düşün 25

Page 1


“Kemalizm, yurdumuzun kendi koşullarından doğan ve gelişen; tam bağımsızlık, anti-emperyalizm ve Misak-ı Milli temelleri üzerinde yükselen, içinde evrensel değerler barındıran ulusal bir çağdaşlaşma ideolojisidir.”

ODTÜ ADT

13. Geleneksel Demokratik Cumhuriyet Üniversiteleri Platformu Öğrenci Kongresi’nden

Değerli düşün dostları, ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak kuruluşumuzun 24. yılında, dergimizin 25. sayısıyla bir kez daha sizlerle buluşmanın mutluluğunu ve gururunu yaşıyoruz. 24 yıl boyunca Türkiye’nin ve dünyanın yaşadığı toplumsal, siyasi ve ekonomik sorunlara Kemalist bakış açısıyla getirdiğimiz eleştirilerin, yorumların ve çözüm önerilerinin yer aldığı dergimizin bu sayısında da farklı konularda söyleşi, bildiri ve makaleler yer almaktadır. Dergimizin 25. sayısını otoriterleşmenin giderek arttığı, demokrasinin sekteye uğratıldığı bir süreçte çıkarıyoruz. Mevcut hükümetin ileri demokrasi adı altında yaptığı uygulamalar demokrasimizi ne yazık ki bir adım bile ileri götürmemiş aksine hükümet demokratik anlayıştan her an biraz daha uzaklaşarak otoriter kimliğini artırmıştır. Bugün ülkemizde toplumun her kesiminden muhalif kimliğe sahip birçok akademisyen, öğrenci, gazeteci ve aydın tutuklanarak baskı altına alınmış, yazdıkları veya söylediklerinden dolayı terörist damgası yemiştir. Demokratik rejimlerin en önemli ilkelerinden biri olan düşünce özgürlüğüne yönelik bu baskıların sonucunda ise Ergenekon, Balyoz, Odatv ve KCK gibi toplumun önemli bir bölümünde rahatsızlık yaratan davalar ortaya çıkmıştır. Bu davalarda yaşanan usulsüzlükler yargıdaki nesnelliği ve bağımsızlığı ortadan kaldırarak kamuoyunun yargıya olan güvenini azaltmıştır. Bugün ulaştığı oy oranının da güvencesiyle toplumun azınlıkta kalan kesimlerini görmezden gelen ve bu kesimleri sindirmeye çalışan iktidar, eleştiriye ve sorgulamaya kapalı dindar nesil yetiştirme fikri ve farklı mezhepten olan insanlara karşı göstermiş olduğu tutumla farklılıklara olan bakış açısını ortaya koymaktadır. Muhafazakar anlayışa sahip iktidar partisinin otoriter eğilimleri, eğitimde, ekonomide, politikada, sanatsal ve kültürel alanda yaptığı yapısal değişikliklerle kendini göstermektedir. Tüm bunların yanında hükümetin iç ve dış politika ile ilgili kararlar alırken takındığı “istediğimi yaparım” anlayışı demokrasilerde var olan denge mekanizmasını ortadan kaldırmış ve beraberinde hiçbir görüş alınmadan çıkarılan kürtaj yasasını, 4+4+4’ü, büyükşehir yasasını, yeni YÖK yasa taslağını getirmiştir. Aynı zamanda Suriye ile savaşın eşiğine gelinmesine neden olmuştur. Tüm bu adaletsiz uygulamaların ve dış politikada yaşanan sorunların temelinde iktidarın gücü tek elde toplamak istemesinin yattığını düşünüyoruz. Kendi gibi düşünmeyen hiçbir görüşü dikkate almayan ve elindeki gücün sınırsız olduğunu düşünen iktidar bu tutumuyla demokrasinin temel değerlerini önemsemediğini göstermektedir. Bu noktada şunu da ifade etmeliyiz ki, iktidarın gücünü sınırlayan etkili bir denetim mekanizması, hem muhalefet partileri hem de sivil toplum örgütleriyle gelişecektir. Bize düşen görev, ülke gerçeklerine duyarlı olarak bilinçlenmek, her türlü haksızlığın karşısında durmak, örgütlenmek ve demokrasiyi yalnızca bazı kesimlerin demokrasisi olmaktan çıkarmaktır. Antidemokratik uygulamalardan ve yaşanan haksızlıklardan toplumun her kesimi kendini sorumlu tutmalı ve değişim için bilinçli, örgütlü mücadelenin etkili bir yöntem olduğu vurgulanmalıdır. ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak, Kemalizm’in sürekli devrimcilik anlayışı ile ülke sorunlarına bilimsel çözümler üretebileceğine olan inancımızla sizleri de birlikte çalışmaya davet ediyoruz. Dostça kalın…

düşün, Güz’12

1


düşün

ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu Yayın Organıdır. ODTÜ ADT Adına Sahibi: Onur KARAKUŞ Yön. Krl. Bşk. Yazı İşleri Müdürü: Mustafa ÇEVRİM Yayın Kurulu: Begüm ALA Mustafa ÇEVRİM Gülüzar KÖYSÜREN Merve ÖZBEY Olgu ÜNAL Bahar YALÇIN Seyit Cem YILMAZ Ece YÜCE Baskı: Hilal Form Matbaacılık Öz Ankara Gıda Sitesi 2. Blok No: 52 Macunköy/ANKARA Tel: 0 312 397 38 78 Sertifika No: 17793

İçindekiler 5 26 KEMALİZM VE BONAPARTİZM Lemi ATALAY

TARİHTE BİR UTANÇ TABLOSU: 6-7 EYLÜL OLAYLARI Merve ÖZBEY

BİR CUMHURİYET DEĞERİ OLARAK BİLİMSEL BİLGİNİN YOL GÖSTERİCİLİĞİ Prof. Dr. Yakup KEPENEK

13 19

SOSYAL DEMOKRASİ VE SORUNLARI Erol TUNCER EŞİT OY İLKESİ VE TEMSİLDE ADALET İLKESİ İLİŞKİSİ ÜZERİNE Yrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL

33

ORTA ASYA’NIN İLK KADIN DEVLET BAŞKANI ROSA OTUNBAYEVA Doç. Dr. Pınar AKÇALI

38

ISSN: 1303-3999

Yaygın süreli yayındır. Altı ayda bir yayınlanır. Dergide yayınlanan yazıların sorumluluğu yazı sahibine aittir. Kaynak gösterilerek yazılardan alıntı yapılabilir. düşün İletişim: Atatürkçü Düşünce Topluluğu ODTÜ Kültür İşleri Müdürlüğü 06531, Ankara Tel: 0 312 210 60 11 Belgeç: 0 312 210 79 50 E-posta: wwwadt@odtu.edu.tr Genel Ağ Sayfası: www.odtuadt.com

5

26


AVRUPA PARASAL BİRLİĞİ SAHNESİNDE BİR YUNAN TRAGEDYASI Prof. Dr. Oktar TÜREL

51 düşün

Sayı 25, Güz 2012

CUMHURİYET’E GİDEN YOLDA KIRILMA NOKTALARI Dr. Alev COŞKUN

60

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ düşün Konuk (E) Büyükelçi Nüzhet KANDEMİR

78

KÜRESELLEŞME SÜRECİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME düşün Bildiri

86

ODTÜ ADT 2011-2012 AKADEMİK YILI ETKİNLİKLERİ

43 69

93

TÜRKAN SAYLAN’IN ARDINDAN Ece YÜCE

MİLLİ MÜCADELE YOLUNDA ERZURUM KONGRESİ Mustafa ÇEVRİM

Dergi Çalışma Grubu: Gökçen AKA Begüm ALA Rıfat Anıl AYDIN Mustafa ÇEVRİM Nazlı Barçın DOĞAN Esra ELİUSTAOĞLU Ece GÜLEÇ Onur KARAKUŞ Engin KOÇ Gülüzar KÖYSÜREN İbrahim Semih KÜÇÜK Merve ÖZBEY Sezgin ÖZTÜRK Özgün Umut TUKAÇ Çağrı TURUNÇ Alican TUTUMLU Özkan UÇAK Olgu ÜNAL Bahar YALÇIN Seyit Cem YILMAZ Ece YÜCE Dergi Temsilcilikleri: BURSA / Barış ÇETİN 0 533 492 97 66 Barış KÜTAHYA 0 532 792 79 61 İSTANBUL / Caner BAKIR 0 212 338 16 74 Yavuz GÖKIRMAK 0 542 846 18 49 Hamit GÖNÜLDAŞ 0 532 602 47 95 Gülnur KOCAPINAR 0 505 243 02 36 İZMİR / Sabri BİLİCİ 0 536 661 97 78 KASTAMONU / Emin ARIK 0 533 969 25 48 SAMSUN / Erhan YEĞENOĞLU 0 541 687 36 61 İSVİÇRE / Cahit ÇERÇİ 0041 817561576 Baskı Tarihi: 7 Aralık 2012

43

69

Yayın İdare Merkezi: 100. Yıl Sitesi 14 Yıldız No:58 Balgat Çankaya/ANKARA


ODTÜ ADT 2003 mezunlarından Barış Çetin, bu kitabında “kavganın şehri” Paris’te geçirdiği 4 ay boyunca gezdiği, gördüğü yerleri tarihi ve siyasi olaylarla harmanlayarak sunuyor okuyucunun beğenisine. Paris sokaklarında bir Jön Türk olarak dolaşırken “komüncüler” çıkıveriyor birden karşısına. Montmarte Tepesi’ndeki kıyasıya mücadeleyi izledikten sonra Sacre-Coeur Kilisesi’nde “günah çıkartan” komüncülere rastlıyor yine. Ardından iki güvercin gelip Eyfel Kulesi’ne götürüyor Barış Çetin’i. Orada “tedirgin” bir güvercin ile Paris manzarasına karşı sıcak çikolatasını yudumladıktan sonra Kaplumbağa Terbiyecisi’yle selam yolluyor Osman Hamdi Bey’e Louvre Müzesi’nde gezerken. Sonra müzenin eski “ev sahiplerinden” Napoleon Bonaparte ile karşılaşıyorlar. “12 Eylül”ün hayatımıza etkileri ve YÖK üzerine düşündükten sonra Şener Şen ile Muhsin Bey’e rastlıyor. Birlikte Seine Nehri boyunca yürürken, sahaflara göz atıyorlar. Mithat Paşa ile Paris’in ünlü bahçelerinden Jardin du Luxembourg’da oturduktan sonra Nâzım Hikmet ile buluşuyor Şanzelize’de. Pere Lachaise Mezarlığı’nda “Çirkin Kral”ı anmasının akabinde kendisini Fransız Devrimi’nin temellerinin atıldığı Bastille Meydanı’nda buluyor. Sorbonne’da siyasi tartışmaların yaşandığı kantinlerin yerini kafelerin alışına kederlendikten sonra, ünlü Faucoult sarkacı sayesinde Dünya’nın kendi etrafında dönüşüne tanıklık ediyor. Balzac’ın evinde konuk oluşunun ardından, Sevr Antlaşması’nı yırtıp atmanın gururuyla Sevr’i ziyaret ediyor. Ama tüm bunlara rağmen “Bir yanım Paris, bir yanım Ankara… Ama Ankara’dan yanayım.” diyor. Kısacası Barış Çetin bu kitabında okuyucuyu her şey dahil bir Paris seyahatine davet ediyor.

ODTÜ ADT olarak, 2003 yılı mezunumuz Barış ÇETİN’i ilk kitabı için kutlarken, yazarlık yolculuğunda kendisine başarılar diliyoruz.


KEMALİZM VE BONAPARTİZM*

* Lemi ATALAY | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

Giriş

odtuadt.com

Kemalist ideolojinin Türkiye’nin siyasal düşün hayatındaki kabul görülürlüğü günden güne azalsa da, Kemalizm merkezinde gerçekleşen tartışmalar tam tersine artmaktadır. Bu tartışmaların çoğunda Kemalizm olumsuzlanan bir özne olarak, günümüz Türkiyesi’nin sorunlarının temel kaynağı olarak gösterilmektedir. Bu olumsuzlamaların bir kısmı da Kemalizm’i tarihte çeşitli zamanlarda geçerli olmuş diğer ideolojilerle, düşüncelerle özdeşleştirme şeklinde gerçekleşmektedir. Korporatizm, jakobenizm, Bonapartizm bu bağlamda ele alınabilecek bazı siyasal akımlardır. Daha önce dergimizde korporatizm ve jakobenizm konusu ile ilgili makaleler yer almıştı. Bonapartizm konusu ise ülke çapında da çok sık ele alınmamakla birlikte si-

yasal, sınıfsal ve toplumsal açıdan önemli tartışmaları içermektedir. İşte bu inceleme yazısında, Kemalizm-Bonapartizm konusundaki tartışmaların geçerliliğine dair fikir yürütmeye çalışacağım. Kemalizm-Bonapartizm özdeşliği ya da benzerliği hakkında sağlıklı bir değerlendirmede bulunabilmek için önce doğal olarak Bonapartizm konusunda belli bir fikir sahibi olmamız gerekmektedir. Bu nedenle bu incelemenin ilk bölümünde Bonapartizm’in ne olduğuna değinilecektir. Ardından Kemalist ideolojinin özgün bir Bonapartizm olduğuna ilişkin çeşitli yazarlar tarafından savunulan görüşler aktarılacaktır. Son bölümde ise yapılan bu benzeştirmelerin ne kadar uygun olup olmadığı tartışılacaktır.

düşün, Güz’12

5


Bonapartizm Bonapartizm kavramı genelde bilindiğinin aksine Napolyon Bonaparte için kullanılmış bir kavram değildir. Bonapartizm kavramı ilk olarak sosyalist düşünce sisteminin kurucusu Karl Marx tarafından Napolyon’un yeğeni olan Louis Bonaparte’a ithafen kullanılmıştır. Önce Fransa’daki II. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı, ardından da II. İmparatorluk döneminin imparatoru olan III. Bonaparte ile ilişkin görüşlerini Karl Marx, “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i”1 adlı eserinde dile getirmiştir. Buradaki 18 Brumaire, aslında Napolyon Bonaparte’ın Fransa’daki I. Cumhuriyet’i ortadan kaldırıp imparatorluğunu ilan ettiği tarihi ifade etse de, benzer bir şekilde cumhuriyeti ortadan kaldırıp imparatorluğu kuracak olan III. Bonaparte’ın düzeni Karl Marx için bambaşka bir toplumsal-politik sistemi ifade etmektedir. Louis Bonaparte ile özdeşleştirilen Bonapartist düzeni anlayabilmek için önce Fransa’daki tarihsel süreci basitçe hatırlamakta yarar vardır. Napolyon’un, cumhuriyet rejimini 1799 yılında ortadan kaldırarak kurduğu imparatorluk devri 1814 yılına kadar sürecekti. 1814-1830 yılları arasında Restorasyon dönemi diye adlandırılan süreçte Bourbon hanedanı ikinci kez tahta geçip, kralcı siyasal düzen yeniden tesis edilecektir. Restorasyon döneminde hüküm süren Bourboncular esasen büyük toprak sahiplerinden oluşmakta ve modern toplumun gelişmesi sonucunda burjuvalaşan bir yapıda idiler. 1830 yılında bu kralcı düzen bir burjuva devrimi ile daha ortadan kaldırılıp bu sefer meşruti monarşik bir düzene geçilecektir. Yeni bir anayasa kabul edilip, egemenliğin ulusa ait olduğu ilan edilecek ve kralın yetkileri sınırlandırılacaktır. Bu dönemde Louis-Philippe kral olarak görev yapacak, toplumda ise toprağa dayalı burjuva yerine Orleanscı olarak nitelendirilen ticaret burjuvazisi daha hakim konumda olacaktır.2 1848 yılında ise başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesi Marx ve Engels’in yayımladığı “Komünist Manifesto”nun da etkisiy-

6

düşün, Güz’12

le kuvvetli bir işçi hareketi ve direnişine sahne olacaktır. Avrupa’da dolaşan “komünizm hayaleti” burjuva tarafından feodal kralcı düzene karşı elde edilen kazanımlara sosyal bir boyut eklemeyi hedefliyordu. 1848 yılındaki bu işçi ayaklanmaları hayal ettiği kendi devrimine ulaşamasa da en azından Fransa’da tekrardan cumhuriyetin kurulmasını sağlayacaktı. İşte bu yeni Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı da 10 Aralık 1848 tarihinde yapılan seçimlerde oyların %74’ünü alarak iktidara gelen Louis Bonaparte olacaktır.3

Karl Marx, çapsız ve zayıf bir karakter olarak nitelendirdiği Bonaparte’ın ilerleyen süreçte nasıl olup da Meclis’i ortadan kaldırıp kendi hükümdarlığını kurduğunu kitabı boyunca anlatmaya çalışmıştır. Marx’ın anlatmaya çalıştığı bu süreç aslında burjuvazinin yönetememe krizini ifade etmektedir. Yeni Cumhuriyet’in ilk yılında anayasa hazırlamakla görevli Kurucu Ulusal Meclis’e cumhuriyetçi burjuvazi hakimdi. Marx’a göre bu grup, burjuvazinin büyük ortak çıkar-


larına dayanmayan, kendine mahsus üretim ilişkilerinin ayakta tuttuğu bir fraksiyondu. Saf cumhuriyetçi eğilimler taşıyan yazarlar, avukatlar, subaylar ve memurlardan oluşmaktaydı.4 Ancak anayasanın kabulüyle feshedilen Kurucu Meclis’in yerine oluşturulan Ulusal Meclis’te bu grup etkisini yitirecek, hakimiyet zoraki cumhuriyetçi olan Bourbon-Orleans ittifakı tarafından simgelenen düzen partisine geçecekti. Düzen partisi daha sonra politik manevralarla Ulusal Meclis’te Jakobenlerin devamı niteliğindeki sosyal demokrat Montagne grubunu da tasfiye edip hakimiyetini iyice pekiştirecekti.5 Ancak düzen partisi ittifakı için meclis gerçek bir idealden ziyade burjuvazinin ayrı ayrı değil hep birlikte hükmünü sağlamaya yarayan bir yapı olarak görülmekteydi. Çünkü eski düzende ya sadece toprağa dayalı burjuva ya da ticaret burjuvası tek başına hüküm sürebiliyordu, şimdi ise diğer bütün sınıflara karşı burjuva sınıfı olarak hep birlikte iktidardaydılar.6 “Kalpleriyle kralcı, kafalarıyla cumhuriyetçi olan”7 bu grubun parlamenter demokrasiye aykırı hareketleri bir bakıma Louis Bonaparte’ın darbesinin de önünü açacaktı. Montagne grubunu Meclis’ten tasfiye ederken, genel oy ilkesini sınırlarken aynı zamanda millet iradesini de değersizleştirecek olup, bu nedenle kendi meşruiyetlerini de kaybetmiş olacaklardı. Bu meşruiyet kaybı, sürekli meclis tatilleri ile sonuçlanan yönetememe krizleri ve ekonomik bunalım ile birleşince Louis Bonaparte için tarihi fırsat gelmişti. 1851 yılında cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılması ve genel oy ilkesinin geri getirilmesi teklifleri reddedilince; ordu, kilise ve geniş köylü kesimlerinden elde ettiği desteğe dayanarak önce meclisi feshetti, ardından da 1852 yılında cumhuriyeti kaldırarak imparatorluğunu ilan etti.8

odtuadt.com

Bonaparte’ın tek başına iktidarı elde etmesi süreci etrafında gelişen tarihsel olayları inceledikten sonra Marx, oluşan tabloyu sınıfsal açıdan değerlendirmeye geçer. Marx’a göre Fransız Devrimi’nin ardından iyice güçlenmeye başlayan devlet aygıtı, artık Bonaparte ile birlikte sadece egemen sınıfların bir aracı ol-

maktan çıkmış, nispeten özerk bir pozisyona kavuşmuştur. Ancak bu devlet gücünün ayakları yine de tamamen havada değildir, çeşitli sınıfları temsil etmektedir. Bonaparte en başta Fransa toplumunun en kalabalık sınıfı olan küçük toprak sahibi çiftçileri temsil etmektedir.9 Ancak bu köylü devrimci değil, muhafazakar toplum özlemindeki köylüdür. Bonaparte, onlara genel oy hakkını geri verip yücelten, burjuvaziye karşı koruyup saadete kavuşturacağına inandıran bir söylem içine giriyor. Öte yandan şehirde başıboş gezen işsiz lümpen proletaryayı yüksek maaş vaatleriyle ordusuna alıp, onların koruyucusu bir pozisyona bürünüyor. Burjuvazinin kalbi olan orta sınıfı da maddi iktidarlarını koruma vaadiyle ikna ediyor. Ayrıca merkezin gücünü toplumun her kesimine yayılmasını ve her kesimince hissedilmesini sağlayacak güçlü bir bürokrasi sınıfı tasarlıyor. Sivil memurlardan oluşan bu gruba kilise ve ordudan da destek sağlanıp güç pekiştiriliyor. Kısacası Bonaparte bütün sınıflar nezdinde ataerkil bir hayırsever olarak görünmek istiyor.10

B o n a p a r tiz m, e ko n o mik y a da p o l itik kr iz dö n e ml e r in de f a r kl ı s ın ıf l a r a r a s ın da de n g e ku r a n b ir iktida r ı if a de e de r. Marx’a göre Bonaparte’ın bu şekilde sınıflar üstü bir yapı yaratıp iktidara gelmesi aslında tarihsel anlamda bir ilk durumu ifade eder. Çünkü Marx’ın klasik ekonomi-politik anlayışına göre “alt yapı, üst yapıyı belirler”; yani ekonomik ilişkilerde egemen olan sınıf aynı zamanda politik gücün de sahibidir. Fakat Bonaparte’ın durumunu incelediğimizde görüyoruz ki, toplumda egemen sınıf burjuvazi olmasına rağmen devlete güçlü bir figür etrafında şekillenen sivil-askeri bürokrasi egemen olmuştur. Bu ilk bakışta Marx’ın tezine aykırı bir durum gibi gözükse de, gerçekte durum sadece şekil değiştirmiştir. Devlet ve bürokrasi görece özerk bir statüye ulaşmış gibi dursa da aslında hakim olan yine burjuva

düşün, Güz’12

7


düzenidir. Çünkü burjuvazi kendi sınıfsal çelişkilerini aşamayıp yönetememe krizi içinde bulunduğundan, güçlü bir figürün kendilerini ezme pahasına da olsa kendilerinin düzenini sürdürmesine göz yummaktadır.11 Bu nedenle tasvir edilen mevcut durum, Marx’a göre sınıf mücadeleleri tarihinde egemen sınıfın doğrudan devlete sahip olamadığı bir ilk durumu teşkil eder. Ancak Marx’a göre bu süreç politik ya da ekonomik kriz koşullarından doğduğu için olağanüstüdür ve aynı zamanda geçicidir. Sınıfsal çatışmalar yumuşayınca ya da ekonomi düzene girince burjuvazi tekrar egemenliğini eline alacaktır. Ya da işçi sınıfı buna dur deyip kendi devrimini yapacaktır.12

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de ne doğru dürüst bir burjuva sınıfı ne de doğru dürüst bir işçi sınıfı bulunmaktaydı. Bu nedenle Kemalist bürokrasi bu iki sınıf arasındaki gerilimi çözmeye yönelik geçici bir Bonapartist denge rejimi değildi. Bütün bu bilgilerin ardından şu genel tanımlamaları yapabiliriz; Bonapartizm, ekonomik ya da politik kriz dönemlerinde farklı sınıflar arasında denge kuran bir iktidarı ifade eder. Ancak bu iktidar her ne kadar burjuvaziye rağmen tesis edilmiş olsa da yine de burjuvazi içindir. Bu egemenlik düzeni içinde burjuva sınıfı siyasetle uğraşma endişesi ve yükünden kurtulup, eski dönemde olmadığı kadar sanayi ve ticaretin gelişmesi için uğraşacaktır. Bu denge iktidarı popülist ve milliyetçi söz ve eylemlerle desteklenip, merkezi ve otoriter bir bürokratik yapı ile kuvvetlendirilmektedir.13 Günümüzde ise her düşünce sistemi olduğu gibi Bonapartizm de değişen koşullarla birlikte evrilmiş ve yeniden farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bugün de Bonapartizm genel olarak yukarıda belirtilen ifadelerin de yardımıyla, parlamenter rejimin krize girdiği durumlarda darbe yapan askeri vesayet

8

düşün, Güz’12

rejimlerini ya da ciddi bir halk desteğini arkasına alıp güçlü, otoriter bir iktidar kuran figürlerin kurduğu düzenlere ilişkin kullanılmaktadır. Çünkü her iki versiyonda da burjuvazi ekonomik iktidarını korumak için parlamenter demokrasinin sağladığı nimetlerden geçici olarak vazgeçmeyi tercih etmektedir.

