ODA
ŞUBAT - MART 2009
12. SAYI
‘Avrupa’nın Prensi’ : Sabit Gürses
Editörden Sadık Yemni - They Live ................................................................................................. 4 Hürrem Efe - Sağlıklı Yaşam koşusu ..............................................................................6 Sinan Tabanlı - Özlem .................................................................................................... 7 İlhan Karaçay - Sabit Gürses ......................................................................................... 8 Ezgi Gürçay- Aynaların İsyanı ...................................................................................... 10 Sinan Tabanlı -Kimseler Tarafından Özlenmiyor Olmak .............................................. 14 Can Sever - Şiirler ........................................................................................................ 15 Atilla İpek - Hollanda’nın Yazarları ................................................................................16 Sadık Yemni - Kayıp Sinema ....................................................................................... 19 Handan Kalsın - Şiirler .................................................................................................. 21 Sadık Yemni - İDEAOT ................................................................................................. 22 Sinan Tabanlı - Metâdan Pranga .................................................................................. 23 İsmail Polat- Köyümün Çocuğu ................................................................................... 24 Atilla İpek - Takkeli Azrail ..............................................................................................25
2
ODA ŞUBAT - MART 2009
12
unutulmaz siması, ses sanatçısı Sabit Gürses portresi.
Sevgili Oda dergisi okurları,
Ezgi Gürçay bilimkurgu polisiye tarzındaki Aynaların İsyanı adlı öyküsünde yakın gelecekteki bir despotik sistemi ve karşı çıkanları konu alıyor.
12. sayımız şiir, öykü ve fikir yongalama yazılarıyla huzurunuzda. Dergimiz bir iki istisnasıyla genç ve yetenekli yazarların, şairlerin sesi olmaya devam ediyor. Sadık Yemni 1988 yılında gösterime girmiş They Live adlı ünlü bir bilimkurgu filminden hareketle günümüzün karanlık koridorlarını aydınlatmayı denemiş. O gözlüklerden bir tane de bana lazım diyecek misiniz bakalım? Hürrem Efe Sağlıklı Yaşam Koşusu adlı öyküsüyle okurun yolunun iki yanına espri gülücükleri dikiyor. Sinan Tabanlı Özlem şiiriyle Yelkovan itekledi zamanı, Üç-beş dakika daha sardı makarayı diyor ve ekliyor. Hollanda’daki en ünlü, en eski gazeteci ve yazarlarından İlhan Karaçay abimizden bu diyarların
Sinan Tabanlı Kimseler Tarafından Özlenmiyor Olmak adlı denemesinde hayatın hengamelerden ve güçlüklerden mürekkep olduğunu kanıksadığımız anlardan söz ediyor. Genç ve başarılı şair Can Sever’den 6 yapraklı bir şiir yoncası. Atilla İpek’in Hollanda’nın Yazarları dizisinin bu ayki konuğu; kitapları, editörlüğü ve araştırmalarının yanı sıra, yazarlık işliği ve konulu konferanslar düzenlemesiyle de tanınan Yusuf Alan.
Handan Kalsın 4 şiiriyle giderek sayıları artan tutkulu okurlarını mutlu etmekte. Sadık Yemni denemesinde kendini 2003 yılında IDEAOT terimini bulmaya yönelten süreci kaleme almış aynı başlıklı yazısında. Sinan Tabanlı genç, yetenekli ve hevesli bir yazar. Metadan Pranga denemesiyle düşüncelerimizi vicdan prizmasından geçirtiyor. Yılların yazarı İsmail Polat Köyümün Çocuğu adlı şiiriyle bu sayımıza konuk oluyor. Atilla İpek, Takkeli Azrail adlı öyküsüyle bir iç hesaplaşmanın anatomisini seriyor gözler önüne.
Kayıp bir sinemanın peşinden giden filmatik bir öykü Kayıp Sinema. Belki sizin de böyle sırra kadem basmış mekânlarınız vardır. Belli mi olur?
3
Sadık Yemni They Live - Onları yaşatanlar biziz !
Ünlü rejisör John Carpenter, 1988 yılında yaptığı filmin adı They Live. Carpenter, Frank Armitage takma adıyla Ray Nelson’un 1963 yılında yazdığı Sabah saat sekizde (Eight O’Clock in the Morning) adlı öyküden ve 1981 ile 1987 yılları arasında çıkan Alien Encounters (Alien ile karşılaşma) adlı dergiden hareketle yazmış senaryoyu. Kısmen bilimkurgumsu thriller, kısmen kara komedi olan film tamah, güdümlü tüketim ve günümüzde ekonomik krizlere karşı duyulan korkuyu da yansıtmakta.
gecekondu biriminde kalır. Gece sokağın karşısındaki küçük kilisede bazı garipliklerin yaşandığını farkeder. Sonra gece yarısı polis kiliseyi basar ve gecekonduda oturanları orayı terketmeye zorlar. John çöplerin arasında bulduğu bir karton kutuda yüzlerce güneş gözlüğü bulur. Bu kutu daha önce dikkatini çekmiştir. Birini alır ve diğerlerini saklar. Gözlüğü takınca birden şehrin görüntüsü değişir. Her yerde normal gözlerle görünmeyen, ama beyin tarafından farkedilmeden algılanan kocaman reklam panoları asılıdır. Obey-İtaat et, conformboyun eğ, watch television and sleep-
1980’lerin Amerikası. Toplumu ve ekonomiyi yöneten elit sınıflar medyayı ekonomik çıkarları için kullanan, aslında dünyalı olmayan kimseler olarak gösteriliyor. Filmin öyküsü kısaca şöyle: O sıralar ünlü bir güreşçi olan Roddy Piper’in canlandırdığı John Nada Los Angeles’de evsiz barksız ve iş arayan biridir. Bir şahtiyede iş bulur. Oradan tanıdığı arkadaşı sayesinde evsiz ve barksızların barındığı shantytown’da, derme çatma kurulmuş bir
yazısı bulunmaktadır. Daha yukarıda plajda yatan bir kadın resmi ve Evlen ve üre yazısı göze çarpmaktadır. Bir kumbara resminin altında Bu senin tanrın yazılıdır. Gözlükle bakılınca bazı insanların yüzleri kurukafa şeklinde olan Uzaylılar (Alien) olduğunu farkeder. Bunlar her yerdedirler. Dünyayı idare eden kesim olmuşlardır kimseye belli etmeden. John Nada o kilisede gördüğü kimseleri bulur ve uzaylılara karşı (aliens) kurulmuş örgütte yer alır.
Katıldığı
televizyon izle ve uyu yazılıdır. Bir diğer panoda Karayipler’e gel
seminerde uzaylıların dünyadaki karbondioksit ve metan çıkışını mahsus artırmakta olduklarını, bunu dünyayı geldikleri yere benzetmek için
4
yaptıklarını öğrenir. Lensleri Albert Hoffman adlı biri icat etmiştir. Bu kimsenin LSD’nin mucidi olduğundan söz edilmez tabii ki. Lensler sayesinde kara gözlük takmadan kurtulurlar ve rahatlıkla gerçek dünyayı izleyebilirler.
1980’lerde iyice belirginleşen bir hastalıktan, popüler kültür ve politikanın giderek artan derecede ticarileşmesinden duyulan rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır. Carpenter o sıralardaki deneyimini şöyle anlatır: Tekrar televizyon seyretmeye başladım. Ve hemen
Bir gün ışın kesildiğinde alienlar maskesiz kalacaklar. Maskeleri besleyen ışının kaynağı biziz. Mini Cable 54’ler hipnozla beynimize iliştirilmiş durumda. Işın onların yenilebilir olduğunu düşündüğümüzde kendiliğinden kesilecek. Bu kadar basit!
Bu arada cable 54 adlı yerel bir televizyon vericisinden uzaylıları kamufle eden sinyalin verildiğini saptamışlardır. Nada güçlükle çatıya çıkar ve ölmek pahasına çatıdaki anteni imha eder. Son nefesini verirken zaferle uzaylılara fallus işareti yapar. Işın kesilince Los Angeles sürprizlerle dolu bir yer olur. Barda sohbet eden kibar giyimli birinin, televizyonda haberleri veren spikerin vb. alien olduğu çıkar ortaya. Film seks yapan iki kişiden birinin şoke olmasıyla sona erer. Carpenter’ın filmindeki politik mesajın yoğunluğu
gördüğümüz her şeyin bize bir şey satmak için dizayn edildiğini farkettim. Bütün istedikleri bizim bir şey satın almamızdı. Tek istedikleri şey paramızı almaktı. Bunlar bir çeşit Alien’dı ve bütün insanlığı hipnotize etmişti. Bu film yapılalı yirmi yılı geçti. Şu anda içinde bulunduğumuz ekonomik kriz bu alienlerin işi. Kan döken ve dünya çapında barışa izin vermeyenler de onlar. O bahsini ettiğimiz ışın sayesinde foyalarını belli ölçüde gizlemeyi başarıyor ve gerçeği çarpıtıyorlar. Işının acımasız hizmetkârları her yerdeler. Ama Nada’ların sayısı da artmakta. 5
Hürrem Efe Sağlıklı Yaşam Koşusu On sekiz yıl önce altmışl yedi kilo olarak geldiğim Hollanda’da yüz iki kiloya çıkmıştım. Eve aldığım üç tartı aracı da, ağırlığıma dayanamayarak bozulduğu için, son günlerde kaç kilo geldiğimi bilemiyordum. Oysa işsiz kalmadan önce seksen beş kiloydum. Hiç değilse bu kiloya düşebilmek için, zayıflamanın yollarını arıyordum. Böylesine çıkmazda olduğum günlerde, Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda sağlıklı yaşam koşusu konulu bir konuşma beni çok etkilemşti. Belki yüz iki kiloluk gövdemle tek başıma koşmam, ürkütülmüş mandaların sıcakta koşmalarını andıracaktı. Yeterki kilolarımdan kurtulayım, ona da razıyım. İşin ilginç yanı o güne kadar hiç sağlıklı yaşam koşusu yapmamıştım. Kapı komşum Kees ve eşi ara sıra değişik giysilerle, yakınlarımızda bulunan ormana doğru koşarlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, o güne değin onların neden koştuklarını bilmiyordum.
yaklaşırken patdadak yere düştüm. Oysa beşyüz metre ancak koşmuştum. Evden ormana kadar altı yüz metre olduğunu Kees söylemişti. Soluk alamıyordum. Bu soluksuz kaldığım birkaç saniye içinde kalbim durmuş, ruhum on metre kadar gökyüzüne çıkmıştı! Kees’ten önce eşi yokluğumun farkına varmış olmalıydı. Neden sonra yerde kıvrılmış gövdemi görebildiler. Koşarak yüz seksen derecelik bir açıyla yanıma, gelmelerini uzaktan görebiliyordum. Adının Marmi, Meri mi, Mariyan mı olduğunu bir türlü öğrenemediğim Kees’in eşi, yapay yolla ağzımdan hava vermeye çalışıyordu. Yine de Kees’in ambulans çağırmak için koştuğunu sezmiştim. Az sonra ambulans geldi. Ve beni hastaneye götürdüler. İki hafta sonra eve döndüğümde, gerçekten kilo vermiştim. Hem de yirmi kilo birden. Ne var ki sağlıklı yaşam koşusuyla değil de, doktorların uyguladığı diyetle olmuştu bu. Hollandalılara benzemek, onların yaptıklarını yapmaya kalkmak doğrusu bizim harcımız değildi.
onu durduramadım. Oysa daha önce başıma gelenleri eşime anlatmıştım. Arkasından koşmayı göze alamdağım için hızlı hızlı yürüyerek ormana doğru ilerledim. Onun da benim gibi pat diye düşeceği içime doğmuştu. Ormana girdiği halde, yine de koşmasını kesmemişti. Ağaçların arkasında onu kaybedince ben de koşmaya başladım. Üç hafta önce, çemberi kırılmış bir fıçı gibi düştüğüm yere yaklaşırken, istemeyerek duraksadım. O yeri düşmeden geçtikten sonra, yeniden koşmaya başladım. Sağlıklı yaşam koşusuna çıkmış iki Hollandalı kız orman yönünden koşarak hızla yanımdan geçtiler. Soluk soluğa ormana girdim. Biraz daha koşsam bayılacağımı anlamıştım. Durdum. Ellerimi dizlerime dayayarak bir süre öyle kaldım. Hemen yanımdaki ağacın altına, sırtüstü yatmış eşimi gördüm. Zorlukla yanına giderek, dizlerimin üzerine çöktüm. Ama konuşamıyordum!
