bi rd ns anı üş üni
Bi r az daha kor kt unuz ş i mdi , bi r az daha bat t ı nı zbat akl ı ğı nı z a.S i z l e r ibi rbombakadar y ür e ks i zy apani nanç l ar ı nı z ı n, i de ol oj i ni z i nbi r ke zdahanemalol duğunuç ı kar dı nı zor t ay a. Uş akl ar s ı nı z ,di z gi nl e r i ni z it ut anl ar ı ne l i nde pat l ay ac ak ol an düş ünc e bombal ar ı mı zs i z i s ons uz kar anl ı ğı nı z da boğac ak.Ay dı nl ı kl ar ı kapat amay ac aks ı nı z . Ahme tTane rKI ŞLALIgi bi i ns anl ar ı ndüş ünc e l e r igüc ümüzol ac ak.
ODTÜ ATATÜRKÇÜDÜŞ ÜNCETOPLULUĞU
bir düşün insanı 1939 -
8
AHMET TANER KIŞLALI
ODTÜ ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE TOPLULUĞU 2012
İçindekiler Önsöz
4
Yitirdiklerimiz
5
Atatürk Diktatör müydü?
9
24
BÖLÜM I: KISLALI’DAN YAZILAR .
Evet, Atatürk Suçludur!... Bir “Diktatör”e Saygılar! İntihar Eden Devlet! Kadınsız Demokrasi
27 34
12
37
15
40
18
43
21 bir düşün insanı
AHMET TANER KIŞLALI
“Pülümür’ün Yaşsız Kadını” Seçimsiz Demokrasi
Sürü müyüz, Ulus mu? Terör ve Demokrasi...
“Yüce Türk Milleti Önünde...” Kemalizm Nedir?
.
BÖLÜM II: RÖPORTAJ VE ANI Dolunay KIŞLALI ULUÇ
Vatansever Bir Mücadele Adamı
65
Bir Karıncayı Bile Ezmezdi
69
Gençlik Onun İçin Gelecek Demekti
74
Nilüfer KIŞLALI
Tevfik KIZGINKAYA
Prof. Dr. Çiler DURSUN
Ahmet Taner Kışlalı Anılarından 77 Birkaç Not Sıtkı ULUÇ
82
60 76
85 85 86 87
55
88 92
Altan ÖYMEN
Prof. Dr. Suna KİLİ Rutkay AZİZ Hıfzı TOPUZ
Prof. Dr. Şerafettin TURAN Işık KANSU
Barış KÜTAHYA
96 BÖLÜM IV:FOTOGRAF ALBÜMÜ (
Çok Güçlü Bir Işık Kaynağı
BÖLÜM III: KISLALI’YI ANLATTILAR .
bir düşün insanı
AHMET TANER KIŞLALI
AHMET TANER KIŞLALI
ÖNSÖZ Aydın, çağın ve insanlığın sorunları üzerine düşünen ve sahip olduğu bilgi birikimi ile gerçekleştirdiği analiz ve değerlendirmeler sonucu bu sorunlara çözümler üretmek için gerektiğinde politik eylemde bulunan insandır. Bu nedenle insanlığı ilgilendiren her konu aydınların da ilgi alanına girer. Aynı zamanda, tarih boyunca aydınlarına sahip çıkan ve önemli filozoflar yetiştiren toplumların katettiği yol ve geçirdikleri dönüşüm, aydınların toplumlar açısından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Türk Devrimi de Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, aydın bir kadro ile gerçekleştirilmiştir. Bu kadronun gerçekleştirdiği devrimler sonrasında Türk toplumu da dünya sahnesinde onurlu milletler arasındaki yerini almıştır. Yine bu kadro, Türk Devrimi sonrası cumhuriyet değerlerine bağlı yeni nesiller yetiştirmeyi görev bilmiş ve önemli ölçüde de görevini yerine getirmiştir. Ancak genç Cumhuriyet’in yetiştirdiği aydınlarımızın bazıları bugün hala hayatta iken bazıları ise süreç içerisinde hain suikastlara kurban gitmiştir. ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak yitirdiğimiz aydınlarımızın rehberliğinde Atatürk’ü ve ideolojisini daha iyi tanımak ve tanıtmak amacıyla 24 yıldır
4
özveri ile çalışıyoruz. Yaptığımız çalışmalardan biri olan “Bir düşün İnsanı: Ahmet Taner Kışlalı” başlıklı kitapçık ilk olarak Kışlalı’nın 12. ölüm yıldönümünde gerçekleştirdiğimiz etkinlik sürecinde proje olarak tasarlandı. Üzerinden bir sene geçtikten sonra ölümünün 13. yıldönümünde bu kitapçığı sizlerle paylaşmaktayız. Kemalizm’in yılmaz savunucusu Ahmet Taner Kışlalı için hazırladığımız kitapçığımız, Kışlalı’nın 90’larda yazdığı ancak günümüz sorunlarına da çözümler sunan yazılarından, yakınları ile gerçekleştirdiğimiz röportajlardan, değerli gazeteci, yazar, sanatçı ve akademisyenlerden Kışlalı için aldığımız yazılardan ve fotoğraf albümünden oluşmaktadır. ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak “Bir düşün İnsanı: Ahmet Taner Kışlalı” başlıklı kitapçığımızı sizlere sunarken, Kışlalı ve yitirdiğimiz diğer aydınlarımızdan aldığımız mektubu yeni nesillere iletmek için 24 yıldır olduğu gibi aynı heyecan ve inançla çalışacağımızı belirtmekten onur duyarız.
Onur KARAKUŞ ODTÜ ADT Yön. Krl. Bşk. Ekim 2012
bir düşün insanı
YİTİRDİKLERİMİZ
Ne yazık ki siyasi kadrolar bu cinayetlerin üzerine yeteri kadar gitmemiş ve katliamların arkasındaki asıl güçler cezasız kalmıştır. Yıllardır devam eden davaların sonuçlanamaması, hükümetlerin bu konudaki umursamazlığını göstermiştir. Ayrıca gösterilen bu tutum, hukuk devletine olan güveni azaltmış ve bizleri hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu cinayetler Türkiye’deki Atatürkçü, laik, demokrat tüm çevrelere karşı gerçekleştirilmiştir. Aydın katliamları üzerinden Atatürkçü çevrelere gözdağı verilmek istenmiş, bu yolla halkın susturulacağı düşünülmüştür. Fakat şunu belirtmeliyiz ki aydınları öldürerek Atatürk Devrimi’nin kazanımlarını yok edeceklerini sananlar ve halkı sindirebileceklerini düşünenler büyük bir yanılgı içerisindedirler. Çünkü onlar ne bu ülkenin çağdaşlaşma projesinin büyüklüğünün ne de aydınlarımızın kalplerdeki yerinin farkındadırlar. Onların fikirleri hala nefesimizdedir. İnandıklarımızın peşinden gitmeyi onların kitaplarından öğrenmiş olan bizler, aydınlarımızın düşüncelerini yaşatmaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya devam edeceğiz. Bizler onların değerlerine sahip çıktıkça Aksoylar, Üçoklar, Mumcular ve Kışlalılar ölümsüzleşecektir. odtuadt.com
Bir ülke düşünün ki aydınları fikirlerinden ötürü baskı altındalar. Tehdit ediliyor, gazetelerde hedef gösteriliyorlar. Savunduklarını yazmaya devam ederlerse öldürülüyorlar. İşte bu, 90’ lı yılların Türkiyesi’ne hakim olan tablodur. Düşünceleriyle bir döneme damgasını vurmuş Muammer AKSOY’u, Bahriye ÜÇOK’u, Çetin EMEÇ’i, Uğur MUMCU’yu, Ahmet Taner KIŞLALI’yı kaybettiğimiz yıllardaki tablo... Çağdaş ve laik Türkiye karşıtlarının kurdukları bomba düzenekleri ve attıkları kurşunlarla öldürülen aydınlarımız muhalif ve Atatürkçü kimlikleriyle ön plandaydılar. Düşünce üreten ve ürettikleriyle geniş halk kesimlerini etkileyebilen bu insanlar her zaman halkın refahını kendi refahlarının önünde tuttular. Ülkede yaşanan usülsüzlüklere karşı halkı aydınlatmaya çalıştılar. Verdikleri uğraş daha demokratik bir Türkiye içindi. Ülkemizin gerçek anlamda laik ve sosyal bir hukuk devleti olması için yazdılar. Fakat savundukları bu değerler onları tutucu çevrelerin hedefi haline getirdi. Bu yüzden demokrasiyi benimseyememiş, çağdaşlaşmadan korkan bu tutucu güçler tarafından öldürüldüler.
5
AHMET TANER KIŞLALI
Unutmamalıyız ki bugünkü durum da geçmişten çok farklı değildir. Önceden aydınlar öldürülerek toplum susturulmaya çalışılmış, bugün ise aydınlar yıllarca hapiste tutularak toplum baskı altına alınmaya çalışılmaktadır. ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak, haksız yere tutuklamaların ve adaletsiz yargılamaların olmadığı, düşünce özgürlüğünün önüne setlerin çekilmediği bir Türkiye için çıktığımız bu yolda, düşünceleriyle bizlere çok büyük katkılarda bulunan aydınlarımızı saygı ve özlemle anıyoruz. ODTÜ ADT
21 Ekim 2011 tarihinde gerçekleştirdiğimiz Ahmet Taner Kışlalı’yı anma etkinliğinden...
6
Aydınlanma yolunda yitirdiklerimize...
BÖLÜM I: KISLALI’DAN YAZILAR ’
Beni öldürmek kurtuluş mu?
Atatürk Diktatör Müydü? “Hitler döneminin Almanya ve Avusturyasını terk eden 142 bilim adamı, niçin Batı’nın gelişmiş ve varlıklı ülkeleri dururken Türkiye’ye gelmeyi tercih ettiler?”
bir düşün insanı
1919 Versailles Barış Anlaşması yapılırken Alman heyetinde ünlü toplumbilimci Max Weber de vardı. Ve demokrasiden ne anladığını o toplantıda şöyle anlatıyordu: “Demokraside halk, güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder ‘Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin’ der. Artık halk ve parti onun işine karışamazlar.” 1930’lara gelindiğinde Avrupa’da demokratik sayılabilecek sadece yedi ülke vardı. Onların içinde yer alan Fransa da bir süreç içinde hızla faşizme kaymaktaydı. Zaman demokrasilerin aleyhine, baskı rejimlerinin lehine gelişiyordu. Faşizm Türk aydınlarını da etkilemekteydi. CHP Genel Sekreteri Recep Peker, İtalya gezisinin hemen sonrasında, Atatürk’ün partisini de faşist modele göre yeniden yapılandırmak için bir tasarı hazırladı. Herkesin beğendiği bu tasarı onay için önüne geldiğinde, Mustafa Kemal’in gösterdiği tepki ünlüdür: “İsmet Paşa bu saçmaları herhalde okumadan imzalamış olacak!” *** Tarihsel olgular, ancak dönemlerinin koşulları içinde değerlendirildiğinde bir anlam taşırlar.
odtuadt.com
Atatürk Diktatör müydü?
Belirli bir anda belirli bir toplumdaki yönetim biçimi de ancak iki türlü değerlendirilebilir: Ya aynı toplumda daha önce var olan yönetim biçimi ile karşılaştırılarak ya da aynı dönemdeki başka toplumların yönetim biçimleriyle karşılaştırılarak. Bu nedenle de 19 Mayıs tarihine rastlayan bugünkü yazıma, bir tarihçi dostumu konuk etmek istedim. Prof. Sina Akşin’in “Gündüz Ökçün’e Armağan” kitabındaki Atatürk Döneminde Demokrasi incelemesi, Cumhuriyet okurlarının bilgisi dışında kalsaydı, doğrusu yazık olacaktı. Atatürk yönetiminin, kendinden önceki Osmanlı yönetimine göre çok daha demokratik ve çok daha halkçı olduğu ortada. Ama Akşin, o bilineni bir yana bırakıp Atatürk dönemini o dönemin Avrupası ile karşılaştırıyor. Ve şu sonuca varıyor: “Bugün demokrasimiz, Atatürk döneminin attığı, İnönü döneminin pekiştirdiği sağlam temeller sayesinde Atatürk döneminden çok daha ileridedir. Atatürk dönemine göre bugün daha demokratız, ama Atatürk dönemi Avrupa ortalamasından daha ileriyken 1945’ten beri o ortalamanın gerisindeyiz. Mutlak olarak ilerledik, ama Avrupa’ya göre geriledik.” ***
9
AHMET TANER KIŞLALI
Mustafa Kemal, halk tarafından seçilmeyi ve -Özal’dan Demirel’e ağızlar sulanarak düşü görülen- başkanlık sistemini niçin istemedi? TBMM Genel Kurulu, cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olmasını, cumhurbaşkanının (yani M. Kemal’in) Meclis’i dağıtma yetkisine sahip kılınmasını ve başkomutanlık yetkisi taşımasını acaba nasıl reddetti? Hitler döneminin Almanya ve Avusturyasını terk eden 142 bilim adamı, niçin Batı’nın gelişmiş ve varlıklı ülkeleri dururken Türkiye’ye gelmeyi tercih ettiler? Birçoğu dünya çapında olan bu solcu ya da Yahudi bilim adamlarını güç koşullar içindeki bir geri kalmış ülkede on yılı aşkın süre hizmet etmeye iten gerekçe acaba neydi? Atatürk, resmi ya da özel hiçbir dış geziye çıkmadığı halde; dünyanın birçok tanınmış devlet adamını, yoksul bir ülkenin devlet başkanını ziyaret etmek için kuyruk yapmaya iten koşullar neler olabilirdi? İngiliz kralından İsveç veliahtına, Voroşilov’dan Fransız başbakanına kadar, acaba bir diktatörü görebilmek için mi Türkiye’ye gelmişlerdi? Sina Akşin’in de anımsattığı gibi 1920’lerde eski dünyada Avrupalı olmayan ve bağımsız kalabilmiş dört ülke bulunuyordu. Ama Türkiye dışında kalan Çin, Habeşistan ve İran zaman içinde istilaya uğradılar. Mussolini’nin bir demeci, bu ortamda Türkiye’de tedir-
10
ginlik yaratmıştı. Bunun üzerine Mussolini, Türk büyükelçisine hemen şu mesajı verdi: “Türkiye, bu kapsamın dışındadır. Zira bir Avrupa ülkesidir.” İtalyan diktatörün bu düzeltmeyi yapmak gereğini duyduğu koşullarda, 60 yıl öncesinin Türkiyesi, acaba niçin bugünkünden daha Avrupalı sayılıyordu? *** Sorular çok. Tarihsel gerçeklere saygısızlık ederek Mustafa Kemal karşıtlığı yapanların verebilecekleri inandırıcı yanıt ise yok. Üstelik Atatürk sıradan bir liberal demokrasi anlayışına da sahip değildi. Katılımcı-sivil toplumcu bir demokrasiye inandığının somut kanıtlarını vermişti.
Ahmet Taner KIŞLALI (Cumhuriyet, 19 Mayıs 1993)
Evet, Atatürk Suçludur!... “Eğer Türk işçisi, Batı’daki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14-16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa; bunun suçlusu odur!”
AHMET TANER KIŞLALI
Evet, Atatürk Suçludur!... Biz, asıl suçluyu bir kenara bırakıp suçsuzlarla uğraşıyoruz! Evet... Bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk'tür!.. Eğer bugün 60 milyon insanımız, Batı Trakya'daki Türk’ün durumunda değilse, bunun suçlusu odur! Eğer 1923'te, kişi başına düşen ulusal geliri 70 dolar olan bir toplum, şimdi 2700 dolara ulaşmışsa; bunun suçlusu odur! Eğer 1929-39 yılları arasında, bütün dünyada sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de yüzde 96 artmışsa; bunun suçlusu odur! Eğer Türk işçisi, Batı'daki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14-16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa; bunun suçlusu odur! Eğer Türk kadını; yasal olarak erkeğine eşitse; köle değilse, seçme ve seçilme hakkını, Fransız kadınından bile önce elde etmişse; kadınlar bugün Türkiye'de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa; bunun suçlusu odur! Eğer 1923'te Darülfünun'daki öğrenci sayısı 2100 olan bir Türkiye'de, bugün yüz binlerce genç üniversitelerde okuyorsa; bunun suçlusu odur!
12
Eğer açık havadaki klasik müzik konserlerini on binlerce genç izliyorsa; bunun suçlusu odur! Eğer şeyhülislamlar fetva verip Kuran'ın Türkçe basımını engelleyemiyorlarsa; ezanlar düşman bayraklarının gölgesinde okunmuyorsa; bunun suçlusu odur! Eğer bugün Köy Enstitülü binlerce köylü çocuğu, kültür yaşamımıza damgalarını vurabiliyorlarsa; bunun suçlusu odur! Eğer 1923'lerde ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına bir ölçüde yaklaşabilmişse; bunun suçlusu elbette ki odur! *** Atatürk'ün suçları saymakla bitmez. Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların Ankara'yı ziyaret için kuyruk olmalarının sorumluluğu da Atatürk'e aittir... Baskı rejimlerinden kaçan yüzlerce Batılı bilim adamının bir zamanlar Kemalist Türkiye'yi seçmesinin sorumluluğu da... Faşist Mussolini'nin bile Türkiye'yi Avrupalı saymasının günahı da... Ama suçlunun suçlarının iyi anlaşılabilmesi için, suçsuzların suçsuzluklarının da unutulmaması gerekir. Sokaktaki adamın bile miras hakkına dokunulamaz iken... Atatürk'ün vasiyetini çiğneyerek, Türk Dil ve Tarih
bir düşün insanı
Erbakanlar, Mezarcılar, Dicleler... Holding solcuları, numaracı cumhuriyetçi liboşlar... Şeriatçılar, Kürt ırkçıları... Hepsi de haklılar! Onların ayaklarının altına halıları kim döşedi? 1950'den beri bu ülkeyi yönetenler değil mi?...
Kurumlarını devletleştiren, Atatürk'ün miras gelirlerini, devletin atadığı memurlara dağıtan beş general suçsuzdur! "Ben Atatürkçüyüm ve laikim" diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü Anayasa’ya koydurtan, Alevi'nin, Hıristiyan'ın, Yahudi'nin, Sünni inancını öğrenmesini zorunlu hale getiren, Marmaris'teki emekli adam suçsuzdur! Köy Enstitülerini kapatırken imam-hatip liseleri açanlar... Laik liselerde eğitim görenlerin sayısı son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin sayısının 14 kat artmasını sağlayanlar... Menderes'ten Demirel'e, Özal'dan Yılmaz'a, tüm Atatürkçü laik başbakanlar suçsuzdur! Milli Eğitim Bakanlığı'nı şeriat yanlılarının işgaline terk edenler... Sağlık ve Tarım bakanlıklarını şeriatçılara peşkeş çekenler... İçişleri Bakanlığı'nın yapısını bozup valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için kollarını sıvayanlar... Hepsi, hepsi suçsuzdur! Asıl suç, Harp Okulu'nu şeriatçılara açmamakta direnen Kemalistlerdedir!.. Sokaktaki adama küfreden suçludur; ama Atatürk'e küfreden suçsuzdur!.. ***
odtuadt.com
Ahmet Taner KIŞLALI (Cumhuriyet, 2 Mart 1994)
13
Bir “Diktatör”e Saygılar! “Atatürk yönetimi, kendi koşulları içinde, olabilecek en demokratik yönetimdi. Ve bu açıdan, Türkiye’nin bugünkü yönetiminden daha demokratikti!”
bir düşün insanı
Bir “Diktatör”e Saygılar!
odtuadt.com
Bugün 10 Kasım. Köşemin -Atatürk gerçeğine ışık tutacak- iki konuğu var: Biri bizden, biri dışardan. Birisi, dünyaca ünlü siyaset bilimci Prof. Maurice Duverger. Ötekisi ise, yaşamı boyunca Mustafa Kemal'e karşı savaşım vermiş solcu bir yazar: Zekeriya Sertel . Birisi olayı, bilimin ışığında değerlendiriyor. Ötekisi de aklın... Kemalizme yönelik akıl ve bilim dışı değerlendirmelerin gerçek niteliği, belki -böylece- daha iyi anlaşılır diye düşündüm... *** ''Atatürk'ün ölümü, geniş halk kitleleri arasında derin bir keder yaratmıştı. Memleketin yüreği durmuştu. Halkın Atatürk'ü ne kadar sevdiği şimdi daha iyi belli oluyordu.'' Zekeriya Sertel, anılarında önce bu manzarayı çiziyor. Sonra da geçmişe yönelik bir özeleştiri yapıyor: ''Vicdanımla bir hesaplaşma yapmak gereğini duydum. Sağlığında biz bu adama karşı hürriyet ve demokrasi savaşı yapmıştık. O'nun hareketlerini diktatörce buluyorduk... Ağaçları görüyorduk, ama ormanı bütün büyüklüğüyle göremiyorduk... Halife ve padişahtan yana olanlar O'na cephe almışlardı. İttihatçılar O'na karşı suikast dü-
zenlemişlerdi. Emperyalistler de memleket içinde isyanlar çıkarmışlardı. İstanbul'da bütün halifeci, padişahçı ve gerici basın, Atatürk'e karşı yaylım ateşi açmıştı. Bütün bu koşullar içinde hürriyet ve demokrasi gelişebilir miydi?'' Bütün bu olumsuz ortama karşın, acaba Atatürk bir diktatör müydü? Sertel, bu sorunun yanıtını da veriyor: ''Kişi yönetiminden çok meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi. Bütün koşullar O'nun Doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. Fakat, asker olmasına rağmen, yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye dayanıyordu.... Günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nâzım Hikmet en devrimci şiirlerini O'nun döneminde yazdı.'' Sertel, yaşamının son dönemlerinde Atatürk'ü şöyle değerlendiriyordu: ''Bugün memlekette ilerici kuvvetler Atatürk ilkelerine dayanarak savaşabiliyorlar. Onun için Atatürk dün de büyüktü, bugün de büyüktür, yarın da büyük olacaktır. Biz, uğrunda savaştığımız özgürlüğe de, demokrasiye de ancak O'nun açtığı yoldan ulaşabiliriz.'' *** Sertel, Atatürk öncesini, Atatürk'ü, Atatürk sonrasını yaşamış. Sonuçlar çıkarmış... Duyguların yerini aklın aldığı
15
AHMET TANER KIŞLALI
bir yaşam döneminde, tarihe karşı tanıklık görevini yerine getiriyor... Prof. Maurice Duverger ise bir siyasal rejimler uzmanı. Ayrıntılar içinde kaybolup ormanı görememesi olanaksız. İncelediği somut verilerden yola çıkarak -yapıtlarında özel bir önem verdiği- Kemalizmi hak ettiği yere oturtuyor: ''Kemalist tek partinin birinci özelliği, demokratik bir ideolojiye sahip bulunmasıydı. Tek partinin şefleri için, ideal çoğulculuktu... Mustafa Kemal'in siyasal rejimi, çoğulculuğun üstün bir değer olduğunu kabul ediyor ve çoğulcu bir devlet felsefesi içinde işlevini yerine getiriyordu. Üstelik, Türk tek partisinin, yapısal açıdan da totaliterlikle hiçbir ilgisi yoktu.'' Yani Duverger'ye göre, Kemalizm demokratik bir ideoloji. Kemalist tek parti de, oldukça demokratik bir yapıya sahip... Peki, bütün bunlara karşın, Atatürk yönetimi bir diktatörlük müydü? Duverger, bu sorunun yanıtını vermeden önce, Kemalist devrimin özünde neler yaptığını sıralıyor: Geleneksel soylu sınıfın yerine, halktan gelen yeni bir seçkin kesimi geçirmek. Eski toplumsal eşitsizliklerin yerine, belli bir toplumsal eşitlik getirmek..