Bonapartizm ve Türkiye Türkiye’de Kemalizm’in Bonapartizm’e benzediği yönündeki tespitler çeşitli yazarlar tarafından dile getirilmiştir. Bu tespitleri yapan yazarlardan bazıları Hasan Bülent Kahraman, Hilmi Yavuz ve Fikret Başkaya’dır. İlk ikisi köşe yazılarında çok kısaca bu konuya değinmesine rağmen, Fikret Başkaya “Paradigmanın İflası” adlı kitabında Kemalizm-Bonapartizm ilişkisini geniş bir şekilde ele almıştır. En kapsamlı inceleme Fikret Başkaya tarafından yapıldığı için bu bölümdeki tartışma onun görüşleri üzerinden anlatılacaktır. Öncelikle Fikret Başkaya Bonapartizm’i nasıl görüyor, bu konuyu ele alarak başlayalım. Başkaya’ya göre Bonapartizm bir bunalım rejimidir. Kapitalizmin yükselme ve normal gelişme dönemlerinde klasik parlamenter rejimler burjuvazinin tarihsel çıkarlarına daha uygun düşerken, bunalım dönemlerinde ise çeşitli diktatörlükler ya da duruma göre sosyal demokrasi gündeme getirilir. Bu nedenle burjuvazi işçi sınıfının yükselen mücadelesini bastırmak üzere ya da egemen sınıflar arasındaki sürtüşme patlama noktasına geldiğinde geçici olarak doğrudan siyasal yöntemlerden vazgeçer. Zaman kazanarak iktidarını sağlamlaştırmak için böyle bir yola başvurur. Başkaya’ya göre Bonapartizm de işte böyle bir bunalım durumunda sınıflar arasında özel bir dengenin var olduğu yönetim biçimidir.14 Bu tanımlamadan yola çıkan Başkaya Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında tamamen aynı olmasa da Bonapartizm’in orijinal bir versiyonunun hakim olduğunu ileri sürer. Orijinalliği


Kemalist diktatörlüğün burjuva bir devlet yapısı içinde Bonapartlaşmış olmayıp, aksine devletin kuruluşunu Bonapartist bir şekilde gerçekleştirmesinde yatmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de ne doğru dürüst bir burjuva sınıfı ne de doğru dürüst bir işçi sınıfı bulunmaktaydı. Bu nedenle Kemalist bürokrasi bu iki sınıf arasındaki gerilimi çözmeye yönelik geçici bir Bonapartist denge rejimi değildi. Amacı daha çok Bonapartizm’deki gibi sınıflar üstü görünüp, burjuvazinin devlet desteğiyle güçlenip ağırlığını artırmasını sağlamaktı. Ancak bunu sağlamak o kadar kolay olmadığı için Batı toplumlarına nazaran bu geçici süreç görece daha uzun sürecekti. Başkaya’ya göre bu durum, geri kalmış ülkelerde rastlanan Bonapartist yöntemlerin birçoğunda görülen ortak bir nokta olup, bu yönetimlerin klasik Batı Bonapartizmi’nden ayrıldıkları noktayı oluşturur.15 Bu farklılaştırmadan sonra Başkaya’nın Bonapartizm ile Kemalizm arasında tespit ettiği temel benzerliklere geçelim. İlki, Kemalist diktatörlüğün bir yandan burjuva demokratik bir anayasa ve parlamentoya dayanır gibi görünüp, öte yandan bütün bunları aşan gerektiğinde Bonaparte’ın istediği biçimi verebildiği bir şahsi rejim olması; ikincisi, bir yandan toplumsal sınıflardan bağımsız görünmesi, diğer yandan tarihsel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil ediyor olması; üçüncüsü, işçi sınıfını ezerken dönem dönem burjuvaziye de vurması, aynı zamanda her iki sınıfı da kontrol etmesi ve sonuncusu, kendi dışında bir siyasal etkinliğe izin vermemesi ve devletin bürokratik aygıtının oluşturduğu bir siyasal yapının toplumu yukarıdan aşağıya doğru ve kendi iradesiyle düzenlemesi.16

odtuadt.com

Başkaya, bu temel tespitleri yaptıktan sonra uygulamaları inceleyerek kendi görüşlerini güçlendirmeye çalışır. Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmadaki “Bizim halkımız çıkarları birbirinden ayrı sınıflar halinde değil, tersine varlıkları ve çalışmaları sonuçları birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu da-

kika dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır, işçilerdir. Bunların hangisi ötekisine karşıt olabilir? Hepsinin birbirine muhtaç olduğunu kim inkar edebilir?” sözünü örnek gösteren Başkaya, Atatürk’ün tasvir ettiği durumun Bonapartist rejimlerde diktatörün tüm sınıfların üstünde ve sınıflar karşısında tarafsızmış izlenimi yaratmaya çalışan durumu ile örtüştüğünü iddia eder.17 Yine Kemalizm’in devletçilik temelli ekonomik uygulamalarının kapitalist birikimin cılızlığını ortadan kaldırmayı amaçladığını, özel sektörün gelişmesine ivme kazandırmayı istediğini, kendi burjuva sınıfını yaratmak isterken bürokratlarını burjuvalaştırdığını ve ayrıcalıklı bir konuma soktuğunu ileri sürer.18 Üst yapı alanında yapılan hukuksal ve toplumsal devrimlerin de Batı kapitalizminin gelişmesine ayak bağı olan yapı ve formları ortadan kaldırmak amacına hizmet ettiğini düşünen Başkaya, sonuçta bütün bu bahsedilen ekonomik atılımların Bonapartist rejimde kapitalizmin sağlamlaştırılması yönündeki atılan adımlarla benzeştiğini savunur.19 Öte yandan Başkaya, halkevlerinin kurulup yaygınlaştırmasını da Bonapartist rejimde görülen popülist hamlelere örnek olarak gösterir. Sadece baskıya dayalı bir iktidar kurulamayacağı için halk içinden yandaş bulma gereksinimi

Amaç hem özel sermayenin yapamadığı büyük girişimleri ya da verimli olmadığı için girmek istemediği projeleri üstlenmek hem de liberal piyasa ekonomisinin toplumsal kaos yaratıcı olası olumsuz etkilerini törpülemektir. bu tür faaliyetlerle karşılanacaktır.20 Aynı şekilde Atatürk’ün meclisi ortadan kaldırıp askeri bir diktatörlük kurmamasını da Bonapartizmi’ni demokratik bir görüntüyle gizlemeye yarayan popülist bir hamle olarak nitelendirir. Çünkü

düşün, Güz’12

9


aslında seçimler özgür bir ortamda yapılmıyor, Meclis Atatürk tarafından istenildiği gibi şekillendiriliyordu.21

benzerliğini tartışmadan önce halkçılık ve devletçilik ilkelerini kısaca değerlendirmekte yarar vardır.

Başkaya’ya göre halkçılık ilkesiyle birlikte sınıflar arası çatışma değil uyumun var olduğunun ileri sürülmesi de bir yanılsamadan ibarettir. Çünkü, burjuva ile işçi arasında bir çıkar uyumu bulmak söz konusu değildir. Başkaya’ya göre buradaki amaç sınıfların olmadığını vurgulayarak partilere de ihtiyaç olmadığını göstermek, dolayısıyla sınıfsız bir topluma tek partinin yeteceği izlenimini yaratmaktır.22

Halkçılık kavramının birçok alt bileşeni olsa da konumuz açısından ilgili olanı solidarist içeriğidir. Dayanışmacılık olarak da ifade edilebilecek bu yaklaşım Fransız sosyolojisi kaynaklı olup, toplumdaki sınıf ve çıkar çatışmalarını yadsımayı ve toplumsal uyumu arzu eden bir düşünce akımıdır.24 Ülkemizde de “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz.” ifadesinde karşılığını bulan bu yaklaşım, Avrupa’daki sınıf kavgaları yüzünden yaşanan olumsuzlukları, henüz gerçek anlamda sınıfların belirginleşmediği bir ortamda, başlamadan önlemek ister. Çünkü böylesine bir çatışma ulus olma sürecinde bir toplum için tahrip edici etkiler doğuracaktır. Bu nedenle toplum halkçılık ilkesine göre sınıf değil, meslek esaslı tanımlanır. Bunlar çiftçiler, tüccarlar, sanayiciler, işçiler, memurlar vb. gruplardır. Amaç bu grupların ortak bir hedef

Başkaya çok partili hayata geçişi de yine Bonapartizm penceresinden analiz eder. Ona göre yukarıda Bonapartist özellikleri anlatılan Kemalist rejim, uygulanan ekonomik faaliyetler sonucu asalak burjuvazinin iyice palazlanması sonucu misyonunu tamamlamış olacaktı. Yani bürokrasinin egemenliğini sürdürdüğü olağanüstü geçici rejim, burjuvazinin temsilcisi olan Demokrat Parti’nin hüküm süreceği normal parlamenter düzene yerini bırakacaktı.23

Kemalizm Bonapartizm’i genel ve Türkiye ölçeğinde ana hatlarıyla inceledikten sonra, şu ana kadar ortaya atılan fikirleri Kemalizm bağlamında tartışmaya geçebiliriz. Kemalizm’i kabaca, CHP’nin 1935 programında tanımlandığı şekliyle altı ok olarak bilinen cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik ve inkılapçılık ilkeleri olarak ele alırsak; Bonapartizm tartışmasının daha çok Kemalizm’in halkçılık ve devletçilik ilkeleri ile alakalı olduğu görülecektir. İdeolojilerin daha çok içerdiği toplumsal, ekonomik ve felsefi görüşler üzerinden tanımlandığı düşünülürse bu iki ilke cumhuriyetçilik ilkesi ile birlikte Kemalizm’in ideolojik tonunu belirleyen ilkelerdir. Milliyetçilik, laiklik ve inkılapçılık ilkeleri ise bu açıdan bakıldığında daha çok bir siyasal duruş, konumlanış ve metodolojik yaklaşım öğelerini ifade etmektedir. Bu noktadan yola çıkarsak Kemalizm ile Bonapartizm

10

düşün, Güz’12

altında uyumlu bir şekilde çalışarak, ülkenin içinde bulunduğu kalkınma ortamına katkı sağlamasıdır. Halkçılık ilkesiyle toplumsal yönü vurgulanan bu felsefenin ekonomik yaklaşımı da devletçilik ilkesiyle tanımlanmıştır. Milli iktisat yaklaşımının 1929 Dünya Buhranı’nın ardından yöntem değiştirmiş halini ifade eden devletçilik ilkesi de, hedeflenen kalkınmanın bir an önce gerçekleştirilebilmesi için devletin ekonomideki rolünü artırmayı amaçlar. Özel


girişimcinin yapamadığı sanayi hamlesini, devlet kuruluşları öncülüğünde planlı bir şekilde gerçekleştirmeyi hedefler. Devlet burada özel sermayeyi ya da mülkiyeti kısıtlayıcı bir tutum izlemez. Aksine özel girişimi sanayi hamlesinin içine katmak için çaba gösterir. Amaç hem özel sermayenin yapamadığı büyük girişimleri ya da verimli olmadığı için girmek istemediği projeleri üstlenmek hem de liberal piyasa ekonomisinin toplumsal kaos yaratıcı olası olumsuz etkilerini törpülemektir.

Bonaparte’ın meclisi feshettiği ve bu durumun Bonapartizm’in en önemli özelliklerinden biri olduğu hatırlanacak olursa, Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu zamanlarında bile meclis iradesinden vazgeçmeyen, yasallıktan hiç taviz vermeyen Atatürk’ün farklılığı anlaşılacaktır.

odtuadt.com

İşte bu devletçilik ve halkçılık ilkelerinin olumsuzlanması da Fikret Başkaya’nın Kemalizm-Bonapartizm benzeştirmesinin temelini oluşturmaktadır. Aslında, Fikret Başkaya Türkiye’deki durumun klasik Bonapartizm’den farklı olduğunu vurgulayıp, Atatürk’ün bir sınıf çatışması ortamından sıyrılarak gelen bir figür olmadığını belirterek yerinde bir tespit yapmıştır. Fakat bu tespitine rağmen, Atatürk’ün yine de kendisini toplumda pek varlığı hissedilmeyen sınıfların üstünde görerek kapitalizmi egemen kılmaya çalıştığını öne sürerek, Atatürk’ü Bonaparte ile benzeştirmiştir. Halbuki Karl Marx kitabının önsözünde, kitabı yazmasındaki amaçlardan birinin Bonaparte’ın Sezar ile karıştırılmasını önlemek olduğunu belirtmiştir. Çünkü her iki figürde de benzer özellikler olsa da ikisi de farklı maddi koşulların geçerli olduğu ortamlarda hüküm sürmüşlerdir. Bu nedenle böyle bir benzetme yapmak ona göre hatalıdır.25 Bu mantıktan yola çıkarsak sanayi devrimini

yaşamış, sınıf çatışmalarını en ileri düzeyde hisseden Fransa toplumunu yöneten Bonaparte ile halen feodal ilişkilerden kurtulamamış Türkiye toplumunu yöneten Atatürk arasında benzerlik kurmak pek uygun değildir. Benzerliğin içeriğine gelecek olursak, Atatürk’ün sınıflar üstü bir konumda bulunduğu, kendi burjuvazisini yaratmak istediği gibi tespitler gerçekçidir. Ancak Atatürk bunu yaparken yine de kapitalist sistemi egemen kılmak gibi bir amaç gütmemiştir. Atatürk modern kurum ve değerlerin işlevsel olabilmesini sağlamak amacıyla aynı zamanda ekonomik kalkınmayı da gerçekleştirmek istiyordu. Bunu yapmak için de güçlü bir orta sınıfa olan ihtiyacın bilincindeydi. Onların da yeterli olamadığı noktalarda da devlet bu işlevi üstlenecekti. Bu karma sistem de kendi deyimiyle ne sosyalizmdi ne de liberalizmdi. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdi.26 Ancak sosyalist düşünceye inanan kişilerin determinist materyalizmden kurtulamamasından dolayı, kapitalizm ile sosyalizm arasında kalan ara katmanları algılayamamaları ya da algılamak istememeleri de normaldir. Bu kişiler, bu noktada Karl Marx’ın da belirttiği devletin görece özerkliğinin bir aldatmaca olduğu inancını benimseyerek; bunun yamalı bir kapitalizm olduğunu, devletin yine de burjuvazinin hizmetinde olduğunu savunurlar. Atatürk kendi burjuvazisini yaratmaya çalışırken, bunu klasik anlamda bir sınıfsal burjuvazi olarak değil, milli iktisat anlayışı doğrultusunda girişimci rolü üstlenecek sanayici ya da tüccar yaratma arzusu ile gerçekleştirmiştir. Devlet bu kesimi desteklerken aynı zamanda işçisini de koruma altına almaktaydı. Amaç Bonaparte da olduğu gibi kişisel iktidar hırsı değil, geç uluslaşan ve modernleşen bir ülkenin ortak bir ülkü etrafında hızlı kalkınmasını sağlamaktır. Öte yandan Bonaparte’ın meclisi feshettiği ve bu durumun Bonapartizm’in en önemli özelliklerinden biri olduğu hatırlanacak olursa, Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu zamanlarında bile

düşün, Güz’12 11


meclis iradesinden vazgeçmeyen, yasallıktan hiç taviz vermeyen Atatürk’ün farklılığı anlaşılacaktır. Fikret Başkaya’nın, 1930’lardan itibaren yapılan seçimlerin göstermelik olduğu ve meclisin Atatürk tarafından belirlendiği şeklindeki görüşü bir bakıma geçerli olsa da, bu olumsuzluk bağımsız milletvekili kontenjanlarının oluşturulması ve ileride Demokrat Parti’yi kuracak farklı görüşte kişilerin vekil yapılması gibi yöntemlerle giderilmeye çalışılmış, görece bir çok seslilik ortamı oluşturulmasına gayret gösterilmiştir. Amaç hiçbir şekilde sınıfsız bir toplumun, tek bir parti tarafından yönetilmesi değildir. Amaç bu olsaydı Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması girişimi denenemezdi bile. Ya da Atatürk tarafından Afet İnan’a yazdırılan ve okullarda okutulan Medeni Bilgiler kitabında çok partili modern bir demokrasinin ideali tasvir edilmezdi. Bütün bu değerlendirmelerin ardından Atatürk ile Bonaparte arasındaki benzerliklerin pek de yerinde olmadığını söyleyebiliriz. İlla bir benzetme yapılacaksa bu alanda daha çok Alman Bismarck ile bir benzetmede bulunulabilir. Çünkü Bismarck da batının diğer ülkelerine göre geç sanayileşen ve sınıf ayrımları o kadar belli olmayan Prusya’da devlet eliyle modernleşmeyi gerçekleştirmek istemiş, bunu yaparken de otoriter bir şekilde tüm sınıfların üstünde ortak iradeyi temsil etmeye çalışmıştır.27 Bu sınıfsal değerlendirme bakımdan Atatürk ile Bismarck benzeşmektedir, ancak iki liderin cumhuriyet ve monarşi gibi iki farklı düzene inanmaları bu benzeşimi de yine sınırlandırmaktadır.

Sonuç Sonuç olarak kısaca şu değerlendirmelerde bulunmak mümkündür. 1930’lardaki uygulamalara bakıp Kemalizm’in Bonapartist olduğu yönünde tespitler yapmak çok tutarlı değildir. O dönemdeki uygulamalarda bu yönde izlenimler elde etmemize yol açan veriler olsa da aynı zamanda bu uygulamaların birçok farklılık da içermesinden dolayı tümüyle bu şekillerde

12

düşün, Güz’12

adlandırılması yerinde değildir. Sosyal bilimler alanında yapılacak genellemeler ve sınıflandırmalarda daha hassas davranılmalıdır. Tabi ki genelleme yapmak için birebir aynı özelliklerin taşınması şartı aranmaz, ancak temel çıkış noktalarında ve maddi koşullarda bir farklılık varken böyle genellemeler yapmak tutarlı olmaz. Kemalizm bence bu tip benzetmelerin dışında kendine özgü bir ideolojidir, ki bu vurgu Atatürk de dahil olmak üzere o dönemde birçok kişinin söylemlerinde ifadesini bulan “biz bize benzeriz” sözünde görülebilmektedir. KAYNAKÇA 1. Marx, Karl, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. 2. Çağlı, Elif, Bonapartizm’den Faşizme, Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Tahlili, Tarih Bilinci Yayınevi, İstabul, 2004, ss.9-11. 3. İnsel, Ahmet, “Sunuş”, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, ss.7-8. 4. Marx, a.g.e., s.46. 5. a.g.e., ss.66-67. 6. a.g.e., s.69. 7. a.g.e., s.119. 8. İnsel, a.g.e., s.9. 9. Marx, a.g.e., s.161. 10. a.g.e., s.161. 11. a.g.e., s.92. 12. İnsel, a.g.e., ss.15-17. 13. a.g.e., ss.14-15. 14. Başkaya, Fikret, Paradigmanın İflası-Resmi İdelojinin Eleştirisine Giriş, Özgür Üniversite Yayınları, İstanbul, 2011, ss.169-172. 15. a.g.e., ss.175-177. 16. a.g.e., ss.174-175. 17. a.g.e., s.174. 18. a.g.e., s.176. 19. a.g.e., s.223. 20. a.g.e., ss.188-189. 21. a.g.e., s.191. 22. a.g.e., ss.265-266. 23. a.g.e., s.254. 24. Halkçılık konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Lemi Atalay, Kemalizm ve Halkçılık, düşün dergisi sayı 19, ss.10-14. 25. Marx, a.g.e., s.23. 26. Aktaran Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001, s.55. 27. Belge, Murat, Bonapartizm/Bismarkizm 1-2, Radikal Gazetesi (13-14 Kasım 1998).


BİR CUMHURİYET DEĞERİ OLARAK BİLİMSEL BİLGİNİN YOL GÖSTERİCİLİĞİ *

* Prof. Dr. Yakup KEPENEK | Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü Emekli Öğretim Üyesi

Giriş Cumhuriyet’in değerleri, düşünsel kökenleri ve uygulamalarıyla bir ilkeler demetinin bütünüdür. Bu nedenle, değerleri tek tek değil, o büyük bütünün birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılmaz parçaları olarak algılamak gerekir.

odtuadt.com

Başta gelenleri; egemenliğin kaynağının halk olması, hukukun üstünlüğü, bağımsız ve tarafsız yargı, eğitimin birliği, kamu yönetiminin dinin kurallarına göre değil çağın gerektirdiği yöntemlerle çalışması, ekonomide üretimin artırılması ve ülke insanının daha çok ve daha kaliteli üreterek özgürleşmesi, kadın-erkek eşitliği, kültür ve sanatta yaratıcılıkla çağın yakalanması, yurtta barış, dünyada barış ve tüm bu değerleri kalıcı kılacak ve toplumsal dayanışmayı güçlendirecek olan kurumsal yapıların oluşturulması olarak sıralanabilecek olan

Cumhuriyet’in değerleri, insanlığın bin yıllar boyunca doğaya ve düşünce üzerindeki sınırlamalara ve baskılara karşı verdiği savaşımların, büyük uğraşların ortak sonucudur; özetle evrenseldir. Bu değerleri birleştiren ya da bunları birbirine eklemleyen nedir? Bu sorunun yanıtı açıktır: Bilimsel bilgi. Cumhuriyet’in bütün değerlerinin ana başvuru kaynağı ve uygulamadaki geçerlilik ölçüsü, sürekli genişleyen ve büyüyen bilimsel bilgidir. Bilimsel bilginin yol göstericiliği ilke edinildiğinde, ona bağlı olarak ilerleme, değişim ve dönüşüm de kaçınılmazdır. Bir başka anlatımla, Cumhuriyet’in değerleri, durağan, mutlak ve katı bir yaklaşım özelliği taşımaz; bilimsel bilgiyle birlikte, ona bağlı olarak evrim geçirir.

düşün, Güz’12 13


Hangi Bilimsel Bilgi? Çağımızda her bilim dalının bir ana konusu, yani, yanıt aradığı bir temel sorusu vardır. Bilimlerin bilimi sayılan felsefenin ana sorusu, bilgilerimizin kaynağı nedir sorusuna yanıt bulmaktır.* Bilim tarihi boyunca bu soruya verilen yanıtlar en genel düzeyde ikiye ayrılır: 1) Bilgilerimizin kaynağını ilke olarak nesnelerde, bunların zaman içinde değişiminde ve yapılarının evriminde, bunlarla ilgili olgularda, deneylerde; gözlemlerde, akıl yürütmelerde, usa vurmalarda, duyularımızla aldıklarımızın beyinde işlenmesinde arayan ve doğal olarak eleştirel bakışı da içeren görüş. Olguculuk, gerçekçilik, yararcılık ve varoluşçuluk bu ana yaklaşımın doğrudan ya da dolaylı türevleridir. 2) Madde dünyasını düşüncenin önemli bir türevi olarak dikkate almakla birlikte, bilgilerimizin kaynağını esas olarak madde ötesi ya da metafizik dünyada arayan görüş. Dar anlamda akılcılık, romantizm, idealizm ve her türlü tutuculuk bu gruba girer. Bu ikili arasında karşılıklı etkileşim ve iç içe geçen bir kısım bulunur. Ancak bu büyük ikili ayrım, insan düşüncesinin ve bilimsel bilginin ilerlemesinde, birçok yönden belirleyicidir.

Bilimsel ilerleme, düşüncenin ve varlığın kendilerini sarıp sarmalayan, tutsak eden tellerden adım adım kurtularak, birlikte özgürleştiği ölçüde sağlanabilir. Cumhuriyet’in değerlerine temel alınan bilimsel bilgi birincisidir. Bunu, Mustafa Kemal

Atatürk’ün biraz sonra kısaca değinilecek olan çok sayıda konuşmasında ve özellikle de Kuruluş Yılları’nın uygulamalarında buluruz. Bilimsel bilginin tarihsel gelişimi, içinden geçilen ekonomik, düşünsel, sanatsal, kültürel ve kısaca her türlü üretim süreçlerinin ve özünde insanın aklıyla ve bedeniyle giderek daha fazla özgürleşmesinin bir türevi ya da sonucudur. Ünlü Fransız düşünürü Réne Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım.” sözleri bu özgürleşmeyi tanımlar. Aristo’nun insanı araçgereç-techne** yapabildiği için hayvan değil, insandı. Descartes’ın insanı ise varlığını düşüncesine borçludur. Gerçekte bu sözlerin tam karşıtı düşünmüyorum öyleyse yokum denilmesidir; bu da kişinin bedenini ve aklını başkalarına teslim ettiği anlamına gelir. Her türlü ekonomik ve toplumsal gelişme, tam bir kararlılıkla, düşünüyorum öyleyse varım denildiği ve denilebildiği ölçüde gerçekleşir. Bilimsel ilerleme, düşüncenin ve varlığın kendilerini sarıp sarmalayan, tutsak eden tellerden adım adım kurtularak, birlikte özgürleştiği ölçüde sağlanabilir. İlkel toplumdan köleci, ancak örgütlü topluma geçiş, köleci toplumun feodal yapıya evrilmesi ve oradan kapitalizmin ortaya çıkışı, insanlığın ilerlemesinin her biri binlerce yıl süren ve değişik ülkelerde değişik biçimler alan ana istasyonlarıdır. Cumhuriyet, kapitalist gelişmeyi, bunu sanayileşme diye okuyun, yakalayamayan ve bu nedenle tarihe karışan bir imparatorluğun külleri üstünde, düşünüyorum, öyleyse varım diyen Kurtuluş Savaşı sırasında oluştu. O sırada kapitalist üretim sistemi, elektrikli ve içten yanmalı motorları üretimde kullanarak ikinci niteliksel dönüşümünü gerçekleştiriyordu ve karşısına dikilen bir de sosyalist sistem vardı.

* Bu konuda herhangi bir felsefe kitabına bakılabilir: örneğin, Russel, Bertrand, 1945, A History of Western Philosophy) (Türkçesi Sencer, Muzaffer, 1969, Ankara: Bilgi Yayınevi) ya da Politzer, Georges, 1954 Principes Elementaires de Philosophie (Türkçesi Erdost, Muzaffer, Ankara: Sol Yayınları. ** “techne” sözcüğü Aristo’da “insanın becerisiyle ve sanatıyla biçim verdiği şeyler” olarak tanımlanır, Sözcüğün Latince’ye “ars=sanat diye geçtiği, Arapça’ya sanayi olarak aktarıldığı öne sürülüyor.