Bir gün bizim bahçenin yanından geçerlerken, Kees şakayla karışık: -Hadi sizde gelin koşmaya, dedi. Bu çağrı ile yaşamımda yeni bir dönüm noktası açılmıştı. ‘Açılmıştı’ diyorum ama, siz yine inanmayın. Çünkü bu koşu yüzünden neredeyse Azrail’le tanışacaktım. Zorla da olsa doksan kiloluk eşimi de bu koşuya razı etmiştim. Ama daha elli metre koşmadan başındaki başörtüsü yere düştüğü için söylenerek geri döndü. Kees ve eşi önde ben arkada ormana
Birgün, yine şeytana uydum, ‘Hiç değilse şöyle iki yüz elli metre koşayım’ diye çıktım. Bir de baktım, eşim de badi yavrusu gibi arkamdan geliyor. İki yüz elli metre gittikten sonra durdum. Çünkü doktorlar ilk günler iki yüz elli metrenin üzerine çıkmamın sakıncalı olabileceğini söylemişlerdi. Ne var ki eşim, benim durumuma aldırmadan koşmayı sürdürdü. Şaşkınlığım geçince arkasından bağırdım, ama
Bulunduğumuz ağacın altına sessizce gelen polis aracına o sıra farkettim. Aracın durmasıyla eli tabancalı iki polisin çıkması bir oldu. Bir polis yan taraftan bana yaklaşırken, ötekide iki eliyle tuttuğu tabancayı benden ayırmıyordu. -Eller yukarı! dedi.
6
Şaşırmıştım. Koşmaktan ötürü, eşim kadar değilse de soluk soluğaydım. Eşim de korkmuştu. Ama yorgunluktan tam doğrulacak gücü yoktu. Ellerimi kaldırmam ikinci kez ikaz edildikten sonra bilinçsizce söylenileni yaptım. Bir polis üzerimi hoyratça aradı ve kemerinin sağından çıkardığı kelepçeyi bileklerime geçirdi. Polisler beni araca bindirirken, gelen ambulansın mabi ışıkları gözümü aldı. Karakolda öğrendim. Sağlıklı yaşam koşusu yapan iki Hollandalı kız polise telefonla haber vermişler. ‘Bir Türk ormanda öldürmek için eşini kovalıyor!...’ demişler. Eşofmansız, eşarplı, ceketli, pantalonlu sağlıklı yaşam koşusu görmedikleri için, yalan söylediğimi sanıyorlardı. -Doğru söyle, eşini niçin öldürmek istedin? -Öyle birşey yok, fazla kilolarımızdan kurtulmak için koşuyorduk. -Bıçağı nereye sakladın? -Ne bıçağı? Yanımda bıçak filan yok. Az sonra bıçak aramak için gönderilen ekip, eli boş dönünce derin bir soluk aldım. Eşimi hastande sorguya çeken polis benim doğru söylediğimi anlamıştı. -Siz Türklerin sağlıklı yaşam koşusu da değişik oluyormuş, dedi. Güldüler, sonra beni serbest bıraktılar. Şimdi korkudan sağlıklı yaşam koşusu da yapamadığım için, eski kilolarımı almaya başladım.
Sinan Tabanlı - Özlem Seni düşünürüm kalbimle başbaşa, Düşer içime kor, yanar da yanar. Vay hayat! Akar da akar, Öyle gelirdi aklıma karalar koyuluğunda. Durdum öylece, oturdum yalnız, Baktım ki esti geçti rüzgar. Yelkovan itekledi zamanı, Üç-beş dakika daha sardı makarayı. Birikti yüreğimde acılar, Ağladım, akıttım dertleri. Topladım gözyaşlarımı yerden, Bırakamadım ki yokolsun keder. Ölme! dedim sensizliğe, Gel! dedim hasret, mevsim hasrettir. Kovdum vuslatı ellerimden, Sendin aşkım, özlem! Kal benimle, Ağlat, ağla, acıt, yak ve savur, Ki seninle var oldum ben hep.
7
İlhan Karaçay Avrupa’nın Prensi: Sabit Gürses Şarkı ve filmleri ile Avrupa’da ve özellikle Hollanda’da idol olan Sabit Gürses, Mersin’de işlettiği balık lokantasında her akşam program yapıyor. * Ünlüler O’nun için ‘Türkiye’nin en iyi yeteneği’ demişti * Zeki Müren: Türkiye’nin en iyi sesi. * Hulki Saner: Elime geçseydi sahne ve beyaz perde kralı olurdu. * Turgut Akyüz: Kibariye’yi yarattığım gibi, Sabit’i de yaratacağım.
MERSİN,- 1970’li yılların başında ve de çocuk yaşta iken ‘Uykuda mısın sevgili yarim uyan’ şarkısını Türk müzikseverlere çok sevdiren, daha sonra gittiği Hollanda’da müzik
çalışmalarını sürdüren ve tüm Avrupa’da ‘Prens’ olarak şöhret olan Sabit Güres, şimdilerde Mersin’de yaşıyor. Adanalı Gürses ailesinin tüm erkek bireylerinin müzisyen oluşu tabii ki bir tesadüf değil. Baba ve altı erkek evlat, hem birkaç müzik enstrümanı çalıyor ve hem de şarkı söylüyordu. Büyük ağabey Necati Gürses Hollanda’nın Rotterdam kentine yerleşmiş ve orada şöhret olmuştu. Küçük kardeş Sabit ağabeyinin
yanına gitmişti. Ve gidiş o gidiş... Sabit, ağabeyi Necati’nin şöhretini egale etmeye başlamıştı.
emeklilik maaşı bağlanacaktı. Bunun için de Maxim Gazinosu’nda bir gala gecesi düzenlenmişti. Türkiye’nin en ünlü sanatçıları, film ve plak yapımcılarının hazır bulunduğu bu galaya Sabit Gürses de Bakan İşgüzar’ın özel davetiyle gelmişti. Sabit Gürses Almanya’daki Türküola şirketi ile anlaşmıştı. Türküola Kaset ve video firmasının sahibi olan Yılmaz Asöcal’ın, eşi Yüksel Özkasap’tan sonra en çok yararlandığı şarkıcı olan Sabit Gürses’in kariyerinde büyük başarılar var. O’nu ilk keşfeden, zamanın Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar olmuştu 1978-1979 yıllarındaki 2. Ecevit Hükümeti’nde yer alan İşgüzar, o zamanın spor yazarı Ali Şen ile birlikte götürdüğüm bir restaurantta dinlediği Sabit Gürses’e hayran olmuş ve ‘Bu çocuk Türkiye’nin tanıtım elçisi olur. Bu çocuğu bana getirin’ demişti. O yıl, Türkiye’dekises ve sahne sanatçılarına ilk kez
O gala gecesi, fantezi filmlerdaki sahnelere benzer şeyler yaşandı. Sabit Gürses ‘Konuk sanatçı’ olarak sahneye çıktığı zaman masalardan büyük gürültü fışkırıyordu. Masadakilerin kulaklarına gelen büyüleyici ses, onların bir anda susmasına ve sahneye dönüp merak ve beğeni ile dinlemelerine neden oldu. O gece, Türkiye’de ne kadar gazinocu, ne kadar filmci ve ne kadar plakçı varsa, Hilmi İşgüzar’ın masasındaki Sabit Gürses’e teklif yağdırdı. Sabit Gürses, Hollanda’da İKON Televizyon Kurumu’nun hazırladığı 5 bölümlük bir serinin müzik yapımını üstlendi ve birinde de başrol oynadı.
8
‘Ceremeyi çeken çocuklar’ isimli seride, yabancı kökenli çocukların sorunları dile getiriliyordu. Sabit Gürses bu serinin yayınından sonra tüm Avrupa’da sevilen ve aranan bir sanatçı oldu.
dediğim zaman Zeki Müren ‘Ne olursun beni bir batakhaneye götürme’ ricasında bulunmuştu. Zeki Müren pişman olmamıştı.
Öyle ya, Avrupa’da Türk müziğinin her dalındaki şarkı ve türküleri büyüleyici bir ses ile okuyan Sabit Gürses, aynı zamanda da genç kızları
Mersin kent merkezindeki kıyı şeridinde Kumkapı isimli bir balık lokantasını işletmekte olan Sabit Gürses hem patron hem de mekan şarkıcısı olarak yaşamını sürdürüyor. Gürses’in arkasında şimdi bir kadın desteği de var. Kibariye’yi keşfedip Mersin’de Melek Terim ile ouu sahneye çıkaran ve evlenen Gürses, yaşamının Beyaz Kelebekler en mutlu günlerini grubunun başı olan Mersin’de geçirmekte merhum Turgut Akyüz, olduğunu söylüyor. Melek sık sık geldiği Terim-Gürses, Mersin ve Hollanda’da dinlemeye Adana’da musiki doyamadığı Sabit cemiyetlerinde sanat Gürses’e, ‘İstanbul’a müziği okumuş biri olarak gelirsen seni de Kumkapı’da Sabit’e eşlik çıldırtacak Zira, Sabit Gürses’i Kibariye gibi Türkiye’ye etmekten de geri kalmıyor. kadar da güzeldi. Çok iyi dinlediği zaman, ‘Yazık kazandırırım’ demişti. Ama kazanıyordu Gürses. O oluyor. Bu çocuk neden Akyüz’ün ömrü buna Biz de gittik Sabit zaman uyuşturucu burada kalıyor? Türkiye’de yetmedi. Zira, o zamanlar Gürses’in Mersin’deki ticaretinin merkezi olan böyle bir ses yok. Getirin Stardust adlı gazinoyu da mekanına. Öyle bir gece Hollanda’daki tüm mafya bu çocuğu bana. O’nun çalıştıran Akyüz geçirdik ki, o geceye babaları Sabit Gürses’i elinder tutar ve zirveye öldürülmüştü. katılanların nasıl mutlu ve dinlemeye geliyordu. oturturum.’ demişti. neşeli olduklarını gördükçe Babalar, Sabit Gürses için Ünlü film ve müzik Hollanda’yı ziyaret biz de nutlu ve neşeli olduk. bir şampanya patlatıyordu yapımcısı Hulki Saner’i de eden tüm şöhretlerin ama kasalar dolusu Gürses ile tanıştırmıştım. mutlaka görüp dinledikleri Pek çok şarkıcı çıktı şampanyayı da parasını Gürses’i birkaç kez şöhretler de Sabit Gürses Adana’dan. Adana bir ödeyerek ikram ediyorlardı. zamanlar Türkiye’ye şarkıcı dinleyen Hulki Saner de, için ‘Çok büyük yetenek, ‘Elime geçseydi Türkiye’de Sahneye para da buralarda kalması ve sevkeden bir kentti. yağıyordu. O zamanki ses ve beyaz perde kralı Türkiye’ye gitmemesi Bırakalım eskileri. Yenilere gulden birimimden binlik olurdu. Bu çocuğu bana büyük yanlış’ dedikleri bakalım. Ferdi Tayfur, banknotlar sahneye getirin O’nu buradaki Sabit Gürses, Zeki Müren Müslüm Gürses, Faruk ünvanı ile Türkiye’de prens yağıyordu. ve film yapımcısı Hulki Tınaz ve Vahdet Vural. Eeee, böylesine sevilen yaparım.’ demişti. Saner’in tavsiyelerini de Hepsi Sabit Gürses’in ve böylesine kazanan Sabit çocukluk arkadaşı. dinlemedi. Sabit Gürses’in dostları Gürses neden İstanbul’a Merhum Zeki Müren, Ama Zeki Müren’e gitsin ki ??? arasında ünlü sanatçı şişman ve sağlıksız olduğu göre, hiçbiri Sabit’in eline Orhan Gencebay da vardı. günlerde tedavi için su dökemezdi. İşte o Sabit Gürses Gencebay da Gürses’e Amerika’ya gidiyordu. Bir Bu yazı sizlere efsane şimdilerde Mersin’de Türkiye’ye gelmesi için sık gece Amsterdam’da kalıp, gibi geldi değil mi? yaşıyor. ertesi gün ABD’ye uçacaktı. sık teklifler yapmıştı. Mersin’deki Hem de, Zeki Müren’i Kumkapı’ya bir kez Rotterdamlar’a kadar Ama her gurbetçi gibi, havalimanından aldım ve uğrarsanız, efsanenin peşinden gittiği ağabeyi o zaman yaşadığı ortamı oteline götürdüm. Akşam gerçekliğini öğrenmiş Necati Gürses ile birlikte. değiştirmek istemeyen yemeği için bir lokantaya olacaksınız. Necati kendini emekli Sabit Gürses, ‘Avrupa gidilecekti. Zeki Müren’e Merhum Zeki Müren’in olmaya sevketmiş. Ama prensliği’ ile yetiniyor ve ‘Bir Türk lokantasına dediği gibi: Türkiye’deki en Sabit yerinde duramıyor. gicdeceğiz. Orada sana bir tavsiyelere kulak güzel sesi dinleyeceksiniz. kapatıyordu. çocuğu dinleteceğim’
