ODA Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi
1
Editörden
29
Fikir Yongalama Sinan Tabanlı
2
Öykü Odası
32
Alper Bilgili, Özkan Binol, Sadık Yemni, Yavuz Nufel, Nazım Fırat
Hollanda’nın Sanatçıları Işık Tüzüner
20
Şiir Odası
İhsan Arı, Handan Kalsın, Sinan Tabanlı, Ahmet Evsen, Faysal Apak, Can Sever, Tuğba Cincil
34
Kitaplık Selçuk ERAT: POST – ART I ve IŞIK TÜZÜNER Gülay Kaya: Friedrich Durrenmatt – Şüphe
25
Çeyiz Odası
İlhan Pınar: Birinci savaş sırasında izmir’de bir yardım cemiyeti: İzmirli alman kadinlar yardim cemiyeti
11
Sevgili Oda dergisi okurları. Aramıza genç yazarların katılımıyla gürbüzleşen, dinçleşen dergimiz 11. sayısına ulaştı. Bu sayıda Öykü Odamız’da 6 öykümüz var. Alper Bilgili’den Yıldönümü, Özkan Binol’dan Keman Konçertosu, Cengiz Darıdere’den Kokovski’nin İzdivacı, Sadık Yemni’den Sokaklar Benim Yeniden, Yavuz Nufel’den Satılık Anılar ve Nazım Fırat’tan Martı. Bir adet NOT: İlk on sayımıza öyküleriyle katılan Nazan Bilen anne oldu. Kendisini, eşini ve minik Batu Tamer’i kutluyor ve hepsine uzun ömürler diliyoruz. Şiir Odamız genç ve yetenekli şiirlerle kıpır kıpır. Ahmet Evsen’den Rotterdam Geceleri, Faysal Apak’tan Tabutsuz Zamanda Gemi, İhsan Arı’dan Eylül, Sinan Tabanlı’dan Ömür Sigaram, Handan Kalsın’dan İçimdeki Piston, Can Sever’den Ezgi, Oskar ve İkinci Adam ve Tuğba Cincil’den Telgraf. Bu sayıda Çeyiz Odamız’da İlhan Pınar’ın Birinci Dünya Şavaşı sırasında Alman kadınları tarafından kurulan bir yardım cemiyetiyle ilgili araştırma yazısını okuyacaksınız. Fikir Yongalama bölümümüzde bu sayıda da genç yazar Sinan Tabanlı var. Muharref Nesil ve İnsan için efkâr vakti:Bugün denemeleriyle bizi takkeyi önümüze koyup düşünmeye sevkedecek. Bu sayıdan itibaren Hollanda’nın (Görsel) Sanatçıları bölümüne başlıyoruz. İlk konuğumuz ünlü sanatçımız Işık Tüzünel. Son olarak genç öykücümüz Gülay Kaya’dan bir roman incelemesi okuyacaksınız. Friedrich Durrematt’ın Şüphe’si büyülteç altına yatırılmakta. 12 sayı ile 3. yıla ayak basacağız. O sıralarda görüşmek üzere.
1
ÖYKÜ ODASI Alper Bilgili Yıldönümü
Toplarla yaptığı numara geçen haftaki kadar ilgi çekmiyor. Bunu kabullenip yeni bir şeyler bulsa iyi eder. Bisiklet olmaz. Daha iki tekerlekli bisikletin üzerinde duramazken tek tekerlekli bisiklete binmeyi nasıl becerecek... Hem bu şehirde bisikletle şov yapan bir hokkabaza kim ilgi gösterir? Herkes biraz cambaz burada. Çaresiz labutla yaptığı gösteriye dönecek. Biliyor ki az sonra etrafında sadece sarı kafalı üç beş çocuk ile, bütün güz izlese elini cebine atmayacak kara kafalı göçmenler kalacak. Kara kafalılar demişken... Şu gözleri güçlükle seçilen ve hepsi birbirini andıran adamları ilk gördüğünde nasıl korktuğunu hatırlıyor hokkabaz. Garip bir dil konuşuyorlar. Kısa, sert, kulağa benzer gelen sözcükler. Saçları dümdüz ve tek renk. Kapkara. Hayret! Yine Hayret! Dünyayı bilen bir insandı oysa. En azından bir yıl önce şu arkasında duran otelde uykuya dalmadan önce görmüş geçirmiş bir adam sayılırdı. Akdenizde gezmediği liman kalmamıştı. Hemen her şehri avucunun içi gibi bilirdi. Geminin her mevkisinde görev aldığından ve işe hamallıkla başladığından insanları da iyi tanırdı. Ama şimdi şaşıyor. İnsanlar çok farklı. Sadece çekik gözlüler, burayı mesken tutan zenciler ya da Arapça konuşanlar da değil onu şaşırtan. İnsanlar, buralılar da çok farklı. Kadınlar bile... Erkek gibi giyiniyorlar. Daha cüretkarlar. Daha az kokuyorlar. Herkes daha iri. Yeter ama! Tüm farklılıkları anlatmasını beklemiyorsunuz ya ondan! Kendisi de çözememiş ki size bir açıklama yapsın. Sabah akşam düşünüyor. "Ahşap binalara ne oldu? Kırmızı tuğlalar neyin nesi? Şehir neden bu kadar kalabalık? Dostlarım nerede? Neredeyim ben! Cinlendim mi gerçekten!" Bunları sonra düşünmeli hokkabaz. Onun mesleğinde dikkat her şeydir. Şimdi ilk defa dün denediği numarayı sergileyecek. Çok zor bir
numara değil. Yaratıcı da sayılmaz. Ama yenilik yeniliktir. Topların yerini alacak yeşil elmaları özenle ve yavaşça çıkarıyor yamalı çuvalından. Isırmadan önce yıkama imkanı bulamadığından hiç değilse eliyle tozunu almayı aklından geçiriyor. Ya da bize öyle geliyor; yıkamayı hiç düşünmemişti belki de. Biraz daha zaman harcarsa onu izlemek için var güçleriyle annelerinin ellerinden çekiştiren küçük hayranlarının ilgisini de kaybedecek. “Onlar gitmesin” diyor ve üç elmayı ve bir topu aynı anda çevirmeye başlıyor havada... Hokkabazı izleyen çocuklar nihayet deyip annelerinin ellerini bırakıyorlar. Yetişkinlerin gözleri hokkabazın kostümünde. En az 500 yıl öncesine ait bir kostüm bu. Hokkabaz takdiri hak ediyor bu seçimiyle. "Kim bilir ne kadar aramıştır" diyor Fred'in ananesi. "Evet ama..." diyor yanındaki beklemeden "niye o kadar pis!" Titiz bir kadın dudak büküyor. Tiksinti ve merak yanyana yüzünde. İşin kötüsü hokkabaz da bilmiyor nedenini. En az 10 altın saymıştı bu kıyafete oysa. 10 altın kaç Euro eder ki? Elmalar havada birkaç tur attıktan sonra sıra numaranın can alıcı kısmına geliyor. Dün akşam evde yaptığı provada başaramamıştı ama olsun. Her zaman -belki de sizin de düşündüğünüz gibi adrenalinin etkisi ileheyecanlanınca daha iyi iş çıkarıyor. Evet. Dün becerememişti, doğru... Ama elmaları bir yandan havada dolaştırıp bir yandan da sırayla ısırmak kolay değildi. Sebastian ise öyle düşünmüyordu. Bu yüzden "Beceriksiz ahmak" naz yapmadan çıkmıştı dün gece ağzından. Sebastian da nereden çıktı? Aslında o da benzer bir soruyu geçiriyordu aklından hokkabaza bakarken. "Nereden çıktı bu adam?" Tamam, Sebastian'ın da normal bir hayatı yoktu. Bisikletinin pedallarını hava kararmadan eve varmak için hızlı, çok hızlı çeviren öbür Amsterdamlılar gibi değildi. Gece dinlenemezdi. O gece gündüz çalışan bir adamdı. Çalışkan bir pezevenkti. Bu hokkabazı da iş sırasında bulup getirmişti. Yanında çalışan kızlardan birinin neredeyse içine düşmüş garip adama acımış, o gece kendisinde kalmasını önermişti. Hatta ona hokkabazlık yapması fikrini veren de o idi. Hiç değilse eve üç beş kuruş getirir de kirayı ödemesine yardım ederdi. Dün fark etti. Hokkabazın kim olduğu ile ilgili bir fikri yok hala.
2
Ama adamı sıkıştırmanın da anlamsız olduğunu biliyor. Zira yaklaşık bir senedir ağzından tek alabildiği kimsenin inanmayacağı safsatalar. Belki Kutsal Kitaplarda geçen Ashab-ı Kehf'in hikayesini bilse inanabilirdi ona. Hani düşmanlarının zulmünden kaçarken mağaraya sığınmış, orada yüzyıllarca uyuyakalmışlardı. Ya da bazı bilimadamlarının eskiden beri insanı uyutma üzerine çalıştıklarından haberdar olsaydı hokkabazla dalga geçmeden önce bir kez daha düşünürdü Sebastian. Ama o ne dinden anlardı ne de bilimden. Peki tarih? Bakın ondan biraz anlardı. En azından hokkabazın anlattığı gibi bu şehrin büyük iki yangın geçirmeden önce ahşap binalarla dolu olduğunu biliyordu. Ancak sırf bu yüzden ona inanacak hali yoktu ya. En iyisi bu konuyu unutup uzunca bir süre sorgulamamak. Hokkabaz eve para getirdiği sürece gerçekte kim olduğunun bir önemi yok. Hokkabaz nerede olduğuna dair kesin bir fikre sahip olmamakla beraber bilhassa son altı aydır buradan kurtulmak için çok kafa patlatmıştı. Nihayet dört ay önce, yaşadıklarının kendisine bir ceza olduğu fikrine vardı. Geçen yıl handa uyuyakaldığı gün bir yanlış yapmış olmalıydı ki bu kabus hayatla cezalandırılmıştı. Ama ne olabilirdi o yanlış? Sonunda aklına şu ilginç fikir geldi. O gün, geminin sahibi Geert'in merdivenden yuvarlanmasını engellemişti. Geert kendisine hayatını kurtardığını söylemiş, onu bir avuç altın sikke ile ödüllendirmişti. İyi de hayat kurtarmanın nesi yanlış olabilir? Öyle demeyin, olur. Eğer kurtarılan Geert gibi adi bir tüccar, kan emici bir patron ve acımasız bir tefeci ise onu kurtarmak birçoklarına kan kusturmaktır, diye savundu teorisini hokkabaz. O halde ne yapmalı? "Onu bulup öldürecek değilim ya. Kimbilir nerededir şimdi? Akdenizin hangi limanında hangi kadınların hangi uzuvlarının arasında kaybolmuştur?" “O olmazsa, onun gibisini bulmalı. Gerçek Amsterdam'a dönmek ve bu lanetten kurtulmak için o kişiyi kurban etmeli.” Burada duruyor hokkabaz. Gerçek Amsterdam'a dönmek istediğinden emin mi? Orası buradan daha mı güzel? İnsanları daha mı nazik? Yatağı daha mı rahat? Odası daha mı sıcak? Karnı daha mı tok? Hayır! Hepsine koca bir hayır. Hatta burada olup orada olmayan şeyleri saymakla bitiremeyeceğini de biliyor. Aklına ilk gelen örnek de hiçbir hayvan kullanmaksızın insanı bir yerden diğerine hem de bu kadar çabuk götüren mavi beyaz boyalı demir kutular. Ama... Ama orası evi. Orayı biliyor. Başına gelecekleri kestiriyor. Burada ise yeni şeyler öğrenmekten, öğrendiklerine şaşırmaktan sıkıldı. İşte bu yüzden,
o sade, geri, Katolik şehri bu güzelliklerle süslü ama kaotik şehre tercih ediyor. Şimdi daha emin. Bir gün daha kalmamalı burada. Kalmamak için hata yapmamalı. Doğru kişiyi dikkatlice seçmeli. Titriyor. Her zaman olduğu gibi, heyecanının geçmesi için hızlı hızlı kaşınıyor. Yer yer ısırılmış elmalardan bir tanesini sabırla bitiriyor. Gözleri kendisini merakla bekleyen grupta. Elma bitince ellerini havaya kaldırıp tempo tutmalarını istiyor. Seyirci hızını alınca her şeyi bir kenara bırakıyor. Şapkasını açıp seyirciler arasında gezdiriyor. Attıkları paraya bakmıyor. Atmayanlara kızmıyor. Aslında aklına gelen ilk fikir az para veren kişiyi seçmekti kurban etmek için. Ancak sonra bunun doğru kriter olmayabileceğine hükmetti. Öyle ya; mecburiyetten elleri sıkılaşmış köylüler görmüştü, bonkör derebeyleri de... O halde verdikleri paraya göre ayırt edemezdi iyiyi kötüden. Dün aklına o diğer plan geldi. Mükemmel bir plan değil. Ama denemeye değer. Hem şimdi denemezse bir yıl daha beklemek zorunda kalabilir. Tam geçen sene bugün hayatını kurtarmıştı Geert'in. Bu lanetten ve lanet sonucu hapsedildiği cinlenmiş şehirden kurtulmak için en doğru gün bugün olmalı. Peki doğru kişiyi seçemezse... O zaman buralıların yasaları ile yargılanacak. Sebastian'ın dediğine inanılacaksa burada adam öldürenler bile giyotinle ikiye ayrılmıyormuş. Hapishane denen yerde onyıllarca kalıyorlarmış. İşkence bile yokmuş. "En kötü oraya düşerim" diye geçiriyor aklından hokkabaz. Hem orada da uzun kalmayacağını düşünüyor. Hapiste kötü insan bulmak zor olmayacağına göre, en kötü ihtimalle seneye bugün doğru kişiyi kurban edip buradan kurtulacaktır. Şimdi daha sakin. Gülümsüyor. Ve ellerine aldığı üç adet bıçağı hızlıca çevirmeye başlıyor. Ancak bu kez yukarı, çok daha yukarı fırlatıyor elindekileri. Seyircinin içinde hokkabazın yeteneğini o ana kadar takdir edememiş olanlar vardı ya inanın onlar da hayranlıkla izliyorlar şimdi. “Bu nasıl bir hakimiyet!” “Her seferinde sapını nasıl tutturuyor!” “Ne kadar keskin baksana!” “Elinden sekse yüzüne gelebilir sivri ucu!” Doğru söylüyorlar. Siz olsanız siz de etkilenirdiniz. Belki hokkabazın gerçek Amsterdam’da yaşayan ve ona bıçak kullanmayı öğreten denizci dostları dışında herkes takdir ederdi onu. Onlara göre gerçek bir denizci bıçağa hakim olmalıydı. Ve bu yetenekle övünmek ayıptı. Yeni Amsterdam’da İngilizce bilmek kadar normaldi bu. Hokkabaz gösterisini bitirdikten sonra nasırlı ellerini açıp seyircinin önünde eğilirken normalde nefsini okşayabilecek alkışları duymuyordu dahi. Zaman yavaş akıyordu. Neredeyse onun için duracaktı zaman. Yine duracaktı... “Şimdi, sizden ricam yeni gösterimde bana yardımcı olmanız. Gördüğünüz gibi, korkmanızı
3
gerektirecek bir şey yok. Son derece güvenli. Tüm havarilerin adına yemin ederim ki...” Hay lanet. Havarileri kim takar burada! “... buraya gelip bana yardımcı olacak arkadaşımın vücuduna en ufak bir zarar gelmeyecek. Üstelik hayatı boyunca unutamayacağı bir gösteriye yakından tanıklık edecek.” Kalabalığın içinden bir el kalktı. Onu gören bir ikisi daha... Sonra, korktuğu için pişman olmak istemeyen bir düzüne el daha istekle yükseldi kalabalığın içinden. “Hayır. Size değil. Küçük bir dostuma ihtiyacım var. Ancak annesi ya da babası yanında olan küçük bir dostumu alabilirim buraya.” Bu son cümle her gün orada hevesle bekleyen küçük hayranlarını hayal kırıklığına uğrattı. Başka da bir el kalkmadı uzunca bir süre. Nihayet bir baba çıktı da “Biz varız!” dedi gururla. Hokkabaz memnuniyetini gizlemedi. Geniş delikli, uzunca burnunu çekti. “Çekinmeyin, buyrun, öne doğru gelin beyefendi” dedi kendisine yardımcı olan adama. Kalabalık da bu cesur adama hak ettiği saygıyı gösterdi ve ona yol açtı. Baba, gösterinin yapıldığı dairenin merkezine yaklaştıkça büyüdü. Garip hisler içerisindeydi. Hem hakir görüyordu o kalabalığı hem de onlardan takdir bekliyordu. “Yalnız olsak almazdım bu riski” diye düşünüp elleriyle yağlı saçlarını arkaya attı kalabalığın şaşkınlıkla izlediği cesur adam. “Kötü olmasan bu riski almazdın” diye fısıldamaya gerek duymayan hokkabaz ise bıçağı çoktan karnına sokmuştu cesur adamın. Hatta işi garantiye almak için bıçağı içeride gücü yettiğince çevirmişti. Gözlerini dehşet ve çaresizlikle elini tutan oğluna dikmiş cesur adam bir şeyler söylemeye çabaladı. “Nefesi de kötü kokuyor” diye düşündü hokkabaz. Biraz daha umutlandı. Yere yığılan adama bakmıyordu şimdi. Gözleri kapalı, gözlerini açtığında nerede olacağını hayal ediyordu.
4
Özkan Binol
Keman Konçertosu * “Yusuf Atılgan’a” Cuma Öğle
Ağustos sıcağıydı. Caddede in cin top atıyor, asfalt yoldan kalkan sıcak durmadan yüzümü yalıyordu. Kaldırıma düşen gölgeleri takip ede ede bir an önce istasyona ulaşmaya çalışıyordum. Her şey bıraktığım gibiydi. Sanki, akrep ve yelkovanın yolculuğunun daha başlamadan bitmişti.
Ansızın duyduğum tren düdüğünün sesiyle düşüncelerimden bir anda uzaklaştım. Başımı kaldırdım ve eskimişliğin kederi, geçmişin hüznü ile istasyonu karşımda buldum.Art arda duyduğum düdük sesleri acele etmem gerektiğini söylüyordu. Kalkmaya yüz tutmuş olan treni yakalamalıydım. Terden sırılsıklam olmuş bir halde bekleme salonuna girdim. Bir iki yolcuya rağmen içerisi bomboştu. Bilet gişesi kapalıydı. Acele edersem belki treni yakalayabilir, konduktöre az bir ceza ödeyerek trende bilet alabilirdim. Ama her türlü çaba nafileydi. Perona gidene kadar tren hareket etmişti. Akşamki son trene kadar burada kalmıştım. Peron trenin çıkardığı buharın içine gömülmüştü. Umutsuzca trenin arkasından bakarken dumanların arasından bir yolcu gözüktü. Marazi inceliği, yılların izleri ve tedirgin hali hemen dikkatimi çekti. Sabit gözlerle trenden dışarıya bakıyordu. Ama asıl ilginç olan şey sıkı sıkıya tuttuğu akrep ve yelkovanı durmuş bir duvar saatiydi. Kimdi bu? Kim ? Kim ? Hem çok tanıdık geliyor hem de kim olduğunu çıkaramıyorum. Kim ? 1-Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, İletişim Yayınları, İstanbul 1987, s 12. Birden bire zihnimde bir daktilo art arda tuşlara basmaya başladı.Başı kendine göre büyükçe, alnı geniş;saçları, kaşları, gözleri, bıyığı koyu kahverengi; ( çınn!)-yüzü kuru, biraz aşağıya çekik ama gecikmeli- daktilo satır başı yaptıAnkara treniyle gelen kadının gittiği ( çınn!) sabah aynaya baktığında gördüğü kadar da değil...1 Onu daha iyi görebilmek için trenle birlikte koşar adım yürümeye başlamıştım. Bir ses: -
Zebercet dedi.
Zihnimdeki daktilo bir an durdu (çınn!) ama sonra ... kapı aralandı, suyu istedi ebe, “Bir oğlun var” dedi . Az sonra odaya çağırdı. Belemiş, avcuna almış, el kadar bir şey.” Pamuğa sarıp inci kutusuna yatırılır bu; (çınn) – yeniden satırbaşıZebercet koyun adını dedi.2 Paragraf bitmişti ve yine aynı ses “Zebercet” diyordu.
1-Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, İletişim Yayınları, İstanbul 1987, s 12. 2-Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, İletişim Yayınları, İstanbul 1987, s 13. Bu ses benim sesim değildi.Duyduğum sesle birlikte olduğum yerde durdum ve derin bir nefes aldım. Arkamdaki her kimse hala konuşmaya devam ediyordu.
-
Anayurt Oteli’nin katibi Zebercet
Sorumun karşılığı buydu ama cevap veren kimdi ? Merakla arkama döndüm. Yok ! Bu bir şaka olmalıydı. Yok yok aklım bana bir oyun oynuyordu. Zebercet’in Babası – yaratıcısıkanlı canlı karşımda duruyordu. Öbür taraftan kalkıp gelmiş, şimdi benimle konuşuyordu. Oysa ben yıllarca onun izini sürmüş, tek kelime konuşmak için günlerce can atmış birisiydim. -
Kasabaya mı ? dedi.
Heyecandan ne evet ne hayır diyebildim. Ağzımdan tek bir kelime çıkmadı. Sadece başımı sallayabildim. Ne anladı inanın bilmiyorum. Halimi anlamış olmalı ki sorusuna yine kendisi cevap verdi. - Anma gecem için...
