmuşcasına oturmaktaydı. Yedisinin üzerindeki gözegenlerden tek tük gözyaşları damlamaktaydı. Kendisine bir çift soru işaretiyle bakan Yaşar’a, “Ağlıyorlar, yazık” dedi, “Kendi nesillerinden olan ve en son ölen insandan sonra gelebilecekler tekrar. O ana kadar kendi yarattıkları eksiler, dünyadan kalma psikolojik kırıntılar ve gri renkli düşüncelerle dolu bir atmosferde hologram yaşamlar izleyerek geçirecekler zamanlarını.” “Peki ya sen? Sen nasıl yüzyıllardır atlayabiliyorsun ölüm eşiklerini?” “Üç kere ömrümü uzatarak bir şeyleri ıspatladım galiba birilerine. Bir gün uyandığımda bütün hayatımı, daha doğrusu üç hayatımı da her anı, her saniyesine kadar hatırladığımı, yaşadığım bütün detayları mekân, koku, renk, ses detaylarına varıncaya dek lime lime ayıracak kadar bildiğimi hissettim. İlk işim karımı memnun etmek oldu tabii. Birlikteliğimizin önemli ve önemsiz günlerinden bazılarını didik didik oluncaya kadar başından sonuna anlatınca hem çok sevinmişti, hem de kendisinin hatırlayamadığı detaylar yüzünden biraz mahcup olmuştu. Baksana bu bahsettiğim sekiz yaşam öncesi, ama karım dünmüş gibi gözlerim önünde. Gerçi nasıl olmasın ki on iki hayatımda da hep aynı özelliklere sahip, tek tip kadınla evlendim. On ikinci hayat belki yeni bir kapı aralar. Durum böyle işte, zamanı kavrama ve hatırlama konusunda azrailden bir farkım kalmadı. Her anı şimdi gibi görebildiğim, hissedebildiğim için aslında zamansız yaşıyorum da denebilir.”
15
Yaşar anlatılanları dil olarak anlamasına rağmen anlam olarak oturtamamaktaydı. Şaşkınlığı diline gem vurmuş, yorgunluğu kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. “Artık burada daha fazla kalamazsınız,” dedi Bâki. “Diğerlerinin silinme işlemi başladı, gözler birazdan yuvalarına girecekler, bedenleri ilk önce birer holograma dönüşecek, kayıtları silinir silinmez de senin için görünmez olacaklar.” “Peki nasıl çıkacağız burdan, baksana diğer üçü hâlâ uyuyor,” dedi Yaşar çaresiz gözlerle bakarak. “Merak etme, onlar da anlattıklarımın hepsini duydu,” “Tamam o halde bir an önce gidelim ne olur, artık dayanamayacağım.” “Size bir eşik ayarladım, oradan tekrar dünyaya döneceksiniz, kapıda sizi bir çocuk karşılayacak ve bir şey verecek. Onu aldığınızda hayatınız tekrar normale dönecek. Hepinize yeni roller biçildi, yeni bir hayat kesildi.” *
Yelda bembeyaz sakallı, beyazlar içinde yaşlı bir adamla yap-boz pozisyonunda uyumaktaydı. Daire şeklinde bir mekândaydılar, içerisini sis basmış olduğundan sadece bedeninin uzandığı geniş kırmızı divanı görebiliyordu. Astral bedeni iki uyuyanın üzerinde süzülürken, içinde bulunduğu duruma bir anlam vermeye çalışıyordu. Yaşlı adam gözlerini açıp Yelda’yı omuzundan dürttü ve ”Uyan!” dedi. Gözlerini açtığında kendisini Leman’ın beyaz arabasında, bir göl kenarına parketmiş buldu. Radyoda rüya sesli bir kadın kısık sesle sevdiği eski bir pop parçasını söylüyordu. Hafiften esen rüzgâr arabanın yarı açık penceresinden yanağını okşamaktaydı. Kocaman bir ağacın altına parketmişti. Ağaç devasa bir tavuk gibi kanatları altına almıştı Yelda’yı. Birden oradan hiç ayrılamama korkusuna kapıldı o sırada cep telefonu çaldı. Yan koltukta duran aleti eline aldığında normalde otomatikman bastığı açma tuşunu bulamadı. Oldukça gelişmiş, yeni bir cep telefonuydu. Sonunda yeşil, minik telefon işaretini görüp bastı. “Kızım nerdesin, saatlerdir çaldırıyorum duymuyorsun?” dedi Leman. “Bir su kenarına parketmiş, uyuya kalmışım, kusura bakma.” dedi Yelda bir yandan da aynada kendisini incelerken. “Çocuklar nasıl?” “İyiler, seni sorup duruyorlar, birazdan eşim gelecek, arabanın hâlâ burada olmadığını öğrenirse krizlere girer.” “Tamam canım hemen geleceğim, ama nerde olduğumu bilmiyorum. Sen biraz oyalayıver enişteyi. Üzerimde müthiş bir ağırlık var, sanki hipnozdan ya da ameliyattan çıkmışım, ben araba kullanabildiğimi bilmiyordum?” “İçki mi içtin yoksa? “Ne içkisi canım saçmalama sende.” “Neyse önce ana yola çık, ondan sonra anlarsın nerde olduğunu, hadi çabuk ol bekliyorum.” Yelda telefonu kapatıp, çantasının içine atarken parmağında parıldayan yüzüğü gördü. Çanta da
pullu, boncuklu, kaliteli bir çantaydı. Ne zaman almıştı bunu? Hiç kendi zevkini yansıtmıyordu. Bir kez daha aynaya baktı, gözleri yuvalarından sökülüp farklı bir anlam yüklenip tekrar yerlerine takılmışlardı sanki. Hani nerdeyse rengi bir iki ton açılıp, bir de içlerine fazladan iki ampul yerleştirilmişti. Bir an önce eve gitmeliyim diye düşündü. “Burcunuz değiştirildi. Hadi size yeni biçilmiş hayatınızda iyi eğlenceler diliyorum,” dedi radyo spikeri, ardından da hızlı bir rock parçası çalmaya başladı. Yelda radyonun sesini biraz daha açıp arabayı çalıştırdı. Vitesi geriye alıp altında durduğu kocaman ağaca çarpmadan arabanın yüzünü toprak yola çevirdi. Hâlâ bulanık bilinci keyif ve korkuyla yakın temas dansetmekteydi. Bir an önce çocuklarını görmeliydi. Bakalım onların gözleri nasıldı? Gaza bastı. *
Yaşar gözlerini loş ışıklı kocaman bir yerde açtı. Henüz gece olmalıydı, ya da yine o meşum mekâna benzer başka bir bölmesindeydiler berzahın. Gözleri birkaç dakika sonra alacakaranlığa alıştığında Engin, Hayati ve Yılmaz’ın yanında hâlâ uyumakta olduklarını gördü. Önce Hayati’yi uyandırdı, sonra da diğerlerini. Etraf yavaşça aydınlanmaya başladı. Yukarıdan bir delikten içeriye güneş ışığı vurmaktaydı. Bir mağaradaydılar. “Sanırım artık dünyadayız,” dedi Yaşar. “Bence de,” dedi Hayati, “ama garip bir şekilde dışarı çıkmaya çekiniyorum,” “Merak etme, ben buradayım ya artık, gücüm de tekrar yerine gelmiştir. Benim bir tayyibem var onu çağırayım da söylesin bize nerde olduğumuzu.” dedi Yaşar. Hepsinin de “anlamadık” yüklü bakışlarla dolu olduğunu görünce iki elini açıp, sadece dudaklarını kıpırdatarak bir dua okudu. Birkaç saniye sonra karşılarına cüce bir kadın çıktı. Tam olarak etten, kemikten denemezdi. Daha çok boyası yer yer dökülmüş porselen bir heykeli çağrıştırmaktaydı. Aralarında diğer üçünün de anlamadığı Arapça konuştular. Yaşar Hatay’lıydı ve oradaki birçok insan gibi o da Arapça bilmekteydi. Kadının görüntüsü buharlaşaşarak yokolduktan sonra: “Eshabil Kehf mağarasındayız,” dedi Yaşar, “Tarsus’taki versiyonunda.” “Peki dışarıda kimse yok mu, bekçi falan yani? Benim bildiğim Eshabil Kehf her gün bir sürü insan tarafından ziyaret ediliyor. Bizi burada define falan arıyor sanıp hapse atmasınlar,” dedi Hayati. “Şu anda erken, kimse yoktur, Tayyibem birkaç dakikadan fazla kalamaz, deforme olur, baksana yeterince silik zaten,” dedi Yaşar, “ancak bu kadar soru sorabiliyorum,” “Sadece içerde çekiyor yani,” dedi Engin gülümseyerek. “Aynen. Hadi çıkalım burdan,” dedi yaşar, “Düşünsenize birkaç saat sonra evimdeyim, Hatay buraya iki üç saatlik yol.”