16
Ve hükmünü veriyor: “Yeni rejim, eskiye göre daha demokratikti!” *** Atatürk döneminde niçin demokrasinin tüm kurum ve kuralları yoktu? Olamazdı da, onun için... Fransız devriminden yarım yüzyıl sonra bile, Fransız işçisinin oy hakkı var mıydı? Amerikan devriminden bir buçuk yüzyıl sonra bile, ABD'de ırklar arasında tam bir hukuksal eşitlik sağlanmış mıydı? Atatürk bir ortaçağ toplumundan yola çıktı. Cumhuriyet’i kurduktan sonra 15 yıl yaşadı. Ve sınıf-cinsiyet-ırk-din ayrımı olmadan, tüm yurttaşlar arasında hukuksal eşitliği, o inanılmaz kısa süreye sığdırdı... Bilim her olguyu kendi koşulları içinde değerlendirir. Atatürk yönetimi, kendi koşulları içinde, olabilecek en demokratik yönetimdi. Ve bu açıdan, Türkiye'nin bugünkü yönetiminden daha demokratikti! Ölümünün 55. yıldönümünde... Sağdan ve soldan (!) en aşağılık saldırıların üzerinde yoğunlaştığı bir diktatörü (!), en içten saygı ve sevgilerimle anıyorum...
Ahmet Taner KIŞLALI (Cumhuriyet, 10 Kasım 1993)
İntihar Eden Devlet! “Gençlerimizin bir kısmını ‘laik’ okullarda, bir kısmını ‘dinci’ okullarda, birbirlerine ‘düşman’ olarak yetiştirmeye hakkımız olamaz!”
AHMET TANER KIŞLALI
İntihar Eden Devlet! Çok kibardı. Yol kenarında elini kaldırdığını görünce durmuştum. ODTÜ’ye gidecekti. Konuşmaya başladık. Bir ara sordum: - Sizin üniversitede de artık “dinci” öğrencilerin olduğu söyleniyor. Doğru mu? - Evet. Özellikle Eğitim Fakültesi’ni seçiyorlar. Amaçları öğretmen olarak yurdun dört köşesine dağılmak. - İmam-hatip liseleri dışından gelenler arasında da var mı? - Doğu’dan gelip, büyük kent ortamında kendilerini yalnız hissedenleri hemen aralarına alıyorlar. Onlara “maddi ve manevi” destek sağlıyorlar. SBF Kamu Yönetimi Bölümü öğrencileri arasında din eğitiminden gelmiş olanların ne kadar yüksek oranda bulunduklarını anımsadım. Anadolu’dan gelmiş dar gelirli aile çocuğu bazı öğrencilerimizin “tarikat” yurtlarında nasıl konuk edildiklerini düşündüm. Ve de başlarını “türban” ile örttüklerini. Her şey -çok iyi planlanmış- bir bütünün parçaları gibiydi!... *** Orman Bakanlığı’na ait kuruluşlarda “din eğitimi” kamp-
18
ları düzenleniyor. Polis bu “gerçeği” Vali’den bile gizliyor. “Yalan” bilgi veriyor. Sivas’ta yanarak ölen karikatürcü Asaf Koçak’ın cenaze namazını kıldırmayı Yerköy’deki imam ve müftü reddediyor. Ankara’nın göbeğinde bir büyük caminin imamı, Sivas olayında “köktendinci”lerin katkısından söz eden Başbakan Yardımcısı’na verip veriştiriyor. Sağlık Bakanlığı’na bağlı meslek okullarında, “şeriatçılık” ve “Atatürk düşmanlığı” eğitimin temel ilkeleri haline geliyor. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okulların önemi bir kesimi, “din eğitimi” öğretmenlerinin yönetimine terk ediliyor. Devleti “dinci güçlerden korumak” için kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı; giderek devleti “dinci güçlerin emrine sokmak” işlevini üstleniyor. Her yıl, imam-hatip liseleri ile Kuran kurslarında yaklaşık 800 bin kişi “dini eğitim”den geçiyor. “Bilgili, çağdaş kafalı” din adamı yetiştirmek amacıyla kurulan imam-hatip okulu mezunlarının sadece yüzde 10’u Diyanet İşleri örgütünde görev alırken, valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri, yargıçlar, savcılar, öğretmenler arasında “dinsel eğitim” kökenlilerin oranı hızla artıyor.
bir düşün insanı
maya hakkımız yok! Gençlerimizin bir kısmını “laik” okullarda, bir kısmını “dinci” okullarda, birbirlerine “düşman” olarak yetiştirmeye hakkımız olamaz! Ne günahları var o çocukların?! Bugün aynı sıralarda birbirlerine kızgınlık ve bazen “kin”le bakan o öğrencilerin geldikleri liseleri değiştirin, “cephe”leri de değişecektir. Ama iki “ayrı köken”den geldikleri sürece, aralarında “dünyaya bakış” farkı sürecektir. “Zıt”lık sürecektir… Kendi halkını iki “düşman cephe”ye bölmek için çaba gösteren devlet tarihte var mıdır? *** “Bir zincir en zayıf halkası kadar güçlüdür!...” Devlet, kendini en güçlü sandığı bir anda, bu zayıf halkadan kopabilir. PKK bu devleti yıkamaz! Ama son yarım yüzyılın sağcı iktidarlarınca bazen “bilinçli”, ama çoğunlukla “bilinçsiz”ce izlenen bu yolun ucunda “ışık” değil “karanlık” görünüyor. Devlet “intihar” ediyor! Devlet, her iki “taraf”taki insanlarına da kötülük ediyor!... Ahmet Taner KIŞLALI odtuadt.com
Milli Eğitim, Sağlık, İçişleri ve Orman bakanlıklarındaki “dinci kadrolaşma” artık saklanamaz hale geliyor. *** Soruyorum: “Din eğitimi” kampını validen gizleyen polis yetkilileri için ne işlem yapıldı? Asaf Koçak’ın cenaze namazını kıldırmayı reddeden imamlar görevlerinden alındılar mı? (Ben üniversite öğretim üyesi olarak, falanca falanca öğrencileri düşüncelerinden dolayı derse almıyorum desem, hakkımda hiçbir işlem yapılmayacak mı?) Başbakan Yardımcısı’nı “cemaat” önünde uzun uzun eleştiren imam, “kamu görevlisi” değil mi? Diğer kamu görevlilerine “yasak” olan “siyaset yapmak”, acaba imamlar için serbest mi? “Milli İhanet Eğitimi” ile suçladığım Milli (!) Eğitim ve Sağlık bakanlıkları, o yazılarımda dile getirdiğim somut örnekler üzerine ne işlem yaptılar? Bu soruların “inandırıcı” yanıtlarını veremeyen bir devlet, ne yazık ki daha nice “Sivas vahşeti”ne katlanmak zorundadır! *** Bir kere yazmıştım, yine yazıyorum. Bugünün ve yarının kuşaklarına bu kötülüğü yap-
(Cumhuriyet, 14 Temmuz 1993)
19
Kadınsız Demokrasi “Kadınların, yani toplumun yarısını oluşturan bireylerin yaratıcı gücünü, toplumsal ve siyasal yaşamın dışında tutan bir toplum çağdaşlaşabilir mi?”
bir düşün insanı
Kuveyt seçimleri ile ilgili en anlamlı başlık Cumhuriyet’te idi: “Kadınsız Seçimler” 2500 yıl önceki Yunanistan’da, kölelerin, yabancıların ve kadınların oy hakkı yoktu. Batı’nın kanı canı pahasına koruduğu, yirmi birinci yüzyılın eşiğindeki Kuveyt’te de, ikinci sınıf yurttaşların, yabancıların ve kadınların oy hakkı yok. Zaten Türkiye dışındaki Müslüman ülkelerde demokrasi de yok. Demokratik sürecin zaman içinde gelişebileceği umudunu veren İslam ülkelerinin başında ise laikliği benimsemiş, bağımsızlıklarını yeni kazanmış olan Türk Cumhuriyetleri geliyor. Öyleyse demokrasiyi İslam dini mi engelliyor? Sorunun yanıtını tarihte aramakta yarar var. *** Orta Asya koşullarının zorunlu kıldığı göçebe yaşam, eski Türklerde bir tür “ilkel demokrasi” geliştirmişti. Yaşamın zor koşulları, bir kenarda durup emirler yağdıran bir soylular sınıfının var olmasına izin vermiyordu. Yargılamalar topluluk önünde yapılıyor, kararların alınmasına herkes katılıyordu.
odtuadt.com
Kadınsız Demokrasi
Boylar, savaş ya da sürek avı nedeniyle bir araya geldiklerinde, kendilerine “geçici” bir önder seçiyorlardı. Türklerin o zamanki dini Şamanizm ise kadındaki “kutsal” güce dayanmaktaydı. Hukuksal açıdan kadın ile erkek tamamen eşitti. Erkek ancak tek bir kadınla evlenebilirdi. Ev ve çocuklar üzerinde, erkek ile kadın aynı hakka sahiptiler. Yasa niteliğindeki “emirname”ler, hakan ve “hatun” tarafından, birlikte imzalanmadan uygulanamazdı. Delhi Türk Devleti’nde Raziye Sultan, Kirman’daki Kutluk Devleti’nde Türkân Hatun, tarihteki ilk kadın devlet başkanlarıydı. Timurlenk’in 1404’te Semerkant’ta verdiği resmi bir ziyafete, erkeklerin yanı sıra kadınların da katıldıklarını, Kastilya Elçisi Klaviya anılarında yazıyor. *** Müslümanlık öncesi Arap ve İranlı kadınların konumu ise tamamen tersine idi. Arap toplumunda kadın, toplumun en aşağılanan öğesini oluşturuyordu. Örneğin deve bile, kadından daha değerli sayılmaktaydı. Kız çocuk doğuran analar cezalandırılabiliyordu. Kadın mal gibi satılabiliyor, kocanın ölümünden sonra miras olarak devrediliyordu. Erkek istediği kadar kadınla evlenmekte ve kadını dilediği zaman terk edebilmekteydi.
21
AHMET TANER KIŞLALI
İranlılar ise, eski dinleri Zerdüşt’ün etkisiyle, Şamanizmin tam tersine, kadını kirliliğin ve kötülüğün simgesi sayıyorlardı. İslam dini, İranlı ve özellikle de Arap kadınını, bir mal ya da hayvan konumundan kurtarıp, “ikinci sınıf” da olsa “insan” konumuna getirdi. Erkeğin yarısı kadar da olsa, bazı haklara kavuşturdu. Kızların öldürülmesi yasaklandı. Evlenme dört kadınla sınırlandırıldı. Boşanma erkeğin keyfine göre “sınırsız” bir hak olmaktan çıktı. Erkeğin karısına “iyi muamele” etmesi, çocuğun anasına da “saygı” göstermesi yükümlülüğü kondu. Müslümanlığın getirdiği kurallar, öncelikle Arap toplumundaki bozuklukların düzeltilmesine yönelikti. Ama Arap kadını, bu sayede erkeğin yarı değerindeki bir insan konumuna yükselirken, Türk kadını, erkekle eşit düzeydeki haklarını yitirdi. *** Kadınların, yani toplumun yarısını oluşturan bireylerin yaratıcı gücünü, toplumsal ve siyasal yaşamın dışında tutan bir toplum çağdaşlaşabilir mi? Mustafa Kemal, Türk kadınına çağdaş bir konum kazandırma düşüncesini uygulamaya, hem de Kurtuluş Savaşı’nın en umutsuz günlerinde başlamıştı!
22
Düşman Ankara’ya doğru ilerliyor, hükümet merkezinin Kayseri’ye taşınması önerileri yapılıyordu. Milletvekillerinin önemli bir kesimi, kadının “vatandaş” sayılmasına bile karşı idi. Atatürk, “kadın ve erkek” Türk insanına verilecek eğitimin ilkelerinin saptanması amacıyla, ilk öğretmenler kurultayını işte bu ortamda topladı!… Yirmi birinci yüzyıla hazırlanırken, Atatürk’ün yeniden güncelleştiğini, yaptıklarının daha da anlam kazandığını düşünüyorum. Eğer Atatürk olmasaydı, Kemalizme bugün burun kıvıran, cumhuriyeti numaralama sevdasına kapılan, “referandumla devrim” yapılabileceğini sanan bazı büyük üstatlar acaba ne ile uğraşıyor olacaklardı?
Ahmet Taner KIŞLALI (Cumhuriyet, 11 Ekim 1992)
“Pülümür’ün Yassız Kadını” . “Bölerek ilerlenmez bölerek gerilenir.”
AHMET TANER KIŞLALI
“Pülümür’ün Yaşsız Kadını” Sidney’de bir Türk sormuştu: - Kürtlerin de bir ulus olmaya hakları yok mu? Sorunun öncesi vardı… Uluslaşamadan, aşiretleri, kabileleri geride bırakmadan çağdaşlaşılamayacağını anlatmıştım. Atatürk’ün, 17 dilin konuşulduğu bir toplumdan ulus yaratma çabalarının niçin devrimcilik olduğunun altını çizmeye çalışmıştım. Soru ilk bakışta akla yakın gibiydi. Oysa özün anlaşılamadığını gösteriyordu. Bir ulusu etnik kökenlerine göre ulusçuklara bölmek, tarihsel açıdan ilericilik olamazdı. Yeniden feodal bölünmeye bir başka biçim altında dönmek anlamına gelirdi. Ve adı da gericilik olurdu. Tıpkı Yugoslavya’nın bugünkü bölünmüşlüğünün ileri değil, yapılan yanlışlıkların bedeli olan bir geri adım olması gibi… (Toplumu bir arada tutan ortak değerleri değil, farklılıkları kurumlaştıran yanlışlıkların!..) Somut bir soru: - İşçi sınıfını bir bayrak etrafında birleştirmek mi ilericiliktir, yoksa gücünü ve olanaklarını parçalara ayırmak mı? ***
24
Ayrımcılık gericiliktir! İster ırka, ister dine, ister cinsiyete, ister yaşa… İsterse etnik kökene ya da bölgeciliğe dayansın… Bölerek ilerlenmez, bölerek gerilenir! Avrupa Birliği, geriliğin ürünü olarak değil, ilerlemenin gereği olarak doğdu. Doğmak zorunda kaldı. Feodal beyliklerin ulus oluşturması ileri bir adımdı. Şimdi ulusların birlik oluşturması ileri bir adımdır… Türkiye’de bölgeler arasındaki gelişmişlik farkını azaltmaya çalışmak ilericiliktir. Gelir dağılımındaki çarpıklıkları azaltmaya çalışmak ilericiliktir. Herkesin aynı hak ve özgürlüklerden, aynı olanaklardan yararlanmasını savunmak ilericiliktir… Yurttaşları arasında ayrım yapan devlet, kötü bir devlettir. İnsanları etnik kökenlerine göre biz ve onlar diye ayıran yurttaşlar, kötü yurttaştırlar. Gericidirler! *** Atatürk’ün ulus tanımı üç öğeye dayanıyordu: Ortak tarih, ortak dil (anadil değil!), ortak kültür. Elbette ki ırk ve din birliği de varsa, ulusal bağların daha güçlü olabileceğini söyleyebiliriz. Ama bunlar, Kemalist ulusçuluğun olmazsa olmaz koşulları değildir. Atatürk’ün ulus kavramına “ırk”ı sokmaması doğru-
bir düşün insanı
dan değil, din farkından!... *** Ozan ne güzel söylemiş: “Pülümür’ün bir dağ köyünde gördüm onu/yaşını sordum bir giz gibi güldü/kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz/yüzüne baktım bir giz gibi güldü/bir asa vardı elinde/ bir solmuş krallığın/kadifeden harmanisi üzerinde/bir Hititliydi o/bir Selçukluydu/bir Ermeniydi bir Kürttü, bir Türk…” Anadolu insanının gerçeği, Sayın Ecevit’in bu dizelerinden daha güzel anlatılabilir mi? Tıpkı Sayın Cem Özer’in şu sözleri gibi: “- Annem Ermeniydi, babam ise Çerkez… Ben Türküm!...” Ahmet Taner KIŞLALI
dur! Iraklı ile Faslı belki aynı “ırk”tandır. Ama aynı ulustan değildir… Tuareg’ler Arap değildir, ama Faslıdır. Tıpkı Berberiler’in de Cezayir ulusundan olması gibi. Bir Arap ulusu yoktur, Arap ulusları vardır. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türklerin sayısı 800 bin ile 1 milyon 200 bin arasında değişiyordu. Oysa o tarihte Anadolu’nun nüfusu bunun on katı idi. Kim safkan olduğunu öne sürebilir? Çoğunun anası yabancı olan Osmanlı padişahları safkan mıydı? Etnik kökeni Korsikalı olan Napolyon Fransız değil miydi? İtalyan kökenli Yves Montand ile Michel Platini’ye, “Onlar Fransız değil, İtalyan” diyebilen tek aklıevvel var mı? Türk milli takımının kaptanlığını yapmış olan Lefter bir Rum, ama Türk… Tıpkı Arnavut kökenli Şemsettin Sami gibi. Tıpkı Slav kökenli Mimar Sinan gibi… İstanbul’da Arap baba, Alman anadan doğmuş Türk tanıyorum. ABD’de de, Türk ana ve babadan doğmuş Amerikalı!... Ve Atatürk’ün ulus kavramına dini sokmaması da doğrudur! Bugün -ikisi de Slav kökenli olan- Boşnaklarla Sırplar, niçin birbirlerini acımasızca öldürüyorlar? Irk farkınodtuadt.com
(Cumhuriyet, 21 Mayıs 1994)
25
Seçimsiz Demokrasi “Çoğulcu demokrasinin amacı, farklılıkları yok etmekten çok, uzlaştırmaktır. ”
bir düşün insanı
Seçimsiz Demokrasi
odtuadt.com
Seçimin demokrasi demek olmadığını, çağdaş diktatörlüklerin hemen tümünde seçimlere rastlandığını biliyoruz. Ama, seçimin varlığının o rejimin demokratikliğinin kanıtı olmadığı ne ölçüde gerçekse, seçimsiz bir demokrasinin düşünülemeyeceği de o ölçüde açıktır. Seçim halkın ülke yönetimine katılmasının ilk ve vazgeçilmez koşuludur. Demokratik bir seçimin ilk iki önemli koşulu ise, farklı şeyler arasında seçim yapabilme hakkı ile genel ve eşit oy hakkıdır. Sadece benzerler arasında seçim yapılabilmeye olanak tanıyan bir rejim, demokratik olmadığı gibi; bazılarının oylarına daha çok, bazılarının oylarına daha az temsil hakkı tanıyan, toplumun bazı kesimlerinin çıkar ve düşüncelerinin temsiline olanak bırakmayan bir rejimin demokratikliği de tartışmalıdır. 12 Eylül Anayasası, tutucu bir dünya görüşüne ve sermayenin çıkarlarına uygun olarak oluşturulmuş bir anayasadır. Adeta “orta-sağ”daki bir partinin programı gibidir. O çerçeve dışında bir tercih olanağı bırakmadığı, tek bir seçeneği seçmene peşinen kabul ettirdiği için "seçimsiz bir demokrasi" isteğinin yansımasıdır. Demokrasiyi değil, orta sağda bir "çoğunluk dikta"sını hedeflemektedir. Özal hükümetinin seçim yasası ise, o çoğunlu-
ğun bulunamaması durumunda, aynı eğilimin bir "azınlık diktası"na olanak hazırlamaktadır. Çoğulcu demokrasinin işleyebilmesi için, toplumda farklı çıkarlara ve dolayısıyla farklı görüşlere sahip bulunanların örgütlenebilmeleri, çıkar ve görüşlerini barışçı yollardan rahatlıkla savunabilmeleri gerekir. Farklı çıkarlar arasında barışçı bir denge, ancak bu çerçeve içinde kurulabilir. Toplumsal barış da, rejimin istikrarı da, bu dengenin kurulabilmesine bağlıdır. Eğer toplumdaki bazı kesimlerin örgütlenebilme ve çıkarlarını barışçı yollardan savunma olanakları kısılırsa, çarpıtılmış, hakça olmayan bir denge ortaya çıkar. Sonuç, toplumsal huzursuzluklar ve patlamalar olur. Böyle bir ortamı yaratan hukuk düzenini ise, "çoğulcu demokrasi" olarak nitelendiremeyiz. Örgütlenme olanaklarının kısılması; işverenleri değil işçileri, sermaye sahiplerini değil iktisaden güçsüz toplum kesimlerini etkiler. Sendikaların siyasal partileri desteklemelerini önlemek de, ancak dar gelirli toplum kesimlerinin çıkarlarını savunan partilere olumsuz etki yapar. Birkaç varlıklı bir partiyi finanse edebilir, ama birkaç işçi bir partinin masraflarını karşılayamaz. Bir işveren, tek başına da olsa belirli bir ekonomik güce ve bu güçten hareketle, önemli bir toplumsal ağırlığa sahiptir. Kendi görüş ve çıkarlarına uyan bir siyasal
27
AHMET TANER KIŞLALI
partiyi desteklemesi durumunda, bu desteğin tek başına bile bir anlam ifade edeceği açıktır. Oysa bir işçinin tek başına, ne ekonomik, ne toplumsal ve ne de siyasal bir ağırlığı vardır. İşçi, ancak örgütlendiği ölçüde, kendi görüş ve çıkarlarını savunmada etkili olabilir. Denge ve Uzlaşım Çoğulcu demokrasi bir denge ve uzlaşma rejimidir. Denge olmadan uzlaşma zaten olmaz. Ancak birbirlerini dengeleyebilecek güçler, uzlaşmayı zorunlu kılar. Denge ise, para gücüne karşı, sayı ve örgüt gücünün oluşmasıyla kurulabilir. Tarihsel evrim içinde, sendikaların ve kitle partilerinin ortaya çıkışı bu gereksinmeden kaynaklanmıştır. Beş işadamının karşısında parasal bir denge sağlayabilmek için, belki beş yüz bin işçi ya da kamu görevlisinin bir araya gelmesi gerekir. Böyle bir şey ise, örgütlenme olmadan gerçekleşemez. Örgütlenmeyi zorlaştırmak, toplumda sağlıklı bir dengenin oluşumunu zorlaştırmak anlamına gelir. Toplumsal patlamaları ise, dengeler değil, dengesizlikler yaratır. Hak ve özgürlükler, toplumda çatışma çıkmasını kolaylaştırmazlar, var olan çatışmaların yumuşayıp
28
“meşru” bir düzeye aktarılmasına yardımcı olurlar. Örneğin Batı’da, işçi sınıfı, kendi çıkarlarının savunmasını kolaylaştıracak yasal olanaklara kavuştukça, şiddete dayalı yöntem ve amaçlardan uzaklaşmış, barışçı bir güç olmuştur. Oy hakkını, örgütlenme özgürlüğünü, grev ve toplu sözleşme haklarını aldıkça, demokratik rejimin güvencesini oluşturan temel güçler arasına katılmıştır. Hak ve özgürlükler, patlamaların nedeni değil, büyük patlamaları önleyecek “güvenlik kapakçıkları’’dır. Ama 12 Eylül Anayasası, bazı hak ve özgürlüklerin geçmişte rejime karşı olan küçük azınlıklarca kötüye kullanılması gerekçesinin ardına gizlenerek, o hak ve özgürlükleri, büyük çoğunlukların da kullanamayacakları hale getirmiştir. Demokratik “güvenlik kapakçıkları’’nın işlemez duruma getirildiği bir rejim, bunalımlara karşı dayanıksızdır. Böyle bir anayasal çerçevede, güçlü bir hükümetin, gerektiğinde hakem rolü oynayabilecek güçlü bir cumhurbaşkanının ve 12 Eylül’ün hedef olarak gösterdiği “güçlü devlet’’in var olabilmesi zordur. Devlet, kendisini benimseyen yurttaşlarının çokluğu oranında güçlüdür. Azınlıkta bile olsa, devletin kendisinin haklarını koruduğunu gören birey, o devletin gücünün temel ögesini oluşturur. Devlet, yurttaşlarının bir bölümüne, belirli çıkar ve görüşlerin devleti olduğu izlenimini verdiği oranda
bir düşün insanı
Bunalımdan göreli olarak az etkilenen bir başka kesim de, özerk kurumlar oldu. Keyfi ve sınırsız bir yönetime engel oldukları için, egemen güçlerin yıpratılmaları amacıyla büyük çaba gösterdiği bu kurumların başında, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve üniversiteler vardı. Bir özel hukuk kurumu oldukları halde, Türk Dil ve Tarih Kurumları da bu çerçevede yer alıyorlardı. Yasa ve kural tanımaz atamaların, hiç değilse bir bölümünü Danıştay önlemeye çalıştı. Daha da önemlisi, yönetimin haksız uygulamalarıyla karşılaşanlar, başvuracak bir organ bulabildiler, bütün umutlarını yitirmediler. Hukuk devletinin ve çoğulcu demokrasinin temel amaçlarından birisi de böylece yerine gelmiş oldu. Özerk yüksek öğrenim kurumlarının durumunu ise, özerk olmayanlarla karşılaştırarak değerlendirmek gerekir. Üniversite öğretim kadroları, değişen iktidarlarla birlikte allak bullak olmadıysa, üniversiteler bilimsel gücü olmayan militanların yönetimine geçmediyse ve sözgelimi eğitim enstitülerinin durumuna düşmediyse, bunun temel nedeninin özerklik olduğunu kabul etmek zorundayız. Suç, Anayasaya aykırı yasaları iptal eden Anayasa Mahkemesi’nde miydi? Yoksa o yasaları -tüm uyarılara karşın- çıkaran ve belki de bu yolla Anayasa değişikliği
gücünden yitirir. Cumhurbaşkanının hakem rolünü oynayabilmesi ise, yansız ve yıpranmamış olmasına bağlıdır. Yansızlığını, seçilmesini ancak bir uzlaşmaya bağlı olması sağlayabilir. Yıpranmamasını sağlamanın yolu da, ona gereksiz sorumluluklar yüklememekten geçer. Oysa yüksek yargıçlardan rektörlere kadar uzanan bir “tek seçicilik” görevi, cumhurbaşkanını kısa zamanda hakem değil taraf durumuna sokar.