Konuşma ihtiyacı bile duymadan istasyonun çay bahçesinde bulduk kendimizi. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Cuma
Kışları sadece pastanesi, yazları da ilaveten çay bahçesi açık olurdu burasının. Çoğunluk müşterisi yolcular ve tek tük benim gibi şehir kaçaklarıydı. Gidenlerin ve kalanların hüznüne boğulan bu minicik çay bahçesi bir nevi sığınak gibiydi bizim için. Biz neredeyse her gün, o ise cumaları gelirdi. Hem de hiç aksatmadan. Onu her görüşümde ben bunu daha önce yaşadım duygusu olurdu. Birbirinin tekrarı gibi gelen ama asla aynı olmayan cumalar.
Mekan : Aynı mekan. Masa: Aynı masa. Sandalye : Aynı sandalye. Zaman : ??? Ben tıpkı şimdiki gibi bu masada oturuyorum. O ise karşıdakinde. Her zamanki gibi yalnız. Epeydir bir masada tezgah açmış olan saatçiye bakıp bakıp masanın üzerindeki duran defterine notlar alıyor.Kendi kendime “Kim bu Aylak Adam ?” diye soruyorum. İşi gücü yok, “Saatlerin Tıkırtısı nı mı yazıyor. Yine aynı duygu. Ben bunu daha önce yaşadım.Ama şu anda bir fark var :
5
O benim masamda. O da ne ? Aramızda sohbet hala başlamamış. Doğrusu nasıl başlatacağımı da pek bilmiyorum. Yıllar önce izini kaybettiğiniz birisiyle karşılaşınca, bu normal herhalde. Çaylarımızı yavaş yavaş yudumlarken birden gözüm ceketinin cebini ilişti. Tahmin ettiğim gibi yine bir kitap vardı.Acaba hangisiydi ? -
Bir cep kütüphaneniz vardı. Cep kütüphanesi mi ?
Kısa bir an sorumu düşündü. Sonra da ben konuşmamı sürdürürken eli cebine gitti ve kitabı yokladı. Bir sırrını yakalamışım gibi gülümsedi. Ne olduğunu anlayamamıştım. -
Söyle bakalım, cebimden kimlerle ahbaplık yaptın ? Dostoyevski, Çehov, Hemingway...
Belli ki keyiflenmişti. Önce garsona çayları tazelemesini söyledi. Sonra cebinden bir paket sigara çıkardı.Üstünde gelincik resmi vardı. Çayı beklemeden bir tane yaktı. -
-
Eee Delikanlı... Bizden kimse yok mu ? dedi. Tanpınar, Sait Faik... Şeyy... Unuttuğunuz şey bende hala.
Buyur ağabey! İki demli çay.
Çayına tek şeker attı ve merakla benim beklediğim soruyu sordu -
Ne unutmuş olabilirim ? Hatırlamıyor musunuz ?
Cevap sırası ondaydı ama o çayını yudumlarken hayır anlamında başını salladı. -
Durun hatırlatayım.
Salı Akşam Üstü
Bir gün yağmur fena bastırmıştı. Bende pek çok insan gibi yağmura aniden yakalanmıştım. Kendimi zor attım buraya. Dışarısı buz gibiydi. İçerisini ise sadece insan nefesi ısıtıyordu. İçeriye girer girmez sizi gördüm. İlginçti. Çünkü günlerden cuma değildi. Merak edip bir masaya oturdum. Masadaki bir gün öncesine ait gazeteye göz atarak vakit öldürmeye çalışıyordum. Aslında bir gözüm gazetede, bir gözümde sizdeydi. Saatçiye bakıp not almaz olmuştunuz. Kimdiniz ? Kitap okumaktan başka ne iş yapardınız ? Aslında o güne kadar bu sorularla çok da fazla ilgilenmemiştim. Kitap okumanız ve okuduğunuz kitaplar yetiyordu bana.
Yine hangi kitabı okuduğunuzu merak ediyordum. Bir ara kitabı masanın üzerine bırakıp çayınızı yudumladınız.Tam o sırada çaycı elinde tepsisiyle geldi ve benimle havadan sudan laflayarak masaya çay bıraktı. Çaycı yan masaya doğru seğirtirken sandalyenizin boş olduğunu fark ettim. Demek ki gitme vaktiydi. Birden masanın üzerinde bir paket gördüm. Unutmuş olmalıydınız. Masadan paketi kaptığım gibi arkanızdan fırladım. Yağmur hiç hız kesmemişti. Yolcular hem yağmurdan kaçmak hem de treni kaçırmamak için acele ediyorlardı. Konduktör düdüğünü çalarken, sizi trenin basamaklarında gördüm. Siz yakalamak için son bir hamle yaptım ama ne yazık ki tren hareket etmişti. Yine de pes etmedim. Yağmura rağmen trenle birlikte hızımı artırıp koşmaya başladım. Ben koştukça yağmur damlaları yüzüme adeta birer kurşun gibi çarpıyordu. Sizin oturduğunuz kompartımana ulaşmıştım. Sesimin çıktığı kadar yağmurun altında bağırıyordum. Neden sonra fark ettiniz. Gülümsemeden önce merakla baktınız. Elimdeki paketi size göstermeye çalışıyordum. Nefes nefesiydim. Koşacak takatim kalmamıştı. Aniden görüş mesafemden kayboldunuz.Ben yağmurun altında ıslanmaya devam ederken trenin yük vagonları yanımdan hızla geçip gitti. Çay bahçesine geri döndüm. Trenden sonra içeride de neredeyse müşteri kalmamıştı. Ne kadar üşüdüğümü içeriye girince hissettim.Oturduğunuz masaya baktım. Öylece duruyordu. Gidip sandalyenize oturdum. Bıraktığınız 25 kuruş çay tabağının yanında duruyordu.Çaktırmadan cebimden çıkardığım para ile onu değiştirdim.Çay içtiğiniz bardağı elime aldım. Bardak hala ılıktı. Mutfakta akşam yemeği hazırlayan annem‘Bu yağmurda nerelerdeydin’ diye sordu.‘Arkadaşlarla birlikteydim’ deyip geçiştirdim onu.Odama gidip paketi dolabıma sakladım. Sonra da üzerimi değiştirip bu saatlerde daima gazetesini satır satır okuyan babamın yanına geldim. Belki babam tanıyabilirdi sizi. Kimdiniz ? Sadece kitap okuyan bir adam olamazdınız. Yanılmamışım.
Her zamanki gibi pencerenin önündeki berger koltukta gazetesini okumakta olan Babam, önce gözlüklerinin üzerinden bakarak beni iyice dinledi. Sonra okuma gözlüklerini eline alıp biraz düşündü. Kısa bir aradan sonra aniden hatırlamış gibi ‘Haa şu Yazar’ı soruyorsun sen yahuuu’dedi. Ben sadece ‘Yazar mı diyebildim’.Yani sadece okuyan değil, aynı zamanda da yazan biriydiniz. Fırsatını bulduğunda nutuk atmaya bayılan babam, takıldığı bir iki noktayı anneme de onaylatarak hikayenizi kısaca anlattı:
6
-
Gözaltında evladım o yazar. Bu nedenle kasabada annesiyle birlikte yaşıyor. “Öyle değil mi Şehnaz Hanım ? “ Haftada bir kez emniyete gelmesi lazım. İmzaya. Hani burada mı değil mi babından. Kasabada önceleri çok sorun yaşadı. Hakkında çok şikayet oldu. Jandarmaya çok ifade verdi. “Öyle değil mi Şehnaz Hanım? “ Kasabalı sonra sonra kabullendi. Hatta bir ara kasabadan bir kızla baş göz ettiler. Ama o iş de fazla sürmemiş. “ Günlerce evden çıkmadan yazar çizermiş. Yazdıklarını anlamayan kasabalılar arada sırada hala ihbarda bulunuyorlar. “Öyle değil mi Şehnaz Hanım ? “
‘Bu adam n’aptı ?’ diye sorduğumda, babam hayatının en önemli şeyini söyleyecekmiş gibi bir tavırla sesini iyi alçalttı ve sadece : -
O, Komünist dedi.
Çarşamba / Perşembe / Cuma / Cumartesi / Pazartesi / Salı
Sonraki günlerim kitaplarınızı aramakla geçti. Her türlü okul kırtasiyesi ve aktüel kitapların satıldığı çarşıdaki kitapçıların hiçbirisinde kitaplarınız yoktu.Kimse yasak olduğunu söylemedi ama hepsi ‘Maalesef baskısı yok’ cevabını verdi. Geriye sadece Cahit Amca’ nın kitapçı dükkanı kalıyordu. Çarşamba Öğleden sonra
Cahit Amca’ nın dükkanına pek de gitmek istemiyordum.Babamın can dostuydu. Ama kitaplarınızı okuyabilmem içinde başka bir çarem yoktu. Emekli ilkokul öğretmeni olan Cahit Amca dükkanına adeta aşkla bağlı idi. Hiç kimsede olmayan kitaplar sadece onda bulunurdu. Her zamanki gibi güler yüzle karşıladı beni.Çay ısmarlayıp, halimi hatırımı sordu. Bu fasıl bitmişti. ‘Eee söyle bakalım ne istiyorsun’ dercesine yüzüme baktı. Nasıl söze girecektim. Off bilmiyordum. Kısa sessizlik anlarından sonra sözcükler kendiliğinden döküldü. Geriye yine sessizlik kaldı.Saniyeler süren sessizlik. Cahit Amca yüzüme emin misin dercesine bakıyordu. Ben masumdum. Sadece kitaplarınızı istiyordum. Evet anlamında başını salladığında Cahit Amca çoktan rafların arasında kaybolmuştu. Bir çay daha içtim. Cahit Amca da bir süre rafların arasında gezindi. Çayımı içerken göz ucuyla da onu takip ediyordum. Raflardaki bazı kitapları öne çekip arkadaki kitapları kontrol ediyordu.
Son rafa gidinceye kadar umudumu yitirmedim. Rafların arasında gözden kaybolduğu anda sesi geldi : -
Bende sadece bir kitabı kalmış.
Kitabınızdan para almadı. -
Cahit Amca...
Anlayışlı adamdı. -
Yetişkinlerin bazı sırları olur dedi.
Ayaklarım yere basmıyordu.Kitabınızı gömleğimin içine sokup, tam kalbimin üstüne yerleştirdim. Cahit Amca’ ya söz vermiştim. Kimseye bu kitaptan bahsetmeyecektim. Eve nasıl geldiğimi bilmiyorum. Bir an önce satırlarınızla baş başa kalmalıydım. Aksilik. Kapıda babamla karşılaştık. Aynı anda eve girdik. Bendeki fevkaladelik anlaşılmayacak gibi değildi. Babam‘Yerinde duramıyorsun’ dedi. ‘Hiiiiççç’ dedim.Babam suçüstü yapmaya bayılırdı. İmdadıma annem yetişti. Allahtan onun babamla konuşacakları hiç bitmez. Akşama sinemaya gitmek istiyordu.Beyaz Saray Sineması’na Natalie Wood’ un yeni filmi gelmiş de. Odaya girdiğimde kalbim deli gibi çarpıyordu. Gömleğimin içinden kitabınızı çıkardım ve kitabınızı önce okşayarak sevdim. Sonra öptüm, kokladım. Raflardaki beklemişlik kokusu içimi gıcıklıyordu. Birden vücudumu sıcak bastı. Kontrol edemediğim bir titreme geldi.İlk cümleyle birlikte benim dünyamda yeni bir kapı açıldı. Hiç tereddüt etmedim.Girdim. Daha önce hiç yasak bir dünya tanımamıştım. Cuma / Cuma/ Cuma/ Salı/ Cuma/ Salı/ Cuma/ Cumartesi/ Pazartesi/ Salı/ Çarşamba/ Perşembe/ Cuma/ Cumartesi/ Cumartesi/ Pazar
Önce cumaları sonra Salı ve cumaları en sonunda da haftanın her günü çay bahçesine gidip sizi beklemeye başladım. Her gün umutla geldim. Gelmediniz. Trenin kalkma saatinde neredeyse tüm kompartımanları kontrol etmeye başladım.Yoktunuz. Konduktörle ahbap olmuştum. Hatta her gün aynı saatte trene binenlerle selamlaşır hale gelmiştim. Peki ne olmuştu size ?
Pazartesi Akşam üstü -
Sizden bir isteğim var Cahit Amca.
7
Beni görünce şaşırdı Cahit Amca. Her zamanki gibi çay ısmarlayıp hal hatır sordu. -
Söyle bakalım... şimdi sırada kim var ?
Lafı hiç uzatmadan sizi ilk nerede gördüğümü, cebinizdeki kitapları nasıl keşfettiğimi anlattım. Dikkatle beni dinliyordu. Elimdeki paketi masanın üzerine koyup bunu unuttuğunuzu söyledim. Şimdi ciddi bir sorun vardı. İzinizi kaybetmiştim. Haftalardır çay bahçesine gelmiyordunuz.
Cahit Amca deli oğlan dercesine gülerek baktı bana sonra da -
-
O artık gelmez dedi. İyi de neden ? Yoksa içeriye mi aldılar ? Yok evladım ... Istanbul’a yerleşti. Moda’ da yaşıyor şimdi. Özgür o zaman.
Cahit Amca uzanıp rafta duran bir kartpostalı aldı ve bana gösterdi. Üzerinde İstanbul’un çeşitli yerlerini gösteren resimler vardı. -
Bak bu kartı gönderdi dedi.
Cahit Amca sözüne devan ederken gözümün önüne sizi gördüğüm en son an geldi.Yağmurun altında trenle bir koşuyordum ve avazım çıktığı kadar size bağırıyordum. Elimdeki paketi gösterdiğim anda sadece gülümsüyordunuz bana. Ne olduğunu anlayamadım. Kendimi gece vakti yağmurun altında hızla ilerleyen bir trenin içinde buldum. Sıkı sıkıya unuttuğunuz paketi tutuyordum.Her kompartımanın kapısını açıyor ve deliler gibi sizi arıyordum.Yoktunuz. Yoktunuz. Yoktunuz.Bütün kompartımanlar boştu. Sadece çakan şimşeğin ve yağmurun sesi duyuluyordu. Bir de rayların üzerinde akıp giden trenin. Ansızın bir tünelin içine girdik. Göz gözü görmüyordu. Sadece ileriden küçücük bir ışık geliyordu. Tren hızla bir pervanenin ışığa gittiği gibi ona doğru ilerliyordu.Sanki içim boşalmıştı.Tren ışıkla buluştuğunda kendimi istasyonun çay bahçesinde, sizin oturduğunuz masada buldum kendimi. Çay ocağından kaynayan suyun fokurtusu duyuluyordu ama çaycının kendisi ortalarda görünmüyordu.Saatçinin tezgahı açıktı ama kendisi yoktu. İçeride de benden başka kimse yoktu.Ansızın çay ocağındaki fokurtu kesildi ve saatçinin tezgahındaki saatlerin sesi duyulmaya başladı.Her saatin art arda çalışmaya başlamasıyla birlikte saatlerin tıkırtısı yükselen bir kreşendo oluşturdu. Dan!!! Dan!!! Dan!!!Ansızın saat başı olduğunu duyuran bir duvar saatinin gongu ile oturduğum yerden sıçradım.
Aslında hala kitapçı dükkanında aynı sandalyede oturuyordum. Ter içinde kalmıştım. Duvardaki saat hala aynı sesi çıkarıyordu : Dan !!! Dan!!! Dan!!! Beş olmuştu. Başımı saatten çevirdiğimde Cahit Amca’ nın soran gözleriyle karşılaştım : Sana neler oluyor evlat ? Eve kadar bekleyemeyecektim. Elimdeki kare şeklindeki paketin bantlarını hızlı hızlı koparırken Cahit Amca da elimdeki pakete bakıyordu. O da en az benim kadar heyecanlıydı. -
Paketin içinde ne vardı hatırlıyor musunuz ? Tabii... Bir long play vardı. Hafızanız... müthiş... Peki, kimin plağı idi ? Mendelssohn’un Keman Konçertosu.
Ben plağı pikaba yerleştirirken akşam güneşi kitapçı dükkanına vurmaya başlamıştı. Sabahtan beri güneş ilk kez yüzünü gösteriyordu.Sandalyemi hopörlerin dibine çektim. Cahit Amca da kapıdaki yazının kapalı bölümünü çevirip gelip yanıma oturdu. Daha pikabın iğnesi plağa değdiği anda, o ana kadar hiç dinlemediğim bir müzik duyuldu. Orkestranın sesi tüm rafların arasında gezinmeye başladı. Kemanın nağmeleri tüm kitapları okşuyor beni de kanatlandırıp uçuruyordu. O anda ne o kitapçıya, ne o şehre ve ne de kendime sığamadım. -
Sence o plağı orada unutma ihtimalim var mı ? Yoksa.... Senin için bırakmıştım.
Cuma Akşam Üstü Gün akşama dönmesine rağmen, sıcak hala aynı sıcaktı. Rötar yoktu.Tren vaktinde geldi. Akşam yolcularıyla birlikte son trene bindik.Kompartımanlarda tek tük insanlar vardı. Boş bir tanesine geçip karşılıklı oturduk. Bu gece onun ölüm yıldönümü nedeni ile kasabada küçük bir anma gecesi yapılacaktı. Geceye İstanbul’dan ve İzmir’den bazı sanatçılar bekleniyordu. Tren hızla bir virajı alırken kompartımanın kapısı açıldı ve kondoktör : -
Biletler dedi.
Ben ikimizin biletini uzattım. Kondoktör elindeki aletle biletleri deldi ve sadece benim biletimi geri verdi. Herhangi bir soru sormama vakit bırakmadan kompartımanın kapısını kapatıp gitti. Kondoktörün “ Bilet... Bilet...” diyen sesi kendisiyle bir uzaklaşıp gitti. Gözüme onun ceketinin cebindeki kitap çarptı. Şimdi hangi kitabı okuyordu acaba. Merakla “ Cebinizdeki kitap... şu hani...
8
tamamlayamadan...” diye lafı geveledim. Ben kelimelerin devamını getirememiştim ama o ne demek istediğimi anlamıştı.
- Iıı... O sorduğun kitabım yakında çıkacak. - Hıhıh... Anladım.... Şeyyy... peki neden çok az yazdınız ? - Günlük hayatı yaşamak daha önemliydi.
Sohbetimizi düdük sesi böldüğünde tren yeni bir istasyondan kalkıyordu. Trenin hareket ederken çıkardığı kömür kokusu içeriyi doldurmuştu. Kalkıp aralık olan pencereyi kapattım. Tam yerime oturacakken “ Elini cebime sokar mısın” dedi. Önce ne olduğunu anlayamadım. Bana doğru hafifçe kalkmış ve cebini gösteriyordu. Birden kalbimin çarpma katsayısı arttı. Elimi ceketinin cebine soktum. İşte o anda tren rayların üzerinde, yolcular, kondoktör trenin içinde, akrep ve yelkovan zaman yolculuğunda dondular. Kitabı cebinden çekip, aldığım anda her şey yeniden hareket etti. Tanrım bu gerçek olamazdı. Şaşkınlıkla yüzüne baktım ve fısıltıyla “ Bu benim kitabım” diyebildim. Bir babanın evladına bakabileceği bir sevecenlikle yüzüme baktı.Kompartımanın içindeki kömür kokusu gitmiş, burnuma yeni basılan kitaplardaki o matbaa kokusu gelmeye başlamıştı. Merakla kitab(ım)ın sayfalarını çevirmeye başladım. İlk hikayenin adı “Keman Konçertosuydu”. Merakla diğer sayfaları çevirmeye başladım. Ben daha, daha, daha büyük merakla sayfaları çevirdikçe boş sayfalar satır satır kendiliğinden doluyordu. Son sayfaya gelmekten, o büyülü anı bozmaktan korkuyordum. O ise diğer cebinden yine matbaa kokusunun duyulduğu birkaç kitap daha çıkardı. Olamazdı! Onlar da benim kitaplarımdı. -
Kasabada inecekler.
Kondoktörün sigaradan kalınlaşmış sesini sanki zamanın ötesinden duyar gibiydim. Bu kalın, boğuk ses vaktimizin bittiğini söylüyordu. Yollarımız burada ayrılıyordu. Peki ama yolculuğumuz bitmiş miydi ? Akşam karanlığı yeni yeni inmişti ve kompartımanın ışıkları yanmıyordu. Karanlıkta onu zor seçer olmuştum. Kondoktörün “Kasabada inecekler “ diyen sesini bir kez daha duydum. Acele etmem gerekiyordu. Yoksa trende kalacaktım. Ben hemen yerimden kalktım. O ise yerinden hiç kıpırdamadı. Şaşkınlıkla “Siz gelmiyor musunuz ?” dedim. Hayır anlamında hafifçe başını salladı. -
gibi ceketimin ceplerine koydum. Kompartımana doğru baktım. Karanlık izin vermediği için göremedim onu. Tam bu sırada trene birisi bindi. Aslında artık tanıyordum onu. Otel katibi Zebercet’ti. Zihnimde daktilo art arda tuşlara yeniden basmaya başladı : Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ansızın zihnimdeki tüm kelimeler uçtu ve daktilo çınnn! deyip durdu. Gerisini hatırlamıyordum. Zebercet yaşıyordu. Benim için önemli olan da sadece şu andı.
Tren kalkana dek karanlıkta seçebildiğim kadarı Zebercet’i takip ettim. Eliyle koymuş gibi Aylak Adam’ ın oturduğu kompartımanı buldu. Tam o içeriye girerken trenin tüm ışıkları yandı. Zebercet elindeki duvar saatini koltukların üzerindeki bagaj yerine koydu ve benim kalktığım yere oturdu. Trenin düdüğü ayrılık vaktini haber veriyordu. Görmediklerini bilsem bile trenin arkasından uzun uzun el salladım.