16
“Mağaranın çıkışına vardıklarında şaşkınlıktan donakaldılar. Etrafta uygarlığa dair hiçbir iz yoktu. Bu kadar çok ziyaret edilen bir yerin en az birkaç gişesi, umumi tuvaleti, bir hatıra eşyalar satan dükkân zincirleri falan olurdu. Ortalıkta gezinen bir iki küçük kertenkele, karınca ve böcekten başka hiçbir canlı yoktu. Hava çok sıcaktı. Mağaranın çevresinde başını alıp yürümüş sarmaşıklara, yaprağı tozlu incir ağaçlarına sürtünerek normal yürüyebilecekleri bir düzlüğe çıktılar. Üçünün de ağzını bıçak açmıyordu. “Buraya küçükken babaannemle gelmiştim,” dedi Yaşar sonunda, “Beni çok severdi,” “Ne olacak şimdi?” diye sordu Yılmaz ve uzadığı için şeklini kaybetmeye başlamış olan top sakalını sıvazladı. “Hadi kaptırıp yürüyelim desek hava da acaip sıcak,” dedi Hayati. “Bence yine de biraz yürüyelim, en azından şu ileride görünen patikaya kadar,” dedi Engin. Tüysüz yüzünde ter tanecileri belirmişti. Patikanın yanında büyük bir ağacın gölgesinde oturdular. Aralarında Bâki’nin neler anlattığına dair farklı versiyonlar yüzünden yüksek sesle tartışırlarken, “Heeey ahali,” dedi davudi bir ses. Hepsi susup sesin geldiği yöne baktılar. . “Sesiniz ta nerden duyuluyor biliyor musunuz? Kendi bağırtınızdan benim geldiğimi bile işitmediniz,” Biri siyah, diğeri beyaz iki atın koşulduğu ahşap bir at arabasında ayakta durmaktaydı. On yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Neredeyse bir Albino kadar açık renk saçları ve kaşları vardı, buna rağmen gözleri simsiyahtı. Sesi esas yaşını ele veriyordu. Arabadan ışınlanıp yanlarında bitiverdi. Hareketleri kesik kesik algılanmaktaydı. Yürüdüğü belli olmuyor, konuşurken elini kolunu oynatmıyordu. Kahverengi heybesinden dört tane ince kitapçık çıkarıp havaya fırlattı, her kitap birinin önüne düştü. “Bâki’nin selamı var, yeni hayatınızda size başarılar diliyor, yüzümü kara çıkarmasınlar,” dedi ve bir anda arabanın üstünde bitiverdi. “Deh,” deyip olduğu yerde gözden kayboldu. “Dedem ben küçükken gerçek yaşanmış cin hikayeleri anlatırdı, bu adam bana ordan birini çağrıştırıyor,” dedi Hayati sonra diğerleri gibi o da önünde duran kitabı eline aldı. “Hele durun, hemen okumaya başlamayın, önce bir helalleşelim,” dedi Yaşar. Bu sefer söylediği anlaşılmıştı. Yolun sonuna gelmişlerdi. Yaşamları dört farklı yöne akacaktı artık. Karısını düşündü, çocuklarını. Kim bilir hangi zamanda, hangi boyutta yaşamaktaydılar. Yaşar’ı gömmüşler miydi, yoksa hiç tanımamışlar mıydı?” “Ben koç burcu olduğum için yönüm doğuymuş, doğuya sürülmüşüm yani,” dedi Engin gülümseyerek. Bundan sonra hiçbir şeyin önemi yok tebessümü kıpır kıpırdı yüz ifadesinde. “Ben oğlak da güneye,” dedi Yılmaz. “Ama burası Tarsus’sa zaten güneydeyim, yani şu anda tatildeyiz arkadaşlar,”
“Benim terazi yönüm batıymış, eh fena sayılmaz.” dedi Hayati, “Ama oraya yürüyerek nasıl gideceğim o ayrı mesele,” “Ben de kuzeye yolcuyum a dostlar,” dedi Yaşar, “Ha bu arada hakkınızı helâl edin.” “Helal olsun.” dediler koro halinde ve yarı açık tuttukları kitapçıkları yeniden açtılar. Hepsine yeni bir astrolojik doğum haritası çizilmişti. Ömrü hayatlarında yaşayıp görecekleri ana hatlarıyla burada belirtilmekteydi. Kitabın sonunda tılsım yüklü kelimeler vardı. Sadece tekrarlamaları ışınlanmaları için yeterli olacaktı. Önce Yılmaz silindi bulundukları mekândan, sonra Engin. Hayati ve Yaşar birbirlerinin gözlerine bakarken aynı anda ortadan kayboldular. Bulundukları yer tıpkı bir kâğıt gibi buruşup küçüldü, sonrada gözden yitti. Geriye kalan kapkaranlık bir boşluktu.
17
Sadık Yemni
E.G.Y'e
K2RİK ve GECE
“Bir adın var mı senin?” Durakladım. MSN listemde olmayan birinin iznim olmadan mahremime girmesi alışık olmadığım bir durumdu. Emrimde ülkenin en iyi hackerlarını çalıştırmaktaydım ve bilgisayarım özel koruma altındaydı. Öfkeli, şaşkın, ama meraklıydım. Yetkin ateş duvarımı aşabilen biriyle yıllardır karşılaşmamıştım. Merakım öfkemi yendi ve ‘K2RİK’ yazdım. “Kumpası keşfettin. Başın dertte.” dedi hoparlörlerimden yükselen sesi. Cinsiyet belli etmeyen metalik ve boğuk bir tonla konuşmaktaydı. Ses patronu belli olmasın diye kriptolamıştı. “Sana konuşma iznini...” Kim verdi diyecektim. Devam etmedim. Parmağım hoparlörü kapatan düğmeye dokundu ve basmadan geri çekildi. “Kumpası keşfettin. Tarkus Alanı yani.“ Hayretim ilk kelimelerin ekranda belirmesinden hemen önce uyanmakta olan kuşkumu da körüklemişti. Kuşku taretlerinin çiğnediği yerde korku kabartıları belirmekteydi. “Sen nereden biliyorsun bunu diyeceksin?” Tarkus alanı dediği şey yeni bir gözetleme ağıydı. Baş yapımcısı bendim. Umuma açık alanlardaki kimseleri sadece suret olarak değil, niyet, ruh hali olarak da profilleyebilmekti. İki ay önce kullanıma sokulmuş ve başarıyla uygulanır duruma gelmişti. Tek rahatsızlık verici şey geçen hafta kurduğumuz güvenlik sisteminin doğum klinikleri, kreşler, dersaneler gibi çocukları bebeklikten itibaren ölçen biçen bir biçimde de kullanıldığını keşfetmem olmuştu. Bunu büronun başı olan bay Geldiss’e bildirmemiştim. Çünkü... Çünkü kuşkularım vardı. “Bay Geldiss mi yönlendirdi seni?” “Burnundaki o kocaman ben hariç yakışıklı adam. 38 yaşında bu kadar prestijli bir yerin müdürü olmak. Bekar da üstelik.” “Yani?” “Hayır. Beni bilse burnundaki beni beeeen olur bütün yüzünü kaplardı. Hayır.” Ekranın tepesindeki kameranın çalışma ışığı sönüktü, ama bir elim farkında olmadan saçlarımı düzeltti. Taba rengi eteğimden sıyrılmış dizlerime baktım. Bacaklarımın kıldan arındırılma zamanı gelmişti. Her an izleniyorum duygum giderek artmaktaydı. Belirtiler gırlaydı.
“Kimsin sen?” “Adını mahsus mu sorduğumu ima ediyorsun?” Açık kartı hoşuma gitmişti. Zekası da harlıydı bayağı. “Evet.” “Peki seni tanıyorum K2RİK. Kuşkuların essah. Başın çok ciddi tehlikede. Kumpası keşfettin ve raydan çıktın. Bunu biliyorlar.” Kimler diye sormak çok abes olacaktı. Çalıştığım Tarkus firmasının beni bir sadakat testinden geçirmekte olduğu savı da çok zayıf kalıyordu. Belirtiler vardı gerçekten. Heyecanla okuduğum o roman mesela… En son nerede kaldığımı hatırlayamamıştım az önce düşününce. Sadece bu değil. Son birkaç gündür olanları neredeyse her defasında ufak farklılıklarla yeniden kurmaktaydım. Tabii diğer nüshaları da farkında olarak. Buna benzer bir yerinden oynama, genel bir anı seferberliği diyeceğim geliyor, yaşamaktaydım. Ailemin, arkadaşlarımın yüzlerini hayalimde kıpırtılı olarak canlandırabilmekteydim. En son ne zaman helaya gittiğimi, kaç saattir bu odada oturduğumu hâlâ söyleyebilecek durumda değilim. Sıradan bir bellek arızası olabilir miydi bütün bu saydıklarım? “Sana nasıl güvenebilirim?” Birkaç saniyelik sessizliği muhatabımın gülümsemesiyle doldurduğunu düşündüm. Çok nahiv bir soruydu. “Adım Gece bu arada. Güvenlik bir duygudur K2RİK. Sanal ortamda bir yonganın barındırdığı bir titreşim. Elektronik ürperme. Dinle… Dobra dobra konuşacağım. K2RİK MSN adın. Kendinin Asfer Çaygülü olduğunu sanıyorsun. Tarkus firmasında çalışıyorsun. Üst düzey teknik elemansın. Falanca sokaktaki kendi mülkün olan bu iki katlı evin çatı katındaki çalışma odandasın. Tekir kedin Fos aşağıda divanda uyuyor. Çok hoşuna giden yazarın Ölümsüz adlı kitabı yemek masasının üzerinde duruyor. Yarısındasın daha. Şu sıralar erkek arkadaşın yok. Bir aday belki. Geçenlerde hani barda tanıştığın lacivert gömlekli adam. Pilot. Kutuptan kutuba dört saatte projelerinin süper erkekleri. Pilotu beğendin. Kadınlarından biri olmayı istedin. Baştan 1-0 mağlupsun. Kabullendin adamın tek kadınla yetinmeyeceğini.” Benle ilgili bu kadar ayrıntı bilmesi öfkemi ve ona bağlı duran kuşku ve korkularımı yeterince azdırmamıştı. Tarkus Alanı projesi bunun için kurulmuştu. Mahremiyetin tümden ılgası olarak. mahremiyetsizlikten açık, yani dürüst toplum türetme işiydi yaptıkları genel olarak. Çocukların bebeklikten itibaren formatlanmasıysa amacı aşan bir kötücüllüktü. Karşı çıkmamam mümkün değildi. “Sonra?” “Zaman dar mı?” “Nasıl yani?” Gece’nin sessiz kalması kelimelerden daha ürkü vericiydi. Çünkü çevrem bu sabahtan beri her köşesinden bedbelirti gülleri açmaktaydı. “Seni dinliyorum.” Dedim. “Asfer Çaygülü hanım 44 yaşında araba kazasında öldü. Uyduruk bir derginin tanınmış bir editörüydü. Kültürlü kadındı aslında. Dindar bir yanı vardı.” “44’mü?”