Özerk Kurumlar
odtuadt.com
Ülkenin 12 Eylül’e gelmesinde önemli bir katkısı olan otorite boşluğu, devlet örgütünün hızla yanlılaştırılması ölçüsünde büyümüştü. Siyasal iktidarın müdahalesine en açık olan kurumlar, en hızla bozulan, çözülen, işlevini yerine getiremez duruma düşen kurumlar oldular. Elbette ki, fırtınalı denizde, birkaç metrekarelik durgun sulara rastlanamaz. Büyük bunalım geçiren toplumlarda, her kurumun bu bunalımdan nasibini alması doğaldır. Ama, 12 Eylül öncesinde, yapıları gereği mesleğe girme ve yükselmenin somut kurallara bağlandığı, uzmanlığın önemli rol oynadığı kurumlar, bunalımın koşullarından en az etkilendiler. (Silahlı Kuvvetler ile Adalet, Maliye ve Dışişleri Bakanlıkları gibi..)
29
AHMET TANER KIŞLALI
için kamuoyu oluşturmak isteyen hükümetlerde, siyasal kadrolarda mıydı? Suç, yönetimin haksız uygulamalarına karşı çıkan Danıştay’da mıydı? Yoksa bile bile o uygulamaları yapan, kamu yönetimini militanlaştırmaya çalışan, kamu görevlilerini siyasal baskılara direnemez hale getirmek isteyen hükümetlerde miydi? Eğer, 12 Eylül öncesinde, devletin acze düşmesindeki temel neden olarak, devlet örgütünde yükselmenin yetenek ve başarıdan çok siyasal militanlığa bağlı hale geldiği öne sürülüyor idiyse, bunun çözümü, siyasal iktidarların yetkilerini arttırmak ve onu frenleyecek, kamu görevlisi için güvence sayılabilecek kurumları ortadan kaldırmak ya da işlevlerini yerine getiremeyecek bir duruma sokmak olmamalıydı. Özerk kurumlar, egemen ideolojinin, egemen güçlerin karşısında olanlara da nefes alma olanağı sağlayan güvenlik adacıklarıdır. Toplumun, egemen güçlerinin çıkarlarının dar çerçevesinde sıkışıp kalmamasını sağlarlar. Örneğin Atatürk’ün dil ve tarih devrimleri, tutucu iktidarlara karşı yaşayıp gelişebildilerse, bunda, siyasal iktidarların doğrudan etki alanı dışında kalan Türk Dil ve Tarih Kurumlarının büyük rolü olmuştur.
30
Çoğunluk Diktatörlüğü
Spinoza’dan beri vurgulanan bir gerçek var: Bir karar organının yapısının demokratik olması kadar, hatta ondan da çok, yaptığının demokratik olması önemlidir. Çoğunluğun oylarına dayalı bir yönetim, eğer bugün için azınlıkta kalan ve yarın çoğunluk haline dönüşebilecek olanların haklarına saygı göstermiyorsa, bu, demokratik bir yönetim olmaktan çok, bir çoğunluk diktasıdır. Bir hukuk devletinde, adaletin ve özgürlüğün gereklerinin yerine getirilmesi, yöneticilerin keyfine ya da sağduyularına bırakılamaz. Adaletin ve özgürlüğün gerekleri, kurumsal güvenlere bağlanmak zorundadır. Pascal, yanlışın gerçeğin tersi olmadığını, ama zıt bir gerçeğin unutulması olduğunu söylemişti. Çoğulcu demokrasi de, zıtların bir arada bulunması zorunluluğundan kaynaklanır. Karşıtların birbirlerini yok etmeleri değil, tamamlamaları gerekir. Çoğulcu demokrasi, işte bu nedenden dolayı uzlaşmayı zorunlu kılar. Uzlaşmasız yaşayamaz. Çoğulcu demokrasilerde, kendinden olmayanlara, farklı düşünenlere, kararlara ve uygulamalara katılma hakkı tanımayan bir “cephecilik anlayışı”na yer yoktur. İktidardakiler gibi düşünme özgürlüğü diktatörlüklerde
bir düşün insanı
tan, demokratik rejimi yıkmak isteyenler yararlanmanın yolunu buldular. Toplumda yararları ve dolayısıyla düşünüş biçimleri, olaylara bakış açıları birbirinden farklı olan kesimlerin çoğalması, bir anlamda gelişmenin ve geleneksel toplumdan çağdaş topluma geçiş sürecinin de bir belirtisidir. Bu geçişin az sancılı olabilmesi, geleneksel ilişkiler bütününün çözülmesiyle doğan boşluğu, yeni ve sağlıklı bir kurumlaşma doldurmaya bağlıdır.
de vardır. Gerçek özgürlük, iktidardakilerden farklı düşünebilme ve bu farklılığı ortaya koyabilme özgürlüğüdür. Çoğulcu demokrasiyi işleyebilir duruma getirmeyi amaçlayan çabalar, uzlaşmayı zorunlu kılacak kurumlar ve kurallar getirmelidir. Siyasal iktidarları denetleyecek ve sınırlandıracak olan özerk kurumlar yok oldukça, keyfi yönetim olasılığı artar. Çoğunluk diktası eğilimleri başlar. Uzlaşma zorunluluğu ortadan kalktığı oranda, toplumsal barışı sağlayabilmek zorlaşır. Keyfi yönetim, uzlaşma zorunluluğu ile birlikte demokrasiyi de yıkar. (27 Mayıs öncesinde yıktığı gibi...) Unutmamalıyız ki, çoğulculuk, sayıdan çok farklılıktan kaynaklanır. Çok partinin varlığı, gerçek bir çoğulcu rejimin bulunduğu anlamına gelmeyebilir. Çoğulcu demokrasinin amacı, farklılıkları yok etmekten çok, uzlaştırmaktır. Hızlı yapısal değişiklik geçiren her toplumda olduğu gibi, Türk toplumu da 1950-80 döneminde belirgin bir çözülme, bölünme sürecini yaşadı. Ekonomik potansiyelin yanlış yönlendirilmesi ve büyük ölçüde bunun ürünü olan sağlıksız bir kentleşme; bir yandan geleneksel kurumları ve onlara dayalı dengeleri yıkarken, öte yandan da toplumsal farklılıkları sivrileştirdi. Geleneksel dayanışma kurumları hızla ortadan kalkarken, doğan boşluk-
Çoğulcu Toplum, Tekilci Anayasa
odtuadt.com
Toplumun yaşadığı bölünme sürecini 27 Mayıs Anayasası’nın sağlıksız bir biçimde kolaylaştırdığını sanmak yanlıştı. Çoğulcu hale gelmiş bir toplumun, çoğulcu olmayan bir anayasa ile -barış içinde- yönetilebileceğini sanmak ciddi bir yanılgı idi. Çoğulcu bir toplumu “tekilci” bir anayasaya sığdırmaya çalışmak, iki ayaklı bir yaratığı tek paçalı bir pantolonla yürütmeye benzer. Koltuk değneği gerekir! Çoğulcu demokrasilerde küçük boşalmalar, tekilci rejimlerde rastlanan büyük patlamaların seçeneğidir! Çoğulcu bir rejimde, bütünleşme çeşitlilikten hareketle sağlanır. Çoğulcu bir demokrasi, toplumda çıkar-
31
AHMET TANER KIŞLALI
ları ve dolayısıyla dünya görüşleri birbirinden farklı olan kesimlerin varlığını kabul eder ve barışçı yollardan bir mücadele ile, onlar arasında bir denge kurmayı amaçlar. Toplumsal değişmeye koşut olarak, o kesimler arasındaki güç dengesi değişeceği için, çıkar dengesi de elbette ki değişecektir. Ama azınlıkta olanların da çıkarlarına ve görüşlerine saygı göstermek, oyunun ilk kuralıdır. Sayısal çoğunluktan gerilemek, bazı durumlarda sistemin temelinde bir gerileme sayılmayabilir. Örneğin, farklı çıkarları ve farklı görüşleri temsil eden siyasal partilerin sayısındaki azalma, birbirine yakın olan görüşlerin aynı siyasal parti içinde temsili sonucunu veriyorsa, çoğulculuktan uzaklaşma anlamına gelmez. Ama siyasal düzeyde çıkarlarını ve görüşlerini dile getirmeyen her toplumsal güç, toplumsal barış ve rejim için ciddi bir tehlikedir. Çoğulcu bir demokraside, partiler yelpazesi daraldıkça, parti içi yelpazeler genişlemek zorundadır. Ekonomik ve toplumsal nedenlerle çoğulcu bir yapıya ulaşan bir toplumu, anayasal zorlamalarla siyasal bir bütünlüğe kavuşturamayız. Çoğulcu bir toplumdaki bütünleşme, ancak uzlaşma yoluyla olur. Yoksa “seçimsiz bir demokrasi” yaratarak değil!...
32
(Bahri Savcı’ya Armağan, Ankara, 1988)
Sürü müyüz, Ulus mu? “Niçin geleceğin siyasal iktidarlarının ‘kişisel çıkarları’ nedeniyle düşmanla işbirliği yapabileceği olasılığını bile düşündü de, gençlikten bir an bile kuşkulanmadı?”
AHMET TANER KIŞLALI
Sürü müyüz, Ulus mu? Atatürk, niçin “en büyük eseri” saydığı cumhuriyeti gençliğe emanet etti. Niçin geleceğin siyasal iktidarlarının “kişisel çıkarları” nedeniyle düşmanla işbirliği yapabileceği olasılığını bile düşündü de, gençlikten bir an bile kuşkulanmadı? Atatürk’ün “Gençliğe Sesleniş”i ile ünlü Bursa konuşmasını yan yana koyduğunuzda ortaya çıkan görünüm çok anlamlıdır. *** Gençlik yaşla ölçülmez, tutumla ölçülür. Bernard Shaw, bir zamanlar, “Yirmisinde komünist olmayanın kalbi, kırkında hâlâ komünist olanın ise aklı yoktur” demişti. Genç insan yeniliklere açıktır. Köklü değişikliklerden korkmaz. Daha iyi bir yarın umut eder. Daha iyi bir yarın için savaşmaktan çekinmez. Enerji, değişikliklere uyum yeteneği ve kolaylığı demektir. Yıllar geçtikçe enerjisi azalan kişi, uyum göstermek için yeni çabalar gerektirecek köklü değişikliklerden korkmaya başlar. Üstelik yeni durumlara uyum sağlamak için zamanının da giderek azaldığını hissetmektedir. Yıllar boyu süren çabaların ürünlerini yitirme kor-
34
kusu, yaşlıları tutucu olma yönünde etkiler. Gençlerin ise yitirecek bir şeyleri yoktur. Çağdaş toplumda gençlik, genellikle yetki ve sorumlulukların dışına atılmış bir kesim oluşturur. Bir çıkar bağı içinde, düzenle bütünleşmemiştir. Sırtında kendisinin dışında kimsenin sorumluluğu yoktur. Gençlik yıllarında benimsenen bazı siyasal görüşler zamanla ılımlaşır. Bir ölçüde de gerçekleşme olanağına kavuşur. Yaşama geçtikçe değişmemesini istemek doğaldır. Ama o süreç, insanları aynı zamanda tutuculaştırır. Mutlak krallığa karşı anayasal krallığı savunanlar ilericiydi. Ama anayasal krallık gerçekleşip de karşılarına cumhuriyetçiler çıkınca, tutuculaştılar. Her toplumsal hareket giderek kurumsallaşmaya ve dolayısıyla uysallaşmaya, tutuculaşmaya yüz tutar. Oysa gençlik sürekli yenilendiği için kurumsallaşamaz, kalıplaşamaz. *** Ve tüm bu niteliklerden dolayı, gençlik “idealist”tir! İnandığı ülkülerin peşinden koşmasına engel olacak çıkar bağları yoktur. Üstelik de gelişmiş ülke gençlerinde “bireysel” değerlerin ağır basmasına karşılık, geri kalmış ülke gençlerinde “ulusal” değerler öne çıkar.
bir düşün insanı
Vahdettin sesini yükseltti: - Rauf Bey, millet bir koyun sürüsüdür! Bu sürüye bir çoban lazım! İşte o çoban benim!.. “Millet” koyun sürüsü olmadığını Kurtuluş Savaşı’nda kanıtlamıştır. Ama şimdi, yeni Vahdettinler türemiştir… Tarihi, yalanlarla tersyüz etmek isteyen ve gençlerin çobanlığına soyunan yeni Vahdettinler… Sürü olmadığını kanıtlama sırası şimdi “gençlik”tedir! Ve kanıtlayacaktır! Ahmet Taner KIŞLALI
Kemalizm neyi öngörüyordu? Toplumu çağa taşımayı kolaylaştıracak en ileri kurumları getirmek ve eskidikçe onları da yenilemek! Bu bir “sürekli devrim” anlayışıydı. Atatürk, en ileri kurumların bile günün birinde “eskimiş düzen”e dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunun bilincindeydi. Sürekli devrim, sürekli ileriden yana olmak demekti. Bu nedenle de “sürekli devrimci”de iki temel nitelik gerekiyordu: Çıkarlarının düzenle bütünleşmemiş olması ve yeniliklere uyum gücü. Ve bu iki nitelik, sadece ve sadece gençlikte vardır. Bundan dolayı da “Büyük Devrimci”, en çok gençliğe güvenmiştir. *** 1920 başlarında İstanbul’un işgal edildiği gün, ikisi hoca olan üç milletvekili Vahdettin’le görüşmeye gitmişti. Padişah, düşman güçlerinin isteklerine boyun eğilmesi gerektiğini söylüyordu. Oysa karşısındakiler farklı görüşteydiler. Rauf Bey şöyle diyordu: - Millet, haysiyet ve istiklale aykırı bir kaydı kabul etmemeye kesin kararlıdır. Milletin sizden istirhamı, haysiyet ve istiklale aykırı bir anlaşmaya imza koymamanızdır. Aksi takdirde istikbali çok karanlık görüyoruz. odtuadt.com
(Cumhuriyet, 19 Mayıs 1995)
35
Terör ve Demokrasi... “Terörizm, giderek toplumdaki ‘demokratik iletişim kanalları’nı tıkar ve bir kutuplaşmaya neden olur.”
bir düşün insanı
Terör ve Demokrasi...
odtuadt.com
Güneydoğu “Türkiye’nin Vietnam’ı” mı, “Cezayir’i” mi? “Terörü ezeyim” derken Türkiye acaba Kürt kökenli yurttaşlarının “demokratik haklarını” mı eziyor? İlhan Selçuk, birinci sorunun yanıtını çok güzel bir yazısında vermişti. Ama -ne kadar açık anlatırsanız anlatın- “bazıları”nın bunu anlamasını beklemek fazla bir iyimserlik… Kıbrıs Türk’ü ezilirken, horlanırken, öldürülürken bunu doğal sayanlar, bir insanlık dramına son vermek için Kıbrıs’a gitmek zorunda kalan Türk ordusuna “işgal kuvvetleri” demeyi “ilericilik” sanmadılar mı?! Fransa’nın Bröton’ları etnik terör başlatsalar, Fransız devletinin silahlı güçlerinin oraya müdahalesini, vaktiyle Cezayir’deki konumuyla aynı saymaya olanak var mı? Benzer bir durum ABD’nin Latin-İspanyol kökenli yurttaşlarının yoğun olduğu bir bölgede görülse, hemen Vietnam ile arasında bir bağlantı kurmayı deneyen ileri zekâlılar çıkar mı dersiniz? *** Yazımın başındaki ikinci soruyu da bir yazısında Emin Çölaşan şöyle yanıtlıyordu: “Kendi gazetelerinde her gün devlete sövüyorlar, bir-
kaç güvenlik görevlimizi şehit ettikleri zaman zafer çığlıkları atıyorlar. Başkanları Apo bile bu gazetede yazılar yazıyor. Hangi ülke, böyle bir olaya göz yumardı? Bu açıdan demokrasinin beşiği İngiltere’yi bile sollamış ülkeyiz biz.” PKK propagandasının Türkiye’de açıktan yapılabildiğini kim yadsıyabilir? PKK’nın temsilcisi niteliğindeki bazı milletvekillerinin, ülke ülke dolaşıp Türkiye aleyhine çalıştıkları yalan mı? Oysa insan hakları konusunda bize ders vermeye kalkan ülkelere bakın... Avusturya ve İsviçre’de, Nazi propagandası yapmak yasak. Alman hükümeti, Yeni-Nazilerin propagandasını yaptıkları gerekçesiyle sekiz müzik grubunu yasakladı. Ve kırmızı TC pasaportu ile yurtdışında TC düşmanlığı yapabilen bir hanım milletvekili, “TBMM’de kendimi yabancı hissediyorum” diyor. Yunanistan’da, Ermenistan’da, Suriye’de hiç yabancılık çekmediği ise belli… *** Kimse kendini aldatmasın. Silahlı savaşımın tırmandığı bir ortamda demokrasi gelişemez. Tam tersine, demokrasinin olanaklarından teröristlerin ve destekçilerinin yararlandıkları duygusu giderek kitlelere yerleşmeye başlar. Ülkeyi yönetenler de kitlelerdeki bu tepkinin etki-
37
AHMET TANER KIŞLALI
sinden sıyrılamaz olurlar. Teröre karşı -canını tehlikeye atarak- silahlı savaşım verenlerde zaten doğal olarak var olan bu duygu, giderek belirleyici olmaya yüz tutar. Terör ilerledikçe, demokrasi geriler… Kürt okumuşları eğer “daha çok demokrasi” istiyorlarsa bunun gereğini yapmak zorundadırlar. En azından kadınlara, çocuklara, bebeklere, yaşlılara, silahsız insanlara, savunmasız sivillere yönelik “vahşet”e karşı çıkmak zorundadırlar… Hem de lafı gevelemeden. Açıkça. Yüreklice… Yoksa var olan demokrasinde de gerilemenin kaçınılmaz olacağını bilmelidirler. Demokrasi istiyorlarsa demokrasiye layık davranmalıdırlar. Tarihten ders almalıdırlar! Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in değil, İngilizlerin yanında yer alan Kürt okumuşlarının hatasına düşmemelidirler! *** FKÖ terörizmden vazgeçerek yasallık kazandı. Kendi yandaşlarından kaynaklanan terörist eylemleri bile açıktan kınar oldu. IRA, bir eyleminde sivillerin de ölmesinden dolayı özür dilemek zorunda kaldı. Bunun bir “hata”dan kaynaklandığını savundu.
