ODA Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi
1
Editörden
26
Beşinci sayıyla merhaba
2
Öykü Odası
Aybala Yentürk’ten Sardalya’ nın geçmişten günümüze hikayesi: ‘Denizden Kutuya Sardalya’
32
Nazan Bilen, Janus, İsmail Polat, Murat Tuncel, Ezgi Gürçay ve Güvenç Şahin’den 6 adet öykü
18
Hollanda’nın Yazarları Şiir Odası
İbrahim Eroğlu, Ezgi Gürçay, Ali Şerik, Namık Atalay’dan şiirler
36
Duyurular Duyuru ve Haberler
Kitaplık Rahmetli şair Naci Demirbaş’ı şiir kitabıyla anıyoruz
33
Fikir Yongalama Sadık Yemni’den akşamcılı üzerine bir deneme: C2H5-OH Salıncağı
Atilla İpek’in bu seferki konuğu bir şair: İbrahim Eroğlu
22
Çeyiz Odası
34
Mektup Odası Geçen sayımızda tanıttığımız Fehmi Özgök’ten mektup var.
SADIK YEMNİ
EDİTÖRDEN
Varan 5 Hollanda’da yaşayan edebiyat ve fikir yongalama sevdalısı Türklerin kurduğu ODA Sanat Vakfı’nın dergisi ‘ODA’nın elektronik dünyaya merhaba demesinin ardından 8 ay ve 4 sayı geçti. Dergimiz bu sürede yayınladığı onlarca hikaye ve şiir’in yanı sıra, Sineoda, Çeyiz Odası, Fikir Yongalama Odası, Kitaplık, Hollanda’nın Yazarları gibi çok orjinal bölümleriyle de oldukça olumlu tepkiler aldı. Dergimiz giderek gençlerin yılda altı kez öykü ve şiir yayımlama olanağı bulduğu bir edebiyat ortamına dönüştü. Bu sayıda Nazan bilen, İsmail Polat, Murat Tuncel, Ezgi Gürçay, Janus ve Güvenç Şahin’den 6 adet öykümüz var. Hollanda Yazarları bölümünde Atilla İpek’in bu seferki konuğu öğretmen, yazar, şair İbrahim Eroğlu. Şiir odasında 4 şairimiz var. İbrahim Eroğlu, Ezgi Gürçay, Ali Şerik ve Namık Atalay’ın şiirlerini beğeniyle okuyacaksınız. İzmirli araştırmacı, kolleksiyoncu, yazar Aybala Yentürk’den bu sayıda ‘Denizden kutuya sardalya’nın öyküsünü dinleyeceksiniz. Rahmetli şair ve politikacı Naci Demirbaş’ın bir şiir kitabını tanıtarak kendisine vefa borcumuzu ödemeye çalışacağız. Fikir yongalama bölümünde Sadık Yemni’nin akşamcılık ve sanatın ilişkisi üzerine C2H5-OH Salıncağı adlı bir denemesi yer alıyor. 4. sayımızda tanıttığımız Fehmi Özgök’ün Mektup Odasında bir namesi var. Duyurularla sona eren dergimiz bu sayıda da dolu dolu. Yardımını bizden eksik etmeyen dostlara teşekkürlerimizi sunuyoruz. ODA Sanat
1
SUNUŞ
MURAT TUNCEL
ÖYKÜ ODASI
NAMUS
Islak kaldırımlarda soluk almadan koşuyordu. Tek amacı sokağın sonundaki polis bürosuna varmak ve orada yüreği gülerek "Tam kafasına nişan aldım," diye başlayıp kahramanlığını anlatmaktı. Her gün oturup kağıt oynadığı kahvehanenin önünden geçerken, biraz yavaşladı. Gözlerini süzerek geniş pencereden içeri baktı. Hemen hemen bütün tanıdıkları oradaydı. Hepsi de oyun oynuyorlardı. Hiç kimse onun gözlerini süzerek içeriye baktığını görmedi. Kimsenin kendini görmemesine biraz içerleyerek, "Biraz sonra hepiniz duyarsınız" dedi ve eskisinden de hızlı koşmaya başladı. Adımları hızlandıkça, ciğerleri genişliyor, ciğerleri genişledikçe daha hızlı koşuyordu. Koşarken de hırıltıya benzer sesler çıkarıyordu. Bu sesler onun kahramanlığının işareti olmalıydı. Kahramanlık öyle kolay değildi? Elbette bazı işaretleri olmalıydı. Biraz sonra polis bürosuna varınca "Dayadım duvara, gözümü kırpmadan tam kafasına ateş ettim. Elim bile titremedi. " diyecekti. Çünkü elinin titrememesi de kahramanlığının bir işaretiydi. Bir saat içinde bütün Hollanda, belki de bütün dünya onun kahramanlığını duyacaktı. O zaman da kahramanlara yaraşır bir şekilde davranmalıydı ve izleyicilerin gözünün içine baka baka konuşmalıydı. Belki bütün haklarını "haram" eden babası da onu izlerdi. Bütün dünya neyse de babası bakışlarında korku görmemeliydi. Eğer görürse ne hakkını helal ederdi, ne de bütün namusçular gibi köyün ortasında başı dik gezebilirdi. Her şeyi kahramanca planlayan Mesut, polis bürosundan içeri girerken kahramanlığına yakışsın diye, kan sıçramış gömleğinin üçüncü düğmesini de açtı. Göğsünün siyah kılları da görünsün istiyordu. Ellerini cebine soktu. Yavaş yavaş danışmaya doğru yürüdü. Tahtadan yapılmış yüksekçe bankın arkasında kimse yoktu. Göğsünü banka dayadı. Duvarları ince lerken, ciğerlerindeki bütün havayı boşaltırcasına birkaç kez soluk alıp verdi. Dirseklerini bankın üzerine koydu. Başını avuçlarının arasına alıp da karşı duvara bakınca, Yeli karşısında peydahlandı. Yeli hem ona bakıyor, hem de en usta dansözler gibi dans ediyordu. Kalın kaşlarını çattı ve bıyık altından gülerek: -Artık dans edemezsin, dedi. Yeli de gülerek: -Ederim, diye karşılık verdi. Der demez de biraz daha hızlandı. Gelip Mesut'un elinden tuttu. Hadi sen de gel, diyerek onu kendine doğru çekti. Mesut eliyle onu iterken: -Ben seninle hayatımda bir kez oynadım. O da düğünümüzde. Karşı-beriyi de çok güzel oynuyordun. Ama ben oynamaktan çok sana bakıyordum. İçimden sana sarılıp, seninle kucağımı doldurmak ve seni öpmek istiyordum. Öpmek dediysem öyle fotoğrafçıdaki gibi kaçamak değil, gerçekten ve doyasıya öpmek istiyordum. Ama herkesin gözü bizim üstümüzdeyken..... Ah Yeli ah, keşke yüreğime işlediğin gibi kalsaydın! Diye söylendi soluk alırcasına. Avuçlarının arasındaki başını öyle sıkmıştı ki, kulakları acıdı. Kulaklarının acısıyla kendine geldi. Yumruğunu yüksekçe banka vurdu. Kalın bir sesle de"Yeli meli yok" diye bağırdı. Bağırmasını da kimse duymadı. Bir süre bütün kahramanlar gibi burnundan soluduktan sonra, " Ne olursa olsun ağlamayacağım işte!" Diye sızlandı ve sustu. Susunca bacaklarının titremesini fark etti. Korktu. O korkuyla dirseklerine iyice dayandı. Olmadı. Titremesi daha da şiddetlendi. Elleriyle tahta bankı sıkı sıkı kavradı. Yine olmadı. Titreme bütün vücudunu sardı. Elleri çözüldü, tam yere düşeceği sırada karşısındaki duvara gömülü gibi duran sarı kapılardan birisi yavaşça açıldı, içerden çıkan uzun boylu, sarışın bayan polis daha Mesut’a bir şey sormadan, o yüksek sesle ağlamaya başladı. Bayan polis neye uğradığını şaşırdı. Bankın dışından koşarak Mesut'un yanına geldi. Ona doğru eğilip: -Ne oldu beyefendi, diye sordu. Mesut hepten kendini koyverip daha sesli ağlamaya başladı. Ağlaması da ağlamaya benzemiyordu, ağlamaktan çok böğürüyordu. Bayan polis onu yatıştırmak için kolundan tuttu. Yumuşak ve yavaş bir sesle de: - Lütfen ağlamayın beyefendi, dedi. Mesut epeyce böğürdükten sonra birkaç kez burnunu çekti. Hıçkırdı. Ağlaması biraz yavaşlayınca bayan polis kolundan tutup onu kaldırdı. Ayakta durmasına yardımcı olurken de: -Ne oldu beyefendi, diye sordu yeniden.
2
MURAT TUNCEL
ÖYKÜ ODASI
NAMUS
Mesut ayağa kalkmasına yardımcı olan bayan polisin suratına bön bön bakarken konuşacaklarının hepsini unuttuğunu anladı. Bildiği bütün Hollandaca sözcükleri beyni yutmuştu. Yanıt vermeyeceğini anlayan bayan polis Mesut'un kolunu bıraktı. -Lütfen anlatır mısınız beyefendi, ne oldu? Birisi mi saldırdı? Neden ağlıyorsunuz? Mesut Yine korku ve şaşkınlıkla irileşmiş gözleriyle bakmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Kendisine aptal aptal bakan Mesut'a gülümseyen polis, Mesut’un gömleğindeki kan lekelerini görünce şüphelendi. Çarçabuk bir kolunu kıvırıp ensesinden de banka doğru bastırdı. Bastırırken de sert bir sesle: -Hangi ülkeden geldiğinizi söyleyiniz de tercüman çağıralım, dedi. Mesut "tercüman" sözcüğünü duyunca korkuyla irkildi. Tüyleri diken diken oldu. ’’Tercüman tercüman tercüman’’ diye kekelerken başını "hayır" anlamında iki yana salladı. Bayan polisin bir şey konuşmasına fırsat vermeden de boşta kalan elini ceketinin cebine sokup, bir mendil çıkarır gibi kanlı tabancasını çıkarıp, tahta bankın üzerine koydu. Bayan polis tabancayı görünce heyecanlandı. Şaşırdı. O şaşkınlıkla da Mesut’un kolunu bırakıp tabancayı ileriye doğru itti. Bir an başı kesik tavuklar gibi kendi çevresinde dolandıktan sonra da Mesut'un iki kolunu sıkı sıkı tuttu. Arkasından iterken emreden bir sesle: -İçeriye yürüyün, dedi sertçe. Bankın çevresinden dolaşıp, biraz önce bayan polisin çıktığı sarıya boyanmış kapıdan içeri girdiler. Bayan polis arkadaşlarından birine bankın üzerinde duran tabancayı getirmesini söyledikten sonra Mesut'u büyükçe bir masanın yanına götürdü. Masanın arkasında oturan orta yaşlı, saçları dökülmüş, burnu ileriye doğru biraz uzunca ve yanakları dışarıya doğru hafifçe sarkmış memura durumu kısaca anlattı. Orta yaşlı memur tabanca sözcüğünü duyunca yerinden zıplayarak kalktı. Onların yanına geldi. Gelir gelmez de Mesut’a: -Hangi ülkeden geldin? Diye sordu. Mesut: -Türkiye'den, dedi. Boynunu büktü. Yine bacaklarının titrediğini ve boyunun kısaldığını hissetti. Ne zaman böyle olsa çocuklar gibi ağlardı. Ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Orta yaşlı polis Mesut'un titrediğini ve ağlamak üzere olduğunu görünce masanın ön tarafındaki koltuklardan birine oturttu. Bayan polis koşarak naylon bardakta kahve getirdi. Mesut sıcak kahve dolu naylon bardağı iki avucunun içine aldı. Kahvenin sıcaklığı ellerinden bütün vücuduna yayıldı. Hızlı hızlı iki yudum sıcak kahve içince sinirleri gevşedi. Kimse bir şey sormadan anlatmaya başladı. -Ondört yıldır buradayım. Bahçede çalışıyordum. Altı yıl önce memlekete gittim. Yeli'yle nişanlandık. Bir yıl nişanlı kaldık. Ertesi yıl izne gidince de dillere destan bir düğün yaptım. Köyün en güzel kızıydı. Düğünden on beş gün sonra Yeli'yi Hollanda'ya getirdim. İlk zamanlar çok iyiydik. O kış belimden sakatlandım. Bükülerek yürüyordum. Uzun süre evde kaldım. Hiç bir şeye yaramamanın verdiği sıkıntıyla karımla kavga etmeye başladım. Kavgalarımız büyüdü. Yeli'yi birkaç kez dövdüm. Birinde evden kaçtı. Bizim akrabalardan birinin evine gitmişti. Eş dost aracı oldu. Barıştık. O yıl izne gittiğimizde kayınpedere evden kaçtığını anlattım. Kayınpeder, benim yanımda her yerini çürütünceye kadar dövdü. Kızına "Kocan etini kesse de sesini çıkarmayacaksın. Ne olursa olsun senin yerin kocanın yanıdır." Dedi. İzinden dönünce yine eski güzel günlerimiz geri geldi. Her istediğimi yapıyordu. O yıl gül gibi geçindik. Çokça mesai yapıp tatil parası biriktirdim. Hevesle güzel bir de otomobil aldım. Hazırlan tatile gidiyoruz dediğimde "gelmem" dedi. Tartıştık. Onu yine dövdüm. O gün evden kaçtı. Ben yine akrabalardan birine gitti diye düşündüm. Bir gün, bir hafta, bir ay bekledim dönmedi. Tam üç yıl sonra ortaya çıktı. Benim öfkemde hevesimde geçmişti. Artık ne söylese yapacaktım. Ayrılmak istedi. Kabul ettim. Ayrıldık. Bir süre sonra evlendiğini duydum. Boşanması değil, ama başka birisiyle evlenip namusumu kirletmesi çok zoruma gitti. Onu öldürmeyi düşündüm uzun uzun. Ama bir gün "değmez" dedim kendi kendime. Sonra her şeyi yüreğimden silip attım. Bu yazın izne gitmiştim. Bir gün Yeli'nin babası yolumu kesti. "Namusumuzu temizle, erkek adamın altından karısı gider mi? Namusumuzu temizlemezsen gelecek yıl başlık paranı suratına atacağım," dedi ve yürüyüp gitti. Konuşup başlık parasını helal ettiğimi, para falan istemediğimi söyleyecektim, ama benimle konuşmadı. Sadece ‘’Gavurlar gibi namussuz olmuşsun, namussuzluğunu bize de bulaştırma’’ dedi. Bu benim için çok ağırdı. Deli oldum, başı kesik tavuklar gibi dolaşmaya başladım. Ne yapacağıma karar vermemiştim ki, bir gün Yeli'nin annesi "O senin de, bizim de gönlümüzü yıktı, namusumuzu kirletti. Kanı helaldır" dedi. Zaten Babam
3
MURAT TUNCEL
ÖYKÜ ODASI
NAMUS
da her akşam; "Köyün içinde hep böyle başı eğik mi dolaşacağım?" diye sorup duruyordu. Bir tek annem benden taraf konuşuyor, "Nasıl istiyorsan öyle yap oğul" diyordu. İzinden dönünce buradaki akrabalarımın da benden yüz çevirdiklerini anladım. Hiçbiri benimle konuşmak istemiyordu. Ben onlarla konuşmak için yanlarına gidince de bir bahane bulup, uzaklaşıyorlardı. Kendimden şüphelenmeye, korkmaya başladım. Oyun arkadaşlarıma bile sırtımı dönemiyordum. Sırtımı döndüğüm zaman "pezevenk, bir karısına sahip olamadı" diyeceklerini düşünüyor, kimseye sırtımı dönüp oturamıyordum. Birkaç ay önce bunun böyle yürümeyeceğine karar verdim. İşi bıraktım. Sabahları kahvede oyun oynuyor, akşamları da evde Yeli'yi nasıl bulacağımı düşünüyordum. Kocasının bir günahı yoktu. Namusumu Yeli kirletmişti. Günlerce aradıktan sonra izlerini buldum. Kocası sabahları işe gidiyordu. Bir ay kadar onu izledim. Hep aynı saatte işe gidiyordu. Her gece sabah olunca bu işi bitireceğime karar veriyordum, ama Yeli'nin kocası işe gidince, benim bacaklarım titremeye başlıyor, ağlamaklı oluyordum. Öyle olunca da cesaretim kırılıyor, dönüp eve gidiyordum. Dün akşam annem telefon etti. Babam zorlamış. Annemin sesi de ağlamaklıydı. Bana "Baban, eğer namusumuzu temizlemezse, onu evlatlıktan reddederim, diyor" dedi. Ben de bu sabah canımı dişime taktım, bacaklarımın titremesine de aldırış etmeden, arka pencereden içeri girdim. Zaten evleri birinci kattaydı. Yeli yeni uyanmıştı. Gözleri hala uykulu ve güzeldi. Ama benim gözlerimi kan bürümüştü. Dayadım duvara. Kafasına iki el ateş ettim. Biri namusum için. Biri de... www.murattuncel.com
4
NAZAN BİLEN
ÖYKÜ ODASI
AYNACI
“Ayna tamircisiyim,” Esin bordo sabahlığının kuşağını biraz daha sıkılaştırıp, “Ne sizi ne de bir başkasını aradığımı hatırlamıyorum,” dedi. “Bunun ne önemi var ki, artık aynalarınızın suretinizi göstermediğini ikimiz de biliyoruz. Bırakın da bir göz atayım ne olur, belki ben kendimi görürüm.” dedi adam kendisine hâlâ gereksizliğini belli eden gözlerle bakan kadına. Tamirci yanında duran saç kurutma makinasına benzeyen, yer yer sırı dökülmüş metal aleti kavrayıp yalvaran gözlerle bir kez daha Esin’e baktı. Üzerindeki koyu gri takım elbise, başındaki fötr şapka oldukça yıpranmış görünmekteydi. Bu haliyle korku filmlerindeki tek kişilik koltuklara dadanan figüran bir hayaleti çağrıştırmaktaydı. Esin kendini bildi bileli koltukların üzerini yastıklarla doldurur, katiyen ortalıkta başı boş sandalye bırakmazdı, ama aynalarla arası son zamanlarda bozulmuştu. Bir süredir vitrin camlarında görmekle yetindiği vücudunu yana çekip : “Biliyor musunuz Tibetçe’de vücut kelimesinin karşılığı yokmuş, onun yerine kılıf, kap anlamına gelen bir kelime kullanıyorlarmış,” dedi. Adam ne demek istediğini anladığını gösteren, ama esas işimiz bu değil şimdi gibisinden kısa bir bakış fırlattı, ardından da gözü dönmüşcesine yatak odasına yöneldi. Kapısı açık olduğundan zaten davetkâr görünen odaya izin istemeden ayakkabılarıyla giriverdi. “En azılı olanı bu işte,” dedi boy aynasını göstererek. Size her an bir Rosemary bebeği doğurabilir, hem de çatal kuyruklu olanından.” Adam aynanın önünde durup kendisini görmeye çalıştı, ama o esnada aynayı sis bastı, yüzeyde yağmur damlacıklarını andıran ıslaklıklar belirdi. Çantasından çıkardığı eski telefon kordonlarına benzeyen gümüş rengi, kıvırcık ipin ucuna bir hançer bağlayıp, “Şimdi beni iyi izleyin, burada olduğuma sevineceksiniz,” dedi. Elindeki ipi bir kovboy kıvraklıklığıyla sallayıp aynaya fırlattı. Esin ellerini gözlerinin önüne siper etmiş, iki parmağını makas gibi aralayıp –en korkunç sahneleri böyle filtrelerdi- bakarken hançer ve ipin bir kısmı camın arkasına aktı. “En son neredeydiniz?” diye sordu adam aynadan gözlerini ayırmadan. İkimizi de sıcak bir öğleden sonra Bodrum’daki ucuz bir pansiyonda gördüm bir an. Vantilatörün sesi, sabun kokan, yer yer eprimiş beyaz çarşaflar, bir türlü istenilen şekle girmeyen fazla yumuşak, ince yastıklar, bahçedeki kumruların düzenli aralıklarla ötüşü hâlâ kulağımda. Pansiyon’un adı da Papatya’mıydı neydi. Ama işin garip olan yanı ne ben, ne de Selçuk Bodrum’a hiç gitmedik. Zaten gitmiş olsaydık ne o sessizlik olurdu, ne de vantilatör.” “Evet nerdeyse her yerde artık klima var değil mi?” “Öyle, baksanıza aynalar bile eski aynalar değil artık.” dedi Esin gülümseyerek. “Bitirmeden uyandığınız rüyalarınızdan birinden bir virüs kalmış, virüs özüne en yakın hissettiği eşyaya, aynaya yuva yapmış,” diye teşhis koydu ayna tamircisi. “Hayret, rüyalarımı bitirmeden uyanmamaya o kadar özen gösteririm aslında.” “Hangi hapı kullanıyorsunuz ? Bazıları bir iki saliselik oynamalar gösterebiliyorlar eh bu da rüya için uzun bir süre demek.” “Esas Hayat marka haplarım bitmişti. Uyuyan dev Nejla’nın dükkânından 10 miligramlık olan başka bir marka almıştım geçen. O da elimde son iki kutu kaldı falan diyerek iki ayağımı bir pabuca sokmuştu. O kadar uykusuz, bir o kadar da rüyasızdım ki dayanamayıp aldım. Kullanma tarihlerinin bitmesine birkaç gün kaldığının farkına eve gelince vardım. Beş saat uyutuyorlar en fazla, beş saati geçince rap diye ayağa kalkıyorsun. Ciddiyim, uyandığında gerçekten ayakta oluyorsun.” “Bak işte bunu hiç beğenmedim.” dedi Ayna tamircisi elindeki kordondan ve aynadan gözlerini ayırmadan. Kordon şimdi epey gerilmiş bu taraftaki kısmı oldukça kısalmıştı. “Sen şimdi geri çekil biraz, hançer hızla geri püskürtülebilir,” dedi. Sabah akşam bu işle uğraşıyormuş bir hali vardı. İpi balık tutanların yaptığı gibi bir geriyor bir serbest bırakıyordu. İp iyice gerildiğinde aynanın arkasından ritmik bir uğultu gelmeye başladı. Belki de kuyruklunun içinde olduğu vagon kopmuş geriye kayıyordu. Ya da doğmadan yaralanmıştı. Kim bilir ayna tamircisinin oltasına belki de bir tren takılırdı. Rüyada tren yolculuk demekti, peki aynadaki anlamı neydi? Karanlık Bilinçaltı Katarınız hareket etmek üzere. Herkes içinde bulunduğu ana el sallasın, gideceğimiz istikamet Esas Hayat! Takır tukur, takır tukur, dedemin teravih namazları, cami avluları, babannemin gül reçeli, rengârenk sümbülleri, mahallenin söğütlerine yuvalanmış kızıl arı sürülerinden duraklar. “Durum sandığımdan daha vahim,” dedi adam ciddiyetle Esin’i düşüncelerinden soyarken. İpin geri püskürtülmesini beklemeden kendisi çekip çıkardı, hançerden gümüşi bir sıvı damlıyordu. Virüs sadece aynaya değil eve de bulaşmış, sana da,” dedi bir falcı edasıyla iç geçirerek. “Nerden anladınız?” diye sordu Esin kuşkuyla. “Evime her gelenin her söylediğine inanacak olsaydım başkalarının gerçekliklerinden ördüğüm bir rüyada hapsolurdum.” “Bir rüyaya hapsolmuşsun işte, tam üstüne bastın.” dedi adam. Dalga mı geçiyor diye bakan Esin adamın mat siyah gözlerinde kanıtlık cümleler arandı bir süre. Bu gözler ona şizofren arkadaşı Nadire’nin gözlerini hatırlatmıştı. Kızın tam olarak nereye, neye baktığını hiçbir zaman anlayamazdı. Etrafına adressiz, pulsuz gülücükler de yolladığı olurdu. Görünmez muhabbet taşları vardı belli ki.