9
Ezgi Gürçay Aynaların İsyanı Telgrafçı Fehmi Bey sokağı belleğimde son kalan fotoğrafına bire bir uymaya devam etmekteydi. Yoksulluk ışıyan gri beton yapılar ve umarsız bakışlı insanlar. Evlere HAL aynalarının montajı sırasında sık sık yolum düşmüştü bu taraflara. 32 numaralı binanın önünde iki lacivert üniformalı nöbetçi dikilmekteydi. On yaşındaki paslı kütleyi park ederken içlerinden uzun boylu olanı ciddiyetle portatif bilgisayarından benle ilgili bilgilere göz atmaktaydı. Tarasscom şirketinin alelade bir ayna anomalisine en üst düzeyden iki koruma dikmesi hayra alamet değildi. Tabii bu işe benim memur edilmem de. Dört ay önce Haliç’e bakan bir büroda teknik raporlar okuma işine terfi etmiştim. “Arno iyi mi?” Başını hareket ettirdikçe gıdığı ikiye katlanan, kurnaz bakışlı diğer memur elindeki elektronik kartı uzattı. “İkinci kat. Siz ayrılana kadar burda olacağız.” Göbeğimi açıkta bırakan yeşil ve dar süveterimi bu iş için fazla laubali bulmuş olacak ki beni baştan aşağı şüpheyle süzmüştü. On iki yıldır bilgisayar kayıt sistemlerini işler vaziyette tutma işinde çalışmaktayım. Bu meslekteki kadın oranı hâlâ yüzde onun altında. Kadınlar beş vardiye çalışmak ve sürekli olarak erkek fıkraları dinlemek istemiyor. Erkek olarak doğan görünmez bir yedeğim
var belki de. Bu işlere yatkınlığım henüz dokuz on yaşlarında ortaya çıkmıştı. Babamın bilgisayarına bir dvd yazıcısını başarıyla takabilmiştim. Arno’yla dost sayılmazdık zaten. Kartı alıp, içeriye girdim. Halısı yer yer yıpranmış holü geçerek yukarı çıktım. Buram buram
köhneleşmişlik kokan tozlu basamakların bitimindeki büyük odaya vardığımda işin ciddiyetini kavramaya başladım. Ardına kadar açık duran eşyasız odada dört adet ayna vardı. Duvarlara karşılıklı olarak asılmış aynaların konumu ve sayısından bana önceden söz edilmemesi şaşkınlığımı son kerteye ulaştırmıştı. Dört ayna bir arada yalnızca Tarasscom’un yönetim kurulu odasında bulunurdu. Sembolik olarak tabii. Metropoldaki çok az sayıdaki kayıt dışı yerler ayrıcalığı imi. Birileri dört aynayı yapıları böylesine sıradan ve yoksul bir
mahallede buluşturmuştu. Üstelik dördü de donmuş durumdaydı. Bu eylem şirketin kontrol ve ayrıcalık belirleme erkine şiddetli bir meydan okuma olmalıydı. Normal statüdeki hiçbir ev birden fazla ayna bulunduramazdı. Kapıdaki muhafızların üst düzey memur olmaları boşuna değildi yani. Elimi parlak yüzeye değdirdim. Farkında olmadan bakışlarımı yere indirmiştim. Bu aynalarla çalışmaya başlayalı ikibuçuk yıl oldu. Hâlâ bu kadar ideal yansıtıcı bir yüzeyde suretimi görememeye alışamadım. Aynalar hard diskleri dolunca görüntü yansıtmaz hale geliyorlardı. Süveterimin minik sağ cebine sığan kayıt cihazına dört aynanın hard diskindeki malzemeyi aktardım ve sistemi çalıştırmayı denedim. Ama görüntüm yüzeyde belirmedi. İşlemi kurallara uygun tamamlamama rağmen sistem hiçbir karşılık vermemişti. Hayretten ağzım bir karış açık kalmıştı. İptal edilene kadar kusursuz bir şekilde çalışmaları için imal edilmiş dört kayıt aparatından hepsi birden arızalıydı. Ortalama yaşam süreleri altı yıl olarak planlanmıştı. Dördünün de imalat tarihi daha birinci yılını doldurmamıştı insan manzaraları kayıt işinde. Bu Pazartesi günüm özel bir anlam kazanmıştı artık. Bugüne değin en son model aparatlarda bellek ünitesi yenilenmesine rağmen tekrar çalışmaya ayak direyen tek bir vaka gözlemlememiştim. Patronum Vemet, bir saat kadar önce arayıp ayna anomalisinden sözederek teknik rapor vermemi istemişti. Sayıları ve çok anlamlı olan konumlarından söz etmemişti. Onları
10
yeniden çalıştıramadığımı duyunca şaşıracak mıydı acaba? “Görüntüleri incelemeye alacağım.” Memurlardan uzun boylu olanı gelişimdeki yüz ifadesini muhafaza etmeyi başardığı için mükafatı haketmişti. Diğeri yakasına takılı mikrofona bir şeyler mırıldanmaktaydı. Benle ilgilendiği yoktu. Bakışları sokağın güvenlik durumunu ölçüp biçmekteydi. Elektronik kartı verip arabama doğru yürüdüm. Sokağın köşesinde ürkek tavırlı iki genç durmuş bu tarafa bakarak olan bitenleri kestirmeye
olmadığını bildirince acil görüşmemiz gerek mesajını bıraktım. Vemet’in az önce yollamış olduğu araştırma dosyasını elektronik ortamda incelemeye aldım. Arno Demir ve Katre Kıvrıkdil son bir ay içersinde ortaya çıkan 23 arızayı incelemişler ve raporlarını vermişlerdi. Teşhisleri yeni ve daha önce hiç bilinmeyen cinsten bir virüstü. Ama ikisi de
çabalamaktaydılar. Tarasscom amblemi ve zırhlı lacivert arabanın ışıdığı erk fakir mahalle efradı için bir olağandışılıktı kuşkusuz. * Kelimenin tam anlamıyla dondum kaldım. İleri ve geri tuşlarının bir anlık tutukluğu az önceki görüntüde bıyıklı olan kişiyi ele verdi. Şimdi ekranda donan karede ise bıyıksızdı ve saçlarına farklı bir görünüm kazandırmıştı. Bu benzerlik bir şeyin işareti olmalıydı. Son iki aynanın görüntüleri arasında da yine ona rasladım. Dört aynanın bellek kayıtlarında da vardı. Öyle olmasa ustaca kılık değiştirmesi etkin olabilirdi. Telefonu kapıp aceleyle numaraları tuşladım. Arno’nun telesektere kayıtlı donuk sesi o an için elverişli
bu 23 kayıttan 11’inde bulunan o tipten söz etmemişlerdi. Birbirinden değişik kılıflardaki bu kişiyi ben hemen farketmişken onlar gözden kaçırmış olabilirler miydi? Dört yıl önce mevcut her mekâna sadece görüntüleri değil, duygu hallerini de depolayan HAL aynaları yerleştirme kararı alınıp hemen uygulanmıştı. Dünyanın on sekiz bölgeye ayrılmasından iki yıl sonra 2016’da, dünyanın dörtte üçü bu aynaları kullanır hale gelmişti. İnsanların çoğu bitmek tükenmek bilmeyen terör ve şiddet olayları nedeniyle gözetleme kameralarının
yanı sıra denetimin bu haline rıza göstermişti. İstanpoort’daki referandumun sonucu yüzde seksenbirdi. Şirket İstanpoort’daki denetim aynalarının çalışmasından sorumluydu. Pasaport kontrollerine parmak izi ve göz retinası tahsilatının eklendiği o ilk denetim günlerinden bugünlere gelinebileceği kimin aklına gelirdi. Artık her evin holünde geleni gideni, hissiyat ve bir ölçüde niyetleri tesbit eden bir HAL aynası mevcuttu. Denetlenmeye karşı olanlar bugüne kadar ciddi bir başarı elde edemediler. Çünkü teknoloji para gölgesiyle beslenmekteydi ve kendini sürekli yeniliyordu. Yakın geçmişte es geçilen basit ayaklanmalar bile şiddetle karşılık bulur olmuştu. Karşıtlar kolaylıkla sindirilmişti. Hapishaneler aşırı doldurulmadan üstelik. Toprak altında korunmaya alınarak. Eski erkek arkadaşım Sezgin bu karşıtların önde gelenlerindendi. Altı ay önce birden sesi soluğu kesilmişti. Abisi Batı Amerika’da olduğunu söylemişti. Oradan bir mail yollamıştı. Bu olayın öncesinde ayrılmış olduğumuz için Sezgin’in benle bir ilişki kurmaması belki normaldi, ama sezgilerim bu denli enerjik bir kimsenin ancak toprak altında bu kadar sessiz kalabileceğini fısıldamaktaydı. Telefon sesinin bu sessizliği muştulayan bir yanı vardı. “Beni aramışsın.” “Telgrafçı Fehmi Bey sokağındaki dört ayna işi.” “Benim işi sana verdiler demek?” Demek sözüne yüklediği hayret ifadesi gerçeğe benziyordu. Bir yıl birlikte çalışmıştık. İyi tanırdım. “Evet.” “Katre’nin işiydi. Evinde yangın çıkmış. Bu sabah.” “İyi mi bari?” “Biraz duman yutmuş. Şu an hastanede.” “Sen peki?” 11
“Köprünün üstünde bir an frene dokundum. Arkamdaki andavallı üzerime çıktı.” “Ayağın kırılmış diye duydum.” “Sağ ayak bileğim. Sen…Nasıl oldu da seni verdiler bu işe? Lüks bürolarda çay içerek manzara seyrettiğini duymuştum.” Arno ciğeri beş para etmez biriydi, ama dobracılığını severdim. “Bilmem. O civarda tek ben elverişli durumdaydım galiba.” Sessizlik oldu. Bir kadın olarak Arno’nun sulanmalarına her defasında elverişsizlikle karşılık vermiştım. Yalnız kaldığımız bir vardiyada ‘bana karşı neden böyle elverişsiz duruyorsun’ demiş olmasıydı şimdi bu cümleyi iğneli kılan. * “Vay canına!” Mutfaktan gelen yemek hazır alarmı buluşumun hayret nidası gibiydi. Düdüklü tencere beynimi okur gibi tıslamıştı. Çeşitli kılıklarla arızalı aynalarda boy gösteren şahsı tanımıştım. Yemeğe boşvererek ıvır zıvırları koyduğum çıfıt çarşısına dönmüş yüklüğüme koştum. Yanılmamıştım. Aradığım şey babamdan kalan tozlu dergilerin arasında benim onu bulmamı bekliyordu. Geçen yıl arabası kırmızı ışıkta dururken kalp krizi geçirerek ölen babam bir çizgi roman delisiydi. Fasiküller halindeki sayıları toplar özenle ciltlerdi. Her kız gibi baba delisi olduğumdan babamın bu tutkusunun sarmalında büyümüştüm. Bu nedenden nereye başvuracağımı biliyordum. Yetmişli yılların mecmualarıydı. Batu Kaynak adlı çizgi roman kahramanının maceralarını okuduğumuz zamanları anımsadım. Gece yatmadan önce dişlerimi fırçalamak gibi bir ritüeldi bu. Daha önce fark etmediğim sayılar arasında
gezinirken birden bir ayna illüstrasyonu karşıma çıktı. Aynaların İsyanı. Batu Kaynak aynalarla denetimi elinde bulunduran güçlere karşı aynaların kontrol sistemini bozan bir halk kahramanıydı. Sevgilisi Hale Bildik ise sistemdeki problemi bulmak için görevlendirilen genç bir teknisyeni canlandırıyordu. Hayretim vites büyütmüştü yeniden. 40 yıl öncesinden bugünün tarihini çizmek…Fakat bilgisayardaki adam basbayağı bu çizgi romanın kahramanıydı. Hikayedeki kadın teknisyen benzerliği de cabası. Kendimi de öykünün içinde bulmanın şaşkınlığıyla gerilim dozajı yüksek bir kahkaha patlattım. Bazı sayılar eksikti. 1978 haziranı ile 1979 martı arasındakiler. Tam Hale Bildik’le işbirliği yapmaya başladıklarında kalmışlardı. 1979 martından itibaren Kaynak’ın başka bir macerası başlıyordu.