38
Uluslararası Af Örgütü, ilk kez PKK eylemlerini “son derece vahşi cinayetler” olarak değerlendirdi. Ama Kürt kökenli okumuşlardan ne bir ses ne bir nefes. Ya o eylemlerde bir haklılık payı buluyorlar ya da korkuyorlar. Her iki olasılıkta da daha çok demokrasi istemeye hakları var mı?... Siyasal Sistemler - Siyasal Çatışma ve Uzlaşma kitabımın yeni baskısına iki yeni bölüm eklemek gereğini duydum: “Şiddetin Psikolojisi” ve “Terörizmin Sosyolojisi”. İşte size o bölümün son tümceleri: “Terörizm, giderek toplumdaki ‘demokratik iletişim kanalları’nı tıkar ve bir kutuplaşmaya neden olur. Mantığın değil, duyguların öne çıktığı böyle bir ortamda, geniş kitleler genellikle devletin yanında yer alır ve ‘en sert önlemler’in destekçisi kesilirler. Bu koşullar -özellikle demokrasi deneyimi az olan toplumlarda- baskı rejimlerinin oluşumuna çok elverişlidir.” Falcı olmaya gerek yok ki!
Ahmet Taner KIŞLALI (Cumhuriyet, 17 Kasım 1993)
“Yüce Türk Milleti Önünde...” “Tekirdağlı Yahudi, Amerika’da Türk ana-babadan doğan çocuktan daha Türk değil midir?”
AHMET TANER KIŞLALI
"Yüce Türk Milleti Önünde..." Bir ay kadar önceydi. Genç bir polis yolumu kesti: - Ben Kürdüm. Ama Kürt olduğum için hiçbir yerde farklı muamele görmedim. Yazdıklarınıza tamamen katılıyorum. Lütfen daha yüksek sesle söyleyin ki; bu bir Kürt sorunu değil, Güneydoğu sorunudur... Türkiye'deki Kürtlerin büyük çoğunluğunun benim gibi düşündüğüne eminim. Bizi ne HEP temsil ediyor, ne de PKK!... "Siyasal Düşünceler" dersinde Güneydoğu sorununu tartışıyorduk. Tartışmalara hemen hiçbir zaman katılmayan bir kız öğrencim parmağını kaldırdı: - Ben Kürdüm. Ama olaya bir "Kürt Sorunu" olarak yaklaşılmasından rahatsız oluyorum. Sorunu böyle sunmak, en azından benim gibi milyonlarca Kürde büyük haksızlık. Sadece şiddete değil, o şiddeti haklı göstermek için kullanılan gerekçelerin çoğuna da katılmıyorum. Genç polisi, beni hararetle kutlamaya iten yazımdaki ana düşünce açıktı: Nasıl ki Dev Sol Türkiye'deki sol hareketi temsil edemez ise, PKK da milyonlarca Kürt kökenli yurttaş adına konuşamazdı! PKK'yı Türkiye Kürtlerinin sözcüsü saymak, o kitlenin büyük çoğunluğuna, belki de en büyük kötülüğü yapmak demekti.
40
*** Anayasadaki "Yüce Türk milleti önünde ant içerim ki ..." diye başlayan milletvekili andı üzerinde tartışmalar oluyor. Hükümet ortakları bile, "oradaki Türk sözcüğünü kaldıralım mı, kaldırmayalım mı" kavgası içindeler. Kafatasçılığın sonu yok. Onu değiştirip "Yüce millet önünde..." deseniz, bu kez de sıraya, "Türk'üm, doğruyum, çalışkanım..." da değişmeli tartışması gelecek. Kimdir Türk? Kırgızistan'daki, Özbekistan'daki, Tataristan'daki ya da burnumuzun dibinde Azerbaycan'daki insan mı? Amerika'da Türk ana-babadan doğmuş, iki cümle Türkçe bilmeyen çocuk mu? Turgut Reis'in Tunus'ta yaşayan uzak torunu Abdülbekir Dargut mu? Cezayir Dışişleri'ndeki Demirci soyadlı genel müdür mü? Çepni, Kınık, Bayındır, Afşar, Alaçeri, Çoğandur, Alpagut ve Cihangirli gibi Kürtçe konuşan Türkmen boyları mı? Eğer ölçüt konuşulan dil ise, Talabani aşiretinin Türkçe konuşan bir kolunu nereye koyacağız? Oğuz Han'ın 24 torunundan birisinin adı Kürt. Şimdi
bir düşün insanı
Kırgız da, Kazak da, Azeri de soydaştır, ama bu ulusun bir parçası değildir. Tıpkı Cezayirli ile 'Iraklı'nın soydaş olmalarına karşın, aynı ulustan olmamaları gibi... Tıpkı Tuareg ve Berberilerin de, Arap olmamalarına karşın, Magrip uluslarının bir parçası olmaları gibi... İnsanları ne olduklarından çok, kendilerini ne hissettikleri önemlidir. Özbek mi daha bizdendir, yoksa Güneydoğu'nun Türkçe bile bilmeyen köylü kadını mı? İstanbullu bir Ermeni'ye, Anadolu insanı mı daha yakındır, Ermenistan'daki soydaşı mı? Tekirdağlı Yahudi, Amerika'da Türk ana-babadan doğan çocuktan daha Türk değil midir? Buyurun! Kürt milliyetçilerine yanıtlamaları için bir dizi soru…
bu Kürt, Türk mü yoksa Kürt mü? (Türk ve Kürt sözcüklerinin çarpıcı benzerliği bir rastlantı mı?) Alman profesör De Groot, Orhun Anıtları'nda kullanılıp bugün Anadolu Türkçesinde kullanılmayan, ama Kürtçe'de kullanılan tam 532 sözcük saptamış. Kürtçe TV ve eğitim isteyenler, bu casus ya da hain 532 sözcüğü ne yapmayı düşünüyorlar? Yenisey Anıtları'nda, Uygur hakanının "Ey Kürt Beyleri" diye bir seslenişi var. Türk ile Kürdü duyarlı terazinin iki kefesine paylaştırmak merakındakilerin başına alın bir bela daha!... *** Evet, kimdir Türk? Türk olmanın ölçütü nedir? 11. yy. ile 13. yy. arasında Anadolu'ya gelen Türklerin sayısı 800 bin ile 1 milyon 300 bin arasında. Ama o sırada Anadolu'da yaşayan insanlar bunun tam on katı. Türkler o insanlarla yalnız kan olarak değil, kültür olarak da karışmışlar. Türk ulusu dediğimiz şey de, bir ırkın değil, o ortak kültürün bir araya getirdiği toplumun adıdır. Ege Tıp Fakültesi'nin altı yıl sürdürdüğü araştırmanın, Anadolu Türk tipi diye bir şeyin olmadığı sonucunu vermesinin hayret edecek ne yanı var?
odtuadt.com
Ahmet Taner KIŞLALI (Cumhuriyet, 18 Ekim 1992)
41
Kemalizm Nedir? “Bazılarının ileri sürdüğünün tersine, kemalizmin ideolojisi vardır, ama öğretisi (doktrini) yoktur.”
bir düşün insanı
Kemalizm Nedir?
odtuadt.com
Kemalizm, tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi, bir devrim ideolojisi olarak doğmuştur. Ama, liberalizm ve sosyalizmden farklı olarak, geri kalmış bir ülkedeki devrim koşullarının gereksinimlerini yansıtmaktadır. Bu nedenle de, Kemalizmi iyi değerlendirebilmek için, geri kalmış ülke devrimlerinin gelişmiş ülke devrimlerinden farkını anlamak gerekir. Fransız Devrimi, evrim sürecinde önlerde yer alan bir toplumda rastlanabilen devrimlerin en ünlü örneğini oluşturur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş, ama eski koşullara göre oluşan ve eski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal kurumlar değişmemekte direnmiş, toplumsal-ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamıştır. Kentsoylular (burjuvazi) yeni bir toplumsal sınıf olarak doğmuş, güçlenmiş, ama güçleri ölçüsünde siyasal rejimde etkili olamamışlardır. Bir anlamda toplumun altyapısı değişmiş, ama üstyapı bu değişikliğe uymamıştır. Burada söz konusu olan, eski kurumları yeni koşullara, yani üstyapıyı altyapıya uydurmaktır; değişen koşullarla, koşulların yarattığı gereksinmeleri karşılaması gereken kurumlar arasındaki çelişkileri gidermektir.
Evrim sürecinde geride kalmış toplumlarda görülen devrimler ise, belirli tarihsel koşullardan yararlanarak, bu toplumların evrimini hızlandırmak, bazı evreleri atlamak amacını taşır. Birinci grup ülkelerdeki devrimciler, koşulların gereğini yerine getirmek ve gereksinimlerin doğurduğu devrimci ideolojiyi izlemekle yetinmek durumundadırlar. Toplumun henüz ulaşamadığı bir aşamaya göre kurumlar oluşturmak, böylece gelişmiş ülkelerle aralarındaki açığı bir ölçüde olsun kapatmak zorundadırlar. Kendilerinden çok önce o aşamaya ulaşmış olan toplumların deneyimlerinden ders alabilmek olanağına sahiptirler. Ama o devrimin doğal taşıyıcısı, itici gücü olan toplumsal sınıfın bulunmaması nedeniyle de işleri çok daha zordur. Ancak eski düzenin savunucusu güçlerin -tarihsel nedenlerle- zayıflamış oldukları bir andan yararlanarak iktidarı ele geçirebilirler. Temel devrimci gücün yokluğunu ya da zayıflığını ise, ideolojiye büyük ağırlık vererek ve o ideoloji etrafında iyi örgütlenmiş bilinçli bir çekirdek güç oluşturarak telafi etmeye çalışırlar. Toplumlardaki güçler dengesinin değişmesine karşın, eski güçler dengesinde ağır basan güçlerin çıkarlarına ve dünya görüşlerine göre biçimlenmiş olan kurumların değişmemekte direnmesi, devrimin nesnel (objektif) koşullarını oluşturur. Var olan bu düzeni eleştiren ve yeni
43
AHMET TANER KIŞLALI
bir düzenin ilkelerini içeren ideoloji ise, devrimin öznel (subjektif) koşulu sayılabilir. Devrimi, bilinçsiz bir ayaklanmadan, kızgınlık birikimlerinin kırıp-dökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik, sahip olunan devrimci bilinç, yani bilinç ögesidir. Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak doğar, devrimci eylem içinde gelişir. Böyle bir devrimde ideolojinin ağırlığı, nesnel koşulların çok gerisinde kalır. Oysa geri kalmış ülkelerde nesnel koşullar yeterince oluşmamış olduğu için, ideolojinin önemi artar. İdeoloji, devrimi olanaklı kılan ortamdaki, somut koşullardaki eksikliği giderme, boşluğu doldurma işlevini üstlenir. Burada ideoloji, yine devrimci eylem içinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde hazır olarak vardır ve çoğunlukla da, ana çizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Amaç zaten o ülkelerin düzeyine daha hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için, bunu doğal karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji, devrimin öncüsü güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler geçirmekle birlikte, ana doğrultuda aynı kalır. Her devrim belirli toplumsal güçlere dayanarak gerçekleşir. O güçlerin yeterince gelişmediği ortamlarda ise, devrimci ideolojinin kendisi, yarattığı bilinç ve kitlesel etkisiyle devrimci bir güç oluşturabilir. Bir ayaklanmanın,
44
bir hükümet darbesinin, bir bağımsızlık savaşının, tarihi hızlandırmak amacındaki bir devrime dönüşmesinde, devrimci ideolojinin etkisi büyüktür. Ama ideolojinin devrimdeki ağırlığının artması ölçüsünde, o ideolojinin dogmatikleşmesi olasılığı da artar. Çünkü söz konusu ideoloji, bir anlamda, var olması istenilen, ama henüz var olmayan koşulların ürünüdür. Mustafa Kemal, tıpkı Lenin gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın ülkesindeki eski düzenin temsilcilerini maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlu kılmadığı yeni bir toplumsal-siyasal düzeni yaratacak süreçleri harekete geçirmiştir. Lenin, Rus ordusunun perişan olması sayesinde, küçük ama iyi örgütlü ve bilinçli bir güce dayanarak siyasal iktidarı ele geçirirken; Mustafa Kemal, ülkesini düşman işgalinden kurtarmanın kendisine kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimi gerçekleştirmiştir. Lenin’in Rusya’nın koşullarına uydurmaya çalıştığı marksist ideoloji -yukarıda değindiğimiz nedenden dolayı- dogmalaşırken; Mustafa Kemal, liberalizm ve sosyalizmden yararlanarak Türkiye’nin koşullarına göre oluşturmaya çalıştığı devrimci ideolojinin dogmalaşma olasılığını önlemeye çalışmıştır. İdeolojik kalıplaşmanın hızlı bir değişim süreciyle bağdaşmayacağını vurgulayarak, bir anlamda sürekli
bir düşün insanı
ereğine yönelen Mustafa Kemal, elbette ki bu birikimden yararlanmıştır. Ama, aynı zamanda, eylem içinde onu aşmış, kendi damgasını taşıyan bir milliyetçilik anlayışına ulaşmıştır. Bu, sınırlar ötesi hedefler gözetmeyen, ırkçı olmayan, çoğulcu bir milliyetçiliktir. Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle mazlum milletlerin birer birer bağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden söylemiş, ulusal kurtuluş savaşının başarısı ile de onlara cesaret vermiştir. Emperyalist devletlere karşı kazanılan bu ilk kurtuluş savaşı, giderek evrensel bir model oluşturmuştur. Kemalist milliyetçilik anlayışının dışa yönelik hedefi, “çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi olmak”tır. Sadece siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik bağımsızlığı da içeren bir tam bağımsızlık, bu hedefin ayrılmaz bir parçasıdır. Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi ise, çağdaş bir ulus yaratmaktır. Bu ulus, ne ırkçı ne de ümmetçi bir anlayışı yansıtmaktadır. Atatürk’e göre ulus, ne din ne de ırk temeline dayanır; ulusu yaratan temel öge, ortak tarih, o ortak tarihin ürünü ortak dil ve sonuç olarak ortak kültürdür. Atatürk ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada, Türk, Kürt, Laz, Çerkes birlikte bir bütün oluşturduğunu vurgulamış, Kurtuluş Savaşı
devrimcilik anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğünün tersine, Kemalizmin ideolojisi vardır, ama öğretisi (doktrini) yoktur. Kemalizm’in önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve çağdaşlaşma. Bu ereklere ulaşmak için, ideolojinin çerçevesini oluşturan ulusçuluk, cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri Fransız Devrimi ve dolayısıyla liberalizmden; devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de sosyalizmden esinlendi. Ulusçuluk
odtuadt.com
Kemalizm içinde milliyetçilik, bir yandan ulusal bağımsızlığın sağlanması, öte yandan da çağdaşlaşma gereksinimlerini karşılamaya yönelik ideolojik bir öge oluşturuyordu. Çağdaş bir toplum olmak için önce ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmiş olmak gerekiyordu. Uluslaşma aşaması, çağdaş toplumun temel özelliklerinden olan demokratikliği sağlayabilmek için de bir ön koşuldu. Çeşitli kaynaklardan beslenen gecikmiş Türk milliyetçilik akımının bir düşünce sistemi içine oturtan kişi Ziya Gökalp olmuştu. Bir yandan ulusal bağımsızlığı sağlamak, öte yandan çağdaş anlamda bir ulus yaratmak
45
AHMET TANER KIŞLALI
sırasında hep Türkiye Milleti deyimini kullanmıştır. Daha sonraları karmaşık bir etnik yapıdan kendine güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çaba gösterdiğinde de, örneğin “Ne mutlu Türk olana” dememiş, “Ne mutlu Türk’üm diyene” demiştir. O’nun için Türk, Anadolu toprakları üzerinde kederde, kıvançta dayanışma içinde olan insanların adıdır. Orta Asya’daki Türk o milliyetçilik çerçevesinde yer almazken, Anadolu’nun tüm insanları, etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası sayılmaktadır. Atatürk Medeni Bilgiler kitabında şöyle demiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” 1935 yılındaki resmi tanımlamaya göre de, “ulus, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür.” Atatürk, ulus kavramından din ögesinin dışlanmasını, dinin ulus dışında ayrı bir olgu olarak değerlendirilmesini ise şöyle savunmuştur: “Türkler islam dinini kabul etmeden de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesin etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; mili heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin amacı, bütün milliyetlerin üzerinde, hepsini kapsayan bir ümmet siyaseti idi.”
46
Milliyetçilik, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içindeki çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu, toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. Başka bir deyişle, toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak amacıyla kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir. İlerici milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil, onların acılarını dindirmeye yöneliktir. İlerici milliyetçilikte, insanları egemenlik altına almak değil, onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır. İlerici milliyetçilik, bütün insanların özgürlüğünü ve tüm toplumların eşitliğini savunur. İlerici milliyetçilik, bölücü değil, birleştiricidir. İlerici milliyetçilik, savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde, yukardaki amaçlar uğruna kabul eder. İşte ilerici milliyetçilik, kemalist milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle de, çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.
bir düşün insanı
Suna Kili’nin de altını çizdiği gibi, Kemalist cumhuriyetçilik anlayışı ulusçu, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcuydu. Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atatürk, 1930’lar Avrupası’nda neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o dönemde etrafındaki birçok kişi, özellikle faşist-nazist modelden etkilenmişlerdi. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bile oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman zaman sert biçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması son derece önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihi yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında izlediği yol da, demokrasinin O’nun açısından bir temel tercih sorunu olduğunu ortaya koyuyordu. Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle zaman zaman sert önlemlere başvurmak zorunda kaldığı zaman bunu doğal saymıyor: “Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman, zorunlu olarak onaylanır” diyordu. “Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir mu-
Cumhuriyetçilik
odtuadt.com
Kemalizmin ilkelerinden cumhuriyetçilik, bir anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi görülebilir. Eğer egemenlik ulusa ait ise, ülkenin kimler tarafından hangi kurallara göre yönetileceği de ulus tarafından belirlenecek demektir. Kemalist ideoloji içinde cumhuriyetçilik, giderek demokrasi ile bütünleşmekte, eşanlamlı hale gelmektedir. Cumhuriyetçilik aynı zamanda, siyasal iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkması, laikleşmesi, siyasal rejimin çağdaşlaşması demektir. Bu ilke, iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkmasıyla laiklik ilkesiyle, meşruluğun temelini halk desteğinin oluşturmasıyla da, halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir. Mustafa Kemal’e göre, Yeni Türkiye Devleti bir halk devleti idi, halkın devleti idi. Oysa geçmişteki devlet, bir kişi devleti idi, kişilerin devleti idi. Cumhuriyet rejiminden ne anladığını ise şöyle açıklıyordu: “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. ... Milli egemenlik esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur.”