14

düşün, Güz’12


Samsun’da 1924’te öğretmenlere verdiği söylevde vurgulanan hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir anlayışı, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini anlatır; o yılların düşünce ve uygulamalarının temel ilkesidir. Daha ayrıntıda ise şu yorum doğrudur: İçinde yetiştiği toplumun geçmişte yaşadığı deneylerin ışığında harekete geçen Atatürk’e göre kültür ve medeniyet kavramları arasında önemli bir fark yoktur. İkisini bir arada düşünmek gerekmektedir. O’na göre Osmanlı yöneticilerinin en büyük yanılgısı bu idi. Osmanlılar Avrupa’nın geliştirdiği tekniklere (medeniyete) yönelirken bu medeniyeti ortaya çıkaran bilgi sistemini (kültürü) göz ardı etmişlerdir.1 Atatürk’ün, gerek zamanı, gerekse içeriği bakımından çok özel olan bir konuşmasına değinelim: “Kültür dediğimiz zaman, bir insan topluluğunun devlet yaşamında, düşünce ve ekonomi yaşamında yapabilecekleri şeylerden elde ettiği sonuçtur, demek isteriz; uygarlık da bundan başka şey değildir.”2

Bilimsel bilgi temelinde yaparak öğrenmeyi ülkenin kırsal kesimine taşıyan ve Cumhuriyet’in tüm girişimleri gibi dengeli bir bölgesel dağılıma özen gösterilen Köy Enstitüleri, ayrı bir başarı öyküsüdür.

odtuadt.com

“Gözlerimizi kapayıp herkesten ayrı kendi başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Ülkemizi bir çember içine alıp, dünya ile ilgimiz olmadan yaşayamayız. Tersine ileri, uygar bir ulus olarak uygarlık alanının içinde yaşayacağız. Bu, ancak bilim ve teknikle olur. Bilim ve teknik neredeyse oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına yerleştireceğiz. Bilim ve teknikte bir sınırlama ve koşul yoktur. Akla uygun hiçbir kanıta da-

yanmayan birtakım geleneklerin ve inanışların korunmasında direnip duran ulusların ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerleme yolunda bağları ve koşulları aşamayan uluslar yaşamın akla uygun olduğunu ve eyleme dayandığını göremezler. Yaşamı geniş kapsamıyla gören ulusların egemenliği altına girip onların esiri olmaktan kurtulamazlar.” (27 Ekim 1922, Bursa’da öğretmenlere)3

Uygulamayla Kanıtlanan Bilimsel Bilgi Bilimsel bilginin yol göstericiliği, İkinci Dünya Savaşı’nın olağanüstü koşulları ve savaş sonrasında tamamıyla değişik bir çizgiye yerleşen Türkiye öncesinde, yani 1938’e dek tam anlamıyla uygulama alanı bulmuştur. O dönemde, hukuktan eğitime, yönetimden kurumlaşmaya, ekonomiden sanata uzanan her alanda uygulamaya konulan yenileşme projeleri bu ana yaklaşım çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Ancak, o yıllarda, özellikle iki konuda, eğitimde ve ekonomide elde edilen büyük başarılar, sırasıyla nitelikli işgücü yetiştirilmesi ve sermaye birikiminin geliştirilmesi, ekonomik ve toplumsal gelişmenin bu iki belirleyici etmenini çok güçlendirmiştir. Eğitimde, örneğin John Dewey gibi yaparak öğrenme konusunun ünlü düşünüründen işin başında 1924’te ve daha birçok yabancı uzmandan görüş alınması, okuma yazma seferberlikleri; mesleki ve teknik eğitime önem verilmesi ve üniversite reformu, yabancı uzmanların görüşleri de alınarak gerçekleştirilmiştir. Halkevleri ve Halkodaları ile kültürün ve sanatsal yaratıcılığın geliştirilmesi ve bu konularda son kararların Cumhuriyet hükümetlerince verilmesi çok önemlidir. Bilimsel bilgi temelinde yaparak öğrenmeyi ülkenin kırsal kesimine taşıyan ve Cumhuriyet’in tüm girişimleri gibi dengeli bir bölgesel dağılıma özen gösterilen Köy Enstitüleri, ayrı bir başarı öyküsüdür. Bakın usta yazar Yaşar Kemal, Köy Enstitüleri için ne diyor: “Biz Köy Enstitüleriyle eğitime yaşayarak ve yarata-

düşün, Güz’12 15


rak katılmıştık… 20. yüzyılda Türklerin yarattığı ve insanlığa armağan ettiği en büyük iştir Köy Enstitüleri… İnsanlığa atom icat etmekten daha büyük katkıdır.”4 Bilimselliğinin bir gereği olarak Cumhuriyet, planlı ve programlı iş yapma anlamına gelir. Her alanda yapılan işler, bilinçli bir ön hazırlık sonrasında uygulamaya konulur. Kurulacak sanayi işletmelerinin, kurum ve kuruluşların gerek ekonomik, gerekse teknolojik açılardan yapılabilirliği, çok yoğun ön çalışmalara konu olur. Hazırlık sürecinde, ABD’den Avrupa’nın önde gelen ülkelerine oradan Sovyetler Birliği’ne uzanan bir demetten, yani, ayrımsız gelişmiş tüm ülkelerin uzmanlarından görüş ve öneriler alınır; onlara çok ayrıntılı raporlar hazırlatılır. Çok daha önemlisi, varsa yerli uzmanlara başvurulması; uzman yetiştirilmesi için çaba harcanması da sürecin ayrılmaz parçasıdır. Döneme damgasını vuran kurumlaşmadır. Çünkü Cumhuriyet’i kalıcı kılacak olan kurumlarıdır. Bu bağlamda, çağdaş hukuk ve eğitimle ilgili kurumların oluşturulması; Merkez Bankası, Hıfzıssıhha Enstitüsü, Devlet İstatistik Enstitüsü, Maden Tetkik ve Arama, Elektrik İşleri Etüt İdaresi ve elbette Sümerbank ve Etibank’ın oluşturulması bu sürecin köşe taşlarıdır.* Sanayileşme kararlılığının çok güçlü bir kurumlaşmaya dayandığı ve o günlerde uygulamaya konulan kamu ekonomik kuruluşlarının yönetim yapısının dünyaya örnek olacak nitelikte olduğu, yabancı bilim insanlarınca da kabul edilmektedir.5

Dünden Yarına Bilimsel Bilgi Cumhuriyet sanayileşmesi, kapitalist gelişmeyi o günkü iç ve dış kendine özgü koşulları doğru değerlendirerek ve var olan olanakları kullanarak yakalama girişimidir. Bu sanayileş-

me atılımı, kurulan tesislerin bilimsel sağlamlığı nedeniyle çok başarılı olmuş ve izleyen yıllarda ülkemizde özel sanayinin gelişmesine büyük katkı yapmıştır. Daha sonra da bu kamu işletmeleri, uzun dönemli gelişme açısından nasıl yararlı olabilecekleri hiç düşünülmeden, tam bir bilimsellikten uzak tutumla ve pek çoğu sudan ucuza bir fiyatla özelleştirilmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başlayan küreselleşme süreci ise kapitalizmin niteliksel değişimidir. Özetle denilebilir ki küreselleşme, ekonomik büyümenin ve gelişmenin ana kaynağının teknolojik yenilik olduğunun ve bunun içsel, yani sistemin içinde üretilen bir özellik taşıdığının, bilimsel olarak kanıtlanmasının sonucudur.** Bir başka anlatımla, bir bilim dalı olarak ekonominin ana sorusu olan artığın ya da fazlanın kaynağı nedir sorusuna, çağımızda, çok büyük ölçüde teknolojik yenilik yanıtı verilmektedir. Bilinen bir gerçektir ki, her türlü teknolojik yeniliğin temelinde de bilimsel bilgi vardır. Bu olgu, bilgiyi, emek ve sermaye gibi bir temel üretim girdisi ya da gücü durumuna getiriyor. Bir farkla ki bilgi kullanıldıkça yok olmuyor; tersine, kök ya da tohum özelliğiyle daha fazlasına kaynaklık ediyor; birikimli artıyor. Ülkeler bu gelişmelerin bilinciyle küresel yarışta önlerde yer almak amacıyla, bilgi üretimi ekseninde ulusal yenilik sistemleri oluşturma çabasına girmişlerdir.6 Türkiye küreselleşme sürecinde neler yapıyor? Özeliyle, kamusuyla en ileri teknoloji ürünleri, cep telefonundan bankacılık işlemlerine sosyal medyadan eğitimde akıllı kara tahtaya varıncaya dek, bazen fazlasıyla, kullanılıyor. Ancak, Mustafa Kemal’in kültür dediği bilim artı uygarlık bütünlüğün gerçekleştirilmesi ya da bilginin toplumsallaşması ve teknolojik ye-

* Bu konuda en güzel örneklerden biri Türkiye Cumhuriyet (cumhuriyeti değil) Merkez Bankası’nın kuruluşudur. Bkz. İlkin, Selim, 1973 Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın Kuruluşu, Ankara: Hacettepe Üniversitesi. ** İçselleştirilmiş teknolojik gelişmeyi kuramsal ve uygulamalı yönleriyle ele alan ilk örnekler olarak Barro, R. J. And Martin, X.S., 1995 Economic Growth, New York: McGrwa-Hill; Rosenberg, Nathan ve diğerleri, 1992, Technology and the Wealth of Nations, Stanford: Stanford University Press, verilebilir. Bilindiği gibi Wealth of Nations (Ulusların Zenginliği) adlı başyapıt 1776’da yayımlanmıştır ve kapitalist sistemin ilk ya da kurucu teorisyeni olarak bilinen Adam Smith’e aittir.

16

düşün, Güz’12


niliklerin olabildiğince yerli üretilmesi yönünde gerekli adımlar atılmıyor. Osmanlı’ya benzer bir bilim ve teknoloji politikası izleniyor. Teknoloji alınıyor ve kullanılıyor; onun temeli olan bilim ise tümüyle unutuluyor.

li olan akademik özgürlük tümüyle yok edilmiş oluyor. Devlet üniversitelerinin yönetimleri YÖK eliyle hükümet tarafından oluşturuluyor; bu olgu, araştırmacılar üzerinde dolaylı bir baskı yaratıyor.

AKP iktidarının bilimsel bilgiyi savsaklamasının biri sayısal, diğeri de niteliksel ya da kurumsal iki boyutu var.

Bilimsel özgürlük üzerine çok daha ağır doğrudan darbe TÜBİTAK’tan geldi. 2003’ten sonra yönetimine hükümetçe el konulan TÜBİTAK, bilimi halka yaymak amacıyla yıllardır yayımlanan kendi Bilim ve Teknik dergisinde, Charles Darwin’in 200. doğum yılı nedeniyle yayımlanacak bir bilimsel yazıyı sansür etti; derginin kapağı değiştirildi (Mart 2009 sayısı). Böylelikle

Sayısal boyut, yurtiçi ulusal gelirden “Araştırma ve Geliştirme”ye (AR-GE) ayrılan paydır. OECD’nin en son verilerine göre bu oran, İsveç, Kore, İsrail gibi ülkelerde yüzde 3,5 dolayındadır; AB ortalaması yüzde 2’ye yakındır. Türkiye’de AR-GE’ye ulusal gelirden ayrılan pay son on yıl boyunca anlamlı bir artış göstermemiş; yüzde 0,74’den yüzde 0,84’e çıkarılabilmiştir. Anlamlı bir AR-GE temeli yaratılabilmesi için, ulusal gelirin en az yüzde 1’inin AR-GE’ye ayrılması gerektiği, genellikle vurgulanan bir görüştür. Benzer bir sayısal yetersizlik araştırmacı sayısında görülüyor; örneğin AB ülkeleri ortalaması olarak çalışan kişi başına araştırmacı oranı, 1,9’a karşı 6 ile Türkiye araştırmacı oranının üç katından fazladır.* Nitelik yönünden Türkiye bilim dünyasının durumu yürekler acısıdır. Ülkemizde akademik özgürlük, yani bilimsel araştırma özgürlüğü, geçmişte de genel olarak düşünce ve anlatım özgürlüklerinin sınırlı olması nedeniyle, 196170 dönemi bir tarafa bırakılırsa, sınırlı kalmıştır. Ancak, 2002 sonrasının AKP iktidarı, akademik özgürlük alanını adım adım daraltmıştır.

odtuadt.com

Bilimsel bilgi üretim birimleri ve kurumları, TÜBİTAK, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ve sayıları hızla artırılan üniversitelerin çok büyük bir bölümü, AKP hükümetinin, yani siyasetin dar kalıplarına sokulmuş bulunuyor. Bilimsel bilginin başlıca alt kurumları, Türkiye İstatistik Kurumu, Maden Tetkik ve Arama, Devlet Planlama Teşkilatı; bakanlıkların AR-GE birimleri de siyasetin kadrolaşma anlayışıyla yapılandırıldı. Böyle olunca da, bilimsel bilgi üretiminin teme-

TÜBİTAK, yalnız Türlerin Kökeni adlı yapıtıyla Evrim Kuramı’nın büyük öncüsü olan bir bilim insanını yasaklamakla kalmadı, buna ek olarak biyolojiden ekonomiye çağdaş bilimin tüm dallarının gelişmesinde birinci derecede etkili olan bu kurama dayalı bilimsel çalışmaları yok saydığını da gösterdi. TÜBİTAK bu tutumuyla, kimi bilimsel gerçeklere nasıl önyargılı olduğunu kanıtlıyor. Ülkenin en üst bilim kurumunun böyle bir özellik kazanmış olması başlı başına bir bilimsel cinayettir. Hükümetin bilimsel bilgi üretimine öncülük eden kurumların yönetimine el koyma süreci

* Ayrıntı için bkz. Kepenek, Yakup, 1999 “Ulus Devletten Gelişmeci Devlete” ODTÜ Gelişme Dergisi, ss.309-336 ve Türkiye Ekonomisi, 2012, İstanbul: Remzi Kitabevi.

düşün, Güz’12 17


2011 yazında TÜBA ile devam etti. Uzun uğraşılardan sonra TÜBA’nın yönetimi tümüyle AKP’lileştirildi. Bunlarla da yetinilmedi. Toplumun bilimsel bilgi üretiminin temeli, doğum öncesinden başlayarak, çocuğun ve gencin yetişmesiyle biçimlenir. AKP hükümeti 2012’de yaptığı 4+4+4 düzenlemesiyle, üniversite öncesi eğitimi de, Başbakan’ın kendi deyimiyle dindar nesiller yetiştirmek amacıyla yeniden yapılandırmış bulunuyor! Bilim kurumları siyasallaşıp, eğitim ve öğretim bilimsellikten hızla uzaklaşınca, toplumsal yaşamın günlük işleyişi de bilimsel düşünceden iyice uzaklaşıyor. Devlet kurumlarınca üretilmesi gereken sayısal veriler, örneğin işsizlikle ilgili istatistikler, güven vermiyor. ÖSYM’nin sınav sonuçları kuşku yaratıyor. Bilirkişi raporlarının hazırlanması bile bilimsellikten uzak olabiliyor. Yalnız anayol ve caddeler ya da metro anlamında değil, cami yerlerinin seçimi gibi kentsel altyapı uygulamaları; derelerin hidroelektrik santral (HES) yapımına tahsisi; tarih ve kültür varlıklarının, deniz kıyılarının ve göllerin korunması gibi yeni değerler toplumsal gündeme gelemiyor; yanlış kullanımlar ve yağmalar iç ve dış kamuoyunda yeterince güçlü bir tepkiyle karşılaşmıyor, yalnızca kimi bireysel karşı çıkışlara konu olabiliyor. Doğrudur; AKP, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın başına, 2011’de Bilgi’yi ekledi. Ancak Bilgi Bakanlığı’nın ilk bakanı Ocak 2012’de ABD ziyaretinde ünlü üniversitelerden Massachusetts Institute of Technology’yi (MIT) ziyaret etti ve rektöre sizin laboratuvarlarınızda- elbette parasıyla- araştırmalar yaptıracağız dedi. Hemen her ülkenin kendi ulusal yenilik sistemini oluşturduğu; ürün fazlası elde etmenin ana kaynağının bilimsel ilerleme ve buna dayalı teknolojik yenilikten geçtiğinin kanıtlandığı; bilimsel üretimde güçlenemeyen ülkelerin küresel ekonomik yarışta geri kalmakta

18

düşün, Güz’12

oldukları bir sırada, Bilim Bakanı’nın bu anlayışı, Cumhuriyet’in bilimin öncülüğünde biz yaparız düşüncesine, oradaki iç güvene ve kararlılığa ne kadar yakın sayılabilir? AKP’nin, yerli bilimsel üretimi bir tarafa bırakan ve teknolojiyi dışarıdan satın almaya dayalı politikası, bilimsel üretim kurumlarını iyice işlevsizleştiriyor. Böyle bir süreç, Türkiye’nin olası bilim insanı gizilgücünü (potansiyelini) törpülüyor; yerli bilimsel üretimin birikimli bir biçimde artışını sekteye uğratıyor. Ek olarak günümüzde teknolojik yeniliklerin nitelikleri, eğer buharlı makineyi birinci; elektrikli ve içten yanmalı motorları ikinci ve bilgisayar kullanımını da üçüncü aşama sayarsak, bu son dönemde çok farklılaşmıştır. Teknolojik yenilikler sürekli değişim geçiren bir süreç özelliği kazanmış bulunuyor. Böyle olunca da teknoloji çok daha hızlı bir biçimde eskiyor, ilk çıkışında çok pahalı satılıyor, süreç olduğu için anahtar teslimi satın alınamıyor, alım işinin de sürekli olması gerekiyor ve böylece dışa bağımlılığı kalıcılaştırıyor. Özetle AKP hükümetinin bilime ve teknolojik gelişmeye bakısı, Cumhuriyet’in bilime bakışından tam anlamıyla bir sapmadır. Bu sapmanın kalıcılaşmaması için çaba harcanması, Cumhuriyet’in bilimin yol göstericiliği yaklaşımına yaşamın her alanında sahip çıkılması günümüzde her zamankinden çok daha fazla önem kazanmış bulunuyor. KAYNAKÇA 1. Kobal, Yunus, “1933 Üniversite Reformunun Atatürk’ün Kültür Politikasındaki Yeri”, Hacettepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, web sitesi. 2. Karal, Enver Ziya, Atatürk’ten Düşünceler, s. 733. Yüksek Seçim Kurulu kararı için bkz. 23 Eylül 2010 tarih ve 27708 sayılı Resmi Gazete. 3. Karal, a.g.e., s.71. 4.Kemal, Yaşar, Kuruluşunun 50. Yılında Köy Enstitüleri, Eğit-Der yayınları, 1990, s.9. 5. Dankwart, A. Rustow, 1981 “Atatürk an institution builder” Ali Kazancıgil ve Ergun Özbudun (eds.) Atatürk Founder of a Modern State, Hamden (con.) Archon Books içinde; Morris Singer, 1977 The Economic Advance of Turkey, Ankara: TEK. 6. Freeman, Chris, 1995 “The national System of Innovation in Historical Perspective”, Cambridge Journal of Economics, N0:19, ss.5-24.


SOSYAL DEMOKRASİ VE SORUNLARI *

* Erol TUNCER | Sosyal Demokrasi Derneği Genel Başkanı Ülkemizin önemli sorunları var. Hak ettiği yönetimlere bir türlü kavuşamayan Türkiye, toplumsal, ekonomik, siyasal alanlarda sürekli olarak istikrar arayışında olan bir ülkedir. • Öncelikle ciddi bir gelişmişlik sorunumuz var. Atatürk’ün gösterdiği “çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak” hedefinin hala çok gerisindeyiz. Uluslararası kıyaslamaları yansıtan göstergeler iç açıcı değildir. Türkiye her ne kadar dünyanın 17’nci büyük ekonomisi unvanını taşıyorsa da ülkemizde kişi başına gelir, günümüzde 10.000 dolara ancak ulaşabilmiştir. Bu değerle kişi başına gelir sıralamasında, uluslararası planda, 67’nci sıradayız (2011 sonucu).

odtuadt.com

Gelişme yolunda ağırlık taşıyan gösterge, insani gelişme endeksidir (İGE). Birleşmiş Milletler’in her yıl yayımladığı ve eğitim, sağ-

lık, gelir boyutlarını içeren bu endeks, ülkelerin gelişmişlik düzeyini belirlemektedir. Türkiye İGE sıralamasında 187 ülke arasında ancak 92’nci olabilmiştir. Azerbaycan ile Gürcistan’ın bu alanda bizden yukarı sıralarda yer aldıklarını anımsatmakla yetineyim.** • Bir başka sorunumuz ise ülkede yaşanan eşitsizliklerdir. Gelişme yolunda elde edilen sonuçlar, toplum kesimlerine ve coğrafi bölgelere, ne yazık ki, dengeli bir biçimde yansıtılamamaktadır. Bu dengesizlikler toplumsal barışın önündeki en önemli engeli oluşturmaktadır. Toplumda büyük bir gelir eşitsizliği yaşanıyor. Nüfusun önemli bölümü yoksulluk sınırının, azımsanmayacak bir bölümü de açlık sınırının altındaki gelirleriyle yaşamaya çalışmaktadır. 4 kişilik bir aile için yoksulluk sınırı 3012,97 TL/Ay,

** İnsani Gelişme Endeksi raporlarına http://hdr.undp.org/en/reports/global/hdr2011/download/ bağlantısından ulaşılabilmektedir.

düşün, Güz’12 19


açlık sınırı ise 924,98 TL/Ay’dır.* Oysa net asgari ücret açlık sınırının da altındadır (739,80 TL/ Ay). Coğrafi bölgeler arasındaki gelişmişlik farklılıkları da aşılamamıştır. Ülkemiz bu açıdan üçe bölünmüş gibidir. Bu bağlamda Doğu ve Güneydoğu Anadolu geri kalmış bölgeleri; Marmara, Ege ve Trakya Bölgeleri gelişmiş bölgeleri temsil etmektedir. Bunların dışında kalan üç bölge (Akdeniz, Karadeniz ve Orta Anadolu) ise gelişmekte olan bölgelerimizdir.

Hukukun üstünlüğüne inanmadığı için çoğunluğunun gücüne sınır tanımayan bugünkü iktidar partisi ülkeyi bir rejim bunalımına sürüklemiştir. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, yasamadan sonra yargı da yürütmenin egemenlik alanına girmiştir. Sağ iktidarlar için toplumda yaşanan eşitsizliklerin, dengesizliklerin önemi yoktur. Sağ görüşlüler bu tür çarpıklıkların gelişmeyle birlikte kendiliğinden ortadan kalkacağına inanırlar. O nedenle sağ partilerin gündeminde bu tür sorunlar yer almaz. Bu sorunların köklü çözümünü sağlayarak toplumsal barışa ulaşmak için sosyal demokrat / demokratik sol iktidarlara gereksinim vardır. • Birbiri ardına iktidara gelen sağ partilerin sergilediği ‘çoğunlukçu’ yönetim anlayışı, bugünkü iktidar partisinin de düşüncelerine, söylemlerine ve uygulamalarına egemen olmuştur. Demokrasilerde kararlar çoğunlukla alınır ama çoğunlukların da aşamayacakları sınırlar vardır. Çoğunluğun gücü hukukla sınırlanır. Hukukun üstünlüğüne inanmadığı için çoğunluğunun gücüne sınır tanımayan bugünkü iktidar partisi ülkeyi bir rejim bunalımına sürüklemiştir. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, ya-

samadan sonra yargı da yürütmenin egemenlik alanına girmiştir. İktidarın Cumhuriyet’in temel değerlerine yönelik hamleleri de sürüyor. Laik, demokratik Cumhuriyet’in savunulması da Türk sosyal demokratlarının sorumluluk alanındadır.

Sosyal Demokrasinin Sorunları Sorunlarımızın çözümünü sosyal demokrat iktidarlardan bekliyoruz ama ülkemizde sosyal demokrasinin de ciddi sorunları var. Öncelikle bunları çözmemiz gerekiyor. • Bizde sosyal demokrat / demokratik sol** hareket, batıda olduğu gibi bir işçi hareketi olarak doğmamış, CHP yönetiminin inisiyatifi ile yaşama geçirilmiştir. 1965 seçimleri öncesinde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün “Biz ortanın solunda bir partiyiz” sözüyle başlatılan hareket, Genel Sekreter Bülent Ecevit’in öncülüğüyle gelişip serpilmiş ve CHP 1977’de % 41,4 oy oranına ulaşmıştır. • Ülkemizde sosyal demokrasinin geçmişi kısadır, gelenekleri henüz oluşmamıştır. Bu konuda eğitim eksikliğimiz de vardır. Merkez soldaki partilerimiz yakın zamana kadar eğitimi ihmal etmiştir. Oysa eğitim sosyal demokrat partilerin yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmelidir. • 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi sonrasında, 16 Ekim 1981 tarihinde, bütün siyasi partilerle birlikte CHP de kapatılmış; 1982 Anayasası’yla partinin yönetim kadrolarına siyaset yasağı getirilmiştir. Özel ve tüzel kişilere getirilen bu yasaklamalar soldaki kurumlaşmanın önünü kesmiş, yetişmiş kadroların önemli bir bölümünün siyasal yaşamın dışında kalmasına yol açmıştır. Bu önemli bir kayıptır.

* Türk-İş’in, Haziran 2012 için açıkladığı değerler. ** Ülkemizde sosyal demokrasinin öncülüğünü yapan CHP, 1974’te yaptığı tüzük değişikliğiyle kendisini ‘Demokratik sol’ bir parti olarak tanımlamış, 1976 yılında yenilediği tüzüğünde de bu kimliği korumuştur.

20

düşün, Güz’12


• Kapatılan CHP’nin bıraktığı boşluğu doldurmak üzere merkez solda birden çok parti kurulmuş, sosyal demokrat kesim bölünmüştür. Günümüze kadar süregelen bu bölünmüşlük sosyal demokrat hareket için ayrı bir talihsizlik olmuştur.

14 Kasım 1985’te Demokratik Sol Parti (DSP) kurulunca parti sayısı yeniden ikiye çıkmıştır. 9 Eylül 1992’de CHP’nin yeniden açılmasıyla merkez soldaki parti sayısı üçe çıkmış; 19 Şubat 1995’te SHP ile CHP birleşince parti sayısı bir kez daha ikiye inmiştir.

Çok Partili Dönemde Merkez Sol Partiler

Yeri gelmişken merkez sol partilerin, çok partili dönemde 16 kez yapılan milletvekili genel seçimlerinde aldığı sonuçları ve hükümetlerde bulunma sürelerini toplu olarak gözden geçirmekte yarar görüyorum.1 1960 öncesi CHP’yi de -ülkede sosyal demokrat hareketin öncüsü olması nedeniyle- bu çalışmaya almayı uygun buldum. Önce 25 Mayıs 1983’te Halkçı Parti (HP) ve hemen ardından, 6 Haziran 1983’te, Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kurulmuş, 3 Kasım 1985’te bu iki parti birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adını almış, böylece merkez soldaki parti sayısı bire inmiştir. Bu, ümit verici bir gelişme olmuştur. Ancak kısa bir süre sonra,

1950 1954 1957

Sosyal Demokrat Partilerin Seçimlerde Aldığı Sonuçlar Sosyal demokratlar seçimlerin pek azında birinci sıraya gelmiş, genelde ikinci sıraları almış, bazen daha da alt sıralara düşmüşlerdir.

1950 – 1960 Arasındaki Milletvekili Genel Seçimleri DP (%) 55,2 (*) 58,4 (*) 48,6 (*)

CHP (%) 39,6 35,1 41,4

1961 – 1980 Arasındaki Milletvekili Genel Seçimleri AP (%) 34,8 52,9 (*) 46,5 (*) 29,8 36,9

CHP (%) 36,7 (*) 28,7 27,4 33,3 (*) 41,4 (*)

* Birinci Parti

odtuadt.com

1961 1965 1969 1973 1977 * Birinci Parti

düşün, Güz’12 21


1983 – 2011 Arasındaki Milletvekili Genel Seçimleri ANAP (%)

HP (%)

45,1 (*)

30,5

ANAP (%)

SHP (%)

36,3 (*)

24,8

DYP (%)

ANAP (%)

SHP (%)

RP (%)

DSP (%)

27,0 (*)

24,0

20,8

16,9

10,8

RP (%)

ANAP (%)

DYP (%)

DSP (%)

CHP (%)

21,4 (*)

19,6

19,2

14,6

10,7

DSP (%)

MHP (%)

FP (%)

ANAP (%)

DYP (%)

CHP (%)

1999

22,2 (*) AK Parti (%)

18,0 CHP (%)

15,4

13,2

12,0

8,7

2002

34,3 (*)

19,4

2007

46,6 (*)

20,9

2011

49,8 (*)

26,0

1983 1987 1991 1995

*Birinci Parti

AP / Adalet Partisi CHP / Cumhuriyet Halk P. DYP / Doğru Yol Partisi MHP / Milliyetçi Hareket P.