5
NAZAN BİLEN
ÖYKÜ ODASI
AYNACI
Ayna tamircisi çantasından çıkardığı eski püskü bir bezle hançerini temizleyip, kınına yerleştirdi. Ceplerinde bir süre bir şey arandıktan sonra tutulacak yerinde bir ahtapot figürü olan minicik bir anahtara felak ve nâs sûrelerini okuyup aynaya fırlattı. Aynada çatlaklıklar belirdi, ama yüzey kendisini çok çabuk yeniledi. “Bu onun bir süre kilitli kalmasını sağlar.” dedi. “Ben de bu aralar işlerim yolunda gitsin diye kapalı kapıları açan fettah kelimesini zikredip duruyordum.” dedi Esin. Bunun aynayla bir ilgisi olmadığını bal gibi biliyordu, ama amacı adamın konuya bakışına tepki ölçer yerleştirmekti. “Aklıma gelmişken elinde kullanmadığın eski anahtarlar varsa ver onları da tılsımlayıp kullanayım.” dedi ayna tamircisi. Gördüklerini anlamakta zorluk çeken kızın gözleriyle şefkat harçlı köprüler kurmayı umarak, “Bir hücre düşün,” dedi. Havada paşparmağıyla yuvarlak bir daire çizip, ortasına da görünmez bir nokta mimleyerek “Sen çekirdek gibi ortada kalmışsın, etrafını virüs kaplamış. Ne kadar uğraşsan da çıkamıyorsun. Çepere çıkan bütün yollar kapalı yani.” * “Vantilatörün karşısında durarak kurutma saçlarını, üşüteceksin.” “Bodrum’da hasta olunmaz korkma. Hem kurutma makinasını kim arayacak şimdi.” dedi Selçuk. Beline sardığı her an düşecekmiş gibi görünen lacivert havlusunu tekrar sıkılaştırdı.Yazın tatile çıkararak kestirmediği, omuzlarına uzanan siyah ıslak saçlarının esmer teni üzerine serpilişi çok hoştu. “Hadi kalk artık, bak saat kaç oldu, sen de hazırlan.” dedi Esin’e. “Rüyanda hiç tanımadığın birisini bütün netliğiyle gördün mü, ya da bir yeri, bir evi mesela.” “Hayırdır inşallah kız,” dedi Selçuk bir elini beline koyup abartıyla kırıtarak. Esin aldırmadan devam etti, “Benim çekmecelerini açıp kapadığım ağır barok mobilyaları olan loş bir rüya dairem var mesela. Daha önce de bahsetmiştim yanılmıyorsam. Sık sık gelir o rüya. Tıpkı gerçekte de olduğu gibi sadece çekmeceleri açıp kapayan ellerimi görürürüm, kendime dışardan üçüncü tekil şahısın gözünden bakmam yani.” Yatağın yanında duran Hayat şişesinden bir yudum su alıp, Selçuk’un cevabını beklemeden, “Rüyamda Amsterdam’da, güzel bir dairede oturuyordum. Sen yoktun.” “Neden acaba?” diye sordu Selçuk anlamlı gözlerle. “Aman bırak dalga geçmeyi de dinle. Bir rüyaya hapsolmuşum güya. Adamın biri söylüyordu bunu. Seni soruyordu, en son nerede olduğumuzu. Bodrum’da diyordum. Bir virüs rüyalarımın birinden sızıp hayatıma karışmış. Yavaş yavaş eşyalara, etrafımdakilere de bulaşacakmış.” “Adam yakışıklı mıydı bari?” O sırada kapı çalınınca ikisi de muzipçe gülümsediler. “İşte seninki geldi,” dedi Selçuk. Ellerinin jölesini gösterip ben açamam işareti yaptı. Bu tür konularda tarağı olmadığını son gaz dalga geçerek bir kez daha gösteriyordu. Bir inşaat mühendisiydi, aşırı rasyoneldi, bir yerlerde sakladığı bir tanrısı, çağırdığı bir meleği, rüyaları, duaları yoktu. Burçsuzdu. Esin kendisine tam zıt bu karakterle neden hayatının başrollerini paylaştığına arada bir hayıflanırdı. Böyle anlarda evrende O’nun dışında bir şey yok nasılsa, o zaman Selçuk’u da sevebilmeliyim, dev Nejla’yı da, kendimi de, patronumu da deyip kendi kendine durumunu olduğu gibi kabullenmeye çalışırdı. Kapıyı açınca karşısına kendisini kösnül bakışlarla anında tepeden tırnağa tarama yeteneğine sahip bir adam çıktı. Esin bu kısacık ana uçuk sarı penye geceliğinden ve çıplak ayaklarından utanmayı sığdırabildiğine şaşarken, adam elindeki kurutma makinasına benzeyen aleti işaret edip: “Saç kurutmak için gelmiştim.” dedi alaycı bir gülümsemeyle. * “Tüh ne yapsak ki?” dedi annesi dizlerine vurarak. Bu ağlamadan önceki son hareketiydi. Çözüm geciktiğinde sular sellik göz yaşları kaçınılmaz olacaktı. Selçuk insanların yanında ağlamalarına dayanamazdı. Çelik ve betonla temelini güçlendirdiği varlığı gözyaşına dayanıksızdı. “Her problemin bir çözümü vardır annecim, üzülmeyin ne olur. Bak Nejla’yı da aradık geliyor. O bu gibi durumlarla zaten daha önce de karşılaşmıştır.” dedi. Oysa Selçuk’un bilmediği her derdin bir çaresi olmadığıydı. Dert kadere yakışıyordu, metafiziğe, problemse matematiğe... Sinirli hareketlerle nişan yüzüğünü çıkarıp geri takıyor, sürekli bu işlemi tekrarlıyordu. Esin’in bundan ne kadar nefret ettiğini hatırlayınca, bu devinimine son verdi. Kapıyı açmak için giden kadının yokluğundan istifade Esin’in yastığın üzerine yayılmış olan kumral saçlarını okşadı, solgun yüzüne kederle baktı. Bir anlığına patolonunun önünde bir kıpırtı oldu, böyle bir anda nasıl sevişmek isteyebileceğini düşündüğünde, vicdanı olayı ve suçlusu kobrayı anında azap dosyasına yolladı, ardından da Selçuk’u şimdiki zamana kaydederek normale dönmesini sağladı. Nejla kahverengi, kaliteli paltosunu çıkarıp, dikkatle yatağın yanında duran kırmızı sandalyenin üzerine yerleştirdi. Burada uslu uslu otur der gibi baktı. Kocaman çantasını yere koyup, tombul gövdesini Esin’in karşısında duran sandalyeye bırakırken kimsenin duymayacağı bir şekilde pufladı. Rüya tacirliğinin nahoş
6
NAZAN BİLEN
ÖYKÜ ODASI
AYNACI
sonuçlarından biriyle karşı karşıyaydı. Gelirken ekstra para çekmişti, virüslü rüyanın bedelini geri ödemeye hazırdı. “Baksanıza, kapsüllerin üzerindeki son kullanma tarihi bugün.” dedi Selçuk avucunu açıp Nejla’ya uzatırken. Nejla’nın kozmetik dövme ile çizilmiş oyuncak bir bebeğinkini andıran siyaha boyanmış kaşları yukarı kalktı. “Rüyadan uyanabilmesi için acil olarak bazı işlemlerin yapılması gerekli,” dedi. Esin’in annesinin ve Selçuk’un şaşkın bakışları altında çantasından ucu kavisli sivri bir hançer çıkardı, uyuyan kızın serçe parmağının ucunu kanatıp, bir damla kanı elinde tuttuğu kağıda damlattı. “Bu hemen bir zarfa konup Esin’in adresine yollanacak,” dedi. Gözleri odayı taradı. “İnternet var mı?” Esin hemen bir kursa yazdırılacak, adına bir kitap ısmarlanacaktı. Hayır kitabın konusu önemli değildi. Kızın uyanabilmesi için onun adına yeni şeylerin yapılması, gerçeklikteki kaydının tekrar etkinleştirilmesi gerekiyordu. Küçük ölüm diyarındaki serüvenleri arttıkça gerçeklikten siliniyordu çünkü. Selçuk anladığını, ama inanmakta zorluk çektiğini gösteren bakışlarla Nejla’yı dinlerken, Esin’in annesi zilin tekrar çalması üzerine irkildi. Kim olabilir ki bakışlarını ayağa kalkmaya hazırlanan Selçuk’a dikti. Selçuk her ihtimale karşı bir doktor da aramıştı. Hiçbir gücün uyandıramadığı Esin’in nabzı, tansiyonu kontrol edilse fena mı olurdu. Belki serum falan da gerekebilirdi. Nejla doktor lafından pek hoşlanmamıştı, ama oturduğu yerden kıpırdamadı, herhangi bir yorumda da bulunmadı. Selçuk kapıyı açtığında karşısında fötr şapkalı, gri takım elbiseli, sol elinde bir çanta, sağ elinde de saç kurutma makinasına benzeyen, üzerinde kocaman bir Rüya’nın R’si, Labirent’in abirent’i yazan bir alet tutan orta yaşlı bir adam gördü. “Ben doktor Aynacı,” dedi adam, ellerinin dolu olduğunu bu yüzden de el sıkışamayacağını gösteren bir jestle. “Bir aynanız, pardon bir hastanız varmış.” Damaskus95@hotmail.com
7
GÜVENÇ ŞAHİN
ÖYKÜ ODASI
BOHÇACI
Küllük deşen tavukları kovalayan hovarda bir horoz, hoyratça çöküyordu tuttuğunun üzerine. Gıdaklamalar ve canhıraş ötüşlerin karıştığı yükselen tozlar bunalttı içini. Sokağın tenhalığını kurtaramayan bu şamatada daha da yalnızlaştı. Yere dokunmayan ayaklarından adımlar bırakarak yürüdü. Kavak yaprakları arasından bir yel hışırdadı kulaklarına. O sessizlikte canhıraş çığlıklar oldu fısıltılar. Teninde dalgalanan bir ürpertiyle titredi soğuk soğuk. Yirmi birinci yazına ermiş selvi boyundan bir gölge tuz buz oldu yerde. Gölgesinden korkmak bu demekse korkmuştu. Neden, kimden, nasıl korkmasını bildirmeyen; yalnızlığını yalnız bırakmayan korkusu küt küt atıyordu yüreğinde. Buna aldırmadı; bu hâllerde, korkmadığı anlardı en korkunç olanı. Öğle üzerine sarkan zamanın umursamaz akışı aceleciliğini yiyip bitirmişti. Satamadığı veya alın(a)mayan mallarının bohçalandığı sırtındaki yük, yürümek istemeyen bacaklarını zorluyordu. Uğrak yerlerinde başına neler gelebileceğini bildiğini, bilmezmiş gibi yürüdü. Bir de mesanesinde ve bağırsaklarında çıkış kanallarını zorlayan sıkıntısı artmıştı. Geçtiği yerlerde gözüne çarpan her kuytu köşe, evlerin kıyısına derme çatma yapılmış bir kaç helâ aklını çelmeye çalışsa da, bir bilinmezliğin itirazı baskın geliyordu: İçinde kalması gerekenler, içinde kalmalıydı. Çadırlı, göç dolu kısa yaşamının ağırlığını da bohçasının içine sokmuştu. Çekmekten başka çaresi olmadığını bildiği yüklerin altında ezile ezile devam etti yoluna. Sokağın sonundaki çatal kapının önüne dikildi. Elindeki sopayı kapıya bir kaç kez vurdu. Beklerken köyün kıyısındaki son evlerden birinin önünde olduğunu fark etti. O onda çekilen sürgü sesini duydu ve döndü. Kapı kanatlarından biri gıcırdayarak açıldı. Önceden kendini meraka hazırlamış bir adam yüzü düştü gözüne. Yüz bildik haline geri döndü, bir çingeneye bakar gibi bakıyordu. Ceylan ürkekliği gözlerinden savruldu soğuk soğuk. Bunu yakalamıştı adam, ısıttı gözlerini. Yılışık bir surete gerdi yüzünü, her tarafını inceleyen bakışlarını gizlemek için konuştu. “Bir bohçacı, nelerin var bakalım?” “Kadınlar yok mu? Onlar için pazenlerim, güllü basmalarım, boncuklu, oyalı yaşmaklarım ve simli eşarplarım var. Almazlar mı?” “Elbette bacım, neden almasınlar? Zaten soruyorlardı, şu günlerde bir bohçacı gelse de kendimize bir şeyler alsak!” “Gel Bacım kadınlar tandır damında ekmek yapıyorlar, seni oraya götüreyim.” “Yok ben bohçamı buraya açayım beyim... Siz... Bir zahmet onları buraya çağırsanız!” “Olur mu hiç kadın, kapının önüne bohça serilir mi? Hem kadınlar un bulaşığı içinde buraya nasıl gelsinler. Sonra sıcak bir kaç bazlama ve çökelekle karnını doyurursun. Gel içeri, çekinme...” Kapıyı daha da araladı. “Bak tandır damı orada, gel, hadi gel, durma öyle,” Çekinerek adamın ardından yürüdü. Kapanan çatal kapı kanadına sürgü vurulmadığına dikkat etmişti. Tandır kapısını açtı: “Kadınlar bohçacı geldi, toparlanın!” Bu sözlerin arasından hızla geçmiş, kendini içeride bulmuştu. Bohçasından tutularak içeri itildiğini anımsayıp, bunun tandır damında olması gerekenlerin yanında yapılamıyacağını anladığında; ardına kapanan kapıdan gelen sürgü sesi dehşetini çoktan dağıtmıştı yarı karanlık odaya. Bohçasının ağırlığını sırtından çeken ellerin kemlik dolu niyeti vurgun yedirdi bedenine, çekemeyeceği yükler vurulacaktı sırtına. “Sen ne güzel şeysin öyle, görür görmez kanım kaynadı kız. Çingene avratları ne de güzel oluyor öyle!” Bluzuna şefkatle uzandı elleri, soyunmana yardım edeyim der gibi şehvetle bakıyordu gözleri. Bedeni titreyerek geri çekildi. Duvarla buluşan soğuk terlerin dolduğu sırtı duvardan daha katıydı. Açılıp kapanan ağzında bir söz bulup sarılamayan dili kıvranıyor, gırtlağından gelen titreşimler anlamsız yakarışlar içinde boğuluyordu. ‘Nazlandığını’ anlayışla karşılayan bakışlar uçuşup kondu göz uçlarına. Taşıp fırlayan korkularla savruldu o anlayış. Bu kadarını anlamayan ‘anlayışlı’ gözler işve beklentisini dillendirdi bedeninde, iri cüssesini sunmak için yaklaştı. Don bağına uzanan elleri geri itti. Ellerden biri ellerine yapıştı, diğeri çekti kopardı don bağını. Elleriyle tuttu düşmek isteyen yerlerini. “Kurbanın olayım ağam beni bırak... Bana kıyma,” demenin ne demek olduğunun anlaşılamayacağı bir zamanda demişti bunu. Tutuldu, çekildi, sırt üstü düştü boş bir kaç çuval üzerine. Üzerine kapaklanmakta olan iri vücudun altından yana kaymak isterken omzundan yakalandı. Sırtüstü döndürmeye zorlanan bedeni dayanamadı, kendini hızla dönmeye bıraktı. O anda adamın ağzına ‘kazara’hızla çarptı dirseği. Kanayan dudaklarındaki acının acısını çıkarmak için kalktı bir el. Şiddetli bir şamar suç işlemek isteyen bedenine direneni suçlayarak indi. Sersemlemişti, paçasını aralayarak girmeye çalışan cüssenin hayalarına kasıtlı olup olmadığı belli olmayan tekmelerinden birini savurdu. Kanlı dudaklarını ısırmıştı adam. Apış arasından yayılan bir ağrı boğazını yırtan bir böğürtüye, elinde öfkeli bir tokata dönüştü. Yüzünde şaklayan şamarın kamaştırdığı gözleri kararırken donu sıyrılmış, kendi uçkurunu açan iri gövde sokulmuştu bacakları arasına. Narin bedeni bulunmaması gereken bir yerde narinliği yüzünden ceza çekecekti. ‘Suçunun’ bedeli ağır geliyordu ve titriyordu. Kaçış yoktu artık. Bacakları arasına yerleşen gövdeden uzanan sertlik dayanmıştı kapısının ağzına. Yanlış bir kilidi kurcalıyor, zorluyordu.