Yolun karşısına geçerken aniden kasabanın girişindeki ışıklı levha yandı. Levhadaki florasan arızalıydı sanırım. Çünkü bir yanıyor, bir sönüyordu. Hacırahmanlı bölümünü rahatlıkla okuyup, hoş geldiniz kısmını zihninizde otomatik olarak tamamlıyordunuz. Gecenin sessizliğini bozuk florasanın ve uzaklardan gelen pancar motorlarının sesi deliyordu. Akrep yelkovanı kovalamaya başlamıştı. Önümde oldukça uzun bir yol vardı. Bulutların arasından çıkan ay yolumu aydınlatırken, kasabadaki ışıklar tek tek yanmaya başladı. Bende her şeyi geride bırakıp geceye doğru yürüdüm.İstanbul 2004 / Doha 2007 * Hikayemin isim babası olan Ayman S. Mahmood’a çok teşekkür ederim.
1-Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli, İletişim Yayınları, İstanbul 1987, s 21.
Bu, senin gecen. Kendi kitabından bir hikaye oku dedi.
Veda bile edemeden kendimi koridorda bulduğumda son sözleri arkamdan geliyordu. İstasyona indiğimde kitaplarımı tıpkı onun yaptığı
9
Cengiz Darıdere
Kokovskinin İzdivacı Çok sevdiğim biricik arkadaşım Öküz Mehmet sevincinden havalara uçuyordu. Koskoca Amsterdam’da evlenecek bir manita bulmuştu kendine nihayet. Gerçi kız Hollandalıydı ve özellikle Protestan hıristiyandı, ama olsun, bu kadarcık kusur kadı kızında da olurdu. Zaten kendisi de bazen Müslüman, duruma göre ateistti, ara sıra tavlamak istediği karıların inançlarına göre itikat vaziyetlerini anında değiştirmeyi bilecek kadar da Budist ve şamanistti. Aslında hayatında tek kitap okuyup araştırmadığı gibi, dinin ne anlama geldiğini bir kere bile merak edip düşünmediğinden hiçbir şeyden haberi yoktu, ancak her şey sikinden aşağı Kasımpaşa olduğu için, bu kadar hata öküzde bile olabilirdi. Lise yıllarında gizlice bir akrabasının ahırına girerek öküzleri samanla kandırıp tecavüz ederken, cümle akrabası köylüye yakalandığı için, lakabı “öküz”dü. Tam öküzle çiftleşme anında, amca oğlu “köpek siken” Mehmet, ahırda onca ahalinin içerisinde utanmadan arlanmadan pişkince işine devam eden Mehmet'e sinirli bir tavırla “Ne yapıyon bakayım sen burda?” diye sorduğunda, kendisine sinema seyreder gibi salak salak bakan seyircilere, öküzün arkasında işi bitirmeye ramak kala hırlaya hırlaya gidip gelirken, Öküz Mehmet’in “öküz” lakabını almadan önceki cevabı şimdiki zaman kipinde gayet yalın ve sadeydi: “Ben ne yaptığımı biliyor muyum ki...” On beş yıldan beri Hollanda’nın Amsterdam şehrinde kaçak ve öküzlerden mahrum olarak yaşıyordu. Kendisinden on yıl sonra Hollanda’ya gelenler iş, güç, aile, pasaport sahibi olmuş, ama o basiret muhalefetinden dolayı bir türlü oturma izni alamamıştı maalesef. Oturma izni olmayınca, özellikle Türkler arasında turist gözüyle bakılıyor, bundan dolayı da hor görülüp ciddiye alınmıyor, sürekli gidici olarak görülüyordu. Defalarca Hollandalı sevgilileri olmuş, fakat konuşma ve kendini ifade edebilme özürlü olduğu gibi sadece öküzlere karşı bir zaafı olduğundan hiçbir kadınla üçüncü güne erişememiş, tüm yabancı dişilerden her ne hikmetse mütemadiyen kırmızı kart yemişti. Aslında onun gönlü hep Türk öküzlerindeydi – pardon, sürç-i lisan ettik, affola! -, yani kızlarındaydı, ama Avrupa’nın göbeğindeki bu şehirde Anadolu Türkleri gelenek, görenek ve töre yüzünden çok fazla başlık parası istedikleri için vira abaza kalmış ve bir türlü gönlünde yatan helalliği almayı gerçekleştirememişti. Oysa o da çoluğa çocuğa karışmak ve en önemlisi, haslet sahibi bir insan olduğu ve aristokrat bir aileden geldiği için cebir ile zürriyetini devam ettirmek istiyordu. Özellikle hayatta en çok sevdiği ve saydığı, yaptığı zırtapozluklar sonucunda her iki ayakları da ciddi derecede çukurda olan biricik ebeveynleri tahtalı
köye intikal etmeden evvel, üç erkek kardeşin en küçüğü olan, üzerine sıtmalılar gibi tir tir titredikleri biricik kalafat kazıntısı, hafif şımarık oğullarının, çok lazımmış gibi mürüvvetini görmek ve kerevete çıkmak istiyorlardı. Bu taleplerinde ise gayet haklıydılar, çünkü yaşları çoktan kemale ermiş, imamın dört kollusuyla seyahata çıkmamak için tırsakilikten uzatmaları oynuyorlardı. Sevgili arkadaşım Öküz, bu kapsamlı ısrarlarla değil de, oturma belası yüzünden normal yaşamında hiç alışık olmadığı bazı şeylere katlanma kararı almıştı. Abisinin atölyesinde ütücübaşı olarak canla başla çalışıyordu. İkinci adresinin kerhane olmasına rağmen de kazancı gayet iyiydi. İşyerinde ilik ve düğmecilik yapan Limburglu güzel bir genç kızla, gramer bozukluğuna rağmen, konfeksiyonist bir şekilde radikal olarak anlaşmış ve mercimeğin altını kızartmak için dandikten fırına vermişti. Kısa bir zaman içerisinde, önden on bin gulden ödemek kaydı ile para karşılığında alelacele izdivaç yapmaya karar verdiler. Türkiye’de meşhur delileriyle nam salmış Manisa’da yaşayan ailesine, sanki gerçekten evleniyormuş gibi mutlu haberi derhal mutaladı. Anne ve babası biricik oğullarının evleneceğini duyduklarında, yerçekimi kanunlarını hiçe sayıp sevinçlerinden havalara uçtular. Öküz Mehmet’in annesi, ihtiyarlığına rağmen canla başla oğlunun en sevdiği yemekleri yapmaya koyuldu. “Aman benim biricik oğlum kapuskayı da ne severmiş” diyerek işe başlayıp yanına hiç üşenmeden dolma, sarma, karnıyarık, ev baklavası, kuru fasulye, hem de en çok sevdiği tavuklu pilav yaptı. Ne de olsa zavallı kadıncağızın oğlu yıllar sonra memleketine geliyordu, her şey tastamam olmalıydı. Uçak biletlerini kendisi ödemek şartı ile alıp hemen İzmir’e uçtular keklik gibi güzel genç kızla.
İzmir Adnan Menderes hava alanında 245 tane Tımarhane garaj arası çalışan minibüs konvoyu ve Manisa belediyesinin sadece nefesli sazlarından kurulu bandosunun “DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ” marşı eşliğinde, yerlere kırmızı halılar serilerek krallar gibi karşılandılar. Arkadaşım Öküz bile, öküz olduğu halde hayret etmişti bu işe, “Ne kadar çok sevenim varmış” demekten de kendini alamadı. Hollandalı genç kız ise gördüğü ilgiden dolayı, kendini bir anda Mesir Prensesi zannetmişti. Manisa’ya büyük bir konvoy refakatinde Türk bayrakları ve kornalar eşliğinde zartada zurtada geldiler. Şovun bini bir paraydı. İzmir’den tırlakların zibil gibi cirit attığı şehir olan Manisa’ya gelene kadar, otoyolda konvoyu gören her araç, önemli biri askere uğurlanıyor sanıp korna çalarak kornalara iştirak etti. Öküz’ün ailesinin yanı sıra, özellikle sınıf arkadaşları “En büyük Öküz, başka büyük yok! Damat bizden, gelin sizden!” sloganlarıyla yeri göğü inim inim inletiyorlardı. Canciğer kankam Öküz doğup büyüdüğü semte geldiğinde, amca oğulları kaçmaya çalışan danaları, develeri zorla yakalayarak, palaya benzer keskin bıçaklarla önce tendon bağlarını kesiyor, sonra da
10
yolun ortasında gırtlaklıyorlardı. Öküz sanki Vietnam savaşından dönüyormuşcasına sağ salim memleketine geldiği ve baş göz olacağı için, şelale gibi oluk oluk kan akıtılıyordu. “Biricik yavrumuza maşallah” diyerek develerden birinin kanını alnına sürdüler, hatta daha da ileri giderek vücudunun bilumum yerlerine, gelecekte doğması gereken yavrusunun adını davarların kanlarıyla yazdılar. Etrafta ne olup bittiğini anlamayan ahali, Hindistan Prensi Raca evleniyor zannediyordu. On beş senedir gelmediği memleketinde sadrazamın sağlı sollu taşağı gibi karşılanan Öküz’ün bahtiyarlığından ağzı kulaklarındaydı.
Hollandalı gelin ise Türk örf ve adetleri gereği fazla bekletilmeden ikinci gün hemen hamam sefasına, akabinde de derhal kına gecesine alınmıştı. Vücudunu göbek taşına isterik bir halde sere serpe yayım yayım yaymış, en önemli bilumum uzuvları koca memeli kaşar kadınlar tarafından kıskançlığın doruğunda itinayla incelendikten sonra, toplu halde yapılan ve saatler süren ağdalama seansının ardından ithal gelinimiz on üzerinden dokuz puan alarak, biricik evlatları öküzle evliliği hak etmişti. Kına gecesinde de sadece kadınların katıldığı ve yine sadece dişilerin yaptığı alaturka müzikle kadınlar şaçlarını başlarını dağıtarak zenne eşliğinde masaların üstünde çılgınlar gibi kıvırtıyorlardı. Yabancı gelinimiz de görümcesine ve eltisine özenerek sadece Tango ve Rumba bilmesine rağmen incecik kalçasına bağladığı yemeniyle değme dansözlere taş çıkartırcasına dans etmeye başladı. Bunu gören genç kızlarımız durur mu, hemen onlar da sahne aldı, gece sonuna kadar birbirlerine ve Hollandalı geline hava atmak için yarışarak ayılana bayılana kadar raks edip ananemiz gereği Hollandalı geline dansözlükte açık ara fark attılar. Kına gecesine gelen bütün feministler muhtelif yerlerinden bir güzel kınalanırken, madalyonun öbür ucunda yıllardır görmediği sevgili arkadaşlarıyla rakı ve esrar alemi yapan Öküz vardı. Biricik arkadaşlarının ve umumi ısrarın neticesinde, şaka olsun diye o da götüne aynalı bir kına yaktı, ama kınanın dozunu öyle bir kaçırdı ki götü fazla kınadan Manisa haritasına dönüşüp tahriş oldu ve tedaviye acilen etil alkolü tiyizine sıvazlamak suretiyle cevap vermek zorunda kaldı. Her zamanki gibi akşamdan kaldığı için sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyandı. Kalkar kalkmaz en sevgili arkadaşları derhal beş kağıtlıları doladılar, kısa bir sürede kellelikten mütevellit baş ağrısı geçmişti. Akşam düğünü vardı, zinde ve dinç olması gerekiyordu. İki şınav, iki barfiks çekti. Bir irindi, iki gerindi, karnında akşamdan oluşmuş metan gazını sesli bir şekilde patlattı, osuruğun şiddetinden neredeyse kınalı götü yırtılıyordu. Üzerine de cila olsun diyerek, hafif zula bir yerde
kronik alışkanlığı olan aynalı bir otuzbir patlattıktan sonra anca kendine gelebilmişti. Bu kadar atletik ve sportif olmasına rağmen bütün yakışıklılığını esrara ve içkiye borçluydu. Akşam olduğunda süslenmiş devenin üzerinde Hollandalı gelin ve eşşeğin üzerinde Öküz başta olmak üzere 345 tane araç, davullar zurnalar eşliğinde düğün salonuna geldiler. Hollandalı genç kadın folklor yarışmasına gidiyormuş gibi ellerinde “çayda çıra” dizaynında mumlarla köylü kızlar gibi giyindirilmişti. Daha takı merasimi başlamadan, oğlunun mutluluğu için iki üzüm tarlasını satan kaynanası tarafından gelinin boynuna beşi birlik altın takılmıştı. Kaynata da sekiz tane Ajda bileziğiyle gelini sevindirmişti. Hollandalı gelinle, deveyi sürme gözlü karakaçanla çeken sevgili arkadaşım Öküz, düğün salonunun tam önünde en samimi arkadaşları ve düğün davetlileri tarafından, Öküz’ün ulusal kurtuluş mücadelesi zamanında Yunan’a kan kusturan çeteci dedesinin en sevdiği biricik torununa birkaç han, apartman ve tarlanın dışında miras olarak bıraktığı “Bitez de yalısına varmadan Halil’im” şarkısı eşliğinde, al göz yaşlarıyla karşılandılar. Düğün salonuna girerken de milli enstrümanlarımızdan davul zurnayla “damına da vur, mıhına da vur” müziğiyle davetliler çoşturulmuş, hiç adetleri olmadığı halde zurna manyağı olarak bir saat halay çekmişlerdi. Sevgili arkadaşım Öküz zurnadan o kadar hoşlanmıştı ki bir ara zurnacının elinden zurnayı kaparak çalmaya çalışmış, fakat zurnadan sadece zırt sesi çıkartınca bu ilim irfan yüklü enstrümandan anında bıkıp belki bir gün Ramazan’da işe yarar diyerek davulu tercih ederek “süt içtim dilim yandı” şarkısını tamtamlarken çok başarılı vuruşlar yapmıştı. Hollandalı gelin halaydan o kadar çok hoşlanmıştı ki yerine oturtulması sübtil bir şekilde metazori olmuştu. Gelin hanım ve damat bey biraz dinlendikten sonra “dom dom kurşunu”na ve özellikle “ah Azize”ye dayanamayarak çılgınlar gibi dans etmeye başlamışlardı. Öküz’ü gören müptezel zenneler bile yaptığı erotik dans karşısında bunalıma girmiş ve gösterilerini yapmamaya karar vermişlerdi. Ne kadar mutlu ve birbirine yakışan bir çifttiler... Öküz’ün akrabaları nazar duası yapmaktan ve sürekli “elemterefiş kem gözlere şiş” mırmırlarıyla üfleye üfleye ellerini tahtalara vurmaktan helak olmuşlardı. Gelinle güvey bir türlü pisten inmek bilmiyorlardı. Ne de olsa evliliklerini kutluyor, işin keyfini doyasıya çıkarıyorlardı. Oynarlarken de orkestraya verilen alaturalar havada uçuşuyordu. Paraları çocukların kapmasına sinirlenen orkestra deliruyum vaziyette tek parçadan mütevellit müziğe mecburen devam ediyordu. Rakılar, şaraplar, viskiler su gibi içiliyordu. Düğün belki de Manisa’nın en havalı düğünü haline gelmişti. Sonunda gelin ve damat zorla oyun pistinden indirilerek takı merasimine geçildi. Ailenin sevilen simalarından biri elinde mikrofonla takı yapanları anons ediyordu.
11
- Damat beyin annesinden önce kız bakire olduğu için altın işleme kırmızı bir kurdele ve on tane burma bilezik, damada da üzerinde öküz amblemi olan bir çeyrek altın. - Damat beyin babasından geline iki pırlanta kaplı küpe, bir baş bir de serçe parmağına on dört kırat elmas yüzük, damada da Nacar marka saat. - Damadın büyük abisinden geline sekiz çift küpe, on altı çift yüzük ve beş tane burma bilezik, damada da iki çift “gümüş yıldız” çorap ve Sipil dağının guaj boya ile tuvale yapılmış portresi. - Damadın ortanca abisinden on tanesi bir yerde gerdane, on dört ayarda kalınca kararınca altın merdane, damada Manisa sporun kardan adam logolu kravatı. - Amcasından geline yirmi dört ayar kolye ve beş bin mark para, damada beş milyon Türk lirası. - Yengesinden geline otuz sekiz ayar elmas kaplı künye ve beş bin mark para, damada iki milyon Türk lirası. - Dayısından geline astragan kürk, altın saat ve beş bin Amerikan doları, damada açılması saatler süren paket paket paketlenmiş Dinar ayvası. - Eltisinden geline... damada emzik... - Kirvesinden geline ... damada tahta kazık ... - Arkadaşlarından geline... damada biberon...
Gelin neredeyse sevincinden havalara uçacaktı, fakat geldiği coğrafya gereği sabretmesini biliyordu. Bütün takılarını metanetle sırt çantasına indirdi. Çanta tıka basa takılar ve parayla dolmuştu. Sevgili arkadaşım Öküz, aslında kırk yılda bir yaptığı düğününün kırk gün kırk gece sürmesini istiyordu, ama maalesef anlaşma gereği zamanları kısıtlıydı. Düğün bitimine kadar tüm davetliler sanki Manisalı ve deli değillermiş gibi eğlendiler. Düğün bitiminde gelin ve damat beyin cümle şekerli arkadaşları bu müstesna ve mutlu günü daha iyi kutlayabilmek ve sevgili arkadaşları Öküz’e iyi bir final yapmak için İzmir’e gidip şehrin en güzel diskoteğini anormal paralar ödeyerek kapattılar. Gecenin sonunda sarhoşluktan damat beyin ağzından burnundan salyalar akıyordu. Normalde kırk gün kırk gece sürmesi gereken masal gibi düğün en nihayet nihayete ermişti. Geceyi geçirmek üzere arkadaşları tarafından İzmir’in beş yıldızlı bir otelindeki odaya enseye tokat tiyize parmak şeklinde ananevi biçimde uğurlandı, ama yine anlaşmaları gereği Hollandalı gelinle yanyana bir orman gibi kardeşçesine geceye daldılar. Horul horul, osur osur uyuyan sevgili arkadaşım Öküz’ün yanındaki hanımefendinin gözüne nedense bir türlü uyku girmemişti. Şafak sökmek üzereyken gelin hanım takı hasılatını saydığında yüreğinin tıklamalarını güçlükle durdurabildi. Nakit olarak 150 bin mark ve on bin dolar para ile külçe külçe altının haddi hesabı yoktu. Gelin hanım Hollanda’dan iki bin guldene sevgili arkadaşım Öküz’e aldırdığı gelinliğini başka bir sefere giymek üzere itina ile valizine koydu. İzmir’den ilk kalkan
THY Boing 666 sefer sayılı uçağının biznız klas bölümüne binerek son hızla Amsterdam’a doğru uçmasıyla rüya da sona erdi. Hollandalı kışlarla ve gelin bu evlilikten sonra konuya kolaylıkla vakıf olarak bu işi meslek haline getirip, Türklerle defalarca evlenip ayrıldı ve zengin oldu. Yıllar sonra tesadüfen puslu bir Pazar sabahı çok sevgili arkadaşım Öküz ile Amsterdam Vondel parkta karşılaştık. Çok neşeli değildi, hatta ve hatta nedense çok da düşünceliydi. Hollanda’daki oturma belası yüzünden beşinci izdivacını, altıncı paralelin yedinci meridyenindeki eksi yetmiş derecelik kuzey bölgesinin en soğuk yeri olan “maut landının” hafif buzlu bölümünde, “igloo”ların birinde buzların üzerinde doğmuş Antartikalı uzman Fok avcısı Eskimo bir kadınla yapmak üzereydi. Kadın tutturmuş ille de düğünü Eskimo gelenek ve göreneklerine göre bizim memlekette yapalım diye.
Sevgili arkadaşım utana sıkıla, irine gerine şöyle dedi: “Eskimo geleneğine göre, evlenmeden evvel mutlaka iki tane babaçko boz buzul ayısını canlı yakalayıp, gelinin babasına hediye olarak vermek zorundaymışsın. Kardeşim ben Manisalıyım, delikanlıyım, hafiften tırlak, layt pimpirella, biraz da glikozu fazlaca tatlıyım. Hani ayıları yakalamak o kadar önemli değil de, oralarda üşürüm ya!”
12
Sadık Yemni
Sokaklar Benim Yeniden İnsanlar çevrimiçi ve çevrimdışı olarak iki gruba ayrılırlar. Çevrimdışı olmak, devrimdışı olmak, yani devredışı kalmaktır. Coølover Metin
Ergin buzdolabından şeftali suyu şişesini alırken kabın yüzeyine dokunan parmakları dakikalardır beyninde sarkaçlanan sorunun cevabını fısıldayıverdi. Elektrik kesintisi en az üç saattir sürüyor olmaktaydı. Kap ılınmıştı. Şişeyi mutfak masasının üzerindeki notun üstüne bıraktı. Annesi öğlen yemeği için etli pırasa ısıtmasını öğütlemekteydi. Öğlene dolaptaki pırasayı ısıt istersen yazmıştı.İç geçirmeli bir nottu bu. Pizza yiyeceğine adı gibi emindi çünkü. Dışarıda uzaklardan bir yerden klakson sesleri gelmekteydi. Bağdat caddesi tarafından. Sayısı bayağı fazlaydı. Yüzlerce araba sanki. Maç çıkışı için çok erkendi, ama klakson çalmak için bir neden bulmak o kadar zor bir şey değildi haliyle. Geri geliyor. Holden hızlı adımlarla odasına döndü. Eve teyel ipliğiyle bağlı bir mekândı burası. Bir imparatorluktaki en uzak ve özerk bir eyalet gibiydi. Oda bir mabet, şu L şeklinde konmuş masalarda duran iki bilgisayar, iki basıcı, tarayıcı ve diğer bilumum aksesuvarlar en yeni inanca açılan pencereydi. Pencereyi aralayan güç susmuştu. Elektrik kesintisi inancı reddeden bir insanı arızaydı. Tiksinti duyuyordu tellerdeki akımı sürekli kılamayan beceriksizlikten. Hiç elektrik kesintisi yaşanmayan ülkelerde yaşamayı özlüyordu böyle anlarda.