AK Parti / Adalet ve Kalkınma Partisi ANAP / Anavatan P. DP / Demokrat Parti DSP / Demokratik Sol P. FP / Fazilet Partisi HP / Halkçı Parti SHP / Sosyal Demokrat Halkçı Parti

Tablolardan şu sonuçlar çıkmaktadır:

• Merkez sol partiler, 1950’den günümüze kadar yapılan 16 milletvekili genel seçiminin yalnızca 4’ünde birinci sıraları alabilmiştir: 1961, 1973 ve 1977’de CHP; 1999’da DSP. • Sağ partilerin oyları üç kez % 50 sınırının üzerine çıkmıştır (1950, 1954, 1965). Bu partilerin en yüksek oy oranı 1954 seçimlerinde gerçekleşmiştir: % 58,4.

Merkez solun oyları ise hiçbir zaman % 40 sınırını aşamamıştır. 1957 ve 1977’de % 41,4’e ulaşan bu oran yakın zamanlarda % 20’ler düzeyine kadar gerilemiş, son seçimlerde ise ancak % 26 düzeyine gelebilmiştir. • Sağ oylarla sol oylar arasında daima büyük farklılıklar oluşmuştur. Birinci sırayı alan sağ partiler ile ikinci sıradaki CHP ve HP’nin oy oranları arasındaki farkların yüksek olduğu seçimlerde durum şöyledir:

1’inci ve 2’nci Sıradaki Partiler Arasındaki Farklar 1950 1. Parti DP: %55,2

22

1954

1965

1983

2002

2007

2011

DP: %58,4

AP: %52,9

ANAP: %45,1 AK Parti: %34,3 AK Parti: %46,6 AK Parti: %49,8

2. Parti CHP: %39,6 CHP: %35,1 CHP: %28,7 HP: %30,5

CHP: %19,4

CHP: %20,9

CHP: %26,0

Fark

14,9 puan

25,7 puan

23,8 puan

15,6 puan

düşün, Güz’12

23,3 puan

24,2 puan

14,6 puan


Sağ ve sol partiler arasındaki bu denge bozukluğu, demokratik rejimin istikrarı açısından büyük bir engel oluşturmaktadır. İstikrarlı bir demokrasi için sağ ve sol partilerin oyları arasındaki farkların makul bir düzeye gelmesi gerekiyor. Sol partilerin de tek başına iktidar olabilmesinin yolu da, kuşkusuz, buradan geçiyor.

Tek başına hükümet kuramayan ve hükümetlerde bulunma süreleri çok düşük olan sosyal demokrat partiler, doğal olarak, kendilerini uygulamalarıyla topluma kanıtlama olanağını da bulamamıştır.

Hükümetlerde Sosyal Demokrat Partiler Çok partili dönemde merkez sol partiler tek başına hükümet olamamış, hükümetlerde zaman zaman koalisyon ortağı olarak yer alabilmişlerdir. Durum tabloda görülmektedir. Merkez Sol Partilerin (CHP, SHP ve DSP) İçinde Bulunduğu Hükümetler (1950 – 2012) CHP / AP 20.11.1961 25.06.1962 7 ay 5 gün 25.06.1962 25.12.1963 1 yıl 6 ay İsmet İnönü CHP / YTP / CKMP CHP / Bğsz.lar (Azınlık) 25.12.1963 20.02.1965 1 yıl 1 ay 25 gün

Nihat Erim

AP / CHP / MGP AP / CHP / MGP

26.03.1971 11.12.1971

11.12.1971 22.05.1972

8 ay 15 gün 5 ay 11 gün

Ferit Melen

AP / CHP / MGP

22.05.1972

15.04.1973

10 ay 23 gün

CHP / MSP 26.01.1974 21.06.1977 Bülent Ecevit CHP (Azınlık) CHP /CGP /DP /Bğsz.lar 05.01.1978

17.11.1974 21.07.1977 12.11.1979

9 ay 21 gün 1 ay 1 yıl 10 ay 7 gün

S. Demirel

DYP / SHP

20.11.1991

16.05.1993

1 yıl 5 ay 26 gün

Tansu Çiller

DYP / SHP DYP / CHP DYP / CHP

25.06.1993 05.10.1995 30.10.1995

05.10.1995 30.10.1995 06.03.1996

2 yıl 3 ay 10 gün 25 gün 4 ay 6 gün

30.06.1997

11.01.1999

1 yıl 6 ay 11 gün

11.01.1999 28.05.1999

28.05.1999 18.11.2002

4 ay 17 gün 3 yıl 5 ay 20 gün

Mesut Yılmaz ANAP / DSP / DTP Bülent Ecevit

DSP (Azınlık) DSP / MHP / ANAP

Toplam

17 yıl 7 ay 12 gün

odtuadt.com

Merkez sol partiler (CHP, SHP ve DSP) 62 yılda 17 yıl 7,5 ay hükümet ortağı olabilmiştir.

AP / Adalet Partisi CGP / Cumhuriyetçi Güven P. MGP / Milli Güven Partisi SHP / Sosyal Demokrat Halkçı Parti

ANAP / Anavatan Partisi DSP / Demokratik Sol Parti MHP / Milliyetçi Hareket P.

CHP / Cumhuriyet Halk Partisi DTP / Demokrat Türkiye Partisi MSP / Milli Selamet Partisi

düşün, Güz’12 23


• Merkez sol partiler, 1950’den günümüze kadar kurulan 47 hükümetin ancak 16’sında yer alabilmişlerdir. Bunların 3’ü azınlık, 13’ü de koalisyon hükümetidir. Bu hükümetlerin 9’unun ömürleri 1 yıldan kısa olmuştur. • 1950’den günümüze kadar geçen 62 yıllık bir dönemde merkez sol partilerin hükümetlerde bulunma süreleri de 17 yıl 7,5 ay olmuştur. Tek başına hükümet kuramayan ve hükümetlerde bulunma süreleri çok düşük olan sosyal demokrat partiler, doğal olarak, kendilerini uygulamalarıyla topluma kanıtlama olanağını da bulamamıştır.

Ne Yapmalı? Merkez sol oyların sürekli olarak belli sınırların altında kalmasına, iktidar partilerinden açık ara geride kalmasına razı olamayız. Siyasal yelpazenin sağlıklı dengelere kavuşması ve demokrasimizin bütün kurum ve kuralları ile yerleşmesi için bu çemberin kırılması gereklidir.

• Önce, seçimlerdeki başarısızlığın nedenleri üzerinde kapsamlı bir araştırma yapılmalıdır. Böyle bir çalışma bugüne kadar yapılmamıştır. Bu araştırmaya parti örgütlerinin, sendikaların, akademik çevrelerin ve ilgi duyan sivil toplum örgütleri ile meslek odalarının katılımı sağlanmalıdır.

Değişimi, kökenlerimizden kopmadan gerçekleştirmenin mümkün olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor.

• Merkez sol partiler örgütlenme modellerini gözden geçirmeli, teknolojideki ilerlemelere ve toplumsal ilişkilerdeki gelişmelere uygun hale getirmelidir. • Yakın zamana kadar ihmal edilmiş olan parti içi eğitime gereken önem verilmeli, eğitim kurumsallaştırılmalıdır. Eğitim sosyal demokrat / demokratik sol partilerin olmazsa olmazları arasındadır. • İnsan onuruna en yaraşır rejim demokrasidir. Demokrasi konusunda en duyarlı olması gereken kesimler sosyal demokratlardır. Kaldı ki ülkemize demokrasiyi getiren de sosyal demokratlardır. İktidar partisinin demokrasiden her gün biraz daha uzaklaşan uygulamaları karşısında merkez solun demokrasiye sahip çıkma sorumluluğu artmaktadır.

Biz solcuların sıkça kullandığı bir deyim vardır: “Yoksulluk kader değildir.” Buna benzer bir deyimi de ben ekleyeyim: “Sürekli seçim kaybetmek de bir kader değildir.” Marifet seçim kazanmanın yollarını bulabilmektir.

24

düşün, Güz’12

• Ülkede ve dünyada gerçekten baş döndürücü bir değişim yaşanmaktadır. Sol değişim demektir. Değişimin öncülüğü sağ partilere bırakılmamalı; soldaki partiler programlarını, yapılanmalarını ve işleyişlerini değişime paralel olarak gözden geçirmelidir. Değişimi, kökenlerimizden kopmadan gerçekleştirmenin mümkün olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor.


• Ülkemizde sosyal demokrasinin amacı, uzunca bir dönem yalnızca gelir adaletsizliğini önlemek olarak anlaşılmıştır. Sosyal demokrasinin vurgusu eşitliktir. Sosyal demokratlar, yalnız gelir dağılımındaki adaletsizliklere değil toplumdaki bütün eşitsizliklere karşı çıkarlar ve ezilenlerin yanında yer alırlar. Dolayısıyla etnik köken, dil, din, mezhep, cinsiyet farkı gözetmeksizin her alandaki eşitsizliklerin giderilmesi için çaba sarf ederler. • Bugüne kadar ağırlıkla bölüşümü konuştuk, üretimi sürekli olarak göz ardı ettik ve üretim olgusunu bir bakıma sağ partilere bıraktık. Oysa bu kavramların ikisi de aynı derecede önemlidir. Sosyal demokratlar, bundan böyle bölüşüm kadar üretimin de görevleri arasında olduğunu kabullenmeli, hedef “çokça üretim, hakça bölüşüm” olmalıdır.

Kaldı ki, halkın bizi gerçekten anlamadığını kabul etsek bile kusuru yine kendimizde aramamız gerekiyor. Halka kendimizi anlatacak dili bulma sorumluluğu da bizimdir. Şimdi artık yapay mazeretleri bir kenara koyarak, geç kalmış bir biçimde de olsa, kendimize şu soruyu sormanın zamanıdır: “Acaba biz halkı anlıyor muyuz?” Dersimize buradan başlamamız gerekiyor.

KAYNAKÇA 1. Bu bilgiler için Kaynak: Tuncer, Erol, Osmanlıdan Günümüze Seçimler (1877-2002), TESAV Yayınları 2. Tuncer, Erol, 1950 Seçimleri, 1954 Seçimleri, 1957 Seçimler, TESAV Yayınları.

Sonuç • Yüksek oy oranlarıyla iktidara gelen ve kısa sürede muhalefete düşme endişesi taşımayan sağ partiler, muhalefeti de toplumsal denetimi de ciddiye almamaktadır. Öte yandan muhalefete oy veren seçmen de yakın planda bir iktidar seçeneği görememekten dolayı ümitsizliğe düşmekte, bu da ülkedeki siyasal gerilimi artırmaktadır. Sosyal demokratlar olarak her an iktidar adayı olabilmemiz, seçmene iktidar alternatifi sunarak ümitsizliklere son vermemiz gerekiyor. Bu, bizim seçmene ve demokrasimize karşı borcumuzdur.

odtuadt.com

• Sürekli seçim kaybediyoruz ve her kayıptan sonra ”Halk bizi anlamıyor, seçimleri o yüzden kaybediyoruz.” mazeretinin kolaycılığına sığınıyoruz. Bu, kendi kendimizi yanıltmak olduğu gibi seçmene karşı da haksızlıktır. Unutmayalım ki, bizi yüzde 40’lara çıkaran da yüksek oranda oy verdiği sağ partilerin oylarını günü geldiğinde düşüren de bu seçmendir.2

düşün, Güz’12 25


TARİHTE BİR UTANÇ TABLOSU: 6-7 EYLÜL OLAYLARI*

* Merve ÖZBEY | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu Tarih boyunca dünyanın birçok yerinde etnik köken, din ve mezhep farklılıklarından dolayı insanlık suçu kapsamında değerlendirilebilecek birçok acı olay gerçekleşmiştir. Tarihte bir utanç tablosu olan bu olaylardan biri de 1955 yılının sonbaharında gerçekleşen ve akıllardan kolayca silinemeyecek olan 6-7 Eylül olaylarıdır. Türkiye’de yaşayan azınlıkların zihinlerinde ağır hasarlar bırakan bu olay birçok vatandaşın Türkiye’den göç etmesine sebep olmuştur. Bu yazının amacı, Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçen 6-7 Eylül olaylarına dikkat çekmek ve bu süreçte yaşanan acıları göz önüne sermektir. Yazıda öncelikle 6-7 Eylül olaylarıyla bağdaştırılan Kıbrıs Sorunu’na kısaca değinilecek, sonrasında utanç gecesinde yaşananlar anlatılacak ve son olarak olayların sonuçları değerlendirilecektir.

26

düşün, Güz’12

Paylaşılamayan Kıbrıs İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekileceğini açıklaması üzerine Kıbrıs’ın hangi ülkenin eline geçeceği konusunda tartışmalar başlamış ve bu konu Yunanistan ile Türkiye arasında gerilime sebep olmuştur. İngiliz sömürgesi altında olan Kıbrıs’ın bir Yunan adası olması yönünde tartışmalar dönmüştür. Başta Başpiskopos Makarios olmak üzere Kıbrıslı Rumlar, Enosis (Birleşme) isteğiyle adanın kendilerine bırakılmasını talep etmiştir. Kıbrıs’ta Yunanlı fanatik gruplar Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması için hedefleri Türkler ve İngilizler olmak üzere terör hareketleri gerçekleştirmiştir. Adadaki Türklere karşı çeşitli kanlı eylemler ve gösteriler düzenlenmiştir. Önceleri Türk hükümeti tarafından önemli bir konu


olarak ele alınmayan Kıbrıs meselesi, Yunanlı grupların gösterileri ve terör örgütü EOKA*’nın bombalı eylemlerinden sonra Türkiye kamuoyunda da dikkat çekmeye başlamıştır. Bu sebeple İstanbul’da 11 Eylül 1954’te komite olarak hazırlanan ve 2 Ekim 1954’te dernek olarak faaliyete geçecek olan Kıbrıs Türktür Cemiyeti kurulmuş, kurulan dernek genellikle azınlıkların çoğunlukta yaşadığı bölgelerde şubeler açmıştır. Bu sırada Kıbrıs’ta çeşitli olaylar çıkmış, can ve mal kaybı olmuş, 29 Ağustos’ta İngiltere’nin öncülüğüyle toplanan Londra Konferansı süresince de terör olayları devam etmiştir. Kıbrıs Türktür Cemiyeti 21 Nisan 1955’te İstanbul’da gösteri yapmış ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a bırakılmayacağını yinelemiştir. Bu sırada 28 Ağustos’ta Kıbrıs’ta katliam yapılacağına dair söylentiler dolaşmaktadır ve bu, Türk kamuoyunda tepkilere neden olmaktadır. Muhalefet lideri İnönü de “Kıbrıs’taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için, hükümetle beraber olduklarını” açıklamıştır.1 Kamuoyu Kıbrıs konusunda son derece duyarlı ve tepkilidir, basın ve muhalefet de hükümete destek

Tarihe kara bir leke olarak geçecek kadar kin ve nefretle işlenecek olan bu olayların, ayrı yerlerde aynı vakitlerde çıkması ve saldırılan araçların aynı tipte olması itibariyle, dışişleri bakanının telgrafında bahsettiği gibi ilgili yerlere emir verilerek planlı bir tertip sonucu çıkacağı şüphesini akıllara getirmektedir.

odtuadt.com

vermektedir. Kıbrıs ve Türkiye’de bu tür gelişmeler devam ederken Londra Konferansı’nda taraflar adanın kendilerine bırakılması için çabalamakta ve güçlü tezlerle gelmektedirler. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da tartışmalardaki konumunu güçlendirmek üzere 28 Ağustos 1955’te Başbakan Menderes’e şifreli bir telgraf çekmiştir. Yassıada yargılamalarında

delil olarak kabul edilen telgrafta şöyle yazar: “(Yunanlıların) bizim haklarımızda ne dereceye kadar ısrar edeceğimiz hususunda tereddüt sahibi oldukları anlaşılmaktadır. Binaenaleyh (bu bakımdan) bu tereddüdü aktif hareket ederek izale etmek icab eder (ortadan kaldırmak gerekir). Taraf-ı devletlerinden (yüksek mevkilere yazılan yazılarda kullanılan bir ifade şekli) bu hususta ilgililere verilecek emrin pek faydalı olacağını saygılarımızla arz ederiz.”2 Bu telgraf 6-7 Eylül olaylarının hükümet eliyle çıkarıldığına dair kuşkuları yanında getirmekle beraber, Yassıada’da gerçekleştirilen duruşmalarda da delil olarak sunulmuş, fakat bugüne kadar hiçbir şekilde kanıtlanamamıştır. Olayların başlamasına giden süreçte, önce 3 Eylül 1955’te İngiliz hava üssünde bombalar patlatılmış, bir karakol basılmış, bu olaylarda bir İngiliz subayı ve bir Türk işçisi yaralanmış ve aynı yerde bulunan telsiz istasyonlarında iki kamyon, bombayla havaya uçurulmuştur.3 Ardından 4 Eylül’de Londra’da Kıbrıslı Türkler tarafından adanın Türklüğünü savunan bir gösteri gerçekleştirilmiş ve daha büyük bir gösterinin Türkiye’de yapılması düşünülmüştür.4 Kıbrıs’ın milli bir mesele haline gelmesi, kamuoyunun bu konuda son derece tepkili ve duyarlı olması, bunların üstüne gerçekleşen terör faaliyetlerine karşı duyulan öfke göz önüne alındığında, protesto amaçlı büyük bir eylemin veya gösterinin yapılmasının kaçınılmaz olduğu düşünülebilir. Ancak bu eylemin, protesto gösterisinin ötesine geçerek insanların can ve mal güvenliğine kast edecek kin ve nefret olaylarına dönüşmesinin elbette kabul edilebilir bir yanı yoktur. Aynı zamanda tarihe kara bir leke olarak geçecek kadar kin ve nefretle işlenecek olan bu olayların, ayrı yerlerde aynı vakitlerde çıkması ve saldırılan araçların aynı tipte olması itibariyle, dışişleri bakanının telgrafında bahsettiği gibi ilgili yerlere emir verilerek planlı bir tertip sonucu çıkacağı şüphesini –bu tür suçlamalar mevcut olup kanıtlanmamış olsa da- akıllara getirmektedir.

* EOKA’nın açılımı Ethniki Organosis Kyprion Agoniston (Kıbrıslıların Milli Mücadele Örgütü)’dur.

düşün, Güz’12 27


6-7 Eylül Olayları 6 Eylül günü saat 13:00’da devlet radyosunda Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi verildi. Dönemin tek haber kanalı ve devletin tekelinde olan radyo haberinden sonra İstanbul Ekspres gazetesinde manşette yer alan haberde, Atatürk’ün Selanik’te bulunan evinin yanındaki Türk Konsolosluğu’nun bahçesine atılan bombanın evin camlarına hasar verdiğinden bahsediliyordu. Ana gazetelerden olmayan, hükümete yakınlığıyla bilinen ve günde ortalama 30-35 bin baskı sayısı olan gazete o gün iki ayrı baskı yaparak 290 bin sattı. Gerilimin hızla artmasına yol açan haber, İstanbul’un dört bir köşesine dağıtılan gazeteyle hızla yayıldı. Hürriyet gazetesinin Beyoğlu muhabiri olan Necati Zincirkıran’ın anlattıklarına göre haberin olduğu gazete kapışılıyordu ve bir saat içinde İstanbul’a yayılmıştı. Taksim’de miting ve yürü-

yüş olacağı bilgisini edindikten sonra gazeteciler de Taksim’e geldiler ve etrafta kümelenmiş 20-30 kişilik grupları gördüler. Merdiven başına çıkan bir kişi “Arkadaşlar, Kıbrıs’ı ilhak etmek isteyenler şimdi de Selanik’teki Atamızın evini bombaladılar. Yarın İstanbul üzerinde hak iddia etmeyecekleri ne malum. Bunlara hadlerini bildirmemiz lazım. Protesto için hep birlikte yürüyelim, marşlar söyleyelim ve Türk bayrağını astıralım. Yürüyelim arkadaşlar!” dedi. Bu sırada

28

düşün, Güz’12

sayıları zaten 3000’i bulan kalabalık, ellerinde sopalar, Gençlik Marşı’nı söyleyerek yürüdü ve İstiklal Caddesi’ne çıktıklarında dükkanlara saldırmaya başladı.5 Ellerinde sopalar ve demirler bulunan kalabalığın elinde azınlıkların isimlerinin ve oturdukları yerlerin bulunduğu listeler de vardı. Ayrıca görgü tanıklarına göre İstanbul dışından kamyonlar dolusu insan gelmişti ve insanların ellerindeki sopa ve demirler aynı fabrikanın ürünüymüşçesine tek tipteydiler.

Yaşananlardan sonra geriye, kulaklarda kırılan camların sesi, gözlerde korku, kumaş toplarının birbirine karışmış renkleri ve vicdanlarda hissedilen utanç kaldı. Beyoğlu ve Karaköy’de yalnız Türk vatandaşı olan Rumlara değil, 1930 tarihli ulaşım ve oturma antlaşmasından yararlanarak Türkiye’de oturan ve iş sahibi olan Yunan asıllı vatandaşların da evlerine ve dükkanlarına saldırıldı. Rum asıllı vatandaşların dükkanlarının camları sopalarla kırılarak, vitrinleri yere indirilerek, içerdeki tüm eşyalar kırıldı, sokağa fırlatıldı ve yağmalandı. Yalnız Rumların dükkanları değil, Hıristiyanların, Yahudilerin ve Türklerin de dükkanları yağmalandı. Yerler dükkanlardan dışarı atılan kumaş topları, gömlekler ve ceketlerle doluydu. Duvarlara Rumlar aleyhine yazılar yazıldı. Mezarlıklar bile tahrip edildi, mezarlıkların mermerleri kırıldı, mezarlar açıldı, cesetler dışarı çıkarıldı. Kiliseler ateşe verildi, içindeki eşyalar kırılıp döküldü. Toplamda 5000 dükkan yağmalandı, 7 kilise tahrip edildi ve aynı anda da 52 yerde yangın çıkarıldı. Bazı kişilerin ‘parçalayın, çalmayın ve yaralamayın’ telkinlerine karşın hırsızlık olayları, tecavüz ve ölüm vakaları da gerçekleşti. 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi gördü ve Türk basınında ölü sayısı 11 kişi olarak verildi. Yaşananlardan sonra geriye, kulaklarda kırılan camların sesi, gözlerde korku, kumaş toplarının birbirine karışmış renkleri ve vicdanlarda hissedilen utanç kaldı.


Kin ve nefretle bu talanı yapan ve düşmanca bir tavır içinde Rumlar aleyhine slogan atan kalabalık grup saldıracağı ev ve işyerlerinin kime ait olduğunu elindeki listelerden bilmekteydi. Bir Rum arkadaşının dükkanının önünde elinde Türk bayrağı ile nöbet tutan görgü tanığı, kalabalık gruba dükkanın bir Türk’e ait olduğunu söylemiş, buna karşın grup bunun imkansız olduğunu çünkü ismin listede yazılı olduğunu belirtmişti. Kalabalığın elindeki listelerde cadde isimlerinin ve ev numaralarının olduğunu gözlemleyen tanık, listede bir yanlışlık olmuştur sözleriyle grubun saldırmasını engellemişti.6 Rum veya Ermeni vatandaşların komşularının olaylara tepkileri değişmekteydi. Kendi komşusunu ve mahallesini koruyanların yanında başka azınlıklara saldırmak için kalabalık gruba katılanlar da oluyordu. Beyoğlu’nda oturan Mihalis Vasiliadis’in anlattığına göre kapıcıları Mehmet, o gün apartmanda oturan Rumları, elinde Türk bayrağıyla kalabalık grubu orada Rum oturmadığına dair ikna ederek korumuş fakat ardından eline bir odun parçası alarak başka gayrimüslimlere ait dükkan ve evlere saldırmaya baş-

odtuadt.com

lamıştı.7 Metin Toker de saldırılar esnasında Taksim’den Tünel’e giden yolda bulunmuş, “Onbinlerce kazanıyor, iki paralık malı dünya kadar pahalıya satıyorlar” sözlerini bizzat duymuş ve bunu DP’nin görülmemiş kalkınmasına karşı büyük kitlelerin ilk tepkisi olarak tanımlamıştı. “Kıbrıs’ı da Rumları da herkes unutmuştu. Tek arzu, haksızlıklarla burulmuş kalpleri dolduran

tahrip isterisiydi” diyerek o gün orada yaşananlara dair gözlemlerini aktarmıştır.8 Nitekim 1954 seçimlerinden sonra fiyatlarda büyük artışlar olması, hayat pahalılığının artması ve bazı tüketim mallarında darlık ve yoklukların baş göstermesi halkı yıpratmıştır. Toker’in anlattıklarına göre duvarlara Rumlar aleyhine yazıların yazılmasının yanında “zenginlere ve servete çatan cümleler” de bulunmuştur. “Menderes’in ilan ettiği her mahalledeki on beş milyonerin, halk vicdanında ne derin yaralar açtığı” görülmüş ve onun deyimiyle varoşlar şehre inmiştir.9 Görgü tanığı Yılmaz Karakoyunlu da “Adamlardaki hırs, kin herhangi bir şekilde bir hırsızlık veya yağmaya dönüşmekten çok bir tahrip ihtiyacını ifade ediyordu. Mesela bir adamın alıp da bir avuç mücevheri yanındaki hanın mermer basamaklarına koyup topuğuyla çiğnediğini gördüm ve hayretle izledim. Gümüş şamdanların alınıp bitişik mağazaların camlarını kırmak için araç gibi kullanıldığını gördüm.”10 demiştir. Yine buna benzer durumlara tanık olanlar tramvayın arkasına kumaş toplarının bağlanarak sürüklendiğini, kumaşları yırtamayanların kırdıkları cam parçalarıyla kumaşları yırttıklarını gördüklerini söylemiştir. DP ocak örgütlerinden birinin başkanı, gazeteci Aziz Ozan’ın arkadaşlarına merkezden aldıkları talimata göre Kıbrıs’ta gerçekleşecek gösteri sebebiyle Taksim’de toplanılacağını anlatmıştır. Öğrenciler Kıbrıs Sorunuyla ilgili yapacakları konuşmanın ardından İstiklal

düşün, Güz’12 29


Caddesi’nden geçip “Kahrolsun Yunanistan, Kıbrıs Türk’tür” diye bağıracaklar, yollarının üstündeki Rum dükkanlarını taşlayıp tahrip edeceklerdir. Ama hiçbir şekilde yağma olmayacağı talimatı verilmiştir. Gösterinin tahmin edemedikleri boyutlara ulaşmasını kendileri de anlayamamışlardır.11 Şevket Süreyya Aydemir de 6-7 Eylül olaylarının Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde hemen hemen aynı vakitlerde patlak vermesinin arkasında güçlü bir iradenin bulunmuş olabileceğini varsayarak olayın arkasındaki güçlerin kendilerinin de olayların bu kadar büyüyeceğini tahmin edemediklerinin altını çizmiş, durumu “Cincinin cini çağırması”na benzetmiştir. Ona göre “cinci cinleri çağırmış, ama sonra onlara hakim olacak, onları geriye gönderecek tılsımı unutarak, bizzat cinlerin rüzgarına kapılmıştır.”12 6-7 Eylül olayları İstanbul’daki semtlerde ve Ankara ile İzmir gibi illerde de aynı anda patlak vermiş ve akıllara planlı bir örgütlenmenin yapıldığı kuşkusunu getirmiştir. Örneğin İzmir’de o sırada uluslararası fuar sebebiyle Konak meydanında asılan Yunan bayrağı yakılmış, Yunan Pavyonu ve Alsancak’taki Yunan Konsolosluğu da bu şiddet olaylarından nasibini almıştır. Ankara’da ise bu olaylar öğrenci protestolarıyla

sınırlı kalmış, şiddet olayları gerçekleşmemiş, hatta protesto gösterisi yapmak için toplanan öğrenci grupları askeri güçlerin de takviyesiyle polis tarafından göz yaşartıcı gaz ile dağıtılmış-

30

düşün, Güz’12

tır. Bursa ve Samsun’da Rum vatandaşları korumak üzere güvenlik tedbirleri alınmış, Adana’da toplananlar polisin şiddet kullanmasıyla dağıtılmıştır.13 Buna rağmen İstanbul’da olaylar hızla devam ederken güvenlik güçleri etkisiz kalmıştır. Görgü tanıklarına göre güvenlik güçleri olanları izlemekle yetinmiştir. Dahası, dükkanı zarar gören bir kişi polise gittiğinde ‘Hiçbir şey yapamam, ben bugün polis değil, Türküm’ cevabını almıştır.14 Akşam saatlerinde bu hareketli anlar yaşanırken ve herhangi etkili bir müdahale olmazken Adnan Menderes olayların hızla büyüdüğünü ve içinden çıkılamayacak bir durum aldığını Ankara’ya hareket halindeyken trende öğrenmiş ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’le beraber İstanbul’a geri dönmüştür. Askere vur emri verilmesine rağmen 1. Ordu Komutanı Vedat Garan Paşa bu emre uymamış ve halka ateş açılmamıştır. Olayların aynı gün İzmir ve Ankara’ya da sıçramış olması üzerine sıkıyönetim ilan edilmiş fakat bütün bakanların imzalayacağı bir kararnamenin olması kuralı gereğince karar kaldırılıp, yasaya uygun olarak tekrardan ilan edilmiştir. İsmet İnönü başta Demokrat Parti’nin aldığı önlemleri “Demokrat Parti grubunun, olayları ciddi şekilde tartıştığını tespit ettik. Hükümetin anavatanın büyük bir tehlikede olduğunun idraki, partiler arası rekabete üstün gelmiştir.”15 sözleriyle desteklemiştir. Şerafettin Turan, İsmet İnönü’nün hükümeti suçlamak yerine “Türk devletinin ve ulusunun saygınlığına düşen gölgenin kaldırılması gerektiğine inanan bir siyasi lider gözüyle” konuşma yaptığını vurgulamıştır.16 Fakat sonra hükümetin olaylarla ilgili çelişkili ifadeler kullanması sebebiyle, hükümetten derhal bir açıklama yapılmasını beklediklerini söylemiştir. Ayrıca daha sonra, İsmet İnönü, Ankara’daki sıkıyönetimin kaldırılmasını istemiş buna karşın Demokrat Parti İstanbul, İzmir ve Ankara’da 6 ay süreyle sıkıyönetimin devamına karar vermiştir.