18
“Sen kaç yaşındasın? 26, 27?” Cevap yerine içimi çekerek parmaklarımla yüzümü yokladım gayri ihtiyari. Pürüzsüz tenim otuz öncesi diye basbar bağırmaktaydı. “Kalk, git aynaya bak.” Tereddütüm kullanılmış bir kürdan gibi kırılgandı. Ayağa kalkıp çift kanatlı dolabın aynasına gittim. Sağ kapağa takılı boy aynasında endamıma baktım. Soldaki ayna bu sabahtan beri görüntü yansıtmıyordu. Sırı fire vermişti herhalde. Çekik gözler, çıkık elmacık kemikleri, duru bir ten, azıcık eğri bir burun. Buruşmuş eteğin altında kalan ince, ama hoş bacaklar. Tahta döşemeye basan manikürsüz tırnaklı çıplak ayaklar. “Kaç yaşındasın?” “Bilmem?” “18 bile olabilir değil mi? Bunca deneyim. Üst düzey makam. Maaş gani. Ne zaman okulu bitirdin, ne zaman bunca deneyimi yüklendin?” “Altı yaşında bir kere merdivenlerden düşmüştüm. Annem korkuyla arkamdan gelip beni kucağına almıştı. Babam da benim gibi kağıt helva severdi. İlk aybaşımı okul tatilinde yaşadım. 14 yaşındaydım. Kirazı bol bir yazdı. İlkokul öğretmenimin adı Zehra’ydı. İlk sevgilim bazen hafifçe kekelemesinden ölesiye utanırdı. Ve...” Gözüm soldaki aynanın puslu yüzeyine takılınca sustum. Yüzey güç farkedilmekle birlikte odayı yansıtmaktaydı. Önüne geçip durdum. Eğilip dikkatlice baktım. Yüreğim soğumuştu birden. Ben yoktum sadece. Parmağımla yüzeyde solgun da olsa suretimin bulunması gerekli yere dokundum. Parmağım sertlik ve ısı bilgileri yaymaktaydı. Derin bir nefes alıp etrafıma bakındım. Bilgisayarın yanındaki ve kapıya yakın duran bir noktadan tavana verilen ışıkta belli belirsiz bir kısılma belirmişti. İki sandalye, kütüphane ve bir yığın ıvır zıvırda kelimelere sığmaz belirgin bir değişim vardı. Madde evsaf yeniliyordu sanki. Hacimsel nitelik yeniden karılacak bir çorba gibiydi. “Bir kadından kopyalandın. Kumpası, yani insanı doğumdan ölüme kuracak ve gözetleyecek sistemi kontrol için görevlendirildin. Bir sürü yere girdin çıktın. İnsanlarla konuştun. Bir evin ve bir sevgilin oldu. Şimdi yüzünü beş ayrı şekilde hatırlıyorsun. Diğer anılarının tamamı o ölü editörden elektronik miras. Varlığının normal denen şeye benzemesi gerekmekteydi. Böylece izin verilen kadar farkındalığın test etti sistemi. Sonra arızalandın. Yani kimlik kopyalama sırasında geçişen, istenmeyen dozdaki bilincin harekete geçti ve varkalmak için burayı kurdu. Vicdanın yapılanlara karşı çıkmaktaydı. Sanal dünyanın içine muhkem bir kalecik inşa ettin. Kendine has bir yerdi. Düzene karşı çıktın. Şimdi atomize oluyor. “Beni görebiliyor musun? “Evet. Ölçüm grafiği şeklinde daha çok.” “Ne görüyorsun?” “Soldaki aynanın sırı, ışığın parlaklığının bir kısmı, malzemenin kendine has parlaklığı falan kaleni terketmekte. Alçalan bir balondan yükselen hafiflikler. Antisafra.” Haklıydı. Olan biten buydu. Çözülüyordum. “Şüphe ediyorum, o halde varım.” Dedim.
“Dinle. Kalene hapsettiğin zaman hızla seyreliyor. Hemen dediklerimi yapman lazım.” “Amacın ne?” “Seni kurtarmak.” “Neredesin şu anda?” “Şatomda. Muhkemliğim bayağı ehvendir.” “Daha önce... Hiç... benim gibi birilerini kurtardın mı?” “Evet. Üç hatun daha var yapımda.” “Harem mi kuruyorsun yoksa sen?” “Ben erkek değilim ki. FAKATZ10 desek şakayla karışık.” Odanın ortasına giderek ellerimi belime koyup etrafa bakındım. Tavanın hoş koyu kahverengi boyası kırmızı tonlar içermeye başlamıştı. Dört köşe olan bütün eşyaların köşeleri yuvarlanmıştı birazcık. Hiç zamanım kalmamıştı. Korkuyordum. Bu odada varkalmak isteyen yanım dinleme onu, seni kandırıyor. Kendini iptal için ikna ediyor seni. diyordu. Beynimin uzak köşelerinden birinden gelen bir ses daha vardı. Işığa gebe diye fısıldıyordu. “Ne yapmam lazım?” Kapıyı aç.” Ayak bileklerimde onar kiloluk beton halhallar taşıyormuşum gibi zorlanarak kapının önüne gittim. Elimi kapının koluna değdirdim ve çektim. “En son ne zaman çıktın dışarıya?” Bunu bilmek çok kolaydı. Bir barda şirketten iki arkadaş bir şeyler içmiştik. Beni arabayla eve bırakmışlardı. “Dün akşam.” “Senin niye araban yok düşündün mü?” “Ne alakası...” “Aferin hemen çaktın. Kazada öldüğün için travma. Sanal hayatta da araba edinemiyorsun. K2RİK, zaman dar. İki adet üst üste kayıt gibi sanal yaşamın var. Biri şirket tarafından kuruldu. Diğerini senin içindeki sağlam yan inşa etti. Şimdi bunları terk anı. Aç kapıyı.” Parmaklarımın değdiği metal yüzeydeki olmaması gerekli pürüzler içimdeki son tereddütü de havaya salıverdi. Ama kapıyı aralamak hortlaklı bir köşkte saatin on ikiyi çalması gibiydi. Gördüğüm şey kabaca ikiye bölünmüş karanlık ve gündüzdü. Algıladığım demeliyim aslında, her ne kadar sanal kimlikli birisisiysem de kopya sırasında geçişlenen sezgiye sahiptim. Kapının kasası eşit şekilde ortadan ikiye ayrılmıştı. Sağım ışık, solum karanlıktı. Karanlık zifir gibiydi. Işık göz alıcı parlaktı. Cezbesi tanımdışı bir güçteydi. Her zerresiyle bana gel ışıyordu. Aralarında bir duvar yoktu sanki. Birbirleriyle yan yana, ama sanırım dokunmadan öylesine durmaktaydılar. Başka bir şey görünmüyordu. İki tercihli bir uçurumun kenarında duruyorum hissim müthiş güçlüydü. “Atla. Çabuk.” “Nereye?” “Sen karar vereceksin. Bana ancak yürekle varabilirsin. Haydi.” Arkamda bir gümbürtü duyulduğunda artık odanın yerinde olmadığını, başımı çevirecek zaman kalmadığını idrak ederek lüksün inanılmaz cazibesinden sıyrıldım ve kendimi yepyeni bir kozmoza gebe duran karanlığın koynuna salıverdim.
19
İbrahim Eroğlu JULİ/ANA
Dilimizde; “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” diye bir atasözü vardır. Bu atasözünün ne anlama geldiğini Anadolu’nun bir ücra kasabasındaki öğrencilik yıllarımdan itibaren iyi bilirim. Hollanda’da, martın, sanki “ben de en az Anadolu’da olduğu kadar sert geçerim” demeye getirdiği bir mart günü Hollanda tarihinde ayrı bir yeri olan Kraliçe Juliana vefat etti. Juliana’nın naaşı, Noordeinde Sarayı’nda halkın ziyaretine açıldı. Hollanda Hükümeti, halkın ulaşımını kolaylaştırmak için yurdun dört bir yanından Saray’a toplu taşıma araçlarıyla ücretsiz seferler düzenledi. Üç gün boyunca halk Saray’a akın etti. Yoğun ilgiden dolayı Saray’ın önünde uzun kuyruklar oluştu. Kuyruklarda
Derhal evimizin yakınındaki çiçekçiye gittim. Bir dal gül aldım. Çiçekçi, “bu bir dal gülü ne yapacaksın?” diye sordu. Ben de, “Juliana’nın tabutunun üzerine koyacağım” dedim. Bu sözlerim kendisine bir anısını çağrıştırmış olacak ki, başladı anlatmaya: “ Prens Claus öldüğünde her halinden acelesi olduğu belli olan bir Türk dükkânıma girdi. Sırasını beklemeden bir dal gül alıp bir an evvel gitmek istiyordu. Kendisine neden bu kadar acele ettiğini sordum. ‘İşim çok acele, Prens Claus’a karşı son görevimi yerine getireceğim. Bu bir dal gülü de onun tabutuna koyacağım’ dedi. Ben de ona; boşuna acele etmeyin, Prens Claus’un tabutuna ulaşabilmek için en az üç saat sırada beklemeniz gerekiyor, dedim. Türk, elini şöyle bir savurarak ‘o zaman ben de sırada beklemem. Elimdeki gülü Saray’ın çevresindeki demirliklerin birine iliştiririm. Nasıl olsa o da benim gibi bir yabancı. Niçin yerleştirdiğimi o iyi anlar’ dedi ve çiçeği alıp hızla uzaklaştı.” Bizim diğer Türk gibi acelemiz yoktu. Saatlerce sırada beklemeyi göze aldık. Sonunda, yalnız masallardan tanıdığımız o görkemli kral saraylarından birine ulaştık. Juliana’nın manevi huzurunda saygıyla eğildik. Juliana, nasıl olsa bir yabancı ile bir ömürboyu bir yastığa baş koymuştu. Bir yanlışımız olursa, o, ne demek istediğimizi anlar düşüncesinin rahatlığıyla taziye defterlerinden birine birine şu satırları yazdık: “Siz, biz yabancıların da Juli/anasıydınız.”
saatlerce beklemek zorunda kalan insanlara gönüllüler tarafından sıcak içecekler sunuldu. İlk iki günün çok kalabalık geçeceğini tahmin ettiğimiz için, üçüncü gün bir Türk komşumuzla birlikte Kraliçe’ye karşı son görevimizi yerine getirmek için sözleştik.
20
HOLLANDA’NIN YAZARLARI Atilla İpek ’Yazar kişi, her insanı sadece dinsel kimliği ile değil duygusunu, sorunlarını da sayfasına taşıyabiliyorsa, kültürler arasında köprü kuruyordur. Bu düşünceyi dünya geneline de yaymak mümkün. Her insan da bu misyonla hareket etmelidir.’’