8
GÜVENÇ ŞAHİN
ÖYKÜ ODASI
BOHÇACI
Birden mengeneye alınmış kollarını, var gücüyle sıktığı, direttiği bacaklarını gevşetti, açtı iki yana. Bu anî değişikliğe şaşırdı adamın: “Ha şöyle yola gel, işimizi rahat rahat görelim,” der gibi bakışlarla zehirledi gözlerini. “Gör bak, sen de zevk alacaksın!” diyen yılışık bir gülüş dağladı bedenini. Kendiliğinden kilidi açılan kapıyı aralarken anîden durdu adam. Bir sıcaklık, yapışkanlık sarıldı apış arasına. Burnu pis bir kokuyla yandı. İğrenerek geri çekildi. Sidik ve dışkı bulaşığı tenasül âleti, hayaları ve bacaklarına şaşkın şaşkın baktı. İçi tiksintiyle doldu. “Seni çingene orospusu, seni pisk kaltak, her şeyi böyle kirletiyorsunuz. Çişini tutmasını bile bilmeyen cahil takımı...” Tokat ve tekmelerle öfkesini akıttı bu ‘acuzeye’. Acıların morarıp sızladığı bedeni, kanla dolan ağzı ve çürümüş göz çukurları; donunu çekmiş, buluzunu düzeltmiş, bohçasını sırtına atmış kapıya yaklaşmıştı. Sürgüyü çekip kapıyı açtıktan sonra kıçına yediği tekmelerle yalpalayarak kendini dışarı attı. Yan tarafta köyün kıyısına açılan diğer bir avlu kapısından çıktı, yürüdü bir kaç arpa boyu. Bir şey unutmuş gibi geri döndü. Tandır damının bacası asılı kaldı gözünde. Ateş olmayan yerden duman çıkmayacağını nasılda unutmuştu. Yine de yazıklanmadı buna. Dudak kenarlarına yerleştirdiği bir gülümseme sızdı bunca acı arasından. İşte ben onu gördüm. Yok yok orada değildim, o zamanda da yoktum, ama gördüm. Bağırsaklarında tuttuğu kurtarıcısını “korku boku” diye anlayan tecavüzcülerin saflığına karşılık gelen bir gülümseme olduğunu nereden bilebilirdim ki. Yine de bilmek istemedim, bilinmesini ise hiç.
9
EZGİ GÜRÇAY
ÖYKÜ ODASI
BEYAZA GERİ
Keskin beyaz akıyor boyanın şavkı yüzüme. Ne yeknesak, ne de pis, katı bir gerçeklik sunumunda kireç beyazı. Birkaç saniye sürüyor nerede olduğumu bilmek. Gözlerim yine evime çevrikti. Sabah olmadan yola çıkmanın karabasansal sonuçları beyazın ardında kaldı yeniden. Altı hımbıl geçişli gün halının altına süpürdü kalan izleri. Bugün Cuma. İş sonrası erkek arkadaşıma gideceğim. 22.00 gibi. Daha erken gelme der. Kapısı birkaç kez duvar olduğundan acelemi bastırırım televizyonun karşısındaki divana. Televizyon kanallarında tam takımı obez Amerikan komedi dizilerinin birinden diğerine zap yararken umduğumdan daha hızlı ilerliyor vakit. Gitme uyarıları dizilerin arasına sıkıcı reklam kuşakları gibi sokuluyor bazen. O yolu kullanmayın. Başka ev bulun. Yeni hayat yanı başınızda. Şimdi alın sonra ödeyin. Annenizin yemek teklifini kabul edin. Kafamı başka yerlere veriyorum. Telefonum hiç çalmadı bugün. Dün annem, iki haftalık aralıklarla adet edindiği şekilde, ev telefonumdan beni aramış. Telefonumun son arayanlar listesinde gördüm. Sesimi duyuyor ve hayatta olduğumu bilmek yetiyor şimdilik. Babam aldığım tavra karşı tepkisini arayıp sormamakla veriyor. Yine de annemden benle ilgili haberleri merakla sorduğuna eminim. Onları aramıyorum ama, ne zaman yolum oturdukları semte düşse bisikletimle eski evimin önünden geçerken pencerelerine kısa bir bakış atıyorum. Bu da benim onların hayatta olup olmadıklarını denetleme şeklim. Erkek arkadaşım telefon etmez. Evimi hiç görmedi. Üstüne bir daha konuşulmamak üzere programımız sabit. Cuma’yı Cumartesi’ye bağlayan gece kesirleri. Bunları anlatacağım hiç kimsem yok. Yakın çevreden arkadaş edinmedim. Okuldan arkadaşlarla irtibatım devam etmedi. Aslına bakılırsa okul döneminde de sıkı bağlarım olmamıştı. İki senedir bir büroda sekreter olarak çalışıyorum. Patronum telefondaki sesimden çok memnun. Sesim hattaki kişiye donuk titreşimlerle ulaşıyor biliyorum. En ufak heyecan kıpırtısı taşımaması yaptığım işe ve büroya uygun düşüyor. Sesimden memnun olma sebebi bu. Bana söylemiyor. Erkek arkadaşım da ses tonumdan çok hoşlandığını söylerdi bir ara. Yeterince itiraz yüklü olmadığı için herhalde. Son iki haftada bir şeyler değişti ama. Zap yapmaya devam ediyorum. Evden çıkmama daha on bir dakika var. Birden bir okul filmi zapı dondurdu. Öğretmen çocuklara yeni yıl isteklerini soruyordu. Kahverengi saçlı küçük bir kız ayaktaydı. O ara kameradan dışarda ağaç dallarının ve arabaların üstündeki kar birikintileri gösterildi. Sınıfın penceresinden sınıfa döndük sonra. Yeni yılda bir çocuk ne isteyebilirdi. Çoğunluk play station 3’ten yana tavır sergilemişti. Nereden mi biliyorum? Bir his. Kumandayı televizyona doğrultup başka kanala atlamak isterken birden ayakta beklemekte olan kızın ne isteyeceğini merak ettim. Kız ben bir ağaç ev istiyorum deyince birkaç erkek çocuğunun diğerlerini güldürme çabaları boşa gitti. Öğretmen dahil herkesin yüzünde dalgın ve hülyalı bir bakış belirmişti. Sonunda normale dönüldü ve öğretmen niye diye sordu. ‘Bir grup arkadaşla komşulara hayatlarını dayanılmaz kılmak için toplantılar düzenleyeceğim bir yer değil, sadece kendime ait bir hayal odacığı. Evimizin bahçesinde, yakın bir hayal odası ama asla evin içinde değil.’ Tam televizyonu kapatacağım sırada öğretmenin yüzü bana döndü ve “Randevusuna dakikalar kalmış hanımefendi, siz ne isterdiniz?” dedi. Bütün sınıf bakışlarını bana yöneltmişti. Cevabım uzaktan kumandanın kırmızı düğmesine basmak oldu. Kahverengi saçlı kız benim o yaşlardaki halimin tıpatıp benzeriydi. Masallardakilere benzer upuzun bir ağaç evinin tepesinde oturuyorum zaten. Yıllar önceki dileğim deforme olmuş bir şekilde kabul olmuş durumda. Herkesten yeterince uzak kalabildim istediğim kadar. Tek ilişkim artık ağacın gövdesine keskin baltasını indiren bir genç adam. • Vakti geldi. Bisikletle o eve gidiyorum yine. Belki bu defa her şey eskisinden iyi olacak beklentim yüksek bir dağ zirvesi kadar sıcak. Asla gerçekleşmeyeceğe verilmiş randevu. Beklentisizlik bende kronik bir hastalık olmasın? Değil diyen yanım niye sırıtıyor peki? Ağacın gövdesine inen darbe sesleri yüzünden mi? Beni her zamankinden farklı olarak kapıda karşıladı. Bunu asla yapmazdı. Camdan geldiğimi görmüş olmalıydı. Bir şey söylemedi. Anlamsızca sırıtmaya çabaladı. Yüzümün ve tavırlarımın farklı olduğu çok belli. Onun gözüyle kendimi görememem ne şansızlık. İlk kez endişelendiğini açıkça belli etmekteydi. Geçen haftadan kalan hislerimde yanılmamıştım. Program yine aynıydı. Hayal yüklü sigaralar hazırdı. Kendimizden geçiş sürecimiz bi hayli hızlı cereyan etti. Bulut gibiydim. Yatakta beni yalnız bırakıp salona çekildiğinde uykuya benzer bir âlemde kaybolup gitmemeye çalışıyordum. Algım yamulmuş zamanı kırpıklıyordu. Çekilen sigara dumanı asit yanıkları gibi pis sarı tavanı damar damar dağlamıştı. Birden dilim üst dudağımın altındaki ince deriyi buldu ve oynamaya başladı. Bunu yapar yapmaz iki hafta önceki acıyı duyumsadım. Dilim aşağı doğru bir içbükey yapıp kenarlarını titreştirerek mükemmel bir RRR sesi çıkardı. Bu mükemmel ses çıkarışa hayret ettiğim esnada burnuma keskin bir erkek parfümü kokusu doldu. Burun deliklerimi tıkadım. Nüfuzu damarlarımı çatlatacak gibi kesifti. Kalbim çarpıntıya uğramış, beynim algımı geri çağırmak işine soyunmuştu. Tozlu raflara şaplat ellerini. Silikleşip ağarma arasında bir konvoy akışı geçirirken içeri birilerinin doluştuğunu fark ettim. Yapıştırıcılar. Üç kişiydiler her
10
EZGİ GÜRÇAY
ÖYKÜ ODASI
BEYAZA GERİ
zamanki gibi. Sayıları aynı ama tipler değişiyor sürekli. Sesleri deforme görüntülere tezat uzak bir yerlerden çağıldıyor gibiydi. Eflatun rengi bisikletime atladım. Gün ağarmamıştı henüz. 50 metre ötedeki yabancılara dil eğitimi hizmeti veren kamu binasından sola dönmüştüm ki ellerinde mor balonlarla bir grup önümü kesti. Sarhoş oldukları her hallerinden belliydi ve el hareketleriyle tacizlerinden ağlayarak yalvararak kendimi boşuna kurtarmaya çabalıyordum. Bir yer evinin bahçesine sürüklemeye başladılar beni. Zifiri karanlık bir köşede fısıltıların birbirine girdiğini o anda yalvarmaların tükenip, sesimin kimseye erişmeden söndüğünü farkettim. İki ayrı el bacaklarımı kımıldamamam için sımsıkı kavramıştı. Oturur vaziyette seçemediğim yüzlerin hayali kımıldanışlarını kifayetsiz takip etmeye çalıştım. Önce sol kulağımın yakınında dairesel bir maddenin yumuşaklığını hissettim sonra o korkunç patlama sesi tüm orta kulağımda dalga dalga titreşirken haykırdım. Bir sağ bir sol olmak üzere sayısız patlama sesi kulağımdan bütün iç organlarıma yayılarak her hücremi titreştirdi. Baygın, diri, uykuda, ölü olma arasında bir vaziyette gibiydim. Tüm patlamalar kesildi sonra. Tecavüzleri tenime değen balonları patlatmaktan ibaretti. Karartılar ağır aksak çekilerek kayboldu. • Titreyen bacaklarımın pedalları çevirişi hayal gibi. Bisikletim yolu bilen sütçü atı gibi menzile koşmakta. Aslında iki hafta önce başladı dışarının tekinsizliği. Erkek arkadaşımın karşı koyamadığım teklifine maskaraca dil çıkaran karabasanlar az önce üçüncü sokak festivalini tamamladılar. Artık gücüm yok. Zorluyorum kendimi. Belleğim ise seçici davranıyor. Sadece sokakta yaşadığım normaldışılıkları açıkça anımsamama izin veriyor. O evde olanlarsa buzlu camın ardındaki karaltılar sonatı. Beraberliğimizin ilk senesinde ekseriyetle hafta sonları, hatta bazen perşembeden itibaren erkek arkadaşımda kalırdım. Her şeyin sıradan gittiği zamanlardı. Yedinci ayımızdan sonra kalmalar haftada bir güne geriledi. Son iki haftadır ise ziyaretçiler başladı. O bunlar bizim haftanın bir gününü sürdürebilmemiz için gerekli yapıştırıcılar diyor hep. Yapıştırmazlarsa koparız diyor. Kopmaya hazır değilim. Değildim yani. Dayanırım diyordum. Dönüş yolu organizeleri dayanmama müsade etmiyor. İki hafta önceki ilk sokak organizesi sersemleticiydi. Gecenin son yapıştırıcısı benden çözülünce erkek arkadaşımın evinden sokağa fırlamıştım. Bisikleti hayal gibi sürüyordum. Önümü aniden kesen resmi kılıklılar bisikletimin hem ön hem arka lambalarının vazifelerini yapmadığını söylediler. Trafik lambalarının sadece sarı renge kitlendiği bir saat. Bunun kolaylıkla mazur görülebileceğine onları ikna etmeye çalışırken, bir yandan da gece yarısı böyle bir kontrolün tuhaflığına şaşmaktaydım. Adamların polis kıyafetlerinden çok fosfor sarı bantlar taşıyan elbiseler giymiş olmaları da ayrı bir garabet losyonuydu. Bisikletten inmemi söyleyip, köşedeki duvara sırtımı yasladıklarında, onları kendilerine resmi bir kılıf uyduran, fakat aslında öyle olmayan sokak serserileri oldukları korkusuna kapılmıştım. Beni rahat bırakmalarını söylediğimde kel olan iricesi avurtlarımı parmaklarıyla içeri doğru bastırdı. Dişlerim etime batıp acıdan bir çığlık koyuverene kadar buna devam etti. Daha sonra bir diğeri üst dudağımı burnuma değdirerek alt ince deriyi baş parmağıyla zedeledi. Acıdan seğiren vücudumu bir diğeri dizlerimden yakalayarak sabitleştirmeye çalıştı. Anlamadığım bir şekilde RRR söyletmesi yapıyorlardı. Kel olanı ‘’HaaRRRlem, RRRotterdam...’’diyerek aynı kelimeleri üç hece miktarı uzunluğunda telaffuz etmemi istiyordu. Üst dudağımdan gelen zonklamalar ve mana veremememin duraksatmasıyla bir an bocaladım. Avurtlarımda tekrar hissettiğim güçlü parmakların eziciliğiyle kendime gelerek ‘’HaaRRRlem, RRRotterdam... ‘’kelimelerini dilimde döndürmeye çalıştım. RRR söyletmeleriyle bu işten sıyrılamayacağıma ve adamların bir tür manyak olduğuna inanmaya başlarken elimi ayağımı koyverip gitmeme izin verdiler. Geçen hafta cumayı cumartesiye bağlayan gece ise sokak kumpası daha değişik kurulmuştu. Erkek arkadaşımdan çıkıp bildiğim o yolları geçerken çok tenha bir dönemece girdim. Sokak lambaları yanıyordu, ama tek tük geçen vasıtaların dışında kimsecikler yoktu. Birden nereden çıktıklarını hâlâ kestiremediğim üç kişi yolumu kesti. Bisikletten çekerek yolun kenarındaki dikenli dalların altına sürüklediler. Yardım çığlıklarımın ortalığı ayağa kaldırmış olmalıydı, ama soğuk tarafından soğurulmuştu sanki. Sesim kelek bir filmin arızalı alt yazısı gibiydi. Sessiz çığlıklar koparıveriyordum sanki. Hareket etmemi engelleyen ellerin temasını hissetmiyordum, ama kıpırdayamaz duruma getirilmiştim. Sonra yüzü bana yakın olan uzun siyah saçlısı burnumu bir estetik uzmanı gibi yukarı diklemeye çalıştı. Tozlanmış bir rafın tozlarını nefesiyle üfürmek ister gibi burun deliklerime nefesini var gücüyle bıraktı. Damarlarım basınçtan korkunç şekilde etkilenmişti. Burun kanatlarım neredeyse bir euro çapına ulaştı. Sonra yukarıya ittirdiği parmağını bir an olsun bırakmayarak cebinden ucunda sivri pompası olan kristal bir şişe çıkardı, şişenin ucunu burun deliklerime oturtarak keskin bir parfüm kümülüsünü önce birine, sonra diğerine sıktı. Bundan sonra genzime acı sular akmış, yüz kaslarım dakikalar boyu seğirip durmuştu. Bütün bunlar beş dakika içinde olup bitmiş, adamlar daha sorda beni o dikenli dalların altında bırakarak gitmişlerdi. Şimdi oturma odamın tanıdık beyaz kireç tavanına bakarak düşünüyorum. Az önce üçüncüsü kurulan organize beni yeterince öznesi olamadığım bu ilişkiden ayılmama sebep oldu. Taşan son damla. Bir daha o eve gitmeyeceğim. Yalnız yaşadığımı, ailemle kontağımın donuk olduğunu biliyor. Bu nedenle bir intikam karşılığı ummaz. Eğer kalbi tamamen taşlaşmış değilse, utancın şokunu taşıyamadığımı bilecektir. Umudu daha uzun
11
EZGİ GÜRÇAY
ÖYKÜ ODASI
BEYAZA GERİ
dayanmamdı. Beni kapıda karşılaması bu nedendendi. Üç balta vuruşuyla beni her şeye ırak tutan gövdeyi kesti attı. Sokaktaki özel organizeler. Onlar olmasa gelecek cuma akşamı yine o evin zilini çalacaktım. Beyazı geri kazandım yeniden.. www.ezgigurcay.blogcu.com
12
İSMAİL POLAT
MAZİDEN ÖYKÜ EKOLARI
ÖYKÜ ODASI