6-7 Eylül’den Sonra… Olaylardan sonra Metin Toker’in anlattıklarına göre 12 Eylül 1955’te cumhurbaşkanının çağrısıyla gerçekleştirilen olağanüstü toplantıda Fuat Köprülü’nün “Hükümet olaylardan haberdardı fakat zamanını öğrenememişti.” şeklindeki açıklamaları tartışma konusu olmuş17 ve hükümetin İstanbul ve İzmir’deki olayların önlenmesindeki yetersizliği ortaya çıkmıştır. Bu süreçte hükümet, olayın arkasındakilerin komünistler olduğunu iddia etmiştir. Refik Koraltan “Bu komünistlerin işidir.” dediğinde DP’nin kuruluş çalışmalarına katılmış fakat daha sonra Menderes’le görüş ayrılıkları yaşaması sebebiyle milletvekilliğinden çekilmiş olan Ahmet Hamdi Başar “Demek komünistler, İstanbul, Ankara ve İzmir’de, aynı zamanda ayaklanarak, hükümeti bir müddet muattal, mefluç hale koyabiliyorlar! Ya hükümetin acz içinde olduğunu, ya bu hadiseyi yaptıranın kendisi olduğunu kabul edeceksiniz…” diyerek karşı çıkmıştır. Bunun üzerine Koraltan, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin miting yapmayı istediğini fakat hükümetin izin vermediğini söylemiştir. Başar, “O halde, kanuna aykırı ve müsaadesiz yapılan bu toplantı neye önlenmedi? Bir tek polis memurunun düğmesi bile kopmadan, zabıta kuvvetlerinin hiç müdahale etmediği bir yağma ve hatta kıtal yapılır da, buna nasıl müsaade edilir?...” demiştir.18 Şevket Süreyya Aydemir’in mecliste yaşanan gelişmelere dair yaptığı bu gözlemleri ve aktardığı konuşmalar da hükümetin yaptığı açıklamalardaki çelişkileri göstermek açısından önemlidir.

odtuadt.com

Demokrat Parti, olayları bahane ederek bazı kısıtlamalarda bulunmuştur. Basın özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik çeşitli yasal düzenlemeler yapılmıştır. İnönü’nün hükümeti eleştiren “Çetin İmtihan” başlıklı yazısı sebebiyle muhalefetin yayın organı Ulus gazetesi süresiz kapatılmıştır.

Olayların sonucunda Aziz Nesin ve Kemal Tahir’in de aralarında bulunduğu 30’dan fazla komünist veya komünist olduğu düşünülen kişi gözaltına alınmıştır. Böylece olayların sorumluları komünistler olarak gösterilecektir. Emniyet Müdürlüğü tarafından hazırlanan şüpheliler listesinde yıllar önce ölmüş ya da o sırada askerde

olan kişilerin bile isimleri bulunmuştur. Örneğin, “Aziz Nesin’in yazdığına göre Celal Benneci’nin evine giden polisler eşine ‘Celal Bey’i istiyoruz dediklerinde ‘Bir yıl önce öldü’ cevabını almışlardır.”19 İstanbul’da tutuklananların sayısı 4000’i bulmuştur. Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin üyeleri de tutuklandıktan sonra salıverilmiştir. Daha sonrasında da İstanbul’daki Kıbrıs Türktür Cemiyeti kapatılmıştır. Bunun yanı sıra olaylardan sorumlu olduğuna inanılan 5 öğrenci derneği, 11’e yakın sendika, federasyon ve benzeri kuruluşlar da kapatılmıştır.20 Demokrat Parti, olayları bahane ederek bazı kısıtlamalarda bulunmuştur. Basın özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik çeşitli yasal düzenlemeler yapılmıştır. İnönü’nün hükümeti eleştiren “Çetin İmtihan” başlıklı yazısı sebebiyle muhalefetin yayın organı Ulus gazetesi süresiz kapatılmıştır. Ayrıca bu yazıyı yayımlayan İstanbul’daki üç gazete, Milliyet, Tercüman ve Hergün’ün yayınları da 14 günlüğüne kapatılmıştır. 6 Eylül’de gerçekleşen şiddet olayları sebep gösterilerek siyasi partilerin seçim zamanları dışında toplantı yapmaları yasaklanmıştır. Ayrıca İstan-

düşün, Güz’12 31


Günümüzde, yaşanan acıların siyasetin malzemesi haline getirilmiş olduğunu, bazı kesimlerce Madımak Katliamı’nın aklanmaya çalışıldığını ve Alevi vatandaşların kapılarının işaretlendiğini görmekteyiz. Bugün dahi bu tip olayların yaşanması tarihten ders alınmadığını göstermektedir. bul Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz’un yayımladığı 10 Eylül günlü bildiride 6-7 Eylül olaylarının başka kişilerce yapıldığını savunan yazıların yazılması yasaklanmıştır. Bunun dışında bildiride yer alan ilgi çekici diğer yasaklar ise halkı heyecanlandırıcı haberler vermek, ülkede darlık, kıtlık, yokluk olduğunu öne süren yazılar yazmak, hükümeti eleştirmek ve çıplak kadın resimleri basmaktır.21 Vatandaşların uğradığı hasarın telafisi için bankalar, milletvekilleri, iş adamları yardımda bulunmuş fakat hasarı korkularından dolayı bildirmeyenler de olmuş bu yüzden hasarı karşılananların sayısı da sınırlı kalmıştır. 1957 yılı sonunda 3247 kişiye toplam 6.533.856 TL tutarında ödeme yapılmıştır. Olayların telafisi için 24 Ekim’de İzmir’de yeni Yunan konsolosluk binasının devri sırasında yapılan bayrak töreninde önce Yunan ve Türk milli marşları okunmuş, ardından Ulaştırma Bakanı Yunan bayrağını göndere çekmiştir.22

Sonuç Bu saldırılar yalnızca Türkiye’de yıkımlara neden olmamış, aynı zamanda Türkiye’nin dış politikada da güven kaybetmesine yol açmıştır. Vatandaşlarda maddi ve manevi hasarlar bırakmış, birçok gayrimüslim vatandaşın Türkiye’den göç etmesine sebep olmuştur. Ayrıca, olaylar sebep gösterilerek baskı ortamı artmış, hükümet birçok yasaklama getirmiştir.

32

düşün, Güz’12

6-7 Eylül olayları tarihte nefretle bir kesime karşı girişilen tek olay olmamıştır. Bundan yıllar sonra Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta da insanların birbirine düşürüldüğü nefret saldırılarının yaşandığı olaylar olmuş, dönemlerinin hükümetleri gerekli önlemi almamış ve birçok insan bu olaylarda hayatını kaybetmiştir. Ne yazık ki günümüzde de, yaşanan acıların siyasetin malzemesi haline getirilmiş olduğunu, bazı kesimlerce Madımak Katliamı’nın aklanmaya çalışıldığını ve Alevi vatandaşların kapılarının işaretlendiğini görmekteyiz. Bugün dahi bu tip olayların yaşanması tarihten ders alınmadığını göstermektedir. Dileğimiz, tarihteki tüm bu olayların göz önüne alınarak unutulmaması ve aynı acıların tekrar yaşanmaması, Türkiye tarihindeki kara sayfalara bir yenisinin eklenmemesidir. KAYNAKÇA 1. Albayrak, Mustafa, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (19461960), Phoenix Yayınevi, Ankara, 2004, s.431 2. Öymen, Altan, Öfkeli Yıllar, Doğan Kitap, İstanbul, 2009, ss.589590 3. Albayrak, Mustafa, a.g.e., s.433 4. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi IV, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999, s.175 5. Öymen, Altan, a.g.e., s.576 6. Güven, Dilek, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül 1955 Olayları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s.27 7. a.g.e., s.39 8. Toker, Metin, DP Yokuş Aşağı 1954-1957, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1991, s.144 9. a.g.e., s.145 10. Dündar, Can, “O Gün” Belgesel Dizisi: Utanç Gecesi, 2002 11. Güven, Dilek, a.g.e., ss.85-86 12. Aydemir, Şevket Süreyya, İkinci Adam III. Cilt 1950-1964, Remzi Kitabevi, 2000, s.182 13. Güven, Dilek, a.g.e., s.43 14. a.g.e., s.34 15. a.g.e., s.48 16. Turan, Şerafettin, İsmet İnönü, Yaşamı ve Kişiliği, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2000, s.346 17. Toker, Metin, a.g.e., s.146 18. Aydemir, Şevket Süreyya, a.g.e., ss.183-184 19. Öymen, Altan, a.g.e., s.592 20. Albayrak, Mustafa, a.g.e., s.435 21. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi IV, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999, s.178 22. Güven, Dilek, a.g.e., s.66


EŞİT OY İLKESİ ve TEMSİLDE ADALET İLKESİ İLİŞKİSİ ÜZERİNE *

* Yrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL | TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Hukuk Fakültesi

odtuadt.com

Demokrasi bir yöntem olarak çoğunluk ilkesine dayanmaktadır. Bu çoğunluk ister “basit” ister “salt” ve bazen görüldüğü gibi “nitelikli” çoğunluk olsun, belli bir karar alma sürecine işaret eder. Bu karar alma sürecinde bireyler oy kullanmak suretiyle iradelerini belli ederler ve iradelerin bir araya toplanması sonucunda hangi görüş çoğunluktaysa o yönde karar alındığı kabul edilir. Bugün, oylama ve oy hakkı daha çok yöneticilerin ya da temsilcilerin seçilmesinde başvurulan bir yöntemdir. Ülkemizde, olağan yasama yetkisi çerçevesinde halkın karar alma yetkisi bulunmadığından oylamanın genellikle seçme hakkının kullanılmasında (örneğin, belediye başkanlarının ya da milletvekillerinin seçiminde) karşımıza çıktığı görülür. Bununla birlikte, anayasa değişikliklerinin yürürlüğe girmesinde de bazen halkoylaması (referandum) yoluyla halkın kararına başvurulabilmektedir. Bu

süreç, halkın oylarıyla “evet” ya da “hayır” kararı alması şeklinde gerçekleşmektedir. Demokrasinin kalbini oluşturduğunu söyleyebileceğimiz oy hakkına ilişkin bazı ilkeler bulunmaktadır. Bu ilkelerden bazıları 1982 Anayasası’nda da açıkça sayılmıştır. Anayasa’nın “Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakları” kenar başlığını taşıyan 67. maddesinin ikinci fıkrasında şu düzenleme yer almaktadır: “Seçimler ve halkoylaması serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılır.” Bu düzenlemede yer alan “serbest oy”, “eşit oy”, “genel oy”, “gizli oy” ilkeleri yüzyıllar içinde demokrasinin gelişim düzeyine paralel olarak ortaya çıkmış ve yerleşmiş ilkelerdir.

düşün, Güz’12 33


Görüldüğü gibi, Anayasa’da seçim ve oy hakkına ilişkin pek çok ilke bulunmasına rağmen oyların sandalyelere dönüştürülmesinde büyük role sahip olan seçim sistemi ile ilgili daha az düzenleme bulunmaktadır. Söz konusu düzenleme, Anayasa’nın 67. maddesine 1995 yılında gerçekleştirilen değişiklikle eklenmiş olan yedinci fıkrada karşımıza çıkmaktadır. Buna göre, “Seçim kanunları temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir”.

Temsilde adalet ilkesi ise, birbirine yakın büyüklükteki seçmen gruplarının - bunlar sayısal gruplar, siyasal gruplar ya da etnik gruplar olarak karşımıza çıkabilmektedir kendilerine yakın büyüklükteki seçmen grupları ile aynı ölçüde temsil kabiliyetine sahip olmalarını öngörmektedir. Bu yazıda oy hakkına ilişkin “eşit oy” ilkesi ile “temsilde adalet” ilkesinin ilişkisi üzerinde durulacak ve “eşit oy” ilkesinin pek de göz önünde tutulmayan bazı anlamlarına değinilecektir. “Eşit oy” ya da diğer bir deyişle “oy hakkının eşitliği” ilkesi her seçmenin sadece tek bir oy hakkına sahip olması gerektiğine işaret etmektedir. Eşit oy ilkesinin diğer bir ünlü anlatımı “tek adam, tek oy” (one man - one vote) olarak bilinmektedir. Eşit oy ilkesinin bu klasik tanımına istisnasız tüm anayasa hukuku kitaplarında rastlamak mümkündür. Eşit oy ilkesine ilişkin bu anlatımdan da anlaşılacağı gibi, herkesin sahip olduğu tek oyun değeri de birbirine eşittir. Bugün genel kabul görmüş bulunan bu ilkenin geçmişte uygulanmadığı da bilinmektedir. Bu ilkenin henüz uygulanmadığı dönemlerde “çoğul oy” uygulaması bulunmaktaydı. Çoğul oy, farklı biçimlerde uygulanabilmekteydi.1 Örneğin, “çok oy” uygulaması seçmenin birden fazla yerde oy kullanabilmesine olanak tanımaktaydı. Böyle bir sistemin kabul edilmesi halinde

34

düşün, Güz’12

seçmenin, bir seçim çevresinde ve bir sandıkta kullandığı oyun yanında, başka seçim çevresinde de oy kullanabilmesi mümkündü. “Çift oy” ya da “ek oy” hakkının tanındığı sistemlerde ise, belli niteliklere sahip olan seçmene kanunla iki oy, ya da kendi oyunu kullandıktan sonra ek oylar kullanma hakkı tanındığı görülmekteydi. Uygulamada özellikle belli miktarın üzerinde vergi verenlere, ya da üniversite mezunlarına ek oy hakkı verildiği görülmekteydi. İster “çok oy”, isterse “çift oy” ya da “ek oy” biçiminde olsun, tüm çoğul oy uygulamalarının eşit oy ilkesine aykırı ve hatta onun karşıtı olduğu açıktır. Liberal düşüncenin bazı savunucuları dahi, cahil ve fakir halk yığınlarının karar almada başarılı olamayacağından korkarak nitelikli seçmenlere daha fazla oy hakkı verilmesi gerektiğini savunabilmişlerdir. Gelir farklılıklarının görece azalması ve eğitimin geniş halk kitleleri için ulaşılabilir olması sayesinde bu kaygılar önemli ölçüde geçerliliğini yitirmiş, buna bağlı olarak da eşit oy ilkesi dalga dalga yayılarak hâkim duruma gelmiştir. Temsilde adalet ilkesi ise, birbirine yakın büyüklükteki seçmen gruplarının - bunlar sayısal gruplar, siyasal gruplar ya da etnik gruplar olarak karşımıza çıkabilmektedir - kendilerine yakın büyüklükteki seçmen grupları ile aynı ölçüde temsil

kabiliyetine sahip olmalarını öngörmektedir. Diğer bir deyişle, her grup kendi büyüklüğü oranında temsil kabiliyetine sahip olmalıdır; ne daha az, ne de daha çok.


1982 Anayasası’na 1995 değişiklikleri ile girdiğini belirttiğimiz düzenlemede geçen temsilde adalet ilkesinin, seçim kanunları ve daha doğrudan söylemek gerekirse aslında seçim sistemi ile ilgili olduğu açıktır. Anayasa’nın aslında birbiriyle ilişkilendirilmesi pek de mümkün olmayan iki ilkenin bağdaştırılmasını emretmesi eleştirilere konu olmuştur. Bağdaştırılması mümkün olmayan ilkeler “temsilde adalet” ve “yönetimde istikrar” ilkeleridir, çünkü “temsilde adalete” ağırlık verildiği takdirde “yönetimde istikrardan”, “yönetimde is-

Şüphesiz, bir oy hakkının sayısal anlamda eşit olması (herkesin tek bir oya sahip olması) ile bir oyun “değerinin” ya da “ağırlığının” eşit olması aynı şey değildir. tikrara” ağırlık verildiği takdirde de “temsilde adaletten” ödün verilmek gerekeceği söylenebilir. Ayrıca, “yönetimde istikrarın” da seçim sistemleri ile garanti edilemeyeceği, burada söylenmek istenenin “hükümette” istikrar olduğu da ayrıca vurgulanmalıdır. Sonuçta, tartışmalı da olsa “temsilde adalet” ilkesi anayasal bir ilke olarak karşımızda durmaktadır. Daha da önemlisi, Anayasa Mahkemesi, artık istikrar kazanmış içtihadı çerçevesinde bu ilkeyi sadece milletvekili seçimlerinde değil, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının organ ve yönetimleri için yaptıkları seçimlerde de aramaktadır.

odtuadt.com

Yukarıda değindiğimiz “eşit oy” ve “temsilde adalet” ilkelerinin ne tür bir ilişkisi olduğuna değinebilmemiz için ülkemizde son dönemlerde yaşanan bazı sorunlara göz atmamız gerekmektedir. Aslında aradaki ilişkiyi görebilmemiz için, öncelikle “eşit oy” ilkesinin klasik tanımının yetersizliğini dikkate almak gerekmektedir. Şöyle ki, eşit oy ilkesi gerek Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin, gerekse Türk Anayasa Mahkemesi’nin aşağıda kısaca değineceğimiz yorumları çerçevesinde sadece “tek adam – tek oy”dan ibaret görülemez.

Gerçekten de Amerikan Yüksek Mahkemesi, Reynolds v. Sims (1964) kararında “tek adam – tek oy” (eşit oy) uygulamasının dayanağı olan eşit koruma maddesini şöyle yorumlamıştır: “Oy hakkı sadece açık bir biçimde seçmen olma yetkisinin elden alınması ile değil, aynı zamanda bir vatandaşın oyunun değerinin azaltılması ya da sulandırılması suretiyle de inkâr edilebilir.” Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Wesberry v. Sanders kararında da seçim çevrelerinin belirlenmesine müdahale ederken, bireylerin oylarının “değerinin” ya da “ağırlığının” azaltılmasına dayandığı görülmektedir. Şüphesiz, bir oy hakkının sayısal anlamda eşit olması (herkesin tek bir oya sahip olması) ile bir oyun “değerinin” ya da “ağırlığının” eşit olması aynı şey değildir ve Mahkeme de söz konusu kararında bu farklılığa dikkat çekmektedir. Mahkeme, bir oyun ağırlığının azaltılmasını, “oy hakkından mahrum bırakmaktan” farklı ama kıyasen ona yakın olarak değerlendirmiştir.2

Şimdi Türk Anayasa Mahkemesi’nin “eşit oy” ilkesinin farklı anlamına dikkat çeken kararına bakabiliriz. Bu karar oldukça yakın tarihlidir. 2009 yılında Milletvekili Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklik üzerine verilmiş olan bu iptal kararında Mahkeme eşit oy ilkesinin bu farklı anlamı ile temsilde adalet arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekmektedir.3 Son milletvekili genel seçiminde Bayburt ilinin iki yerine tek bir milletvekili seçebilmesine sebep olan bu iptal kararında Anayasa Mahkemesi eşit oy ilkesini yeniden yorumlamak

düşün, Güz’12 35


Örneğin, Ardahan’da kullanılan bir oyun değeri 2.97 iken, Adana’da bu değer 1.05’dir. Bu çarpıklığın sebebi, Anayasa’da bir zorunluluk olmamasına rağmen her bir ilin seçim çevresi olarak kabul edilmesi ve nüfusuna bakılmaksızın her bir ile en baştan birer tane milletvekili dağıtılmasıdır. zorunda kalmıştır. Mahkeme’ye göre eşit oy ilkesi sadece herkesin tek bir oy hakkına sahip olması anlamına gelmemekte, aynı zamanda herkesin sahip olduğu oyun değerinin de mümkün mertebe birbirine yakın olmasını gerektirmektedir. Ülkemizde başta %10 ulusal baraj olmak üzere genellikle seçim sistemi ile ilgili sorunlar gündeme getirilmekte ve bu çerçevede seçim kanununun değiştirilmesi talep edilmektedir. Oysa temsilde adaletin önündeki engel daha derinde yatmaktadır. Oyun değeri (ya da ağırlığı) ile anlatılmak istenen, bir sayısal grup olarak belli bir seçim çevresindeki seçmen grubunun, benzer büyüklükteki bir seçmen grubu ile birbirine yakın ölçüde temsil edilmesi, bunun sonucu olarak da o grubun parçası olan her bir seçmenin oyunun değerinin, diğer bir seçim çevresindeki bir seçmenin oyunun değerine yakın olmasıdır. Ülkemizde temsilde adalet genellikle, bir siyasal (sadece sayısal değil) grup olarak partizan grupların büyüklükleri oranında temsil yeteneğine kavuşmasından ibaret görülmektedir. Buna göre, A partisi seçimde %30, B partisi de seçimde diyelim ki %25 oy almışlarsa, temsilde adalet gereği bunların parlamentoda da aynı oranlarda milletvekiline sahip olmaları gerekir. Bu durumun ülkemizde bazı seçimlerde yaşandığı gibi aşırı derecede bozulması ve örneğin A partisinin %30 oya karşılık parlamentoda diyelim ki %60 sandalye kazanması temsilde adalete aykırıdır. Oysa temsilde adalet salt partizan siyasal grupların ülke çapındaki büyüklüklerine orantılı bir temsil kabiliyetine sahip olmalarına indirge-

36

düşün, Güz’12

nemez. Temsilde adalet, sayısal bir grup olarak belli bir seçim çevresindeki seçmenlerin de (ya da ülkemizde olduğu gibi nüfusun da) adil bir temsil kabiliyetine sahip olmasını gerektirir. Ülkemizde ne yazık ki temsilde adaletin bu ayağında çok ciddi sorunlar bulunmaktadır. Seçim çevrelerindeki oy değerlerine bakıldığında çok çarpık sonuçlarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Örneğin, Ardahan’da kullanılan bir oyun değeri 2.97 iken, Adana’da bu değer 1.05’dir. Bu çarpıklığın sebebi, Anayasa’da bir zorunluluk olmamasına rağmen her bir ilin seçim çevresi olarak kabul edilmesi ve nüfusuna bakılmaksızın her bir ile en baştan birer tane milletvekili dağıtılmasıdır. Anayasa Mahkemesi yukarıda belirttiğimiz iptal kararını vermemiş olsaydı, 1’e karşılık 4 gibi değer karşılaştırmaları yapmak durumunda kalacaktık. Çünkü iptal edilen söz konusu düzenleme en baştan dağıtılan milletvekili sayısını iki olarak öngörmekteydi. Bu iptal kararına rağmen son seçimlerde, örneğin üç Adanalı seçmen ancak bir Ardahan seçmeni etmiştir. Görünüşte oylar “eşittir”, ama temsil yönünden bakıldığında, ya da oyların temsile yansıyan değeri yönünden bakıldığında, belli sayısal gruplar olarak seçmen gruplarının oylarının farklı değerde olduğu ortaya çıkmaktadır.