47
AHMET TANER KIŞLALI
halefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun” görüşünü savunan Ergun Özbudun’a katılmamak olanaksız. Serbest Fırka’nın kurulması aşamasında Atatürk’ün Fethi Bey’e yazdığı mektuplarda şu satırlar vardı: “Büyük Millet Meclisi’nde ve millet önünde millet işlerinin serbest olarak münakaşası ve iyi niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.” Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü gösteren Atatürk, özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına sahipti. Özgürlük anlayışı ise, sadece başkasına zarar vermemek anlamında bir negatif özgürlük anlayışıyla da sınırlı değildi. İnsanın kendi yeteneklerini geliştirmesi anlamındaki bir çağdaş özgürlük anlayışını daha 1930’larda savunmaktaydı. Atatürk’ün yaptığı ve yapmaya özen göstediği bazı şeyler var ki, günümüzün katılımcı demokrasi anlayışını daha o zamanlar, sezgileriyle benimsediğini düşündürmektedir. Bu açıdan, örneğin 12 Eylül Anayasası’nın demokrasi anlayışından çok daha ilerdedir: Dünya’da ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş ve o vesile ile onlara, ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. 23 Nisan günleri çocukların,
48
kentlerdeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına oturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının, bir oyun havasının ötesinde anlamı olduğu açıktır. Belki yine ilk kez, bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş, 1924’te seçmen yaşını 18’e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini -demokrasinin anayurdu sayılan bazı batı ülkelerinden önce- veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk’tür. Atatürk bununla da yetinmemiş, gerçekleştirdiği büyük kültür devrimi açısından önem taşıyan kurumların bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip olmalarına özen göstermiştir. Her şeyin devlet içinde ve “devlet için” olduğu faşizmin yükselme döneminde bile, Türk Dil ve Tarih Kurumları siyasal iktidardan bağımsız birer dernek olarak kurulmuş ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Atatürk onların parasal bağımsızlığını sağlayabilmek için, kendi mal varlığını sürekli bir destek olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404 Halkevi ile dört bin kadar Halkodası da, kâğıt üzerinde tek partiye bağlı olmakla birlikte, büyük ölçüde bağımsız ve demok-
bir düşün insanı
Halkçılık
ratik bir yapıya sahip kılınmışlardır. Bunlar, kitle örgütlerinin kötü gözle görüldükleri 1980’lerin Türkiyesi’nden yarım yüzyıl önceki kemalist ideolojiyi yansıtan somut örneklerdir. Mustafa Kemal, demokrasinin herşeyden önce bir özgürlük sorunu olduğuna inanıyor ve şöyle diyordu: “İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türk demokrasisi Fransa ihtilalinin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelişmiştir. Zira her millet devrimini toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre (…) yapar. Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.”
odtuadt.com
Mustafa Kemal’in demokrasi anlayışı, Kemalizm’in en önemli ilkelerinden olan halkçılıktan da soyutlanamaz. Atatürk başlangıçta halkçılığı şu şekilde tanımlıyordu: “Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel eğilimlerini isbat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir.” Ama zamanla bu ilkenin de içeriği gelişti ve Halk Partisi’nin programlarında üç ögeyi içermeye başladı: Siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul edilmemesi ve toplumun dayanışma içerisinde gelişmesi. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde girişilen reformlar hep devleti kurtarmak amacına dönüktü. Oysa Mustafa Kemal, halka güç kazandırmadan, halka dayanıp onun yaratıcı gücünden yararlanmadan çağdaş bir topluma ulaşılamayacağının bilincindeydi. 1922’de Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu: “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür… Diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi yüz yıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüz yıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğu-
49
AHMET TANER KIŞLALI
muz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık, zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.” Mustafa Kemal, yine Kurtuluş Savaşı yıllarında Meclis önünde yaptığı bir konuşmada, halkçılığın toplumsalekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu: “Toplumsal uğraş yönünden düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan kimseleriz, zavallı bir halkız! Kendimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya zorunlu olan bir halkız! Bundan ötürü her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve yaşamını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen kişilerin bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur. O halde söyleyiniz baylar! Halkçılık toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak isteyen bir toplumsal uğraştır.” Kemalizm, seçkinciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle yapılan birçok reform, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkin-halk ikilemini aşmaya yöneliktir. Bu amaçla girişilen en önemli atılımlardan birisi, “Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak” amacıyla gerçekleştirilen “dil devrimi”, yani dil-
50
de arılaştırma çabalarıdır. Sadece seçkinlerin anladığı Arapça-Farsça yüklü Osmanlıca terkedilmiş, türetme ile zenginleştirilmiş Türkçe yazın ve bilim dili olmaya başlamıştır. Aslında öğrenilmesi güç olan eski yazının yerine latin alfabesinin kabulü, halkın eğitimini kolaylaştırmak amacını da taşımıştır. Kemalist halkçılık, ayrıcalıksız, sınıfsız bir toplum öngörüyordu. Fakat bu, toplumsal sınıfları kaldırmayı amaçlayan marksist anlayışı yansıtmıyordu. Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinde marksist anlamda bir “egemen sınıf” ve işçi sınıfı bulunmadığı varsayımından hareket etmekteydi. Öyleyse varolmayan bir sınıf çatışması ve ayrıcalıklı toplum kesimleri yaratılmamalıydı. Ekonomik gelişmeyi sağlamak için toplumdaki tüm olanaklar değerlendirilmeye çalışılırken bu beklentiye ters düşen bir durumun doğması, Kemalizmin, Suna Kili’nin vurgulamaya özen gösterdiği bir temel özelliğinin gözden kaçmasına neden olmamalıdır: “Atatürkçülük, herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden, ılımlı toplumculuğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü halkçılık, yönetimde, siyasada, kalkınmada, gelirlerin dağılımında, devlet ve ulus olanaklarının kullanılmasında halk yararının gözetilmesini amaçlar.” “Peki halk nedir?” sorusunun yanıtını ise biz verelim:
bir düşün insanı
önem veren bir devrimcilik anlayışıdır. Kemalist devrimcilik anlayışının iki yanı bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci yanı eski düzenin geçerliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinmelerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama kemalizm bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak yeniliklere, değişmelere açıklık biçiminde anlamakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır. Atatürk, devrimcilik ilkesinin birinci ögesini şöyle tanımlıyordu: “Devrim, Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini temin edecek yeni kurumları koymuş olmaktır.” Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını elbette ki devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama O’nun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin bilincindeydi. Bu nedenledir ki, kemalist ideolojinin kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu. İşte bu nedenledir ki, kemalizmin devrimcilik ilkesi, aynı zamanda bir sürekli devrimcilik anlayışını da yansıtmaktadır.
Halk, ayrıcalıklara sahip bulunmayan toplum kesimlerinin toplamıdır! Devrimcilik
odtuadt.com
Kemalist “devrimcilik” ilkesi, halkçılıkla ve hatta demokrasi anlayışı ile iç içe bir anlam taşır. Mustafa Kemal’in 1923’te Konya’daki bir konuşmasında yer alan şu cümleler, O’nun nasıl bir devrimcilik anlayışından hareket ettiğini, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar açık bir biçimde sergilemektedir: “Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle, aydınlatma ile büyük çoğunluğu kendi amacına göre ikna etmeyi başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar. Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Bu halk bir defa karşısındakinin samimiyetle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete güven vermesi gereklidir.” Bu, seçkinciliği açıklıkla yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük
51
AHMET TANER KIŞLALI
En ilerici kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin “bekçiliği” ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizmin bu sürekli devrimcilik anlayışını benimsemeden, sadece Mustafa Kemal’in sağlığında gerçekleştirdiklerinin bekçiliği ile yetinenleri “Kemalist” ya da Atatürkçü saymak olanaksızdır. Suna Kili, “Devrimcilik kalıplaşmayı, durağanlığı, köhneleşmeyi, işlevini kaybetmeyi, çağın, toplumun gerisinde kalmayı önlemek, dinamik bir devrim anlayışını sağlamak ve sürdürmek için konmuştur.” derken haklıdır. Emre Kongar da, aynı gerçeği şöyle ifade etmektedir: “İkinci anlamda devrimcilik, Türk Devrimini, temel ilkeleri yönünde ileri götürme görevini içeriyordu. Yalnız mevcudun ve gerçekleştirilenin korunması ile yetinilmeyecek, Türk Devrimi, zamanın gereklerine ve çağdaş gelişmelere göre, temelinde yatan ilkeler doğrultusunda daha da ileriye götürülecekti.” Devletçilik Kemalizmin devletçilik ilkesini de, halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halk nasıl kalkınacak ve hak ettiği çağdaş yaşam düzeyine ulaşacaktır? Batı’nın gelişmiş
52
toplumlarının nasıl bir yoldan geçerek o noktaya geldikleri biliniyordu. Bir yandan kendi halklarını, öte yandan geri kalmış ülke halklarını sömürerek bir sermaye birikimi oluşturmuşlardı. Türkiye’nin kendisi geri kalmış bir ülkeydi. Halkın sırtından bir sermaye birikimi oluşturulmasına, onun birkaç kuşak daha yoksul tutulması pahasına bir kalkınmaya ise halkçılık anlayışı karşıydı. 1923-1930 arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimlerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin ne yeterli parası, ne yeterli deneyimi, ne de yeterli teknolojik birikimi vardı. Dünya’yı sarsan 1929 ekonomik bunalımı ise, liberal ekonomi politikalarının tam bir başarısızlığını vurguluyordu. Kemalizm, ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için devletçilik ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek, hem de hakça bir paylaşım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı. Kemalist tek partinin programında 1935 yılında yapılan düzeltmelerden sonra, devletçilik ilkesi şöyle tanımlanıyordu: “Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin
bir düşün insanı
hızlı bir büyüme sağlayamadı. Giderek oluşmaya ve büyümeye başlayan sanayi işçisi sınıfı nasıl hiçbir mücadele vermeden seçme ve seçilme haklarını elde ettiyse; yine kan dökülmesine, kuşaklar boyu süren büyük acılar çekilmesine gerek kalmadan insancıl çalışma koşullarına kavuştu. Kemalist sürekli devrimcilik anlayışını daha sonra sürdürenler, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme gibi hakları vermek için de işçi sınıfının rejimi zorlamasını beklemediler. (Ama uğrunda savaşım vermeden elde edilen hakların yeterince bilincinde olunamadığını daha sonraki deneyimler göstermiştir. İşçi sınıfı, ancak elinden alındığı ya da kısıtlandığı zaman, sahip olduğu hakların ve özgürlüklerin önemini yeterince kavrayabilmiştir. Demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde bile, işçilerin seçme hakkını elde etmek için nasıl uzun ve kanlı savaşımlar verdiği unutulmamalıdır!)
genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir.” Kemalist devletçilik anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplamayı öngören marksizm ile kuşkusuz ki hiçbir ilgisi yoktur. Hızlı bir ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin lokomotif görevini üstlenmesi anlamına geliyordu. Devlet ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı kullanımını planlayacaktı. Devlet özel girişimcilerin ilgilenmediği, başarılı olamadığı ya da kamu yararı gördüğü alanlarda yatırım ve işletmecilik yapacaktı. Türkiye başlangıç aşamasında devletçiliğin iki büyük yararını gördü: Bir yanda, özellikle altyapı ve sanayi yatırımları sayesinde oldukça hızlı bir ekonomik büyüme gerçekleştirilirken; öte yanda, sanayileşmenin devlet eliyle oluşumu sayesinde, Türk işçisi Batı’daki örnekleri gibi insancıl olmayan koşullar içinde birkaç kuşağının feda edildiğini görmedi. 1929-1939 arasındaki on yılda dünya sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye’de sanayi üretimi artışı yüzde 96’yı buldu. Sovyetler Birliği ve Japonya dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye’den daha
Laiklik
odtuadt.com
Altı ok ile simgeleştirilen Kemalist ilkeler içerisinde, Atatürk’ün kuşkusuz ki, en önem verdiği ilkelerin başında “laiklik” geliyordu. Mustafa Kemal, ülkenin koşullarının daha hiç hazır olmadığı bir aşamada bile, çok partili düzene geçiş için sakınca görmezken, tek bir koşul ileri
53
AHMET TANER KIŞLALI
sürmüştü: Laiklikten ödün vermemek! Serbest Fırka’nın önderliğini üstlenecek olan Fethi Okyar’a yazdığı ve daha önce de sözünü ettiğimiz mektubunda şu satırlar dikkati çekiyordu: “Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur.” Bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak Kemalizm açısından laiklik, demokrasi anlamındaki cumhuriyetçiliğin de, milliyetçiliğin de, devrimciliğin de, ve hatta halkçılığın da ön koşulu olduğu için bu ölçüde önem taşımaktadır. Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü, gerçek anlamda bir özgür seçim olamaz. (Bütün dünyada özgürlük ve demokrasi rüzgarları eserken, baskı rejimleri birbiri peşisıra yıkılırken, bundan en az etkilenenin -laikliği kabul edememişmüslüman ülkeleri oluşu rastlantı mıdır?) Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan öge ulus değil, inananların oluşturduğu ümmettir. (Bu anlayış içinde örneğin Arap ve İranlı, müslüman Türk ile aynı toplumun bir parçası sayılırken, hıristiyan Türk olan Gagavuzlar (Gökoğuzlar), Türkçe konuştukları ve çok daha ortak kültürel özellikler taşıdıkları halde yabancı sayılacaklardır.) Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin va çağın gerekleri-
54
nin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışılması bile genellikle olanaksızdır. Halkçılığın ön koşuludur; çünkü din temeline dayalı bir devlette ağırlığı ve önceliği olan halk değil, dinsel seçkinlerdir. Tarih boyunca hemen tüm devrimciler, din ile değil, ama bir kısım din adamları ile karşı karşıya gelmişlerdir. Çünkü eski düzenle çıkarları bütünleşmiş olan bir din adamları kesimi, köklü değişimlere hep karşı çıkmış, dini bir siyasal amaç için kullanarak kitleleri etkilemeye çalışmışlardır. Kendilerinin etkisini ve ağırlığını azaltacak her girişimi de dinsizlik olarak nitelendirmekten çekinmemişlerdir. Sultanın ve düşmanın çıkarları ile bütünleşerek, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in idam fermanını çıkaranlar gene bu tür din adamları olmuştur. Fransa’daki müslümanların manevi önderi Şeyh Abbas, Türk toplumunun dışından bir gözlemci olarak, bu konuda şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde din adamları çok olumsuz roller oynadılar. Mustafa Kemal din adamlarının hatalarını ve yarattıkları tehlikeyi anladığı için devrimine önce onlardan başladı. O din adamlarının cehaletinden korkmakta, onların ülke için tehlike yarattıklarını düşünmekte haklıydı. Onun savaş açtığı din adamlarının tanıttıkları, savundukları İslam ile gerçek İslam arasında dağlar kadar fark vardı. Türklerin baba-
bir düşün insanı
Bunun için Kuran Türkçe olmalıdır. Türk Kuran’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta ne olduğunu Türk anlasın.” Müslüman Türk halkı, Kuran’ı kendi dilinden okuyup anlama olanağına ancak laik cumhuriyet rejimi sayesinde kavuştu. Türkçe Ezan gene aynı ortamda gerçekleşti; ama çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra, tutucu, kemalizme karşı güçlere verilen bir ödün olarak ortadan kalktı. Kemalizm, sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü laikleştirdi. Bir islam ülkesindeki ilk laik devlet böylece doğdu. Eğer çok sayıdaki müslüman ülke içinde çağdaş demokratik bir hukuk devletine sahip tek ülke Türkiye ise, bunun laiklikle bağlantısı olmadığını öne sürmek elbette ki olanaksızdır. Petrol gibi büyük ve kolay gelir kaynaklarına sahip olmadığı halde, Türkiye’nin müslüman ülkeler içinde en sanayileşmişi, en ileri teknolojiye ve çağdaş ekonomiye sahip bulunanı oluşu da ayrıca düşündürücüdür!
odtuadt.com
sı, dünyaya hakim bir Osmanlı İmparatorluğu’nu çökmüş, parçalanmış haliyle buldu. Bu koca imparatorluğun çöküşüne de İslam’ın yanlış tanınması, yanlış yorumlanması neden olmuştu. Atatürk cehalete karşı savaştı, İslam’a karşı değil…” Atatürk din ile ilgili görüşlerini aslında açık bir biçimde ortaya koymuştu: “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olmazdı.” Mustafa Kemal, İslam dininin zamanla özünden uzaklaştığını, birçok yabancı ögenin -yorumlar ve boş inançlar olarak- işin içine girdiğini düşünüyordu. Çağdaş olmanın inançsızlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı kanısındaydı, ama bilerek, mantığını kullanarak inanmalıydı. Şöyle diyordu: “Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar.
55
AHMET TANER KIŞLALI
Yeni İnsan Geri kalmış ülkelerin genellikle kıt olan kaynakları içinde en bol malzeme insandır. Üstelik diğer kaynakları harekete geçirebilecek güç de gene o insan ögesidir. Bu nedenle, geri kalmış ülke devrimleri, her şeyden önce insanı değiştirmeye, daha etkili daha bilinçli bir yeni insan yaratmaya yönelik, insanın düşünüş ve davranış biçimlerini değiştirmeye yönelik bir kültür devrimi olmak zorundadır. Geri kalmış ülke devrimcileri, bu yeni insanı yaratabildikleri ölçüde başarıya ulaşırlar. Hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal, tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve kapsamlı kültür devriminin baş mimarıdır. Dilde, dinde, hukukta, yazıda, giyside, eğitimde, tarihte yaptığı reformlar; bazıları bugün biçimsel görünse bile, inanılmaz boyuttaki bir kültür devriminin, bir bütün içinde çok anlamlı olan parçalarıdır. Osmanlı İmparatorluğu içinde dili ve tarihi unutturulmuş, kendine güvenini yitirmiş bir halktan, çağdaş, başı dik, kendisiyle gurur duyan bir ulus yaratabilmiş olmanın ne büyük ve zor bir sonuç olduğunu bugün takdir edebilmek zordur. Napolyon, “Süngülerle her şey yapılabilir, ama üzerine oturulamaz.” diyor. Bunun sosyolojik anlamı açıktır. Hiçbir toplumsal hareket, dayandığı toplum kesimlerinin
56
olanaklarını aşamaz. Her önder, ne kadar büyük olursa olsun, belirli bir toplumsal tabana dayanmak zorundadır ve dayandığı, dayanmak zorunda kaldığı o toplumsal tabanın gücünü ne ölçüde harekete geçirebilirse, o ölçüde başarılı sayılır. Mustafa Kemal’in, birinci hedef olarak ulusal bağımsızlığı sağlayabilmek için dayanabileceği güçler belliydi: Asker-sivil bürokratlar, ulusal nitelikli ama oldukça zayıf bir kentsoylu kesimi ve büyük toprak sahipleri. Bunun dışında güç alabileceği, örneğin bir işçi sınıfı yoktu. Ulusal bağımsızlık hareketini örgütleyip sonu gelmeyen savaşlardan yorgun düşmüş Anadolu köylüsünü harekete geçirirken bu sacayağına dayanmak zorundaydı. Topluma, yirminci yüzyılın sonlarında bile hiçbir islam ülkesinin ele almaya cesaret edemediği dönüşümleri kabul ettirebildi. Ama örneğin sıra “toprak reformu”na geldiğinde, başaramadı. Çünkü geçmişte dayanmak zorunda kaldığı, hareketinin tabanında yer alan güçlerden biri de toprak ağaları idi. Kemalizmin başardıklarını ve başaramadıklarını, 1920’lerin Türkiyesi’nin toplumsal-ekonomik koşullarını ve içinde bulunduğu dünyanın özelliklerini göz önüne almadan yapılan bir değerlendirme bilimsel olamaz. Fransız araştırmacı François Georgeon şunları yazıyor: “Kemalizm, Avrupa dışında güçlü yankılar uyandırdı.
bir düşün insanı
Bugün Üçüncü Dünya adını verdiğimiz, Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya kadar uzanan alanda, Türkiye’nin 1919’dan sonraki atılımı ve uygulanan reformlar çoğunlukla tutku dolu bir dikkatle izlendi. Bağımsızlığı kazanmak, ekonomik-sosyal kalkınmayı sağlamak için uygulanacak reçetelerle ilgili olarak Kemalizm’den alınacak dersler araştırıldı.” İran’lı muhaliflerden, Halkın Mücahitleri örgütünün önderi Mesut Racavi ise bir Türk gazetecisine şöyle diyor: “Ben istemez miyim İran da Türkiye gibi laik bir müslümanlar ülkesi olsun? Ama benim ülkem sizinkinden yüzyıllarca geri kaldı. Bize Atatürk gibi bir önder lazımdı, Şah geldi. Siz çok şanslı bir ülkenin çocuğusunuz…” (Siyasal Sistemler, 1998, ss. 118-140)
odtuadt.com
57
. BÖLÜM II: RÖPORTAJ VE ANI
Beni öldürmek kurtuluş mu?
Çok Güçlü Bir Işık Kaynağı
“Milyonlarca genç, ‘O bizim de babamızdı’ diyordu. Gençlerden gelen pozitif enerji bana güç verdi.” Dolunay Kışlalı Uluç
AHMET TANER KIŞLALI
Çok Güçlü Bir Işık Kaynağı Biz Ahmet Taner Kışlalı’nın akademisyen, siyaset bilimci kişiliğini kitaplarından okuyarak tanıma imkanı bulduk. Siz onun insani yönünü anlatabilir misiniz, kızı olarak Kışlalı’yı nasıl tarif edersiniz? Babam “insan”dı... İnsanları, hayvanları, doğayı çok severdi. İnançlı ve her inanca saygılı bir kişiydi. En büyük inancı, sevgisi, güveni ve umudu gençlerdi. Çok bilgili, hoşgörülü bir insandı. Diyalogdan yanaydı, kimseyi dışlamazdı. Sadece bir bilim adamı olarak değil, bir insan olarak arkasında milyonlar vardı. İkna gücü de büyüktü, çünkü bilgi ve mantığa dayanıyordu. O çok güçlü bir ışık kaynağıydı. Zaten bu nedenlerle öldürüldü. Kışlalı öldürüldüğünde Türkiye, milyonlar bu olaya çok üzüldü. Peki siz babanızı kaybettiğinizde neler hissettiniz? Ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Tabi babam öldürüldüğü için değil; bu kadar sevilen, böylesine iz bırakan bir babam olduğu için… Ateş düştüğü yeri yakar. Babamı öldürtenlerin amaçları belliydi. Onların hedefle-
60
rine ulaşmalarını engellemek için güçlü olmak, dik durmak gerektiğini düşündüm. Milyonlarca genç, “O bizim de babamızdı” diyordu. Gençlerden gelen pozitif enerji bana güç verdi. Annem Nilgün Kışlalı’yı bir trafik cinayetinde kaybedeli birkaç yıl olmuştu. Babam Ahmet Taner Kışlalı’yı bir terör cinayetinde yitirmek canımı çok yaktı ama böyle bir annenin, böyle bir babanın çocuğu olmaktan hem hep gurur duyarım, hem çok şanslı olduğumu düşünürüm. Mutlu bir aile çatısı altında o kadar güzel günler yaşadık ki, cinayetler o günlerin anısına gölge düşüremedi. Sizin Kışlalı hakkında söylenen “faili meçhul” sözüne ciddi bir itirazınız var. Bunun nedenini ve bu konuyla ilgili düşüncelerinizi açıklayabilir misiniz? Bu çok önemli bir konu… Türkiye’de çok fazla “faili meçhul” cinayet var, utanç verici bir durum… Bir cinayet, eğer öldüren belirlenemediyse, yakalanamadıysa; öldürtenlerin kimliği anlaşılmadıysa “faili meçhul” olur. Prof. Kışlalı’yı öldüren maşalar yakalanmış, yargılanmış, ağır cezalara çarptırılmışlardır. Onları besleyen, eğiten, silahlandıran; onlara emir veren ve yardımcı olanın da İran’daki mollalar rejimi olduğu belirlenmiştir. Türk Yargı
bir düşün insanı
Gücü, kararında gerçek katillerin Tahran’da olduğunu da ifade etmiştir. Emniyet birimleri, polis, jandarma, sivil ve askeri istihbarat çok iyi çalışmış, etkili olmuştur. Durum böyle iken, “faili meçhul” demek, her şeyden önce katilleri yakalayanlara ve yargılayanlara haksızlık oluyor.
Önce “faili meçhul” diyeceksiniz, hafızalarda bu yer edecek. Sonra, zamanı gelince de, “Kendileri öldürdüler, kendileri gömdüler…”
Ancak, daha önemlisi var: Bazı kesimler, Kışlalı cinayetini “faili meçhul” olarak hafızalara kazımanın mücadelesini ısrarla sürdürüyorlar. Başarılı da oluyorlar. Öyle ki, Atatürkçü Düşünce Derneği toplantılarında bile, bilgisiz ve dikkatsiz bazı kişiler, bu oyuna gelip “faili meçhul cinayetin acısını” anlatıyorlar, allandıra ballandıra… “Faili meçhul” güzel oluyor, gizemli oluyor. Havalı oluyor, hem de her türlü komplo senaryosuna olanak tanıyor ki toplum bunu seviyor.