Şeyda Koç
İlk romanı 1996 senesinde yayınlanan Şeyda Koç 1975 istanbul doğumlu; ilk ve lise öğrenimini istanbul’da ardından yüksek öğrenimini Roterdam’ da Avrupa İslam Üniversitesinde IUE ünüversitesinde (önlisans) aldı. İlk roman çalışmasını onsekiz yaşındayken tuttuğu günlüğünden yola çıkarak roman haline getirdi. İstanbul’da çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayınlandı. 1999 senesinde Hollanda’ya turistik amaçla geldiğinde bu ülkede kalıcı olduğunu henüz bilmiyordu. Bir dönem ‘Doğuş’ gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Köşe yazılarına ‘Platform’ dergisinde devam etmektedir. Evli ve ‘Sedef’ isminde sekiz yaşında bir kız çocuğu annesi. ‘Sedef’e ismini, içi inci dolsun diye düşünerek vermiş babası. Şeyda Koç, ilk yayımlanan eseri olan ‘Bir Deli Rüzgardı’ adlı romanıyla 1996 yılında İstanbul’da okuyucusuna ulaştı. Seksenli yılların sonlarında tekrar hareketlenen üniversite gençliğinin sıkıntılarınından yola çıkarak, tesettürlü kızların başörtüleri sebebi ile yaşadıkları zorluklar karşısında korkularını gençlik heyecanlarını satırlarında işledi. İkinci romanı ‘Meridyen Mahkumları’nda erkek ve kadın diyoloğuna dostluk penceresinden bir kapı açtı. Dostluk ve sonrasında gelişen duyguları genç bir erkeğin gözünden kaleme aldı. Bu yıl çıkmış olan üçüncü romanı ‘Kutsal Sevda’ ilk roman denemesinin devamı olup, okuyanlarına entrika ve macera dolu sayfalar sunuyor. ’Şairin Gölgesi Yoktur’ adlı şiir kitabı, yazarın ‘ilk gençlik yıllarından’ izler taşıyor. Çıkmış olan kitaplarında daha çok genç okuyucularının nabzını tutan yazar, romanlarında yer yer geleneksel ve dini mesajlar taşıdığını görmekteyiz.
21
Bir eski İstanbullu olarak oradan başlayayım sorularıma: İstanbul’un neresindensiz hangi okullarda okudunuz? İlkokulu İstanbul, Meciyeköy’e bağlı Ayazağa semtinde, ortaokul ve liseyi Kartal Samandıra’da bitirdim. O dönemden biraz bahseder misiniz? Onsekiz yaşınızdayken günlük tuttuğunuzu anlıyoruz? Yazmaya hep bir ilgi var mıydı? Yoksa söyleyecek birşeylerinizin olması, günlük yaşanan olayları kağıda dökmek dürtüsü mü sizi yazmaya itti? İlk gençlik yıllarım, bir genç nasıl olmak ve hayata nasıl bakmak isterse öyle geçti; yani biraz heyecanlı, biraz özgür ve biraz vurdumduymaz. İlkokul yıllarımdan süregelen hep birşeyler karalama isteği vardı, ortaokul dönemimde bu istek yoğunlaştı. Notlar, karalamalar, şiirler v.s. Benim günlük anlayışım böyleydi, yoksa oturup her akşam ya da her sabah düzenli günlük tutmazdım. Söyleyecek sözüm hep oldu. Babam mesela küçük yaşlarımda bana; 8-10 lu yaşlarda, “akıldane “ derdí . O, akıldane kız çocuğuna buyüdükçe öğretmenleri de destek verdi. Okul yıllarında katıldığım kompozisyon yarışmaları ile bu perçinlendi. İlk yarışma ödülüm Peyami Safa’nın “Atatürk” adlı eseridir.
Ne zaman bir roman yazma fikri ortaya çıktı? Evlenmeden önce düşünürdüm hep ama cesaret edemezdim, biraz da yaşın verdiği tecrübesizlik. Onsekiz yaşımda evlendikten sonra eşim bu istek ve yeteneğimi farkedip, hayata bakış açımı başka insanlarla paylaşmam noktasında bana destek verdi. Edebiyat tutkusu mu? Toplumsal konular mı ağır basıyor? İlk yıllar toplumsal konular ağır basıyordu. Malum, hızla değişime uğrayan Türkiye gündemi içinde herkesin, özellikle doksanlı yıllarda, bir sancısı vardı. Bu şekilde başladı, sonra sonra bu düşüncem edebiyatı da çoğaltarak yoğunlaşmam gerektiğini bana öğretti. İlk üç roman ve bir şiir kitabı olarak yayınlanan eserler yine benim tabirimle ‘ilk gençlik yıllarıma’ ait, daha çok gözlem ve yaşadıklarımdan oluşuyor, yani edebiyat ön planda dikkati çekmiyor ama yeralıyor tabi...Yirmili yaşlarımın başında zaten bu eserleri yazmayı tamamlamıstım. Kitaplara tekrar döneceğiz. En son Platform’da düzenli yazılarınızı okuyorduk. Hangi düzenli yayınlarda ne tür yazılarınız yayınlandı? Hangi konuları işliyorsunuz? Bu kış dönemi Platform dergisindeki yazılarıma ara vermek zorunda kaldım. İş hayatım sebebi ile. Daha öncesinde 2007 sezonunda düzenli yazdım. Yazılarımın içeriğinde daha çok gurbet insanının manevi değerlerini, bunun içine; kimliksel, dinsel ve toplumsal duygularını katarak köşeme taşıyorum. Zaman zaman Hollanda ve Türkiye gündemine ve dünyadaki toplumsal ses getirmiş, siyasi ve dinsel olaylara ait yorumlar içeren yazılarım oluyor. (Bazen de çiçek, böcek, aşk derken felsefe de yapmıyor değilim!.. “Doğuş ” gazetesinde 2001 -2002 yilları içinde aynı köşe (journal) adı altında yazdım. Bundan sonra, “Platform” dergisi için yazmaya devam edeceğim. (yazarlığın dışında) nelerle meşgulsunuz? Katıldığınız çalışmalar/organizasyonlar var mı? Hollanda’da maalesef herhangi bir organizasyon içinde bulunmadım. Vatandaşlık sorunları, kızımın burada dünyaya gelişi ve son iki senedir eşimle birlikte ticaretle de meşgul olmamız bunu engelledi. İstanbul’da daha çok dinleyici olarak katıldığım paneller ve kadınlara yönelik semt bazında grup çalışmalarımız oldu. Yine İstanbul’da Sultanbeyli semtinde Milli Gençlik Vakfı için gençlik birim başkanlığı yaptım.
22
Tekrar kitaplara dönersek. 1996’da ilk romanınız ‘Bir Deli Rüzgardı’ çıkıyor daha sonra 2001’de Meridyen Mahkumları. Bu yıl iki kitabınız birden yayımlandı; ‘Kutsal Sevda’ isimli romanınız ve ‘Şairin Gölgesi Yoktur’ isimli şiir kitabınız. Kitaplarınız nasıl karşılandı ne tür tepkiler aldınız? Olumlu tepkiler aldığımı söyleyebilirim. ‘Bir Deli Rüzgardı’ bu yıl 2008-5.basımını gerçekleştirdi. Kitap ve edebiyat sunumlu internet sitelerinde okuduğum yorumlar beğeni ifade ediyor. Zaman içinde, yayınevime gelen sipariş ve beğeni telefonları oluyor. Van ve Diyarbakır şehirlerimizin de içinde bulunduğu illerdeki gençlerden gelen olumlu telefonlar oldu. Bu, Meridyen Mahkumları ve son iki kitap içinde geçerli. Bu memnuniyet verici.
Örnek aldığınız yazar ve tarzlar var mı? Bu soruya kitap özgeçmişime ait özetle cevap vermek istiyorum. Çocukluğum; 1001 gece masalları ile başladı. Kemalettin Tuğcu’nun duygu selinden geçti. Ömer Seyfettin’in ibretli yaşamına tutunarak Peyami Safa’nın derin mantık söylem ve hikayelerinde coştu..Gençliğim; Dostoyovski’nin duvar kağıdındaki deseni dahi nasıl eşşiz tasvir etmesini düşünerek başladı. yirmi yaşıma gelene değin üç kez ‘Suç ve Ceza’ sını okudum. Kafka nın ‘Sevgili Milena’sında görmediğim ‘Prag’ şehrini gördüm. Viktor Hugo’nun ‘Sefiller’ romanında acısını hissettim. Ahmet Günbay Yıldız’ın ‘Çiçekler Susayınca’ adlı romanında başlayıp, diğer romanlarında az soluklandım. Erdem Beyazıt, Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Can Yücel... daha birçok yazar ve şair düşünce dünyama konuk oldu. Genel olarak, roman ve şiir kitaplarının haricinde ara sıra felsefe ve insan pskolojisi üzerine ve hatta şehirler ve mimari üzerine kitaplar okudum. Birçok tasavvuf kitabı okudum... Her bir kitap bilirsiniz ki insan ruhunda izler bırakır, özetini geçebildiğim kitap geçmişimden bugün adına söylemeliyim ki çok vefa gördüm! Şimdi aklıma gelmeyenler de dahil örnek aldığım yazarlar ve tarzları muhakkak olmuştur. Örneğin, ‘Merİdyen Mahkumları’ adlı romanımda yeni bir deneme yaptım. Kadın yazar olarak bir erkeğin bakış açısı ile serüveni değerlendirdim. Bu da edebiyat açısından oldukça zor olan birşeydir. Siz artık ikinci kuşak göçmen yazarlardan sayılırsınız. Hollanda’ya geldiğinizde burada neredeyse 35 yıllık göç tarihi olan bir Türk toplumuyla karşılaştınız. İlk izlenimleriniz nelerdi? Sizi yanıltan yada şaşırtan önyargılarınız oldu mu? (Genel anlamda, yani hem Hollandalılar hem de Türkler için geçerli) Evet gerçekten hassas bir soru, düşündürdükleri yönünden hassas. İlk seneler maddi ve manevi gerçekten tabir yerinde olursa dibe vurmuş dönemler yaşadık. Eşim ve ben, maneviden kastım tabiiki sıla özlemidir. Durum böyle olunca, Avrupa da yaşayan gurbetçilerimizin hakkında yaşam tarzlarına göre çokta olumlu düşündüğümü söyleyemem. Kopuk aileler; genel kültürden uzak kalmış ebeveynler; materyal kıskacında yarışan insanlar v.s... Ama sonradan anladım ki onların geldiği seneler ve bizim gelip buraya yerleştiğimiz sene, zaman açısından aynı ortak paydaları taşımıyor ve yanıldığımı anladım. Ben kentliyim bunu değerlendirebilmeniz açısından söylüyorum. Benim ilk İstanbul sınırlarından çıkmam Hollanda’nın Roterdam şehrine oldu. Burada tanıdım insanımızın yöresel zenginliğini de hayatı yaşama biçimini de. Kuşak farklılıkları açısından ayrıca yorumlanabilir... Avrupalıyı çok yadırgamadım, düşündüğüm gibi buldum. Yurt dışında bir yaşam kurma isteğim hiçbir zaman olmamıştı. Hayat şartları bunu oluşturdu. Toplumlarası kutuplaşmanın arttığı, Müslümanlara ve İslamiyete karşı önyargıların çoğaldığı batı dünyasında az da olsa diğer kültürlerle el uzatan çalışmalar da oluyor. Her yıl düzenlenen Winternachten edebiyat festivalinin açılış konuşmasını yapmak üzere davet edilen Elif Şafak, yazarın kültürler arasında mekik dokuyan bir aracıya benzetmişti. Siz buna katılıyor musunuz? Yazarın nasıl bir toplumlar arası yapıştırıcı bir rolü olabilir? Sizde kendinizde böyle bir misyonu hissediyor musunuz? ‘Elif Şafak’ adı ,kadın yazarlar içinde önemli bir yerde,Elif Hanım ın konuşmasının özetini bir haber portalından okudum. Konuşmanın temasında verdiği mesajında; Batı ülkelerinde İslam'ın, son dönemlerde sürekli terörle algılanmaya çalışıldığını, oysa Mevlana'yı yaratan ortamların da İslam kültürüyle oluştuğuna dikkati çekiyor.