Adresime bir direk ile bir göbek gider Ayşirin daha on yedi yaşındayken Bekir ile birbirlerini sevdiler. Bu sevgiyi kimseye hiçbir zaman anlatamadılar. Birgün Bekir’in anası oğlum sana “Ayşirin kızı istesek ne dersin diye sorunca Bekir hemen anasının elini öpüp, “Ana ben onu istiyorum da, bir türlü sizlere söyleyemedim.” dedi. Anası, ”Oğlum ben zaten sizin birbirinizde gözünüzün olduğunu biliyordum.” dedi bilmiş bilmiş. Ayşirin, Bekir’e istenecekti. Ayşirin’ın babasıyla annesine dünür gideceklerini bildiren Bekir’in ailesine kısa bir süre sonra, “ Hele bir gelsinler bakalım.” cevabı gelmişti. Eskiden oğlan evermek öyleydi. İlk önce kız tarafına haber gönderirlerdi. Bazı hallerde hiç haber göndermezlerdi. Kızın babası ile annesine kızınıza dünür geleceğiz diye haber gönderir, kızın baba tarafı gel derse, kızı vermişlerdir. Ondan olmalı ki çok zaman kız istemek için haber yollamazlar-dı. Veya haber gönderdiklerinde kız tarafı hele bir gelsinler diye haber yollamazlardı. Ayşirin’ın babası, “Hele gelsinler.” demişti. Öyle ise Ayşirin Bekir’e verilecekti. Akşamdan Bekir’in Annesi Mayide konuyu kocası Mahsup’a anlattı. Mahsup, “Çok iyi düşünmüşsün. Fakat Ayşirin’ın babası Binkan çok ters bir adam. Bizi tersler de geri gönderirse ne yapacağız.” dedi. Mayide, “Ben haber yollamışam. Onlar da hele bir gelsinler, demişler. ” Mahsup, “Kızı verirlerse ne yapacağız. Oğlan evlenecektir. Fakat ayrı bir odamız yoktur. Daha yatacakları bir yatakları bile yoktur.” Mayide, “Bir kolayını buluruz. Komşulardan bir yorganlıkla, bir döşeklik ödünç yün alır yatak yaparım. Düğünü yapıp gelini getirdiğimizde biz senle bir hafta başka yerde kalırız.” ”Kız karı, ya ondan sonra ne yapacağız? Hep bir arada mı kalacağız?” “Öteberi koyduğumuz büyük odaya bir yatak kor, biz de orada yatarız.” “Bir vakit idare ederiz de hep böyle mi gidecek? Hele iyi ki başka çocuklarımız olmadı. Olsaydı daha çok perişanlıklar çekecektik.” “Bunu çok iyi söylemişsen. Birkaç tane daha çocuğu-muz olmuş olsaydı şimdi onlar da aynı sıkıntıyı yaşayacaklardı. Bu dünyanın bir tek kurtuluşu vardır. O da az çocuk yapmaktır. Bunun yapılmadığı bir dünyada ne barış olur, ne de ekmek parası kazanmak için iş bulabiliriz. Ben duymuşam ki insan isterse çocuk yapar, istemezse yapmaz. Böyle bir şey nasıl olur acaba?” “Kız karı ben de bunu duymuşam. Fakat aslı var mı, yok mu onu kesin bilmirem. Öyle bir şey icat etmiş olsalar da herkes en çok iki çocuk yapsa ne kadar güzel olurdu.” Ayşirin’i oğulları Bekir’e isterken bir komşu ile gitmeleri gerekliydi. Böyle yapmak kültürün bir parçasıydı eskiden. Bir hafta sonra gidip Ayşirin’i istediler. Ayşirin’in annesi ile babası kızları Ayşirin’i Bekir’e verdiler. Bekir ile Ayşirin birbirini çok sevmişlerdi. Her ikisi de köydeki doğa ile büyümüş uzun boylu, yakışıklı ve güzeldiler. Ayşirin’in güzelliği dillere destan olmuştu. Bekir ise son derece yakışıklıydı. Bekir ile Ayşirin’in ayrı odaları yoktu. Lüks yatakları yoktu, allı pullu düğün de yapamadılar, ama çok mutluydular. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur derlerdi. Ayşirin ile Bekir için de öyleydi. Kısa zamanda Ayşirin peş peşe iki de oğlan doğurmuştu. Bekir’in sevincinden ayakları yere basmıyordu. Şimdi iki tane oğlu vardı. Sanki onların geleceğini düşünmüş gibi iki oğlum var diye övünüyordu. Birkaç yıl sonra Almancı korosuna Bekir de katıldı. En sonunda bir yolunu bulup Hollanda’ya geldi. Geldiği senenin sonunda temelli geri dönecekti. Fakat kaldıkça Hollanda toplumuna iyice alıştı. İşi de iyi idi. Kazandığı paranın bir kısmını o çok sevdiği hanımına gönderiyordu. Her para gönderdikçe babası, annesi, karısı ve çocukları son derece memnun oluyorlardı. Bu arada Bekir’e ne olduysa oldu. Bekir eskisi gibi o canından çok sevdiği karısından başka bir tane de çok güzel sarışın bir dost buldu. O yiğit Anadolu kadını sevgisinin karşılığında bir ihanet bulmuştu. Hep böyle olmuştu. O dar günde çok güzel, her zorluğa katlanan Anadolu kadınının geniş zamanda değeri çok bilinmezdi. Yine öyle olmuştu. Kendisinin bundan henüz haberi yoktu. Bekir eskisi kadar sık mektup göndermeyi azaltmıştı. Fakat memleketindeki çocuklarını unuttuğu falan yoktu. Bulduğu güzel sarışını da kaybetmek istemiyordu. Bekir sarışına, “Her ikinizle de evlenirim. “diyordu. Sarışın bir erkeğin iki kadınla evlenmesini duyduğunda çok sevdiği Bekir’e karşı içinde kin biriktiriyordu. ”Biz de öyle bir şey olmaz. Ya benle, ya da Ayşirin’le olacaksın.” diyordu. Bekir, “İslam dininde erkeğe iki evlilik vardır. Ben müslüman olduğum için benim iki evliliğe hakkım vardır.” diyordu. Sarışın, “Senin öyle bir hakkın yoktur. Siz İslam’ı çıkarlarınız için kullanıyorsunuz. O memleketindeki karın ne yapacaktır.” diye yakınsa da, Bekir’den de ayrılmak istemi-yordu. Bekir’e memleketten gelen son mektupta acele gel veya neden gelemediğini bize bildir yazılıydı ve altında şu maniler yer alıyordu. Sen gitmişsın gurbete/Yar olmuşsun ellere/Böyle bir şey var ise /Giresin kefenlere/Dilin değmesin başka dile/Bülbül konmasın güle/Zarar gelmesin bele/Hilaf girmesin gönüle/Durma koş gel hele/Elim elinde idi/gönlüm gönlünde idi/O sendeki sarışın/Kimin
13
İSMAİL POLAT
MAZİDEN ÖYKÜ EKOLARI
ÖYKÜ ODASI
koynunda idi/Yazıda başka koku/Yol uzak organ doku/Eğer kuşkulu isen/Bu maniyi çok oku/ Dön sevgillim gurbetten /Medet umma ellerden/ Sen nasıl kerem oldun/Ben Aslıyı görmeden. Bir yıl önce sarışın, annesi, babası Türkiye’ye izine geldiklerinde hiç kimse Bekir’le Sarışın’ın arasındaki gizi hissetmemişti. Şimdi köylülerin hepsi dedikodu yapmaktaydılar. Bir mani de köylünün biri yazmıştı. Deniz gözlü sarışın/Bekir’i maviye boğmuş/Meğer daha köydeyken/Bizim Bekirle yatmış/ Bunlar hepsi Ayşirin’in gücüne gidiyordu. Bir başka mektubunda Bekire yine şöyle yazmaktaydı. O sarişın seni deniz gibi mavi gözleri ile boğmuş olmalı ki sen bize daha sahip çıkmak istemezsin. Yokluk içinde iken, kışın odamızda sobasız yatarken sevgimizin sıcaklığı bize soğuğu hissettirmiyordu. Ulan varlıklı olmak seni ne tez insanlıktan uzakaştırdı kanı bozuk” Hasretine yandığım/Neden kanın bozuk çıktı/Madem kanın bozuktu da/Neden bana yavru verdin/Gözü kör olasılar/O siyasi asiler/Sizi para için verdiler/Çok yuvalar yıktılar Hollanda’ya gelen bu mektubu Bekir’den habersiz önce sarışın açıp okudu. Bekir’e olan aşkından çabucak Türkçe öğrenmişti. Gözleri hemen kanı bozuk kelimelerine ilişince vah bana Bekirin kanı bozuk ve hastalıklıdır diye alarma geçti. Biz bu hikayenin kısa haline geçelim. Çünkü bu hikaye tam iki yüz sayfadan oluşmaktadır. Bekir memleketteki eşi Ayşirin’den ayrıldı. Sarışın kızı baskı altına almak istedi. Sarışın baskıya boyun eğmedi. Sarışın için iki eşlilik olamazdı. Bekir için bu çok normaldi. Sarışın yaptığı bir girişimle Bekir’i eşi Ayşirin’le tekrar evlendirdi ve Hollanda’ya getirtti. Ayşirin ile çocukları Hollanda’ya getirildikten sonra Bekir Sarışın’la kalacaktı. Ara sıra Ayşirin’i ziyaret edecekti. Fakat madalyonun diğer yüzü başkaydı. Sarışın Ayşirin getiril-dikten sonra Bekir’i bir gün evden kovup ondan tamamen kurtulmayı planlamaktaydı. Ayşirin geldiği günü Sarışın Bekir’e, “Bir daha benim evime gelme. Çünkü en sevdiğin eşin ve çocuklarını Hollanda’ya getirdin. Artık onlarla birlikte yaşaman lazım.” dedi. Bekir buna biraz itiraz ettiyse de elinden bir şey gelmedi. Amsterdam’ın bir köşesinde bulduğu evinde çocukları ile birlikte yaşıyordu. Ayşirin, Bekir’in huzur içinde yaşamadığını hissediyordu. Ondan eskiden gördüğü sevgiyi tam olarak görmüyordu. Evlilikleri ile bu güne kadar aradan yıllar geçmişti. Bir de Sarışın’dan dolayı aralarında dedikodu meselesi de vardı. Bu nedenle biraz anlayış gösteriyordu. Sarışının Bekir’in gözlerine bakma şeklinden şüpheleniyordu. Fakat her şey olmuş bitmişti. Sarışın Ayşirin’in Hollanda’ya getirilmesine önayak olmuştu. Bana bu kadar yardım eden bir kimsenin kötü niyetli olmasına imkân yok diye düşünmekteydi. Ayşirin geçim zor oluyor diye çok kısa zamanda kendine bir de iş bulmuştu. Bekir bazen eve sabahları geliyordu. Bazen de gece çalışıyorum diyerek hiç gelmiyordu. Bu büyük yalanın nasıl olsa arkası gelecekti. Sarışın, Ayşirin’i Hollandaca kurslarına kayıt etti. Bunu yaparken kullandığı kelimelerden kadının bayağı Türkçe öğrendiğini farketti. Ayşirin, “Sen nereden öğrendin Türkçeyi?” diye sordu bir fırsat bulduğunda. Sarışın, “Ben kursa gittim. Şimdi de benim erkek arkadaşım var. Yakından onunla evleneceğim. “dedi. ”Onun adı nedir?” ”Onun adı da senin beyinin adı gibi Bekir’dir. Memlekette de karısı ve iki çocuğu vardır.” “Bekir gebersin. O karısı kim bilir şimdi ne çileler çekiyordur. Peki sen nasıl onunla evleniyorsun?” “Ben de istemiyorum, ama artık Bekir karısından boşanmıştır.” Eğer karısından boşanmıştır demeseydi kocası Bekir olduğunu hemen bilecekti. Fakat yine şüphede kaldı. Ayşirin Bekir’le evliydi. Belki o Bekir, kendi Bekir’i değildi. Bu kadar tesadüf olur muydu? Sarışın Ayşirin’e baktı. Biraz daha baktı. İlk önce onun nasıl karşılayacağını düşündü. Kendisi nasıl olsa Bekir’i bir neden gösterip kovacaktı. Ayşirin’i biraz daha sert biçimde Bekir’e sahip çıkması için uyarmak istemişti. Sonra “Evet senin Bekir benimle evlenmek istiyor. Fakat ben istemiyorum. Daha önce de benim yüzümden senden ayrıldı. Ben bundan sonra bana geldiği zaman evden kovacağım. Sen de gayret edip onu eve alıştır.” dedi. Bu sözleri duyan Ayşirin’in dünyası tekrar yıkılmıştı. Memleketten gelmeden eşi Bekir ile bu Sarışın’a yazdığı o manilerin, komşuların yaptığı dedikoduların aslı varmış diye düşündü. Ayşirin haftada iki gün Hollandaca kurslarına gitmeye başladı. Her akşam ise bir gece işine gidip geliyordu. Daha Amsterdam’ı iyi tanımamıştı. Öyle kolay değildi. Köyünden çıkıp Amsterdam a gelmişti. Bir de var olan sorunların yanı sıra eşinin ona yaptığı ihaneti düşündüğünde dalgın olmaması mümkün değildi. Çocukları okuldan geldiğinde onlara yemeği yedirdikten sonra doğruca işine gidiyordu. Babanız olmadığı zaman kimseye kapıyı açmayın. Bize yardımcı olan sarışın bile olsa kapıyı yine açmayın diye tembihlemekteydi. Bir akşam Ayşirin işine gitmişti. Çocuklar biraz televizyon seyrettiler. Anneleri geldikten sonra yatacaklardı. Fakat anneleri gelmedi. Daha topluma alışmayan ve her şeyi kendileri için tehlike gören çocuklar evde korkmaya başlamışlardı. Bu arada birden zil zıırt diye çaldı. İkisi birden yarışa girer gibi kapıyı açmak için
14
İSMAİL POLAT
MAZİDEN ÖYKÜ EKOLARI
ÖYKÜ ODASI
kapıya doğru koşup zile bastılar. Kapı açılmıştı.Gelen anneleri değildi. Alt kat komşusuydu. Komşu onlara yavaş olun diye bir tehdit savurdu. Çocuklar içeri kaçarak oturdular o ikinci el koltukların üstüne. Biraz önce açtıkları kapı kapalı mıydı acaba. Cesaret edip kapıya bile bakamadılar. Biraz sonra kapıya baktıklarında kapı örtülmüştü. İki kardeş birbirine sarılıp, üstlerine de bir battaniye çekerek saatlerce korku içinde öylece oturdular. Küçüğü korkusundan altına işemişti. Abi ben altıma işemişim diye abisine duyurdu. Abisi bir şey olmaz. Birazdan annem gelirse üstünü değiştirirsin diye onu cesaretlendirdi. Fakat kendisi de korkuyordu. Daha kendisi sekiz yaşındaydı. Kardeşi ise altı yaşındaydı. Dışarıdan her gelen sese pencereden baktılar. Ne baba vardı ne de anne. Ne yapacaklardı? Yarın okula gittiklerinde anne ile babasının kayıp olduklarını ve eve gelmediklerini ilk olarak okullarında mı anlatacaklardı. Şimdi iki küçük çocuk büyük şeyleri düşünmeye başlamışlardı. Daha sonra annelerinin çalıştığı yerde çalıştığı saatlerinin bir kısmının parasını vermemişlerdi. Bir ara acaba onlarla sorun mu çıktı diye akıllarına getirdiler. Büyüğü bu zorluklara rağmen annenin çalıştığı saatlerinin parasını vermeyen adam kim bilir ne kadar zalimdir diye düşünürken ikisi de uykuya daldılar. Baba çalışma saatinden sonra sarışına gitmişti. Sarışın ona “Bir daha gelme buralara.” dedi. “Senin ailen ve çocukların var. Git onların eğitimleriyle, sporları ile uğraş. Hanımını iş çıkışında alıp eve götür. Amsterdam’ın her tarafını ona öğret.” Bekir, ”Öyle yapacağım. Fakat seninle biraz gezip konuşmam lazım.” dedi. Sarışın bunu kabul etmedi. Etmedi ama, şeytan kendisini dürtükledi. Şundan bundan bahsederken yumuşamıştı. Bu yumuşama Bekir’e cesaret verdi. “Peki bu son gezmemiz olsun. Bundan böyle, aileni ve çocuklarını unutup bana gelirsen bir daha merhaba demeyeceğim. Kapıyı bile açmayacağım. Siz ne kadar eğitimsiz insanlarsınız. Bir tek benim hatırım için şu iki gül gibi çocuğunu ve dünyalar güzeli hanımını unutman nankörlük değil mi? Senin dininde, senin kanından olan hanım ve çocuklarına bunu yaptıktan sonra seninle evlensem, aynısını bana da yaparsın.” Sarışın Ayşirin’i kolluyordu gençekten. Bu sözleri Bekir’i kendinden soğutmak için sarfetmekteydi. Şimdi çıkmışlardı evden. Geziyorlardı kol kola. Bu adaletsiz dünyanın işi işte böyle olur. Gece saat ilerlemişti. Ayşirin ile çocukların ne çektiğini kimse aklına getirmiyordu. Ayşirin’in işi bitmişti. Yolda yeni almış olduğu haftalığı ile çocuklara biraz meyve alayım diye her gün tramvaydan geçerken gözüne çarpan Türk manava yakın durakta indi. Aldığı birkaç kilo meyveyi çantasına yerleştirdi. Orada çalışan birkaç Türk bayanla biraz muhabbet etti. Sonra dükkândan çıkıp durağa doğru yürüdü. Vardığı yerde durak olmadığı gibi tramvay da yoktu. Caddeleri benzeterek bir sağa,bir sola yürüdü. Şimdi yolu hepten kaybetmişti. Peki şimdi ne tarafa gitmeliyim diye düşünmeye başladı. Galiba şu tarafa gitmeliyim diyerek o tarafa doğru yürüdü. Fakat ne durak, ne de tramvay vardı. Sıkıntıdan terlemeye başladı. Çocuklarım evde yalnız korkacak diye yüreği yerinden oynuyordu. Şu eşim Bekir ne olur bu gece eve gelmiş olsaydı da çocuklarım korkmasaydı. Eve erken gel biz korkuyoruz diyorlardı. Ne büyük aptallık yapmıştı tramvaydan inmekle. Şu Bekir şimdi elime geçse de onu parça parça etseydim diye iniltili sesler çıkardı. Şu kadınları hor gören, onlara köle gözüyle bakan, onlara eşit ücret vermeyen insanların hepsini yok etseler dünyada diye ilenmekteydi. Şu kadınlarda ne kadar aptal ki, kendi haklarını savunamıyorlar. Şu sarışın aptal olmasa benim evli kocamla ilişki kurar mı? Aklından bunları geçirip hızlı hızlı yürürken elini sırtına attığında terden ıslandığını fark etti. Başındaki eşarbı kaldırıp yüzündeki terleri sildi. O güzel kıpkırmızı yanakları, kara kaşları ile ela gözleri, hiç boya görmemiş yüzünün güzelliği kayıp olduğu sokakta dikkati çekmeye başlamıştı. Belki sokak sokak olalı böyle bir güzel görmemişti. O sokaklarda tüm iğrençlikler mevcuttu. İçip bağıranlar, gelip geçen kadın ve kızlara asılıp rahatsız edenler, her köşede dudak dudağa verip emiştirenlerin durumu Ayşirin için bir iğrençlikti. Ona asılanlar da vardı. Köşenin birinde durdu. O böyle bir şey görmemiş ve hiç yaşamamıştı. Tam bir küfür deryası idi. Şimdi durduğu köşede onu rahatsız edenler daha çoğalmıştı. Adres sordu birkaç kişiye. Hiç kimseye bir şey anlatamadı. Sıkıntısından gittiği Hollanca kursunda öğrendiği her şeyi unutuvermişti sanki. Birden elinde olmadan var gücüyle Türkçe bağırdı. “Bekir Allahından bulasın. Sarışın aynı çileyi sen de çekesin. Bizi bir ekmek parası için bu diyarı gurbete düşürenler siz de Allahınızdan bulasanız.” Bu bağırtı ile bir anda birkaç kişi daha etrafına toplanıverdi. Adresimi kaybettim diye Türkçe birkaç defa bağırdı. Kalabalık sanki ona yiyecekmiş gibi bakmaktaydı. O kalabalığı yararak bir sağa bir sola koştu. Onun gibi koşuşturanlar da vardı. Birden Türkçe seslenildiğini duydu. Biri, “Bu da kafayı yemiş galiba.” dedi. O ses, dağın tepesinde yankı yapan ses gibi kulaklarını zonklattı. Sesin geldiği yere doğru koştu. “Gel ulan buraya. Ben yolumu kayıp etmişim.” dedi bunu diyen adama. O adam da, “Senin gibi yolunu kayıp eden niceleri vardır.” dedi yılışık yılışık. “Gel kardeşim bana yolumu göster, her yolunu kayıp eden bilerek değil, bazen de bilmeyerek kayıp eder. Fakat gerçek yolumu kayıp etmişim. Çocuklarım evde yalnızlar. Bir daha yedi ceddime tövbe olsun ki adressiz gezersem, tramvayda inip meyve alırsam.” Bu konuşma üzerine o adam yanına geldi. Ayşirin sarıldı ona. ”Sen benim kardeşimsin, benim babamsın ne olursun bana yardımcı ol.” dedi.