Eşit oy ilkesi bireye ait bir hak görünümündeyse de, gerçekte sayısal, siyasal ya da etnik köken temelli bir grup insanın temsil edilme haklarına ilişkindir. Bireyin toplu bir karar üzerinde tek başına belirleyici olma ihtimalinin düşüklüğü, demokrasinin işleyişi için grupların demokratik haklarını, siyasal haklarını ve temsil kabiliyetlerini öne çıkarmaktadır. Ülkemizde her bir ili seçim çevresi olarak kabul ettiğimiz sürece belli bir seçim çevresindeki seçmen grubunun diğer seçim çevrelerindeki seçmen gruplarına nazaran adil bir şekilde temsil

Karma seçim sistemleri biri dar bölgedeki tek temsilcinin belirlenmesinde ve diğeri de yarışan parti listelerine kullanılmak üzere seçmenlere iki oy hakkı verilen, çoğunlukçu seçim sistemi ile orantılı nispi temsili aynı seçimde farklı ölçülerde bir araya getirebilen seçim sistemleridir. edildiğinden söz etme olanağı bulmamız olanaklı görünmemektedir. Buna çözüm bulmak için ne yapılabilir? Bugün pek çok ülkede (Almanya, Yeni Zelanda, Japonya, İtalya gibi) uygulanmakta olan karma seçim sistemlerine başvurulması düşünülebilir.

odtuadt.com

Karma seçim sistemleri bir seçimde birden farklı yönteme başvurulması olarak tanımlanabilirse de bugün için farklı bir tanımın daha fazla kabul gördüğü belirtilmelidir. Buna göre, karma seçim sistemleri biri dar bölgedeki tek temsilcinin belirlenmesinde ve diğeri de yarışan parti listelerine kullanılmak üzere seçmenlere iki oy hakkı verilen, çoğunlukçu seçim sistemi ile orantılı nispi temsili aynı seçimde farklı ölçülerde bir araya getirebilen seçim sistemleridir. Bu sayede seçim çevreleri birbirine yakın büyüklükte seçmen gruplarına göre (nüfusa göre değil) belirlenecek ve seçmenler sahip oldukları bir oy çerçevesinde bu tek ismi çoğunluk kuralına göre seçeceklerdir.

Burada, bir seçmen grubunun tek isim seçen bir başka seçmen grubu ile aynı değerde temsili sağlanmış olacaktır. Fakat bu seçim sisteminin de tek başına uygulanması adaletsiz sonuçlar doğurabilir. Özellikle siyasal gruplar olarak parti seçmenlerinin (A partisi seçmenleri karşısında B partisi seçmenlerinin), çoğunluk sisteminin doğal bir sonucu olarak parlamentoda adaletsiz bir biçimde temsil olanağı bulabileceği söylenebilir. Dar bölge çoğunluk sistemini uygulayan İngiltere gibi ülkelerde yaşanan seçim sonuçları bunun en önemli delilidir. Bu olumsuzluğu gidermek için, aynı seçmen grubunun bu kez daha büyük bir seçmen grubu içinde yer aldığı, ama daha fazla sayıda temsilciyi (örneğin 10 milletvekilini) orantılı temsil esasına göre seçtiği bir ikinci katman daha yer alacaktır. Buradaki orantılılık, birinci katmandaki çoğunlukçuluğun sebep olabileceği adaletsizliği de belli ölçüde gidermiş olacaktır. Sürekli iç göçün yaşandığı ülkemizde, düşük nüfuslu illerin artık temsil edilmesine sebep olan mevcut sistemin değiştirilmesi için bundan daha akla yakın bir model şu an için yoktur.

KAYNAKÇA 1. Ayrıntılı bilgi için bkz. Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Ekin Yayınları, 1. Baskı, 2010, Bursa, ss.305-306. 2. Fishkin, Joseph, “Equal Citizenship and the Individual Right to Vote”, Indiana Law Journal, Vol. 86, s.1291. 3. AYM’nin E. 2009/88, K.2011/39 sayılı kararı için bkz. RG: 10.2.201127850.

düşün, Güz’12 37


ORTA ASYA’NIN İLK KADIN DEVLET BAŞKANI ROSA OTUNBAYEVA *

* Doç. Dr. Pınar AKÇALI | Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü

Giriş Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasının ardından, Kırgızistan’ın demokrasinin gelişimi ve kökleşmesi açısından Orta Asya’nın en önde giden ülkesi olduğu sık sık vurgulanmış ve ülke “demokrasi adası” olarak nitelendirilmiştir. Bağımsız Kırgızistan’ın ilk devlet başkanı Askar Akayev döneminde totaliter bir tek parti yönetiminden demokratik bir sisteme geçmek için kısa sürede pek çok siyasal reforma imza atılmış, çeşitli referandumlar düzenlenmiş ve belli aralıklarla parlamento ve devlet başkanlığı seçimleri gerçekleştirilmiştir. Ancak zaman içerisinde halkın Akayev yönetimine olan desteği giderek azalmış ve 2005 yılında gerçekleştirilen bir halk ayaklanması ile Akayev yönetimden uzaklaştırılarak yerine muhalefetin önde

38

düşün, Güz’12

gelen isimlerinden Kurmanbek Bakiyev getirilmiştir. Önceki dönemde olduğu gibi Bakiyev döneminde de bazı referandumlar ve seçimler düzenlenmiş olsa da yeni devlet başkanı ancak beş yıl görevde kalabilmiş ve tıpkı Akayev gibi bir halk ayaklanması ile görevinden uzaklaştırılmıştır. Bakiyev’in devrilmesinin ardından devlet başkanlığına getirilen Rosa Otunbayeva dönemi, Kırgızistan’daki siyasal rejim açısından pek çok yeniliği de beraberinde getirmiştir. Bu çalışma hem bu yeniliklere imza atan Rosa Otunbayeva’yı tanıtmayı, hem de bu yeniliklerin Kırgızistan’daki siyasal sistemin geleceğine yönelik olası olumlu etkilerine değinmeyi amaçlamaktadır.


Rosa Otunbayeva Kimdir? 23 Ağustos 1950 tarihinde Kırgızistan’ın Oş şehrinde dünyaya gelen Rosa Otunbayeva eğitimini Rusya’da almış ve 1972 yılında Moskova Devlet Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nden mezun olduktan sonra Kırgızistan’a dönmüş ve Kırgız Devlet Üniversitesi’nde göreve başlamıştır. 1981 yılında siyasete atılan Otunbayeva, Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanlığı ve Sovyetler Birliği’nin Malezya büyükelçiliği görevlerini yürütmüştür. Otunbayeva Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki dönemde ülkenin Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderilen ilk büyükelçisi olmuş, iki yıl bu görevde kaldıktan sonra tekrar Dışişleri Bakanlığı’na getirilmiştir. 1997 yılında bu kez İngiltere’nin Kırgızistan büyükelçisi olarak atanan Otunbayeva, 2001 yılına kadar bu görevi sürdürmüş, sonrasında ise 2004 yılına kadar Birleşmiş Milletler bünyesinde Gürcistan özel temsilcisi olmuştur.1

odtuadt.com

Yeni siyasal kadronun temel kaygısı daha katılımcı, eşitlikçi ve gerçek rekabete dayalı bir seçim ortamı yaratmak ve otoriter yönetimler ve yolsuzluklarla geçen yılların ardından barışçıl ve hukuka dayalı bir yönetim değişikliği gerçekleştirmekti. 2004 yılında Akayev karşıtı muhalefete katılan Otunbayeva, Ata Jurt partisini kurmuş, ancak bu parti seçimlere girme hakkını elde edememiştir. 2007 yılında Demokrat Parti’nin milletvekili adayı olarak parlamentoya giren Otunbayeva, hem Akayev hem de Bakiyev karşıtı grupların sözcüsü olmuştur.2 2010 yılında Bakiyev’in devrilmesinden sonra geçici olarak devlet başkanlığı görevini üstlenen Otunbayeva, 1 Aralık 2011’de yerini Almazbek Atambayev’e devrederek Orta Asya genelinde iktidardan barışçıl yöntemlerle ayrılan ilk lider olmuştur.3 Otunbayeva evlidir ve iki çocuğu vardır.4

Son olarak, Otunbayeva’nın kendisini “Ben tam bir Sovyet ürünüyüm.” diye tanıtmakta olduğu da vurgulanmalıdır. Kırgız lidere göre Oş bölgesinde yaşayan kalabalık bir aileden gelen bir kız çocuğunun, ülkenin en iyi üniversitesi olan Moskova Devlet Üniversitesi’nde “profesörlerin çocukları ile eşit koşullarda okuyabilme şansını elde etmiş olması” ancak Sovyet sisteminin sağladığı olanaklar sayesinde gerçekleşebilmiştir.5

Rosa Otunbayeva Döneminde Gerçekleştirilen Değişiklikler Rosa Otunbayeva döneminde ülkede yeni bir yönetim anlayışına sahip kadroların etkili olması yönünde kararlı adımlar atılmıştır. Devlet başkanlığı sürecinin en başında alınan bir karar doğrultusunda Otunbayeva’nın görev süresi 2011 yılının Ekim ayında yapılması planlanan başkanlık seçimlerine kadarki dönem ile sınırlandırılmıştır. Buna ek olarak, 2011 başkanlık seçimlerinde Otunbayeva’nın adaylığını koymaması da karara bağlanmıştır.6 Bazı uzmanlara göre Otunbayeva’nın da aralarında olduğu bu yeni siyasal kadronun temel kaygısı daha katılımcı, eşitlikçi ve gerçek rekabete dayalı bir seçim ortamı yaratmak ve otoriter yönetimler ve yolsuzluklarla geçen yılların ardından barışçıl ve hukuka dayalı bir yönetim değişikliği gerçekleştirmekti.7 Bu bağlamda gündemdeki en temel siyasal konu yürütme erkinin gücünü sınırlamak ve bu gücün özellikle devlet başkanının elinde toplanmasını engellemek için gerekli yasal çerçeveyi oluşturmak olmuştur. Otunbayeva döneminde bu yönde atılan en temel adım 2010 yılında kabul edilen yeni anayasadır. 2010 Anayasası devlet başkanının yetkilerini önemli ölçüde kısıtlamış ve parlamenter bir sistemin temellerini atmıştır. Yeni anayasada başbakanın yetkileri artırılmış ve devlet başkanı ile beraber çalışmasını gerekli kılacak bazı düzenlemeler getirilmiştir. Otunbayeva’ya göre yeni anayasa güçler ayrılığı ilkesini hayata geçirmiş ve yargının daha

düşün, Güz’12 39


etkin ve bağımsız işleyebilmesinin önünü açmıştır.8 Bu bağlamda, Otunbayeva’ya göre yeni anayasa “er ya da geç” diğer Orta Asya ülkeleri tarafından da benimsenecek “yeni bir devlet modeli” ortaya çıkarmıştır.9 2010 Anayasası 27 Haziran 2010 yılında gerçekleştirilen bir halkoylaması sonucu katılımcıların oylarının %90.55’inin desteğiyle yürürlüğe girmiştir.10 3. Maddenin 2. paragrafı çok net bir şekilde güçler ayrılığı ilkesini Kırgızistan’ın siyasal rejimin “en temel ilkelerinden biri” ol-

duğunu vurgulamaktadır.11 Madde 5, paragraf 2 hiçbir grubun, örgütün ve kişinin devletin sınırları içerisinde siyasal gücü tek elde toplayamayacağını belirttikten sonra bunun “en ağır suçlardan biri olduğunu” ilan etmektedir. Bu bağlamda devlet başkanının görev süresi bir defaya mahsus olarak altı yıl olarak sınırlandırılmıştır. Madde 61, Paragraf 2 açıkça aynı kişinin devlet başkanlığına birden fazla seçilemeyeceğini belirtmektedir. Yeni anayasada ayrıca parlamento (Jogorku Kenesh) devlet başkanını görevden azletmeye ve sağlık gerekçesi ile görevden erken ayrılmasına yönelik karar almaya yetkili kılınmıştır (Madde 66). Görevden azledildikten sonra devlet başkanı hakkında yasal işlem başlatılması da mümkündür (Madde 67, Paragraf 2). Devlet başkanının parlamento seçimlerini erkene alma ya da hükümeti düşürme yetkisi de yoktur. (Madde 68, Paragraf 2). Devlet başkanının yasama sürecini başlatma yetkisi de yoktur (Madde 79). Benzer şekilde, başkan yasaları veto edemez; ancak 14 günlük kısıtlı bir süre için (bütçe ve vergiler konusundakiler

40

düşün, Güz’12

hariç) yasa tasarılarını yeniden görüşülmek üzere parlamentoya gönderebilir (Madde 82). Öte yandan yeni anayasaya göre Jogorku Kenesh, nispi temsil yöntemi ile beş yıllığına seçilmiş 120 delegeden oluşmaktadır (Madde 70, Paragraf 2). Jogorku Kenesh devlet başkanlığı seçimlerine karar verme ve anayasayı değiştirme yetkisine de sahiptir (Madde 74, Paragraflar 1 ve 2). Tüm bu gelişmelerin uzun dönemde Kırgızistan’ın parlamenter bir sistem içerisinde daha demokratik bir siyasal yapıya kavuşmasının önünü açıcı etkisi olabilir. Otunbayeva’nın kısa süreli yönetimi de Kırgızistan’ın demokratikleşme yolunda önemli adımlar atmasına neden olmuştur. Öncelikle, daha önce de belirtildiği gibi Otunbayeva, ülkesindeki “ilk barışçıl yönetim değişikliğini” gerçekleştiren lider olarak tarihe geçmiştir.12 İktidarın hem yasal hem de meşru bir temele oturtulduğu bu dönemde ülkenin siyasal rejimine yeni ve daha demokratik bir yönetim anlayışı gelmiştir. Otunbayeva on sekiz aylık döneminin ardından söz verdiği gibi devlet başkanlığını bırakarak halkın takdirini ve sevgisini kazanmıştır. 2011 başkanlık seçimlerinden sonra Bişkek sokaklarında halk kendisini “Teşekkür ederiz Rosa!” diyerek karşılamış ve ona güller vermiştir.13 Benzer şekilde Otunbayeva liderliğinde yürürlüğe konan anayasa da ülkede demokrasinin daha fazla işlerlik kazanması yönünde atılmış önemli bir adım olmuştur. Buna ek olarak Otunbayeva döneminde gerçekleştirilen Ekim 2010 parlamento seçimleri ile Ekim 2011 başkanlık seçimleri, uzmanlar, uluslararası gözlemciler ve uluslararası kuruluşlarca geçmiş yıllara göre daha özgür ve adil olarak değerlendirilmiştir.14 Kırgızistan Merkezi Seçim Komisyonu Başkanı ise seçimler sırasında yaşanabilecek en ufak bir düzensizliğin bile araştırılacağının ve gerekirse ilgili bölgelerdeki seçimlerin iptal edileceğinin garantisini vermiştir.15 Rosa Otunbayeva döneminde gerçekleşti-


rilen bu değişiklikleri daha iyi anlamak için bir devlet başkanı olarak Otunbayeva’nın hangi konulara ağırlık ve önem verdiğinin vurgulanması yararlı olacaktır. Otunbayeva’ya göre Kırgızistan’da demokrasinin gelişmesi için gerekli olan en temel kıstasların başında siyasal gücün tek elde toplanmasının önlenmesi gelmektedir. Akayev’in devrilmesinden bir ay kadar önce İngiliz yayın kuruluşu BBC’ye verdiği bir demeçte “Uygar cumhuriyetimizde kimsenin monarşik bir hanedanlık kurmasına izin vermeyeceğiz” diyen Otunbayeva, aynı kişinin üst üste ülkeyi yönetmesini de sakıncalı gördüğünü belirtmiştir.16 Bu bağlamda devlet başkanlığını belirlenen süre sonunda bırakacağı yolundaki tek garantinin “insanlara verdiği söz” olduğunu belirtmiş olan Otunbayeva’ya göre, siyasal gücü elinde tutanların bu gücü kendi özgür iradeleri doğrultusunda onurlu ve barışçıl bir biçimde bırakmaları büyük önem taşımaktadır. İnsanların bunu görmesi, deneyimlemesi ve daha sonraki devlet başkanlarından da aynı şeyi beklemesi açısından son derece gereklidir.17 Demokrasiye giden yolda “diktatörün devrilmesinin en kolay kısım”18 olduğunu belirtmiş olan Otunbayeva açısından bir diğer önemli nokta, siyasal gücü elinde tutanların halka hesap verebilmesidir. Otunbayeva’ya göre hem Akayev, hem de Bakiyev’in devrilmesinin ardında yatan en önemli neden bu iki liderin kendilerini halkın üzerinde görmeleri ve halka hesap vermeyi reddetmeleridir.19 Devlet başkanının kendisi, parlamento üyeleri ve yüksek yargıçlar da dahil olmak üzere ülkedeki herkesin halka hesap vermesinin önemine işaret eden Otunbayeva, bu çerçevede yargının sorumluluğuna da vurgu yapmıştır.20

odtuadt.com

Yargının yapısı ve işleyişi ile ilgili gerekli reformları yapmak da Otunbayeva’nın en önem verdiği konular arasındadır. Bu çerçevede rüşvet ve yolsuzluklara bulaşmış yargıçların görevlerinden alınmaları ve yerlerine dürüstlükle görev yapan yargıçların getirilmesi gereklidir. Öte yandan siyasetin etkisinden ve vesayetin-

den arındırılmış bir yargı organı oluşturmak da demokrasinin olmazsa olmaz koşulları arasındadır.21 Demokrasinin gelişimi açısından Otunbayeva’nın büyük önem verdiği bir başka alan da ülkede bir uzlaşma kültürünün yaratılması olmuştur. Bu çerçevede atılmış ilk somut adım yeni anayasa oluşturulurken izlenen yoldur. Tüm siyasal partilerin ve ülkenin her kesiminden gelen sivil toplum örgütlerinin katılımı ile halka açık televizyon programlarında gerçekleştirilen tartışmalar sonrasında başkanlık sistemi terk edilmiş ve parlamenter demokrasiye geçilmiştir. Otunbayeva açısından parlamenter sistem farklılıkların ve anlaşmazlıkların demokratik koşullarla çözümüne olanak sağlayacak bir sistemdir.22 Parlamenter yapının şeffaflığı ve hesap verilebilirliği artıracağı görüşünde olan Otunbayeva, bu sistemde uzlaşma kültürünün,

Başkanlık sistemi ülkeyi kargaşaya, otoriter yönetime, yolsuzluğa geri götürecek ve demokratik reformların önünü tıkayacaktır.

işbirliğinin ve siyasal ödünleşmenin daha rahat hayata geçirilebileceği görüşündedir.23 Bu konuda Avrupa ülkelerinin parlamenter demokrasilerini örnek gösteren Otunbayeva’ya göre bu ülkeler barış, refah ve siyasal istikrarı sağlamada daha başarılı olmuşlardır. Benzer şekilde yüzlerce farklı etnik gruba, dile, kasta ve dine sahip Hindistan’da da parlamenter sistem hiçbir aksama olmadan işlemektedir.24 Öte yandan başkanlık sistemi ülkeyi kargaşaya, otoriter yönetime, yolsuzluğa geri götürecek ve demokratik reformların önünü tıkayacaktır.25

Sonuç Siyasal istikrarsızlık, etnik çatışma ve bölgesel farklılıkların hala tehdit oluşturduğu Kırgızistan’da Rosa Otunbayeva döneminde

düşün, Güz’12 41


gerçekleştirilmiş olan yeniliklerin uzun dönemde olumlu sonuçlar doğurması olasılığı vardır. Kırgızistan Orta Asya ülkeleri içinde demokrasinin gelişmesi açısından hala en elverişli ülke olmaya devam etmektedir.26 Daha çoğulcu ve daha katılımcı bir siyasal sisteme sahip olan ülkede sivil toplum örgütlerinin de daha bağımsız bir çalışma alanı bulduğu sık sık belirtilmiştir.27 Ayrıca, 1991 sonrası süreçte “istikrarlı” görünen diğer Orta Asya ülkelerinin yönetimlerinin uzun dönemde daha kanlı, ani ve radikal dönüşümler yaşaması da olasıdır. Son yıllarda yaşanan bazı gelişmeler, ülkenin yeni siyasal aktörlerinin yürütme yerine yasamanın daha önemli olduğu ve ödün ve uzlaşmanın ön plana çıktığı parlamenter bir yapı etrafında birleştiklerinin sinyallerini vermektedir.28 Bu aktörlerin, Akayev ve Bakiyev’in gücü tek elde toplama eğilimlerinin yarattığı olumsuzlukların farkında oldukları ve bu çerçevede daha katılımcı, daha barışçıl ve daha adil bir siyasal sistem oluşturmak istedikleri belirtilmiştir.29 Sonuç olarak Kırgızistan halkının çekişmelerden, etnik çatışmalardan ve istikrarsızlıktan bıktığı vurgulanmalıdır. Yeni dönem hem Atambayev hem de parlamento için bazı zorlukları da beraberinde getirmiş olsa bile aynı zamanda demokratikleşme yolunda bazı fırsatları da sunmaktadır. Kırgızistan, yeni siyasal aktörlerin eski liderlerin bıraktığı olumlu ve olumsuz mirası iyi değerlendirmeleri ve aynı hataları tekrar etmemeleri durumunda demokrasisini güçlendirebilir. Bu seçenek ise ülkenin gerçek bir “demokrasi adası” olması anlamına gelecektir. KAYNAKÇA 1.http://www.britannica.com/EBchecked/topic/1697211/Roza-Otunbayeva (ET: 14.05.2012) 2.http://news.bbc.co.uk/2/hi/asia-pacific/8608656.stm (ET:14.05.12) 3.http://carnegieendowment.org/2011/12/29/roza-otunbayeva/8rqf (ET: 14.05.2012) 4.http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/asia/ kyrgyzstan/7566753/Roza-Otunbayeva-profile-of-Kyrgyzstans-interimleader.html (ET: 14.05.2012) 5.http://en.rian.ru/analysis/20110909/166581609.html (ET:14.05.2012) 6.Sarı, Yaşar, “Kırgızistan’da İktidarın El Değiştirmesi: Akayev ve Bakiyev’in Düşüşü”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, C:5, S:9,2010,s.41. 7.Marat, Erica, “Kyrgyzstan Marks the First Peaceful Transfer of

42

düşün, Güz’12

Power”, Eurasia Daily Monitor, S: 219 (2011), <http://ehis.ebscohost.com> (ET: 24.02.2012). 8.“Kyrgyz Constitution Cannot be Altered for 20 Years” Rosa Otunbayeva. Interfax, Central Asia Business News, 16 May 2011, <http://ehis. ebscohost.com> (ET: 2 Şubat 2012). 9.Columbia Electronic Encyclopedia, 6th Edition, “Roza Otunbayeva” 1 December 2011, <http://ehis.ebscohost.com> (ET: 24 Şubat 2012). 10.“New Kyrgyz Constitution Favored by 90.55% Voters, Official Results”. Interfax, Military News Agency, 16095863, 2 July 2010, <http:// ehis.ebscohost.com> (ET: 2 Şubat 2012). 11.Bu kısımdaki bilgilerin tümü EU-UNDP Project on Support to the Constitutional and Parliamentary Reforms and OSCE/ODIHR tarafından Rusçadan yapılan çeviriden alınmıştır. Bu metnin İngilizcesi için şu adrese bakılabilir: <http://www.wipo.int/wipolex/en/text.jsp?file_id=254747> (ET: 24 Şubat 2012). 12.Marat, Erica, “Kyrgyzstan’s Presidential Elections: As Good as it Gets in Central Asia,” 2 November 2011, <http://www.cacianalyst.org> (ET: 6 Şubat 2012). 13.Marat, Erica, “Kyrgyzstan Marks the First Peaceful Transfer of Power”. 14.Marat, Erica, Age; Erica Marat, “Kyrgyzstan’s Presidential Elections: As Good as it Gets in Central Asia”; Timur Toktonaliev, “Now That He’s Won, Atambayev Must Start Delivering”, 8 November 2011 (IWPR/ UNIVERSAL), <http://www.universalnewswires.com> (ET: 6 Şubat 2012). 15.“Atambayev Wins Kyrgyz Presidential Election - Head of Central Elections Commission (Part 2)” Interfax, Russia & FSU General News, 31 October 2011, <http://ehis.ebscohost.com> (ET: 24 Şubat 2012). 16.http://news.bbc.co.uk/2/hi/asia-pacific/8608656.stm (ET: 14 Mayıs 2012) 17.http://en.rian.ru/analysis/20110909/166581609.html (ET: 14 Mayıs 2012) 18.http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2011/03/07/AR2011030703899.html (ET: 14 Mayıs 2012) 19.http://www.kgembassy.org/index.php/component/content/ article/1-latest-news/133-speech-by-the-president-roza-otunbayeva-atthe-20th-anniversary-of-kyrgyzstans-independence-day (ET: 14.05.2012) 20.A.g.e. 21.A.g.e., http://en.rian.ru/analysis/20110909/166581609.html (ET: 14 Mayıs 2012) 22.http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2011/03/07/AR2011030703899.html (ET: 14 Mayıs 2012) 23.http://www.kgembassy.org/index.php/component/content/ article/1-latest-news/133-speech-by-the-president-roza-otunbayeva-atthe-20th-anniversary-of-kyrgyzstans-independence-day (ET: 14.05.2012) 24.http://en.rian.ru/analysis/20110909/166581609.html (ET: 14 Mayıs 2012) 25.http://www.kgembassy.org/index.php/component/content/ article/1-latest-news/133-speech-by-the-president-roza-otunbayeva-atthe-20th-anniversary-of-kyrgyzstans-independence-day (ET: 14.05.2012) 26.Roudnik, Peter L. , The History of Central Asian Republics, s.149; Pomfret, Richard, The Central Asian Economies Since Independence, Princeton University Press, New Jersey 2006, s.86. 27.Anderson, John, Kyrgyzstan: Central Asia’s Island of Democracy, s. 23; McMann, Kelly M. , “The Civic Realm in Kyrgyzstan: Soviet Economic Legacies and Activists’ Expectations”, Pauline Jones Luong (Ed.). The Transformation of Central Asia: Sates and Societies from Soviet Rule to Independence, Cornell University Press, USA 2004, s. 244-245; Erkinbek Kasybekov, “Government and Nonprofit Sector Realtions in the Kyrgyz Republic”, M. Holt Ruffin and Daniel Waugh (Eds.). Civil Society in Central Asia, içinde, University of Washington Press, USA 199, s.71; Erica Marat. “March and After: What has Changed? What has Stayed the Same?”, Sally N. Cummings (Ed.). Domestic and International Perspectives in Kyrgyzstan’s Tulip Revolution: Motives, Mobilization and Meanings, içinde, Routledge, London 2010, s. 7. 28.Marat, Erica, “Kyrgyzstan Marks the First Peaceful Transfer of Power”. 29. Beshimov, .Bakyt , “Kyrgyz Democracy’s Narrowing Window of Opportunity”.