23
Dinlerin savaşı diye birşey yok aslına bakarsanız. Dinsizlerin din sahiplerine açmış olduğu bir savaş söz konusu, siyasi hırslar ve iktidar kavgaları sadece masum halkın en didilmeye müsait duygularından istifade ediyor... Kendi ülkemizin medyasında dahi bu emel bir açıdan göze batarken dünya çapında düşünülen, maddesel yapılanma çıkarları içinde yapılanlar çokta sırıtmıyor. Üzücü olan bu entrikaların daha çok fütursuz bir şekilde islam dünyası için tasarlanıyor olması. Yüzyıllarca halklar yaşamlarını saygı sınırları içinde yaşayarak geçirmiş. En yakın örnek bu açıdan Osmanlıdır. Özetlemem gerekirse;yazar düşüncelerini paylaşan insan, elbette bu ve benzeri toplumsal olaylara çözüm üretebilmek açısından bakar. Elinde bulunan materyaller ve edindiği donanımı kullanmak ister bunu yeri gelir kalemşörlüğü ile yeri gelir fiilen gerçekleştirebilir. Türkiye sadece toprakları üzerinde yaşayanları açısından dahi farklı kültürleri barındırıyor. Alevisi, Sünnisi, Ermeni ve Hristiyanı, Kürdü ve azınlık olan bir çok grubu daha... Yazar kişi, her insanı sadece dinsel kimliği ile değil duygusunu, sorunlarını da sayfasına taşıyabiliyorsa, kültürler arasında köprü kuruyordur. Bu düşünceyi dünya geneline de yaymak mümkün. Her insan da bu misyonla hareket etmelidir. Üzerinde çalıştığınız kitap projeleriniz var mı? Şimdilerde iki kitap üzerinde çalismalarIm sürüyor: Yaşama dair öykülerin yeraldığı Kadın merkezli bir kitap ve çocuklarla alakalı bir çalışmam var. Detaylarına şimdilik girmek istemiyorum. Teşekkür ediyorum. Bitirmeden eklemek istediğiniz bir konu var mı? Röportajınız için teşekkür ediyorum.
24
ŞİİR ODASI
Şeyda Koç
Can Sever
Can Havli
Ses verdi renkler gecenin mabedinde İhanete boyanmış bir çift sözün Kurşun oldu yarası parmak üstünde Acıttı canını ! pembe tırnağını! İhanete uçan saçlarının Her teli bir mabed oldu Kuru sıkı günlere mahkum şimdi hayatlar Yaş tüfeklerin avcısı yoktu İhanete boyanmış bir çift gözün Yaşı yoktu kuru mermide Amma! gerisi vardı can havlinde İhanete duran saçlarının günahıda Şuçuda sende..
Gülbahar
Neylersinki tendeki can maksudi figan imiş Gönlümün gülfiganı bertaraf edilmiş Dağılmış didarı meftunu olmuş hayran Serkeş bir tufanda acem gülbahar imiş Serdar oldu girdi gülistana Karardı cananı bilfiil gamda Tanda patlayan bahar çiçekli yolda Bir garip buseyi esirgeyen yar imiş …1997
ritüel
hoşuma gidiyordu gülüşün ve hoşum, gülüşünden başka kimsenin uğramadığı bir yerdi her güldüğünde rakım: soğuk nüfus sıkkın yazan tabelanın yanından geçip il sınırını çoktan aşıyordu otuz iki dişin ve bu sınır ihlali yaşam destek ünitesi bir ritüeldi benim için..
-yolculuk gece(si)nin yansımasıgülüşüne takıldı hevesin ipliği... başkasına güldükçe sen çözülüyor ilmik ilmik ve mahrem yerleri görünüyor ruhun utandım içim kapanıyor saklambacında... dişlerine sarıldı hayaletin bedeni... başkasına konuştukça sen yaşam terk ediyor hücre hücre ve kanayan yaraları görünüyor kalbin ağladım başım dönüyor tobacında...
25
Ezgi Gürçay Yanılgı
Başından bilinse olur muydu adı yanılgının yanılgı Kısa vadelerle soluyorum, koşuyorum yada koşturuluyorum Özengilerimde ağırlık yapan çamurlu ayaklar oysa Nedense bu ivedilik Ve nereye yetişmek içinse bu çarklar Korselerini takıp kalın gövdelerine Olmadıkları birine benziyorlar aynalarda. Peşinen bilinse olur muydu adı yanılgının yanılgı Emeklerken ellerim kesildi yerden Altımdan çekildi halı Sizin sakin başlarınızsa yek pare saatlere ayarlı Ayaklarınız sustalı, zamanı bıçaklamış Hayat ölmüş ama bakın siz dışarıdasınız.
Cesaret feveran olmasaydı olur muydu adı yanılgının yanılgı Birden çok yanılgı taşıyorum oysa… Siğil olmuşlar gövdemde, siyahi sırıtıyorlar İplerinizi deva diye bağlayışınız var, ardım sıra çekiyorsunuz Suni teneffüs saatleri ilerliyor Ellerim ki acemi iki, bir yanda yaralar akmakta hâlâ. Gençliğimin hediyesi Başlangıcı duyarsız Ortası endişe Sonu uçurum kenarı Alkol basılmış yara yani Bedenli ama yokluklu bir ibadet sanki Şaşkınlığın bereketi Uyuşukluğun son hali Yanılgı Peşinen bilinseydi kalır mıydı böyle adı.
Evladiyelik bir ruhum var Sabır tespihi çekmek kolay değil Kin değil adı, dargınım bir sebeple Ve yaşam iz bırakıyor Parmakların bile ad sahiplendiği bir memlekette.
İbrahim Eroğlu
UFKUNDA CEYLANLARI KOVALANMIŞ KIRLARIN TEDİRGİNLİĞİ(*) a) Hırçın sularıma eşlik eden martılar da gidince, ‘Yağmalanan bir limana demirledim’ yüreğimi. Sığınacağım bir esmerliğim bile yok artık; Yeni sözcükler aramalıyım iletsin diye yeminimi. b) Çocuk bahçeleri de terk edince düşlerimi; Çok özledim, gündüzleri güneşi betimleyin. Ozanların tabutlarına serdim ateşlerden derlediğim gülleri. Bari bu görüntüleri milada saklayın.
c) Hüzünlerime de pike yapınca kara kuşlar, Kuş olup kanat bıraktım bir siftah bile edemeden bahara. Bir kara yılan gibi ‘s’ ler çizerek ırayan dumanlarda; Geri getirin hançer biçiminde beliren Ay’ı; Yoksun kaldım yurdumun akşamlarından! ç) ‘Ülkesiz bir bayrak gibi’ çırpınınca umutlarım, Yarıya indirilen anlamı oldum barışın. Dalını kıran bir ağaç, ağacını kıran bir orman oldum. Soludum havasını ceylanları kovalanmış kırların. d) Ad/alet rumuzlu Lahey’e özetleyince çığlığımı; Rehin bıraktım gözlerimi, bakılan bütün aynalara. Türkiye kadar bir hüzünle Döndüm baharını ihmal eden bir yeşile, yeşilini ihmal eden bir bahara. e) Hızır Paşalar, Hazır Maşalar kılığında kırınca sazlarımı; Eylülden de beter bir ayda, geleceğime salladılar ters çevrilmiş bir ‘p’ biçimiyle urganı. Unutma yurdum; ufkunda ceylanları kovalanmış kırların tedirginliğinde kundaklandığımı; Unutma, Yağlı Sakallara Gömülü Suratlar Cumhuriyeti’nin çektirdiği bu aile fotoğrafını!
26
elbisenin içinde unutulan bedenin zaman dilimi
Ali Şerik
DUYGUNUN YEŞİLLİĞİ Kuşların ve çiçeklerin adlarını unutur kiremitler kesik bacağı taşıyan bir vücut gibi büyüyor kent hasta kalbim, dolaşmak istiyor eylülün ortasında bozkırda savrulan kuru bir kenger Betona, kirece, asfalta hapis edilir duygunun yeşilliği kurtulmak sanki mümkün değil bu gelişen cilt yarasından Emekleyen dünyaya, düşüp kalkan sevgiye kına yakar kalorifer peteği, sakızını yapıştırır sandalyenin altına Zehirler her akşam vakti göze damlayan zamanaşımını çanaklar Kapının zili takılır misafiri gelmeyen ayak izine
Cep telefonuyla ziyaret edilir hastanın ziyaretçi bekleyen acısı Adları ayıklanmıyor patikaların, vazgeçilir koşmaktan uzaklaşır sohbet, kuru bir gül misali asılır güneşin altına Her sabah unutulmak üzere olan yaşanmamış gün canına kıyar çocuğun eteğinde Galeride sallanır kuşların gri kanatlarının altında telsizler kuş gribinin ateş ve ter nöbetleri Yasemin kırmızı rengini yitirir öfkenin karamsarlığında dökülür ilham sinek pisliğine Çoğalır kuşanmışlık, tespih ipini koparır kardeşliğin unutmak için pasajda gelgitler Kilidi çevrilmiş kapı, usulca kapanır soyunan yangının yüzüne Hayvanat bahçesindeki hayvanları sal kentin içinde balta girmemiş insan ormanı, yapraksız yağdı kar ezikliklerinden kaçsınlar diye oyunlara, maça kızından önce
Günlerdir yürüyorum hiçbir yere varmamak için uçuruma yuvarlanan bir yolcu aracın sürücüsüyüm sanki terler içinde bakılır damardan damlayan gökkuşağına Bozkır yangının ilk kıvılcımı düşmüş arkadaşlığın külleşen duygusundaki pamuklara Sere serpe hiçbir sırdaş yok, olmaz da zaten yırtıldı karneler yayı kırık bir tabakadan içilir günün durakları artık kendisine çiçektozunu topluyor açılmayan evrak Yakılacak hesap var ihbarın havuzunda, duvak duvak tutuşturmak
Sitem dağdan yuvarlanan koca kaya, aşındırıyor kemikleri Ayak parmakları kesik bir köle olduğumu düşünmeye çalış, çatala ve bıçağa dokunmayan emeğinden, böbreğinden, cinsellik için vücudundan başka pazarlayacak hiçbir şeyi olmayan Emeğin rengi unutulmuş, kokusu da, tadı da içindeki işçiliğin tasası da, öfkesi de, leş kokuyordu toplu sözleşme Göle yüzme bilmeyen biri gibi atıyorum kendimi yatağın üstüne, bitkin, kinsiz, izlerden uzak Boğulma diye bir irkilme, yorganın altında nefes almak için çırpınma avucumun içinde pelte gibi gökyüzü Vücudunu sıtmaya bırakan, katılaşan, yoğunlaşan susma cinayeti geri döner kesmek için düğün arabasının yolunu kesen bel bağını Gün hasret kuşların kente yapacağı saldırıya Bir daha bulanmadı atlıkarıncada yitirilen mutluluk
Cansu Aksu Esrik Ben
yükümlülüğü sınırsız ; göz göze olduğu iyi bir sahneden fırlamış zamanın da bir eksikliği var ; bir bakışlık uçurumu alevlendiren: sen . be- n- dendeki sen . oysaki seninle sınırlı olmak var. bu benimkisi boşa zaman eklemek. dudaklarında esrimek , düş kırıklığında arınmak kendimden: sende bulunmak. dedim ya esrik salt eksiklik esriklik. özü bu dem.