15
İSMAİL POLAT
MAZİDEN ÖYKÜ EKOLARI
ÖYKÜ ODASI
“Nasıl yardımcı olayım?” Ayşirin, “Ben tramvaydan inip bir yerlerde meyve aldım. Bir daha da bindiğim tramvayı bulamadım. İki küçük çocuğum evde yalnız kaldılar. O pezevenk kocam da bir sarışına kafayı takmış nerelerde olduğu belli değildir.” dedi “Senin evine kaç numaralı tramvay gider?” Ayşirin’in kafası gitmişti başından. Biraz düşündü. Türkçe, Hollandaca on demeyi unutmuştu. Sıkıntısından uçmuştu laflar kafasından. Düşünürken etrafı kalabalıklaşmıştı tekrar. İçlerinden biri, “Bir kadın kayıp olmuş ta kaç nolu tramvayın evine gittiğini bilmiyor galiba? Yatacak bir yer arıyor belki de.” dedi anlamlı anlamlı. Adam, ”Hele söyle bacım. Kaç nolu tramvaydı? Şöyle bir derin nefes al. Acele etme. Ben varken sana hiç bir şey olmaz.“ dedi. Ayşirin, “Benim evime giden tramvayın üstünde önce bir direk sonra da bir göbek vardır.” dedi. Adamcağız birden şaşırdı. Bir tramvayın üstünde ne bir direk, ne de bir göbek bulunurdu. O dalga geçen herif, “İşte bunlar böyledir. Senin göbeğin mi vardır tramvayın üstünde?” diye sırnaştı. Ayşirin bunu duyunca iki eli ile onun suratının ortasına bir tane yapıştırıp saçlarından tutup onu cırmaladı. Adam diğer adamdan korkarak karşılık vermedi, ama çok sinirlenmişti. Kalabalık şimdi iyice çoğalmıştı. Ayşirin, sanki bir denizde boğuluyormuş, bir dağdan aşağı düşüyormuş veya birileri ona hakaret edecekmiş gibi gelmekteydi. Yine çocuklarını düşündü. O bunalım ortamında şaşırmıştı ne diyeceğini. “Direkle göbeği anlat biraz bakalım.“ Ayşirin çırmaklanan adamın attığı lafa daha fazla aldırış etmemeye kararlı, “Tramvayın üstünde bal gibi bir direkle bir göbek olur.” deyip, sol elinin baş parmağını bir direk, sağ elinin baş parmağıyla işaret parmağını birbirine yuvarlak biçimde kavuşturup yan yana getirdi. Ona yardımcı olan adam, “Sizin evinize on numaralı tramvay gider bacım.” dedi. Ayşirin’in sevinçten yüreği oynadı. “Hay Allah senden razı olsun be. On numara tabii. Tien yani.” dedi. Ve o güzel gözleri caddeye bir ışık verir gibi gülmekteydi. Adam Ayşirin’in on numaralı tramvayın durağına götürdü. Ayşirin, “Ben bundan sonrasını bilirim. Sen sağ olasın kardeşim.” dedi bu adama. Adam iyi geceler dileyip çekti gitti. Bu arada sarışın ile Bekir bir barda içtikleri içkiden biraz sarhoş durumda ilerliyorlardı. Olay yerine çok yakındılar. Ayşirin’e yardım eden adamla tanışırlardı. Ona raslayınca selamlaştılar. Adam Bekir’in karısını tanımıyordu. Az önce kime yardımcı olduğunu bilmeden olan bitenleri anlattı. Çok güzel bulduğu kadını da ayrıntılarıyla tarif etti. Bekir bu tariften ve evde çocukların yalnız olması kelimelerinden işkillenmişti. Adamın sözünü ettiği tramvay durağına doğru hızlı adımlarla yürüdü. Gecenin geç saatinde sırtını duraktaki direğe dayayan bir kadın vardı. Tanıdıktı. Bekir hem koşuyor, hem de onun peşine yavaşca yürüyen sarışına dönüp bakıyordu. Durağa yaklaştığında duraktaki bayan başındaki puşusu ile yüzü ve göğsündeki terleri siliyordu. Evet bu yolunu kayıp eden kadın Ayşirin’den başkası değildi. “Kız karı sen ne arıyorsun burada? Gecenin bu saatinde?” ”Sana lanet olsun Bekir. Ben yolumu şaşırdım ulan öküz. Sen ne arıyorsun burada gecenin bu saatinde?” “Bana karşı öyle konuşmanın ne zararlar getireceğini biliyor musun?” “Gelecek zararlar gelmiştir zaten. Neden şu sarışının hatırı için bizleri terk ettin? Benim neyim eksikti de sen bu sürtüğe yapıştın. Şayet bir eksikliğim varsa o da senden kaynaklanmalıdır. Bir kadının eğitimsizliğinin en büyük nedeni o toplumun cahil erkeğinden kaynaklanmaktadır.” Sarışın söze karıştı. “Biz kadınlar kendimizi sömürtmeyi ve ezdirmeyi çok severiz. Sen bir kadın olarak Bekir’in haksızlığına karşı haykırıp sesini çıkarmadığın gibi, ben de yine bir kadın olarak evli olan şu Bekir’e yapışmış kendimi kullandırıp hem kendime, hem de sana haksızlık yapıyorum. Acaba bizim psikolojik bir sorunumuz mu vardır?” Bekir bir daha sarışının evine gitmeyi istemedi. Zaten kadın da onu bir daha eve sokmamaya kesin kararlıydı. Bundan böyle on nolu tramvayın adı bir direk bir göbek kaldı.
16
JANUS
ÖYKÜ ODASI
BİR GEMİNİN BATIŞI
* Şimdi …kış ve geçmişe dair önsezi. “Ey gemileriyle birlikte yiten denizler Ve bağlı limanlarıdır! Ki unutulmasın Gerçeklikte gemiler terk etmektedir fareleri.” * Ece Ayhan BİR GEMİNİN BATIŞI O gün gece bir sularıydı. Ağlamanın her türlüsünü sevmeme rağmen bu sefer ağlamayı seçmek istemiyordum. Mert biri bana yardım etti , her zaman beni dinler kendi serzenişleriyle birleşince bu ülkeyi terk etmemiz gerektiğinin kanıtlarını dile getirirdi. Zaten seneye Kanada’ya gidecekmiş. Gitsin umurumda değil. Ben : Gitsin umurumda değil. Benden gitsin artık benle oynamasından, keşke şimdi yanında olsam demesinden bıktım. Mert biri : Sert bir kahkahayla: Umurunda değil mi? İlkler unutulmaz kızım. Bak bana ,hala onunla evlenmenin hayalini kuruyorum. Evet umursamıyorum da aynı zamanda. Öyle sanıyorum. Hmm .. ııı biz biz aşığız sanırım. -Sus zaten keskin soğuk yeterince ısıttı içimi senin sözlerinin içimi yakmasına gerek yok. - Düşünsene … Tabii sen daha Notebook’ u izlemedin. Ben işte oradaki Noah’ım . ………. İzledim. Birini daha izledim.Onlarla olan ilişkilerine baktım. Aradım , düşündüm, kaygılandım, irdeledim, öleyazdım ; evet hep bu lafı kullanmak istedim. Bir kere daha ona diye sözcükleri boşluğa salıverdim. “Biri daha ölür ve anneme sıkıca sarılırım. Bunun acısı da birçokları gibi mi? Eşanlamlılık yalanını uydurdukları günden beri çocuklar daha çok ağlar ve sen benim meleğim bir ütopyayı geri çevirmendeki hazzınla yukarılara bakarsın ; kanatlarını görmek için: Retorik bir kaçıştır seni etkin kılan ,öyle olmadan trajik bir kahramansın.Bütün o büyülü dansını güzelin koynunda yaşarsın. Acını senfoniye dönüştürürsün , bütün bu dilemmalı oyunun içinde . Laciverdi yeşille kapatman dahi böyle; resmiliğini doğallığınla kapatmaya çalışan ; arkana alır ve yanından geçersin hayatın ve yalanın özlemini çekersin yukarılarda. Senin gerçekliğin yokluğuna inandım; yüceliğin sınırlarında geceyle sevişmeye çıktım.Etkisi sınırsız sırrı aradım dindirmek için… Bunu yaratman dahi göz kırpman sıfırdır. Yokluk ve birdir. Varlık ve sıfırdır kendini kodlayışının sırrı ;başlangıcın. Sıfır ve birin bölünebilir mi birbirine! Çoğalmalarına engel olamazsın ama. Senin cevabın da bu olmalı. Sıfırı kendine bile bölebilmen :senin yaşamın bu denli yaratıcı ve kusursuz olmalı. Bütünden kaçışın batırsa da kendini kusursuz bir şairsin benim için ve hiçsin batık ve zengin bir gemi gibi.” aksucans@gmail.com
17
Atilla Ipek
HOLLANDA’NIN YAZARLARI
İBRAHİM EROĞLU
Fıkracı Şair: İbrahim Eroğlu Hollandalı Türk yazarlarıyla ilgili bir yazı dizisi yayımlamaya niyetlendiğimizde açıkçası bende bu kadar çok Türk yazar ve şairin Hollanda’da yaşadığını bilmiyordum ve üstelik onlara nasıl ulaşacağım hakkında fazla bir bilgim de yoktu. Ancak Hürrem Efe’yle başlayan serimizde her ulaştığımız, sohbet ettiğimiz yazar bizi bir diğerine götürdü. Bu seferki konuğumuz serimizin ilk şairi; İbrahim Eroğlu. İbrahim Eroğlu’nun ismini daha önce çok duymuştum, üstelik o da benim gibi Lahey’de yaşıyordu. O yüzden kendisiyle ilk tanıştığımızda bana ‘seni daha önce hiç görmedim, hayret! üstelik de aynı şehirde yaşıyormuşuz’ deyince açıkçası biraz da utandım. Ama ortak paydası edebiyat olan insanların kaynaşması uzun sürmüyor. Kahvelerimizi aldıktan sonra yıllardır tanışan iki dost gibi sohbete daldık. İbrahim Eroğlu birçok yazar ve şair gibi Hollanda’daki Türk gençlerine ders veren bir eğitim neferi. Ancak onu şair yapan soydan gelen birşey, çünkü o Kul İbrahim’in torunlarından. İbrahim Eroğlu’nun memleketi Bahadın (Yozgat)’da Aşık İbrahim, Kul İbrahim ve Sefil İbrahim’in aynı kişiler olduğu yönünde yaygın bir görüş varmış. Tabiki böyle bir soydan gelip de şair ve sanatkar olmamak neredeyse zor. ‘Bu zaten bir sorumluluk yüklüyor’ diyor kendisi. Aile haliyle sanatkâr dolu; Ağabeyi Haydar Eroğlu (serimizde ona da yer vereceğiz inşallah) yazar ve aynı zamanda Ataol Behramoğlu’nun 1987’de yayınladığı ‘Büyük Türk Şiiri Antolojisi’nde yer almış bir şair. Yeğen Erdoğan Baş karikatürist, Amca Arif Baş Araştırmacı yazar, oğlu Ceyhun şiir; kızı Cansu müzikle meşgul. Yani dükkânı iyi yere kurduk! İş böyle olunca, şairlikte insanın içinde varsa şiirler kendiliğinden dökülüyor demek ki. 1978’te daha 15 yaşında yerel bir gazetede ilk şiiri yayınlanmış İbrahim Eroğlu’nun. 1980’de liseyi bitirmeden Hollanda’ya gelen İbrahim Eroğlu ilk önce uzun zaman tarım sektöründe işçilik yapmış. 14 yıllık bu süreçte Rotterdam Eğitim Bilimler Akademisi’nin Türkçe Öğretmenliği bölümüne kayıt yaptıran Eroğlu mezun olup ‘ilk’ PABO (ilköğretim Türkçe sınıf öğretmenliği) diplomasını aldıktan sonra Türk çocuklarına o zamanlar henüz devam eden ‘anadili’ (OALT) dersleri vermeye başlamış. Bir yandan da genel ilkokul öğretmenliği için tekrar PABO eğitimine başlamış, eğitimi sırasında İbrahim Eroğlu’nun tüm dinlere karşı olan açık görüşlülüğünü bilenler ona Hollanda’da çok geçerli olabilecek ‘Hristiyan İlkokulları Sınıf Öğretmenliği’ eğitimi almasını salık vermişler. Bunun üzerine İbrahim Eroğlu hem ‘genel ilkokullar’ hemde ‘Hristiyan ilkokulları’ için sınıf öğretmenliği eğitimi alarak toplam üç PABO diploması birden edinmiş. Ders verdiği Hristiyan (vakıf) okulunun Lahey’in meşhur yabancılar semti Schilderswijk’te olmasından dolayı öğrencilerin çoğunluğunu yabancı kökenliler oluşturmaktaymış. OALT’ın Hollanda’da kaldırılmasından sonra Türkçe öğretmenleri işsiz kalırken; özellikle iyi ilişkiler kurduğu Türk veliler ve öğretmenlerin baskısıyla İbrahim Eroğlu’nu 23 saatlik yeni bir sözleşmeyle okulda tutmuşlar, ancak İsa’nın öğretisini günlük hayatında uygulamadığı için ona sınıf öğretmenliği vermemişler. ‘Şairler kırılgan ruhludurlar’ diyor kendisi. Üç diplomasına rağmen 12 yıldır çalıştığı okulda sınıf öğretmenliği yaptırılmayan Eroğlu, diplomalarını aldıktan beş gün sonra 2006’da kalp spazmı geçirmiş. Şimdilerde yavaş yavaş normal hayata ve mesleğine dönmeye çalışıyor İbrahim Eroğlu. Bu arada okul dışında birkaç kez yaratıcı yazarlık kursları vermiş bu dönemde. Kendini bu kadar öğrenmeye ve öğretmeye adayan İbrahim Eroğlu şair olarak hiç durmamış. Daha henüz bahçelerde çalışırken iki şiir kitabı çıkmış. İlk şiir kitabı olan ‘Sevgimi Siper Ettim Gül Kıyımlarına’ 1989’da Gerçek Sanat yayınlarından çıkmış, onu üç yıl sonra aynı yayınevinden ‘Kırık Zeytindalı Ülkem’ takip etmiş. Ondan sonra 1998’te çıkan ‘Bulut Ağlaması’ isimli çocuksu şiirler kitabı ‘Het Huilen van de Wolk’ ismiyle Hollandaca’ya çevrilmiş (2006). İbrahim Eroğlu şiirerinde ‘imgesel bir dil’ kullanmaya çalıştığını belirtiyor. Ayrıca çok yalın, kolay okunan bir dil var şiirlerinde, sizinle oynayan dil oyunları yok. Yediden yetmişe herkesin anlayabileceği abartısız yalın bir Türkçe yani. Ama şair değil mi? Kelimeler yüklü, ağır, betimlemeler güzel ve dile zenginlik katıyor. En iyisi ben anlatmaya çalışmayayım da; sözü onun ‘Amalia, Haydi Kız!’ isimli şiirinden bir dörtlüğüne bırakayım:
18
Atilla Ipek
HOLLANDA’NIN YAZARLARI
İBRAHİM EROĞLU
İçimizde yedek yurttaşlığına ayaklanıyor yabancılığımız Haydi kız, ‘kıyısını arayan bir su olalım bu denizde’ Birlikte ihlak edelim ömrümüzdeki üvey ülkeyi Yüreğimizi Kerwin Duinmeyer’ in (*) anıtına siyah bir çelenk gibi bir kez daha koyalım! ((*)Kerwin Duinmeyer, on yedi yaşındaydı. Hollanda’da ırkçı saldırıların ilk kurbanı oldu. Amsterdam’daki ünlü Vondelpark’a anıtı dikildi.)
Trajikomik olayların yaşandığı 17 Ağustos depreminden sonra İbrahim Eroğlu olayların çarpıklığını 2001’de çıkardığı ‘Deprem Fıkraları’ adlı kitabıyla dile getirirken fıkraya da el atmış, otoriteler bu kitabı ‘fıkraya yeni bir boyut kattığı’ şeklinde değerlendirmişler. Memleketi Bahadın’ın fıkralarını derlediği ‘Bahadın Fıkraları’ isimli kitabı ise Bahadınlıların gururla okuduğu kitapların arasında yerini almış. Kasabalıların Bahadın’ın tanıtımı için eşe dosta dağıttığı bu kitap Berlin ziyaretinde Bahadınlı Türkler tarafından Yavuz Donat’a bile hediye edilmiş ve o da bir yazısında “Bahadın Fıkraları’nı, Laz Fıkraları’na benzetmiş.” (Sabah Gazetesi, 5 Aralık 2003). Bush’a kafayı takmış ‘Kara Saray’daki Beyaz Adam Fıkraları’ İbrahim Eroğlu’nun en son kitabı. Bu kitaba Turhan Selçuk da karikatürleriyle katkıda bulunmuş. Bu kitap Cumhuriyet Gazetesi, Radikal Kitap, Özgür Kocaeli Gazetesi, Çorum Haber Gazetesi ve diğer basın organlarında bolca yer bulmuş. Son yıllarda çıkardığı fikra kitapları İbrahim Eroğlu’nu şiiri boşladığı anlamına gelmiyor. Anadolu'nun Tüyap'ı olma yolunda emin adımlarla ilerleyen bu yıl 11.cisi düzenlenen Bartın Kitap fuarında ‘Alexia, Haydi Kiz!’ isimli şiiri ikincilik ödülü almış. Hollanda Veliaht Prensi’nin ikinci kızları Alexia’ya adanmış bu şiirden önce, prensin ilk kızına adadığı ‘Amalia, Haydi Kiz!’ isimli şiiri de Aykırısanat Dergisi şiir özel ödülünü almış. Bu şiirleri için kendisine Maxima’dan teşekkür mektubu geldiğini de gururla anlattı. Bir mektup da ‘Deprem Fıkraları’ çalışması için eski Cumhurbaşkanı Sayın Sezer’den gelmiş. Ödüller bu kadarla kalmıyor. Bartın Kitap Fuarı’nda daha önce ‘Ufkunda Ceylanları Kovalanmış Kırların Tedirginliği’ ve ‘Masal’ isimli şiirleriyler iki defa daha ödül almış. ‘Ufkunda Ceylanları Kovalanmış Kırların Tedirginliği’ adlı şiir dosyasıyla Cigerxwin’in yüzüncü doğum yıldönümü nedeniyle düzenlenen şiir yarışmaşında dikkate değer görülmüş. Hollanda’da Dünya Vakfı (Poetry International) tarafından ‘Tablo’ adlı şiiri ödüllendirilmiş. Yine Beşparmak şiir yarışması’nda ‘Bildiri’ adlı şiiri 3.lük ödülü almış, hatta bu ödülü kendisi dört yıl sonra tesadüfen internette görmüş ve öğrenmiş. Şimdi ödül plaketi postadaymış. Şiir ve fıkralarının yanı sıra İbrahim Eroğlu ‘Yabancı Bir Öğretmenin Anıları’ ismiyle anı öyküler yazıyor. ‘Gülbaharın Güncesi’ isimli bir çocuk romanı, ‘Çobanaldatan Çete Fıkraları’ isimli fıkra kitabı (Bu kez fıkralara düşenler Çiller ve Demirel) basılmak için sıralarını bekliyor. İbrahim Eroğlunun kitaplarını internet kitapçılarından ya da kendisiyle iletişime geçerek edinebilirsiniz: eroglu68@hotmail.com Bu sayıda İbrahim Eroğlu’nun henüz yayınlanmamış ödüllü ‘Alexia, Haydi Kız!’ isimli şiiri ve fıkralarıyla tanıştırıyoruz sizleri. İlerideki sayılarımızda artık onun şiirleri ve diğer eserlerine bol bol okuma imkânı bulacaksınız.
19
Atilla Ipek
HOLLANDA’NIN YAZARLARI
İBRAHİM EROĞLU
Deprem Fıkraları’ndan UYKULU ÜLKE Çocuk, babasına sordu: -Allah Dede, Türkiye’ yi neden sık sık sallıyor? Baba gülümseyerek yanıt verdi: -Türk, uyan diye!.. ÖKÜZ Küçük Kürşat, depremde birçok oyun arkadaşını birden kaybetmişti. Okumuşluğu, yazmışlığı olmayan ninesine birbirinden ilginç sorular soruyordu. Birgün ninesine: - Sana kaç kez sorduğum halde 'deprem neden olur?' açıklamış değilsin, der. Ninesi, Küçük Kürşat' ın sorusuna daha fazla kaçamak yanıt veremeyeceğini anlar ve başlar anlatmaya: -Yerin altında kocaman bir kara öküz var. Dünyamız bu kara öküzün boynuzları üzerinde duruyor. Ne zaman bu kara öküze bir sinek konsa başını sallıyor. Başını salladığı için de boynuzları üzerindeki dünyamız sallanıyor, deprem oluyor. Şimdi anladın mı deprem neden oluyor? -Anladım, anladım da yerin altını da neden öküzler doldurur onu anlamadım! Bahadın Fıkraları’ndan ALLAH’ IN KULU Güzel bir gelin, çocuğunun elinden tutmuş giderken, Hasan Pehlivan, sormuş: -Evladım, bir öpebilir miyim? Hasan Pehlivan, tutmuş çocuk yerine gelini öpmüş. Gelin de namus davası açmış. Hâkim, duruşma salonundaki çirkin bir kadını göstererek, Hasan Pehlivan’a sormuş: -Bir de şu hanımı öp bakalım! Hasan Pehlivan: -Hâkim Bey, Allah’ın tek kulu bir ben miyim? Onu da sen öp! demiş.
Çobanaldatan Fıkraları adlı dosyasından P Çiller’in eline bir idam ipi verip sorarlar: -Bil bakalım, bir zamanlar çocuk yaştakilerin bile boynuna geçirilen bu şey nedir? Çiller, idam ipini severek yanıt verir: -Bu şeyi bilmeyecek ne var? Elbetteki ters çevrilmiş bir “p” dir bu!