Sabaha kadar film, müzik indirme, üyesi olduğu grupla çet, acemi çaylakların şifrelerini kırmak ve en yeni internet dedikodularının dolup taştığı siteleri taramakla geçirmişti zamanını. Bilgisayarını her yıl yenilediği için hızı müthişti. Bir yıl önceki bilgisayar yedek olarak tutuluyor, eskiyen yedek satılıyordu. Yılda iki bin dolarcık yiyen bir hobiydi.
Hızlı ve etkin iletişim piramitinin üstünde durmak için yapılacak asgari harcama buydu. Bir ara hacker olmaya özenmişti. Power Haydar, Cult İhami, Coølover Metin, Bitbiter Fehmi gibi tanınmış bir isim olmak için çabaladığı anlar daha çok geride kalmamıştı. Acemilik yıllarında sayısız kereler virüsler tarafından hücuma uğramıştı. Anakart-cpu’lar elden giderek fazladan masraf C kapıları açılmıştı. Bilgisayar başında yemek yemeyi ve tek başına seks yapmayı alışkanlık haline getirmişti. Saatlerce aç susuz durmayı ve çişini tutmayı öğrenmişti. Şifre kırmada bir yetenek olduğunu hemencecik kanıtlamıştı. Yaptığı sitelerin çoğu ilgi çekmekteydi, ama bir yanı elverişsizdi bu işlev için. Açıkça izahı güç bir şeydi. Sezgisel diyeceği geliyordu. Boşa kürek çekme diyen bir yayın vardı doğal hard diskinin içinde. Akılla mantıkla açıklanamayacak bir sinyal kaynağıydı. Nafilelik ışıyordu. Tıpkı annesinin notundaki istersen kelimesi gibi. İstersen hacker olma evladım. Ergin insanların çevrimiçi ve çevrimdışı olarak iki temel gruba ayrıldığına kalbiyle böbreğiyle inanan biriydi. İnternet yeni ve acımasız devrimin adıydı. Devrimdışı eşittir devredışıydı. Çevrimdışılık devredışılıktır diye değiştirmişti sonradan bu sözün mucidi olduğunu iddia eden Coølover Metin. Harika bir hackerdi, ama yirmi altı yaşında hâlâ üniversiteyi bitirememişti. Yıllardır bir kız arkadaşı da yoktu. Vamp harikası olan sanal sevgilisiyle ikinci hayatta mutlu bir birliktelik sürdürmekte olduğunu gururla anlamıştı ilk karşılaşmalarında. Günde on altı saat devrimiçi olmak çok şeyden feragattı. Elektronik çileydi. Odalar da hücre. Gözü masanın üstündeki boş yere takıldı. Dizüstü bilgisayarı uydu bağlantısına sahipti, ama şu anda tamirdeydi. Bu öğleden sonra gidip alacaktı. Sabahın 6.11’nde yatağa gitmişti. Tellerde elektron kaynıyordu o sırada. Sabah kalkar kalkmaz bilgisayarı açan biri olarak off çekmekteydi. Odanın ortasında durarak ne yapacağını düşündü. Elektrikli saatler zaman maratonundan sıyrılmışlardı. Küçük pilli saatine göre öğlen olmasına birkaç dakika vardı. Normalde ikiden önce uyanmazdı. Kendini yorgun hissetmiyordu. Sekiz saat uyumuş gibi dinçti. Bir şey daha var tatlım diyen yanı nedeniyle ağır aksak bir huzursuzluk hali içindeydi. Dolabın sol kanadına iliştirilmiş olan boy aynasında kendini süzdü. Lacivert bir don, beyaz bir atletle duran, atletiklikten hiç nasibini almamış soluk tenli bir beden. Hergün traş olmasına rağmen yüzündeki sakalların on bir on bir maç yaparak imajını biraz sübyana boyadığı Ergin Demircioğlu. On yedi yaşında. Üniversite sınavı denen büyük şavaşa hazırlanan lise bilgisi komandosu. Neyse ki, akşamki kursa daha önünde upuzun bir yedi saat vardı. Geri geliyor. Bir düş gördüğünü hatırlatan bu sözcükler beyninde çınladığında cep telefonunun ekranında ‘Şebeke aranıyor’ kelimeleri belirmişti. Telefonun
13
ekranına bakarken beyninde dakikalardır var olan, uyanmadan önce harekete geçmiş hissi veren bir sinyal parladı. Hızla üzerine kot pantolonunu geçirdi. Beyaz tişörtünü çıkartıp sol koltukaltını kokladı. Biraz deodorantla halledilebilecek bir ten tütsüsü vardı. Loş banyoda deodorantı bulup koltukaltlarına sürdü. Sonra odaya gidip dağınık duran yatağın üstüne oturarak siyah çoraplarını giydi. Ayağa kalkıp etrafına bakındı. Yolunda gitmeyen şeyi arıyor gibi bir hali vardı. Masanın üzerinde duran cep telefonu şebekeyi aramaktan vazgeçmişti. Şebeke bulunamıyor. Telefonu kapatıp pantolonunun sağ cebine yerleştirdi. Karnı açtı. Su ısıtıcı ve tost makinesinin elektrikle çalıştığını hatırlayınca kahvaltıdan vazgeçti. Annesi sıhhatli yaşam gurusuydu. Küçük çelik tencerelerde doğal olarak yetiştirilmiş sebze yemekleri hazırlardı. Bir kişilik. Babası günde üç kez tost ya da spagetti yiyerek yaşayabilecek birisiydi. Sabah tost yer çıkar, akşam yemek yemiş olarak dönerdi. Ergin de pizzakeş olma yolundaydı. Sabaha karşı üç sıralarında karnı çok acıkınca buzdolabında hazır bekleyen pizzalardan birini mikro dalga fırınında ısıtıverirdi. Ailece en son ne zaman birlikte akşam yemeği yediklerini düşündü. Hatırlı bir misafir falan gelirse annesi şov için sofraya birlikte oturmalarını isterdi. Bunlar çok nadiren olduğu için kadını kırmazlardı. Adaşı olan dedesi sağken haftada bir kez onun evinde yemek yerlerdi. Bunu yapmak için asansörle dört kat aşağı inerlerdi. Annesinin babasıydı. Ergin adamı çok severdi. Bütün ömrü boyunca neredeyse yetmiş yaşına kadar gece gündüz çalışıp çabalayarak bu on dört daireli Fetret apartımanının yarısını miras bırakmıştı. Şu anda oturdukları hariç dört daire onlarındı. Babası annesinin tanımıyla her on yılda iki yüz yirmi metrekarelik bir daire batıran bir mesleğe sahipti. Emekli makine mühendisiydi ve su tesisatı malzemesi satan bir mağazası vardı. Annesi emekli mühendisler kulübü diyordu. Babası arkadaşlarıyla buluşma yeri kurmuştu. Kahve, çay içerek sohbet ederlerdi. Akşam dükkân kapanınca rakı servisi başlardı. Arada satış ta yapılıyordu. Babası ödemeyi zamanında yapsalar dükkân kendini kurtarır diyordu. Annesi mağazada çalışan iki personeli işten çıkarsa ve ucuz bir yer kiralayıp kulüp açsa çok daha az masraf olacak diye yakınırdı. Babası rantiye görünmek istemiyordu. Kadın bunu bildiği için bu sözleri çok nadiren sarfederdi. Babası yarın sabah yine yoga moga yonga monga var mı diye sorduğunda daha çok. Ergin dedesine müteşekkirdi. Onun sayesinde bu odaya son nefesine kadar sahip kalabilirdi. Babası altmış yaşındaydı ve iki kez kalp krizi geçirmişti. Allah uzun ömür versin, ama taş çatlasa daha bir daire batırabilirdi. Annesi İngilizce öğretmenliğinden emekliydi. Aldığı kiraların tamamını harcamazdı. Ergin E-rantiye olacaktı. Dıştan bir müdahale olmazsa bu otuz altı metre karelik odada son nefesini verebilir ve on beş yılda bir daire yiyerek
ruhunun en sonuncu bilgisayarının ekranından, kimbilir kaç terra bitlik bir hard diski olacaktı, sanal aleme karıştığı ana varabilirdi. Bunun için şimdiden bir planı bile vardı. Üniversitenin her hangi bir bölümüne girip atılana kadar kayıtlı kalmak. Sonra İsviçre’deki teyzesinin yanında bir yıl kalıp bedelli askerlik yapmak ve geri kalan yaşamını geçirmek için bu odaya dönüş. Bu en garantili yoldu. Gelişmelere göre kendini uyarlayacaktı. Alışkanlıkla eli pantolonun üzerinden telefonunun yoklarken elbise dolabının aynasız olan kanadındaki fotoğraflardan birine ilişti gözü. Sol alt tarafı yapıştığı yüzeyden kurtulmuştu. Coølover Metin’le ilk tanıştıkları gün. Sarı tişört giymiş, bir altmış boyunca, sivilceli yüzlü, dalgın bakışlı tipi gördüğünde hayal kırıklığına uğramıştı. Dört delikanlı Kozyatağı’nda bir yerde durmaktaydılar. Diğer ikisi lise arkadaşıydı. Hepsinin ortak yönü sokakta, dışarıda eğreti durmalarıydı. Sokaklar tehlikeliydi, dışarısı batıcıydı. Sokaklar diğer türündü artık. Dördü de okul, alışveriş, iş gibi angarya nedenler olmasa gündüzün nadiren dışarıya çıkarlardı. Üzerlerinde saklamaya özen gösterdikleri bir ürkeklik sinmişti. Kısa mesafelere bile taksiyle giden delikanlılar şürekasındandılar. Dışarıdan hızla kopmaktaydılar. Istanbul denen şehir sanki yavaşça ehlilikten sıyrılmakta olan bir köpeğe dönüşmekteydi. Her köşeden tehdit edici hırıltılar gelmeye başlamıştı. Bu konuya neredeyse asla değinmemeleri bir çeşit kabul tavrıydı. O takım sonradan bir kafede oturmuş ve sohbet etmişlerdi. Yanlarında kızlar da vardı. Bilgisayar kullanımından tek bir söz etmedikleri için kızlar sıkılıp bir diğer masaya taşınmışlardı. Parmağıyla resmin kalkmış yerini bastırıp kartonun arkasındaki yapışkan yüzeyin eski yerine tutunup tututunmayacağına baktı. Birkaç saniye olacak gibiydi. Sonra yine yerinden sıyrılmıştı sol alt köşe. Normal yatak odan yok mu senin? Bu kadar alet edevat, ekran ve kablo… Cebinden telefonun çıkartıp ekranına baktı. Şebeke henüz bulunamamıştı. Tuşlara basarak son mesaja bir göz attı. Yarın iş var. Gelemicem. Akşam nete gel. Sevil. İçini çekerek telefonu aldığı yere yerleştirdi. Sevil’in güzel yüzünü, çekik ela gözlerini düşündü. Bu odada bir kez sevişmeye başlamış, ama sonuç alamamışlardı. Kablo ve ekranların rahatsızlık vermesi bahaneydi. Yirmi dört saat online olması huzursuz etmişti kızı. Kadınlar farklıydı hâlâ. Gemilere binip ıssız ufuklara açılan ruh yoktu onlarda. Sanal uzayın gemicilerinin ne denli cool ve öncü bir ruha sahip olduklarını anlayamıyorlardı. Dedesi haleti ruhiye derdi. Bu yan sakattı işte karılarda. Ekranın dipsiz bucaksız bir rahim olduğunu göremiyorlardı. Çocuk yapınca hele iyice kopup gidiyorlardı çevrimiçi süreçten. Ergin on iki yaşından kapılmıştı sanal uzay adamı olma serüvenine. Dedesi ilk yıllarını görmüştü yani. Üç yıl önce ölür ölmez satılmış olan yazlığında son
14
kez beraber olduklarında adamın bugünleri gören yanı onu ağaçların, çiçeklerin ve kedilerin alemine raptetmeye çabalamıştı. Sokaklar da senin. Bunu unutma demişti kimbilir kaç kere. Hole çıkıp oturma odasına gitti. Annesinin iki ay önce dünyanın parasını döküp aldığı Orgona Astra salon takımı dört daire arkalıklı koltuk, ve iki divandaki iki daire şeklindeki yastık gözüne acaip göründü yine. Siyah, gri ve beyaz şeritler bar kodunu andırmaktaydı. Babası koltuklar için çanak anten benzetmesini yapmıştı. Fena bir yaklaşım değildi. Astral bir yan vardı gerçekten takımda. Annesi evrenle sıcak temas mobilyaları demişti telefonda konuştuğu bir arkadaşına. Kültürlü kadındı. Çok okurdu. Moderato makamında mutsuzdu kendi kelimeleriyle. 3M. Dört yıldır babasıyla ayrı odalarda yatıyorlardı. Bir sürü yere gidip gelmesine rağmen emekli olduktan sonra o da kopmuştu sokaklardan yavaşça. Şehrin belirli semtlerinden başka yerlerde bulunmaktan nefret ederdi. Bütün randevular hâlâ eskisi gibi neyseki şekerim denilen yerlere verilirdi. Babası sekizde evden çıkar ve dört kilometre ötedeki işyerine yürüyerek giderdi. Sabah sporu diyordu. Bu yürüme bütün gün yenen yüksek kalorili gıdalara meşrutiyet, yok neydi? Meşruiyet kazandırırdı. Dedesinin kelimeleri yavaşça çekilen bir deniz gibi uzaklaşmaktaydı üst kattaki hard diskinden. Babası bir keresinde eğer evden onda çıkarsam akşam iki duble rakı fazla içiyorum demişti annesine. Kadın hak verircesine başını sallamıştı. Bugün çarşambaydı. Yoga kulübünde yedide başlayacak sabah meditasyonu için annesinin en geç altıyı çeyrek geçe evden çıkması gerekmekteydi. Birbirlerini çok iyi anlıyorlardı. Geceleri sanal hayata girmesi ve gündüz uyuması bu nedenden sorun olmuyordu. Arada sırada etli pırasayı yiyor ve beğendiğini söyleyerek kadının içinin rahatlamasını sağlıyordu. Babası onun işyerinde arkadaşlarıyla yaptığı şeyin yeni zamanlardaki steril karşılığını yaşadığını biliyor ve anlayış gösteriyordu. Pi zamanı Ergin. Pardon, pil yani. Oturma odasındaki plazma televizyona bakarken birden ayakları onu odasına geri sürükledi. L masanın kısa yanındaki komodinin çekmecelerinde bir sürü pil vardı. Uzun zamandır kullanmadığı küçük transistörlü radyonun haznesi boştu. Hızla pilleri radyonun haznesine yerleştirdi ve ON düğmesine bastı. Cihazdan yükselen on puan değerindeki hışırtı midesine buzdan parmakların masaj yapmasına neden olmuştu. Ergin büyük ölçekli felaket senaryolu filmleri en iyi içselleştirmiş olan kuşaktandı. Parmağı osilatör düğmesini boşuna sağa sola oynattı. Hışırtı standarttı. Hışırtıyı ardında bırakarak oturma odasına gitti ve sürgüsünü açarak balkona çıktı. Mayıs başı ılıklığı tarafından yumuşakça sarmalandı. Deprem olmamıştı. Bütün binalar sağlamdı. Yangın falan da yoktu. Bulundukları sokakta birkaç kişi aşağıya, Bağdat caddesine doğru yürümekteydi. Köpekli bir
kadın cep telefonuyla konuşmaya çabalıyordu. Onun şebekesi de nanaydı anlaşılan. Hatlarını net göremediği yüzü şaşkınlık ışıyordu. Şavaş. Üçüncü dünya savaşı çıkmıştı belki de. Amerika İran’a saldırdıysa… Uçaklar neredeydi o zaman. Aşağılardaki çam ağaçları yüzünden ana caddeyi göremiyordu. Savaş değildi. Başka bir şey. Ancak gidip bakmakla anlaşılabilecek ve asla sıradan olması mümkün olmayan yeni bir durum söz konusuydu. Tekrar hole döndüğünde balkon kapısını kilitleyip sürgüsünü sürmediğini hatırladı. Annesi bu konuda çok titizdi. Şu anda ne yapıyordu acaba. Meditasyon ve konuşmalar bitmiş olmalıydı. Oralar nasıldı. Aynadaki aksi bir çeşit sezgi yükseltgeci gibiydi. Balkonun kapısını sürmelemeyecek, zulaya attığı birikmiş parasını yanına almayacak ve hemen şimdi evden çıkıp gidecekti. Kapıyı örttü ve karanlık basamaklara yöneldi. Sağ eliyle trabzanı yoklayarak beşinci kattan aşağı inerken sadece üçüncü kattaki bir daireden gelen sesleri duydu. Bunun dışında apartmanda derin bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Annesi Tutkulu Karınca apartmanı sakinleri derdi. Hemen herkesin sabah olunca okula ya da işe gittiği, arkada çok az kimsenin kaldığı genç nüfuslu bir apartmandı Fetret. Dış kapı aralıktı. Küçük ve bakımlı bahçeyi geçip sokağa çıkınca aşağılarda, ana caddeye yakın yerde birikmiş insanları gördü. O tarafa doğru yürürken durakladı ve başını kaldırıp oturdukları daireye baktı. Buraları son kez görüyorum duygusu hafif bir esinti şeklinde zihnini yelpazelemekteydi. Yürürken karnı guruldayınca hayretle gülümsedi. Sigara içmediği halde sabahları aç uyanmazdı. Kahve altlığı olarak incecik bir tostla akşama kadar idare edebilirdi. Bu sabah farklıydı her yönden. Çok az su içiyorsun. Hiç meyva yemiyorsun Ergin. Dün iki kivi yedim. İki tane birden. Meyvaların yüzde yetmişi sudur. Taksi durağında hiç taksi yoktu. Pidecide de müşteri görememişti. Telefon satan dükkân açıktı. Ekmek fırınının vitrininde nefis ekmekler sıralanmıştı. Ama normallik bunla sınırlıydı. Ana caddeye yaklaştığında insanların orada yığıldığını farketti. Bir şey daha ilginçti. İki yüz metrelik güzergâhında yukarı doğru gelen hiç kimseyi görmemişti. Arabalar durmuştu. Yüzlerce, belki binlerce araba durmuştu. İnsanlar arabalarının yanında öbekler oluşturmuş konuşmaktaydılar. Bazıları hâlâ telefonla bir yerlere ulaşmaya çabalamaktaydılar. Konuşmalarda sıkça tekralanan kelimeler pek hayra alamet değildi. Bütün hatlar kesik. “Hey Ergin. Napıyon lan burda?” Kızıl saçlı, çilli yüzlü kıza bakakaldı Ergin. Omuzuna çapraz astığı bez çanta tıka basa yiyecek içecek doluydu. Bir elli beş boyunda narin yapılı bir kızdı Nalan. Üzerinde bordo renkli bir tişört ve siyah kot pantolon vardı. Yüzünde hiç telaş okunmuyordu. Olağanüstü bir durumun verdiği
15
heyecanla kıpır kıpırdı sadece. Sevil’i yerine ikame etmeden önce Nalan’la sevgililerdi. Kız iki sokak ötede oturmaktaydı. Deli dolu, fıttırık bir tipti. Bilgisayardan çok iyi anlardı. Dört ay önce ansızın hiç haber vermeden Bogota’daki abisinin yanına gidince ilişkileri kopuvermişti. Ergin göğsüne yaslı duran kabarık çanta yüzünden kıza sadece yanaklarını değdirebildi. “Ne zaman döndün sen?” “İnanmıcaksın, ama dün. Abimin kontratı bitince beraber döndük.” “Ne olmuş burda ya?” Kız bir eliyle arabaları işaret etti. “Her şey durdu. Durmuş. Her şey. İnternet, telefon, televizyon, uydu bağlantıları, aklına gelen her şey durmuş. Elektrik de kesik. Sabah uyku tutmamıştı. Jetlag yüzünden herhalde. Televizyonda eski bir filmi izliyordum. 9.27’de ekran kararıverdi. Sadece burada değil. Bütün dünyada. Küresel bir tıkanma diyorlar.” Ergin kendinin de kısmen düşündüğü şeyleri başkasından duymanın teyit edici şaşkınlığını yaşamaktaydı. Aklından Marduk kelimesi geçti. Daha Marduk’a üç yıl vardı. Başka yerlerin de böyle olduğunu hangi kanalla haber almışlar sorusunu dillendirmedi. Öyle olduğuna kalıbını basardı. Bu gördükleri yerel bir sakatlığa benzemiyordu. Her şey birden ancak her yerin katkısıyla kesilebilirdi. “Yağma başlamış. Her tarafta. Ben de süpermarketin birine girip bunları aldım. Manyakça bir şey. Milleti görmeliydin. Tuvalet kağıdı için kavga edenler. Birbirlerinin elinden bir şey kapıp kaçan koca götlü karılar, yaşlı moruklar. Seyir valla. Bu daha ilk üç saat. Arkası bakalım… Kahvaltı ettin mi?” Ergin başıyla olumsuzlayınca kız torbadan hazır bir sadviç çıkardı. Sıhhatlı denilen türdendi. İçinde peynir, kesilmiş yumurta dilimleri, tomates, salatalık dilimleri görünmekteydi. “Al bunu ye.” Ergin hipnozda gibi sandviçi alıp bir ısırık attı. Elli metre kadar ilerideki iki küçük grup arasında kavga çıkmıştı. Millet o tarafa bakmaktaydı. Sandviçin lezzeti bayağı iyiydi. Ağzı yarı dolu konuştu. “Şimdi ne olacak?” Kız omuzlarını silkti. “Bilmiyorum. Bakıcaz. Geliyor musun?” “Nereye?” Kız sevgiyle gülümsedi. “Bakarız.” Ergin kızın uzattığı elini tutunca odasında birlikte geçirdikleri zamanları hatırladı. Nalan kablolara falan aldırmazdı. Kadıköy tarafına yürümeye başlarlarken Ergin bir düşünceyle sarsıldı. Artık hiç kimse klakson çalmıyordu. Kolektif kabul sessizliği hüküm sürmekteydi yani. Annesi, babası ve Sevil on kilometre çapındaki bir dairenin içinde, ama aşılamaz bir uzaklıktaydılar. Bu sessizlik buna da delaletti bir şekilde.