* Yemeğin altı biraz tutmuş olsa da, hâlâ yenilebilir durumdaydı. Açlığımı hızla giderdim. Sigara içme isteğim iki yıldan beri bırakmış olduğumu unutturmak istercesine bir güçle üzerime abanmıştı. Hiç hayra alamet olmayan buluşlarımı birer birer kağıdın üzerine sıraladım. 1. Arno ve Katre gibi üst düzey teknisyenler bir şekilde engellenmişlerdi. 2. Bugünkü dört aynayla sayıları 27’ye çıkan arızalı aynaların 15’inde tam 40 yıl önce çizilmiş bir çizgi romanının kahramanı Batu Kaynak vardı. 3. Çizgi romanın yaratıcısının adı Timur Barhan’dı ve bu adam hem babamın şahsi arkadaşı, hem de bir ay kadar önce intihar eden Mehmet Barhan’ın dedesiydi. 4. Mehmet Barhan Şirket’in yönetim kurulu başkan yardımcısıydı. 5. Arno ve Katre engellenerek yerlerine 40 yıl öncesinin
kahramanını deşifre etmek için ben getirilmiştim. 6. (Bu bir buluş değil) Bütün bunları yapan kimdi? Bulaşık yıkamayı sevmem, ama düşünmeme yardımcı oluyor. İki günün birikmiş bütün tabak ve bardaklarını gıcır gıcır yaparken ihtimaller arasında doludizgin gidiyordum. Mehmet Barhan’ın intiharının sebebi pek açık değildi. Bu yüzden kulaktan kulağa aktarılan çeşitli şaiyalar bana da ulaşmıştı. Ailevi problemleri demişti Tarasscom’a bağlı gazeteler. Karısı başta kabul etmemişti ama şirketin düzenlediği taziye programında sorulan sorulara yanıt vermeyerek bir çeşit sessiz onama gerçekleştirmişti. Tarasscom her büyük şirket gibi dedikodulara yumak olmaktaydı. Bütün dünyayı saran ekonomik kriz dalgalarına dayanamayarak içten içe parçalanmakta olduğu söylenip duruyordu. Buna erkek arkadaşımla ayrılığımızdan sonra gittikçe daha çok temenni olarak bakan yanım şimdi ilk kez yepyeni bir gerçekliğin kokusunu almaktaydı. Kimse ayna arızalarına kırk yıl öncesinin öykü kahramanını yerleştiremezdi. Arno ve Katre ise bu çizgi romanda yatan öyküyü bilemezlerdi. Bu tür yayınlar uzun zamandır kütüphanelere sokulmamaktaydılar. Babamın böyle bir koleksiyona sahip olduğunu en yakın iki arkadaşı hariç kimse bilmemekteydi. Dergiler ülkenin üç bölgeye ayrılmasıyla genişleyen koskoca metropolde sadece bir elin sayısı kadar koleksiyoncunun evinde tozlanmaktaydılar. Bilseler bile yakayı ele vermeden ana programa bu görüntüleri yükleme işinin hakkından gelemezlerdi. Daha üstten ve sanırım içten bir müdahale şart gibi görünüyordu. Timur Barhan’ın torununu düşünmeye başladım. Dalgın bakışlı, az konuşan, vicdan kabını kalaylatmış benzerlerinden farklı 12
biriydi Mehmet Barhan. Acaba o bir eylemde bulunmuş olabilir miydi? İntiharı ise belki arkadaşlarını ele vermemek için gerçekleştirmişti. Ana programa böyle bir ima yüklü virüsü ancak en üst düzeyde bir yetkili yerleştirebilirdi. Hacker işi falan
olamazdı. Şirketin koruma duvarı müthişti. Önümden iki teknisyeni çekerek bana bu buluşu yaptıranlar Tarasscom’a karşı eylem birliği için örgütlenen bir topluluk olmalı. Bana biçilen görevi kestirememem çok kafa karıştırıcıydı. O kayıp sayılar…Bundan sonra olacak olanların önündeki perdeyi bir miktar aralayabililerdi belki. Bu eski dergilere sahip başka hiç kimseyi tanımamaktayım da. Koleksiyoncular ülkenin bu yakasında olsalar dahi kendilerini gizliyorlardı haklı olarak.
Bir çeşit Fahreneit 451 durumu yaşamaktaydık. Belli yayınlar özenle halkın ulaşım alanından çıkarılmaktaydı. Bugüne kadar Sezgin hariç tek bir kimseye babamdan kalan bu dergileri göstermemiştim. Batu Kaynak’ın serüvenlerinin bulunduğu sayılar en güzel olanlardı. Şok pastası katkattı ve bir yanım
ayak sesleri bu. Bir değişim geliyor. Bana da bir rol biçildi. Korkuyorum. Hapisler, işkenceler ve iptal edilme tehlikesi buram buram tütüyor. Yine de Sezgin’i etkinsizleştiren şirketten ölesiye nefret ediyorum. Ve parçalanmasında bana biçilen rol nedeniyle gururluyum. Kinim, merakım en çok da gururum belki sonumu getirecek. Öyle bile olsa kırk yıl öncesinin çizgi kahramanları aynaları isyana kışkırtmaya devam edecek. Değişim zembereği daima kurulu olan evren tanığım olsun ki, rolümü sonuna kadar eksiksiz oynayacağım.
kaymağını bu akşam tatmaktan memnundu. Hemen kendi evimin holündeki aynayı kontrol ettim. Üç adet Batu Kaynak vardı. Batıl itikat! mı demeli, sık sık aynamın dökümünü elden geçirmeyi severim. Bu işi en son dört beş gün önce yapmıştım. O sırada yoktu. Yoksa farkederdim. Demekki yeni bir işlemdi. İçimden bir ses ben o dört aynayla meşgulken diyor basbar. Beni boşuna seçmemişlerdi. Yeniliğin
13
Sinan Tabanlı Kimseler Tarafından Özlenmiyor Olmak Hayatın hengamelerden ve güçlüklerden mürekkep olduğunu kanıksadığımız olur bazen. Sanki o inatçı ve mukavim ruh teslim olur tüm hatlarıyla hayata. Sevdikleri tarafından terkedilmek de bu kapıya çıkıyor. Şöyle daha derin bir acıyı barındıran bir surat ifadesiyle yutkunduğu olur tüm ezikliklerini ruhun. Birer birer yaşanan ayrılıklar, teker teker yiten dostlar. Siz ne kadar büyük payeler biçmişseniz de onlara, onlar kendilerinin sizin için ne derece önem arz ettiğinin farkında olmadan yahut umursamadan bırakabilirler sizi. Sevdiğimiz, tanıdığımız herkesi kaybetmek. Bir göçün sebebi ya da kırgınlıkların. Sizi birarada tutan bir sebebin ortadan kaybolması. Mezun olmanız, başka şehre taşınmanız, takıldığınız mekanı bırakmanız. Tırnaklarla örülen dostluk nakışının yarıda kalma sebebi. Bir daha hiç eskisi gibi olmayacak şekilde bırakılmak, terkedilmek yalnızlığa. Hiç ama hiç bir canlı tarafından özlenilmediğini bilmek ne zor. Üstelik içiniz insan sevgisi ile dolup taşıyor
da olabilir. Sebepsiz yere, eski günleri yâd ettiğiniz için gözleriniz dolabilir. Ruhunuzla, hafızanızdaki zaman makinasına binip sevdiklerle beraber geçirilen günlere dönersiniz. Çocukluk veya gençlik hallerinizle orada öylece duruyorsunuzdur. Hafızanızdaki o filmi gerçekleştiği mekanda izlersiniz. Fakat filmin diğer aktörleri gelmemiştir o tozlu makarayı seyretmeye, belki hiç gelmiyorlardır. Sis ve sessizliğe bürülü o nostaljik günler daha bir anlamlı gelir. O
senelerdir anmamışlardır eski dostlar, sevgililer. O kitabı hergün de açıp okusanız, ihtimal ki onlar hiç almamışlardır ellerine tozlandığı raftan.
Hiç kimsenin olmaması, ve hiçbir insan tarafından hatırlanıp özlenmiyor olmak. Şefkate, sevgiye muhtaçsın, onlarsız olurun yok. A be zavallı insancık, kimlerin yanına sokulup da sıcacık sevgi dalgalarıyla vurasın muhabbet kıyılarına. İşte sen, sevgi ve dostluk okyanuslarının en şanlı ve en yalnız gemisisin. Kimseler bilmese de, en yüce gönüllü askerisin “vefâ” denen şehrin. Şükretmelisin ki hayat denen zaman-mekan elbisesi bütün zalimlikleriyle bir rüzgar gibi esip geçiyor, ve oldukça çabuk serpiştiriyor üzerimize her duygunun tozunu. Uzaklaşıp gidiyor sonra. İyi ki bu kadar kısa hayat, biz yalnızlıkların insanları yıllarda şu an böyle olacağınızı tahmin etmiyorsunuzdur hiç. Şimdiki acı dolu için. yalnızlık günlerinden bihaber, müstakbel adayısınızdır hayatın zalim firkat dalgalarının. İnsan bu nevî duygularla hemhal olduğunda o metruk anıların yaralarını sarıp onlara sımsıkı sarılmalıdır. Çünkü siz tahayyül sınırlarını zorlayıp hergün de ziyaret etseniz o sepyadan zaman sekanslarını, ihtimal ki sizi 14
Can Sever yol hikayesi
kalabalık
yol güneş tutmuş sandım gece buz gibi indi üstüme
her keşmekeşten sonra içimizde bi insan ölür iki kişiden azalır insan herkes bunu intihar sanar lakin o diri bi zulümdür
inanmazsın bi bahar önceki istasyondu sonra bi melek dokundu geceye gerisi malum külkedisi hikayesi ve bi ruhkedisi izliyordu olup biteni kalbindeki külle… karalar bağladım ruhuma. yola koyuldu yaşamak; ehliyetsiz hüzünler düşünde şehirlerarası bi yolculuktu aklın hatıra defterinde kalan o taşra; ne kadar da huzurluydu(uykuluydu)…
göz boğulmazsa, boy; verdiğinde kalsın…
nayiz
her yalnızlıktan sonra içimizde bir kişi kalır aynada çoğalır insan herkes ona görmeyerek bakar lakin aşk; rüyayı göze alır.
yorumculara hak verilmeye başlanmıştı muhtemel ve onlar dostluğun kumaşını ahkam gibi kesiyorlardı… rüya tabircileri çok düşe yazık ettiler…
içimden gelince senden giyinmemişken uyur uyanık gözlerinde,
geceyarası
rüyanı melekler aydınlatsın!