TÜRKAN SAYLAN’IN ARDINDAN*

* Ece YÜCE | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

odtuadt.com

Türkan Saylan bu ülkede cüzzamı yok etmiş bir doktor, imkansızlıktan ya da aile baskısından okuyamayan kız çocuklarının umudu olmuş bir sivil toplum önderiydi. Hayatının son anlarında dahi “Ölümü düşünmüyorum bile, yapacak çok işim var daha.” diyordu. Çocuk gelin olmaktan, kuma-berdel edilmekten kurtarılacak bir kız çocuğu ya da iyileştirilecek bir cüzzam hastası daha muhakkak ki vardı. Bu cümlelerden de anlaşılabilir ki hastaları ve ülke gerçeğini apaçık yansıtan kardelenleri onun hayatının ayrılmaz birer parçasıydı. O, herkesin sahip olamayacağı dopdolu bir ömre imzasını attı. Bu yazıda, o ömrün cüzzamla ve cehaletle olan savaşını okuyacaksınız.

İnsanlığa Adanmış Bir Ömür Türkan Saylan tıpta lisans eğitimini tamamladıktan sonra uzmanlık alanı olarak dermatolojiyi seçmiş ve onun bu kararı vermesinde o dönemdeki cüzzam hastalarının durumu oldukça etkili olmuştur. O dönemlerde, hastalık bulaşıcı olduğundan doktorlar dahil kimse cüzzamlı hastalara yaklaşmak istememiş, cüzzamlı ailelerle arkadaşlık edilmediğinden ve onlara iş verilmediğinden, bu insanlar bir yandan hastalıklarıyla bir yandan da bu dışlanmışlıkla savaşmak zorunda kalmışlardır. Cüzzamın insan bedeninde ve ruhunda açtığı yaralar o güne kadar tedavi edilmediğinden, cüzzam toplumun büyük bir

düşün, Güz’12 43


Merkezi kurulmuş, bu gelişmeleri Elazığ’daki cüzzam hastanesini daha iyi bir konuma getirme ve Bakırköy Akıl Hastanesi’ndeki cüzzamlı hastalar için ayrılmış olan kısmı ayrı bir hastaneye çevirme çalışmaları takip etmiştir.

sorunu haline dönüşmüştür. İşte bu dönemde, cüzzamlıların görmüş oldukları muamelenin yanlışlığının farkında olan Türkan Saylan, cüzzam hastalarının tedavisi için bir şeyler yapmak istemiştir. Ona göre asıl sorun, doktorların bile cüzzamlı hastaları uzaktan muayene etmesi ve hiçbir şekilde onlara yaklaşmak istememesi olmuştur. Fakat o, özellikle toplumun bir kenarına itilmiş cüzzam hastaları için dokunarak tedavinin gerekli olduğunu, hastanın bu yolla insan olduğunu hatırlayacağını ve insanlık dışı muamelenin ağırlığını üstünden atacağını düşünmüştür. Kısacası cüzzam hastalarının tedavi edilmesi ve hastaların toplum yaşamına adapte olmalarının sağlanması bu sürecin temel iki taşını oluşturmuştur. Bu amaçla çıkılan yolda çalışmalar başlamış, Cüzzamla Savaş Derneği ve ardından Cüzzamla Savaş Dispanseri kurulmuştur. Daha sonrasında cüzzam üzerine daha fazla araştırma yapabilmek için Türkan Saylan’ın önderliğinde İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde bir Lepra Araştırma ve Uygulama

44

düşün, Güz’12

Cüzzamlıları iyileştirmenin yolu sadece onların hastalıklarını tedavi etmek değildi. Türkan Saylan toplumun dışına atılmış, insanların yanına yaklaşmaya korktuğu bu kader kurbanlarının, çevreleri tarafından kabul görmelerini de vazife edinmişti. Ona göre iyileşip çıkanlara iş bulmak, aileleriyle, çocuklarıyla ilgilenmek de bir yerde, tedavinin devamı gibiydi.1 Bu nedenlerle iyileşen hastalar eğitilip hastanede personel olarak çalışmaya başlamışlardır. Çeşitli derneklerin ve kişilerin yardımlarıyla hastaneye Halk Eğitim’den el sanatları hocası getirilmiş ve hastaların el sanatlarını öğrenip ürettiklerini sergilerde satmaları sağlanmıştır. Okuma yazma bilmeyenler için kurslar açılmış, bilenler ise akşam liselerine, meslek kurslarına gönderilmişlerdir. Böylece hastalar hem tedavi olmuş hem de iş bulmalarına fayda sağlayacak bilgiler edinmişlerdir. Ayrıca hastanede iyileşenler için bir sosyal hizmetler servisi kurulmuştur. Her hasta, kendisinin ve ailesinin özelliklerine göre değerlendirilip köyünden ve ailesinden ayrılmadan bir gelire kavuşması konusunda projelendirilmiştir. Bu, bazen bir inek ya da on koyun-keçi alımı, bazen bir dükkan açılması, bazen arı kovanı sağlamak vb. şeklinde olmuştur, bazen de eşten dosttan toplanan ikinci el giysiler gönderilerek hastanın kapısı önünde satmasına yardım edilmiştir.2 Ayrıca o dönemde, ülkenin dört bir yanında yaşanan cüzzam vakalarının yerinde tespit edilmesi ve hastaların tedavi edilmesi gerektiğinden Türkan Saylan kurduğu ekibiyle Anadolu yoluna çıkmış, Van’ın ilçelerinde cüzzam taramaları yapmış, halkı bilinçlendirmiş ve hastaları tedavi etmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz sosyal hizmet çalışmalarının en önemli ve uzun erimli projesi ise hastaların çocuklarına burs sağlayarak eğitimlerini sürdürmelerini gerçekleştirmek olmuştur.


İlk yıllarda, ilkokul çağında olan kızlı erkekli çocuklar ufacık bir bursla liseyi bitirmiş; meslek sahibi olmuş; bir kısmı öğretmenlik, hekimlik, mühendislik, hemşirelik vb. eğitimleri almış; hasta anne-babalarını yanlarına alarak saygın konumlara getirmişlerdir.3 Bu çalışma zamanla daha büyük bir projeye dönüşmüş ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurulmasına zemin hazırlamıştır.

“Ba ba Ben i O k ula G ö nd er ” , “Anadolu ’d a B i r Kı zı m Va r Öğret m en Ola ca k ” , “ B in Çi çe k Açsın, Bi n F ik i r Yeş ers in ” gibi kam p a n y a la rla ça ğd a ş Tü rkiye’nin A t a t ürk ilke ve devri m leri ne ba ğlı ça ğd a ş beyinleri n i y et iş t irm iş t i r.

odtuadt.com

O dönemde Türkiye’nin birçok sorunu vardı ve kuşkusuz ki bu sorunların çözümünde eğitim önemli bir rol oynamaktaydı. Sorunların çözümü için her şeyden önce okuyan, sorgulayan çağdaş bireyler yetiştirmek gerekmekteydi. Oysaki ülkemizin kırsal bölgelerinde başarılı olabileceği halde maddi imkansızlıklardan dolayı okuyamayan bir yığın çocuk vardı. Özellikle doğuda kız çocukları okula gönderilmemekte, erken yaşta evlendirilmekte veya töreye kurban gitmekteydi. Bu eşitsizliği çözmek ve her çocuğun eğitimde fırsat eşitliğinden yararlanmasını sağlamak gerekmekteydi. Cumhuriyetin değerlerinin korunduğu daha çağdaş bir ülke ancak erkekler gibi kız çocuklarının da okula gitmeleri, meslek sahibi olmaları ile mümkündü. İşte Türkan Saylan’ın önderliğinde, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği bu amaçları gerçekleştirmek için kurulmuştur. Dernek, yoğun ve özverili çalışarak her yıl binlerce öğrenciye burs vermiş, yurtlar yapmış, okul olmayan yerlere okul açmış, kütüphane kurmuş ve okulların çeşitli ihtiyaçlarını karşılamıştır. “Baba Beni Okula Gönder”, “Anadolu’da Bir Kızım Var Öğretmen

Olacak”, “Bin Çiçek Açsın, Bin Fikir Yeşersin” gibi kampanyalarla çağdaş Türkiye’nin Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı çağdaş beyinlerini yetiştirmiştir. Ülke çapındaki örgütlenmeleriyle birçok kız çocuğunun umudu olmuş ve onları muhtemel kaderlerinden kurtarmıştır. Çeşitli illerde kurdukları eğitim ve kültür merkezlerinde kadın hakları, çocuk hakları, insan hakları ve sağlık konularıyla ilgili sempozyumlar düzenleyerek insanların dikkatini ülke sorunlarına çekmeye çalışmıştır. Gençlik kurultayları ile ufku açık, duyarlı gençler yetiştirmeyi amaçlamıştır.

Çağdaş Yaşam’a Saldırılar Türkan Saylan’ın insanlığa adanmış ömrü her zaman insanlığa yararlı olmanın verdiği mutluluk ve huzurla geçmedi. O, bütün ömrünü dokunulmayan insanlara adadı. Fakat hayatının son dönemlerinde Çağdaş Yaşam’ı hedef alan komplolarla, asılsız iddialarla ve uydurma haberlerle uğraşmak zorunda kaldı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) hakkında dava açılmasına neden olan ilk resmi girişimler meclise verilen soru önergeleri, adres ve isimleri sahte olan bazı kişilerin İstanbul Valiliği’ne yazmış olduğu ihbar mektupları ile başlamıştır. Bu önergelerde ve mektuplarda ÇYDD’nin burs vereceği öğrencinin imam hatip liseli bir öğrenci olmaması şartının toplumda dini bir ayrımcılık yaratıp yaratmayacağı ve bu durumun eğitimde fırsat eşitliğine aykırı olup

düşün, Güz’12 45


olmadığı sorgulanmıştır. Derneğin Dünya Kiliseler Birliği’nden para yardımı alıp almadığı ve alınan paranın nerede ve ne şekilde kullanıldığı sorulmuştur. Dernek yöneticilerinin, çeşitli derneklerden ve kişilerden alınan paraları devletten izinsiz kullandıklarından, rahatlıkla zimmetlerine geçirdiklerinden bahsedilmiş ve bu paraları kuruluş amaçları doğrultusunda kullanmadıkları söylenmiştir. Dernek başkanı Türkan Saylan’ın Dünya Kiliseler Birliği himayesinde

Vaki t ga ze t es inin 17 Nis a n 20 0 9 ta ri hi nde “ Sa y la n İ s la m a Hep Karşıydı” ba ş lığıy la verd i ği h a berde y er a la n “ Sa y la n ’ ın belli kesim ler t a ra fınd a n iy ilik meleği ola ra k t a n ı t ı lm a s ı na ka rşın ha y a t ı n ı İ s la m i d eğerle r e s a ldırarak geçird i ği bilin i y o r ” gibi if a deler ba zı m ed y a ku ru lu şla rının k a s ı t lı o la ra k Tü rkan Say la n ’ ı h ed ef gösterm ey e ça lı ş t ık la rın ın bü yü k bir k a nıt ı o lm uş t ur. Hıristiyanlaştırma propagandası yaptığı iddiası ortaya atılmıştır. Dünya Kiliseler Birliği’nin yönlendirmesiyle Hıristiyan dünyasına hizmet edecek kadrolar yetiştirmek için öğrencilere burs verdiği ve böylece Müslümanlığı kabul etmeden önce Hıristiyan olan annesinin vasiyetini yerine getirmeye çalıştığı belirtilmiştir. Bu süre zarfında soru önergeleri cevaplanmadan ve mektuplardaki iddialar henüz kanıtlanmadan bazı basın ve medya kuruluşlarında derneği hedef gösterici yayınlar yapılmış ve bunun üzerine dernek yöneticilerine yönelik tehditler başlamıştır. Örneğin bu dönemde Samanyolu haberde derneğin misyonerlik faaliyeti yaptığı ile ilgili birçok haber yayımlanmıştır. Hatta o haberlerden birinde ÇYDD’nin ilkokullara yardım için gönderdiği kitapların içinden kilise, Meryem Ana gibi herhangi bir dünya klasiğinde geçebilecek * Bu haber 14.10.2009 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.

46

düşün, Güz’12

sözcüklerin çıktığından bahsedilmiş ve bu olay yukarıdaki suçlamalara kanıt olarak gösterilmiştir.* Bu bilgiler doğrultusunda dernek yöneticilerinin hesapları araştırılmış, fakat ihbarların işaret ettiği biçimde bir yolsuzluk olayıyla karşılaşılmamıştır. 14 Şubat 2001 tarihinde normal bir denetim için ÇYDD’nin defterlerini Dernekler Bürosu’na götürmesi istenmiştir. Savcı, defterleri bir şey yok diyerek geri vermiş; fakat 3 Nisan 2001’de yukarıda adı geçen mektuplardaki iddiaları gerekçe göstererek davayı açmıştır. Türkan Saylan’ın davadan haberdar olma süreci hazırlanan komploların anlaşılması açısından önemlidir. Bu noktada Türkan Saylan’ın ifadelerine yer verebiliriz: “Mayıs 2001’de hastanede çalışıyordum. Ankara’dan bir telefon geldi! ‘Malum kişiler ve basın sizin için Trilyonluk Yolsuzluk adlı bir dosya oluşturmuş ve tüm basına servis yapılmış, hakkınızda 13 maddeden dava açılmış!’ Çok öfkelendim ama aldırmadım. Önce emniyete gittim. ‘Bir haber aldım, doğru mu?’ diye sordum. Yanıt: ‘Evet hocam, inanılmaz baskılar altındaydık, sizi suçlamak için. Siz nasıl olsa aklanırsınız bir süre sonra.”4 Dava açılınca Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği yöneticisi 9 kişi hakimin karşısına çıkmıştır. Savunmalar yapılmış, bilirkişi raporları yazılmıştır. İlk duruşmada Türkan Saylan’ın yapmış olduğu savunmanın şu satırları okunmaya değer: “Ülkemizin kalkınmasında doğu ve güneydoğu olarak belirlediğimiz ve ÇYDD’nin ‘kırsal alan’ olarak tanımladığı vatan topraklarının önceliği hem devletin hem de milletin bilgisindedir. Oralarda eğitimin, sosyal olanakların geliştirilmesinin ve kadınlarda okuma yazma oranlarının yükseltilmesi ve okullarda eğitimlere devamların sağlanması gibi temel konulara katkının ‘bölücülük’ ve ‘ayrımcılık’ olarak nitelendirilmesini takdirlerinize bırakıyoruz.”5 Tüm bu sancılı sürecin sonunda 11 Nisan 2005’te dernek yöneticileri tüm suçlamalardan beraat etmiştir. Bu süreç içerisinde değinmemiz gereken bir nokta da İçişleri Bakanlığı’na yazılmış olan dernek hakkındaki bir ihbar mektubunun MİT’e ulaşmasıyla yaşanan gelişmelerdir. MİT’in


üst düzey elemanlarından biri, ihbar mektubuyla birlikte bir üst yazıyı hiçbir inceleme yapmadan dönemin içişleri bakanına göndermiştir. Bakan da raporu basına okumuştur. Raporda sadece çeşitli nedenlerle yapılan ihbarlar sonucu derneğin denetime tabi tutulduğu ve bu yüzden suç duyurusunda bulunulduğu belirtilmiştir. Yani belgede ihbarların doğruluğunun tespit edildiğine dair bir cümle yer almamıştır. Fakat MİT raporunda yazılanlar doğru kabul edilerek basında yayımlanmış ve hakaretler başlamıştır. Gazetelerde “MİT Raporu’na Göre Saylan” başlıklı yazılar yazılmış, çeşitli dergilerde “Çağdaş Bölücülük” başlığıyla rapor yayımlanmıştır.6 MİT raporu kaynak gösterilerek Türkan Saylan’ın Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri yürüttüğü ve doğu illerinde kiliseler açtığı söylenmiştir. “MİT Raporu ve Mahkeme Kararı ile Saylan’a Kilise Desteği Kesinleşti” şeklinde haberler yapılmıştır.7 Fakat MİT raporu bazı basın kuruluşları tarafından açık bir şekilde kullanılırken rapor Türkan Saylan’a gizlilik gerekçesiyle verilmemiştir. Bu tutum da gerçekte böyle bir raporun olmadığını akıllara getirmiştir.

odtuadt.com

Gün geçtikçe Türkan Saylan’ı ve Çağdaş Yaşam’ı hedef alan karalama kampanyaları son bulmamış, saldırılar devam etmiştir. Yeni anayasa çalışmaları sırasında tartışılan din derslerinin zorunlu olması konusunda, Türkan Saylan’ın dernek genel merkezinde “Din dersi, ders dışı günlerde okullarda verilmeli. Böylece derse katılmayanların damgalanması engellenir.” şeklinde yaptığı açıklamalar Akit gazetesi’nde “Uyuz Profesörü Yine Zırvaladı” başlığıyla verilmiştir.8 Daha sonrasında bu iddialara Türkan Saylan’ın terör örgütü üyelerine burs verdiği ve güneydoğudan eğitim için getirilen öğrencilerle PKK’ya kadro yetiştirdiği de eklenmiş ve bu haber Bugün gazetesinde ise “Kardelenlerle PKK’ya Kadro Desteği” başlığıyla verilmiştir.9 Bu süreçte Türkan Saylan ve ÇYDD ile ilgili malum basının yaptığı haberleri çoğaltmak mümkündür. Fakat Vakit gazetesinin 17 Nisan 2009 tarihinde “Saylan İslama Hep Karşıydı” başlığıyla verdiği haberde yer alan “Saylan’ın belli kesimler tara-

fından iyilik meleği olarak tanıtılmasına karşın hayatını İslami değerlere saldırarak geçirdiği biliniyor” gibi ifadeler bazı medya kuruluşlarının kasıtlı olarak Türkan Saylan’ı hedef göstermeye çalıştıklarının büyük bir kanıtı olmuştur. Şunu da belirtmeliyiz ki Türkan Saylan’ı karalama kampanyaları sadece muhafazakar çevreler tarafından yürütülmemiştir. Türkan Saylan, 16 Ekim 2003 tarihinde Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir yazıda, o dönemlerde İşçi Partisi Öncü Gençlik, Ülkü Ocakları ve ADD Gençlik Kolları’nın birlikte bağımsızlık mitingi yapmalarını, “AB’ye uyum projelerini destekleyenleri vatan haini olarak şuçlayanlar çağdaş bir dünyada asla yeri olmayan aşırı milliyetçi, aşırı devletçi görüşlerle el ele vererek Kızıl Elma düşleri kuruyorlar” diye eleştirdiği için İşçi Partisi’nin de hedefi haline gelmiştir. İşçi Partisi’nin yayın organı olan Aydınlık dergisi* de Türkan Saylan’ın yazısına cevaben “Rotaryen Atatürkçülük, Böyle Olur” başlıklı bir yazı kaleme almıştır. Dergi, arşivlerinde bulunan bir belgeyi kanıt göstererek Türkan Saylan’ın Atatürk’ü kullanarak misyonerlik faaliyetleri yürüttüğü iddiasını ortaya atmış, AB hayranı ve ABD politikalarına paralel düşüncelere sahip Saylan’ın Türkiye’deki “Rotaryen Atatürkçülük”ün tipik isimlerinden biri olduğunu söylemiştir.10 Bu cümlelerden de anlaşılabilir ki o dönemde kendilerince Atatürkçülüğün ölçümünü yapmaya çalışan çevreler de Türkan Saylan’ı hedef haline getirmiş ve onun Atatürkçülüğünü sorgulamaya kalkmışlardır.

* Aydınlık dergisi yayın hayatına 1 Mart 2012 tarihinden itibaren gazete olarak devam etmektedir.

düşün, Güz’12 47


Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği bu karalama ve iftiralardan sonra haksız yere tutuklamalardan dolayı kamuoyunun yargıya olan güvenini azaltan Ergenekon davasıyla da irtibatlandırılmaya çalışılmıştır. 13 Nisan 2009 tarihinde Türkan Saylan’ın ve diğer dernek yö-

O dönem d e ken d ilerin ce Atatü rkçülüğün ö lçüm ün ü ya pm aya ça lı ş a n çevreler d e Tü rkan Say la n ’ ı hed ef h a line getirm iş ve o nun Atatü rkçülüğün ü s o rgula m ay a kalkm ı şlard ır. neticilerinin evlerine baskın yapılmıştır. Bazı dernek yöneticileri Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınmış, derneğin evraklarına ve burs verilen öğrencilerin listelerine el konulmuştur. Ergenekon baskınından sonra yapılan sorgulamalarda tutuklananlardan biri de Prof. Dr. Ayşe Yüksel olmuştur. Yüksel’in tutuklanmasına gerekçe olarak gösterilen belge ve tutuklama sonrasında meydana gelen olaylar bu süreçte yaşananların ciddiyetsizliğini bir kez daha göstermiştir. Belgede yer alan Ayşe Yüksel ile Ergenekon davası kapsamında tutuklanarak 7 gün içeride kalan Ayşe Yüksel’in aynı kişiler olmadığı ortaya çıkmıştır. Tutuklama kararları Türkan Saylan’ın avukatı Hüseyin Karataş’ın itirazları üzerine bir hafta sonra kaldırılmıştır. Ergenekon sürecinde de Türkan Saylan’a saldırılar devam etmiştir. 8 yıllık kesintisiz eğitim ve katsayı uygulaması altında imzası olanların adı bugün Ergenekon Terör Örgütü ile birlikte anılıyor denilerek hakkında yazılar yazılmıştır.11 Ergenekon baskınıyla evinin aranmasından sonra pencereye çıkıp açıklama yapan Türkan Saylan’ın fotoğrafları, bazı basın kuruluşları tarafından karalama aleti olarak kullanılmıştır. Hastalığı nedeniyle kemoterapi gördüğü için saçları dökülen Türkan Saylan’ın başına eşarp bağlaması Vakit gazetesinde şu sözlerle yer al* Bu haber 15.04.2009 tarihinde Vakit gazetesinde yayımlanmıştır. ** Bu haber 04.05.2009 tarihinde Vakit gazetesinde yayımlanmıştır. *** Bu yazı 20.05.2009 tarihinde Vakit gazetesinde yayımlanmıştır.

48

düşün, Güz’12

mıştır: “Hayatını örtü düşmanlığına adadı, ömrünün son döneminde başörtü takmaya mecbur kaldı. Allah’ım sen her şeye kadirsin.” Bu başlığı yine aynı gazetede yer alan, “Ergenekon aramaları sırasında hasta görüntüsü vermeye çalışan Türkan Saylan tarikatlara söverken turp gibiydi.” tarzı sözler takip etmiştir.* Ardından ise “Battaniyesini atan Saylan konsere koştu” gibi ifadeler gelmiştir.** Ne yazık ki karalama çabaları ölümünden sonra da Türkan Saylan’ın yakasını bırakmamıştır. Türkan Saylan’ın fikirlerini eleştirme adı altında direkt olarak onun kişiliğine yönelik, içinde hoş olmayan ifadelerin bulunduğu yazılar yazan bazı gazeteciler, ölümünün ardından da bu tutumlarını devam ettirmişlerdir. Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak 20 Mayıs 2009 tarihinde yani Türkan Saylan’ın ölümünden birkaç gün sonra yazdığı “Cenaze Namazı” başlıklı yazısında “Ömrü boyunca İslâm’la ve Müslümanlarla uğraşanları da önümüze koyup, bizden yalancı şahidlik yapmamızı istiyor birileri.. ‘Hakkımızı helal etmemizi’ istiyorlar.. Ayrı bir mezarlıkları olmadığı için de bizim mezarlıklarımıza gömülüyorlar..” demiştir. Yine bir Vakit gazetesi yazarı Serdar Arseven “Bu Türkan Saylan’ın Ölümü de Garip, Çok Garip” başlıklı yazısında “Saylan, yaşam destek ünitesine bağlandıktan iki buçuk gün sonra mı öldü yani?.. Ölümü ilan eden doktorun, ‘Son 24 saate kadar bilinci açıktı’ demesi de ilginç. Yaşam destek ünitesine bağlı ise bilinci nasıl açık?.. Hem sonra... Böyle hastalar, aylar boyunca yaşar. Birileri 19 Mayıs’a cenazesi yetişsin diye özel olarak fişi çekmediyse, meselenin aslı nedir?!” diyerek Saylan’ın ölümünün ardından ortaya attığı bu iddialarla kafa karışıklığı yaratmak istemiş ve Türkan Saylan’ı seven ve onun bu topluma kazandırdıklarının farkında olan insanların cenazede bir araya gelerek oluşturdukları o havayı dağıtmaya çalışarak dikkatleri başka yönlere çekmek istemiştir.*** Dilipak’ın 27 Aralık 2010 tarihinde yayımlanan başka bir yazısında ÇYDD için kullandığı şu ifadeler ise çağdaş


yaşamın karşısında duran kişilerin zihniyetlerini açık bir şekilde göstermektedir: “ÇYDD AB’cilerle, Soros’çularla iş tutuyor. PKK ile dirsek teması içinde. Karargah Evleri’ne kız temin ediyor. Misyoner örgütleri ile iş tutuyor. Laikçi, ulusalcı, Atatürkçü geçiniyor.” Daha sonrasında yukarıda bahsettiğimiz birçok söylem, Türkan Saylan’ın hayatının filmleştirileceği gündeme geldiğinde yeniden başlamıştır. Bu söylemler Yeni Akit gazetesinin “Parlamayan Yıldızı Cilalamak” başlığıyla gazetede yerini almış, ve yazıda “Başörtüsü düşmanı Kemalist Türkan Saylan’ın dizisi tutmadı, sıra filminde: Medya uzunca bir süredir, hayatı boyunca mütedeyyin insanlara ve başörtülü öğrencilere karşı takındığı düşmanca tavırla dikkat çeken Türkan Saylan’ın yıldızını cilalıyor…“ gibi ifadeler yer almıştır.*

Soru n tespit i y a pa ra k ve bu soru nla rın gid erilm es i içi n çeşi t li çal ı ş m a la r y ürüt erek çözü m ü n bir pa rça s ı o lm uş , sosyal dev let in s ivil t o plum ku ru lu şlar ı a y a ğı n a d üş en görevi ba ş a rı lı bir ş ek ild e yerine get irm iş t ir.