Biraz yürüdüler. Hareketsiz kalmış arabaların ve insan öbeklerinin sonu yok gibiydi. Binaların hep kapalı duran pencereleri şaşkın suratlı insanlarla yüklüydü. Durum üste katlanarak kötüleşecekti. Üzerlerine şiddet, belirsizlik ve kargaşa geliyordu. Bu çok açıktı, ama elektrikle, uydularla çalışan aparatlar susunca sokakların ürkütücü yanının dişleri sökülmüş gibiydi diğer yandan. Ergin hayatının çevrimdışı ve yepyeni bir mecraya döküldüğünü hissetmenin çoşkusuyla “Sokaklar benim yeniden.” diye düşündü. Rahmetli dedesi sağ olmalıydı da şu anları görmeliydi.
16
Yavuz Nufel
SATILIK ANILAR
Her yıl Hollanda’da 30 Nisan Koninginnedag'da (Kraliyet Günü), hemen hemen her sokak satıcılarla dolar taşar... Çocuklar, kullanılmış oyuncaklarını; büyükler de -işe yarayan ama kullanılmayan- evde yer işgal eden hemen hemen her şeylerini satarlar!.. Çatal-kaşık, iğne-iplik, elektrikli-elektronik cihazlar, ev aletleri, bahçe malzemeleri, masa-sandalye, dolap ve kullanılmış sutyen-külot da dahil olmak üzere, aklınıza gelebilecek ne varsa bulmanız mümkündür sokaklarda... İnsanın aklına –görmeden- gelmeyen yüzlerce değişik nesneyi görebilmek ise yine Koninginnedag'a özgüdür. Tabirin yeridir ve söylemek gerekir: tezgâhların arkasında yedi'den yetmiş yedi'ye her yaştan insan (özellikle yaşlılar), taburelerine, sandalyelerine oturmuş, gelene geçene "Bir şeyler al!" dercesine bakarlar... ***
Yaşı yetmişin üzerinde bir kadının önünde duran üç-beş parça eşya arasında, ilkel bir çakmak dikkatimi çekti. En azından 150 yıllık vardır, diye düşündüm. Çakmak taşından çıkan kıvılcımlar, önce kurşun kalem çapında ve 5 cm. uzunluğunda metal bir borunun içindeki fitile temas ettiriliyor, daha sonra da fitil -üfleye üfleye- yanmış bir sigara
ateşi kıvamına getiriliyor ve “çakmak” da böylece sigaranızı yakmaya hazır duruma geliyor. Çakmak denen şeyin “ilk”leri arasında ve hatta atası sayılabilecek bir nesne diyebilirim... Bir tiryaki olarak böylesini ne duymuş ne de görmüştüm...
“Kocamındı” dedi yaşlı kadın... Çakmağı eline aldı ve bana doğru uzatarak, “Bir gulden” dedi. Bir an göz göze geldik. Çakmağın 15-20 cm uzunluğundaki fitilini parmaklarına dolayarak, gözlerini çakmaktan ayırmadan baş parmağı ile metal kısımları okşuyordu. Hani, yeni doğan bebeğin yanağına hafifçe dokunur, okşar gibi: nazikçe, şefkatle, incitmeden... Veda eder gibiydi... Bir tren istasyonunda sevdiğini, çok uzaklara, belki de bir meçhule yolcu etmenin hüznü vardı yaşlı kadının sesinde, “Kocamındı” derken... Bir ara yine göz göze geldik yaşlı kadınla: “50 cent, genç adam bunu al!..” dedi. Elimde tuttuğum nesnenin manevi değeri onun için milyarlarca Euro’dan, dolardan daha fazlaydı. Çünkü, çantasından çıkardığı çerçeveli siyah-beyaz fotoğrafı göstererek: “Kocam, bu çakmak ona da babasından kalmış...” dedi gözlerini çakmaktan ayırmadan... Anlatacak çok şeyi olmasına rağmen, dinleyecek kimsesi olmadığı, konuşacak birini aradığı düşüncesiyle karşısına çömeldim. I. ve II. Dünya Savaşı'nın yokluk, açlık günlerinden; çocuklarının,
17
torunlarının olmadığından ve bir huzurevinde kaldığından söz etti... Hatıraları taptaze, capcanlıydı. Kocasından kalan, çok ama çok önem verdiği en değerli hatırayı satmasını bir türlü anlayamadığımı anlatmak için, kelimeleri özenle seçmeye çalıştım... Kendisinin ölüp gitmesi halinde en değer verdiği eşyaların yok olup gitmesine, kaybolmasına gönlü razı değildi. Özellikle bazı eşyalarının daha uzun yıllar “yaşamasını” istediği için satıyordu. Elinde tuttuğu çakmaktan gözlerini ayırıp gözlerimin içinde bakarak: “Bunu sana hediye edebilir miyim?” dedi... ....
Hollanda'da yaşayan vatandaşlarımızın Kraliyet Günü’ne yoğun ilgisi: lazım olan araç-gereç satın almak ya da köfte, lahmacun, döner satmaktan öteye gitmiyor. Benim için 30 Nisan’ın simgesi, Ana Kraliçe Juliana'nın doğum günü olmasının yanı sıra, “yaşlı bir kadın” ve “çakmak”; imgesi ise, anılar ve yalnızlık olan hüzün dolu bir şiirdir... Anıların, hatıraların “bit pazarı”na düştüğü o gün, sabahın ilk ışıklarıyla çıkıyorum evden ve gün batımına kadar da yaşlı insanların tezgâhlarından, yüreklerinden anılar topluyorum... Elimde on beş yıl önce aldığım hediye... O yaşlı kadınla bir daha hiç karşılaşmadık. Ama inanıyorumki o beni bir yerlerden görüyor ve bana gülümsüyor...
18
Nazım Fırat MARTI
Sabahın ilk ışıklarında oltasına takılan şaşkın birkaç kaya balığı ve suda beklettiği bayat ekmek parçaları…
Tuncer, birazdan kapısını çalacak en yakın arkadaşı ve en özel misafiri için yiyecek bir şeyler hazırlama telaşına düşmüştü. Yeterince balık yoktu, ama ekmek kurtarabilirdi öğünü. Özel misafirinin balığı çok sevdiğini biliyordu. Hatta balık, arkadaşı için vazgeçilmezler arasındaydı. Suda bekletilmiş bayat ekmeğe, mecbur olmadıkça dokunmazdı bile. Ne çay, ne kahve, ne mevsim salatası, ne de rakı; mutlaka balık olmalıydı tabağında.
Üç ay önce tanıştıklarında, Tuncer’i rakı sofrasında yakalamıştı. Tuncer büyük bir keyifle mangalda pişirdiği balıklardan bir lokma bile yiyememişti, rakı, ekmek ve arkadaşının fırsat bulup da masasından alamadığı beyaz peynir. Üç ay önce, mangalda ağzından sular akarak hazırladığı iri istavritleri, bencillik yapmadan, ne oluyor bile demeden misafirine buyur etmişti. Arkadaşı, akşam yemeğinde, belki de ilk tanışmanın heyecanıyla yediklerini Tuncer’le paylaşmayı düşünmemişti bile. Denizi tepeden gören kayaların üstüne kurulu derme çatma kulübesinde güneşin batışını izledi. Dalgalarla kayaların gürültüyle çarpışmasını, denizden esen rüzgara karşı sigarasını tüttürerek seyretti. Misafiri az sonra gelecekti. Dünyanın yuvarlak olduğunu hissetti ufka doğru bakarken; çok uzaklardan geçen bir yük gemisinin, dünyanın bilinmeyen yüzüne doğru yavaşça kayboluşunu fark etti . Bir ceviz kabuğundan farksız koca yük gemisi, Tuncer’in bilmediği dünyanın diğer yüzü tarafından yavaş yavaş yutulmuştu. O koca gövdeden geriye, belli belirsiz kaptan köşkü kalmıştı. Zaman o an durdu; ne geminin kaybolmaya, ne dünyanın diğer yüzünün onu yutmaya, ne de Tuncer’in aç misafirini layıkıyla ağırlamaya niyeti vardı.
Önce bir çığlık duydu, her zamanki gibi doymaz bir çığlık. Açım diyen, yemeğimi hazırladın mı diyen gözü dönmüş bir Martı’nın çığlığı; ardından geniş kanatlarının üzerine düşen gölgesini… Misafiri gelmişti. Selam bile vermedi Martı, yüzüne bile bakmadı Tuncer’in. Aç olmasa bile şartlamıştı kendini, kusana kadar yiyecekti. Kulübenin önündeki tahta masaya kondu, telaşlıydı. Kanatları arasında gezinen böceklerden rahatsız olduğu belliydi. Kanatlarını açtı, tahta masayı tamamen kaplamıştı iri bedeni. Kızıl gagasını tüylerinin arasında telaşla gezdirdi, bir ara Tuncer’le göz göze geldiler, “Hoş geldin Martı!” dedi arkadaşına, boş masadan rahatsız olduğunu görünce. Martı’yı ürkütmeden
kulübeye girdi ve sırrı dökülmüş büyük bir emaye tabakla dışarıya çıktı.
Martı’nın gözleri tabaktaydı, sürekli çırpınıyordu, heyecanlıydı. Tuncer’i görmüyordu bile. Tuncer, elindeki tabağı kaşıkla karıştırmaya devam ederken, sırdaşına bugünkü sırrını vermeye can atıyordu. “Esin ve Fırat” dedi, “Benim kızım ve oğlum. Bir akşam yemeğinde, kırmızı soğanın cücüğünü yemelerini istedim onlardan, ikisi de nefretle baktı bana, reddettiler. Israr ettim aptalca, çok üzdüm onları. Kuru fasulye yiyecektik güya. Saçma bir diretme yüzünden sofra ortada kaldı. O kadar sinirlenmiştim ki, babalık hakkımın veya otoritemin o an bittiğini düşünmüştüm; paniklemiştim. Esin’in odasına gitti ikisi de. Elimde sigara arkalarından gittim, çılgına dönmüştüm, diğer elimde cam bir kül tablası vardı. Ne eksik ne fazla, ikisinin de baldırına birer kez, ama hafifçe vurdum. Dostum inan bana canlarını acıtmamıştım, fakat bir soğan cücüğü için üzmüştüm, ağlatmıştım çocuklarımı. Galiba ilk ve sondu onlara el kaldırmam. Bir daha yapmadım. Aslında yanlış oldu, yapamadım; çünkü onları bir daha göremedim. Ne yazık ki kabullenememişlerdi. Acele etme, yemeğin hazır işte…” Büyük sır, Martı’nın hiç dikkatini çekmemişti. Onun beklediği şey, Tuncer’in elindeki yiyecek dolu tabaktaydı. Tabağı masanın üstüne bıraktı, Martı’yı ürkütmeden yavaşça oturdu sandalyeye. “Benim için sıradan bir gündü, çocuklarım için unutulamayacak bir hatıra. Yaşamları boyunca hatırlayacakları, hatırladıkça benden nefret edecekleri saçma bir anı. Beni asla affetmeyecekler Martı; bu acıyla yaşayamazdım, kaçmaktan başka çarem yoktu” dedi, başını ellerinin arasına alarak. Gözleri dolmuştu, sırdaşı Martı’nın umurunda bile değildi, tabağın içindeki balık parçalarını bulup çıkarıyordu gürültüyle. Sert kızıl gagasının sırrı dökülmüş emaye tabağı her didikleyişinde, Tuncer’in içini gıcıklayan kemik-metal karışımı bir tını yayılıyordu kayalıklardan dalgalarla köpüren denize doğru. Rüzgar denizden esiyor olsa da, o tuhaf gürültü, belki de dünyanın bilinmeyen yüzünün yuttuğu yük gemisine kadar ulaşıyordu. Martı’nın gözleri büyümüştü. Suyla ıslatılmış bayat ekmekte gözü yoktu, balık istiyordu o, istediği etti. “Geri dönmeyi çok istiyorum... “ dedi Tuncer, “Kabul edilmeyeceğimi bildiğim halde, bu derme çatma kulübede bir başıma yaşamaktan bıktım. Sen de olmasan, hiç düşünmem, şu deli dalgaların kucağına bırakırım kendimi. Çünkü bu dünyada beni dinleyen tek canlı sensin…” Sesler yükselmeye başlamıştı. Kızıl gaga, heyecanla tabağı didiklemeyi sürdürüyordu. Balık parçaları bitmişti. Bir iki kanat çırptı, Tuncer’in gözlerine baktı, doymamıştı. “Özür dilerim Martı, bugün yeterince balık tutamadım senin için. Şans
19
benden yana değildi. Çok dalgalıydı deniz, hala da öyle. Doyuramadım seni…”
Martı, Tuncer’i anlamak istemiyordu. Çırpınışında öfke vardı, bir ara kanatları uçmaya hazırlandı, ama uçmadı. Tedirgin olmuştu, akşam yemeği umduğu gibi doyurucu olmamıştı. Belki Tuncer’in hazırladığı yemek için aç bırakmıştı kendini. Güneş denizin dalgalı tenine dokunmak üzereydi; sanki beyaz köpüklere bürünmüş dalgaların arasına dalmaya hazırlanıyordu. Martı’nın avlanmaya zamanı yoktu.
Kulakları sağır eden bir çığlığın ardından, kendisinden özür dilemeye çalışan Tuncer’in sağ gözüne daldı kızıl gagası. Tuncer, kendini korumaya bile çalışmadı. Acıyla baktı kalan sol gözüyle, kızıl gagada kan damlayan gözünü gördü. Hala yaşıyordu, Martı’nın midesine yapacağı yok olmasına neden olacak yolculuktan önce veda eder gibi bir hali vardı. Nemliydi, ağlıyordu. Tuncer acıdan bayılmıştı. Martı yutkundu, kanatlarını açtı ve belki bir daha dönmemek üzere, güneşin denize düştüğü yere doğru süzüldü. Diğer martıların bildiği dilden attı çığlıklarını, mutluydu; çünkü doymuştu.
20
ŞİİR ODASI
Ahmet EVSEN
Rotterdam Geceleri -I-
Güneş Kuzey Denizi’ni aşınca Bahtım karanlıkta kaybolur gider. Geceler, köşemden beni alınca Ruhum bedenimden sıyrılır gider… Geceler bahtımın garip yoldaşı Hayal umudumun bilmecesidir. Yüreğimi aldı gurbet savaşı; Gurbet, yıldızların gözyaşlarıdır!. Maas karanlığı yırtarak akar, Hasreti bırakır cümle limana Her akşam halime ağlar bulutlar Yürürüm sokakta akan zamana… Çılgın heveslerim vatana hasret, Zap Suyu içime akıp gezer mi? Onsekizbin alem sevdama şahit Maas Nehri, Zap Suyu’na benzer mi?.. Sırrımı saklarken iki tek hece Zifiri karanlık özlem doğurur Gurbet eller, gönlü sıkan mengene Vatanım “gel” diye beni çağırır.. Şehrin karanlığı kahreder beni Bu sokaklar meçhul, garip bir nokta. Bana “vatan” semanın yıldızları ...Ki vatanım yıldızlaran uzakta!.. Kaldırım taşları bastığım zemin, Sokak lambaları yolumda bekçi Bana gecelerden bir kefen biçin; Bakarsın ansızın ölürüm belki!...
Faysal Apak
Tabutsuz Zamanda Gemi
Herkes kendi günahının kalem traşı Bir süngü kaybolan zaman elimde Kırık kalpler sevişmesi bir yamayım eski İçki sofrası beldeler var içimde kırık Senaryoluk bir yaşamım demetli Yıkanmış bir cehennem durağında dilenci zamansız Her sabahın tomurcuğu Arıdır günahım göğsünün üstünde atarken kalbim Kimsesiz bir mezar taşı gemisi sabahlar Sahipsiz kırık bir gece döktüm kendimden Mavi ellerine sabah yanaşmasızdı kimsesiz bir korku Çiğ başlarım türküm dumanlı Günahını arayan bir mezar taşı Ne kadar bekler daha günden eskiyen Ölümün sahibi sargılı soğuk Türkü tutarsa eller duman olur Mezar boş kalmasın yanağında gamzen Günahım kadar alevim sende Geçtim geçilmeyecek senden tereddütsüz Bıraktım yeşil bahçeyi sararmış kanımla sulamaktan Kime kızsam zaman bakmaz ağlayışıma yaşlarım Kinim öfkedir bıraktığım sende kim kalsın Sabahlar salıntısız kaçamaklı bir gündensin sebepsiz Yaramaz bıraktım sana kalbimi gün doğmayacak diye Eskidi yaşlarım zaman akmış bakışında yaralı Sen taze bir sabah ol yarama bakış değmemiş sensiz Kalbim eskimiş kinle yıkadım arındım apak Zaman ellerinde kalsın bakmasın sana yaram tırpanlıdır bin Zaman eskimiş bir duraklıdır Anadolu 21
İhsan Arı EYLÜL
Anavatanımsın Köyümsün birbaşıma boşalttığım Sende anamı bıraktım Kuş deyince uçmak gelir aklıma Göç deyince… Gitmekle göçmenin şiiri farklı Kancasız tırmanıyor dağa çocuk Kurşun ki Atmacadan hızlı Canım kızım Ölülerle eğitildik biz Anatomi sizin dersiniz Bizim ki ölü çocuk Deniz Hala ve her akşam evimizde Ölüler sergisindeyiz Okunmalı diyorum kitaplar Her şey okunmalı Uyutuyorsunuz Yaşanmalı diyorum Her şey yaşanmalı Semirtiyor yasaklarınız yasalarınızı Avutuyorsunuz Narkozlu, yarıuykulu Bir yarım dil yaşadığımız
Ölüleriyle yaşayanlar Ölüler ki Gençti(r)ler çocuktu(r)lar Eylüller yaşadım Denizlerin yürüdüğü Güneşin büzüldüğü Ne yiğit olabildim Ne de kahraman Korkular değildi Korkularımdı Büyüktü gölgemden Evrenden ve gölgesinden Ölümü gözlerimize taktık ki Sür(ül)memizdi Ne faşist sevmekti bu Utandım ölmemekten (arkadaşlarım ölüyken) Darlığımızın ağaçları Eylül gülüyken Adam asmaca oyunuyla büyüyen çocuklar Hala ve daima tedirgin güvercinleri vuruyorlar Kahraman(!) oluyorlar www.art-arinim.com
Saygısını yitiriyor tarih ölüme Daimada ezik bir mahcubiyet An(ı)larımız vardı hayata dahila Zamana kafa tutan ki Aşklarımızdı Bir barikatım zamanın ortasında Bir yanım ölüm Özgürlük bir yanım Kurşun ağır yar(a)dan Güz düştü Zaman eylül ki Soğuk kokuyor yoksulun nefesi Hala ve daima Bir çuval kömüre teslim demokrasi Bir şair gibi seviyorum sizi çocuklar Memleketimden de çok İki sınıftır insanlar Ölümlerle yaşayanlar 22
Sinan Tabanlı Ömür Sigaram
Her uyanışım bir gün daha alıyor gençlik sermayemden Her uyanışta bir fırt daha çekiyorum ömür sigaramdan Her gece bi tırnak daha kül döküyorum kabir küllüğüme. Anılarım kalıyor geriye Duman gibi yokolan ve zehirli. Seni düşünüyorum bazen Bir nefes düşüyor ciğerime Hayat veriyorsun tefekkürle.