ruhevlerinde hangi fırtınalar esti de birlikteliğin evi böylesine yıkıldı
* oysa dingindi iklim… haberci ketum bi yaz zamandan geçti
dün gece ruh ülkesinde hasta bi telaş vardı ağır mesaideydi hevesin ölüyıkayıcıları
içimiz kapanıyor mesai bitti! dağılabiliriz kendimize…
hüznü, gözaltlarından kimsesiz ölüevlerine nakletti mezarkazıcıları…
içimiz geçti içinizden size uyanıyor hayal kırıldı! suya düşebiliriz… bi kalp olsak kaç kere aynı inan için atabiliriz kendimizi bi uçtan bi düşe gözlerimi ruhuna dikti tanrı diye ünlenen terzi son provada aynanın ve dilin sırrı sizde kaldı yalnızlığıma giyindim sizin soyunduğunuzu
* gözaçımlığı sana gözlerimi açtım göz açıp kapayıncaya kadar kapanmayı unuttu güzelliğine daldı
geniş zaman kiracısı gülmek sana çok yakışıyordu gülüş; tam bedenine göre bi yüz bulmuştu onca vitrin telaşından sonra. gözaçımlık …
şimdi göz boy veriyor baktığına. boyundan büyük suda bakalım boğulacak mı? 15
Atilla İpek Hollanda’nınYazarları: Yusuf Alan Bu seferki konugumuz şair, roman ya da öykü yazarı değil. Ama dille en az bir şair ya da öykücü kadar iç içe; dilbilimci ve yazar Yusuf Alan’dan bahsediyoruz. Nereden başlamalı? Onunla tanışmam Time Media’nın düzenlediği yazarlık seminerleri sırasında olmuştu. 8 hafta boyunca haftada bir, ya kendisinden ya da
davet ettiği değerli yazarlardan feyz almıştık. (ki bu yazarların çoğu sırasıyla yazı dizimizde yer aldı). O sakin, mütevazı ve düzgün Türkçesini yer yer çok iyi kullandığı Osmanlı Türkçesi kelimelerle süsleyerek konuşurken saatler akıp geçerdi. O, Osmanlı Türkçesini, dilimizde yer etmiş Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri açıklamakta, sıkça yapılan hataları göstermekte kullanırdı. Bir konu üzerinde konuşurken bize de arada ‘latif’ ya da ilginç olaylarla örneklerdi. Böylece kendisinin Mustafa Denizli’ye Avrupa
Şampiyonası'nda Hollanda’ya geldiğinde basın toplantısında canlı çevirmenlik yaptığını, pek de uzmanlık alanına girmeyen futbol konusunda bazı terimleri çevirmekte zorlandığını; İngilizce dublajlı filmlere altyazılar hazırladığını ve Sızıntı, Zaman ve Samanyolu gibi gazete ve dergilerin yayın kurullarında çalıştığını, editörlük yaptığını öğrenmiştik.
projelerin içinde yer alır. Seminer ve konferanslarda konuşmacı olarak yer alır. Bir araştırmacı olarak (metin)dilbilim, düşünce ve gazetecilik üzerine yoğunlaşmış Yusuf Alan son yıllarda ortak paydası düşünce ve dil olan insanlarla çeşitli etkinlikler düzenlemiş, bu etkinliklerde Borges’ten Mevlana’ya uzun uzadıya sohbetler edilmiş, içinde yaşadığımız dünyayı anlamak çabasıyla tarihin bilinen aydınları mercek altına alınmıştır. Kendisinin şair ya da roman/öykü yazarı olmadığını belirttik ancak dil ve düşünce ile bu kadar iç içe olup da eser vermemek sözkonusu değil. Zira Yusuf Alan’ın 8 kitabı, ikiyüz civarında yayınlamış yazısı var. Nasıl başlıyor Yusuf Alan’ın yazarlık kariyeri? Hacettepe Üniversitesi'nde hazırladığı master tezi onun metindilbilim üzerine ilk eseri olur. Konusu ‘çevirinin bir bilim olarak ele alınması gerektiğinden hareketle, Robert de Beaugrande ve Wolfgang Dressler 1981) tarafından betimlenip önerilen metindilbilimsel ilkeler ışığında, özellikle çeviri eleştirisi için bir gönderme çerçevesi çizmeyi amaçlamıştır.’ Evet iyi okudunuz, bir kez daha okumanızda bir zarar yok.
1990 yılında Hacettepe İngilizce Mütercim Tercümanlık bölümünü bitiren Yusuf Alan aynı bölümde 1994 yılında master eğitimini tamamlar. Master eğitimi devam ederken, aynı zamanda İngilizce öğretmeni olarak dersler verir radyo programları yapar ve Sızıntı dergisinin yayın kurulunda bulunur.
Aynı yıl Yusuf Alan’ın ilk kitabı da TÖV’den çıkar: Lisan ve İnsan (1994). Bu kitapta Yusuf Alan, insanın dille olan ilişkisini her açıdan ele almış; anlatılmak istenenin, nihayetinde bizim anladığımız ya da yorumladığımız şekliyle idrak ettiğimiz iddiasıyla yola çıkmış. Zira kitabın önsözü şöyle biter:’..... "Fehim, ifhamdan esheldir", yani sizin burada anlatılmaya çalışılan şeyleri anlama kabiliyetiniz, benim anlatma kabiliyetimden daha fazladır.’
1995 yılında Hollanda’ya gelen Yusuf Alan ‘Zaman Hollanda’da editör olarak çalışır, eğitim amaçlı çeşitli
16
Bu kitabın hemen ardından aynı yıl toplum ve kültür konusunu işleyen ikinci kitabı çıkmış Yusuf Alan’ın: ‘Robotik Kültür’. Yusuf Alan bu sefer ‘bize yabancı olan bir dünyada neler olup bittiğini gözler önüne sermek’ amacıyla yola çıkmış. Bilgisayarların devraldığı dünyamızda suni zekanın insandaki idrak olgusunu ne kadar yerini alabileceği üzerinde durmuş ve bilgisayarların günlük yaşantımızda muhtemel kullanım alanlarını ele almış. Dil, kültür ve toplum üzerindeki kitaplarından sonra Yusuf Alan 1998 yılında ‘İnsan Vücudu ve Zaman’ isimli üçüncü kitabını yayınlamış. Bu kitap bize farkında olmadığımız minik zaman birimlerinden, yıllar için de olanlara kadar ilginç veriler veriyor ve son bölümde kısa kısa ama ilginç bilgilerle bitiyor, işte birkaç alıntı: -
-
Sigarada bulunan nikotin vücuda çok hızlı bir şekilde nüfuz eder. Bir nefes çektikten sonra nikotin beyne yedi saniye içinde ulaşır. Bu süre, alkolün beyne ulaşma süresinden daha kısadır. Hatta koldan enjekte edilen eroinin beyne ulaşması için bile 14 saniyenin geçmesi gerekmektedir. Tek bir kanser hücresi ancak yüz günde bir bölünür. Fakat geometrik artış sebebiyle bir hücre ikiye, ikisi dörde, dördü de sekize çıktığı için bu yoldan çıkmış hücrelerin bezelye büyüklüğünde bir yumru
teşkil etmesi için aradan sadece 8 ayın geçmesi yeter. 2 yıl sonra tümör artık küçük bir kavun büyüklüğünde ve yaklaşık 1 kilo ağırlığındadır. Her dakika beyne yaklaşık 1 litre kan gider. Daha sonraki yıllarda Yusuf Alan insan, dil ve kültür üzerinde yoğunlaşmaya devam eder, 2001 yılında ‘Aktif Düşünme ve Yenilenme’; 2002 yılında ‘ Düşünce ve Aksiyon’ kitapları çıkar. 2003 yılında kitap çalışmaları hız kazanır. Önce Gürkan Çelik’le birlikte ‘Hizmetkar Liderlik’ isimli kitabı yayınlarlar. Daha sonra Yusuf Alan Robert Greenleaf’ın ‘Lider Olarak Hizmetkar’ (The Servant as Leader) isimli kitabını Türkçeye kazandırır. Yine aynı yıl son kitabı olan ‘Sözün Gücü’ isimli kitabını yayınlar. Tüm bu eserleri Türkçeye ve topluma kazandırırken Yusuf Alan hiç durmadan da toplum içinde aktif olur çeşitli projelere imza atar. ‘ Yazarlık Okulu Projesi’, Altın Çocuklar Projesi’, ‘Kişisel Gelişim’
Yongalama Akşamları bunlardan sadece bazıları. Yusuf Alan yine Hollanda Türk Yazarlar Kulübü, Rotterdam Düşünce Kulübü, Cosmicus Vakfı gibi oluşumların aktif üyesidir. Yusuf Alan halen Rotterdam’daki Diyalog Akademisi çatısında çalışmalarına devam etmektedir. Yusuf Alan’a eserleri ve kendisi hakkında sorular yönelttik (ve biraz da mütevazi cevaplar aldık): -
1992 yılında, Türkiye’de evlendim. Eşimin Hollanda’da ikamet izni vardı.
Birkaç yıl sonra, birinci nesil gibi, bir süre kalıp geri gitme niyetiyle Hollanda’ya geldik, ama dönemedik; gelişmeler bizi buraya bağladı. Pişman da değilim. Anavatanım yanında bir de “babavatanım” oldu. Pişmek için Doğu’nun gönlü yanında Batı’nın aklına ihtiyaç olduğunu fark ediyoruz. -
seminerleri, geçmişin ya da çağımızın ünlü düşünürlerinin irdelendiği Fikir
Hollanda’ya gelişiniz nasıl oldu?
Buraya geldiğinizde Türk toplumunu nasıl buldunuz, ilk intiba neydi hatırlıyor musunuz?
17
Türkler, (Hollandaca) Hollanda Edebiyatında Faslılar kadar başarılı değiller (‘Başarılı’nın tanımı burada, popüler olmak, çok tanınmak, çok satmak oluyor). Neden Türk yazarlar genelde Türkçe yazıyorlar? Sizin, insan, lisan, kültür konusuna çok kafa yoran biri olarak bu konuda bir açıklamanız var mı?
Samimi bir arkadaş çevresi, bana Türkiye’deki ortamı aratmadı. Hepsinden çok şey öğrendim, hala öğrenmeye devam ediyorum. İlk intiba “yakınlık” şeklindeydi. İnsan uzaklara gittikçe ünsiyet arıyor. Hollanda’da muhabbet edip hemhal olduğumuz çok dostumuz var. -
O kadar çok projeye, esere, oluşuma, konuşmaya katılmışsınız ki bir kısmını çok kısa yazdık, çoğunu da buraya sığdıramadık. Sizin için yazdıklarımız dışında mutlaka listede yer almalı dediğiniz önem verdiğiniz bir çalışma var mı? Aslında mazhar olduğumuz nimetlere bakınca, kendimi ciddi bir performans sergilemekten çok uzakta görüyorum. Allah miskinliğimi affetsin.
-
En gurur duyduğunuz ya da zevk aldığınız etkinlikler hangileri oldu geçen zaman içinde? Bu hayatta beni en çok tatmin eden işlerden biri, samimi arkadaşlarla, Risale-i Nurları müzakere etmektir.
-
Hollanda azınlıklar edebiyatı konu olunca, neredeyse geyikleşmiş bir soru ortaya atılır: ‘Neden
“Hayy”den gelip “Hu”ya gittiğimiz sonsuzluk
Bilenler, bilmeyenlere söylesin... -
Son yıllarda Hollanda’da Türklerin uyumu ve Hollandalılardaki önyargıların yıkılması ve kaynaşma konusunda değişik çalışmaların içinde oldunuz (Hollanda Futbol Takımını topluca destek kampanyası, Diyalog Akademisi çatısı altında Hristiyanlık ve Müslümanlık arasında ortak paydaların ortaya çıkarılması, Mevlana hakkında Hollandaca eserler, vb.) Şu sıralar ne gibi çalışmalar, planlar var?
yolculuğunda, iç dünyamızdaki cevherleri nasıl keşfedebiliriz? O’nun muhabbetiyle kendimizden nasıl geçebiliriz? Yeryüzünü bir cennet haline nasıl getirebiliriz? Sözle, fiille ve halle bu soruların peşindeyiz. -
Bir kitap ya da çeviri çalışması var mı? (bir ipucu verebilir miyiz?) Birkaç yıldır yaptığımız mülakatlarda çok güzel tespitler dile getirildi. Bunları derlemek faydalı olabilir.