20
Atilla Ipek
HOLLANDA’NIN YAZARLARI
İBRAHİM EROĞLU
Kara Saray’daki Beyaz Adam’dan Fıkralar: Televizyonda İsrail tanklarını taşlayan Filistinli çocukları gören Bush kafasını sallayıp demiş ki: - Allah Allah!.. Bu çocuklar hâlâ taş devrinde yaşıyorlar... ** Başkan Bush sizlere ömür... Mezarının başında konuşan görevli der ki: - Çok büyük adamdı, yerini kimse dolduramaz... Tabutu mezara indiren görevli elinde kürek beklemektedir, hemen yanıt verir: - Ben doldururum, efendim... ** Bush, ünlü bir şarkıcıya sormuş: - Sen kimsin?.. Şarkıcı: - Ben POP starıyım... Bush dudak bükmüş: - Ben de BOP starıyım... ** Saddam 'a karşı savaş açarken Bush demiş ki: - Irak'a zeytin dalı götürüyoruz... Danışmanı, kulağına eğilmiş: - Başkanım, demiş, yanlışın var, gerçekte Irak'a dikmek için incir ağacı götürüyoruz... ** - Bush'a danışmanları rapor vermişler: - Başkanım, Irak'ta taş üstünde taş kalmadı... Bush: - Boş verin, demiş, petrol kuyusu kaldı mı, siz ondan haber verin... ** Bush'a sormuşlar: - Irak'ta işler nasıl?.. Yanıt vermiş: - Arapsaçı!.. ** Bush'a Irak'ta bir çiftliği gezdiriyorlarmış... Bir buzağıyı göstermişler... - Bu buzağıdır, büyüyünce sığır olur... Biraz ötede bir sıpaya rastlayınca açıklama yapmışlar: - Bu sıpadır, büyüyünce eşek olur... Başkan Bush: - Anladım, demiş, demek ki hayvanlar da insanlar gibi... Sözgelimi ben çocuktum, büyüdüm adam oldum... Başkana çiftliği gezdiren Iraklı dayanamamış: - Yanılıyorsun Mister Bush, demiş, siz çocuktunuz, ama, büyüyünce dünyanın başına bela oldunuz... ** Bush bir Iraklı görevliye sormuş: - Bil bakalım, ben hangi burçtanım?.. Iraklı: - Akrep!.. ** Bir gün Laura Bush anımsatmaya çalışmış: - Sevgilim, yatak deyince aklına ne geliyor?.. Başkanın yanıtı: - Petrol yatağı!.. http://atilla.ipek.nl
21
EZGİ GÜRÇAY
ŞİİR ODASI
ANLAMAZDIN
“Biz”lerin ağzına kilit vurulu “Ben”ler narsist. İşte bu sebepten anlamazsın Bir başka yerde doğmak isteyişimin nedenini. Tibet’te doğar, her daim pirinç yer Taşta çamaşır döverdim. Yapardım ama sen anlamazsın. Sonra her ne konuşuyorsan onu öğrenirdim Nereye götürmen gerekiyorsa gelirdim Lekad’a yemin olsun. Casablanca’da doğar ve sen yüzümü istediğin gibi bulurdun Bir yerlerde görürdün de fark etmezdin Benim aşık olmam uzun sürmezdi Sen belli, istemezdin, bir çok sebebin olurdu. Ama isteseydin, kalmazdım Kamboçya’da Damrak’ta borsa tahvillerini takip etmezdim. Uslu dersen uslu Hesap sormaz dersen hesabı tam Olurdum ama sen anlamazdın Lekad’a yemin olsun. * Lekad: Andolsun www.ezgigurcay.blogcu.com
22
İBRAHİM EROĞLU
ŞİİR ODASI
ALEXİA, HAYDİ KIZ!
ALEXİA, HAYDİ KIZ! (*) a) İçimizde, kutsal bir yapının kapısını aralıyoruz yakarmayı kısık bir sese ihale ederken Haydi kız, işe kurşunların ninnisinde büyüyen çocukların uykusundan başlayalım Başlayalım da, herkese inanacağı kadar tanrı kampanyasıyla Aşkından kısan bir ülkenin baharına boşuna abanmayalım b) İçimizde, fazla abartılmış bir uygarlık avuç içi kadar bir ülke kılığında kol geziyor Haydi kız, işe mavi artığı gökyüzünden başlayalım Başlayalım da, yanlışlıkla ‘c’ sinin altına nokta konan can seslerini Dinini ihmal eden bir tanrıda sınava sokalım c) İçimizde, hâlâ bileklere kılıç sallatıyor o toplama işaretine benzeyen şey Haydi kız, işe bütün seferleri iptal ederek başlayalım Başlayalım da, rüzgârı ayartan bir yele olalım dörtnala giden bir atın boynunda Kıtlık - kıran olup bir kez de Afrikalı çocukların düşlerinde unutulalım ç) İçimizde, kanlı tarihler kara bir kuğu gibi kaldırıyor başını daldırdığı sudan Haydi kız, işe serin sulara indirilen bir tekne olarak başlayalım Başlayalım da, bir kez de Erasmus’un olurunu alalım sıvazlarken sırtımızı Bir tek hoşgörüyü kıblemiz kılalım d) İçimizde, tarih ve tacir bahsinde, öfkeyi ak dişlere, pembe dudaklara havale eden zenciler konuşuyor Haydi kız, işe kendi misakımillimiz içinde nefretin defterini dürerek başlayalım Başlayalım da, bir ak güvercin donunda Dalı Anadolu’dan getirilen bir zeytin aşkına barışın sözcüsü olalım e) İçimizde, adı gitti aleti kaldı Lahey’in Haydi kız, işe -asıl şimdi- tüm dillerde ‘incinsen de incitme’ diyerek başlayalım Başlayalım da, kundaklanan mayıs sabahları inadına geciktirirken yaz’ı Bundan böyle boynumuzu bir tek oyuncakçı dükkanları önlerinde bükelim f) İçimizde kasten bastırılan kardeşlikler kucaklaşmayı bekliyor Haydi kız, işe balkonlardaki pörsüyen fesleğenlere ıslıkla su vererek başlayalım Başlayalım da, Carina(**) olup Pir Sultan uğruna ecelsiz ölenler silsilesine katılan ilk ecnebi olalım İnleyen bir sazın eşliğinde gidip yabancıları temsilen Asım Amca ile birlikte yanalım! (*) Alexia, Hollandalı Veliaht Prens Willem Alexander ile Arjantinli eşi Prenses Maxima’nın 26 Haziran 2005 tarihinde doğan ikinci kızlarının adı. (**) Carina Thuijs, Madımak Oteli’nde yakılan Hollandalı. Bartın Kitap Fuarı Hasan Bayrı Şiir Yarışması İkincilik Ödülü
23
ALİ ŞERİK
DİLİNDEN ÖPERİM TÜM SARILMALARIN
Ağrıyan coşkuyu sırtladım kimi zaman doğum sancıları göbek bağını kesen kimi zamanda uzun bir mektup yırtılan konuşmaların arasında Maydanozun yeşili damarı, azaptan akan su arı Susan ürkekliği taşıyorum apartmanın boynunda sallanan çamaşır ipleri her an biri bırakır nefes almasını aramızda Dar yine kaç, nerde olursa olsun kırlangıç kanadının tekini bırakıp gider seyir defterinin arasına sonra vurulur zeytin gibi gökyüzünden Yasaklanmış çocuk parkı yüklendi kaburgalarıma kovulduğum kente geri döndüm Sürgüne gönderilen duygunun kasabası boşaltılmış Kardeşimin son mezarı kazınır her seferinde mezara daha genç daha genç insanı yatırmak zorunda kalan yakarış küfür eder dolu dolu yaşamın ipindeki boncuklara bu benim susma alışkanlığım Sürüngen kendisini döllüyordu, çiftleşiyordu yalnızlıkla Adım hep yabancı, uğursuz, hep git geri dönme ağrıyan kırk üç yaşım konur desensiz çorba tabağına hiddetlenmeniz bari gümüşten olsun ey sokakların cambazı gümüşten olsun gözleriniz, dilinden öperim tüm sarılmaların Çocukken bacamızda öten baykuşlar uğursuzluktu şimdi baykuş toplanır iflas eden mahalle dükkânlarında a.serik@casema.nl
24
ŞİİR ODASI
NAMIK ATALAY
YAKIN ARA TABELA DIŞI
yılgın bir hayatı; kenter, bir kamçı bile vurmadan ensesine bastığım şansımla, her fırsatta yakın ara tabela dışı kalıp birgün en büyük parayla ganyan olma umuduyla yaşarken,ben. kısa mesafelerde bekleme koşusu yapan kaliteli atların geç kalan sprintlerini atar gibiyim. kaçsan bitiremezsin beklesen ömür yetmez,yılgın bir hayatı kenter yaşarken bir kamçı bile vurmadığım ensesine bastığım şansımla SON VİRAJ dört nala geçerken tüm atlar son virajı hayatın hiçbir yerinde bu denli heyecan vermezler insana ne yarışın başında ne altıyüzle dörtyüz arasında. hayatın hiçbir yeri bu denli heyecan verici olamaz dört nala geçerken tüm atlar son virajı SON DÜZLÜK ve son düzlük herşeye rağmen bir umudun körüklediği heyacana sahip son virajın,aksine; son dzlük: uzak ara düş jırıklıkları, heyecan ve çok azda rahatlıktır. son düzlükte umut yoktur ya düş kırıklığıdır ya soluk soluğa heyecan yada yan gelip oturursunuz ganyan kafenin sandalyesine elli metrede koca bir birayı bitirirsiniz bir dikişte.
25
ŞİİR ODASI
AYBALA YENTÜRK
DENİZDEN KUTUYA SARDALYA
ÇEYİZ ODASI
“Sardalya bol çıkan, ucuz bir balık olduğu için pek çokları burun kıvırırlar. Ben o fikirde değilim. Mahrum kalan kendileridir.” Sophia Loren, Aşk Mutfağı Denizlerdeki Sardalya Balığımızın konserve haline geçmeden önce, biraz kendisinden bahsetmek yerinde olacak; özellikle de adından. Bu küçücük balığın boyundan büyük bir isim derdi var çünkü: sardalya mı, yoksa sardalye mi? Günlük konuşma dilinde ve yazılı kaynaklarda her ikisine rastlıyoruz. Türk Dil Kurumu ise sardalye’yi öneriyor; ancak, elimdeki eski-yeni konserve etiketlerinin tamamında “sardalya” olarak geçiyor. Ben, konserve üreticilerinin dilini benimsiyor ve tercihimi sardalya’dan yana kullanıyorum... Sermet Muhtar Alus, sardalyanın sürü sürü, derli toplu gezen, cemiyet sever, pervaneler gibi ışığa âşık, kayıklarda çalı çırpı yakılarak cezbedildiği için ateşbalığı da denilen bir balık olduğunu söyler ve bağırsakları alınmış, tuzlanıp fıçılara bastırılmış sardalyaların, hele de Gelibolu’nunkiler olursa, yemeye doyulamayacağını da ekler.1 Alexandre Dumas, ise “Mon Dictionnaire de Cuisine” adlı sözlüğünde, Pisanelli’den alıntı yaparak, sardalyanın cemiyet severliğine bir de müzik severliğini ekleyerek sardalyaların çalınan müziği dinlemek için başlarını suyun dışına çıkardıklarını belirtir. İster ışık, isterse müzik sever olsun, göçmen bir balık olan sardalyanın ülkemizde ağırlıklı olarak avlanan iki çeşidinden bahsetmek mümkün: Sardinella aurita ve Sardina pilchardus. Bunlardan ilki Akdeniz ve yoğun olarak Ege Denizi’nde bulunurken ikincisi Akdeniz ve Ege Denizi ile birlikte Marmara Denizi’nde de avlanabiliyor. Sardalya için aynı bolluk Atlantik’te, özellikle Fransa, İspanya ve Portekiz’in batı kıyıları için de geçerli. Antik dönemde de Akdeniz’de bolca avlanan sardalyanın bu bolluk nedeniyle Aybala Yentürk – Sardunya Adası’na isim babası olduğu kadar2, adını bu adadan aldığı da Nejat Yentürk koleksiyonu söylenir... Romalılar’ın Sardea sine sardinae adını verdikleri sardalya o dönemde de fiyatı makul, halkın rahatlıkla tükettiği ikinci sınıf bir balık olarak karşımıza çıkıyor ve tuzlanıp, preslenerek iç bölgelere gönderiliyor. 3 Ülkemizde Eylül ayından itibaren avlanmasına izin verilen sardalyaların konserveye işleme sezonu yine bu aylarda başlıyor ve avlanma yasağının başladığı Mayıs ayına kadar devam ediyor. Ancak diğer balıklar için gerekli olan bu uygulama, sardalya için pek doğru değil. Zira, avlanmaya izin verilen sürenin büyük bir kısmı, üreme dönemine denk geliyor ve sardalyalar bu aylarda pek de formunda değil. Tuzlamada lezzeti etkileyen en önemli faktörün yağlılık derecesi olduğunu hesaplarsak, özellikle Ekim ve Kasım aylarında iyice yağsızlaşmış sardalyaların pek lezzetli olmayacağını aşikârdır. Aslında, sardalyanın en lezzetli olduğu aylar Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül’dür. Daha önceki uygulamalarda, 15 Mayıs itibariyle sardalya alımı yapmaya başlayan fabrikalar, tuzlama işlemine en uygun ay olan Haziranda üretime geçebiliyorlardı; bugün ise sardalya, en lezzetli döneminde işlenememektedir. Sardalya, ülkemizde bolca avlanabilmesi (hamsiden sonra ikinci sırada), kendine özgü lezzeti ve fiyatının makul olması nedeniyle çok tüketilen balıklar arasında yer alıyor. Özellikle asma yaprağında pişirilen sardalya, sardalya severlerin favori tariflerinden ama, taze olarak tüketilen sardalya bu seferlik bizim konumuz dışında... Fıçıdaki Sardalya Sardalyanın yoğun olarak işlenen bir balık olmasında, taze olarak tüketilebilecek miktarın üzerinde avlanabilmesinin ve çabuk bozulmasının önemli etkisi olduğu söylenebilir. Böylesine bolca avlanan bir balığın bozulmadan saklanabilmesi için yöntemler geliştirmek, yüzyıllardır akılları epeyce meşgul etmiş olmalı.
* Araştırmacı - yazar 1 Sermet Muhtar Alus, Eski Günlerde, İstanbul, 2001, s. 181 2 Bizde de Osmanlı döneminde Sardunya Adası’nın adı, “Sardalya” olarak geçer. 3 Romalılar tuzlamanın ve islemenin yanı sıra sardalyayı, çok düşkün oldukları “garum” adlı balık sosunun yapımında da başka balıklarla birlikte bolca kullanıyorlardı.
26
AYBALA YENTÜRK
DENİZDEN KUTUYA SARDALYA
ÇEYİZ ODASI
Sardalyaların saklanmasında kullanılan en eski yöntem, fıçı içinde tuzlamadır. Geleneksel bir saklama yöntemi olan tuzlama, bugün hâlâ kullanılmaktadır. Balıkların tuzlanarak saklanmasındaki amaç, tuz aracılığıyla balıkların bünyesinde bulunan suyun dışarı atılarak mikrobiyal bozulmayı engellemektir. Yeterli derecede kullanıldığında, tuzun balıkların bozulmasını engellediğini ya da yavaşlattığını keşfeden insanoğlu, kutuda konservecilik gibi daha ileri saklama yöntemlerinin gelişmeye başladığı döneme kadar bu yöntemi sardalyaların saklanması ve sevk edilmesinde yaygın olarak kullanmıştır. Ancak fıçıda tuzlama şüphesiz sadece bir saklama yöntemi değildir. Konserve teknolojisinin yaygınlaşmış olmasına karşın, son derece meşakkatli ve masraflı bir yöntem olan tuzlu sardalya üretimine halen devam edilmesinde, elde edilen lezzetin payı büyüktür. Yakın döneme dek fıçı içinde tuzlama yönteminde, ayıklanıp, boylarına göre tasnif edilen balıklar dibine tuz serpilmiş fıçılara karınları alta gelecek şekilde doldurulurdu. (Her balık sırasından sonra tuz serpilir, bu işlem fıçı doluncaya kadar devam ederdi.) Balıklar suyunu kaybettikçe boşalan alana, aynı dönemde fıçıya basılmış balıklardan takviye yapılırdı. Bu yöntem artık hem ülkemizde, hem de dünyada uygulanmamakta. Bugün sıra sıra dizme yerine, balıklar bir masa üzerinde tuza bulanıp fıçılara yerleştiriliyor ve üzerlerine keskin bir salamura konuyor. Bu yolla daha pratik hale gelmiş olan tuzlama yöntemine geçilmiş olmasında, zaman faktörünün yanı sıra eski usulde yerleştirme işlemi gerçekleştirebilecek ustaların artık olmamasının da payının olduğu, üreticiler tarafından dile getirilen bir gerçek. Fıçı içinde tuzlanan sardalyalar altı ayın sonunda olgunlaşmaya başlar: ideal olanı, fıçıların bir yıl bekletilmesidir. Bu süre zarfında arzu edilen sonuca ulaşabilmek için fıçıların tek tek bakımı ve kontrolleri yapılır. Bir yılın sonunda fıçılardan çıkarılarak derileri alınan ve kurutulan sardalyalar, değişik boylardaki daha küçük kutular içerisinde satışa sunulurlar. Eski metinlerde de tuzlu sardalyaya rastlamak mümkün. Ali Eşref Dede, 1856 yılında kaleme aldığı Yemek Risalesi’nde sardalyayı bakın nasıl anlatıyor; “Balıkların gayet hurdasıdır (küçüğüdür). Yaz mevsiminde ateşle sayd eylerler (avlarlar) ve tuzlayup hıfz ederler (saklarlar). İslambol etrafı sahilinde ve sair cezirelerde (adalarda) ismi turşudur. Amma Frengistan’dan küçük kavanozlarla, iki dürlü gelür. Birincisine Sardalya ve birbirine İnçivye (ançuez) tabir iderler. Bu nev’i, sardalyadan bir miktar iricedir. Lezzet ve taamı birbirine müşabihtir (yenilmesi birbirine benzer). Belki hiç fark yoktur.”4 Ali Eşref Dede’nin satırlarından 1850’lerde Avrupa’dan işlenmiş sardalyanın ithal edildiğini bilgisine dikkatinizi çekelim. Antikçağdan itibaren sardalyaların fıçılar içerisinde tuzlandığını daha önce söylemiştik. Ortaçağ’dan itibaren de Avrupa’da, fıçıda tuzlama yöntemine ek olarak sardalyaların sirke, zeytinyağı ( özellikle İtalya’da ) ve eritilmiş tereyağına batırılarak da muhafaza edilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Ancak yine de en yaygın yöntem tuzlamadır. Kutudaki Sardalya Sardalya, ekonomik yönden dünyanın en önemli balıkları arasında yer almakta. Ülkemizde sardalya konserveciliğinde rakipsiz yer ise Gelibolu… Bugün Gelibolu’da işlenen sardalyaları ağırlıklı olarak Çanakkale Boğazı ve Saros Körfezi’nde avlanan sardalyalar oluşturuyor. Bu sardalyaların boyu maksimum 13-14 santimetre. Akdeniz ve Atlantik sardalyalarından daha küçük olan bu sardalyalar kutu konserveciliği için ideal ölçülere ve tabii ki lezzete sahip. (Sardalyaseverlerin de katılacağı gibi, büyük sardalyalar pek makbul değildir.) Dünyada teneke kutuda konserveciliğin 1810’larda başladığı biliniyor. Yağlı kutu sardalya konservesinin ilk üretimi ise 1824 yılında Nantes’lı bir şekerci, Joseph Moulin tarafından gerçekleştiriliyor. O yıllarda bu konudaki iki önemli merkez Brötanya ve Nantes. Örneğin 1880 yılında Brötanya’da tam 132 adet sardalya konserve fabrikası bulunuyor. 1900 yılına gelindiğinde ise, Fransa’da yılda üretilen 120 milyon kutunun üçte ikisini sardalya konserveleri oluşturuyor.5 Kutuda sardalya konservesi üretiminin günümüzde de pek farklılık göstermeyen aşamaları kısaca şöyle; fabrikaya gelen balıklar ayıklanır, bakterilerden ve kandan arındırmak ve beyazlatmak amacı ile yarım saat kadar salamurada bekletilir. Daha sonra yıkanarak konserve kutularına yerleştirilir. Kapakları açık şekilde kutularda yarım saat kadar pişirilen sardalyalar üzerine yağ ( ya da sos ) konularak kutu kapakları kapatılır ve sterilize edilir.