Kışlalı cinayetinde “faili meçhul” saptırmasında oyuna gelinirse, sevinen ve bundan yararlanan sadece katil yobazlar, mollalar değil; bölücüler, Devlet düşmanları, tarikatçılar da oluyor.
Bu kadar basit!
Diyorlar ki, “Kendileri öldürdüler, kendileri gömdüler!” Biz “katil” oluyoruz, onlar “gazanfer”! Eşiniz Sıtkı Uluç ve siz, Ahmet Taner Kışlalı’nın fikirlerini halen insanlara aktarmaya çalışıyorsunuz. Kışlalı’nın resmi internet sitesini güncelliyorsunuz ve Sıtkı Uluç’un yazmış olduğu bu konuda iki kitap mevcut. Kışlalı’nın düşüncelerinin bugün de önemini koruduğunu söyleyebilir miyiz?
Oysa işin içinde çirkin bir oyun var. Yıllarca “faili meçhul” ifadesini hafızalara kazıyanlar, gün geliyor, “Devlet yaptı” diyorlar ki yalandır. “Asker yaptı” diyorlar ki yalandır. Amaçları Devlet’i, TSK’yı küçük düşürmek, zayıflatmak… Ve gün geliyor, bu işi “Ergenekon” maskaralığına bağlıyorlar. “Kendileri öldürdüler, kendileri gömdüler” dedi adamın biri, televizyonda!.. odtuadt.com
Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın unutulmasını geciktirmek bir mücadeledir, bizden bir vefa borcudur. Ancak esas unutulmaması gereken (ki unutturmak isteyenler
61
AHMET TANER KIŞLALI
çok) Kemalizm ilkeleridir… “Geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğü” olan Kemalizm… Bugün için önemli olan Kemalizm’dir; çünkü güzel ülkemizin iç barışı, parlak geleceği, huzuru, bölünmezliği Kemalizm’den geçmektedir. Ahmet Taner Kışlalı gençliğe çok fazla önem veriyordu. Sizce gençlik günümüzde onun fikirlerini taşıyıp geliştirebilmekte midir? Bu konuda gelecek açısından umutlu musunuz? Kışlalı’nın fikirlerini ve Kemalizm’i yaşatacak, ayakta tutacak, uygulayacak ve başarıya ulaşacak olan gençliktir. Babam gençlere çok inanıyor ve güveniyordu. O’nun öğrencisi olanlar bunu iyi bilirler. Atatürk de Cumhuriyeti gençlere emanet ederken ne yaptığını, ne istediğini çok iyi biliyordu, şüphesiz… Laik Cumhuriyet gençlere emanet… Bunun bilincinde olanlar var, olmayanlar da var. Zaten Kemalizm karşıtları öncelikle gençliği sabote ediyorlar, korkuyorlar gençlerden… Gençleri susturmanın, onları başka yönlere çevirmenin, korkutmanın, sindirmenin, bölmenin; kısacası gençliği etkisiz hale getirmenin mücadelesini veriyorlar, yıllardır… Ben, Türk gençliğinin bu oyuna gelmediğini, her geçen gün
62
daha bilinçlendiğini, toparlandığını gözlemliyorum, memnuniyetle… Gençlere güveniyorum, geleceğin onlar sayesinde bugünlerden çok daha mutlu ve huzurlu olacağına inanıyorum. Ve diyorum ki gençlere, “Sizi kullanarak Türkiye’nin tekerlerine çomak sokmak isteyenlerin oyununa gelmeyin. Farklı fikirleri diyalogla, bilgiyle, hoşgörüyle bir araya getirerek kucaklaşın. Kutuplaşmaları körükleyenlere karşı tavır alın. Fikirler zorbalıkla değil, bilgiyle savunulur. Laik ve bölünmez Cumhuriyet için el ele verin… Büyük çoğunlukta ve çok güçlü olduğunuzu o zaman daha iyi hissedeceksiniz…” Son olarak, Kışlalı ile ilgili bir anınızı anlatabilir misiniz? Biliyor musunuz, cinayetler dışında, mutsuzluk hissettiren hiçbir anım yok… Annemi de, babamı da hep gülümseyerek anıyor ve anımsıyorum. Unutamadığım, hiç unutmayacağım o kadar çok anım var ki… Babamın insana olan bakışı güven üzerine kuruluydu. İnsanın temelde “iyi” bir varlık olduğunu, kötülüğü sonradan öğrendiğini ve sevgisiz bir ortamda büyüdüğü için kötülük yaptığını düşünürdü. Eminim katillerine bile
bir düşün insanı
Cevabı çok net ve kısaydı: "Çocuklar, televizyonu kapattım çünkü almamız gereken bilgi kısmını aldık. Bundan sonra izlemeye devam etmek bizim morallerimizi daha da bozmak dışında bir işe yaramayacak, terörün amacına hizmet edecek. Televizyon karşısında ağlamanın kimseye faydası yok. Toplum olarak ne yapmanız gerektiğine gelince; önce ayakları yere basan sağlıklı bireyler olup, yaptığınız işleri iyi yapmaya çalışacaksınız. İşini iyi bilen ve ahlaklı (hukukçu veya çöpçü fark etmez) bireyler olunacak. Ondan sonra da mümkünse sivil toplum hareketlerine katılarak toplumu ileriye götürecek, aydınlatacak hareketlere katkı sağlayacaksınız…"
kızgınlık değil acıma hissiyle yaklaşırdı... Biz seksenli yıllarda Ankara’da Ümitköy’e taşınmıştık. O zamanlar Ankara’dan epeyce uzak sayılabilecek bir yerleşim yeri... Toplu taşıma araçları fazla yoktu. Babam her zaman yoldan öğrencileri, yaşlıları toplar, şehre inerken onları da götürürdü. Bir gün yine iki genci arabasına almış ve cüzdanını çaldırmıştı. Ben de artık dikkat etmesi gerektiğini ve arabasına insan almamasını söylemiştim. Bana cevabı “Bunu asla yapamam, boş giden bir araba varken insanları otobüs durağında bırakamam. Birkaç insanın hatasının bedelini onlara ödetemem. Eğer bir daha zarar görürsem de görürüm” demişti.
Dolunay KIŞLALI ULUÇ Kızı
O gün acı haberi almış, tüm aile televizyonun karşısına kitlenmiş olayı anlamaya çalışıyorduk. Evin telefonları susmak bilmiyordu. Babam bir ara aniden televizyonu kapattı ve “Hadi bakalım herkes işinin başına dönsün” dedi. Biz ablamla şaşırdık ve neden televizyonu kapattığını, bu durum karşısında bizlerin ne yapması gerektiğini sorduk.
odtuadt.com
Benim için ders niteliğinde olan çok anım var. Bunlardan bir tanesi de Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü gündür:
63
Vatansever Bir Mücadele Adamı
“Çok kişi yatağa yattığında ben bugün kendim için ne yaptım diye düşünür ya, Ahmet yatağına yattığında ben bugün ülkem için ne yaptım diye düşünürdü.” Nilüfer Kışlalı
bir düşün insanı
Vatansever Bir Mücadele Adamı*
Sizin de dediğiniz gibi, bu ülkeyi ve insanlarını çok seven KIŞLALI için öğrencileri yani gençler ne ifade ediyordu?
Ahmet Taner KIŞLALI’yı tarif etmek isteseniz ilk söyleyecekleriniz neler olurdu?
Ahmet’in özellikle gençlere olan ilgisi farklıydı. Bu ülkede bir şey yapılacaksa gençler yapar derdi. Malum olaydan önceki bir anımızı hatırlıyorum. Bir gün eve geldi, canım dedi ben ders vermeyi bırakıyorum. Neden diye sordum. Kimse ders dinlemiyor diye cevap verdi. Şaşırdım, gerçekten bırakacak mısın diye tekrarladım. Evet dedi, beni dinlemeyeceklerse neden zaman harcayayım, niye anlatayım. Şaşırdım tabi… Pazartesi, çarşamba dersleri vardı. Çarşamba günü geldi. Ahmet ne oldu dedim. Canım sınıfta çıt çıkmadı diye cevap verdi. Gerçekten bırakacak mıydın diye sorunca da cevabı şöyleydi: Olur mu, blöf yapmıştım…
Çok yoruluyordu. Konferanslara gidiyordu, gazetede yazıyordu, üniversitede görevi vardı… Tam o dönemde mecliste bir kavga çıkmıştı. Sandalyeler falan havada uçuştu. Ben de Ahmet’e ne için uğraşıyorsun, burası için mi, ne gerek var dedim. Çok yoruluyordu çünkü. Niye öyle diyorsun canım dedi, ben yapmayacağım, o yapmayacak, peki kim yapacak… Çok kişi yatağa yattığında ben bugün kendim için ne yaptım diye düşünür ya, Ahmet yatağına yattığında ben bugün ülkem için ne yaptım diye düşünürdü.
odtuadt.com
Hani kitaplarda yazan yurt sevgisi, vatan sevgisi var ya; işte Ahmet’te ben bunu gördüm. Bu başka bir şey… İnsanların idealleri vardır. Hayat standartlarını yükseltmek, para kazanmak, evlenmek, iyi bir hayat kurmak gibi… Ama bir gün birisiyle tanışıyorsunuz, diyorsunuz ki bu başka biri… İdealleri farklı, ülkesini seviyor, insanlarını seviyor, insanlara bir şeyler öğretebilmek için inanılmaz bir çaba gösteriyor.
Onun hedef kitlesi 30-40 yaş üstü insanlar değildi; üniversiteydi, gençlikti. Konferanslara çağrılırdı, hocam biletini aldık, ama kalacak yer yok, birimizin evinde kalacaksın derlerdi; o da hiç düşünmez neresi olsa giderdi. Bir gün konferans dönüşünde sordum nasıl geçti canım diye. Kötüydü diye cevap verdi. Salon mu boştu ne oldu diye sordum. Ahmet, hayır salon doluydu ama genç yoktu dedi.
65
AHMET TANER KIŞLALI
KIŞLALI’nın pek çok gence örnek olduğu biliniyor. Onun özel hayatında nasıl biri olduğunu anlatabilir misiniz? Ben doğum yaptım, 5 gün hastanede yattım. Doğum yaptığım gün Ahmet, Artvin’e konferansa gitti. Söz verdim canım, gitmem lazım dedi. Bu işin bir karşılığı olsa anlaşılır belki, ama para da almıyor, karşılığı yok, menfaati yok. Bizi Nilhan’la hastanede bıraktı gitti, bir gece kaldı ve geldi. Onun için de yorucuydu bu, sonuçta 60 yaşındaydı. Ama Ahmet’in önceliği aydınlatmaydı. Özel hayatı bundan sonra geliyordu. Bu beni rahatsız mı ediyordu?… Hayır, çünkü başka bir adam var karşınızda. Değişik bir adam. Herkes başka bir şeyin derdindeyken, onda başka bir adanmışlık var. Ahmet, sokakta nasılsa evde de öyleydi. Zamanı çok iyi kullanırdı. Gününü programlardı mutlaka. Asla hiçbir şeyi ertelemezdi. Bugün önemli canım derdi, yarını bilmiyoruz! Hayatı asla ertelemezdi. Çok kitap okuyordu. İnsan kimseye kızmaz mı, sinirlenmez mi?… “Böyle bir durumda empati yap canım o zaman kızmazsın,
66
kendini karşı tarafın yerine koy” derdi. Tek kızdığı şey Fenerbahçe’nin yenilgileriydi. İşte bu konuda Ahmet klasik Türk insanıydı. Fenerbahçe yenilince ya hakem kötüydü, ya da oyuncular sakattı. Takımın kötü oynadığını asla kabul etmezdi. Maçtan sonra yorumları da dinlerdi. İşte bu konuda tam bir yurdum insanıydı… KIŞLALI’nın kaybı şüphesiz ki Türkiye için üzüntü vericiydi. Peki, bu olay eşi olarak sizi ve kızınızı nasıl etkiledi? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Siz KIŞLALI’yı, bir düşün adamını kaybediyorsunuz, bizse hayatımızdaki Ahmet’i kaybediyoruz. Kızım hiç babasını tanımadı. Bizim yüklediğimiz anlamlarla sizlerin yükledikleri çok farklı. Bir “sokak adıyla” oturup yemek yiyemiyorsunuz mesela, ya da “heykeliyle” sinemaya gidemiyorsunuz. Heykelinin yapılması, isminin bir yerlere verilmesi onun adına bizler için de çok gurur verici… Son olarak bizimle bir anınızı paylaşabilir misiniz? Nasıl biri olduğunu anlamanız için şöyle bir anı anlatayım. Nilhan doğduğunda sarılık oldu. Hastaneye götürdük. Doktor hastane mikrobu kapmış, 12 tane iğne
bir düşün insanı
yemesi gerekiyor dedi. Ben de o zamanlar çocuk ölümleri hep yanlış iğneden olduğu için korktum, hayır dedim. O zaman Nilüfer dedi, bizim kendi doktorumuz var Emel Hanım, bir de onu arayalım dedi. Ben de telefonumu evde unutmuşum. Hastaneye yakın bir yerde Ahmet’in çok yakın bir arkadaşı vardı. Bana, sen o zaman onlara kadar git Emel Hanım’ı ara, onun dediğine göre hareket edelim, ben de burada arabayla bekliyorum dedi. Neyse, ben telefon edip geri döndüm. Ahmet bana senin bir telefon etmen bana 25 milyon liraya mal oldu dedi. Ben trafik cezası yedi sandım. Hayır dedi, çocuğun biri geldi, memleketine gidecekmiş para istedi, ben de çıkardım 15 milyon verdim. Sonra ağabey açım bir de yemek parası verir misin dedi, on lira daha verdim. Sen deli misin, bunları bilmiyor musun sanki dedim. Canım dedi, biliyorum da sahip olmanın güzelliği paylaşmaktan geçer, 25 milyon beni zengin de yapmaz fakir de… Ben o niyetle verdim, o ne niyetle aldıysa bu artık onun sorunu dedi...
*Siyaz.net’ten alınmıştır.
Hakikaten yaşadıklarımız büyük şanssızlık belki ama bugün olsa yine onunla evlenirdim. Nilüfer KIŞLALI Eşi
odtuadt.com
67
Bir Karıncayı Bile Ezmezdi “O bir aydın olarak sadece görevi olan ‘aydınlatma’ işini yapardı ve bunu yaparken de özellikle hedefinde gençler olurdu.” Tevfik Kızgınkaya
Adalet ve Demokrasi Haftası, Sivas, Ocak 1997
bir düşün insanı
Bir Karıncayı Bile Ezmezdi*
versite kürsüsünü” bırakır; “halkın kürsüsünden”, halkın dilinden konuşurdu. Örneğin konferanslarda kendisinin tam olarak bilmediği ya da tam olarak o an ifade edemediği bir konu olduğunda o konuyu köşesinde yazacağını söyler ve mutlaka birkaç gün içinde de yazardı. Sevdiği kişilerin her türlü durumuyla kendilerine hissettirmeden ilgilenirdi. Onu kelimelerle anlatmak gerçekten çok zor.
Kışlalı’yı nasıl tarif edersiniz?
Az önce özlediğimiz bir aydın profili çizdiniz. Kışlalı’yı şu anki yazar ve akademisyenlerden (aydınlardan) ayıran bir özellik var mıydı sizce? Bence Kışlalı’yı farklı kılan şey, anlattıklarını, akademisyen kimliğini de kullanarak, çok sağlam bir zemine oturtabilmesi ve bunları herkesin saygısını kazanabilecek şekilde sunabilmesiydi. Bence Ahmet Taner Kışlalı’nın şu an aramızda olmamasının temel nedeni de budur. Akıl ile bilimi buluşturabilen bir insandı. Her zaman nedensonuç ilişkisi arar, olayların özüne inmeye çalışırdı. Bugün bile bir sorunla karşılaşınca, bu sorunu kim bilir, kim mantıklı çözüm önerileri getirir diye soruyorum kendime ve sonra diyorum ki “Ah! Ahmet Abi olsaydı, ona sorardık!”. Kimseyi incitmeden, kırmadan doğruyu insanlara anlatmanın, radikal bir insanın fikirlerini onu paramparodtuadt.com
Ahmet Taner Kışlalı dendiği zaman aklıma ilk gelen şey onun insan yönüdür. Onun duygusal tarafını tanımlamak istersek eski tabirle tam bir “karınca ezmezdi”. Bırakın bir insana zarar gelmesini; bir hayvana, bir bitkiye bile zarar gelmesine karşı olan bir insandı Kışlalı. Birçok kez kendisiyle özel sohbetler yapma olanağım oldu, kendisiyle yine birçok kez aynı masada konferans verme onuruna da sahip oldum. Bir kere çok alçak gönüllü bir insandı. Kültür bakanlığı yapmış olmasına rağmen kendisine “bakanım” denmesini hiç istemezdi. Çünkü kendisine göre o sadece görevini yapmıştı. Karşısında kim olursa olsun, genci yaşlısı, kendisi gibi düşüneni ya da karşıt fikirlisi, hep karşımdakinden ne öğrenebilirim diye düşünürdü. “Ben her şeyi bilirim” anlayışına kesinlikle karşıydı. Gittiğimiz yerlerde karşısındaki kişinin siyasal görüşü, düşüncesi ne olursa olsun asla insan sevgisinden, hoşgörüden uzaklaşmazdı. Sadece karşısındakini ikna etmeye çalışırdı. Son derece yumuşak bir anlatımı vardı. İlkokul seviyesindeki bir çocuğun bile anlayabileceği yalınlıkta konuşurdu. Halkın karşısına çıktığı zaman “üni-
69
AHMET TANER KIŞLALI
ça etmeden değiştirmeye çalışmanın akılcı yollarını arardı hep. Böyle hoşgörülü olmasına rağmen doğru bildiklerini savunurken asla taviz vermezdi. Hangi konularda taviz vermezdi mesela? Kemalizm konusu onun için önemliydi. Kemalizm’in yalnızca Mustafa Kemal’in kişiliğine indirgenmesine karşıydı. Onun için Kemalizm, 1923’lerde yapılanların toplamı değil; demokratik toplumu içeren sürekli devrimci bir süreç idi. Atatürk’ün ulus anlayışından bahsederken ortak tarih, ortak kültür, ortak dil ve ortak yurt anlayışını özellikle vurgulardı. Atatürk ulusçuluğunun bir ırkçılık olmadığını tüm netliğiyle ortaya koyabilen bir insandı. Sizin onu tanıdığınız süre zarfında Kışlalı’nın siyasete bakışı neydi? Kendisini siyasal olarak bir tanımlamaya gider miydi? Kışlalı’yla 1991 yılında tanıştım. Benim onu tanıdığım süre zarfında kendisini siyasal olarak hiçbir zaman tanımlamadı. Toplumun karşısına hep o gazeteci ve bilim insanı kimliğiyle çıktı. O, halkın bilinçlenmesine kendisini adamıştı ve bunu yaparken de siyasal bir zemine
70
kaymaktan her zaman kaçınırdı. Bir siyasi kimlikle halkın karşısına çıktığınız zaman karşınızda çoğunlukla o kimliğin tarafları gelir. Kışlalı’nın bu anlayışı, farklı görüşler karşısında en azından sempati seviyesinde kalabilmenin ortamını yaratıyordu. Halkın bir araya gelmesi, bilinçlenmesi, örgütlenmesi onun için çok önemliydi. Onun için mümkün olduğunca fazla insana ulaşmaya çalışırdı. Hep farklı şehirlere, farklı ilçelere konferansa giderdi. 1990’larda birçok sivil toplum örgütü, cumhuriyet temelinde ve çağdaşlaşma yolunda bir araya gelebildiyse bence Kışlalı’nın payı bunda çok büyüktür. Yeni siyasi parti arayışlarının ya da parti içi gruplaşmaların olduğu 90’lı yıllarda kendi adını hiçbir şekilde bu tartışmalara karıştırmadı. Çünkü o kendi görevinin yazar ve akademisyen kimliğiyle halkı aydınlatmak olduğunu düşünüyordu. Kışlalı’nın şehir şehir gezip yaptığı sunumların da etkisiyle o yıllarda ADD şubeleşme anlamında büyük bir gelişim göstermişti. Sonradan bu hızlı büyümeden etkilenen bazı partiler de kendi konferanslarına Kışlalı’yı halkı bilinçlendirmesi için çağırmaya başladılar. Kışlalı bu davetlere memnuniyetle katıldı fakat parti içi tartışmalara hiç girmedi. O bir aydın olarak sadece görevi olan “aydınlatma” işini yapardı ve bunu yaparken de özellikle hedefinde gençler olurdu.
bir düşün insanı
olmalarını istiyordu. Siyaset farklılıktır ve çözüm üretmelidir; farklı çözümler üretmelidir. Sivil toplum ise sorunların etrafında toplanan ve çözümünü talep eden bir yapıdır. Sorunun “sağı” “solu” olmaz; çözümün “sağı” “solu” olur. Sorunun sahipleri çözümü isterler; çözümün sahipleri, siyasi partiler, farklı çözümler üretir ve ben de vatandaş olarak doğru gördüğüm çözüme oyumu veririm. Demokrasinin doğru işlemesi için bence gerekli olan da budur. Hatta Ahmet Taner Kışlalı da seçimler döneminde kendisine çok ısrar edilmesine rağmen hiçbir zaman siyasi bir yönlendirme yapmamış, halkın kendi kararını özgürce kendisinin vermesini istemiştir.
Gençler çok önemliydi herhalde onun için? Onun en keyif aldığı özelliklerinden biri de gençlere olan bağlılığıydı. Hatırlıyorum, birlikte ADD, ÇYDD gibi sivil toplum örgütlerinin çeşitli şubelerinde verdiğimiz konferanslarda o, önce salonda ne kadar genç var diye bakardı. Onun için salonun boş ya da dolu olması önemli değildi. Önemli olan salondaki gençlerin sayısıydı. Eğer gençler çoğunluktaysa coşkulanırdı ama eğer tersi bir durum söz konusuysa konuşmaya hep hüzünlü başlar, bu durumun değerlendirmesini de mutlaka konuşması sırasında yapardı.