Önyargılarımızın farkına varmak, aldatıcı zanlarımızdan kurtulmak, ellerimizi, zihinlerimizi ve gönüllerimizi açmak için beyin fırtınalarımız devam ediyor. Kötülüğü emretmekten bıkmayan nefislerimizi nasıl ıslah edebiliriz? Umumi menfaat adına neler yapabiliriz? 18
SadıkYemni Kayıp Sinema Bir düş peynirini ısırayım derken kapana sıkışmış fare gibiyim. Kapan akıl almaz büyüklükte. İçinde nice hayatlar sürüyor.
bardaklara bakakalmıştım. Aynaki aksimin hemen solunda barın arkasındaki adam gülümsemişti. Kapıp koyuvermeyen, ölçülü bir hoşgeldin işareti. Kısa siyah saçlı, Yazi Meyyın koyu renk gözlü, buğday tenli genç ve zayıfça biriydi. Üzerinde otuzlu yıllarda yapılmış yabancı filmlerden tanıdığım cinsten siyah ve gri nokta desenli bordo renkli bir yelek vardı. Kar beyazı beyaz gömleğinin üstten bir düğmesi çözüktü. Bildiğim hiçbir sinemada böyle elit bir hava, bu düzeyde bir O yere ilk kez on üç yaşındayken özenin yarısı bile mevcut değildi. ulaştım. Sinemaya tek başına gitmeye Yirmi beş kuruşa gazoz, otuz kuruşa başlamıştım. İzmir’de troleybüslerin poğaça alınan salaş sinema hâlâ çalıştığı zamanlardı. Rüyamda büfelerinden çok farklıydı. buldurdular bana “Gazoz değil mi?” kendilerini.Kemeraltı’nda, Adama evet işareti yapıp kuyumcuları geçtikten sonra yol üçe yapmadığımı hatırlamıyorum. çatallandığında çatalın orta dişi Etiketsiz şişenin içindeki sıvıya denebilecek darca bir sokaktan girilen sıkışmış gaz foslayarak dışarı meydancıktaydı. çıkarken elim gayri ihtiyari Film hastası biri olarak orada pantolonumun sol cebini dışardan küçük bir sinema keşfetmekten ne yoklamıştı. İki adet sarı yirmi beş denli mutlu olduğumu anlatamam. kuruş ve gümüş bir teklik ‘merak Heyecanla kapısından içeri girip bir etme evlat buradayız’ dercesine salona varınca şaşkınlığımın sertliklerini hissettirdiler. tırmandığı kerteyi hiç unutamıyorum. “Bizden.” Yerde yılan, kartal ve akrep desenli Şişeyi terk eden gazoz kapağı kalın ve tertemiz yeni bir halı seriliydi. adamın ayaklarının dibindeki bir çöp Ayak tabanlarında kalınlığını tenekesini boylarken çıkardığı ses hissediyordum. Büfe de gıcır gıcır hâlâ kulaklarımda. Hayali gerçekliğe yenilik ışımaktaydı. Pirinç aksamlı boyayan bir tınıdır. Gerçek ayrıntı aksesuvarlara, kocaman aynaya ve tozutur. Hayal çiy tutmaz. aşırı düzenli sıralanmış şişe ve “Teşekkür ederim.”
Şişenin 4-6 derecelik ideal soğukluğunun teması parmaklarımdan mideme sabırsızlık olarak tercüme edilmekteydi. İlk yudum orada bulunan iki kişinin, seyirci olmalılar, bakışlarıyla tescil edilmekteydi sanki. Dikkatimi onlara yöneltici etkisi de vardı. Tipleri bellekte kayıt altına alınamayan cinstendi. Sadece bakışları. Nerede olduğunu biliyorsun, Bizim kim olduğumuzu seziyorsun değil mi ışıyan gözleri hatırlayabiliyorum. Suretleri de gözümün önüne geliyor, ama o tasvirlettirmez halleriyle. Uyandığımda rüyayı gazozun dilimi karıncalaştıran keskinliğine kadar hatırlayabilmekteydim. Bu nedenle çarşıda gündüz gözüyle o sinemayı bulabilmek için sayısız seferler düzenledim. Dükkânların dışına asılmış ucuz kot pantolon, deri ceket ve kumaş pantolonların dört yanı çerçevelediği minik meydanın ortasında umutsuzca dikilip durdum. Çığırtkan delikanlıların gözlerinde yine o geldi bakışları oluşturdum. Bu sinemadan ilk bahsettiğimde heyecanımın sahiciliğinden etkilenip inananlar oluyordu. Ama birbirinden zevksiz modellerle dikilmiş giysilerle çevrilmiş küçücük alanı gördüklerinde mahsus kandırıldıklarını düşünerek kızıyorlardı. Yemin billah rüyada gördüğümde ısrar ettiğimde yüzlerinde hemen alaycı bir sırıtma beliriyordu. Yanıma uğur getirsin diye kimleri almadım. Benim yaşlarımda Yaşar diye geri zekalı bir çocuk vardı mahallemizde. Onu dondurma vaadiyle kötü dikimli giysi meydanına sürükledim. Belki tahtaları eksik olduğu için normaldışı yapıları görebilir umudum vardı, ama o da fos 19
çıktı. İkinci dondurmayı ısmarlamadım diye kendini yerlere atarak ağlayarak beni rezil etti. Yılmadım. Bazen ne için olduğunu bile söylemeden arkadaşlarımın adımlarını o tarafa yöneltmeye devam ettim. Nafile. Ayık düzende o sinemaya geçit yoktu. Kayıp sinemanın bir adı varsa bile ben bilmiyordum. O kapıdan sinema olduğunun yarı bilinciyle giriyordum. Yarı diyorum. Çünkü her defasında sinemayı ilk kez keşfeden bir yanım vardı. Şaşkınlığım önceden orada bulunmuşluğun kayıtlarıyla kucak kucağaydı. İçersi hiçbir zaman kalabalık olmuyordu. Ben hep son gelen oluyordum. Herkes beni tanıyor gibiydi, ama konuşmaya yeltenmiyorlardı. Barın arkasındaki adam hep aynı kişiydi. Mesafeli, ama arkadaşça, hatta saygılı diyebileceği bir tavır takınıyordu. Görünürde gişe yoktu. Filmin gösterildiği salonu asla görmüyordum. Hiçbir yerde afiş mafiş te görünmüyordu. Verilen arada üç beş kişiyle gazoz içiyor gibiydim. Ara diyorum çünkü aklımdan kara tren hızıyla izlenmiş film şeritleri geçiyordu. Bu şeritlerden de yararlanarak o yıllarda seyretmediğim filmleri anlatma alışkanlığı edinmiştim. Tutkulu dinleyicilerim vardı. Yaşça büyük çocuklar uyduruyor lan bu falan diyorlar, ama sonra yeni film var mı diye de sormadan duramıyorlardı. O sıralarda sokaklar bizimdi. Bütün gün eve kapanıp bilgisayarlarda oyun oynayan yaşıtlarımızın belirmesine daha 30 yıl falan vardı. En az 100 film anlattım güdümlü doğaçlamayla. On beş yaşı civarında hormonal gelişmelerin de itmesiyle bu hobim başka alanlara yöneldi. Eski
arkadaşlarım bazen hâlâ bu filmlerin bahsini eder. Kayıp sinema peşimi hiç bırakmadı. Yirmili yaşlarda o yere ziyaretlerim iyice seyrekleşmişti. Otuzlarda nadiren hatırlanan bir karakter kazanmıştı. Yılda bir kez bile uğramıyordum sinemama. Sonraki yıllarda koptuğumu hatırlamadan kopmuşum sanırken, periskopunu bilinç alanıma uzatıverdi. Maişet motorunun aksamlarını yağlayarak zaman defteri dürmekteydim herkes gibi ben de. Düş kırpıntılarım seyrettiğim filmlerde parça olarak belirmeye başladı. Rüyalardan dışarı taşmıştı. İster evde, ister misafirlikte ya da sinema salonunda, ne izlersem izleyeyim birden o pırıl pırıl aksamlı büfeyi, benzersiz bakışlı insanları görmeye başladım. Başkalarıyla beraberken de olması ilginçti. Diğerlerinin bunu görmemesi ise sıkıcı. Neydi gerçekten? Beyin kimyasının azizliği mi? Hafifçe tırlatmanın kibarca söylenişi yani. Benim gibilerin hatırlamasıyla varkalan bir yapı mıydı acaba diye de düşündüğüm oldu. Dışarıdan tasallut. Zeka ehli görüntüler. Film seyretmeyi deli gibi sevmenin yarattığı bir tutku döngüsü mü? Korkunç değildi, bir tehdit algılamıyordum. Tamamiyle dahil olamadığım bir bilinç aşaması diyeceğim geliyor. Diğer yandan kim on üç yaşındaki halini o barın arkasındaki aynada görmeye devam etmek istemez. Günlük hayatın, standart aymazlıkların, sonu gelmez çatışmaların bayıltıcı tekdüzeliğinin arasından fışkırmış gizem ve nostalji
yeri olup çıkmıştı kayıp sinemam. Böyle hevesle geri gelişini neye yormalıyım acaba? Eskilere özlemin kışkırttığı bir eylem? Evrendeki kayıtları tutan merkezden minik bir sızıntı? Neden olmasın. NOT: Kemeraltı’nda muhtemelen hiçbir zaman varolmamış bu kayıp sinemayı aramaya devam etmekteyim. Benzer deneyime sahip olanlar bana yazsınlar lütfen.
20
Handan Kalsın Uyanış İnsan bir hasta iken Uyanıyor dünyaya Bir yasta iken Şu bir damlacık canı Sırçadan tasta iken Mutlu bir ölüm Öyle sıkı sarıl ki sevdiğine Azrail geldiğinde ikinizi tek beden sanıp Birlikte götürsün... Başka bir söz söylememe gerek yok Sever isen mutlu mesut ölürsün.. Ağrılarınızı Seviniz
Bir dikişte bitirdikten sonra Hala bir şey yokmuşcasına Rol kesip duruyorsun dimdik Hakettiğin mi? Sana az bile demin attığım çimdik Devir uyanmak devri Hayyam da toprak oldu unutma Ve yaşama böylesi fevri Dedim ya Sen adamı katakulliye getirirsin Asabımı bozma Düşeceksin mecalin yok Yüzünde saklayamadığın bir neşe Hoop sıçratıyorsun dikkatli işe Gece gece şehrin orta yerinde Sen ben ve bir kaç kedi Hangi akla hizmet böyle bir halt yedi Bilmem ki..
Her ağrı Bir çağrıdır aslında Yaşama ve ölüme Tükenmişliklerin Paslı aynasından Çivisi çıkmış dünya Belli belirsiz görünür Her ağrı Bir çağrıdır aslında Hayata tutunmanın Sevecen hallerinin Şiddetlice dokunuşudur En uzak iklimden En yakın iklime uzanan Bir dünya gerçeğidir Çağrı üstadıdır Erken uyarı sistemidir Ağrılarınızı seviniz Çağrılarınızı sevdiğiniz gibi Sizi ölüme ve yaşama hazırlayan odur Bilmem ki Katakulliye getiriyorsun adamı Sen yokmusun sen Bu ne hız yahu Fren yap fren Karanlığın bu vaktinde Buz gibi köpeköldüreni
21
Sadık Yemni İDEAOT Bu deyimi ilk kez 2003 yılında yayımlanan Çözücü adlı kitabımda kullandım.
hatta biraz da soyutun güzelliğinin doğurduğu aşk anlamına türettim. İdeaot’a giden yolun iki öncül basamağı vardı. Robot ve Biot.
Ahmet, “Haklısın. Çevrene bir bak.
Robot: Robot kelimesi ilk kez Çek yazar Karel Čapek tarafından evine döneceğimi sanmak. Nalan falan 1920’de yazdığı Rossum’s Universal yok. O ev yok. Hepsi bir film dekoru. Robots adlı tiyatro oyununda İdeaot’uz biz. Biot bile değil.” kullanıldı. Çekçe robota kelimesinden Güven, “Bilincin peki?” yararlanmıştı. 1933 yılında Karel Ahmet durakladı. “Bir ara Čapek bir arkadaşına yolladığı bağımsız, kendi kendini mektupta robot kelimesini kardeşi kurabilen, Josef’in uydurduğunu yazmıştır. kendinden Asimow’un yazdığı öyküden taşarak büyüyen yapılan I Robot, Robocop ve yayılan bir A.I, Artificial Intelligence, yapının Star Wars filmleri en içinde ve tek tanınmış robot filmleri sahibi olarak tarihe geçti. Ben olduğumu nedense en çok I sanmadım değil. Robot’u severim. Senin plan dışı, The Alan Parsons ruh dediğin şeyi Project 1977 yılında hissettim. Yanılsama. I Robot adlı bir Program dışı bir etken albüm (diğer adı da a yani. Sır falan yok. Tek sır biziz. Bizleriz. Her view of tomorrow through the neysek o olacağız eyes of today’ di) çıkarmıştı. Bence yeniden. Görüyorsun, sen hariç tüm albümlerinin hâlâ en iyisidir. herkes böyle düşünmekte.” Biot: A.C. Clarke, 1973’de “Bu mutlak doğru olsaydı, aramızda yayımladığı Rama’yla Randevu adlı çocuklar ve yaşlılar olurdu. Günler kitabında biyolojik robot olan 1,2,4,8,16,32 şeklinde uzamazdı.” biotlardan söz eder. Bunlar organik “İdeaot’uz başka bir şey değil.” malzeme dolu bir denizden türüyorlar, “Yanılıyorsun Ahmet. Kofti bir özden tamirat, yedek parça temini, teknik harika bir sonuç çıkarma makinesinin bakım, temizlik vb. gibi görevleri içersindeyiz. Figuran kalmamız şart değil. yerine getirdikten sonra bu mini Ruh soyutun güzelliğinin doğurduğu denizde çözülüp gidiyorlardı. aşktan türemiş olabilir pekala.” Sadık Yemni, Çözücü, Everest Oysa bütün sonsuz değişkeleriyle yaşam Rama’ya gelmişti. Eğer bu biyolojik yayınları, 2003 Değişim üzerimize kapanıyor. Ödünç aldığım belleğin oyunuymuş Nalan’ın
robotlar canlı değillerse, çok iyi birer taklit
İdeaot’u otomatize edilmiş idealar, düşünceler, tasavvurlar ve
‘Biot’ kelimesini kimin bulduğunu kimse bilmiyordu. Sanki bir anda kendiliğinden ortaya çıkmış ve herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu duruma göre ana girişte Pieter, şef Biot gözcüsü oluyordu. Ve onları inceledikçe bazı davranışlarını anlamaya başladığına inanıyordu.