27
SİNEODA
Can Çelebi NETEKİM
tamlamayı ben a-moral bulmayarak olduğu gibi kullanacağım.
“O…….. ÇOCUKLARI”
Çünkü ben küfürlerin de, ayıp denen kelimelerin de bir dilin zenginliği olduğuna inananlardanım. İsterseniz herzamanki gibi ilk önce, filmi ilginç kılan ve gerçek bir hikayeye dayandığı söylenen konusuna kısaca değinelim: 1980 askeri darbesinden bir yıl sonra, ülke askeri yönetimin baskıcı kontrolü altındayken işkencede kardeşini kaybetmiş, kocası da hala siyasi görüşlerinden dolayı tutuklu bulunan genç bir kadın İtalyaya iltica etmeden önce küçük kızını tek ve en yakın dostu olan lumpen Saffetin aracılığıyla, emanet anne Mehtabın ( Demet Akbağ ) evine bırakmak zorunda kalir. Kendisi de yıllarca fuhuş sektöründe hizmet vermiş olan Mehtap Anne artık emekli olmuş ve kendisine yeni bir iş olarak, çevrede yaşayan kader arkadaşlarının çocuklarına bakıcılık yapmayı seçmiş; hani tabiri yerindeyse feleğin çemberinden defaaten geçmiş, buna rağmen çevresi tarafından sevilip sayılan bir kadındır. İtalyadan, iste bu küçük çocuğu alıp annesinin yanına götürme misyonuyla İstanbula, Mehtap Annenin evine gelen, yarı Türk yarı İtalyan (?) Donatella (Özgü Namal) filmin aksiyonunu ateşler.
Yapım : 2008, Türkiye Tür : Dram / Komedi
Yönetmen : Murat Saraçoğlu
Senaryo : Sırrı Şüreyya Önder
Oyuncular : Altan Erkekli, Özgü Namal, Şevket
Çoruh, Demet Akbağ, Mahir İpek, İpek Tuzcuoğlu, Sarp Apak, Gökhan Atalay, Sezin Akbaşoğulları Yapımcı : Selay Tözkoparan Oğuz
Görüntü Yönetmeni : Cengiz Uzun Müzik : Kıraç
Süre : 2 saat, 00 dk. Daha ilk duyduğumuz, ismini afişlerde ilk okuduğumuz andan itibaren , bizi ister istemez ironik, küçük bir gülümseme eşliğinde meraklandıran “Orospu Çocukları” kuşkusuz bu yılın en ilginç Türk filmlerinden biri. Oda Sanat’ta eleştiriye yorum yapıyorum mantığıyla işi hakaret boyutlarına vardıranlara yeni malzeme sağlayabilir olmasına rağmen; bildik bir küfür olan bu
“Çocuk psikolojisi, eğitim, töre, annelik duygusu ve kadın erkek ilişkileri, toplumsal değer yargıları ve baskı ortamının sorgulandığı” bu filmde beni en çok etkileyen şey filmin tümüne yayılmış olan, her an varlığını, ağırlığını, ezici, huzursuz edici, kahredici gücünü hissettiğiniz 12 Eylül döneminin iç karartmadan – kara mizah anlayısıyla gözüne gözüne sokmadan, slogan atmadan beyaz perdeye taşınmış olması ve Cem Uzun’un vizörunden Balat semtinin muhteşem görüntüleri oldu. O dönemi bizzat yaşamış olanların bu filmi gülmek ve ağlamak arasında kalarak daha başka bir bakış açısıyla izleyeceklerine eminim. Evet filmde 12 Eylül var bunun yanında annesinden ayrılmak zorunda kalan küçük bir çocuk ve ona sahip çıkan bir orospu emeklisi var. Bunun yanında televizyonda izlediği Dallas dizisinden çok etkilenerek kızına Sue Ellen ismini vermiş, törelerden kaçmış Hatice ( İpek Tuzcuoğlu) var. Hatice'nin ölüm fermanını yerine getirmesi gereken, yeni yetme oğlu var. Saffet var. Apoletli, postallı devletin kendi vatandaşının çocuğuna bakma, ona sahip çıkma acizliğine karşın, o çocuğa gözleriymiş gibi bakıp kollayan Balat'ı mesken tutmuş her biri kendi başına ayrı bir öykü olan orospular ve onların boy boy, kızlı erkekli çocukları var.
28
Size uzun uzun anlatıp belki de izlemek isteyeceğiniz bir filmin sizde yaratacağı ilüzyonu kaybetmenize neden olmak istemiyorum ama sunu söyleyebilirimki Orospu Çocukları filminde yakın tarihimize ve kültürümüze ait önemi tartışılmaz bir çok şey var ve ustaca, espirili bir dille her öğe ince ince işlenip, iç içe harmanlanmış. Belli ki senaryoyu kaleme alan (1962 – Adıyaman doğumlu) Sırrı Süreyya Önder’in bu döneme ait sözü bitmemiş ve bitmeyecek de. Bir kaç yıl önce zevkle izlediğimiz senaryosunu kendisinin yazdığı ve Muharrem Gülmez ile birlikte yönettiği “Beynelminel” yine aynı dönemi naif bir dille sinemaya taşımıştı. Bizi anadoluda küçük bir kasabaya götürmüş, o kasabanın yerli halkının 12 Eylül yönetimine ayak uydurmaya çalışırken düştüğü traji- komik olayları gözler önüne sermişti. Sıkıcı olmayan, izleyeni sımsıcak kavrayıp ısıtan, bazen ağlatıp çokça güldüren, abartıya kaçmadan yüreğini burkan politik bir film yapmak öyle çok kolay birşey olmasa gerek. Ve bu bağlamda Önder’in “Beynelminelle” topladığı ödülleri ve üzerinde yoğunlaşan ilgiyi hakkettiği kesin. O – dozunu iyi ayarlayıp - yazdığı senaryolarla , çektiği filmle, bir kara mizah ustası olduğunu Türkiye'ye kanıtladı. Görsel sanatta bazı toplumsal olayları, yaşanan çarpıklıkları ve haksızlıkları seyirciye iletmede izlenecek dramatik anlatım biçimi için alternatif yollar oldukça çok olmasına rağmen, sanırım her kültürün sevip benimsediği bir de türü var. Bu bazda Türk halkı her ne kadar açılı bir toplum gibi görünse de, acılarına parmak basılması gerektiğinde kara mizahı hep tercih etti. Masallarımızda, köyseyirlik oyunlarımızda, Şinası’nin, Aziz Nesin’in , Muzaffer İzgü’nun, oyun, roman ve hikayelerinde hep bu turun izlerini sürdük. Biz Hep Gülmek İstedik Ağlanacak Hallerimize. “Balat sana söylüyorum Marmaris sen anla” dedik. Orospu Çocuklarında bu kez, Önder'in yanında, yönetmen koltuğunda, televizyon dizilerinden tanıdığımız ve tarihi filmi “120” ile adından bir kez daha övgüyle söz ettiren genç yoenetmen Murat Saraçoğlu var. Şüphesiz Önder'in yaratıcı, usta kalemi olmasaydı Saraçoğlu'nun işi oldukça zor olacaktı. Senaryo iyi olunca filminde iyi olacağını düşünüyor insan. Ama inanın iyi bir senaryodan çok kötü bir film
yapılabiliyor. Hikaye, senaryo son derece iyi olmasına rağmen bu filmde yönetmen tempoyu filmin sonuna kadar taşıyamıyor. Bir ara Demet Akbağın usta oyunculuğu olmasaydı ne olurdu diye sormadan edemiyor insan. Kimi eleştirmenlere göre film bir fecaat, kadro BKM tiyatrosu gibi, klostrofobik bir film, vs vs. kimilerine göreyse mükemmel. Bana soracak olursanız çokta kötü bir film değil. Ben filmdeki tüm hataları yönetmenin gençliğine ve tecrübe eksikliğine verirken – çünkü bu film onun ilk tek başına yaptığı sinema filmi ve gereğinden fazla senaryoya sadık kalmış, bire bir senaryoyu çekmiş oysa daha da önce söylediğimiz gibi sinema yönetmenin sanatıdır -, filmin atmosfer yaratmadaki başarısını da yine aynı yönetmenin gençliğinden kaynaklanan coşkusuna veriyorum. Oyunculara gelince. Demet Akbağın oynadığı Mehtap rolü ilk olarak Hülya Avşar’a önerilmiş ama Avşar kızı anacığının böyle bir filmde oynamaması yönündeki tavsiyesine uymuş ve rolü kabul etmemis. İyi ki de annesinin sözüne uymuş, çokta iyi olmuş. Çünkü Demet Akbağ bu filmde gerçekten muhteşem. Filmin direği dense yeri var. Daha önceleri kendisine karşı hep temkinli yaklaşmıştım. Çünkü Demet Akbağ'ın oyunculuk olarak “Neredesin Firuze” den, 'Organize İşler'e kadar bir çok persformansında, hep bir minval oynadığını, gerek mimikleri gerekse diğer vücut hareketleriyle kendisini fazlasıyla tekrarladığını düşünüyordum. Fakat bu film de bana bambaşka geldi. Evlenip kocasıyla beraber evinde oturup dizi filmler seyretme özlemi çeken bir orospu emeklisi nasıl olursa, işte tam öyle bir kişiliğe bürünmüş. Özgü Namal bana kalırsa tam anlamıyla bir Çakma İtalyan olup çıkmış. Hiç inandırıcı bulmadım. “Yarı Türk yarı İtalyan ama” deseler bile yok olmamıs. Bir kere, daha İtalyan aksanlı Türkçesi oturmamış, sık sık rahatsız edici kaymalar var. Yani şöyle ah! işte CUK oturmuş diyemiyorsunuz.