4 5
Ali Eşref Dede’nin Yemek Risalesi, Haz. Feyzi Halıcı, Ankara, 1992, s. 4 Martine Le Blan, William Saurin: 100 Ans de Tradition Culinaire, Tournai, 1998, s. 35
27
AYBALA YENTÜRK
DENİZDEN KUTUYA SARDALYA
ÇEYİZ ODASI
Eskiden sardalyalar eleklerin üzerine tek tek konup pişirildikten sonra sıcak hava ile kurutulup kutulara yerleştiriliyordu. Daha eski bir teknolojiye göre ise sardalyaların pişirme işlemi yağda yapılıyor bu amaçla ben mari’ler kullanılıyordu. ( Bu yöntemi ilk Türk balık konserve fabrikası kurucusu Alaâeddin Kemerli de kullanmıştır.) 6 Kendisi de oldukça yağlı bir balık olan sardalyanın yağda pişirilerek yapılan konservesinin yağlı olmakla birlikte, ne kadar lezzetli olacağını hayal etmek hiç de zor değil. Günümüzde bu yöntem bir iki Fransız konserve üreticisi tarafından hâlâ kullanılmaktadır.7 Sardalya konservesi, genelde ayçiçekyağlı ile üretilebildiği gibi, zeytinyağlı, domatesli, acılı da olabiliyor. Dünyada yerfıstığı yağlı, limon ve baharatlar ile çeşnilendirilen ve önceden füme edilerek kutulanan sardalya konserveleri de mevcut. Sardalya konservesi üretiminin en önemli aşamalarından biri de, balıkların herhangi bir boşluk kalmayacak şekilde sıkı sıkı kutulara yerleştirilmesiydi. Bilindiği üzere “balık istifi” deyiminin aslı, “sardalya istifi”dir ve kutulara sıkı sıkı yerleştirilmiş sardalyalardan gelmektedir. Balıkları küçük teneke kutulara yerleştirmek her zaman incelik gerektiren bir işti. Sardalya konserveciliğinin ilk yıllarından itibaren hem dünyada, hem de ülkemizde fabrikalarda küçük ellere sahip oldukları için genelde kadın işçiler çalıştırılırdı, bunlar da çoğunlukla balıkçı eşleri ve kızları idi. Konserve kutularının ilk örnekleri de, tıpkı bugünküler gibi taban, yan yüzey ve kapak olmak üzere üç parçadan oluşuyordu. Kutuyu oluşturan taban ve yan yüzey, tenekeciler tarafından elde lehimleniyordu. Bu kutular içerisine sardalyalar yerleştirildikten sonra da üst kapak kapatılıyordu. Ülkemizde bugün bazı işletmelerde, tenekenin preslenerek, taban ve yan yüzeyin tek parça halinde oluşturulmasıyla elde edilen ‘sıvama kutular’ da kullanılmakta. Bu kutular, kapakları ile birlikte iki parçadan oluşuyor. Sardalya konserveleri tüketiciler ile buluştuktan sonra ortaya çıkan en önemli sorun şüphesiz kutuların nasıl açılacağı oldu. 1866 yılında Avrupa’da, kutu altına yapıştırılmış açacakları bulunan ilk sardalya konserveleri piyasaya sürülmeye başlandı. Ayrıca örneğin ünlü Fransız firması Saupiquet, açma sorununa çözüm getirmek üzere, balık konservelerinin nasıl açılacağını anlatan dört dilde afişler de bastırmıştı. Ülkemizde tuzlu sardalya ve sardalya konserve üretiminin geçmişi Bir sanayi dalı olarak işleme balıkçılığın ve sardalya konserveciliğinin ülkemizdeki geçmişine göz attığımızda ise şu bilgilere ulaşabiliyoruz: Elimizde bulunan 1894 yılının Annuaire Orientale’inde, Çanakkale’de üretilen ürünler arasında tuzlu balık ve konserve edilmiş sardalyanın yer aldığını görüyoruz. Bu tuzlu balık ve konserve sardalyanın hangi işletme ya da işletmeler tarafından üretildiği ise belirtilmemektedir. Yine aynı dönemde Lapseki’ye Fransa’dan sardalya konservesi ithal de edilmektedir.
Aybala Yentürk – Nejat Yentürk koleksiyonu
Aynı tarihlerde Gelibolu’dan yoğun olarak ihraç edilen ürünler arasında istridye, uskumru ve sardalya bulunmakta, ancak Gelibolu’da herhangi bir konserve fabrikasının adı yine geçmemektedir. Bandırma ve Erdek’te ise sadece tuzlu balık üretimi vardır ve bu balıkların önemli bir bölümünü sardalya oluşturmaktadır. 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı topraklarında belli şehirlerde tuzlu sardalya ve sardalya konservesinin hem üretilen, hem de ithal edilen önemli ürünler arasında yer aldığı açıktır. Üstelik, 29 Mayıs 1904 tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesinde8 yer alan bir haberde, sardalya konservelerinin ithal edilmesinin eleştirildiğine şahit oluyoruz. Haberde Norveç, Belçika, Fransa, Portekiz ve İspanya’dan ithal edilen sardalya konservelerinin zengin sofralarını süslemesi eleştirilmekte, Boğaziçi’nde avlanan ve
6
Sardalya konservesinin eski ve yeni üretim teknolojileri ile ilgili, bilgi ve deneyimlerini benimle paylaşan, ilk Türk balık konserve fabrikası’nın kurucusu Alâeddin Kemerli’nin torunu sayın Sahir Kemerli’ye teşekkür ederim. 7 Burada sözü edilen yağda kızartma değil, ben mari düzeneğinde sıcak yağ içerisindeki pişirmedir. 8 Toplumsal Tarih, Sayı: 125, Mayıs 2004
28
AYBALA YENTÜRK
DENİZDEN KUTUYA SARDALYA
ÇEYİZ ODASI
fakir halk tarafından tüketilen sardalyaların ecnebi memleketlerdeki gibi hazırlandığı takdirde ecnebi sardalyasına gerek kalmayacağı, ayrıca konservenin hazırlanmasında kullanılan zeytinyağının alâsının memlekette bulunduğu, zeytinyağının üretiminin ıslahı ile sardalya sanatının gelişeceği belirtilmektedir.9 Bu haberden de anlaşılacağı gibi 20. yüzyılın başlarında ülkemizde sardalya konservesi üretimi henüz yaygın ve yeterli miktarda değildir. İthal edilenler ise oldukça pahalıdır. Osmanlı insanı sardalyayı çoğunlukla ya taze, ya da tuzlanmış olarak tüketmektedir ve geçmişi çok eskilere giden, geleneksel tuzlu sardalya daha yaygındır. 1914 yılına gelindiğinde Gelibolu’da “Camariani Frères” adlı bir müessesenin konserve sardalya ile özelleştiğini görüyoruz. Camariani Frères, elimizdeki verilerin ışığında adını tespit edebildiğimiz, ülkemizdeki ilk sardalya konservesi üreticisi. 1913-1915 Osmanlı sanayi istatistiklerinde de adı geçen bu firmanın, o yıllarda Bulgaristan’a büyük miktarda ihracat yaptığı belirtiliyor. Yine 1914 yılında, Çanakkale, Gemlik ve Bandırma’ya ek olarak, Erdek’te tuzlu balık ticareti yapan beş adet tüccar bulunmaktadır ve bunlardan ikisi Müslümandır. Tuzlu balık Marmara Adası, Paşa Limanı ve İzmit’in de önemli ürünleri arasında yer almaktadır ve Marmara Adası’nda dört, İzmit’te ise on gayrimüslim üretici faaliyet göstermektedir. 1913-1915 Osmanlı sanayi istatistiklerinde ise, sanayi sayımı yapılan bölgelerde (İstanbul, İzmir, Bursa şehirleri ile Bandırma, Manisa, Uşak ve İzmit kasabalarında) kutu sardalya üreten müessese tespit edilemediği; ancak Gelibolu’da faaliyet gösteren Camariani Biraderler’in sardalya konservesi ürettiği belirtiliyor. Aynı kaynakta yer alan dış ticaret istatistiklerine göre 1913’te 13.1 milyon kuruş değerinde %76.3’ü İstanbul’dan olmak üzere, fıçı içinde 3.155.232 kg sardalya ve tuzlu balık ihracatı yapılmıştır. Bunların çoğunun Balık Pazarı’nda bulunan, 10-12 kadar balıkçı tarafından imal edildiği ve Marmara, Karadeniz ile Manyas, İznik ve Apolyont gölleri balıkları olduğu belirtiliyor. 10 1921 yılının Annuaire Orientale’inde ise gerek üreticiler gerekse üretim yerleri konusunda 1914 yılı ile bir farklılık gözlenmemektedir. İlk Türk Balık Konserve Fabrikası’nın 1928 yılında Gelibolu’da kurulduğu bilinmektedir. Alâeddin Kemerli tarafından kurulmuş olan, Gelibolu Aybala Yentürk – Nejat Yentürk koleksiyonu Konserve Fabrikası ( Alâeddin Konserve Fabrikası ), bugün de en önemli sardalya konservesi ve tuzlu sardalya üreticisi. Ürünleri arasında yer alan “Kızlı Sardalya”nın ilk günlerden beri değişmeyen etiketi ise adeta bir klasik haline gelmiş durumda. “Kız Marka”, “Kızlı Sardalya” ve “Güzel Kız” olarak birbirinden güzel üç kızın süslediği etiketlerin başka markalar tarafından taklitlerinin yapıldığı ise bir gerçek. Sardalya etiketlerini neden güzel kızların süslediğinin hikayesi ise başlı başına bir merak konusu... 1963 yılının Türkiye Sanayii Rehberi’ne bir göz attığımızda ise, Aydın, Balıkesir, Bursa, Çanakkale, İstanbul, İzmir ve Zonguldak’ta olmak üzere toplam 22 adet balık konservesi üreticisinin olduğunu görmekteyiz ki, bu rakam günümüzle karşılaştırıldığında oldukça yüksektir. ( Bu fabrikaların 10 tanesi İstanbul’da, 6 tanesi ise Çanakkale’de yer almakta ve büyük çoğunluğu balık konservelerinin yanı sıra meyve-sebze konservesi de üretiyor.) Bugün ülkemizde sardalya konservesi üreten sadece üç firma bulunuyor. Tuzlu balık ise sadece bir kaç firma tarafından üretilmeye devam ediliyor. 60’lı yıllardan itibaren tespit edilmeye başlanan konserve balık tüketimindeki düşüş, ne yazık ki, sardalya konservesi tüketiminde yoğun olarak gözlenmekte...
9
Sardalya, Avrupa’da da bolca avlanan ucuz bir balık olmasına karşın konservesi lüks ve pahalı bir üründü. 1900’lerde bir kutu sardalya konservesinin fiyatı, konserve fabrikalarında çalışan işçilerin bir günlük yevmiyesine eşitti. Sardalyanın kutuya girince lüks bir ürün haline dönüşümü ilginçtir. Zira diğer tuzlanan (tütsülenen ve kurutulan) balıklar gibi tuzlu sardalya 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’da yoksul halkın en önemli besinlerinden biri idi. 10 1894, 1914 ve 1921 Annuaire Oriental’lerine göre İstanbul’da çoğunluğu Balık Pazarı’nda olmak üzere tuzlu balık başlığı altında adı geçen 12 - 15 tüccar bulunmaktadır.
29
AYBALA YENTÜRK
DENİZDEN KUTUYA SARDALYA
ÇEYİZ ODASI
Konservenin kısa tarihçesi... 1795 yılında Napolyon’un ordularını beslemek, savaşmaktan daha ciddi bir sorun haline geldiğinde, Fransız hükümeti gıdaların bozulmasını önleyecek yöntemin bulunması amacı ile bir yarışma düzenler ve en iyi yöntem için 12.000 franlık bir ödül vaadeder.
Ödülü, asıl mesleği şekercilik ve turşuculuk olan Nicholas Appert kazanır ve ödülünü 1810 yılında bizzat Napolyon’un elinden alır. İşi gereği gıdaların saklanması konusunda deneyimlere sahip olan Nicholas Appert’in yöntemi, kendisi farkında olmasa da, gıdalara bulaşmış olan mikroorganizmaların ısısal işlem ile öldürülmesi ilkesine dayanmaktadır. Ağızları sıkıca kapatılmış cam şişe ya da kavanozlar kullanan Appert, 50’den fazla gıdanın konserve yapım inceliklerini kaleme aldığı “Konserve Sanatı” isimli bir de kitap yazar.
Konserve üretiminde teneke kutuların kullanımı ise 1810’larda İngiltere’de gerçekleşecektir. Eğer Fransız orduları daha uzun süre dayanan yiyecekleri ile daha uzağa gidebileceklerse, İngilizler de bunu başarabilmelidir! Peter Durand isimli bir İngiliz tarafından patenti alınan kutu konserve, cam gibi kırılgan değildir ve her anlamda daha kullanışlıdır.
Birkaç yıl sonra Durand’ın patentini kullanan iki İngiliz Bryan Donkin ve John Hall, bir yıl süren deneme çalışmalarından sonra, teneke kutunun kullanıldığı ilk konserve fabrikasını Bermondsey’de kurarlar. 1813’ten itibaren de İngiliz ordu ve donanmaları Donkin’in konserveleri ile beslenmeye başlayacaktır... Aslında kutu konserveler öncelikle, orduların beslenme ihtiyacının karşılanması için geliştirilmiş birer “asker yemeği”dir. Sardalya konservesinin üretimi ise 1820’li yıllara rastlar...
Sardalye Sokağı... “Sonra, kadınlı erkekli İtalyanlar, Çinliler ve Polonyalılar kasabanın sokaklarına dökülür; sırtlarında tulumları, muşambadan iş önlükleriyle balıkları ayıklamak, paketlemek, pişirmek ve konservelere doldurmak için fabrikalara doluşurlar. Tepeleme yüklü teknelerden gümüş renkli balık nehirleri akarken tüm sokağı bir uğultu homurtu ve gıcırtı dalgası sarar. Tekneler boşaldıkça hafifler, hafifledikçe suyun yüzeyinde yükselir. Fabrikalar sonuncu balık da ayıklanarak pişirilip konserveye konuncaya dek dev bir makine gibi homurdanarak çalışır.” John Steinbeck, Sardalye Sokağı
30
AYBALA YENTÜRK
ÇEYİZ ODASI
DENİZDEN KUTUYA SARDALYA
Meraklısına birkaç not... * Sardalya konservesi de şarap gibi yıllandıkça güzelleşir ve üç dört yıl içinde lezzeti olgunlaşır. * Sardalya konservesi asla buzdolabında saklanmamalıdır: zira içindeki sıvı yağ donar ve bu da balıkların kurumasına sebep olur.