Handan Kalsın
İçimdeki Piston
İçimdeki piston İleri geri Bir kaç dirhem etle Sadece deri Küçümsememeli zeki olanlar Çünkü önemlidir bence o anlar Yüklüyor aleme genetik veri Gayet hızlı ve epeyce seri Ruhu zapt edip Davet etmenin Yegane yolu bu anlayan anlar
Geriye dönüş yok vakitte Zaman da ömür sigaram gibi aynı Filtresiz… İnsan yalnız doğdu Yalnızken sönüyor kalp ateşi Ulvi adalet verdi infaz kararımı Horozların ötmediği küllüğüme dönerken Bileklerim kelepçesiz bedenim durgun… Son yoktur aslında hayatta Bir sigara söner diğeri yakılır. Çünkü insan tiryakisidir varolmanın…
23
Can Sever ezgi
ikinci adam
gözlerimiz göze geldi ya bombalar patladı sesimin tellerinde ve ezgiler saçıldı kalbimin açılmadık yerlerine.
kusurlarını dile getirdiler deli zoruyla.
gül değil bi bahçe soldu sesinden Sol; kendi anahtarının inşaasıyla uğraştı
gözsorgusundaki adam…
nota değil heves çalındı kalpten O; beni sağır eden ilk kadındı
çığlık değil bi sükut alındı en ufak perdeden Ezgi; beni kışa terk eden ilkyazdı… oskar gözlerimi kendisine açık açık unuttuğum kadın, kapa bu rüyayı. biz gibi artık rüyalarda birbirinin aynı
daha hangi hevesi soyunacaktı ki hüzünlü gözaltında kat kat acıydı giyindiği. canı bile acımıştı ruhuna son kelime de geçen yaz ‘düş’tü yakasında… söylenecek hiçbir şeyi söylememişti ve daha gözlerini kaybetmemişti lakin denizini bulsa bi kadında sabahlayacak kadar romantikti göz yuvalarındaki odalardan çık ve konuş onunla…
ekrandaki acı lekesi sildikçe çıkmıyor canımız çıkıyor görüntüden neyse sen kal, zamanın henüz erken zamanım geçti aramızdan tedavülden kalktım; yerimi hemen kaptılar.
hayatım bi reklam şiiri gibi gözlerinin önünden geçiyor masal kahramanımın da yolu uzun, filmini çekmiş; görmezden geliyor…
24
Tuğba Cincil Telgraf
Şehre lacivert bir ceket kadar yakışıyordu yağmur Seni sevmem bu savaşı kesintiye uğratmaz Ama ordan bakma! Werther’in kanını gül kılar Ben sana düzenli olarak telefon ediyorum Adlı bir cengaver olarak telefon ediyorum Yüzyıl şilisinden bir dazz cavulcusu inliyor tam aralarında Hiç durmadan kentli mağlup Kıyasıya mağrur ve mor
Hic koşmuyorken de attır Biliyorum kir sızmıyor şakaklarımdan şeyh çıldırtan yarıklar da yok
Annem beni hep çok sevdi Kız gördümmü ağlıyorum Modern bir alışkanlıktır ölmek Seni doğasıya seviyorum Ben sana düzenli olarak telefon ediyorum Mıknatıssız bir pusula olarak
Birleşmemiz radikal olacak Ben kan vereceğim Otobüsler olacak trenler Bütün öldürülmuş cumhuriyet şehitleri Saçlarım uzun olacak, bıyıklar, gözlükler Gideceğim. çığlıklarla örülmüştür aşk şiirleri çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum Birleşmiyor ellerimiz Haykırır trapez Tanklar tank olup geçiyor üstümüzden Helvetius haklı Devlet şaşkın Pianist kara! Memleket sana rağmen ket vururken yarama şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben Ve emir “kun” diyor: doğruluyorum. Bu ülkeden daha bıçkın bir tamlama bilmiyorum Bana bir öpücük verin yoksa şair öleceğim Iktidar tohmedecek sözümde yoksa Ve bir dizenin tan yerini ağartamsıysa. Ellerini tutarım ki kudurtucudur Bunun icin gözlerinin meryem hali sevgilim Gözlerinin meryen hali gerçek yurdumdur Ki zuhrettiğinde ilk formuyla Isa! Yeniden ağlıyorum Ağlıyorum ağlıyorum Ben bu çağdan bikere de şerefimle geçeceğim Lazım gelen gulleri göğsüme gömmüşüm Birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim Bunu daha küçükken bir filmde görmüştüm Bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar. üç içbükey komodin silah çeker vurulur Sen gidersin denklem düşer Ben aşk olduğumu anlarım Bir kelebek konduğu yerde bir mayın olduğunu anlar Ben dünyaya karşı olmak ile meşhurum. Olma. Yokluğun bulunmama lacivert kanlar akıtır Nasıl çekip gitmiş bir şaman Evet bir şaman şaman değilse en çok benim gibi bir at
25
ÇEYİZ ODASI İLHAN PINAR Birinci savaş sırasında izmir’de bir yardım cemiyeti: İzmirli alman kadinlar yardim cemiyeti
İzmir’in 16. yy. sonları ile 17. yy. başlarında başlayan Batı Avrupa merkezli kolonyal liman kenti olma süreci kendi sonuçlarını doğurmuştur. Bu sonuçlar ekonomik, kentsel, toplumsal ve dinsel yapı gibi özellikler göstermiş bu alanlarda çeşitlenme, genişleme ve zenginleşme meydana getirmiştir. Tüm bu yapılar elbette kentin bugünlere de uzanan tarihsel seyrine damga vurmuş ve kentin toplumsallığında ve zihniyetinde derin izler bırakmıştır. Bu sürecin başlangıcına kadar Anadolu’da var olan kültür ile gelen kültür yüzyıllar içinde harman olarak özgün bir Anadolu kültürü ortaya çıkmıştır. Bu durumu pekiştiren unsur, Osmanlı’nın dünya imparatorluğu inşa etmesine uygun konjönktürün varlığıdır. Yukarıda anılan tarihsel dönem içinde Batı Avrupa’nın İzmir’in liman özelliğine ihtiyaç duyması bu tarihten itibaren kentin bu ihtiyaç doğrultusunda her açıdan şekillenmesine yol açmıştır. Bu süre içinde yani 300 yıllık süre içinde İzmir 3 bin nüfuslu bir liman kasabasından dünyanın 51. büyük limanı bir liman kenti noktasına gelmiştir. Zaman zaman gerilemesine neden olsa da tüm yıkım ve felaketlere rağmen kent bu özelliğini sürdürmüştür. Bu süreç içinde kentin toplumsal yaşamında etkili olan iki unsur din ve ticaret olmuştur – Batı Avrupa merkezli toplumsal yaşam anlamında. Ticaret geliştikçe dinsel yapıyı güçlendirmiş, dinsel yapı güçlendikçe ticaret hayatını güçlendirmiştir. Çünkü kentteki cemmat yapıları kapalı pazar ekonomisi şeklinde örgütlenmişlerdi. Örneğin, bugünkü Alsancak Devlet Hastanesi’nin olduğu yer, Fransız misyonerlik faaliyetinin kapalı pazar ekonomisi şeklinde örgütlenmiş mekanıydı. İzmir’deki toplumsal yapı ve bu yapının dayanışması eski hakim yapının özelliğinden yeni hakim yapının belirleyiciliğine evrilmiştir. Yeni kurulan toplumsal dayanışma mekanizmaları genellikle misyonerlik faaliyetlerinin unsuru olarak kente damgasını vurmuştur. Dayanışma esaslı yapılanma ve hatta eğitim bu doğrultuda şekillenmiştir. Batı Avrupa’da yaşanan laik eğitimdini eğitim İzmir’de de tartışma konusu yapılmıştır. Bugün kentimizin kültür mirası olarak adlandırdığımız Santa Maria Kilisesi, Sen Polikarp Kilisesi, Alsancak Devlet Hastanesi vd. gibi birçok dini yapı ve hastane o dönemin Hıristiyan mezhep ve tarikatlarının eserleridir. Bu bağlamda ve bu süreç içinde İzmir toplumsal yapısı özelliğiyle kozmopolit bir kent yapısı kazanmıştır. Bu kozmopolit yapı içinde belki en geç örgütlenen ve en geç ortaya çıkan cemaat yapısı Almanlardır. Alman Birliği’nin kurulmasına paralel bir süreç izleyen İzmir’deki Alman Cemaati’nin yapısı bu birlik kurulana dek zayıf ve dalgalı bir seyir izlemiştir. İzmir’de Almanların ilk cemaatleşme çabalarına 1750’li yıllarda rastlıyoruz. 1800’lü yılların başına kadar devam eden cemaat yapısı bu tarihten sonra dağılma gösterir. Bu dağılmayı engellemek amacıyla Alman Birliği’ne giden süreçte 1850’li yılların başında girişimlerde bulunulur. Prusya Kralı’nın görevlendirdiği Papaz Theodor Fliedner, İzmir Alman Cemaati’ni yeniden düzenler. Hatta kentteki ilk Alman kız okulu da bu dönemde açılır. 1871 yılında Alman Birliği’nin kurulması İzmir’de de etkili olur. Artık Almanca da Fransızca’nın yanı sıra İzmir’deki okullarda öğretilen dil olur. Osmanlı’nın Alman Kayzeri’nin şahsında yeni bir müttefik arayışı Almanların “Drang nach Osten” politikasıyla örtüşünce iki imparatorluk arasındaki ilişkiler yoğunluk kazanır. Bu süreç İzmir’deki Alman Cemaati’nin niceliksel artışına yol açtığı gibi niteliksel artışın da nedenini doğurur. Tarih, Birinci Dünya Savaşı’nın emperyalist kolunu her yana uzattığı bir zamandır. İzmir’de bulunan Alman kadınlar durumun vehametinden kendilerine bir görev çıkarır ve savaşın alt üst ettiği insanlara yardım eli uzatmak için bir cemiyet etrafında toplanma ihtiyacı duyarlar. Böylece İzmir’in o çok bilinmeyen tozlu tarih raflarında yerini alacak olan “İzmirli Alman Kadınlar Yardım Cemiyeti” kurulmuş olur. 1916 yılında İzmir’de kurulan cemiyetin yönetim kurulu şu isimlerden oluşuyordu: Bayan Johannes Köhler, Eczacı Bayan Haug, Matmazel Anna Köhler, Hemşire Henriette Niebel, Bayan Wilh. Kipp,
Başkan Kasa Sorumlusu Çalışmalardan Sorumlu Yoksullara Yardımdan Sorumlu Üye
26
Bayan E. Steininger, Matmazel E. C. Pohl,
Üye Sekreter
Bakalım tarihin sayfalarında kalan bu örgütün 1916 Faaliyet Raporu’nda hemşerilerimiz kendilerine nasıl bir görev biçmişler ve ne kadarını yapabilmişler; okuyalım;
“Derneklerin hayatında ikinci yıl derneğin varlığını sürdürmesinin bir ölçütü ve kuruluş zihniyetini hayata geçirip geçirmediğinin iyi bir kanıtıdır. İzmirli Alman Kadınlar Derneği’nin ikinci yılı dolmuş bulunmaktadır. Bu da bize geriye dönüp bakmak fırsatı vermektedir: Acaba faaliyet raporuna yazabileceğimiz ne yaptık? Değinilmesi gereken en önemli nokta üye listesi olmuştur. Sekreterimiz sıklıkla, tam on dört defa üye isimlerinin yanına ‘çıkarıldı’ yazmak zorunda kalmıştır. Bu acı veren bir uğraştır. Fakat her defasında aynı isimlerin adını yazdırması gerçekten harika bir duygudur. Başlangıçta üye sayımız 82 idi. 14 üyemiz ayrıldı. Bu arada 12 yeni kadın üyemiz oldu. Maalesef üyemiz Bayan Stengel ebediyete intikal ederek aramızdan ayrılmıştır. Böylelikle bugünkü üye sayımız 79’dur. Listemizde bulunan bayan arkadaşlarımızın bize sadık kalacak bilince sahip olduğunu umut ediyoruz. Çünkü Alman Kadınlar Derneği üyesi olmak demek milliyetçilik ve insanlık görevi demektir ve bunun için de her birey, topluluk için gereklidir. Kısa bir süre için de olsa Ekselansları Bayan General Trommer’i onursal üye olarak yönetim kurulu toplantılarımızda görme şerefine kavuştuk. Kendisi, büyük bir boşluk yarattığı ayrılana dek tüm çalışmalarımızda etkin olarak görev yapmıştır. Diğer yandan uzun zamandır yalnız olarak görev yapmakta olan konsolosumuzun eşine kavuşması, bizim de onursal başkan olarak Bayan Konsolos Dr. Weber’e kavuşmamız sevindirici bir olay olmuştur.” Derneğin ilk yıl 25,040 kuruş olan geliri, ikinci yıl 32,845 kuruşa çıkmıştır. Dernek yardım yapacağı kitleyi ikiye ayırmıştır: Birincisi savaştan doğrudan etkilenen Osmanlı ve Alman askerler, ikincisiyse İzmir’de yardıma muhtaç aileler. Faaliyet raporunda yapılan yardımlar şöyle ifade ediliyor:
“Yeni yapılan Alman Menzil Hastanesi ve Tephirhane (Bitten Arındırma Merkezi, İ.P.) bize gerek bedenen gerekse giysi yardımı gibi doğrudan yardım etme olanağı vermiştir. Hilal-i Ahmer için 468 adet pantolon ve ceket yaptırabildik. Tamamını saydığımız takdirde bu yıl 1242 adet yardım yapabildik. Geçen yıl bu rakam 950 adet idi.
“Zor durumda bulunan İzmir’deki yoksul vatandaşlar için ise hemşiremiz Henriette ve yardımcısı önemli çalışmalar yapmıştır. Yıl içinde bu amaç doğrultusunda 345 kişiye yardım yapılmış bunun için bu yıl 7369 kuruş harcanmıştır. Bu rakam geçen yıl 5040 kuruştu. Şehirdeki yokluk ve yoksulluk göz önüne alındığında bizim yaptıklarımız koca bir hiçtir. Fakat buna rağmen adına yardım yaptığımız Tanrı inayetini esirgemeyecektir. “
Dernek, üyeleri arasındaki dayanışmayı arttırmak, aktif üye sayısını canlı tutmak ve gelir elde etmek amacıyla çeşitli etkinlikler organize eder; dernek sekreteri Elisabeth Charlotte Pohl bu organizasyonları şöyle aktarır:
“Derneğimiz için başarılı bir girişim ve eğlenceli bir gün ise 9 Aralık günü olmuştur. Havanın kötü olmasına rağmen düzenlediğimiz kermeste tüm ürünler satıldı. Marie Liebner’in yönetiminde verilen konser ise güne seçkin bir özellik kattı içimizin huzurla dolmasını sağladı. “Derneğimiz kısa bir süre önce yeni bir uygulama başlattı; her ayın ilk perşembesi Bayan Johanna Lutz’un organizasyonunu üstlendiği toplantılara başladık. Dernek üyelerinin bir araya gelme fırsatı bulduğu bu toplantılar çok yararlı oldu. Bu toplantıların ileride dernek çalışmalarına zihinsel olarak çok katkı sağlayacağını umuyoruz. “Bu yılın faaliyet raporunu bize yardımcı olan kuruluşların adını anmadan ve onlara teşekkür etmeden bitirmek istemiyoruz. İzmir’deki Alman Derneği’nin baylarına teşekkürü bir borç biliyoruz. Gerek Almanya’da gerekse burada yaptığımız yardımlar Alman Derneği olmadan asla gerçekleşemezdi. Ayrıca yaptığımız toplantılarda dernek binasını kullanmamıza izin vererek de büyük destek oldular. “Gelecek için birkaç cümle söylemek gerekirse; gücümüz ve kendimize olan güvenimiz artmış bulunmaktadır. Bugün için hedefimizi daha iyi görmekteyiz. İçinde bulunduğumuz savaş koşulları her insandan çok şey beklemektedir. Fakat asıl beklentimiz, barış dolu günlere kavuşmaktır. Umut ederiz ki, burada, Doğu’da biz Almanlara düşecek görevlerde Alman kadınları birlik ve beraberlik içinde güçlü olarak baş edebilecektir. Derneğimizin yaptığı her bir etkinliğin güzel ülkemizin gelişmesinde ve onurlanmasında bir katkısının olmasını diliyoruz.”
27
İzmir’de faaliyet halinde olan Alman şirketleri ve tüccarlarının yaptıkları bağışlar üye ödentilerinin yanı sıra derneğin önemli gelir kalemlerindendir: Wiener Bankverein Bay Lutz Bay Spery Bay Albert Schmidt Klemm Şirketi Macar Ticaret Bankası
500 kuruş, 500 kuruş, 500 kuruş, 500 kuruş, 500 kuruş, 50 okka pamuk.
Derneğin faaliyet raporunda 1916 yılında İzmir’de yapılan işler şöyle sıralanmaktadır: Ismarlama Yapılan El İşleri Kermes İçin Yapılanlar Bitten Arındırma Merkezi
Mahalli Hastaneye 48 mendil 24 çift çorap 6 adet havlu 12 peçete
122 adet, 291 adet 24 adet gömlek ve pantolon
Yapılan Yardımlar 2 masa örtüsü 6 yastık 12 yastık kılıfı 12 bardak altlığı
162 adet 12 gömlek 2 bel kuşağı 12 alt bezi 14 çuval
Alman Menzil Hastanesi’ne Yapılan Yardımlar 8 çuval 50 kirli çamaşır çuvalı 15 perde Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne Yapılan Yardımlar 234 adet ceket 234 adet pantolon
73 adet
468 adet
Gureba-i Müslimin Hastanesi’ne Yapılan Yardımlar 18 adet 5 çift çorap 1 çift bileklik 4 cüzdan 4 atkı 4 nevresim Noel paketi 50 adet Yatak ve Döşek 34 “ ------------------------------------------------------Toplam 1242 adet
28
Derneğin 1917 yılı gelir kaynaklarını görmek için aşağıdaki tabloya bakmak yeterli olacaktır:
GELİR Nisan 1916’dan Devreden
Üye Ödentileri “ 19 Gönüllü Bağışı Kumbaradan Çıkan Kermes Geliri Ismarlanan El İşleri Menzil Hast. Malz. Karşılığı Banka Hesabı
1813 ¼ kuruş, 4985
1940 326 17 594 ½ 1931 ½ 5120 135
32 845 ¼
“ “
“ “ “
“
“
GİDER İzmir’de Yapılan Yardımlar 7369
Yardım İçin Malzeme Tutarı 7029½ Menzil Hast. Noel Yortusu Asker Eğlencesine Katkı Dernek İçin Malzeme Kermes İçin Sergi Malz. Matbuat ve diğer Kızılhaç için Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne Kasa
kuruş, “
200 “ 500 “ 2 636¾ “ 1390 “ 140 “ 4000 “ 4000 “ 5580 “ 32 845 ¼ “
İzmir’de bugün yaşamakta olan hemşerilerimin belki soylarına ait bir isme rastlaması umuduyla dernek üye listesini olduğu gibi aşağıya alıyorum:
Bayan Armacola, Bayan Aemisegger, Matmazel A. P. Allioti, Matmazel Armao, Bayan Dr. Bon, Matmazel Sophie Bon, Bayan Behne, Bayan Butz, Matmazel E. Blank, Matmazel A. Blank, Bayan A. Bader, Bayan Bieger, Matmazel Brede, Hemşire Margot Conrad, Matmazel Crespi, Bayan R. Chapert, Matmazel H. Caramanli, Bayan Deppner, Bayan Giudici, bayan Gassner, Bayan Eczacı Haug, Bayan Başkonsolos Humbert, Matmazel E. Hüffner, Matmazel D. Hüffner, Bayan Huck, Matmazel F. Huth, Hemşire Martha Hepse, Hemşire Marie Hain, Bayan İssigonis, Bayan Imhoff, Bayan Köhler, Matmazel A. Köhler, Bayan Kipp, Hemşire Berta Keller, Bayan Kreiter, Bayan Kuhn, Bayan Kraft, Bayan Löwenthal, Bayan Lanzon, Bayan Lekaki, Matmazel M. Liebner, Bayan Lutz, Matmazel Moos, Bayan Pastör Mühlenbruch, Bayan Müdür Meyerstein, Bayan Dr. Margulis, Bayan Ch. Margulis, Matmazel Missir, Bayan K. Möllhausen, Bayan A. Möllhausen, Bayan Markowitz, Hemşire Henriette Niebel, Bayan Oechslin, Bayan Panos, Matmazel Prager, Matmazel Pezzer, Matmazel G. Penzo, Matmazel R. Penzo, Bayan Peltgen, Matmazel Elisabeth Charlotte Pohl, Bayan Rockstroh, Bayan Konsolos Radimska, Bayan Reiser, Bayan Pastör Stahl, Bayan Steininger, Bayan Thorwest, Bayan Schreiber, Bayan Schapira, Bayan H. Sachsel, Bayan General Trommer, Hemşire Anna Schröder, Bayan Warning, Matmazel M. Warning, Bayan Konsolos Dr. Weber, Bayan Prof. Weber, Bayan A. Wieland, Bayan Falker, Bayan Waeckerlin, Matmazel von Wroblewsky, Bayan E. Wieland, bayan Wolks, Matmazel Ch. Zecchini.