Arthur C. Clarke, Rama’yla Buluşma, İthaki yayınları,1999 İdeaot: Tasavvurlardan yapılmış, düşüncelerden örülmüş robotvari sistemler, simülasyonlar için bir sözcük ararken parmaklarım 2003 şubatında ansızın İdeaot yazdı. Sezildemliğim, İdeaot’un bir kez kurulduğunda tüm evreni, evrenlerin tümünü birbirine bağlayan mana köprüleriyle eklemlendiğini fısıldıyor. Evren denen matrix’in içinde olmak, bu tür bir tasavvurhanenin, düşomatın, hayalmatiğin azası, bileşeni, parça buçuğu kesilmek çok katmerli bir gerçekliğe açılan sayısız eşiklere de yakın durmaktır o halde. İnanılmaz derecede muhteşem bir bütünün bitmez tükenmez tünelleri, salkım saçaklı kabul salonları ve de en önemlisi sayısız farkındalık düzeyleriyle tanışmaya davetliyiz. Önce dünyanın şu anda kırılmış ve durmuş olan merhamet zembereğini onarmamız, sonra da yeniden kurmamız gerekiyor. NOT: Düşomat ve hayalmatik Stanislaw Lem’in ünlü Phantomat’ı için türettiğim sözcüklerdir.
oldukları ortadaydı.
22
Sinan Tabanlı Metâdan Pranga Yalnızlık ve acı. Birbirilerine kenetlenmiş iki element. Issız bir sokakta karşımıza çıkması muhtemel iki dost. Doğumda ve ölümde yanımızdan ayrılmayanlar. Herkesin terkettiği anda soğuk teselliler veren dert ortaklarımız. Sevgiliye susatan hasretlerde tepedeki yakıcı güneş. Her yanımıza mahrem hoşgelmiş iki yüce yandaş, insanlık yollarında iki kadim dost... Yetişirken, aile ve toplum bireyi olunduğunda, hayatın her alanında işlerlik gösterirken insan; daima kendiyle aynı formda canlılarla yaşamak zorundadır. İnsan içine ilham edilmiş her duygu ve latife, kromozomlarına kodlanmış her huy, hacmi çeyrek metreküplük bedenine yerleştirilmiş her organ, kendilerine mahsus maddi ve manevi ihtiyaçları gereği mütemadiyen birilerine ya da birşeylere bağlanması iktiza ediyor. Geçirilen her dakika, yaşanan her saniye 'acıkan bu duyuları nasıl doyururum'un planlarını kurmakla geçiyor. Dünya denen garip mekanda yokluktan varlık alemine
buyur edilen insan, varlığı devam edip durdukça, menfi-müsbet her duyusunu sonuna kadar tatmin etmeye çalışıyor ve devamlılık için bitmez bir enerji ile saldırıyor. Biyolojik gereksinim olan yeme-içme, bedensel rahatlık, zihinsel duruluk herkes için standart olarak en önde gelenlerden. Şahıslara göre opsiyonlu olarak hep kazanan olma hırsı, yüksek egoyu tatmin etme, kibir, güzel olabilme kompleksi, zenginlik hastalığı, gösteriş ve karizma yapma çabası gibi seviyesi düşük hasletlerden tutun da cesaret, aşk, davaya sahip olma, yüksek karakterde insan olma çabası, merhamet vb. gibi geniş bir yelpazeye yayılan farklı farklı, doyurulması elzem duygu ve donanımlara sahiptir insan.
unutkanlık, tabir-i diğer gaflet. Bir gün aynaya bakarken 'sahi ben kimim? sahiden ben kimim yahu? neyim ben?' diye sormamışızdır çoğumuz. Varlık sebebimizi, yaşam gayemizi aklımıza getirmeyen bizleriz, akıl mantık yönünden hayvandan farklı olduğumuzu iddia eden yine bizler. 24 saat, devir daim etmesi bakımından insana uygun yegane zaman kılıfıdır. Bu süre içinde tekrar başa döner ve rutin işlerimizi yapmaya koyuluruz. Sabah kalkıp kahvaltı yapar, işe ya da okula gider, dünya ve içinde kurulu ne kadar düzen varsa bizim çapımıza uygun olanına riayet ederek gerekliliklerini yerine getirir ya da getirmeyiz. Geniş bulduğumuz dar ve çıplak dünyamızda gerçeklerden ne kadar da uzak olarak koşarız ölüm vaktine doğru. Yaşadığımız çevrede, Arkamızdan sabit bir süratle kendi dünyamıza o kadar itekleyen zamanın hiç sımsıkı sarılıp durmayışı, hatta hızını bağlanmışızdır ki, bir gün kesmeyişi bizi öyle bir gaybden biri çıkıp gelse de yanıltır ki, düşünmeye elinde bir ekran, 'bak bu sevkedildiğimiz anlarda sensin, senin öte taraftaki bile, akıl ekranına halindi' dese bile gözlerimizi yazdığımız anlık fikirleri oğuşturup hayal durmadan silerek bizi gördüğümüzü düşünürüz. sürekli kaotik bir planda Mayamıza en fazla dozajda bırakır. Anlaşılması en zor katılan element olsa gerek olan, hatta imkansız olan bir
olgudur. Kavga edip de hiçbir zaman galip gelemeyeceğimiz yegane rakiptir belki de zaman. Çünkü onunla yarışırken bile onun lehine işlemektedir kendi varlığı. Her yerde ve her mekandadır o. Bu durumun negatif etkisi bizi onunla uğraşmayı bıraktırarak yine dünyaya sürüklüyor. Kendi içimizde, bildiğimiz 3 boyutlu mekana döndürüyor bizi. Kolay olana, karmaşık görünüp basit olana indirgiyor seviyemizi. Farketmesek de bizi, yüzümüze bile bakmadan ve kişi ayırd etmeksizin aşağılıyor bilge bir tavırla. Ne yapmamız gerek? Yenilip durmaya ve kaybetmeye mahkum insanoğlu, etrafını 3 yerden saran kalın zincirleri nasıl parçalayıp atabilir? Nasıl olur da normal olanı aşıp görünmeyeni ve ötesini keşfedebilir? Tatmin ettiği duyularının üzerinde bir über-ortama nasıl varabilir? Koşmaktan yorulan ve ancak bunun farkına varabilen kimse delebilir işte bu zalim çeperi. Çare arayıp da çareyi 'bir şey aramamak' ta bulmayı deneyen kimse. Menziline 23
elle tutulabilen planda ulaşmayı hedefleyen kimse değil de, hedefine varmayı kendi içinden geçerek isteyen insandır, işte o yolcu. Yalnızlığın ve terkedip gitmeyi istediği bedeninin cesur ve takdir edilesi savaşçısı. Aklı ile değil de, yalnızca kalbi ile. Gözlerini yumup tekrar açtığında kendisini buradan hissetmeyen, çelme takan tüm maddi çengellere çalım atıp kendini birliğin serin ve derin sularına bırakıp giden, arkasına bakmadan, mana aleminin o yumuşak, narin ve incitmeyen kumaşında kendisini arayan insan. Kopup geldiği yere doğru ağır ve paslı bedenine rağmen süzülen ruh. Varlığın dördüncü ana renginin frekansını yakalayıp onun kanatlarına tutunan güzellik. Yaşasın farkındalığın ruhları !
İsmail Polat Köyümün Çocuğu Boyu bir metre yirmi santim Boynunda bir çanta Yüz kırk beş santim İçinde kurumuş bir saç ekmeği bir şişe içinde ekşimiş ayranı Azıklık için tam on iki saat lığına tam dokuz yaşında köyümün çocuğu Böyle büyüyecekti o artık Doğduğuna suçluydu sanki Doğuranlar ona bakmadan Eğitim aş,iş vermeden Kendilerine bakmak için yapmışlardı Gözleri pıldır pıldır geleceğe bakan Dudakları susuzluktan kuruyan Midesin açlıktan zil çalan Beş koyun, bir inek
iki öküzü beş eşek Bir atı korkak bir köpekle onlara bakıcı köyümün çocuğu Lüks iki araba yarım saat aralıklarla Çıkageldiler oralara farklı politikalarla Anırdı eşekler koştu katıra böğürdü öküzler girdi tarlaya havladı köpekler kuyruk kıstılar meledi koyunlar koştu kuzuya kişnedi o aygır koştu kısrağa seğirtti öküze durdurmak için dolaştı çantası ayaklarına Düştü yerlere köyümün çocuğu yarıldı kafası
24
Atilla İpek Takkeli Azrail Kemal yattığı yerden etrafına bakındı. Son birkaç saat içinde olanları pek hatırlamıyordu. Kalp krizi geçirdiğini, eski hemşire olan karısının durumu erken farketmesi sayesinde hastaneye vaktinde yetiştirildiğini öğrenmişti. Etrafta bir koşuşturma vardı. Ama o sadece tekrar atmaya başlamış kalbini dinliyordu. Ağrıyla atan kalbi dışında hiçbirşeyi duymuyordu. Kurtulduğuna mı sevineceğini, az daha ölüyor olduğuna mı yanacağını bilmiyordu. Çok şükür hastaneye yakındı evleri. 'Hayret yahu' diyen karısının sesini duydu kapının eşiğinde. Hemşirelerle konuşuyordu Sevda. 'İnsan, ellisine basmadan ikinci kalp krizini geçirmesi için ancak bu kadar çaba gösterir. 'Bırak' dedikçe yükleniyor sigaraya'. İki yıl önce Rotterdam'da kalp krizi geçirdiğinde de Sevda vaktinde farketmiş ve kurtarmıştı hayatını. Ama bu sefer İzmir'de aynı tehlikeyi atlatması hem ikinci kez olduğu için hem de Türkiye'de olduğu için daha çok korkutmuştu Sevda'yı. 'O kadar söyledik şu sigarayı bıraktıramadık. Her seferinde ucuz atlatacak diye bir kural yok ya!' diye söyleniyordu... Kemal, yattığı yerden koridora dikti gözlerini. Kafası karmakarışıktı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Kapının eşiğinden takkeli,
bahsetmezler. Ama ölmeden söylemek, anlatmak istediğim çok şey var! Hep ertelediğim sözler, açıklamalar, hikayeler ve nasihatlar oldu. Demek kısmet şimdiyeymiş. Ertelememek gerekirmiş. Sizleri yurt dışında yetiştirmek bizim için hiç kolay olmadı. Yaşadığımız iki hayatın hangisinde size nasıl bir yük vereceğimizi Sevda istemeye istemeye zaman zaman bilemedik. hemşireden birkaç bloknot Anneniz ve ben hep ‘yeni sayfası ve bir kalem buldu ve Kemal'e verdikten sonra hayatımızın’ bize getirdiklerine açık olmaya tekrar kapının orada çalıştık. Hem tam bir birşeylerle meşgul olan Hollandalı hem de tam bir hemşirenin yanına sohbet Türk olmanız için bazen etmeye gitti. Arada bir de sizlerin omuzuna iki hayat Kemal'e birden yükledik. Biliyorduk bakıyordu. zor olduğunu, biz bile Kemal, becerememiştik bunu. Biz, yılgın vücudunu kendimizi biraz Hollandalı hissettiğimizde başkaları biraz bize durumun böyle olmadığını sıkça hatırlattılar. Alışamadı bizim kuşağın Hollandalıları bizlere. Ama siz öyle değildiniz. Hollandalısı, Faslısı, Surinamlısı hep birlikte aynı sıralarda büyüdünüz. Siz kendinizi önce Hollandalı hissettiniz. Sonra Türk. doğrulttu. Türkçeye hayatınızda pek Yanındaki masanın hiç ihtiyacınız olmadığı halde sizlerle evde Türkçe üstünde duran boş tepsiyi daha alıp elindeki kağıtların altına konuşur, konuştururduk. da ciddi bir Öğrenin diye. koydu ve hiç düşünmeden ifade vererek, 'sakın gülme yazmaya başladı; Babaannenizle, ama, bana birkaç boş kağıt büyükbabanızla ve kalem bul' dedi. Sevda anlaşabilesiniz diye. ağlamaya başladı. Türkiye'ye gittiğinizde 'Canımdan çok sevdiğim kendinizi yabancı evlatlarım, hissetmeyin diye. Pek -Vasiyetini yazman için daha Lafı çok uzatmayacağım. istemediniz ama biz sizi çok zamanın olacak Bilirsiniz, babalar zorladık. Kusura bakmayın hayatım, şimdi duygularından pek dinlenmelisin. Beynini siyah ceketli, ince bıyıklı yaşlı bir amca ikinci kez çıkışa doğru yürüdü, kapının önünden geçerken de yine Kemal'a dikkatli dikkatli baktı. Kemal adamın son derece normal görüntüsüne rağmen her geçişinde ürperdiğini hissetti. Hem de nasıl ürperme. Bütün tüyleri ayaklandı onu terketmek istediler. Ürpertinin kulaklarından kanıyla birlikte yukarı doğru yürüdüğünü hissetti. 'Bu adamda bir uğusuzluk var dedi' kendi kendine. 'Azrail mi yoksa bu adam? Yarım bıraktığı işi bitirmek için fırsat mı kolluyor?' Sevda'ya seslendi. Yanına gelen Sevda'ya yüzüne
boşalt, rahatlamaya çalış. -Hayır Sevda, Azrail hala buralarda, az önce geçen takkelinin kılığında fırsat kolluyor, gitmedi biryere. Lütfen bana kalem ve kağıt bul. Hollanda'daki çocuklara bir mektup yazmak istiyorum, vasiyet değil.