Kendisiyle yaşadığınız bir anınızı paylaşır mısınız? Kışlalı ile birlikte ADD ve ÇYDD’de çeşitli konferanslar verdiğinizden bahsettiniz. Yaşadığı dönemde Kışlalı’nın bu örgütlere desteğinin olduğu görülüyor. Kışlalı’nın bu derneklerin örgütlenme yapıları hakkındaki fikri neydi? Gelecekleri hakkında ne düşünüyordu?
1997 yılının Ocak ayında, Sivas’taki Uğur Mumcu’yu anma etkinliğine beraber gidiyorduk. Hava kar kış, güvenlik sorunu da var. Sivas’taki arkadaşlara Ankara’dan çıkış saatimizi bildirmiştik; onlar da bize saat öğlen iki civarı Sivas’a varabileceğimizi söylemişlerdi. Artık nasıl bir hoş muhabbetse bizimkisi, olmamız gereken normal zamandan bir hayli erken Sivas’a vardık. Sivas’ın girişinde bir trafik merkezi var. Ben içerdekilere gideceğimiz yolu sormak için merkezin önünde arabayı durdurdum. odtuadt.com
Kışlalı bu derneklerin siyasal bir kimliğe bürünmeksizin, olabildiğince toplumu eğiten, toplumu bilinçlendiren, toplumdaki sorunları tespit edebilen bir yapıda
71
AHMET TANER KIŞLALI
Birden binanın içinde ne kadar polis varsa koştu ve selam durdu. Bakanlık yaptığı dönemden mi bilmiyorum ama oradaki polislerin Kışlalı’ya çok büyük saygıları vardı. Konferanstan sonra da kaldığımız otelde dinlenmeye çekilmiştik. Ahmet Abi koruma olarak gelen iki polisi zorla evlerine göndermişti çünkü hava çok soğuktu. Ona rağmen sabah kalktığımızda bir polisin kapımızın önünde uyuduğunu gözlerimle gördüm. Kışlalı çok üzülmüştü polisi görünce. Benim için çok ilginç ve güzel bir anıydı.
yapmadığı eleştirileri bazen kulüp yöneticilerine yaptığını hatırlıyorum. Özlemle, saygıyla anıyorum. Işıklar içinde olsun… Tevfik KIZGINKAYA
ADD Eski Genel Başkan Yardımcısı
*Siyaz.net’ten alınmıştır.
Şimdiye kadar hep ciddi yönlerinden konuştuk Kışlalı’nın, Fenerbahçe sevgisi bir başkaydı onun için diye duyduk, doğru mudur? Fenerbahçe’yi çok severdi. Zaten sporcu bir kişiliği de vardı, zamanında basketbol oynamış. Ben de Fenerbahçeli’yim. Bizim Fenerbahçeliler olarak üçlü bir ekibimiz vardı: Bedri Baykam, ben ve Ahmet Abi. O zamanlar maçların izlenebileceği yerler bu kadar yaygın değildi. Genelde Bedri Baykam stattaki yerinde, Ahmet Abi de evinde olurdu maç zamanı. Ben de bir yerlerde televizyonun karşısında maçı seyrediyor olurdum ve mutlaka birbirimize telefonla canlı bağlantı yapar, maç ve hakem hakkında yorumlarda bulunurduk. Siyasetçilere
72
Hatay ADD şubesinin açılışı, 1995
. Gençler Onun Için Gelecekti “Ahmet Hoca Türkiye için geleceğin daha iyi olması hedefini koyardı gençlerin önüne. Düşüncelerini özgürce ifade eden bir gençlik, onun özlemiydi.” Prof. Dr. Çiler Dursun
AHMET TANER KIŞLALI
Gençler Onun İçin Gelecekti Ahmet Taner KIŞLALI gazeteci, siyasetçi, yazar ve akademisyen kimliğine sahip olan bir aydındı. Biz onu ancak kitaplarından, makalelerinden ve söyleşilerinden tanıma fırsatına sahip olduk. Siz Ahmet Taner KIŞLALI’nın öğrencisi olarak bize onun “öğretmen, akademisyen” kimliğinden bahsedebilir misiniz? Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde 1989 ve 1990 yıllarında Ahmet Hoca’dan Siyaset Bilimi dersleri alma şansım oldu. Üniversitenin büyük ve karmaşık dünyası içinde onun dersleri, ciddi, disiplinli, özgür ve sıcak bir paylaşım ve ifade ortamı yaratmıştır öğrenciler için. Genç insanların kendisini ifade etmesine çok önem verirdi ve onları teşvik ederdi. İfade edilen her görüşü ve düşünceyi önemser, saygı duyardı. Yanlışları veya eksikleri sevecen ve babacan bir tavırla gösterirdi. Güncel olanı öğrencinin nasıl yorumladığını merak ederdi. Öğrencileri, Türkiye’nin temel sorunlarını siyaset biliminin kavramları ile kavramaya yönlendirirdi. Farklı görüşten olan öğrencilerin tümüne eşit mesafede davranır, kimseyi küçümsemez, azımsamazdı.
74
Sizin için Ahmet Taner KIŞLALI’nın diğer akademisyenlerden ayrılan bir yönü var mıydı? Birikimini ve bilgisini, öğrencileri ezecek ya da özgüvenlerini sarsacak ölçüde üstten bir bakış kurmak için kullanmazdı. Öğrencilerini, paylaştığı bilgileri özümsemesi ve daha fazla bilgi edinmesi için yüreklendirirdi. Öğrencilerine karşı bir iktidar konumu bu bakımdan kurmaya çalışmazdı. Zaten birikimi ve tavrı ile hayranlık ve saygı uyandırmaktaydı . Ahmet Taner KIŞLALI’nın öğrencileriyle iletişimi nasıldı? Gençliğe bakış açısı nasıldı, onlardan bir beklentisi var mıydı? Gençlik, onun için gelecek demekti. Ahmet Hoca Türkiye için geleceğin daha iyi olması hedefini koyardı gençlerin önüne. Herkese bu bakımdan bir emek, bir pay düşerdi ona göre, henüz öğrenci bile olsa… Düşüncelerini özgürce ifade eden bir gençlik, onun özlemiydi. 12 Eylül sonrası ilk üniversite gençliği kuşağını, suspus olmaktan kurtarmaya çalıştığının farkındaydık. Sınıfta tartışmalara katılım az olduğunda canı sıkılır, ahaliyi teşvik ederdi. Günümüzde üniversitelerin ve gençlerin pek çok
bir düşün insanı
bana biraz acımasız gelirdi öğrencilik dönemlerimde. Sabah erken saatlerde Ankara’nın uzak yerlerinden derse yetişmeye çalışanlar için üzülürdüm. Ancak aslında bir ilkeyi uyguladığını ben de hocalık tarafına geçtiğimde farkettim. Türkiye’de insanların işlerini zamanında yapma ve karşısındakine saygı gösterme konusundaki özensizliğin yerleşik bir davranış kalıbı haline gelmesinin karşısındaydı Ahmet Hoca büyük olasılıkla bunu yaparken. Bu konuda anlaşmazlık içindeydik hocayla, onu hatırlıyorum.
açıdan baskı ve basınç altında olduğunu görseydi, çok üzülürdü kuşkusuz. Ahmet Taner KIŞLALI’nın uğradığı hain suikastten sonra öğrencileri olarak neler hissettiniz? Bu olaya karşı üniversitede nasıl bir tepki oluştu? Ben olayın haberini aldığımda, fakültede asistandım. 1990’larda Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Muammer Aksoy’lar ile devam eden Türkiye’nin cesur ve kıymetli aydınlarına yönelik suikastler zincirinin son halkası olduğunu düşündüm. Hala da öyle düşünüyorum. Derinden üzüldüm ve sarsıldım. Üniversitemiz ve fakültemiz için de sarsıcı oldu. Cenaze törenine ve tepki amaçlı yürüyüşlere katıldık bütün üniversite olarak. Bu acı günü ve Ahmet Hoca’yı, her yıl anarak, genç kuşakların geçmişe yönelik bilincini canlı tutmaya çalışıyoruz.
Prof. Dr. Çiler DURSUN Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü
Ahmet Taner KIŞLALI ile alakalı unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?
odtuadt.com
Ahmet Hoca dersine geç giren öğrencileri almazdı, dışarıda ders arasına kadar beklemelerini isterdi. Bu
75
Ahmet Taner Kışlalı Anılarından Birkaç Not... “Kışlalı 17 yaşına basmadan önce kararını vermişti. İnsanoğlu için yaşayacak, onu sevecek, affetmesini bilecek ve onun için ölecekti…” Sıtkı Uluç
bir düşün insanı
Ahmet Taner Kışlalı Anılarından Birkaç Not…
Bir his yaratır bu insanda, tuhaf… Senin için insanoğlu, Senin için af… Ne yazdımsa senin için. Senin için, yaşamak. Yaşamak yıllar boyu. Nasıl karanlık olur geceler, bilirsin, Öylesine bir koyu… Ölmek de senin için, Senin için insanoğlu…
Ne zaman kayınpederim Prof. Ahmet Taner Kışlalı’yı anlatmam istense, söze şöyle başlamak gelir içimden: Prof. Kışlalı’nın öldürülmesinin ardından ailedeki arşivler bana aktarıldı. Bir yığın belge, mektup, fotoğraf ve bir sürü kağıt, defter… Bunları hâlâ karıştırırım, hüzünle… Sevgiyle, saygıyla… Aralarında küçük boyutlu, kara ve sağlam kapaklı bir defter, “önce benden başla” der gibi… Bu defterde, Kışlalı’nın 1954- 1956 yılları arasında kaleme aldığı şiirler var. Yani 15-16 yaşlarında bir lise öğrencisiyken… Bir çocuğun el yazısıyla yazılmış bu şiirlerden biri, nasıl bir çocuğun söz konusu olduğunu yansıtması açısından ilginçtir. Aynen aktarıyorum:
Ahmet Taner Kışlalı 16.2.1956 Kışlalı 17 yaşına basmadan önce kararını vermişti. İnsanoğlu için yaşayacak, onu sevecek, affetmesini bilecek ve onun için ölecekti… Öyle oldu…
İnsanoğlu
O’nun insanlık felsefesini, yine kendisinden çok sık dinlediğimiz bir hikaye ile yansıtabilirim. “Deniz yıldızlarının hikayesi”… Deniz yıldızlarını dalgalar kumsala sürükleyip atıodtuadt.com
Her şey senin için insanoğlu; Sevmek senin, Sevilmek senin için… Gençsin, Gün olur sen de günaha girersin.
77
AHMET TANER KIŞLALI
yormuş. Binlerce deniz yıldızı karaya vuruyor ve ölüyormuş. Adamın biri deniz yıldızlarını tek tek alıp suya tekrar atıyormuş. Oradan geçen biri şaşırmış, onu izlemeye başlamış ve dayanamayıp sormuş: “Binlerce deniz yıldızını kurtarmanız mümkün değil. Sizin bu yaptığınız hiçbir işe yaramaz. Bu emek ne değiştirir ki?” Adam eğilmiş, bir deniz yıldızını eline alıp denize atmış ve konuşmuş: “Bakın! Onun için çok şey değişti!..” Fazla mı iyimserdi, fazla mı hoşgörülüydü Prof. Kışlalı? Bazen bana öyle geliyordu ve kendisinden bunu saklamıyordum. Nedir bu iyimserliğin, umudun kaynağı; neye güveniyor, kime güveniyor? İşte bu soruma yanıt olsun diye bana önerisi: “Gençlerle konuş. Öğrencilerle konuş! Paylaşmak istediklerini onlarla paylaş! Hiç kimseye güvenmiyorsan onlara güven! Anlat onlara... Göreceksin ki anlıyorlar... Ve
78
benim neden böyle iyimser ve umut dolu olduğumu daha iyi kavrayacaksın...” En değerli varlıkları, öğrencileriydi. Sadece kendisinin ders verdiği öğrenciler değil, bütün aydın kafalı gençler... Onlar “gelecek”, “umut”, “saygınlık”, “coşku”, “inanç” ve “güven” gibi pek çok anlamı bir arada simgeliyorlardı kafasında... “Konferanslardan, gazetecilikten, kitap yazmaktan vazgeçebilirim” diyordu,“ama öğrencilerimden, asla!” “Çünkü onlar tek umut ve güven kaynağımız... Onlar benim enerji kaynağım...” Prof. Ahmet Taner Kışlalı neden öldürüldü ? Evet, Kemalist olduğu için… Evet, Türkiye’ye ışık saçtığı için… Evet, gençleri aydınlık yolda ikna ettiği, onları peşinden sürüklediği için… Evet, Ortaçağ zihniyetindeki mollaları fikirleriyle ezip çürüttüğü için… Ama onun “düşmanları çatlatan” en büyük özelliği, insanlığı ve insan sevgisiydi… Her kesimle kucaklaşması, herkesle diyalog kurabilme yeteneğiydi…
bir düşün insanı
Gülümserdi…
Cenazesinde on binler vardı. Ve aralarında binlerce başörtülü genç kız… Öğrencilerinden… Pek çoğu, eşim Dolunay ve ablası Altınay’a gözyaşları içinde sarılıp, “O bizim de babamızdı” diyorlardı.
Ciddi konuşmalarımızda endişelerimi dile getirdiğim olmuştur, olası suikast girişimlerine karşı önlem alması gereğinden söz etmişimdir.
Prof. Kışlalı’yı öldürenlerin hedeflerine ulaşamadıklarını, o ışığı söndüremediklerini hep gördük. Son olarak, ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu gençleriyle tanışmamızda, o ışığın yansımalarını coşku ve heyecanla gözlemledik. “Geçmişin bekçisi değil, geleceğin öncüsü” Kemalistleri kucaklarken, Prof. Kışlalı’yı o güzel gülümsemesiyle ve güveniyle yanımızda hissettik.
“Korkuyla yaşamayı” reddeder, “Bir şey olursa, arkada milyonlarca genç var, hedeflerine ulaşamazlar” derdi. Gülümserdi…
O’nun gülümsemesi hep hafızamda :
Sıtkı ULUÇ Gazeteci-Yazar
“Eski Kültür Bakanı…” Azeri dostlarımız O’na “Köhne Medeniyet Nazırı” diyorlardı… Ben çok sık kullanırdım bu sevimli ifadeyi… Gülümserdi…
odtuadt.com
Fenerbahçeli olmamı isterdi, ısrarla… “Hayır, ben Akçaabat Sebatsporluyum” derdim.
79
BÖLÜM III: KISLALI’YI ANLATTILAR ’
Beni öldürmek kurtuluş mu?
Ahmet Taner Kışlalı’yı anlattılar...
Altan ÖYMEN Suna KİLİ Rutkay AZİZ Hıfzı TOPUZ Şerafettin TURAN Işık KANSU Barış KÜTAHYA
AHMET TANER KIŞLALI
ALTAN ÖYMEN (Gazeteci, Yazar) Profesör Ahmet Taner KIŞLALI’yı 13 yıl önce kaybettik. 21 Ekim 1999 günü evinin önünde uğradığı suikast sonunda... Evden çıkmadan önce, yazarı olduğu Cumhuriyet gazetesine yazısını fakslamıştı. Arabasına yaklaşırken şunu fark etmişti. Camın sileceği ile kaputu arasında poşete sarılı bir paket vardı. Onu alıp atmak istediği sırada paketin içindeki bomba patlamıştı. Kolu kopmuştu. Evinin bulunduğu site bekçisi tarafından hastaneye götürülmüştü. Fakat orada, kan kaybından öldüğü tespit edilmişti. Bu da, o vakte kadarki benzeri cinayetlerden biriydi. Profesör Muammer AKSOY’u, Profesör Bahriye ÜÇOK’u, Uğur MUMCU’yu ve daha birçok aydın insanımızı aramızdan alan diğer alçakça cinayetler gibi... Olayın soruşturması yıllar sürdü. Bazı şüpheliler yakalandı. Aralarında itirafta bulunanlar da vardı. Fakat suikastı düzenleyen şebeke ortaya çıkarılamadı. İşin ba-
82
şındakiler, ülkeyi çoktan terk etmişlerdi. Bir komşu ülkeye geçtikleri anlaşılıyordu. Fakat izlerinin üzerine gidilemedi.
***
Ahmet Taner KIŞLALI’yı çocukluktan gençliğe yeni geçtiği yıllarda tanımıştım. Gazeteci arkadaşım Mehmet Ali KIŞLALI’nın kardeşiydi. O da ağabeyi gibi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken, Ankara’daki Yenigün gazetesinde spor gazeteciliğine başlamıştı. Sonra Yenigün’ün diğer servislerinde çalışmış, arkasından da gazetenin yazı işleri müdürlüğüne getirilmişti. Kilisli bir ailenin çocuğuydu. Babası Ziraat Bankası memuru, annesi öğretmendi. Yurdun çeşitli yerlerinde görev yapmışlardı. Ahmet, Tokat’ın Zile ilçesinde doğmuş, ortaokulu Kilis’te, liseyi İstanbul’da Kabataş Lisesi’nde bitirmişti. Ankara’da, gazetecilik yaptığı sırada öğrencisi olduğu Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra, kazandığı bursla Fransa’ya gitti. Doktorasını yaptı.
bir düşün insanı
Türkiye’ye döndükten sonra da akademik kariyerine başladı. Önce Hacettepe Üniversitesi’nde, sonra da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde siyaset sosyolojisi okuttu.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra partilerin kapatıldığı, o zamana kadarki siyasetçilerin yasaklandığı yıllarda Kışlalı, yeniden üniversiteye dönmüş, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü olarak çalışmıştır. Bir süre sonra Cumhuriyet gazetesindeki yazılarına başlamış ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nde Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmiştir.
Bir yandan da, ağabeyinin çıkardığı Yankı Dergisi’nde yazılar yazıyordu. Gerek akademik çalışmaları, gerek yazıları, o zamanın sol siyaset çevrelerinde ilgiyle izleniyordu.
Atatürk’ü ve devrimlerini karalamaya kalkmanın marifet sayılmaya başlamasından sonra, KIŞLALI, yazıları ve konferanslarıyla, o yoldaki faaliyetlere en etkili yanıtları veren bir bilim insanı-yazardı. Yayınladığı kitaplardan birinin adı, o yanıtların özeti gibidir:
Bunun sonucu olarak, 1977 seçimi öncesinde CHP’nin o zamanki Genel Başkanı Bülent ECEVİT’in isteğiyle milletvekilliğine aday oldu. Seçimi kazandı ve Ecevit’in kurduğu ikinci hükümette Kültür Bakanlığı’na getirildi.
“Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği”.
***
KIŞLALI’nın 22 aylık bakanlık döneminde Türk kültür hayatına hizmetleri büyüktür.
Öldürülmesinde onun bu yoldaki çalışmalarına karşı belirli çevrelerde var olan kin ve intikam duygularının ve o duygulara dayanan karanlık hesapların rol oynadığı bellidir. Bu, suikastın yarım kalmış soruşturması sırasında ortaya çıkan bulgulardan anlaşılıyor. odtuadt.com
Tiyatro, opera, bale, sinema, resim, heykel, edebiyat, müzecilik alanlarında öncülüğünü yaptığı hamlelerle ve yayıncılığımıza kazandırdığı eserlerle, Kültür Bakanlığı’nı, hükümetin en dinamik kurumlarından biri haline getirmiştir.
***
83
AHMET TANER KIŞLALI
Ama şu da bellidir: Atatürk’ün liderliğindeki Cumhuriyetimizin, değişmez hedefi olan “çağdaşlaşma” yolundaki ilerlemelerini durdurmayı, ne o kin ve intikam duyguları başarabilir, ne de o duygulara dayanan karanlık hesaplar... Aynı tipteki cinayetlere kurban giden arkadaşları gibi, Ahmet Taner KIŞLALI da, eserleri ve anıları ile ülkemiz insanlarının çağdaşlaşma yürüyüşündeki ufuklarını aydınlatmaya devam edecektir. Aziz dostum rahmetli Ahmet Taner KIŞLALI’yı, ölümünün bu yıldönümünde, saygı, sevgi ve şükranla anarım.
84
bir düşün insanı
Prof. Dr. Suna KİLİ (Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi, Yazar)
Rutkay AZİZ (Oyuncu , Sanat Yönetmeni)
AHMET TANER KIŞLALI hep, Kemalizm’in geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğü olduğunu vurgulamıştır. Doğrudur. Kemalizm hep ileriye, geleceğe yöneliktir. Onun için Atatürk, Devrimi’ni gençliğe emanet etmiştir.
Demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bu önde gelen düşün, bilim adamı Ahmet Taner KIŞLALI’yı alçakça bir saldırı sonucu yitirmenin acısı yaşanılan günümüz koşullarında daha da büyüyor ve onu özlemle anıyoruz. Bu demokrasi mücadelesinde az acı, az kayıplar yaşamadık. O değerlerimiz yaşamlarını daha ileri bir geleceğe, gerçek anlamda aydınlık bir Türkiye’ye adadılar.
Kemalizm’in 6 ilkesi, kapalı bir toplum yaratmadan devleti, halkı, ulusu aydınlığa, çağdaşlığa yöneltme amacını güder. Kemalizm tüm çağdaşlaşmaya ve uluslaşmaya bağlılığın düşünsel anlatımıdır.
Türkiye Cumhuriyeti ve siz genç arkadaşlar yaşadıkça bu öncü, örnek değerlerimiz de ölümsüzlüğün yolculuğunda bağrımızda yaşayacaklardır. Sizleri bu duygularımla selamlarken, Ahmet Taner KIŞLALI’nın ve yitirdiğimiz tüm demokrasi şehitlerimizin anısı önünde sevgi ve saygıyla eğiliyorum.