29
FİKİR YONGALAMA Sinan Tabanlı Muharref Nesil
Bizler, yozlaşa yozlaşa, zaman rüzgarının sağlam insanlık kalemizden kadim doğruluk taşlarını aşındırarak yavanlaştırdığı insanlarız. İyilik ve güzellik adına ne varsa, kalıp kalıp dökülmüş halleriyiz Adem ile Havva denen heykelden kalan. Madde adına sahip olduğumuz herşeyimizle, sinsice yıktığımız tüm insanlık kulelerimize devirdiğimiz tabular adını takmış kendi sonunu hazırlayan zavallılarız. Kalbî ve bedenî olarak inanılmaz şekilde tahrif ettiğimiz oyuncaklarız kendi ellerimizde. Evet, aynen bir filmde dedikleri gibi bizler "tarihin savaşmayı dahi bilmeyen piç nesilleriyiz." Gerçeklerden ve kendimizden ne kadar bihaber olduğumuzun farkına varamadık. Uzaydan bakınca bile değişikliği gözlemlenebilen bir Dünya inşa ederken, ruhumuzu bu inşa ettiğimiz beton ve metal kalıpların arasına sıkıştırıp hapsettiğimizin idrakinde değildik. Ve halen değiliz. Bir çok fikriyatın peşinden asırlarca sürüklenen insanoğlu, kapitalist kodamanların materyalist durağında durmuş gibi. Bu duruma isyan eden çeşitli başkaldırılar yok değil. Yine de her yandan kuşatıldığımız öyle bir yer ki burası; gördüklerimizden düşündüklerimize, hissetmemiz gerekenlerden arzularımıza varasıya herşeyin, kolaylıkla manipüle edilebildiği geniş görünen aldatıcı bir daral. Farkına varılamayan kahrolası bir paradoks. Bu maddî depremlerin ve tekelleşmelerin yaşandığı ortamda, arıza oluşturmaması için, ruhlar da tekdüze karakter verilmeye çalışılan diğer bir meta. Dünyanın ipini bileğine iyice dolayan bu çarkın sahipleri bizi tek tip varlıklar haline getirmede oldukça mahir. Ustaca başarmışlar bunu. İsyan eden her adamın başını çelikten bileğiyle ezivermiş. Bir müddet hapsolduğu kodeste çırpınan insanoğlu, buna da mecburen alışmış ve başını öne eğmiş. İnanılmaz profesyonelce idare edilen bir Stockholm sendromuna kaptırmışız yakamızı. Zayıflığın, duruma göre hareket etmenin, menfaatçiliğin, anlık zevklerin, geçici rahatlıkların peşine düşer olmuşuz. Karakterini süratle eritmiş insan bu adî kumpasta. Ve geriye şerefinden yoksun, bundan mahrum olduğundan da bÎhaber bir şekil bırakmış ortaya. Şöyle bir dönelim, etrafımıza, olaylara, kişilere ve daha da zoru olan kendimize daha farklı bir gözle bakalım. Arkadaşlıklarımızı, ailevî ilişkilerimizi, çalışma ortamındaki takınılan tavırları, toplum içindeki yerimizi gözden geçirelim. Nasıl da herşeyi kolaylıkla hallettiğimizi, işlerimizi işimize geldiği vaziyette nasıl da oluruna getirdiğimizi, yükselmek adına yaptıklarımızı. Başarabilmek adına nelerden nasıl ödün verdiğimizi, neleri kaybetmeyi göze alarak neyi istediğimizi, neleri elde edebilmek için neleri feda
edebildiğimizi, maddeyi almak adına ruh dünyamızdaki mana ve karakteri ne kadar ucuza satabildiğimizi. Günün 40 ayrı vaktinde 40 ayrı insana dönüşebiliyoruz. Sana karşı böyle iken ona karşı şöyle olabiliyoruz. Evde, işyerinde, özel hayatta farklı farklı karakterlere bürünüp tükenmez bir kaypaklıkla o muhtelif renklerdeki ruh maskelerini geçirebiliyoruz suratımıza. Bunu icra ederken de o çirkefliğin farkında bile değiliz. Çünkü farkındalıklarımız devamlı ego eksenli teyakkuz halinde. Menfî yanlarımızın ise adeta avukatı konumuna gelmiş vaziyette. Bunu kendine en ama en büyük vazife bilmiş. Sürekli ben ön plana çıkayım, en sevilen ben olayım, ben konuşulayım, ben dinlenileyim, benim menfaatim gerçekleşsin'in derdinde. Buna binlerce örneği verebilmek mümkün. Bunun haricinde bir de arka plandaki pasif ve katılaşmış bir ego var. İnsanın kendi benliğini yenmesi bakımından belki de daha çetin olanı da bu. Ön plana çıkmayan. Görünmeyen, ama yine de arka taraftan kıs kıs gülüp beğenilmeyi bekleyen ve menfaatine uygun geleni gayet hoş karşılayan çakal bir benlik. İç düşmanın ihtiyar heyeti, baş sorumlu. Ne vardı daha doğru, daha harbi olabilseydik. Sözün, doğrunun eri olarak kalabilseydik. Kaybetmeyi göze alıp bunu bile bile hazmedebilseydik. Herşeye rağmen tek kişilikte karar kılıp, içi dışı bir olanlardan olabilseydik. Değişik yönlerden esen rüzgarlara karşı sadece bir duruş sergileyebilseydik. Bu bizi yıpratsa da daha kuvvetli kılmaz mıydı? Çok mu şey kaybederdik yahu?
Geçmişte bu kadar kancık ruhlu, kalleşliği kazanma metodu belirlemiş, ikiyüzlülüğü karakter edinmiş, korkak, gözükaralıktan fersah fersah uzak, çıkarcı ve anlık yaşayan ruhsuzlar var mıydı acaba merak ediyorum. Soykırımcı ilan ettiğimiz, adını zalime, faşiste çıkardığımız bir çok tarihi şahsiyetten çok mu iyiyiz? Yıllarca savaştıktan sonra aynı masada yemek yiyip birbirilerinin hakkını verebilen komutanlar, krallar, hükümdarlar efsane mi? Tarihin en kanlı sayfaları dediğimiz yerde, geçmişte işlenen cürümler bedenimizi alıp götürürken adımızı olduğu gibi muhafaza ediyordu. Şimdi ise geçici mutlulukların, süreli menfaatlerin katlettiği ruhumuzu hiçe sayarak doyurduğumuz yürüyen leşlerimiz var. Örneklendirilmeye ihtiyacı yok bu meselenin. Ahlakî ve ruhî dejenerasyonun kolaycılık sayesinde zirve yaptığı bu asırda içinde insanlık kırıntıları barındıran bu yumuşamış neslin kendini öldürüp sağlıklı ve yeni bir nesil inşa etmesi imkansız olmasa da çok zor görünüyor. Gaflet içindeki bir güruhtan daha zavallı bir toplum olabilir mi?
30
Sinan Tabanlı
İnsan için Efkâr Vakti: Bugün Bebektik. Gözlerimizi açtık. Nerede olduğumuzu sorgulayacak akıl beynimize henüz uğramamıştı. Hafızamız yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. Hatırladığımız şeyler olmaya başlıyordu. Günler ve aylar geçtikçe düşünme yetimiz palazlandı. Fiziksel olarak büyüdük. Kimi organlarımız değişime uğradı. Elimizde olan ya da olmayan sebeplerden dolayı birçok meseleye kafa yorduk. Yedik, içtik, türlü zevkleri tadabildiğimiz kadarıyla tattık. Hissedebileceğimiz her nevî duygudan geçtik. Acı da çektik, zevk de aldık. Yenildik de galip de geldik. Hasta da olduk, sağlıklı da. Bir insanın başına gelebilecek birçok şey başımıza geldi, ağladık, karışık düşünceler içerisine sürüklendik, bunalıma girdik, ruhsal sıkıntı girdaplarında boğulduk.
Aşağı yukarı aynı hayat formatlarında yaşıyoruz. Ömürlerimiz isteklerimiz için oldukça kısıtlı ve bunları topladığıızda bu ömrün bize yetmeyeceğini gün gibi biliyoruz. Yani birçok istediğimiz arasından sadece birkaçını seçmeliyiz. Böyle bir hak tanınmış bize.
Hayat o kadar kısa ki geçmişe dönüp baktığı zaman "vay be ne kadar da uzun yasamışım" diyen insan evladı çıkmıyor hiç. Zaman çok çabuk akıp geçiyor. Uykuda gibiyiz ve rüyalar alemindeyiz sanki. Birazdan birisi gelip uyandıracak bizi. Mukadder bir mevt anı da geçecek başımızdan. Ölüm de öyle sanıldığı gibi yıllar ötesinde değil. Geçmişten misal verirken nasıl "daha dün gibi" diyor isek, gelecekten ve ölümden bahsederken de bu ifade kullanılmalı, en çok bu laf yakışır ölümün geleceği güne: "yarın gibi". Birazdan. Birazdan uyanacağız ve (birçok inanışa göre) az önceki yaptıklarımıza göre muamelede bulunacaklar bize. Biz birer insancığız ve yarın öleceğiz.
Uzun kelimesinin u'larını ne kadar çoğaltırsanız çoğaltın, 1'in arkasına ne kadar 0 eklerseniz ekleyin, sonsuz yaşamanın bırakın yıllarını, asırlarını dahi ifade edemezler. İşte ölümden
sonrası için böyle bir hayat bekliyor bizi. Ya da uyanınca işte o kadar yaşayacağız. Yaşayacağız, ve yaşayacağız, sonra yine yaşayacağız. Sonra hiç başlamamış gibi, o ana kadar ki geçirdiğimiz zaman bir hiçmiş gibi devam edeceğiz. Farklı bir boyutta, farklı bir zaman kavramıyla. İşte bu denli, kemiyeti bu kadar hacimsiz, bu kadar dolu olan bir sonsuz ömre bugün, şu an, burada ettiklerimiz tesir edecek. Bugün yaptıklarımız, hatta şu an dediklerimiz, hıssettiklerimiz. Belirleyici olacak olan bizim etten kemikten şuracıktaki zavallı hallerimiz. Milyon yıl sonra, şu an ne yaptığımızın, hangi üniversiteyi bitirip hangi işte çalıştığımızın zerre farkı olmayacak. Ne'nin, Nerede'nin, Hangi'nin, Kim'in değil de Nasıl'ın geçerli olacağı ve sorulacağı bir yer. Ne idik değil, Nasıldık?
Statülerimizin, ulaştığımız mevkilerin, makamın, mansıbın ve câhın geçerliliğini yitireceği bir güne doğru sürükleniyoruz. Biz buyuz. Ölümlü olanız. En nihayetinde can teslim edip ruhumuz ile devam edeceğiz yaşamaya. Kimimiz farkında, kimimiz değil. İnsanlar olarak bazımız ba's-u bad-el mevte (ölümden sonra diriliş) inanıyor. Kimimiz ise toprak olup bir daha doğrulmayacağımıza. Akıl ve fikir yönüyle ele aldığımızda tartışmaya açık bir konu. Kimse kafatasının içindekiyle çözemiyor bunu. Ve kalbî olarak ya kabul ediyoruz ya inkar. Bir tanrının var olup olmadığı hususunda olduğu gibi. Fakat hakikat yarın öldüğümüzde ortaya çıkacağından dolayı bugünün de önemi en az yarınki kadar fazla. Şu an dünya üzerindeyiz ve yaşıyoruz. Etten ve kemikten mamül vaziyette binbir farklı latife ile mürekkep birer insanız. Ve bunun üst kademesi olarak aile, toplum, devlet ve dünya halkları var. Çokluk ve karmaşa içinde sorumluluk da kendisini otomatik olarak öne çıkarıyor. İnsan içindeki her duygunun hareketlerle faal kılınması esnasında bir kontrol mekanizması işler halde. Olmasını arzu ettiğiniz herşeyi istediğiniz gibi yapamıyorsunuz. Faydalanmak ve zarar vermek gibi kavramlar mevcut. Ve daha da derine indiğinizde içinden çıkması müşkül olan iyi ve kötü kavramlarının eleştirisi var. Uzun bir insan ömrünün dahi tefekkür etmeye yetmeyeceği kadar kavram var. Filozofundan mütefekkirine, sihinden yogisine birtakım bilginler asırlar boyu aynı şeyler üzerine farklı düşünceler beyan etmişler. Derin olan bu mevaizi geçelim. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, ortalama olarak 60 yaşına kadar yaşayacaksınız. Kadere veya kozmosun kapsadığı alana iman edin yahut etmeyin başınızdan bir sürü olay geçecek. Toyken yaşlanacak, sağlıklı iken hasta olacak, mutsuzken mutlu olacak ve gülerken ağlayacaksınız. Beden kafesinizde can kuşunuz barındığı sürece hayat sahibi olacaksınız. Bu bağlamda; mutlak veya muhtemel doğru kabul ettiğiniz bir şey varsa onu yapmak zorundasınız. Zorunda olmalısınız.
31
Franz Kafka "İnsanın iki büyük zaafı vardır: Sabırsızlık ve tembellik. Birisi yüzünden Cennet'ten kovulmuş, diğeri yüzünden ise kovulduğu yere tekrar girememektedir." der. Hareketin ve işin baş düşmanı olan tembellik bir manada, insanın dünyada bulunuş sürecinde akıntıya karşı yüzme zorluğu yaşatan mühim bir müşkülüdür. Aslında "keşke doğamızda olmasaydı" dediğimiz cinsten bir illet. Bir yerde sınırlı bir müddet duracaksın. Kendin ve diğerleri adına doğru olanı yapmakla mükellef olduğunu hissetmene rağmen senin elini kolunu birisi bağlıyor.Bu düpedüz zulümdür. İnsanın kendi içindeki bir öğesinin o insana zulmüdür. Tembellik, zayıf iradeli ve idrak ufku sığ insanların chimaerasıdır. Kimi zaman en çalışkanların dahi bileğini bükebilen bir şey.
Hülasası,
İnsan bu dünyada belirli bir süre duracaktır. Ve iyi ile güzeli hedeflemeli ve varlığını bu eksenli bir devamlılığa adamalıdır. Ölüm sonrası hayat -var veya yok olsa dahi- insanlığın ve kendisinin
selameti açısından düşünce ve bunun uygulama alanı olan hareket dünyasının odak noktası burası olmalıdır. Bizi burada durdurmayacaklar. Bana göre Tanrı, bir diğerine göre tabiat ve ötekine göre reenkarnatif olgu bizi dünya dışına çekiyor. Sevkiyat var. Bir yerden geldik, buradayız, ve bir yere sürükleniyoruz. Zaman mefhumu arkamızdan iteklerken er veya geç biz de kapaklanıyoruz koştuğumuz toprağa ve oracığa gömüveriyorlar. Bir videoda izlediğim ve adını bilmediğim bir konuşmacının deyimiyle "Kafamızda yapamadığımız 5000 planla gömecekler bir gün."
Bence bir insan, ölmeden önce yapacağı şeyleri belirlemeli ve o hedefe tembelliğinden ve nefsinin bütün malayaniliklerinden öte durarak ilerlemeli. Geçmişe dönüp de o zaman bilginlerinin düşüncelerini tetkik edebilir mesela. Ya da insanlara faydası olacağına inandığı ütopik bir hayalin peşinde koşturabilir hayatını. Vaktini ve enerjisini kutsal veya kıymetli saydığı bir hedefe adamayan insan nedir? İnsan mıdır? Dünyayı değiştirme emeline adanamaz mı bir insan hayatı? Şayet başaramazsa, en azından varlığına değer kazandırmaya çalışamaz mı o hizmet ettiği şey sayesinde ? Tarih sahnesinde figüranı oynayıp adını unutulmaya terketmek. Küçücük bedenine sığdırılmış onca istidadı kapasitesinin katbekat altında kullanmak. Kompleks yapısına yüklenen onca donanımın hakkını verememek. Bu ve buna benzer hedefe kilitlenememiş her ruh herhangi bir akımın veya izm'in güdümüne girip oyuncağı olmaya meyyal yahut namzettir. Aslolan, hızla ölüme sürüklenerek geçirdiğimiz şu ömrümüzde dünya üzerinde doğruluk, iyilik ve vefa adına bir iz bırakabilmektir. İdeolojisinin rengi ne olursa olsun bu uğura hayatını adayan her devrimci takdire şayandır.
32
HOLLANDA’NIN SANATÇILARI Sadık Yemni
bakanlıktan bir yıl Berlin’de kaldım. Bol bol müze gezdim. Çeşitli ülkelerin sanatçılarıyla tanıştım. Kısacası orada çok iyi zaman geçirdim.
Işık Tüzüner’in Amsterdam’da Prinsen adası denen yerdeki atölyesine ayak basmak görsel bir şölenin tam ortasına dalmak oluyor. Dışarıda zaman zaman ahmak ıslatan bir yağmur yağıyordu. Göyüzü griydi, ama biz içeride renk cümbüşü içinde çay içerek sohbet ettik.
Bu arada müzeler eserlerine ilgi göstermeye
Görsel sanatçı ve heykeltraş Işık Tüzüner ile söyleşi
Işık hanım insan yedisinde neyse yetmişinde de odur derler, doğru mu? Doğru. Rahmetli annem Ayhan hanım da ressamdı. Beni dört yaşında resme başlattı. Gölcük’te Şen Çocuklar Kulübü’nü kurduk. Sekiz yaşındayken semtimizdeki bir dükkânda bir sergi açmıştık. Hollanda’ya ne zaman geldiniz? 1975 yılıydı. Bir gün sırt çantamı aldım ve ver elini Amsterdam. Akademideki hocam Tony ile evlendim. 1989’de atölyelerimizi ayırdık. Istanbul sanat akademisinden sonra yine bir akademi. Evet. Amsterdam’daki ünlü Gerrit Rietveld akademisine başvurdum. Beni kabul ettiler. 1979’da oradan mezun oldum. 1980 – 81 yıllarında Londra’da Saint Martins School of Art ve Chelsea School of arts okullarında master yaptım. Orada 68 kuşağının sanat eserlerinden, özellikle heykellerden çok etkilendim. Amsterdam’a dönünce Rietveld akademisinden bana hocalık teklif ettiler. Kabul ettim. 1983’de hoca(docent) oldum. Daha sonra Den Bosch’daki sanat akademisinde de ders vermeye başladım. İki akademiye koşuşturmak, trenle sık sık Den Bosch’a gitmeklere falan dayanamadım ve 1988’de hocalığı bıraktım. Ver elini Berlin. 1988’de Berlin’in 750. yıldönümü kutlamaları vardı. sanatçılar davet edilecekti. Ben başvurmuştum. Türkiye’den beni seçtiler. Bütün masraflar
başlamıştı. Evet. Rijks müzesi Kröller Müller şehir teması ile ilgili bir kolajımı satın aldı ve sergiledi. Şu anda arşivinde bulunmakta. 1997’de Arnhem Modern Sanatlar Müzesi ışıklı vitrin formundaki bir eserimi aldı. 2000 yılına kadar sergiledi. Gelecek yıl çıkacak kataloğunda yer alacak. Açık havada sergilenen eserleriniz var. 2007’de Amsterdam Merkez Kütüphanesinin eski yerinde, Princengracht’taki avlusunda demirden bir heykelim sergilendi. 1985’de Groningen’deki TNT parkına konan bir heykelim oldu. Mavi tapınak adlı bu eserim sonradan bir ödül aldı. Bir otel bahçesinie taşındı. Böylelikle Groningen sehrindeki sanat platformunda sehirdeki 450 heykelin icinde Işık Tüzüner’in adı da geçiyor. Eserleriniz çeşitli müzelerde yer aldı. Hollanda ile Türkiye arasında bir çok sergi düzenlediniz. Burada listelesek bile epey uzun yer tutacak kadar çok sayıda sanat etkinliğinde yer aldınız ve sonunda kendi
33
müzenizi açtınız. Passion Museum yani Tutku Müzesi.
Kendi atölyemde, burada 2006 yılının 4,5,6 Haziran tarihlerinde halka açık bir mini müze açtım. Alternatif Post-Art müzesi. Üç günde 300 kişilik bir ziyaretçi sayısına ulaştım. Bu büyük bir ilgidir. Çok mutlu oldum. 2007 ve 2008’de müzem açıktı.
Tüketim toplumunun artıklarıyla inşa ediyorum. Bu bir çeşit geri kazanımdır. Sanat anlayışı olarak Dada, Arte-Povera ve Fluxux gibi avangard akımların devamıdır.
Neden tutku? Bu müze 200x200x150 santimetre ebatlarında, bütün renklerden oluşan, zigzaglı ve üç katlı mimari özellikleri de üzerinde taşımaktadır. Sanatçının örnek bir müze kenti de sayılabilir. İlk sergiye Tutku adını verdim. Sanatçıyı sanatçı yapan tutkudur. Müzem heykel , resim vb. gibi koleksiyonlardan Post-art sergisi oluşturulmuştur.
Resim, kolaj, suluboya vb. bir eserinizi satın almak isteyenler size nasıl ulaşabilirler? www.postart.dds.nl ve postart@dds.nl E-adresi kanalıyla benle ilişkiye geçebilirler. Teşekkürler Işık hanım. Bende teşekkür ederim. Post-Art’lı selamlar Platform okuyucularına.
Konuşmalarınızda sık sık geçiyor. Bize PostArt deyimini açıklar mısınız? Post-Art akımı 1989 yılında benim önderliğimde başladı. Tüketimciliğe, kültürel yozlaşmaya, toplumun tek boyuta indirgenmiş maddeci yanına, tüketim toplumunun mutlak hakimiyetine karşı bir sanat hareketiydi. Bugün de bu tavrım aynen sürmektedir. Bu yakınlarda bir kitap yayımladınız. Post-Art I ve Işık Tüzüner. Seksenli yıllardan beri eserlerimi Urban Art ve Post-Art adları altında sunmaktayım. İsraf ve aşırı üretim özelliklerini taşıyan ve tüketime yönelmiş bir yığın olan şehir yoğunluğu kitabın ana temasını oluşturmaktadır. Bilinçli olarak kullandığım malzemeyi ana temaya uygun seçmekteyim.
34
KİTAPLIK Selçuk ERAT POST – ART I ve IŞIK TÜZÜNER Sanatçı sözcüğünün anlam ve karakterini hakkıyla yansıtan, sedef oymalı bir ayna Işık Tüzüner.
Ressam ve Heykeltıraş Işık Tüzüner’in çalışmalarının, kendisiyle yapılan söyleşilerin ve çeşitli bilgilerin yer aldığı ‘Post Art I ve Işık Tüzüner’ adlı kitabı okudum.