25
artık, bahaneyle bir dil öğrendiniz.
serzenişlere rağmen sana daha çok ilgi verdik. Teoman genelde daha kendi halindeydi ve bize daha az Kısa kesmeliyim, azrail yük oldu. Ne ‘futbola buralarda. Yaptığım yazılacağım’ diye tutturdu, şeylerden hep gurur ne de dans derslerine. duydum. Ama şimdi itiraf ediyorum; birçok şeyden de Haftada üç gün senin derslerine ve sporuna pişmanım. Bunu kendime koştururduk. Teoman'da bile hiç itiraf etmedim. Bir bizimle. Ona rağmen hep sürü şeyi de açıklama bize karşı cephe aldın, seni ihtiyacı hissediyorum. Ancak buraya sığmayacak, sevmiyormuşuz duygusunu bir çoğu da şu anda aklıma bize pohpohladın. Oysa biz hiçbirzaman ayırım gelmiyor zaten. Ama her yapmadık. Teoman'la daha şeyden önemlisi, bir sürü şeyi yaşadığıma mutluyum. az atıştığımız doğrudur, çünkü o uyanıktı. Sınırlarını Sizlerin varlığı beni ömrüm senin kadar zorlamazdı. İşin boyunca hergün tekrar keyfi kaçınca çaktırmadan tekrar mutlu etti. Sizlere dümeni kırardı. Biz sana baktıkça iç çektim, sizlere sevgiyle yaklaştıkça sen sahip olduğuma şükür daha fazla ilgi istedin. Sen ettim. Eskiden her gece yatmadan odanıza girer, sizleri uzun uzun koklaya koklaya öperdim. Siz uyurdunuz ama bir şekilde 'iyi geceler' öpücüğünün benden geldiğini bilirdiniz. Teoman'ın Utrecht'e öğrenci yurduna çıktığı gün eve bir sessizlik çökmüş bütün akşam Sevda'yla karşılıklı oturmuş, durmadan içimizi çekmiştik. O da gidince evde hiç çocuk kalmamış, çok hazırlıksız yakalanmıştık. Hiç de alışamadık aslında.
bil' demeyi bıraktım. Anlamıştık. Sen 'başkaydın'. Seni öylece kabul ettik, seni hiçbirzaman daha az sevmedik. Lütfen oğlum! Annene artık deskek ol, olamasanda, üzme onu. Artık onun bensiz devam edeceğini, bunun onun için zaten çok ağır olacağını unutmayın! Teoman, oğlum! Seni de çok sevdiğimizi hep bildin. Abin basketbola gidiyor da zamanımız yetişmiyor diye futbola yazılamadığını hiç takmadın, ya da bize belli etmedin. Hiç sana yeni bir bisiklet almadığımıza kırılmadın. Abinin bisikletlerini, bilgisayarlarını zevkle devraldın. Abinin kıyafetlerini giymekten
Sertan, seninle çok tartıştık. Seni çok azarlardım. Çünkü, senin, benim sevmediğim huyların vardı. Kendimden bilmediğim. Ya da öyle zannederdim. Alışmam gerekti. Karakterlerimiz aslında çok benzerdi birbirine. İkimizde çok baskındık. 'Benim dediğim olsun' isterdik. Biraz geçte olsa değişmeye çalıştım. Senin karakterini kabul ettim. Seni şımartmak istemezdik, ama ne istersen de yaptık. Hatta Teoman'ın farkına varmadan yaptığı
onbeşine geldiğinde, sana 'sahip olduklarınla mutlu olmasını
gocunmadın.
Abinin oyuncakları, bilgisayar oyunları herzaman güzeldi senin için. Belki sen de birşeyleri içine attın. Kusurumuza bakma oğlum. Birbirinizi ne kadar çok sevdiğinizi biliyoruz. Size karşı en çok önem verdiğimiz şey adaletli ve eşit olmaktı. Bazen belki bilmeyerek bunu beceremediysek kusura bakmayın. Sizden de tek bir ricam var. Birbirinize ve annenize karşı adil olun, bencillik etmeyin. En kötü gününüzde yine birbirinize ihtiyacınız olacak...'
Sevda, hemşireden yapılacak testleri ve gelen sonuçlar hakkında bilgi alıyordu. O ara biraz ileride aylak aylak dikilen takkeli amca onların yanına geldi ve telaşlı bir bakışla 'hastanız fenalaşıyor galiba' dedi. Sevda ile hemşire Kemal'e bakmalarıyla ona doğru koşmaya başladılar. Hemşire biraz ilerideki hasta bakıcıya bağırıp Berke beyi çağırmasını isterken yatağın üstünü ve etrafını boşaltıyor bir yandan da kaskatı kesilmiş Sevda'yı kapıdan dışarıya çıkartmaya çalışıyordu. Sevda dışarıda ne düşüneceğini bilemeden donmuş kalmışken içeriye bir sürü beyaz gömlekli insan koşuştu. Ne kadar geçti bilmiyordu. Doktor Berke dışarıya çıktı ve Sevda'ya 'Kemal beyin vakti daha dolmamış' dedi. Kemal'e vaktinde müdahele etmişler kurtarmışlardı. Sevda tekrar içeri girdi. 26
Kemal yarı baygın yatıyordu, önden üst dişinin olmadığını gördü. Hemşire 'kırmamız gerekti' dedi, özür diler gibi. 'Ağzını açamadık, mecburen bir dişini biraz da kırarak çektik'. Olsundu. Sevda, Kemal'in yaşadığına şükrediyordu. 'Bu arada' dedi hemşire 'o takkeli amcaya da bir teşekkür borcumuz var'. Sahi! neredeydi takkeli amca? Sevda, onun kim olduğunu sordu ama hemşireler bilmiyorlardı. 'Üstelik Kemal de adama kıl kapmıştı' dedi Sevda. Kemal'e kocaman bir öpücük verdi.
*** Kemal en sonunda uykuya dalmıştı. Sevda hastanenin bahçesine çıkıp boş bir bank bulup oturdu. Türkiye'ye geleli daha birkaç gün olmuştu. Arabayla gelmişlerdi. Üç yorucu günün ardından İzmire gelmişlerdi. Sıcak güneş yüzüne vurunca gözlerini kapattı ve bir iç çekti. Bir haftadır dinlenme fırsatı olmadığını farketti. Üç gün boyunca hayaller kurmuşlardı. İlk iş Kemeraltı'na gitmek olacaktı. Sonra her sene gittikleri lokantada Ödemiş Köfte yiyecekler. Akşam Kordon'da fayton turuna çıkacaklardı. Karşıyaka'ya da gideceklerdi. Eve gelince, evin köhne, küf kokulu itici hali canlarını sıkmış, birkaç gün temizlik yapmışlardı. Bir yılın birikmiş tozunu ve küfünü almak günler almıştı. Daha yeni yeni yerleşmişlerdi.
Evde olmak, Kemal'inin yanında yatağa uzanmak derin bir uyku çekmek geldi içinden. Gözlerini açınca ileride çöp tenekesinin yanında sigara içen takkeli amcayı gördü. Hemen yanına koştu.
-Size teşekkür edemedik, uyarmasanız belki geç kalacaktık. -Onun daha vakti gelmemiş demekki, biz de aracı olduk sadece. -Sizi Allah göndermiş! Sizin için yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin. Bu hastanede çok tanıdığım vardır. -Ssağol kızım. Bazen tanıdıklar fayda etmez... Takkeli adam, sol eliyle Sevda'nın omzunu okşadıktan sonra tekrar hastaneye doğru yöneldi. Sevda'nın omuzundan başına ve saçlarına doğru bir ürperme yürüdü. Dalgınca az önce oturduğu banka geri döndü ve dalgın dalgın oturdu. Biraz sonra kendine geldiğinde oturduğu banktan kalktı ve Kemal'e bakmak için hastane kapısına yöneldi. O arada uzaktan Takkeli'nin hastane kapısından çıkıp bahçeye, çıkış kapısına yöneldiğini gördü. Huzursuz oldu, ne var dı bu adamda? Adımlarını hızlandırdı. Kata çıktığında beyaz önlüklüler ordusunun Kemal'in odasını terkettiğini gördü. Koşmaya başladı. Odaya girdiğinde sadece Berke bey ve hemşire Kemal'in yanında dikiliyorlardı. Hemşire 'bir şeyler yazıyordu, sonra yine fenalaştı. Herşeyi denedik
ama maalesef bu sefer kurtaramadık' dedi. Sevda'nın boğazına birşeyler dolandı, ne konuşabildi ne ağlayabildi. Yatağın yanına çöktü Kemal'e baka kaldı. Yerde birkaç bloknot sayfası gözüne ilişti. Eline aldı kağıdı. Az önce Kemal uyurken gizlice okuduğu mektuptu. demek ki Kemal mektubu bitirmişti. '..... Ah ah! o kadar çok şey var ki yazacak. Aklımda elli tane özür, izahat, nasihat birbiriyle yarış ediyor. Hiçbirine vakit yok. Takkeli azrail yine dolaşmaya başladı. Saatine bakıyor. Ben en iyisi bu mektubu bitireyim. Hiç birşeyi anlatamadan, açıklayamadan, söyleyemeden.
Hollanda'ya götürün ve oraya size yakın bir mezarlığa gömün. (Ölüm günlerimde değil) doğum günlerimde mezarıma ziyarete gelirsiniz.
Teoman, fatiha okuman gerekmez, yeterki gel oğlum, izin verirlerse oralarda biryerlerde bekliyor olacağım...
Sevgili karıcığım, sevgili çocuklarım, Kendinize ve birbirinize iyi bakın, bozmanın kolay, tamirin zor ve zaman aldığını unutmayın. Hiç bir duygunuzu, fikrinizi, sevginizi, nasihatınızı ertelemeyin, saklamayın. Hayat, hiçbirşeyi yarına bırakmayacak kadar kısaymış! Sizleri seviyorum. Tek bir ricam var: beni de 27