Ahmet Taner KIŞLALI inanıyordu ki Kemalizm onurlu bir devlet, onurlu bir ulus, onurlu bir yurttaş ve onurlu bir birey olarak yaşama kararlılığımızın düşünce sistemidir. Kemalizm 21. yüzyıla hazırdır - yeter ki uygulansın, yeter ki tutarlı ve sürekli uygulansın.
odtuadt.com
85
AHMET TANER KIŞLALI
Hıfzı TOPUZ (Gazeteci, Yazar)
1960’lı Yıllarda Paris’te Ateşli Bir Atatürkçü: Ahmet Taner Kışlalı Ahmet Taner KIŞLALI ile dostluğumuz ben UNESCO’da çalışırken 1965 yılında Paris’te başladı. O yıllarda Paris’teki öğrenci derneği altın çağını yaşıyordu. Bu dönem dernek başkanı sevgili dostum Erdoğan TEZİÇ ile başlamıştı. Değerli arkadaşım Erdinç TOKGÖZ de derneğin ikinci başkanıydı. Dernek bütün öğrencilere kucak açmış ve hepsini birleştirici eylemlere girişmişti. Bir süre sonra Erdoğan’dan boşalan yere Erdinç TOKGÖZ, ikinci başkanlığa da Ahmet Taner KIŞLALI seçildi. KIŞLALI Ankara’da üniversiteyi bitirdikten sonra Paris’e gelmiş Hukuk Fakültesi’nde doktorasını hazırlıyordu. Dernek St. Michel Meydanı’ndaki merkezinde devrimci toplantılar yapıyor ve buna bütün öğrenciler katılıyordu. Kimler yoktu ki onların arasında? Zeynep ORAL, Ali SİRMEN, Uğur CANKOÇAK, Ertuğrul AKBAY, Bener KARAKARTAL, Kaya ARDIÇ... Büyükelçi Hasan Esat IŞIK ve Galatasaray’dan sınıf arkadaşım öğrenci müfettişi Sü-
86
reyya GÜNAY da gençlere destek oldular. Ahmet Taner KIŞLALI Paris’te “Modern Türkiye’de Siyasal Güçler” konulu bir tez hazırladı. Nilgün ile o dönemde sevişip evlendiler. Nikâhlarının ardından Cite Universitaire’de düzenlenen toplantıya bütün gençler katılmışlardı. Ahmet Taner KIŞLALI Atatürkçülüğün ateşli savunucusuydu, zarif ve hoşgörülü davranışlarıyla Paris’teki büyükelçilik çevresine, çeşitli misyonlarda görev alan Türklere ve bütün gençlere kendini sevdirdi. Daha o dönemde yeteneklerini kanıtlayarak ileride önemli roller oynayacağını gösterdi. 1999’da feci bir terör olayına kurban gitmesiyle bütün Atatürkçüler eşsiz bir dostlarını yitirmiş oldular.
bir düşün insanı
Atatürkçülüğün ya da Kemalizm’in Fransız ve Sovyet devrimleri karşısındaki özel yerini ayrıntılarıyla açıklayan bir Atatürkçü.
Prof. Dr. Şerafettin TURAN (Tarihçi, Yazar)
Ahmet Taner Kışlalı
Aynı zamanda 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ülkenin ufuklarını saran ırkçı-şeriatçı girişimlere karşı 1998 Nisanında “Demokratik Toplumcu Çağrı”yı kaleme alan çağdaş bir düşünür.
Henüz fakültede öğrenci iken başladığı gazetecilikte giderek kendini tanıtan ve Cumhuriyet’teki “Haftaya Bakış” değerlendirmeleri ile en çok okunan köşe yazarı kabul edilen bir kalem sahibi.
Onu sevgi ve saygı ile anıyoruz.
Sorbon’da Siyaset Bilimi öğrenimi gören ve “Modern Türkiye’de Siyasi Güçler” konusunda doktora yapan bir bilim adamı.
1978 başlarında kurulan Bülent Ecevit hükümetinde üstlendiği Kültür Bakanlığı döneminde, Atatürk’ün öncüsü olduğu devrimin bir aydınlanma ve kültür devrimi olduğu bilinciyle tanınmış kültür adamları ve kuruluşları ile işbirliği yaparak, siyasal iktidarlara göre değişmemesi gereken çağdaş değerlere dayalı temel bir kültür siyasası hazırlatan bir yönlendirici.
odtuadt.com
Yıllarca süren öğretmenliği süresince öğrencilerine en yakın olan ve en çok sevilen bir öğretim üyesi.
87
AHMET TANER KIŞLALI
Işık KANSU (Gazeteci, Yazar)
Çağdaş Bir Beyin* Zile, 1939. Adını Ahmet Taner koydular. Ziraat Bankası veznedarı Hüsnü Bey ile ilkokul öğretmeni Lütfiye Hanım’ın çocukları. O Lütfiye Hanım ki 16 yaşında Cumhuriyet öğretmeni olarak eğitim ateşini yoksul, yorgun Anadolu’ya taşıyor. Kemalci, Kuvvacı Mustafa Necati’nin “Millet Mektepleri”nde kendinden yaşlı “erkek” öğrencilere okuma yazma öğretiyor. Zile, Nizip ve Kilis’ten başlayıp Ankara’ya uzanan 44 yıllık uzun yürüyüşün ardından, bir Cumhuriyet Bayramı’nda, 29 Ekim 1994’te yaşama gözlerini yumduğunda, oğlu Ahmet Taner şöyle anıyor onu: “Hep genç kalarak yaşlandı. Gerçek bir Kemalist devrimci gibi, kendini hep yenileyerek... Çağını anlama çabası içinde torunları ile bile arkadaşlık kurmayı başararak...” Annesinin kollarındayken, okullu olduğunda, “a, be, ce”yi de ilk öğretmen annesinden öğrendi. Uysaldı. Sa-
88
kinliği, “muhallebi çocukluğu” gibi tanımlanamazdı asla. Daha ilkokuldayken Türkçe’yi ses şenliğine döndürürdü. Minik arkadaşları, “Öyle öyküler anlatıyor ki derslerde, bize hiç laf düşmüyor” diye yakınırlardı. Annesi ile babası, Mehmet Ali ile Mahmut’u İstanbul’a, Galatasaray Lisesi’ne göndermişlerdi. Ahmet Taner’in evin sıcaklığından uzaklaşmasına yürekleri elvermedi. Pek zayıftı, pek çocuksuydu da ondan. Kilis Ortaokulu’nda okudu. Delikanlılığın delifişekliğinde kardeşleri, arkadaşları dalaşırlardı birbirleriyle, ama onu kavga ederken hiç gören olmamıştı. Kavgacılık ile savaşımcılığı birbirinden ayırt etmek gerek. Daha ortaokulda okulun düzenlediği tartışmalı toplantıların başta gelen önderlerindendi. Kabataş Lisesi’ndeki ateşli münazaralara da taşıyacaktı bu niteliğini. Siyaset bilimcisi olmanın ilk ipuçları, ağabeyi Mehmet Ali KIŞLALI ile kendi geliştirdikleri “devlet yönetimi” oyununda belirmişti. Elde makas, dil ucuna sürüldü mü koyulaşan mavi uçlu kurşunkalem, bir de saman kağıtlar. Oyunun altyapısı hazır. El becerisini de ekledin mi
bir düşün insanı
Sorbon sonrası önce Hacettepe Üniversitesi’nde siyaset sosyolojisi alanında öğretim üyeliğine başlama. Askerliğin ardından Hacettepe Üniversitesi’ne yapılan dönüş başvurusuna ret yanıtı. Ağabeyi Mehmet Ali KIŞLALI, “İhsan DOĞRAMACI istemedi dönmesini” diyor. “Neden?” diye soruyoruz. Yanıtı çok kısa:
üzerine, al sana kağıttan kaymakam, garnizon komutanı, doktor, belediye reisi, banka müdürü, tarım müdürü, halk. Çocukluğun geniş düş dünyasına açılan oyun penceresi, “gel keyfim gel” geçen doyumsuz saatler. Lise bitti. Ver elini Ankara. O artık Mülkiyeli. Hem öğrencilik, hem gazetecilik bir arada gidiyor. Yeni Gün’de spor muhabirliği.
“Öğrencilerini demokrasi, özgürlük ve açıklık konularında teşvik etti. Ahmet, öğrencilerin üniversite içinde demokratikleşmesi akımının önderlerinden olmuştu. Doğramacı’ya bu fazla geldi.”
Galatasaraylı kardeşlerinin tersine Fenerbahçe’ye “gık” dedirtmeyen ödünsüz taraftar. Olgunlaşma sürecinde derginin yazı işleri müdürlüğünü üstlenme.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçti. Çok mutluydu. Fransız bursuyla Sorbon’da doktora. Tez konusu, 1960 devrimi sonrası Türkiye’deki siyaset açısından ilgi çekici:
1971-77 arasında Yankı dergisinin belkemiği olduğunu söylemek abartı sayılmaz. O yıllarda yükselen toplumcu, devrimci, halkçı rüzgarı yakalayan dönemin “Karaoğlan”ı, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in dikkatini çekiyor.
“Modern Türkiye’de Siyasi Güçler...” Fransa’da Bordolu, ama ‘Biz Türklerden’ Nicole ile tanışma. Ahmet Taner’in insan sever, sıcakkanlı, sevgili eşi, kızları Dolunay ve Altınay’ın anneleri Nilgün. Yıllar sonra birlikte geçirdikleri trafik kazasında yitirdiği, Türk bayrağı ile gömülen Nilgün KIŞLALI... odtuadt.com
Yankı’da yazıları. 1977’de İzmir’den CHP milletvekili seçiliyor.
89
AHMET TANER KIŞLALI
1978 başı. 11’ler Adalet Partisi’nden ayrılmış. Ecevit, hükümet kuracak besbelli. Altan Öymen CHP Grup Başkanvekili. “Laci”leri önceden çekmiş olanlar sıram sıram. Öymen’e görünenler, hatırlatmada bulunanlar çoğunlukta. Ahmet Taner KIŞLALI ise ortada gözükmüyor hiç. Ecevit, Öymen’e Ahmet Taner KIŞLALI’yı Kültür Bakanı yapacağını açıklıyor. Öymen haberi bildirecek, ama bulabilene aşk olsun. Sonunda bulunuyor da, Altan ÖYMEN, Kışlalı’ya Kültür Bakanı olduğunu ancak arabasında söyleyebiliyor: “Kültür Bakanı olacağını kendisine açıkladığımda yüzünde sevincin işaretlerini görememiştim. Yalnızca gözlerinde önemli bir sorumluluk yüklendiğinin bilincine varan ışıltının çaktığını gözlemiştim.” Bakanlık görevinin hakkını vermişti. O dönemin gençleri, o güne değin itilen kakılan yazarları, kimi gruplarca küçümsenen değerleri kucaklayan Kültür Bakanlığı’nca çıkarılan dergiyi anımsarlar:
90
“Ulusal Kültür”. 12 Eylül. Baskının adı. Özal’lı yıllar. “Değişim” aldatmacasıyla karışık karşıdevrimin, yozlaşmanın adı. Ahmet Taner KIŞLALI, Ankara İletişim Fakültesi öğretim üyesi. Bilime, öğrencilere adanan yıllar. Savunduğu düşüncelere karşıt görüşleri ileri süren, bunu bir tutarlı çerçevede dile getiren öğrencilere en yüksek notu veren hoşgörülü, sonuna dek demokrat öğretmen. Eşini trafik kazasında yitirdiği günün ertesinde, kolu sarılı derse giren sorumlu öğretmen... 1991 sonu. Cumhuriyet gazetesinde yazarlığa başlama: “Haftaya Bakış”. Başta Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği olmak üzere birçok cumhuriyetçi demokratik kitle örgütünün Anadolu’nun yüzlerce köşesinde düzenledikleri toplantılarda konuşmalarla “ulusalcı, laik, Atatürkçü” güçlere özgüven aşılama... Halka, Kemalizm’in, Atatürkçülüğün bir doğma değil, bir sürekli
bir düşün insanı
devrimcilik olduğunu usanmadan anlatma çabası. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcılığı... Nisan 1997’de ikinci eşi Nilüfer KIŞLALI ile evlilik. 22 Eylül 1999’da Nilhan Nur’un doğumu. Çayyolu Engürü Sitesi. 21 Ekim 1999: Saat 09.28. Cumhuriyet gazetesine “Kınıyorum” başlıklı yazısını faksladı. Saat 09.35. Eşi Nilüfer KIŞLALI ve minik bebeğini kente indirecek, sonra derse girecek. “Nilüfer” dedi, “Ben arabayı ısıtayım. İki-üç dakika sonra gelirsiniz.” Evden çıktı. Saat 09.40! Nilüfer Kışlalı, “Çok neşeli bir sabahındaydı” dedi...
odtuadt.com
*”Sorumlu Öğretmen” başlıklı makaleden
91
AHMET TANER KIŞLALI
Barış KÜTAHYA (ODTÜ ADT 2001 Mezunu)
Başaramayacaksınız!* - Merhaba, Ahmet Taner Kışlalı ile görüşebilir miyim? Ben ODTÜ ADT’den arıyorum. - Merhaba, Ahmet şu anda evde değil, çöp atmaya gitmişti, birazdan gelir. Hah, geldi. Ahmet, telefon sana. - Merhaba hocam, ben ODTÜ ADT’den arıyorum. Yarın sempozyumumuza katılacaksınız. Sizi nasıl aldıralım diye aramıştım. - Gerek yok çocuklar, teşekkür ederim, zahmet etmeyin. Ben kendi arabamla gelirim. - Hocam o zaman plakanızı alabilir miyim? Girişe bildireyim ki size yardımcı olsunlar. - 06 GK 677, Passat Bu telefon konuşmasından yaklaşık bir sene sonra o plakayı ve arabayı gazetelerde gördüğümde hala bir gün önceki olayın şoku altındaydım. Öğlene doğru babamın telefonu ile uyanmıştım, “başın sağolsun” demişti. Çok sevdiğimi, okuduğumu bilirdi babam. Duyar duymaz beni aramış. Ben uyku sersemliği ile anlamak isteme-
92
dim başta, sonra bir an kabul etmek istemedim. Hemen yurdun kantinine koştum, haberler veriyordu işte olayı. Ahmet Taner Kışlalı arabasına konan bir bomba sonucu ağır yaralanmış ve kurtarılamamıştı. İlk yorumlarımız sanırım şöyle olmuştu: “Nokta atışı bir hedef belirlemişler. Bundan daha ağır bir yara açılamazdı fikrimizde.” Bizim kuşağımızın başta gelen ideoloğuydu. O zamanlar hepimizin aklını kurcalayan soruların cavapları onun köşesinde yer alırdı. Ne mutlu ki tanışabilmiş, konferanslarında bulunabilmiştim. Ama artık yoktu işte, onu elimizden almışlardı. Babam için Uğur Mumcu’nun katledilişi ne ise Ahmet Taner Kışlalı’nın katledilmesi de benim için aynı şeydi. Resmen mihenk taşımızı elimizden almışlardı. O akşam kapısının önündeki kalabalığın arasında, iki arkadaşımın omzunda yükselip “ BAŞARAMAYACAKSINIZ” diye bağırmıştım. Avazım çıktığı kadar bağırmıştım, bizler burada oldukça bu ülkeyi karanlığa mahkum edemeyeceklerini haykırmıştım. Tam on sene geçmiş. Ahmet Hoca’yı elimizden aldıklarından beri on sene. Hala kitaplarına başvurduğu, hala makalelerinden faydalandığı birinin artık hayatta olmadığını fark etmiyor insan. Sanki bir yerlerden ses-
bir düşün insanı
Tüm bunlara bakınca, sanki onu öldürenler, amaçlarına ulaşmış gibi geliyor. Ahmet Taner Kışlalı’nın öngördüğü risklerin hepsi bugün başımıza geldi. Sanki gelecekten haber veren bir kahinimiz varmış da birileri onu susturmuş gibi.
leniyor, hala sorunlara çözüm üretiyormuş gibi geliyor. Ama yok işte. Gerçekten on sene önce orada bağırdığım gibi başaramadılar mı? Şu anda iktidarda olanların karşısında idi Ahmet Taner Kışlalı. İktidar derken sadece siyasi iktidarı kastetmiyorum, medyadaki iktidarı, kültürel olarak önümüze sunulan iktidarı, aydınları belirli düşünce iktidarını. Mesela günümüzde her konuda ahkâm kesen, hikmetinden sual olunmayan liberal, ikinci cumhuriyetçi tayfasının foyasını ortaya çıkarmakta üstüne yoktu. Onun yazdığı zamanlarda bu tayfa bu kadar yürekli ve yüzsüz çıkamazdı ortaya. Açılımlarla, saçılımlarla savrulan Güneydoğu sorununu onun kadar bilimsel ve verilerle ortaya koyan biri varken bu günkü laubalilik ve cahil cesaretleri olamazdı sanırsam. Yazdıkları hala bu konunun siyasi temelini oluşturur ve pusula niteliğindedir. Acaba bugün hala hayatta olsa bu kadar densiz olabilir miydi taraflar? Demokrasi tarihi ve siyaset bilimi ile ilgili hayat dersi niteliğindeki yorumları acaba bugünün demokrasi ilahlarının yüzünü kızartır mıydı? Ulus devlet, ulusalcılık, Ahmet Taner Kışlalı’nın yaşadığı bir ülkede bir tehdit olarak görülebilir miydi?
Ölümünden sonra arkadaşlarla onun yerini kim doldurabilecek acaba diye uzun uzun konuştuğumuzu hatırlıyorum. Bilgi ve birikimi ile teorisyen, karizması, konuşma becerisi ve iletişimdeki uzmanlığı ile propagandacı, insancıl değerleri ve analiz yeteneği ile öngörü sahibi bir kişi… Kim bu özelliklerin hepsini bünyesinde barındırıp, Ahmet Taner Kışlalı’nın yerini dolduracak? O zamanlar çok inanmasak da bazı isimler söylemiştik ama inanmamakta haklıymışız. Ahmet Taner Kışlalı’nın yeri dolmadı.
odtuadt.com
Onu elimizden alanların başardığını düşünmeye başlar başlamaz aklıma bir söz geliyor, sabahın aydınlığına en yakın olunan zaman gecenin en karanlık olduğu zamandır. O gün Ahmet Taner Kışlalı’nın anlattıkları ile büyüyenlerin, bugün artık belli konumlara geldiğini, işlerinde başarılı kişiler olduklarını ve çabaladıklarını gördükçe “Hayır başaramadınız, Ahmet Taner Kışlalı’ının diktiği fidanlar kurumadı, tersine büyüyor, sizin gölgelerinize
93
AHMET TANER KIŞLALI
rağmen büyüyor” diyebiliyorum. Eminim daha uzun yaşasaydı hem diktiği fidanlar çok daha fazla olacaktı, hem de siyasette, medyada, düşünce dünyasında bu denli ipinden boşanmış bir noktaya gelmeyecekti ülke. Yine de yetişip gelenleri, insanların içlerindeki potansiyelleri gördükçe içim ısınıyor. O akşam iki arkadaşımın omzunda söylediklerimin hala geçerli olduğunu görüyorum. BAŞARAMAYACAKSINIZ… Çünkü Uğur Mumcu hala burada, Muammer Aksoy burada, Bahriye Üçok burada, Çetin Emeç burada, Ahmet Taner Kışlalı burada, Mustafa Kemal Atatürk BURADA… BAŞARAMAYACAKSINIZ... 20 Ekim 2009 *Siyaz.net’ten alınmıştır.
94
Prof. Dr. Özer Özankaya, Prof. Dr. Şerafettin Turan, Yekta Güngör Özden, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Dr. Ergün Aybars, Prof. Dr. Seçil Karal Akgün’ün katılımlarıyla ODTÜ ADT olarak 1999 yılında topluluğumuzun 10. yıldönümü etkinlikleri kapsamında gerçekleştirdiğimiz “Kemalizm ve 21. Yüzyıla Girerken Türkiye” başlıklı sempozyumdan...
(
BÖLÜM IV: FOTOGRAF ALBÜMÜ
Beni öldürmek kurtuluş mu?
ESERLERİ
bir düşün insanı
düşün
TOPLULUĞUMUZ HAKKINDA
ODTÜ ADT ailesi olarak çıkardığımız dergimizde, Türkiye’nin ve dünyanın yaşadığı toplumsal, siyasi, ekonomik sorunlara Kemalist bir bakış açısıyla getirdiğimiz eleştiriler, yorumlar ve çözüm önerileri yer almaktadır. Dönemde bir kez yayımlanan düşün’de topluluk üyelerinden ve mezunlarından olduğu kadar çeşitli akademisyen, bürokrat, gazeteci ve yazardan da yazılar bulunmaktadır. Topluluğumuzun geçmişten bugüne taşıdığı birikimin bir ürünü olan dergimizin en önemli özelliği tamamen akademik bir dille kaleme alınan yazılardan oluşmasıdır. Bunun yanı sıra dergimizdeki yazılar daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olup, düşüncelerimizi gelecek kuşaklara aktarabilecek kalite ve niteliğe sahiptir. Ülkemizde ve yurtdışında bulunan dergi temsilcilikleri aracılığıyla dergimizin dağıtımı yapılmaktadır.
10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e gerçekleştirdiğimiz ziyaretten...
BİZ KİMİZ?
odtuadt.com
ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu, Atatürk’ü ve ideolojisini daha iyi tanımak ve tanıtmak için 1989 yılında ODTÜ Kültür İşleri Müdürlüğü bünyesinde kurulmuş olan bir düşünce topluluğudur. “Atatürkçü düşünce”yi kendine isim yapmış ilk kurum olan ODTÜ ADT, hiçbir parti ya da dernekle bağı olmayan, tamamen bağımsız bir öğrenci topluluğudur. Topluluğumuzun temel amacı, bir 20. yüzyıl ideolojisi olan Kemalizm’i (Atatürkçülüğü), içinde bulunduğumuz çağın sürekli değişen koşullarına göre yorumlayabilmek ve ona yeni açılımlar kazandırabilmektir.
103
AHMET TANER KIŞLALI
YARDIM KAMPANYAMIZ Yıllar önce Ankara’nın kenar semtindeki bir okula birkaç koli kitap yardımıyla başlayan yardım kampanyamız her geçen yıl gelişmektedir. Bu kampanyayı gerçekleştirmekteki amacımız, sosyal devletin eksik kaldığı noktalarda imkânı olmayan çocuklara yardım eli uzatmak ve fırsat eşitliği sağlamaktır. Bu kampanyayla beraber okullara sadece kütüphane ve teknoloji sınıfı kurmakla kalmıyor, aynı zamanda öğrencilerle birlikte şarkılar söyleyip, oyunlar oynayıp onların dünyaya yeni bir pencereden bakmalarını sağlıyoruz.
Bize ulaşmak için;
Adres: Kültür İşleri Müdürlüğü, 06531 ODTÜ-ANKARA Tel: 0312 210 60 11/ 0507 227 06 77 Belgeç (Faks): 0312 210 79 50 www.odtuadt.com
12 yıldır Van’dan Afyon’a, Ordu’dan Hatay’a ve daha birçok şehre götürdüğümüz yardımlarla geleceğe bir umut olmaya devam ediyoruz.
facebook.com/groups/odtuadt/ twitter.com/odtu_adt
104
bi rd ns anı üş üni