Ressam Ayhan Öner (Tüzüner’in annesi) ve Mimar Nurser Öztunalı’ya ithaf edilen yapıt; Sanat Eleştirmeni Ümit Gezgin’in 2005’te kaleme aldığı ‘Işık Tüzüner Sanatında Atılım İçinde Oluşan Yeni Dinamik Yapı’ başlıklı yazıyla selâmlıyor okuru. Tüzüner’in eserlerini anlatması bakımından, bu yazının ilk paragrafını aktarmayı uygun görüyorum: “Yeni tanımlara ulaşmak için gösterdiği gayret, spontan oluşlarla varlık kazanıyor Işık Tüzüner’de. Spontan, aniden, değişim içinde, ama yaşanmışlıklar toplamı olarak; giderek modern dünyanın vitrin endüstrisinde saklı ‘ben’lere dönüşmüş insan varlığının, derin ve gizemli anlamının peşinde; kaos içinde ışığı, mutlak dinginliği arayan insanoğlunun post – modern dönem içindeki kaybolmuşluğunu, bir postmodern sanatçı olarak arıyor Tüzüner. Buluyor mu? Hiç değilse aramanın gerekli olduğunu bulguluyor.”
Sevgili Tüzüner’i yakından tanıyan biri olarak ifade etmek gerekirse; onun ortaya koyduğu yapıtlarda (resim ve heykellerde) Gezgin’in de belirttiği bir ‘arayış’ hâkim. Bu arayış, Işık Tüzüner’in kişiliğine bir çocukluk, zaman zaman bir tutku, bazen üzüntü, keder, yer yer sessiz ve sakin bir portre olarak yansıyor. Bütün bu öğelerin birleşmesi ve buradan doğan ‘kaos’ içerisinde, öznenin ortaya koyduğu sanatsal değerler, evrenselleşiyor, doğal bir akıntı içinde, katıksız, saf ve tertemiz olarak bugünün insanına vuruyor. Evet, bir tokat gibi vuruyor! Bir bakıma Işık Tüzüner, günümüz insanının yitirdiği kimi evrensel değerleri, (doğruluğu, saflığı, aşkı, sevgiyi, tutkuyu, yaratıcılığı) resimlerinde ve heykellerinde yaşatıyor. Tüzüner’den aksi bir davranış beklenmesi mümkün değil, zira taşıdığı aşk ve tutku meşalesi, onu gerçek bir toplum sanatçısı kılıyor, çalışmalarına yön veriyor. Işık Tüzüner’in içinde barındırdığı sanatsal potansiyel, yaratıcılık ve kalıpları zorlayan içgüdüsel açılım; başka sanatçılarla karşılaştırıldığında hayret verici ve takdirle karşılanacak bir boyuta ulaşıyor. Bu denli yüksek
yaratıcılık yeteneğine sahip bir sanatçının, çok daha iyi koşullarda ve noktalarda yer almaması ve Türkiye’de hak ettiği ilgiyi görmemesi ne üzücü!
Hollanda’nın Amsterdam şehrinde, kendi imkân ve olanakları ile yaşamını sürdüren, sahip olduğu içsel zenginliği ile kendisini resimlerine, heykellerine ve projelerine adayan Sevgili Tüzüner’i, en açık şekilde Engin Turgut’un kaleme aldığı ‘Işık Tüzüner İçin Bir Portre Yazısı’nda tanıyoruz. “Sanatı yerinden oynatmak istiyor sanki” (Tüzüner’i anlatmak için daha güzel bir tarif bulunamazdı!) diyen Engin Turgut, şöyle devam ediyor: “Özgürlüğün inanılmaz coşkusuyla aramaktan ve üretmekten asla vazgeçmiyor.” Ve Tüzüner’i haklı olarak bir dünya sanatçısı ilân ediyor. Kitapta, Engin Turgut’un Tüzüner ile yaptığı söyleşiyi okumak da mümkün.
Bunların yanı sıra kitapta Hami Çağdaş’ın ‘Işık Tüzüner ve Tüketimciliğe Karşı Sanat’ başlıklı söyleşisi (1989) ve İlhan Karaçay tarafından kaleme alınan ‘Hollanda’da Bir Sanat Elçimizin Eserleri Göz Kamaştırıyor: Işık Tüzüner’in Post-Art Heykelleri’ başlıklı yazısı da okunmaya değer bölümler arasında yerini almış.
Artshop Yayınları’ndan çıkan, Türkçe ve Hollandaca olarak iki dilde yayımlanan kitap, postart sanatçısı Işık Tüzüner’i anlatması, kişiliğini, eserlerini ortaya koyması ve Türkiye’nin sahip olduğu önemli bir yeteneği toplumla buluşturması adına önemli bir çalışma olmuş. Plâstik sanatlarla ilgilenen her insanın kütüphanesinde bulunması gereken bu kitapta, Tüzüner’in fotoğraflarına, resimlerine ve heykellerine daha fazla yer ayrılmasını dilerdim. Işık Tüzüner İçin Birkaç Kelâm Daha… Işık Tüzüner; karanlığın en mahrem ve koyu yerinden, aniden fırlayarak etrafı aydınlatan; aşk, tutku, özlem, yaratıcılık ve bilgelikle yoğurulmuş yaşanmışlıkları, hiç görmediğimiz bir estetik ve hayâl gücü hamuru ile karıştırarak çevresine saçan ve bu eylemiyle tamamen çocuksu, masum ve sıradışı kişiliğe bürünen bir sanatçı. Sanatçı sözcüğünün anlam ve karakterini hakkıyla yansıtan, sedef oymalı bir ayna Işık Tüzüner.
Tüzüner’in arayışı sürdükçe, kafasında tasarladığı her projeyi yaşama geçirdikçe, sanatı temelinden sarsmaya devam ettikçe, tarihin kendisini ödüllendireceğini ve hak ettiği yere taşıyacağını ümit ediyorum. Selçuk ERAT
selcukerat@lacivertsanat.net www.lacivertsanat.net
35
Gülay Kaya Friedrich Durrenmatt Şüphe
Kısa bir süre devam eden anlatımcı dönemden sonra, polis romanları yazmaya başlayan; her şeyin üstesinden gelen dedektif tipinde değişiklik yaparak yaşamın rastlantılarla sürüklendiğini ve her türlü öngörüyü boşa çıkar-dığını söyleyen İsviçreli yazar Friedrich Dürrenmatt, “Şüphe” adlı kitabın-da ağır geçen ameliyatının en çok bir yıl biçtiği ömrüne pek te kafa yorma-yan komiser Berlach’ın, II.Dünya Savaşı’ndan sonraki yaşamını cerrah kimliğiyle sürdüren bir Nazi savaş suçlusunun peşinden iz sürüşünü anlatır. “Kuşlar arasında yarasa ne ise, düşünceler arasında kuşku da odur: İkisi de hep alacakaranlıkta uçarlar.” Serin ve çilentili bir ekim gecesi, Friedrich Dürrenmatt’ın “Şüphe” adlı kitabını elime aldığımda, semantik ha-fızamda ansızın çakımlanan Bacon’un bu cümleleriydi.
Hikaye, 1948 Kasım’ının ilk günlerinde kalp krizi geçiren komiser Berlach’ın Salem Hastanesi’ne getirilmesiyle başlıyordu. Komiserin ölüm kalım savaşı verdiği ameliyat başarıyla sonuçlanmış fakat çengeline takılan umutsuz hastalığı da su yüzüne çıkartmıştı. Buna göre komiserin en çok bir yıl ömrü vardı. Ne var ki buna aldırış ettiği de söylenemezdi. Çünkü onu takvim yapraklarının ayın yirmi yedisini muştuladığı pazartesi günü, has-tane odasındaki yatağına gömülmüş pür dikkat incelediği Amerikan dergisinin 1945 tarihli sayısı ilgilendiriyordu. Bu sırada içeri giren, aynı zamanda komiserin ameliyatını da yapmış olan Dr.Hungertobel, arkadaşının uzattığı sayfaya baktığında, karnının or-tasında derin dehşetin kazıntısını duyacak, beti benzi atacaktı. Çünkü o sayfadaki fotoğrafta meşum bir yüz vardı. Ve o yüz doktorun anı bloklarını derinden sarsmıştı. Arkadaşının endişe perdeli çehresini, sorgu yüklü bak-ışlarla inceleyen Berlach, elbet bir şey anlamayacak, bu durumdan peş peşe sorular yongalayacaktı. Bir sonraki gün ise Hungertobel, melanet özünden dökülmüş gibi duran o yüzün kimliğini komisere açımlayacaktı.
II.Dünya Savaş’ında Stutthof Toplama Kampı’ndaki Yahudileri, narkoz-suz ameliyat eden Nehle adındaki doktor, gerçekte asıl adı Fritz Emmen-berger olan bir cani, bir psikopattı. İnsan tiksinti duyduğu anıları belle-ğinden uzak tutmak, mümkünse unutmak isterdi. Hungertobel her ikisini de yapamamıştı. Emmenberger’e ait ne varsa belleğinin karasularında yüzmektey-di. O kapkara anı ise Emmenberger’in yaptığı narkozsuz bir ameliyattı. Ça-resizlik insana her şeyi yaptırırdı.
Bern Alpleri’ne tırmanan beş tıp öğrencisi çaresizliğin kısır dön-güsüyle 1908 yılının sıcak temmuzunda karşılaşmışlardı. Yayladaki derme çatma bir kulübede konaklayan öğrencilerden lokantacının şişko oğlu, tavan arasından saman almak için merdivenlere tırmanmış, zaten sakar olan tıp öğrencisi, kırılan merdiven yüzünden boynunu, duvardan sarkan bir kazığa çarparak yere kapaklanmıştı. Söz konusu şartlar bir tek düşünceyi olumlu kılıyordu ve bunu Emmenberger’ den başka bilen yoktu. Çünkü düşünce edime geçmemişti henüz. Sıranın üzerinde ıspazmozlar geçiren tıp öğrencisi deh-şetle beklemekteydi. Fakat zaman daralıyor, üst üste binen sonra tekrar ayrılıp birleşen ayaklar onların aleyhine işliyordu. O an Emmenberger bir-birlerinin yüzüne çaresiz bakan arkadaşlarına boş vererek, tıp öğrencisinin boynuna ilk müdahaleyi yapmış, ademelması ile boyun kıkırdağı arasında çapraz bir bıçak darbesiyle çentik açmıştı.Herkes şaşkınlık içindeydi. Çünkü Emmenberger, tıp dilinde trakeotomi adı verilen bu işlemi kreşendolu bir hazla yapmıştı. Önce suratı kaskatı kesilmiş, iyice belerttiği gözlerine cezbeye düşmüş gibi şeytani pırıltılar dolmuştu. Hungertobel ve diğerlerini ürküten işte bu yalınlıktı. -1İşte o pazartesi günü Berlach’ın uzattığı dergideki fotoğrafa bakan Hungertobel, o günü kaskatı kalarak anımsamıştı. Çünkü fotoğraftaki yüz Emmenberger’inkine bir su damlası kadar benziyordu. Gerçi ameliyat maskesi yüzün yarısını örtmüştü ama şakağındaki yara iziyle, bakışlarındaki o şey-tani ton başka bir ihtimali bertaraf ediyordu. Bütün bir hikayeyi Berlach‘a anlatan doktor gene de emin değildi. Çünkü Emmenberger savaş zamanında Şili’de bulunuyor, Santiago’da bir kliniğin yöneticiliğini yapıyordu. Ne var ki şüphe pasın demiri eritmesi gibi içten içe düşüncelere işlemekte, daha geniş bir alana serpilmekteydi. Berlach ve Hungertobel için tek
36
kurtuluş ise bu muammayı çözmekti. Emmenberger’e ait öteki belitler 1932’de Almanya’ya, oradan da Şili’ye geçtiğiydi. 1945 yılında İsviçre’nin en pa-halı kliniklerinden Sonnenstein Kliniği’ni devralmıştı. Kalantor zenginlerin kaldığı hastanede bir çok varlıklının mirasına konarak mirasyedi sı-fatını almış bu adam aynı yıllarda muhtelif tıp dergilerine cerrahi ü-zerine makaleler de yazmıştı. Kuvvetli üslubuyla edebi yeteneğini ispatla-mış bir bilim adamıydı o. Fakat Berlach’ın düşüncelerini kaşıyan bir durum vardı ki o da, dergilerdeki makalelerin dil ve anlatım bakımından birbiriyle uyuşmadığıydı.
Ertesi gün Berlach’ın emekli oluşuna şahitlik edecek, emekli komi-serin garip söylevinden canı sıkılan şef Lutz, buna rağmen ona son bir iyi-lik yapmaktan el etek çekmeyecekti. Lutz, Stutthof Toplama Kampı’ndaki SS kamp doktoru Nehle hakkında bir araştırma yapacak, o günün akşamına gerekli bilgiyi Berlach’a verecekti. Fakat Berlach o gece içkiyi fazla kaçırdığın-dan raporu ertesi sabah okuyabilecekti. Çünkü gece yarısına doğru kendisini ziyaret eden arkadaşı Gulliver’in, ikide bir paspal kaftanından çıkarıp ik-ram ettiği viskiyi içmemek olmazdı. Ne var ki viskiden daha tatlı olan dazlak kafalı bu dev Yahudi’nin o tarihe ve Toplama Kampına ilişkin bil-dikleriydi. Çünkü savaştan kaderin bir lütfuyla kaçabilen bu görünmez adam Emmenberger’in neşterini tadanlardan biri ve o fotoğrafı çekendi. Ne de olsa ölülerin kimlikleri yoktur.
Nehle 1945’in on Ağustos’unda Hamburg’un sefil otellerinden birinde tıpkı Hitler’in yaptığı gibi ağzında siyanür kapsülü patlatarak intihar et-mişti. Öte yandan Rusların toplama kampını basıp da suçluları kazığa çaktıkları kişiler arasında Nehle yoktu. Sanki Mayalar gibi ortadan kaybolmuş-tu. Ayrıca bu isimdeki biri SS listesine eklenmemiş toplama kampına gönderilen raporlarda da adı hiç geçmemişti. Fakat kitleleri öldüren böyle bir cani vardı. Ve sır perdesi kalkmalıydı. O gece Berlach bu devden çok şey öğrenmiş, ertesi gün ki raporları gözden geçirdiğindeyse farklı bir bilgiye rastlamamıştı. Önüne geçilmez bir inat öç ve hınç duygularıyla sarmaş dolaş olup derinlere kök salmaktaydı. Berlach doktor arkadaşı Hungertobel’den Kramer adıyla Sonnenstein Kliniği’ne yer ayırtmasını isteyecekti. Fakat bu yolculuğa çıkmadan evvel
ziyaretine gelen gazeteci arkadaşı Fortshing’e, bir miktar para vererek gazetesinde bir makale yazmasını, hemen ardından da Paris’e gitmesini isteyecekti. Fortshing Emmenberger hakkındaki makaleyi anıştırma yaparak yazacağını söyleyip oradan ayrılacaktı. Yılbaşı akşamı Zürih kentinin en civcivli saatleri arasından kliniğe doğru kayan araba Berlach ve Hungertobel’i taşıyordu. Saatler sonra araba kliniğin önündeydi işte. Berlach kliniğin tekerlekli sedyesine uzanmış içeri alındığında ürkü bir üvendire gibi içini dürtmüştü nedense. Fakat bu duyguya sırtını dönmesi çarçabuk olmuştu. Hungertobel gitmişti artık ve o hemşirenin aralık kapıdan henüz içeri aldığı bir odada iki kişiyle birlik-teydi. Bu kişilerden biri alımlı bir kadın, diğeriyse uzun sıska vücuduyla orada haşmetle dikelen Emmenberger’di. Kedi fare oyunu artık başlıyordu. Berlach’ın zihnindeki, içeri alınırken hastanenin demir parmaklıklı pence-relerinin birinde gördüğü ya da öyle zannettiği cüce silueti de çoktan silinmişti.
Şimdi sorgulama zamanıydı. Kısa bir tanışma resitalinden sonra Ber-lach, ilk sorusunu Emmenberger’in yüzüne indirmişti. Bu soruya sigara yakmak dışında tepkisiz kalan Emmenberger komiserin gerçek niyetini anla-mıştı. Berlach o sivri zekasıyla bir oyun başlatmıştı ve şimdi tek rakibini oyununda istiyordu. Öyleyse istediğini alacaktı. Emmenberger, komiser ne bilmek istiyorsa tümüne yanıt verdi. Peş peşe yaktığı sigaralar dışında pek sinirlendiği de söylenemezdi. Komiseri muayene eden doktor ona bir iğne yaptı. Bu öyle bir iğneydi ki komiser ancak dört gün sonra ayılabilmişti. Hemşire Kleri’de tıpkı ötekiler gibi gerçeği biliyordu. Çünkü Berlach’ın emeklilik haberini içeren yazısı ve fotoğrafı gazetede çıkmıştı. Ve o gazete şimdi Berlach’ın bacakları üzerindeydi. Kimliği faş edilmişti. Oysa hastaneye Kramer adıyla yatırılmıştı. Berlach iğnenin ağırlığını ve rehave-tini üzerinden henüz atamamış, bu duruma çok öfkelenmişti. Kendini denetim altında tutmaya çalışarak hemşire Kleri’ye tüm bildiklerini anlatmaya başlamış, yazık ki umduğu tutumu karşısında bulamamıştı. Çünkü hemşireye göre Emmenberger, onun kitabını okuyarak suçlarından arınmış saygın bir ki-şilikti. Berlach ne dese ne anlatsa boşunaydı. Bu kalın kafalı kadın kendi-sine
37
asla yardım edemezdi. Berlach çaresizlik içinde kıvranmaktaydı şimdi.
Hemşirenin peşinden odaya Emmenberger’in asistanı Dr. Marlok girmişti. Otomatiğe bağlanmışçasına Berlach’ın iğnesini yapan kadın sanki orada kimse yokmuş gibi kenara çekilip yüzünü makyajlamış, ardından da bir sigara yak-mıştı. Şaşkınlıktan henüz kurtulan Berlach, Marlok ile konuştuğundaysa bu kadının Emmenberger’in kamptan kurtardığı birkaç kişiden biri olduğunu an-layacaktı. Hayatta kazanmak için tek yol şeytana yakın durmaktı ve oda öyle yapmıştı. Çünkü bir zamanların özgür komünistti, SS’lere satılmanın hıncını en derinlerde hâlâ duyuyordu. Stalin ile Hitler’in imzaladıkları anlaşmaya göre bir sığır vagonunda haftalarca süren bir yolculuktan sonra, üstü başı yırtık pırtık insanlarla birlikte bir köprüden geçirilip SS’lere satılmanın acısı geçecek gibi değildi çünkü. Ve ona göre Tanrı Emmenberger’di. Ve Tanrı’nın yaptığı her şey mubahtı.
Beklenen an sonunda mengeneye oturdu. Berlach soluğunu tutmuş kaskatı bekliyordu işte. Derken kapı açıldı. Ne var ki eşikte beliren Emmenberger yerine dev Gulliver olmuştu. Berlach kurtulmuştu. Sadık dostu Hungertobel kapıda onu bekliyordu. Emmenberger’in Hungertobel için hazırladığı tuzaksa geri tepmişti. Çünkü Emmenberger bir şeyi atlamıştı. O da cüceyle devin eski dost olduklarıydı. Emmenberger’e gelince… O işi de dev halledivermişti. Üstelik Emmenberger’in en bildik si-lahıyla. Demek ki tanrıcılık oynamak lanetini de beraberinde getiriyordu.
Berlach hesaplarını doğru fakat hamlesini yanlış yaptığını anlamıştı. Emmenberger’in tuzağına düşmüştü işte. Daha sonra Hemşire Kleri’nin kendisine uzattığı zarfı, o gittikten sonra açan Berlach, Fortshing’in öldürül-düğünü dehşetle öğrenecek, zavallı adamın ölümü için kendisini suçlaya-caktı. Klinikte gördüğü cüceydi bu cinayeti işleyen. Bağırıp çağırsa da sonuç değişmeyecekti. Peşinden içeri Emmenberger girecek ve bütün perdeler kornişlerinden çekilecekti.
Emmenberger artık oyunun sonuna gelindiğini, şu andan sekiz buçuk sonra akşam saatleri yediyi vurduğunda, Berlach’ı narkozsuz ameliyat ede-ceğini söyleyerek, cinayetlerini tek tek açıklamakta bir sakınca görmemişti. Berlach’ın durumu oldukça zordu. Kaçması mümkün değildi. Zaman gittikçe daralıyordu. Ne var ki bu Nazi savaş suçlusunun 1945’teki oyunu nasıl tez-gahladığını da öğrenmişti. Asıl adı Nehle olan kişi gerçek bir doktor değildi. Öyle olmayı çok istemiş fakat sınavları verememişti. Emmenberger’in kendisine sunduğu teklifi kabul eden Nehle, onun yerine geçmeden evvel tipinde yapılan bir iki rötuşa da ses çıkartmamıştı. Daha sonra Emmenberger’in kimliğiyle Şili’ye geçmiş, burada haddini aşarak bazı tıp dergilerine düzeysiz makaleler bile yazmıştı. Nehle ile işi biten Emmenber-ger adamın Hamburg’daki odasına gelerek onu siyanür kapsülü yutmaya zorlamıştı. İntihar süsü muhteşemdi. Artık her şey bitmişti. Emmenberger o-dadan çıkarak komiseri makus talihiyle baş başa bırakmıştı. Saatler dörtnala tırısa geçen bir at gibi geçmişti işte. Şimdi zaman yediyi gösteriyordu. Umutsuzluğun tekdüzeliği zalimdi. Pişman olmak içinse çok geçti artık ya da dönmek için. Şimdi kapı açılacak Emmenberger asistanlarıyla içeri girecekti.
38