Taze ya da konserve sardalyanın gerek rakı, gerekse şaraba ne kadar yakıştığı, ağzının tadını bilenlerce malumdur. Biz de burada konserve sardalya ile yapılabilecek iki kişilik bir pratik meze tarifi ile Mahmud bin Tosun ve Mehmed Kâmil’den tuzlu sardalya ile yapılan salata tarifleri vermeden geçmeyelim: Konserve Sardalya Salatası
Malzeme: 1 kutu Sardalya Konservesi, 1 orta boy soğan, birkaç dal maydanoz, tuz, arzuya göre biraz sızma zeytinyağı. Yapılışı: Yağı iyice süzülen sardalyalar, bir tabak içinde bıçak ile küçük küçük doğranır. Jülyen doğranan soğanlar biraz tuz ile ovulur. Soğan ve sardalyalar karıştırılarak üzerine ince doğranmış maydanozlar serpilir, arzuya göre çok az sızma zeytinyağı gezdirilir, zira konserve sardalyanın kendisi de oldukça yağlıdır. Literatürde konserve sardalyanın besin değerleri ve sindirim açısından bir ana yemek olarak tüketilmesi tavsiye edilse de iyi bir meze ve özellikle de rakı mezesi olduğu gerçeği yadsınamaz... Sardalya Balığı Salatası
“... Gelibolu sardalyası, Malta sardalyası, Karadeniz sardalyası, Adalar Denizi sardalyası ve uskuna namıyla daha bir çok isim alarak envaı var ise de şu fıçı içine tuzlanmış bu nevi sardalyaların hangisi olur ise olsun hemen alelumum üzerinin pulu tırnak vasıtasıyla ayıklanıp içinin alacası da alındıktan sonra keskin sirkeye bırakılır. Sirkenin içinde güzelce yıkandıkta başları hep baş başa gelmek ve kuyruk cihetleri tabağın muhiten kenarını teşkil etmek üzere bir tabağa tanzim olundukta üzerine zeyt ve sirke ve bir tutam maydanoz ve domates doğranılarak ve bir baş soğan ince ince halka çevrilip üzerine serpildikte üç beş siyah veya yeşil zeytin serpilerek tenavül oluna, pek güzel olur.” Mahmud bin Tosun, Aşçıbaşı
Sardalya Salatası “Fıçı içinde tuzlanmış kırmızı ufak sardalya balığından alıp bir kase içinde bolca sirke ile bir yarım saat terk edip ba’dehu üzerinin pullarını yavaş yavaş tırnak ile kazıyıp tekrar temiz sirke ile yıkayalar ve tabağa dizeler. Ba’dehu bir aher kap içine bir fincan âlâ zeyt yağı koyup azar azar limon suyu veya sirke koyup haylice bir kaşık ile alıştırarak karıştıralar. Tamam beyaz oldukta bu balıkların üzerine dökeler. Eğer isterler ise maydanoz ve dereotu ve soğanı doğrayıp koyalar. Lâtif olur.” Mehmed Kâmil, Melceü’t-Tabbâhîn Kaynakça: 1. Alan Davidson, Akdeniz Balık Yemekleri, Ankara, 2000 2. Alexandre Dumas, Mon Dictionnaire de Cuisine, Paris, 1998 3. Ali Eşref Dede’nin Yemek Risalesi, Haz.Feyzi Halıcı, Ankara 1992 4. Prof. Dr.Bekir Cemeroğlu, Doç Dr. Jale Acar, Meyve ve Sebze İşleme Teknolojisi, Ankara, 1986 5. Engin Sunar,Türk ve Avrupa Mutfaklarından Balık Yemekleri, İstanbul 2002 6. François Bertin, Pascal, Courault, Eureka 750 Petites İnventions et Grandes Réussites, Rennes 7. Giovanni Rebora, Çatal Kültürü, Avrupa Mutfağının Kısa Tarihi, İstanbul 2003 8. Gündüz Ökçün, Osmanlı Sanayii 1913-1915 İstatistikleri, İstanbul, 1984 9. Maguelonne Toussaint-Samat, Histoire Naturelle&Morale de la Nourriture, Paris, 1987 10. Mahmud Nedim bin Tosun, Aşçıbaşı, Haz. Priscilla Mary Işın, İstanbul 1999 11. Martine Le Blan, William Saurin, 100 Ans de Traditin Culinaire, 1898-1998, Tournai, 1998 12. Mehmed Kâmil, Melceü’t – Tabbâhîn ( Aşçıların Sığınağı ), Haz. Cüneyt Kut, İstanbul, 1997 13. Murat Belge, Tarih Boyunca Yemek Kültürü, İstanbul, 2001 14. Raphael C.Cervati, Annuaire Orientale du Commerce, İstanbul, 1894 15. Raphael C.Cervati, Annuaire Orientale du Commerce, İstanbul, 1914 16. Raphael C.Cervati, Annuaire Orientale du Commerce, İstanbul, 1921 17. Sermet Muhtar Alus, Eski Günlerde, İstanbul, 2001 18. Türkiye Sanayi Rehberi, Ankara, 1963
31
ATİLLA İPEK
NACİ DEMİRBAŞ
KİTAPLIK
Bu sefer tanıtacağımız kitap Hollanda’da yaşamış ve hayata gözlerini çok erken yummuş bir aydın, politikacı ve şairimizin, Naci Demirbaş’ın kitabı: ‘Ölüm En Çok Sonbaharda Yakışır İnsana’. Kitap rahmetli Naci Demirbaş’ın vefatından sonra bir vefa borcu olarak ailesi tarafından yayıma hazırlanmış. Kitap rahmetlinin yine şair dostu İbrahim Eroğlu’nun aracılığıyla elime geçti. Naci Demirbaş’ı tanıma fırsatım maalesef olmadı, ama şiirlerini okuyunca Naci Demirbaş’ın hayatı ve insanları seven bir gönül adamı olduğunu anlıyorsunuz. Kitabın arka kapağında kendi ağzından yazılmış yazıda şöyle deniyor: ‘‘ Bir rivayete göre 1956 yılının muhtemelen son gününde Pınarbaşı Kayseri’de dünyaya geldim. Küçük bir köydeki ‘adına yatılı öğretmen okulu denilen yarı açık hapisaneye’ 1968’de girdim ve Türkiye’den ayrılmadan kısa bir süre öncesine kadar orada kaldım. İkinci MC ucubesinin ülkemin zerine bir karabasan gibi çöktüğü 1976 yılında, ‘......Moskova’ya diye kovalanmaya çalışılmasına inat olsun diye Moskova’ya değil de Amsterdam’a doğru yola çıktım. Hollanda’da pedagoji akademisini bitirdim. 1986-1994 yılları arasında iki dönem belediye meclis üyeliği yaptım. Sosyal demokrat parti politikicalığının bana göre olmadığı kafama dank edince bu işi bıraktım. Ondan sonraki yıllarımı eğitim politikaları üzerindeki çalışmalarımla geçirdim. Bu konuda birçok makale ve kitabım yayınlandı. Yakalandığım amansız hastalıkla beş yıl savaştım. 2004 yılının eylül ayının ondördüncü günü göç günüymüş anladım ve 1999 yılında bu melun hastalığa yakalandığım zaman yazdığım şiir aklıma geldi: Sonbahar Sonbahar hüznün br başka adıdır ve derlerki ölüm en çok sonbaharda yakışır insana bir yaprak gibi solup düştüğünde toprağa. Korkma paniğe kapılma sakın ayak selslerinden azrailin sevdiklerinden birini daha almaya geldiği zaman sönen her pencere doğacak yeni bir ışığa gebedir aslen. Leiden, Kasım 1999.’’ Kitabı İbrahim Eroğlu aracılığıyla temin edebilirsiniz: eroglu68@hotmail.com
32
SADIK YEMNİ
C2H5-OH SALINCAĞI
FİKİR YONGALAMA
Akşamcılık ve sanat üzerine bir deneme Alkol: (Arapça = لal-kuhl; rastık taşı tozu) Akşamcılığı sanatın bir gerekliliği gibi görenlerin çokluğu beni önce şaşırtmış, sonra da bir gerçekliğe ayıktırmıştır. Alkolün beyindeki sayısız ilişkiler arası yoğun trafiği yavaşlatan bir etki yapmasının sürekli sanatın artı hanesine yazılagelmesi bir paradokstur. Bir düdük sesi bu tarafa, bir kırmızı ışık şu tarafa. Dur işareti diğer yana. Yavaşlayan sayısız veri akımı. Aynı sorunları çıkmaz sokağa sürekleyen akıntıya kibrit çöpünden ket. Dilin suskunluğunu kıran zembereğin yeniden kurulması. Hayalleri puslu kıyılara itekleyen rüzgar. Sanat tıpkı bilim gibi ayık kafayla, zımba gibi çalışan bir beyinle yapılır. Alkol bir salıncaktır. Kullanılma dozu ve sürekliliği artttıkça ipleri kısalan bir salıncak. Sanatların alkol sayesinde ivme kazandığı aşırı abartmalı bir savdır. Kısalan ipler insanı sadece gerçeklik düzeyinden uzaklaştırmakla kalmaz. Sanatçıyla ilham perisi arasına önce şeffaf bir çarşaf, sonra kalın bir nevresim asar. Devamında şişeden bir duvar örer. Metrelerce kalınlığında şıngır mıngır bir duvar. Ardında renklerin gökkuşağına uçuştuğu ilahi set. Ünlü yazar S. King ‘Yazma Sanatı’ adlı kitabında alkol ve onun mahmurluğunu açıcı maddeler olmadan yazamayacağını, üretemeyeceğini sandığı devri anlatır. Bu maddelerle tümden ilişkisini kestikten sonra Kara Ev, Rüya Avcısı vb. gibi gibi eserler vererek alkolün gereksizliğini kanıtlamıştır. Alkol izm yaratabilmiş tek iksirdir. Nedir onu komunizm, kapitalizm, daltonizm gibi izmci yapabilen sır? Esin perilerini peltekçe dilinde çağırması mı? Suni yorgunluk, asılsız uyku derinliği yaratan etkisi mi? Saatler boyu da olsa kaçış yolunda otostop yaptırması mı? Alkollü içki bağımlılığının gerçekliğin ağzı bozuk bir yorumu olması belki. Başları döndürürken dünyayı durdurduğunu iddia eden sahte tılsımcılığı mı? Ayılınca kafatasına yorgunluk taşı gibi çöken, içmeyince eli ayağı titreten ahlı vahlı bir iksir olması mı? Bilinçaltı’nın altındaki ilkel timsaha giden yoldaki baştançıkarıcı rehberliği mi?. Karaciğeri makarna süzgecine çeviren tercüman ve reklamların gözde çapkını olması mı? Neden yasaklanmasında bir cazibe vardır? Serbestliği serkeşçe olduğundan mı? Yoksa çamura üflenen nefesi boşladığı için mi? Akşamcılığı sanatın bir gerekliliği gibi görenlerin çokluğu dedim. Bu kimselerin içinde bir tane bile iyi yazar, denemeci, besteci, özgün bir şey yaratmış bir kimse yoktur. Birkaç iyi eser verdikten sonra bu kervana katılanların eserlerinin kalitesinin giderek yozlaşması da bir başka vahvahvahtır. Alkol, tebası ve ardından seyirtenleri milyarı bulan bir yavaşlatıcıdır. Sekiz bin yıllık tarihinde ne çok zihin ayartmıştır. Son buzul devrinden önce insanlık tarafından bilinmemesi kandırıcı gelmemeli. Şu ana kadar insanlığın fizik ve zihin enerjisini en gaddar biçimde heba ettirmiş bir izmdir. Kısacası; akşamcılık kaliteli sanat yapamamak için bulunmuş mazeretlerin en kötüsü değildir. www.sadikyemni.net
33
FEHMİ ÖZGÖK
BAKIN BEN NASIL BİR DİNAZOR OLDUM
MEKTUP ODASI
Ben yıllarca Olivette marka bir yazı makinesiyle yazdım. Örneğin ikisi Hollandaca, diğer ikisi Türkçe yayımlanmış olan dört kitabımın üçünü de aynı makineyle yazmıştım. 1996’da yayımlanan ‘Sen Adam Olmazsın’ kitabımı da aynı makineyle yazmaya uğraştığım günlerde Simon’la tanışarak arkadaş olmuştuk. Dört beş yıldır her yaz tatilini Türkiye’de bisikletiyle dolaşarak geçiren Simon, bu arada az çok Türkçe de öğrenmiş, İstanubl ve Ankara’da dostlar edinmişti. İstanbul ve Ankara’daki bu Türk dostları genç ve yüksek öğrenim görmüş edebiyata, sanata meraklı kişilerdi. Simon vu dostlarıyla tanıştıktan sonra Türkçe öğrenmeye başlamış ve bir dostunun aracılığı ile İstanbul Teknik Üniversitesi’nin yabancılar için açmış olduğu Türkçe kursuna gitmişti. Amacı, Holandaca - Türkçe tercümanlık yapabilmekti. Bu arada benim bir Türk yazarı olarak Hollandaca yayımlanan her iki kitabımı okuduktan sonra benimle görüşüp tanışmaya karar vermiş. Aslında Almanca öpretmeni olan Simon’la ilk kez görüşürken hiç tanımadığım bir Hollandalının Türkçe konuşmasına hayret etmiş ağzım, bir an öylece açık kalmıştı. Edebiyat konusunda Türkçe-Hollandaca olarak birlikte bazı çalışmalar yapabilirsek o Türkçeyi ben de, Hollandacayı ilerletebileceğimizi öneriyordu. Doğrusu o anda gökte aradığımı yerde bulmuş gibi sevindim. Evet, bu ülkede Hollandaca iki kitabım yayımlanmıtı ama, bunların Türkçeden Hollandacaya çevirilmesi sorununu sen gel de bana sor. Hele hele şiirlerin çevirisi! Asıl bu çeviri işinin ne denli zor olduğunu anlatan bir kitap yazmalıydım. Kısaca ne gibi zoruluklar çektiğimi Simon’a açıklarlarken bir yandan da içimden kendi kendime soruyordum: ‘Acaba yazdıklarımı çavirebilir mi?’ Ne ki, Simon, aklımdan geçen soruyu okumuş gibiydi: ‘Evet’ dedi ‘çeviri öyle zor bir iştir ki, o kitabı Hollandaca olarak yeniden yazmak demektir. Söz veremem ama, deneriz.’ Simon’la yeni tanıştığımız o günlerde işsizdi ve ders verdiğim saatler dışında ne zaman okula gelse beni odamda yazı makinesi başında takır takır yazarken görüyordu. Çok geçmedi: ‘Bu makine artık çağdışı. Sen bilgisayarda yazmalısın’ dedi. Üstekik nice kolaylıkları ve marifetleri de vardı bilgisayarın. Evet, bilgisayarın harika bir buluş olduğunu ben de biliyordum. Biliyordum ama, bu ülkelerde yetişen Türk gençleri için Türkiye’nin 9000 yıllık tarihini ve kültürünü kolayca öğrenebilecekleri bir biçim, içerik ve anlatımla ders kitapları yazmaya uğraşıyordum. Bu da araştırma ve incelemye dayalı bir proje olarak büyük bir emek ve zaman isteyen bir uğraştı. Aslında ben bir yazar ve şairdim. Beni çok çok aşan bir bilim adamının yapacağı bir işti bu. Türkiye’de okutulan kitaplarla ders vermek buradaki çocuklara göre uygun değildi; ama kitapsız okul, öğrenci ve ders de olmuyordu. Bundan böyle beş yıldır yazmaya uğraştığım üç ciltlik bu kitabı bir an önce bitirip öğrencilerime vermek istiyordum. Ayrıca bu beş yıl içinde Türkiye’de de bir kitabım yayımlanmış ikincisini de bitirmek üzereydim. Bunca yoğun bir uğraş içinde bir de bilgisayrla mı uğraşacaktım. Zaten bilgisayara 2000-2500 Gulden verecek maddi durumu da yoktu. Ben bunları açıklayınca Simon, yeni bir bilgisayar aldığını ve şimdiye dek kullandığı bilgisayarı da bana bedava vermek istiyordu. ‘Teşekkür ederim. İyi güzel de Simon, bilgisayarı kullanmayı öğreneyim derken yazmak istediklerim öylece kalacak’ ‘Hayır, hayır. Ben sana bir saat içinde nasıl yazabileceğini öğreteceğim.’ ‘Ama unutma Simon, ben Türkçe yazıyorum!’ ‘Ben sana Türkçe programı yapacağım. Hem de bu yazı makinesi gibi, F klavye. Göreceksin bak; bir saat içinde yanlışlıkları da dğzelterek rahatça yazacaksın ki, bir daha bu yazı makinesini kullanmayacaksın’ Gerçekten de öyle oldu ve Olivette’yi bir daha kullanmadım. Ve o Olivette ki, Hollanda Yabancılar Merkezi (NCB)’nin Türkçe yayım organı İLKE dergisinde yazdıklarıma on yıl, Ankara’da yayımlanan ILGAZ dergisinde yazıklarıma beş yıl, iki senaryo ile iki tiyatro oyunu yazılarım, yayımlanan dört kitabımın üçüne, Simon’la tanışana dek ha babam araştırıp yazmaya çalışarak bir türlü bitiremediğim ders kitaplarıma, şiirlerime, mektuplarıma ve dosyalar dolusu yayımlanmamış yazılarıma yaklaşık 30 yıl hizmet vermişti bana Olivette. Ne ki, bilgisayara geçince sesi soluğu kesilmiş sonra da oratalıkta durmasın diye evimizin kileri olarak kullandığımız (kelder)’in karanlığında duruyordu. O denli yaşlı olmadığından antik değeri de yoktu. Nihayet geçen yıl, evimizde genel temizlik nedeniyle ıvır zıvırlarla birlikte belediyenin hurdalığına atmadan önce tuşlarına basayım dedim ama, öylesine paslanmıştı ki, bastığım tuşların kolları silindire ulaşamıyordu. Kelder’in karanlığında çoktaan can vermişti Olivette. Ne varki, Olivette’yi canlı canlı o karanlıkta ölüme terkettiğimden bu yana 11-12 yıl geçtiği halde yazdıklarımı saklayıp tekrar aynı programa girmekten başka hiç bir marifetini öğrenmeye çalışmadım bilgisayarın. Simon
34
FEHMİ ÖZGÖK
BAKIN BEN NASIL BİR DİNAZOR OLDUM
MEKTUP ODASI
ise, edebiyat yazılarımı çevirmeye uğraştı ama başarılı olamayınca 1989’dan sonra 18 yıl geçtiği halde Hollandaca başka yeni bir kitabım da yayımlanmadı. Türkiye’de desen yayımcılar, kalıcı edebiyat ürünlerinden çok kitleleri oyalayacak popüler türlerle star yazar arıyorlar. Bundan böyle Türkiye’de de son 11 yıldır başka yeni bir kitabım yayımlanmadı. Ancak Simon, tarih kültür ders kitaplarımı Hollandaya çevirerek çok kültürlü büyük bir hizmet verdi. Üç kitaptan oluşan bu ciddi ürün, Hollanda çapında büyük bir kitabevi ve yayımcının dikkatini çekti ama, olasıdır ki, politik nedenlerle Hollanda Eğştim Bakanlığı kabul etmeyince ortadereceli okullarda okutulacak bir kitap olamadı. Beri yanda bilgisayarımda ne elektronik posta adresim var, ne de internette yazdığım bir sayfa. Eh, ne gerçek ne de sanal dünyada bunca yıldır hiç bir yazım yayımlanmayınca giderek her iki ülkede de unutulmuş bir yazar oldum. Böylece hanidir kendi inine çekilmiş tam bir dinzaorum. Ama sürekli okuyan ve yazan bir dinazor. Fehmi Özgök 20 Ekim 2007 Muntendam
35
ODA SANAT
HABER ODASI
DUYURULAR
ODA Vakfı sunar Amsterdam Fikir Yongalama Kulübü etkinliklerine başlıyor
- 2007 – 2008 Programı -
Sevgili Fikir Yongacıları, Amsterdam’da ODA Sanat ve Edebiyat vakfının Fikir Yonga oturumları yakında başlıyor. Yer aramakla geçen süreç tamamlandı. 24 Kasım Cumartesi günü başlıyoruz. Daha önce benden yakında başlıyoruz içerikli bir mesaj almıştınız. Borges okumalarıyla başlayacağımız belirtilmişti. Programlar: Hızla değişen dünya gündemi nedeniyle ilk olarak Naomi Klein’in The Shock Doctirine (2007) adlı kitabını 6 bölüm halinde incelemeye alacağız.
STOC Türk Egitim Merkezi J. Huizingalaan 78-80 1065 JD Amsterdam Saat: 14.00 – 17.00
24 Kasım 2007 Cumartesi 08 Aralık 2007 Cumartesi 22 Aralık 2007 Cumartesi 05 Ocak 2008 Cumartesi 19 Ocak 2008 Cumartesi 02 Şubat 2008 Cumartesi
Yaza kadarki 2008 yılı programı çeşitlilikler içermekte. Naomi Klein’in Şok Doktirini kitabından sonra Slavoj Zizek’in Ödünç alınan Irak Çaydanlığı adlı kitabını inceleyeceğiz. Bildiğiniz gibi S. Zizek kasım 2007’de Istanbul’daydı. http://www.haber5.com/haber.php?haber_id=298276 Kitap iki defada incelenecek. STOC Türk Egitim Merkezi J. Huizingalaan 78-80 1065 JD Amsterdam Saat: 14.00 – 17.00
16 Şubat 2008 Cumartesi
01 Mart 2008 Cumartesi
36
ODA SANAT
DUYURULAR
HABER ODASI
2007 yılı bildiğiniz gibi Unesco tarafından Mevlana yılı ilân edildi. Bu nedenle Yaza kadarki programımız 800 yıl sonra Batı’da çok satar olan Mesnevi’den seçmelere ayırdık. 6 ciltlik Mesneviden seçilmiş nadide pasajlar işlenecektir.
STOC Türk Egitim Merkezi J. Huizingalaan 78-80 1065 JD Amsterdam Saat: 14.00 – 17.00
15 Mart 2008 Cumartesi 29 Mart 2008 Cumartesi 12 Nisan 2008 Cumartesi 26 Nisan 2008 Cumartesi
Borges okumaları için ayrı bir uygalama söz konusu olacak. Bu iş için evlerini açan dostlarımız var. Benim evim de bunlardan biri. Aralık ayında 4 oturumda yazarın 9 öyküsü işlenecek ve katılanlara Borgeskoliklik sertifikası verilecektir. Borges okumalarını E.A. Poe ve diğer ünlü klasik yazarların öyküleri işlenmeye devam edilecek. Bu toplantılar küçük gruplar halinde yapılacağı için katılacakların bunu önceden mutlaka bildirmesi gerekmektedir. NOT: Her oturumdan önce katılanlara işlenecek öykülerin dijital metinleri yollanacak ya da fotokopiler kullanılacaktır. Daha fazla bilgi için: sadikyemni@hotmail.com
Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius Babil Kitaplığı Averroes’un(İbn Rüşt) Arayışı Yolları çatallaşan bahçe Alef Yaratıcı Düş kaplanları Örtülü Aynalar Herkes ve kimse
Ücret: Buluşmalarda çay, kahve ve fotokopi masraflarını karşılamak için katılımcılardan oturum başına 3 Euro alacağız. Borges okuma toplantıları ücrete tabi değildir. Ayda 6 euroya çay, kahve eşliğinde Fikir yongalama seansları sizleri bekliyor. Yakında görüşmek üzere. Lounge Café’ye katkıları için teşekkürler
37
ODA SANAT
DUYURULAR
HABER ODASI
Winternachten başlıyor 1995’ten beri Lahey’de organize edilen literatür festivali ‘Winternachten 17 – 20 Ocak 2008 tarileri arasında, 60’tan fazla yazar, müzisyen ve film yapımcısını tekrar bir araya geliyor. Katılımcıların arasında Hollanda’yla özel bağları olan Türkiye, Surinam, Fas, Antiller, Aruba ve Endonezya gibi ülkelerden sanatçılar da yer alıyor. Türkiye’den programa katılacak Elif Şafak 17 Ocak akşamı saat 20:00’de Nieuwe Kerk’te festivalin açılışını yapacak. Daha önce 2005 yılında festivale katılan Şafak, yapacağı konuşmada, günümüzde karşı karşıya gelmiş müslüman ve batı toplumlarının birbirine daha yakınlaşması için edebiyata düşen görevi ele alacak. Yazarların kültürlerarası gidip gelen bir aracı yada bir göçebe olarak, çatışma halindeki dünyaları nasıl birbirine yaklaştırabileceğini işleyecek. NRC Handelsblad gazetesinin editörü Bas Heijne, Elif Şafak’la konuşmasından sonra bir söyleşi yapacak. Elif Şafak yine 18 Ocak akşamı Theater aan het Spui / Filmhuis’de Hollanda’nın en çok okunan yazarlarından Harry Mulisch ve Güney Afrika’lı şair Antjie Krog’la bir söyleşiye katılacak. Festivalin üçüncü akşamı olan 19 Ocak’ta Türk Edebiyatına ayrılmış bir program da var. Saat 20:00’de Filmhuis’de başlayacak program şöyle: 20:00 / 21:00 – Filmhuis 6 Modern Turk Şiiri: Modern Türk şiirine serbest bir keşif. -
Bejan Matur Margot Dijkgraaf Mehmet Yildirim Tuncay Çinibulak
21:40 / 22:25 – Theater aan het Spui – kleine zaal Bevrijding, het andere leven, de vlucht (Azat, diğer hayat, kaçış) Zulfu Livaneli, Laila Aboezaid (Fas) ve Ilja Leonard Pfeijffer (Hollanda) özgürlük konusunda bir söyleşi yapacaklar. 23:00 – 23:55 – Filmhuis 6 Film: De Bevrijding (Mutluluk) - Ömer Zülfü Livaneli (sunuş) Mutluluk, Zülfü Livaneli'nin eserinden uyarlanan, 2007 yapımı bir Abdullah
Oğuz filmi. Film, 2007 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin ulusal uzun metrajlı film yarışmasında aday gösterildi. Daha fazla bilgi için: winternachten.nl
38