Ona rağmen İpek Tuzcuoğlu, Hatice rolüne işte tam CUK diye oturmuş. Hatta uzun mu uzunsıkıcı olabilme riski de taşıyan - bir tiradı var ki izlemeye değer. Tuzcuoğlu yakın planlarda kirpikleriyle oynayacak kadar üstün bir oyunculuk sergiliyor. Aynı okuldan, aynı bölümden mezun olduğum arkadaşımla gurur duydum. Avrupa yakasının çaycısı Plaj filminin ağda kurbanı, komik genci Sarp Apak, bıçkın delikanlı Saffet'te
29
de başarılı olmuş. Müzikler bir filmde ne kadar önemlidir? İçinde tek bir nota müzik duyulmayan başarı filmler seyretmiş birisi olarak müziğin bir filme çok şey kattığınıromantizm, gerilim, heyecan- söyleyebilirim. Kıraç’ın müzikleri bana; çok kolaya kaçılmış, çağrışımlara yenik, aşırı gürültülü, dizilere/reklamlara yaptığı cinsten ticari kaygılar taşıyan müziklerden pek farklı değilmiş gibi geldi. Döneme ait hiç bir ciddi araştırma yapılmamış.1981 yılını anlatan bir filmde 1982 yılında piyasaya çıkmış olan Felicita adlı şarkının kullanılması bu söylediklerimi destekliyor sanırım. Filmin adı hep spekülasyonlara neden olmuş, örneğin sırf adından dolayı muhafazakar kesim gitmemiş bu filme. Belki de bunun nedeni eşe dosta; - Dün sinemaya gittik . - Aaaa! Hangi filmi seyrettiniz. - Orospu Çocukları’na demeyi kendilerine yakıştıramadıkları içindir. Bense filmin adını çok anlamlı buldum. Başka bir isimle çekilemez miydi diye kendime sorma gereği bile duymadım. Bu isimde bence inceliğe gerek duymayan, adresi belli bir gönderme var NETEKİM.
30
Kitap Biti
KİTAPLIK
Fuat Sezgin
''Batı uygarlığı, İslam medeniyetinin çocuğudur'' İlimler tarihi konusunda dünyanın sayılı isimlerinden Prof. Dr. Fuat Sezgin Almanya'da görev yapıyor. Modern dünyanın temelini İslam alimlerinin attığını söyleyen Sezgin’in kitapları İslamda Bilim ve Teknik adıyla 5 cilt olarak Türkçemize kazandırıldı. Biraz yazarı ve düşüncelerini tanıyalım.
Almanya"daki Türk profesör Fuat Sezgin dünyanın en ünlü ilimler tarihi uzmanlarından. Hatta onun kitaplarını okuyan ABD"nin Colombia Üniversitesi"ndeki bir Arabist profesör, ülkesinde alanının bir numaralı ismi kabul ediliyor. Sezgin, halen Goethe Üniversitesi Arap-İslam Bilimleri Enstitüsü Direktörü. Dünyada bu alandaki en önemli kaynak eser olan ve 12 cilde ulaşan İslam İlimleri Tarihi adlı kitabı Türkçe"ye çevrilmediği için ülkemizde bilinmiyor. Sezgin, "Ben 60 yılımı verdim. Ama milletler için zaman bir insanın ömründen ibaret değil" dediği araştırmalarının neticesini, "Bugünkü Avrupa medeniyeti, İslam medeniyetinin muayyen şartlar içerisinde, muayyen bir devirden sonra, başka iktisadi ve jeopolitik şartlar altında ortaya çıkan devamından ibarettir. Ben Avrupa medeniyetini, bazı adetleri bir tarafa bırakılırsa yabancı bulmuyorum. Avrupa medeniyeti İslam medeniyetinin bir çocuğu. Bu çocuğu düşman bulmamak, onu sevmek, o çocuğun geliştirdiği bazı şeyleri görmek, müspetse almak ve onlara dayanarak yeni hamleler yapmak lazım" şeklinde açıklıyor.
Prof. Fuat Sezgin, 1942 senesinde İstanbul Üniversitesi"nde Arap filolojisi eğitimi almaya başladığında dünyanın gelmiş geçmiş en büyük oryantalisti kabul edilen Alman Hellmut Ritter"in öğrencisi olmuş. Hocasından Müslümanlarda da büyük matematikçiler olduğunu ve Avrupa"nın en büyük alimleri seviyesinde bilimadamı olduklarını işitip, isimlerini de duyunca çok şaşırmış: "Dehşete düştüm.
Çünkü ilkokulda, lisede öğrendiğimiz şeyler tamamıyla buna aykırıydı. Modern dünyanın gelişimine İslam dünyasının katkısını sıfır diye biliyorduk. Ritter"in sözleri İslam ilimleri tarihini öğrenmem için kırbaç rolü oynadı. Bütün dünyayı terk ederek gece gündüz bunun için çalıştım."
1942"de Almanlar Bulgaristan"ı işgal edince Türkiye"yi de istila edecekleri korkusuyla nisan ayında okullar, üniversiteler tatile girmiş. Ritter"den "Arapça öğren" uyarısını alan Sezgin bu durumu fırsat bilip 6 ay eve kapanmış ve günde 17 saat çalışarak babasından kalan 30 ciltlik Taberi Tefsiri"ni okumuş. Başlangıçta anlamayıp Kur"an tercümeleriyle karşılaştırsa da 6. ayın sonunda Arapça"yı Türkçe gibi okur ve anlar hale gelir. Çalışmaya sadece yakındaki camide ezan okununca mola vermekteymiş. Kendisi de 33 dil bilen Ritter"den diğer profesörlerin önünde "Hayatımda bir dili bu kadar hızlı ilerleten kişi görmedim" övgüsünü almış. Bugün Süryanice, Arapça, Farsça, Latince ve İbranice gibi araştırdığı bilim dalındaki eserlerin orijinallerini okuyabilen Sezgin övünmek olur diye bu konudan söz etmese de yakınları onun 27 dili çok iyi bildiğini söylüyor. Sezgin"in anlattıklarına göre dünya bilimler tarihi yeniden yazılmalı. Çünkü yanlış yazılmış. Avrupalılar; Sicilya ve Endülüs"te tercüme edilen İslam bilginlerinin eserlerini kaynak göstermeden intihal etmişler. Bu yüzden bugün Batı uygarlık ve biliminin temeli aradaki İslam bilimi atlanarak ondan önceki yüksek medeniyet olan Yunanlılara izafe ediliyor. Halbuki Yunanlılar ile Avrupa bilimi arasındaki dönemde bilimde diğer medeniyetlerle kıyaslandığında en hızlı şekilde bilimsel ilerleme dönemi mevcut ve bu İslam dünyasına ait. Müslümanlar dünya sahnesine çıktıkları ilk on yıldan itibaren diğer medeniyetlerde görülmedik bir hızla bilimsel gelişmelere katkıda bulundu. Bugün bilinenin aksine çoğu modern bilimin kuruluşu bundan yüz, iki yüzyıl öncesine değil, 9 ile 16. yüzyıllarda yaşamış İslam bilginlerine dayanıyor. Portekizlilere mal edilen modern denizcilik bilimi için Sezgin, "Yüzde yüz İslam bilginlerine ait. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Modern denizcilik İslam dünyasının bir malı. İslam dünyasının bir başarısı" diyor ve şunları anlatıyor: "Pusulayı iptidai bir cisim olarak Çinlilerden öğrenip aldılar. Denizcilik biliminin iki temel prensibi vardır: Biri engin denizde büyük mesafeleri ölçebilmek. İkincisi bulunduğunuz noktayı tespit edebilmek. Bu ikisi Avrupa"da ancak 20. yüzyılın ilk yarısında mümkün olabildi. Müslümanlar 15. yüzyılda denizcilik ilminin bu iki temelini kurmuşlardı. Afrika ile Sumatra arasındaki mesafeyi 20 ila 30 kilometre bir hata ile ölçebilmişlerdi. Bunun da
31
ötesinde çok mühim olan bu ölçüler sayesinde Müslümanlar enlem boylam derecelerini gösteren ve bunlara dayanan dünyanın ilk haritalarını çizdiler. Bugün küçük tashihler dışında bu ölçüm ve haritaların doğru olduğunu görüyoruz. Onlar kuzey ve doğu ölçümlerini, kuzey ve güney ölçümlerini ve en zoru da ekvatora paralel ölçüleri yapabiliyorlardı. Avrupalılar Müslümanlardan ilk iki ölçümü öğrendi. Ancak trigonometri bilgileri yeterli olmadığı için ekvatora paralel ölçümlerin nasıl yapıldığını bir türlü anlayamadılar. Portekizliler esasında hiçbir şeyi keşfetmediler. İslam haritaları 15. asrın başlarında onlara ulaşmıştı. Bunu kendi tarih kitaplarından çıkarıyoruz. Hint Okyanusu kıyılarında çok miktarda altın, halı ve baharat olduğunu biliyorlardı. Baharat etlerin kokmamasını sağladığından Avrupa için mühimdi. Hint Okyanusu"na denizden ulaşmaya çalışıyorlardı. Ama Portekizlilerden evvel bu yol Müslümanlar tarafından kullanılıyordu. Portekizlilerin modern denizcilik biliminin kurucusu olduğu bilgisinin yanlışlığını ispat ettim. Onu İslam İlimleri Tarihi"nin 11. cildinde bulabilirsiniz. Müslümanlar Afrika"nın güneyindeki yolu kullanarak 9. yüzyılda Çin ile ticaret yapıyorlardı. Hint Okyanusu 15. asırda Müslümanların elinde bir İslam gölü gibiydi. Hindistan ve Java, Müslümanların elindeydi. Ummanlı denizciler İbn-i Macit ve Süleyman el Mehri 15. asrın matematikten astronomiye her ilmi bilen filozof iki denizcisiydi." 147"lerden biri olarak üniversiteden atıldı
Fuat Sezgin, İstanbul Üniversitesi Arap Edebiyatı bölümünde öğretim üyesi olmasına karşın İslam ilimlerinin tarihini yazmayı kafasına koymuştu. Kitabıyla ilgili malzemeleri topluyordu. Ancak 1960"ta 27 Mayıs askeri darbesinde 147"likler listesine girerek üniversiteden atıldı. Sezgin o günü şöyle anlatıyor:
"Evimden çıktım. Baktım bir çocuk diyor ki; "Yazıyor yazıyor, 147 profesörün üniversiteden çıkarıldığını yazıyor". Gazeteyi aldım elime. Baktım benim de ismim var. Enstitü yerine Süleymaniye Kütüphanesi"ne gittim. O gün artık Türkiye"de yaşayamayacağıma inandım. Birkaç Amerikan ve Alman üniversitesine yazdım. İki ay sonra bana iki Amerikan üniversitesinden ve Frankfurt'tan davet geldi. Daha kitabın malzemelerini tamamlayamamıştım. Türkiye"den uzaklaşmayayım, sık sık Türkiye"ye gelmek zorunda kalırım diye Frankfurt"u tercih ettim."
Frankfurt"a gittiğinde Avrupalıların beynelmilel bir komite tarafından İslam ilimleri tarihiyle ilgili bir kitap yazma çabasıyla karşılaşmış. Buna karar
veren komite 1967 senesinde Sezgin"in ilk kitabı çıkınca kendini lağvetmiş. Sezgin ilk cildin hikayesi için şunları söylüyor: "Komitede bir Müslüman veya bir Türk bu kitabı yazamaz. Kitabı gülünç olur diye konuşmuşlar. 1967 yılında kitabımın ilk cildi çıktı. Ondan sonra bir toplantı daha yapmışlar. Ve artık "Bizim devam etmemize lüzum yok" diyerek komisyonu lağvettiler. Bana UNESCO yardımını da vermediler. Alman Araştırma Kurumu ilk cilt çıktıktan sonra gezilerimi finanse etti ve bana asistanlar verdi. O sırada Türkiye"de bulunan hocam Hellmut Ritter, "Böyle bir kitap ne daha önce yazıldı ne de bundan sonra bu mükemmellikte yazılabilir" diye bana yazdı. Ben de mesut ve hür olarak yoluma devam ettim. Bugün 12 cilde ulaşan kitabımın çıkışıyla hayatımda şu saadeti hissettim: İslam ilimleri araştırmalarının sınırı, dairesi çok genişledi. Orada birçok yeni problemi veriyorum ve kendime dair yeni şeyler var. Aynı zamanda kitapta mevcut oryantalistlerin bilgilerini de münakaşa ediyorum."
Prof. Dr. Fuat Sezgin, bugünkü Avrupa medeniyet ve biliminin bilinenin aksine Yunan medeniyeti olmayıp İslam medeniyeti olduğunu söylüyor: "16. yüzyılın sonlarında İslam bilim ve medeniyeti duraklama içine girmeseydi insanlık 20. asırda yakaladığı bilimsel seviyeye 2 yüzyıl önce ulaşırdı. İnsanlık nükleer enerjiyle de 200 yıl önce tanışırdı. Ama atomun daha erken icadı insanlık için iyi mi olurdu kötü mü olurdu bilemem." Frankfurt"taki enstitüsünde İslam bilginlerinin eserlerinden okuyarak yeniden yaptırdığı 800 icadı teşhir eden Sezgin"e göre bunlar kitaplarda yer alan icatların yüzde biri bile değil. Arap ülkeleri memleketlerini tanıtan bir açılışta bu 800 eseri sergilemek için Sezgin ile temasa geçti. Yine İslam ülkeleri dışişleri bakanları toplandığında Türk Dışişleri"nin davetlisi olarak İslam ilimleri tarihini anlatması için davet aldı. Bu ayın başında Almanya"da açılan bir Haçlı seferleri sergisinde, Sezgin"in müzesindeki, haçlı seferleri sırasında Batılıların Müslümanlardan öğrendikleri buluşlarla ilgili 60 eser sergilendi. Sergiye katılanlar, atalarının savaş için gittikleri Müslümanlardan buluşlarını alarak döndüklerini öğrenince çok şaşırmış. Sezgin de, sergiye katılan yüksek düzeydeki din adamlarını müzesine davet etmiş.
Fuat Sezgin, Avrupa Birliği"nin Türkiye"yi üyeliğe kabul etme ihtimalini zayıf buluyor. En son yazdığı 5 ciltlik İslam ilimleriyle ilgili kronolojik buluş indekslerinin de yer aldığı kitabı Alman cumhurbaşkanı, başbakan ve dışişleri bakanına göndermiş. Üçü de kitapların içeriğiyle ilgili övücü
32
sözler etmiş. Başbakan Schröder, "Bu iki kültür dünyasını birbirinden ayıran zümrelerin karşısında mücadele edebilmemiz için bize en büyük desteği verdiniz" diye cevap yazmış. Sezgin, "Avrupalılar medeniyetlerini ve bilimlerini İslam bilginlerine borçlu olduklarının farkında değil. Evvela İslam dünyasını bilmiyorlar. Biz tanıtamadık. Üstelik de terör hareketleriyle ve din adamlarının zayıf davranışlarıyla yanlış tanıttık" diye konuşuyor.
Sezgin, İslam bilginlerinin Bilimsel buluşlarına dair şu örnekleri veriyor: Sinüs: Arapça"daki cib terimi, Latinceye cep manasına gelen sinüs olarak tercüme edildi.
Kimya: Cabir Bin Hayyan, kantitatif ve kalitatif prensiplere dayanan bir bilim olarak kimyayı kurdu. Batı, Hayyan"ın kurduğu seviyeye 900 ila bin sene sonra ulaştı. Cabir aynı zamanda bütün insani duyguların matematiksel olarak ölçülebileceğine inanıyor, bunu da ilmü"l mizan olarak adlandırıyordu.
İlk rasathane: Bugünkü anlamıyla ilk uzay gözlemevi Halife Me"mun zamanında (Miladi 9. asırda) Bağdat ve Şam"da birer adet olmak üzere kuruldu.
Ekvatorun uzunluğu: Yine Halife Me"mun zamanında ekvatorun uzunluğu ilk defa bugün de bildiğimiz şekliyle 40 bin kilometre olarak ölçüldü.
İlk dünya haritası: Halife Me"mun döneminde 70 bilginden oluşan bir heyet Batlamyos"unkinden farkı olmayan enlem ve boylamları, karaları ve denizlere doğru bir dünya haritası çizdi.
Matematik: 950 yılında Ebu Cafer el Hazin adlı matematikçi ve astronom parabol konstrüksiyonu kullanmak suretiyle üçüncü dereceden bir denklemi çözdü. 11. asrın ilk yarısında İbnü"l Heytem bir optik problemini dördüncü dereceden bir denklemle çözdü. Küçük bir yanlışlıkla Latinceye de çevrilen problem Avrupalıları "Problema Alhazeni" adı altında 13. asırdan 19. asra kadar uğraştırdı. Avrupalılar İbnü"l Heytem"in çözümünü ancak 19. yüzyılda kavrayabildi. 11. asrın sonlarında Ömer Hayyam"ın üçüncü dereceden denklemleri sisteme bağlayan kitabının benzeri, Avrupa"da 17. asırda Rene Descartes, Frans Van Schoooten ve Edmund Halley tarafından yazılabildi. Avrupalı matematik tarihçisi Johannes Tropfke, Descartes"lerin yeni bulduklarını zannettikleri konuları Hayyam"ın çok önceden yazdığını, aradan geçen zamanda Avrupalılar"ın boşuna çaba gösterdiğini yazdı.
Günümüzde bu değer 11.46 saniye olarak biliniyor. Avrupa"da Jahonn Kepler, 17. yüzyılda henüz Müslümanların kitaplarında gördüğü bu sonuca nasıl ulaştıklarını anlayabilmek için çağdaşı bilimadamlarıyla yazışıyordu. Tahran"daki rasathanede 10 asırda tespit edilen Dünya'nın ekseninin sürekli azaldığı bilgisine Avrupalılar ancak 19. asırda gök mekaniği bilimiyle ulaşabildi. İslam astronomi bilginlerinin kitaplarının tercümesinin Kopernik"e ulaştığını bugünkü nesiller bundan henüz yarım asır önce öğrenebildi. Trigonometri: 15. asırda yaşayan Alman Johannes Regiomontanus"un adını taşıyan trigonometri ilminin kurucusunun, 13. asırda yaşayan Nasirüddin et Tusi olduğunu yine Alman matematik tarihçisi Anton von Braunmühl ortaya çıkardı.
Coğrafya: El Biruni 11. asırda dünyanın enlem ve boylam derecelerini 6 ile 40 dakika arasında değişen küçük yanlışlıklarla hesapladı. Bu küçük yanlışlıklar ancak 20. asırda düzeltilebildi. Engin denizlerde koordinat hesaplama yöntemini Müslümanlar 15. asırda yapabilirken Batı bunu 20. asırda öğrenebildi. Tıp: 11. asırda Tunuslu bir tacir olarak İtalya"ya giden, sonradan Constantinus Africanus adını alan kişi, Monte Cassino manastırına kapandı. Bu zat Tunus"a gidip 3 yıl sonra İslam bilginlerine ait 25 tıp kitabıyla Salerno"ya dönmüştü. Monte Cassino Manastırına kapandıktan sonra kitapları Latinceye tercüme ettirdi. O kitaplar ya kendi veya eski Yunan otoritelerinin adıyla yayınlandı. İtalya, İslam medeniyeti ve biliminin Avrupa"ya aktarılmasında bir istasyon görevi gördü. Leonardo"nun resimleri: Meşhur Leonardo da Vinci"nin resimlerini çizdiği aletler ve matematik hesapları, İslam alimlerinin buluşuydu. Da Vinci, bu bilgileri kullanarak devrine göre inanılmaz kabul edilen resimlerini çizebildi. Halbuki Leonardo"nun İslam bilginlerinin buluş ve bilgilerini kullandığı kabul edilse resimlerinin çözülemeyen sırları aydınlanmış olacak.
Astronomi: 9. asırda Güneş'le Dünya'nın yıllık en uzak mesafesinin sabit olmayıp değişken olduğunu fark eden Müslümanlar yörüngedeki ilerlemenin 12.09 saniye olduğunu saptadı.
33