odtuadt.com

Yukarıda anlattığımız süreç boyunca henüz kimse hüküm giymemişken bazı basın ve medya kuruluşları Türkan Saylan’ı ve diğer dernek yöneticilerini direkt olarak suçlu ilan etmiştir. Şurası bir gerçek ki bu tarz kampanyalarla çağdaş bir yaşamı ilke edinen kuruluşlara gözdağı verilmek ve bu kuruluşlarda çalışanlar yıldırılmak istenmiştir. Bazı yayın organları halkı kışkırtıcı bir tutum takınarak Türkan Saylan’ı hedef haline getirmeye çalışmıştır. Fakat Çağdaş Yaşam iftiralara aldırmayarak çalışmalarına devam etmiştir. Bunu Türkan Saylan’ın şu sözlerinden anlayabiliriz: “Benim gibi bir insandan, bir ‘vatan haini’ bir ‘misyoner’ bir ‘Soroscu’ bir ‘PKK destekçisi’ vb. olumsuz tiplerle dolu senaryolar yaratan ve yıllar yılı etik, yasa, kural tanımadan birbirinden alıntılar yaparak yıprat-

maya çalışanların karşısında; kendi önsezi ve kafalarını kullanarak bunların hepsinin iftira ve uydurma olduğunu anlayan, sevgi, saygı ve güven dolu halkıma, en tutucu kurumların içinde Cumhuriyeti özümsemiş gizli kalmış değerlere dayandık yıllardır ve asla pes etmedik.”12

Sonuç Yazımızın ilk bölümünde Türkan Saylan’ın cüzzam hastalığının tedavisi için yaptıklarından, hastaların çeşitli yollarla toplum yaşamına kazandırılması için gösterdiği çabadan, ülkedeki eğitim sorununu çözmek ve insanların, özellikle de kadınların, bilinçlenmesi ve kendi ayakları üzerinde durabilmesi için yaptığı çalışmalardan; ikinci bölümünde ise hem Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin hem de kişisel olarak Türkan Saylan’ın uğradığı saldırılardan ve dernek yöneticilerinin suçlu bulunması için hazırlanan komplo sürecinden bahsettik. Sonuç olarak birkaç cümle söylemek gerekirse, Türkan Saylan idealist bir doktor olarak çıktığı yolda örgütlü olmanın ve insan sevgisinin gücüne inanarak cüzzamın önünü kesmiş ve birçok insanın sevgisini kazanmıştır. Bugün bu ülkede cüzzam yaygın bir hastalık değilse ve kimse cüzzamlı olduğu için toplumdan soyutlanmıyorsa Türkan Saylan sayesindedir. Türkan Saylan başkanlığındaki Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, ülkemizin başta gelen sorunlarından biri olan eğitim sorununa el atarak, özellikle kız çocuklarının okullaşma ve

* Bu haber 24.05.2011 tarihinde yayımlanmıştır.

düşün, Güz’12 49


sosyalleşme oranının artmasına önemli katkılar sağlamıştır. Sorun tespiti yaparak ve bu sorunların giderilmesi için çeşitli çalışmalar yürüterek çözümün bir parçası olmuş, sosyal devletin sivil toplum kuruluşları ayağına düşen görevi başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Dernek yaptığı çalışmalarla insanların güvenini kazanmış, ülke çapında geniş bir yankı uyandırmıştır. “Baba Beni Okula Gönder” projesinde Doğan Gazetecilik, “Kardelenler” projesinde ise Turkcell gibi büyük şirketlerin desteğini alarak daha büyük kitlelere ulaşmış, daha fazla çocuğa yardım elini uzatmıştır. Derneğin ülke çapında çektiği dikkatin yanı sıra; dernek çalışmaları yurt dışında da ilgi uyandırmış, 2010 yılında “Kardelenler” projesi Birleşmiş Milletler tarafından “Kadınlara Eğitimde Fırsat Eşitliği Sağlayan Örnek Proje” olarak seçilmiştir.

projelerin üretilmesini ve hayata geçirilmesini sağlayan örgütlenme anlayışlarıyla, Kemalist örgütlenmelere büyük bir örnek teşkil etmiştir. KAYNAKÇA 1. Kulin, A., Tek ve Tek Başına Türkan, Everest Yayınları, İstanbul, s.204 2. Saylan, T., Çağdaşlaşma Yolunda, Doğan Kitap, İstanbul, s.212. 3. a.g.e., İstanbul, s.213 4. Karataş, H., Son Nefeste Son Savunma, Siyah Beyaz Kitap, s.67 5. a.g.e., s.73 6. a.g.e., ss.104,112 7. a.g.e., s.129 8. a.g.e., s.131 9. a.g.e., s.148 10. a.g.e., ss.102-103 11. a.g.e., s.160 12. a.g.e., s.24

Türkan Saylan hayatı boyunca yaptıklarıyla kendisi gibi düşünmeyen veya dünya görüşleri gerçekte kendisininkinden tamamen farklı olan birçok kesimden de destek görmüştür. Eğitim gibi toplumsal sorunların üzerine çeşitli eylemlerle giderek farklı kesimden insanların nasıl bir araya getirilebileceğini göstermiş ve bu kesimlerin ortak paydası haline gelmiştir. Bu noktada Taha Akyol’un Türkan Saylan’ın ölümünün ardından Milliyet’te yazmış olduğu yazısında geçen birkaç cümleye yer verebiliriz: “Merhum Türkan Saylan’la dünya görüşlerimiz farklıydı; ilişkilerimiz de çok yoğun değildi. [Ama] birçok kimse gibi benim için de Türkan Saylan’ın en saygıdeğer tarafı, kız çocuklarının eğitimi konusundaki büyük enerjisi ve başarısıdır. Bu konuda ‘ayrımcı’ bulduğum fikirlerini onaylamıyorum, fakat bugün eleştiri günü değil. (...) Saygı ve rahmetle anıyorum.”* Çağdaş Yaşam tüm bunları sivil toplum kuruluşlarının susturulmaya çalışıldığı bir dönemde yapmış, gördüğünü söylemekten ve daha da önemlisi söylediğini eylemle desteklemekten çekinmemiştir. Eylem ve söylem birlikteliğini sağlayabilmeyi başaran dernek, hem bu yönüyle hem de yukarıda örneklerini verdiğimiz bazı * “Türkan Saylan’a Saygı” başlıklı bu yazı 19.05.2009 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.

50

düşün, Güz’12


AVRUPA PARASAL BİRLİĞİ SAHNESİNDE BİR YUNAN TRAGEDYASI*

* Prof. Dr. Oktar TÜREL | Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü Emekli Öğretim Üyesi

odtuadt.com

Bu deneme genel olarak Avrupa Parasal Birliği’nin, özel olarak da Avro’nun 2010-12’de Yunanistan ekonomisindeki büyük çöküntü ile yüzeye vuran yaşamsal sorunlarını tartışmayı amaçlıyor. Kuşkusuz, Avrupa Birliği (AB)’nin ve “Avro Bölgesi”nin halen içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal kriz ortamı, 2007 ortalarında başlayan ve 1930’ların Büyük Depresyonu’nu çağrıştıran büyük küresel bunalımın aslî bir öğesidir.** Ancak, biz bu denemenin sınırlı çerçevesi içinde söz konusu küresel bunalımın nedenleri ve olası sonuçları üzerinde kapsamlı bir çözümlemeye gitmeden, AB’ye ve AB’deki pa-

rasal birlik çabalarına özgü hususlar üzerinde duracağız.*** Avro Bölgesi’nde 2010 ve sonrasında yoğunlaşan mali krizle ilgili yazında aşağıdaki saptamalar sık sık dile getirilmiştir: (i) AB’nin Maastricht Antlaşması (imza: Şubat 1992; yürürlük: Kasım 1993) ile ivme kazanan parasal birlik atılımı, daha sonra siyasal düzlemdeki tamamlayıcı kararlarla yeterli ölçüde desteklenemedi; özellikle Birlik düzeyinde para ve maliye politikalarının eşgüdümü sağlanamadı.

* Yazar, kendisi ile bilgi ve veri paylaşan Doç. Dr. Fatih Tayfur (ODTÜ) ve Dr. Asuman Göksel’e (ODTÜ), uyarı ve eleştirileri dolayısıyla Prof. Dr. Korkut Boratav’a (TSBD), nihai metnin üretimine katkısı için Bn. Sevil Dündar Tüfekçioğlu’na (ODTÜ) teşekkür borçludur. ** 27 AB üyesinden 11’i (Almanya, Avusturya, Belçika, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İrlanda, İspanya, İtalya, Lüksemburg ve Portekiz), Avro’ya 1999’da (başlangıçta) geçenlerdir. Geri kalan 6 ülke Avro’ya sonradan katılmışlardır (Yunanistan, 2001; Slovenya, 2007; Kuzey Kıbrıs Rum Yönetimi ve Malta, 2008; Slovakya, 2009; Estonya, 2011). *** Dilbilim açısından doğru ve tutarlı olmamakla birlikte, bu yazıda ‘bunalım’ ve ‘kriz’ sözcüklerine farklı anlamlar yüklüyoruz. ‘Bunalım’ sözcüğü ile ulusal ya da uluslararası ekonomiyi derinden ve uzun süreyle olumsuz etkileyen büyük çaplı değişimleri kastediyoruz. ‘Kriz’ sözcüğünü ise görece daha dar kapsamlı ve/veya konjonktürel rahatsızlıkları imâ etmek üzere kullanıyoruz.

düşün, Güz’12 51


(ii) Son yirmi yılda AB içinde gerçekleşen yüksek düzeyde finansal bütünleşme, tekil üyelerdeki mali krizleri kısa sürede diğer ülkelere bulaştıran bir nitelik kazandı. Düzenleyici kural ve mekanizmalar üzerinde birlik ölçeğinde mutabakat sağlanamaması, finansal krizlerin olumsuz etkilerini daha da pekiştirdi (düzenleme arbitrajı, ahlaki sakıncalar, vb.). (iii) 2007-09 dünya finansal krizinin zor duruma düşürdüğü büyük uluslararası finans kuruluşlarını “kurtarma” gereği, AB’nin hemen hemen tüm ülkelerinde kamu açıklarını ve kamu borç yükünü artırdı. Ekonomik durgunluk, kamu gelirlerini baskılarken, kamu açıklarını yüksek faiz oranları ile finanse etme çabaları, finansal krizleri fiskal krizlere dönüştürdü. (iv) Avro Bölgesi’nde yer alan, görece düşük gelirli çevre ülkelerinin (AB “Güneyi”nin) parasal birliğe aşırı değerli sayılabilecek ulusal para eşdeğerleri ile girmeleri ve izlenen yıllarda emek verimliliğinde tatminkâr artışlar sağlayamamaları (ya da reel ücretleri aşındıramamaları), bu ülkelerde rekabet gücü kaybı ve yüksek cari açıklarla sonuçlandı; “kendi imkânları üzerinde yaşayan” bu ülkelerin er-geç krizle buluşmaları kaçınılmazdı.*

Bi r ü lke, k a t ıld ığı bi rlik içinde döv iz ku r u d eğiş ken liğin d en kendi rı za s ı ile va z geçiy o rs a, bu nu n ye rine ko y a bileceği içsel m ek a n iz m a la ra s a h ip olabilm eli d ir. Bütün bu saptamalarda gerçek payı var; ama bunlar bazı önemli ayrıntıları yeterince aydınlatmıyor. Dolayısıyla, Avro’nun oluşum aşamasını daha yakından incelemek ve parasal birliğin inşasında bazı tasarım hatalarının bulunup bulunmadığını sorgulamakta yarar var.

*** Tek ve uluslararası işlemlerde ödeme ve/veya hesap aracı olarak kullanılabilecek bir paranın sağladığı işlem kolaylığını ve onu ihraç edenin elde ettiği senyoraj kazançlarını uzun uzadıya anlatmak gereksiz.** Ortak bir para biriminin uluslararası ekonominin eşgüdümünde yararlı ve etkili bir araç olduğuna da işaret edilmeli. Ancak bir ülke, katıldığı birlik içinde döviz kuru değişkenliğinden kendi rızası ile vazgeçiyorsa, bunun yerine koyabileceği içsel mekanizmalara sahip olabilmelidir. Ana akım iktisadına göre bu mekanizmalar (i) emeğin üye ülkeler arasında hareketliliği ve (ii) merkezi bütçeden yapılacak, “tazmin edici” fiskal transferlerdir.*** XIX. yüzyılda parasal birlikler, akılcı bir ekonomik tasarımla değil, savaşla ve/veya ekonomi dışı siyasal zorlamalarla ortaya çıkmışlardı. AB bağlamında parasal birliğin ortaya çıkabilmesi için, böyle bir birlikten en fazla yararlanacak olan sınıfların önderliğinde karmaşık sınıfsal uzlaşıları gerçekleştirmek gerekliydi. Bu “görev”i başta Alman ve Fransız oligopolleri olmak üzere, AB’nin “merkez” ülkelerindeki büyük sermaye üstlendi. Egemen sınıflar devalüasyon olasılığını ortadan kaldıran, enflasyonu baskılamakta yararlı olacak, üstelik toplumsal açıdan “yansız” görünen böyle bir yapılanmadan başka yararlar da beklemekte idiler: Emek sürecinin sömürü oranını yükseltecek biçimde kontrol edilmesi ve sermaye sınıfı içindeki bölüşüm çekişmelerinin yönetilebilir düzeyde tutulması.1 Ne var ki, dünya parası olma iddiasını taşıyan bir paranın egemen bir siyasal güç ve onun kontrolündeki etkin bir askeri güç tarafından desteklenmesi şarttır. Maastricht Antlaşması’nın siyasal bütünleşmeyi daha üst düzeylere taşıyan geniş çerçevesi, antlaşmayı kotaranların böylesi gerekliliklerin farkında ol-

* Bkz. Boratav, Korkut, “Borç Krizi mi, Avro’nun Krizi mi?”, SOL Haber Portalı, 4 Aralık 2011. Aşırı değerlenme savının geçerliliği, 1990’ların ilk yarısındaki kur düzenlemeleri dolayısıyla İtalya için tartışmaya açıktır. ** İktisat sözlüğüne fazla aşina olmayanlar için senyoraj’ın “para ihraç eden otoritenin paranın yazılı değeri ile üretim maliyeti arasındaki farktan kaynaklanan tekel kazancı” anlamına geldiğini hatırlatalım. *** Düşük verimlilik dolayısıyla insan gücü ve gelir kayıplarına uğrayacak ülkeler böyle tatmin ve ikna edilebilirdi. Söz konusu transferler kamu bütçesini ilgilendirdiği için “mali” yerine “fiskal” sıfatını kullanıyoruz.

52

düşün, Güz’12


duğunu düşündürüyor.* Ancak, AB’nin siyasal güç merkezileşmesini sağlamakta karşılaştığı engeller dolayısıyla, parasal birliğin fiskal politika ayağı Maastricht Ölçütleri (ya da Yakınsama Ölçütleri) adı verilen “teknik” parametrelere dayandırıldı ve Avro’ya geçecek ülkelerin enflasyon hızı, kamu açıkları ve kamu borç yükü, geçiş dönemi boyunca döviz kuru paritelerinin göreli istikrarı ve uzun dönemli faiz oranlarında belirli sınır değerlere yakınsaması istendi. Maastricht ölçütleri, dayandığı ortodoks iktisat anlayışının doğası gereği, uluslararası ekonomide uyumun yükünü cari işlem ve/veya kamu açığı veren ülkelere taşıtan ve dolayısıyla daha baştan “deflasyona yatkınlık” (deflationary bias) içeren bir sistem getirmişti. Öte yandan, üye ülkelerin sorumsuzca borçlanmasını ve sonradan “kurtarılmak” üzere diğer ülkelere şantaj yapmasını engelleme amacı ile (bazı istisnalar dışında) bir ülkenin bir başka ülkenin borcunu üstlenmesi de engellendi.

***

Maastricht Antlaşması Avro’ya varan yolda üç aşamalı bir program öngörmekteydi: (i) Antlaşma’nın kaleme alındığı zaman az-çok tamamlandığı varsayılan birinci aşamada üye ülkelerin kur pariteleri görece dar bandlar içinde hareket edebilecek, sermaye hareketleri üzerindeki kontroller tümüyle kaldırılacaktı; (ii) 1994’te başlaması öngörülen ikinci aşamada kur dalgalanmaları daha da azaltılacak, büyük çaplı kur düzeltmelerine ancak istisnai şartlarda müsaade edilecek, Avrupa Merkez Bankası (ECB)’na ebelik edecek Avrupa Para Enstitüsü kurulacaktı; (iii) en geç 1999’da ECB oluşturularak Avro’ya geçilecek, Avrupa Parasal Birliği başlangıçta yakınsama ölçütlerini tutturan ülkeler temelinde işlerlik kazanacak, daha sonra genişleyecekti.2

odtuadt.com

1992-96 döneminde birçok AB ülkesinin yaşadığı ödemeler dengesi krizlerine rağmen, bu program pek fazla gecikmeden gerçekleştirildi.

Buna karşılık, Maastricht ölçütlerinin sağlanmasında ciddi güçlükler ortaya çıktı; bu ölçütlerin ihlali durumunda önce mükerrer uyarılar yapılmasını, sonra da yaptırımlara gidilmesini öngören İstikrar ve Büyüme Paktı (SGP, 1997)’na geçildi. Ancak ihlaller yine de önlenemedi. Almanya ve Fransa’nın baskılarıyla, esnekliği yetersiz bulunan SGP’nin 2005’de bir reforma tabi tutulduğu, SGP’ye ekonomik durgunluk dönemlerini göz önünde tutan ve verimlilik artırıcı limit aşımlarına açık kapı bırakan hükümler eklendiği görülüyor. Bu reform da fazla işe yaramadı. 2007-09 finansal krizi ve 2010’da bazı

B u g ü n ü n f in a n s a l l a ş mış dü n y a e ko n o mis in de ( 1 9 3 0 ’ l u y ıl l a r da n f a r kl ı o l a r a k) f in a n s ke s imi ü z e r in de kö kl ü v e g e n iş to p l u m ka tma n l a r ın ın y a r a r ın a dü z e n l e me l e r e g idil me s i, b u ke s imin g ü ç l ü ç ıka r il iş kil e r i v e n e o l ib e r a l iktis a t ide o l o j is in in ş a r tl a n dır ma l a r ı do l a y ıs ıy l a ko l a y g ö r ü n me me kte dir. üye ülkelerin yaşadığı borç krizleri sonrasında yaşanan “iklim değişikliği”, ifadesini Mart 2011 tarihli Euro Plus Pact’da buldu; ölçüt ihlallerine karşı otomatik olarak devreye girecek yaptırımlar getirildi. Bu “aman vermez” tutumun vardığı son nokta Mart 2012’de (Çek Cumhuriyeti ve İngiltere hariç) 25 AB üyesi ülkenin hükümetleri tarafından kabul edilen ve kısaca European Fiscal Compact adıyla bilinen anlaşmadır. Resmen “Ekonomik ve Parasal Birliğin İstikrarı, Eşgüdümü ve Yönetişimi için Anlaşma” adıyla bilinen anlaşma metni, Ocak 2013’e kadar Avro Bölgesi’nin en az 12 ülkesinin yetkili makamları tarafından onaylanırsa yürürlüğe girecektir. Compact, ilke olarak, üye ülkelerin genel bütçelerinin dengede olması veya fazla vermesini, bu ilkenin Ocak 2014’e kadar ulusal mevzuata içerilmesini öngörmektedir. Denk bütçe hedefine

* Antlaşmanın AB mevzuat kütüğünde resmen “Avrupa Birliği Antlaşması” olarak adlandırılması, bu açıdan çok anlamlıdır.

düşün, Güz’12 53


AB Komisyonu tarafından önerilen bir takvime göre ulaşılacaktır.* Bütün bu öykü, tekil ülkeleri siyasal merkezin fiskal disiplinine uymaya zorlayacak kurum ve kuralların, özellikle AB’nin bütünü için Hazine işlevini üstlenecek bir kuruluşun eksikliğini ortaya koyuyor. Maastricht’ten bu yana AB’nin siyasal merkezin etkinliğini artırıcı kararlar almadığını söylemek yanlış olur; Nice (imza: Şubat 2001; yürürlük: Şubat 2003) ve Lizbon (imza: Aralık 2007; yürürlük: Aralık 2009) Antlaşmaları bu yönde atılmış adımlardır. Ne var ki, başta Avro bölgesindekiler olmak üzere, AB üyesi ülkelerin tarihsel olarak ulusal yönetimlerin yetki ve imtiyaz alanındaki fiskal politika özerkliğinden kolaylıkla ve gönüllü olarak vazgeçeceklerini ummak gerçekçi değil. Daha büyük ölçekli fiskal birliğe geçiş sürecinde Almanya’nın (ve Sarkozy Fransası’nın) başını çektiği fiskal ortodoksluğun üye ülkelere empoze edilebilmesi için Lizbon Antlaşması’nın da köklü bir revizyona uğratılması gerekebilecek. Bütün bu engeller önünde AB ülkeleri, 2000’li yıllarda popüler olan bir deyimle, “açık koordinasyon yöntemi”ni (daha doğrusu, başı sonu olmayan pazarlık ve kulis mutabakatlarını) kullanarak sonuç elde etmeye çalışıyorlar.**

***

Çağdaş kapitalizm, gelişmiş ve yüksek işlevsellik düzeyine erişmiş bir finansal aracı kesim olmadan yaşamını sürdüremez. Bu nedenle, ABD, 2007-09 finansal krizinin başlangıcından bu yana “batamayacak kadar büyük” ve finans kesiminde zincirleme çöküşler yaratabilecek finansal kuruluşları kurtarmayı yeğlemiş, bu amaçla dolar likiditesini çarpıcı ölçülerde artırmakta tereddüt göstermemiştir.*** Temel yaklaşım şu olmuştur: Hastayı ilkin yaşama dön-

dürelim, iyileştirmeyi sonra düşünürüz. Ancak bugünün finansallaşmış dünya ekonomisinde (1930’lu yıllardan farklı olarak) finans kesimi üzerinde köklü ve geniş toplum katmanlarının yararına düzenlemelere gidilmesi, bu kesimin güçlü çıkar ilişkileri ve neoliberal iktisat ideolojisinin şartlandırmaları dolayısıyla kolay görünmemektedir. Nitekim son beş yılda finansal krizlerin başlıca taşıyıcısı spekülatif uluslararası sermaye işlemleri üzerine herhangi bir denetim getirilememiş, uzmanlık kuruluşlarının ihtiyati tedbir önerileri uygulamaya kısmen aktarılabilmiştir.****

Türkiye’nin 2000’li yıllarda yaşadığı, ama yeterli dersleri çıkarmadığı spekülatif sermaye ile güdülenen büyüme, AB’nin “çevre” ülkelerinde (Portekiz, İrlanda, İspanya ve Yunanistan’da) de izlenmiş, sermaye giriş-çıkışlarındaki istikrarsızlık bu ülkelerde canlılık/çöküş (“boom/bust”) çevrimlerine yol açmıştır. AB parasal otoritelerinin (enflasyonist baskılar yaratabileceği kaygısı ile), ikircikli ve gecikmiş bir biçimde de olsa aynı tutumu benimsedikleri görülmektedir. Aşağıda da değinileceği gibi, 2000’li yılların kriz dönemlerinde karar almakta atalet, AB iktisadi yönetiminin belirgin vasfı haline gelmiştir.***** Finansallaşmanın son yirmi yılda dünya ekonomisinde yol açtığı sorunlar, sadece çeşitli varlık kategorilerindeki fiyat köpükleriyle, “zehirli” finansal varlıklarla, ölçüsüz risk alma eğilimleriyle, düpedüz yolsuzluk sayılabilecek işlem-

* Compact’ın arka planı ve temel hükümleri için, bkz. Oyan, O., “Avro Krizi: Çıkış Var mı?”, Sosyal Demokrat, Temmuz 2012. ** Compact’dan bir belâgat örneği: “Üye ülkeler rekabeti destekleme, istihdamı geliştirme, kamu finansmanının sürdürülebilirliğine katkıda bulunma ve finansal istikrarı güçlendirme amaçlarının izlenmesinde, Avro Bölgesi’nin iyi işlerliği için esas olan, gerekli eylem ve önlemleri almayı kabul ederler”. Bu edebiyatın etkili ve hızlı karar almaya yaradığı iddia edilemez. *** ABD, 1930’larda finans kesiminin yaşadığı çöküşten dersler çıkarmış görünüyor. **** Finans kuruluşlarını “kurtarma” amacı ile kullanılan kamusal fonların yoksulluğu azaltarak ekonomiyi canlandırmak için kullanılması talebi, kapitalizmin ruhuna ters düşen bir çağrıdır. ***** Cansen,E., “Bas Şu Lânet Euro’yu!”, Hürriyet, 4 Ocak 2012. ECB’nin para politikasındaki tutuculuğunu esprili bir dille eleştirmektedir.

54

düşün, Güz’12


lerle, ulusal finans sistemleri arasındaki yoğun bağınlaşmanın yaratacağı “domino etkileri” ile sınırlı kalmamıştır. Türkiye’nin 2000’li yıllarda yaşadığı, ama yeterli dersleri çıkarmadığı spekülatif sermaye ile güdülenen büyüme, AB’nin “çevre” ülkelerinde (Portekiz, İrlanda, İspanya ve Yunanistan’da) de izlenmiş, sermaye girişçıkışlarındaki istikrarsızlık bu ülkelerde canlılık/ çöküş (“boom/bust”) çevrimlerine yol açmıştır. Kamu açıklarının ve cari açıkların sıcak para ile zahmetsizce finanse edilebilmesi, uzun vadeli ve basiretli düşünmeyi engellemiş, derecelendirme kuruluşları da dahil olmak üzere finansal aracıların çevrim-yanlı (“pro-cyclical”) davranışlar sergilemesi de krizlerin yoğunlaşmasına katkıda bulunmuş, böylece “kendi kendisini gerçekleştiren kehanet” olarak adlandırılabilecek kısır kriz döngülerine ortam hazırlanmıştır.3

***

odtuadt.com

AB’nin 2010-12 Yunanistan krizine karşı tutumu, sorunların teşhisinde geç, tedavisinde ise hem geç hem de yetersiz kalındığı biçiminde özetlenebilir. AB ve özellikle AB’nin kilit ülkesi Almanya, her üye ülkenin sorumluluklarını kendi başına üstlenmesi gerektiğini ısrarla savunarak, Yunanistan krizinin bizatihi AB’nin kendisine ve Avro’ya yönelik bir tehdit olduğunu algılamamakta direnmiştir.4 Vurguyu Yunanistan’ın kriz öncesinde ve kriz yönetimindeki kusurlarına yerleştiren bu bencil ve miyopik tutum, sorunun kökeninde Maastricht düzenlemelerinin yattığını görmezden gelmektedir. Maastricht “rejim”i, AB’nin “Güney”ini rekabetçi olmaktan uzaklaştırmış, “merkez”i ve özellikle Almanya’yı reel ücretleri baskılama pahasına kazanılan büyük cari fazlalara eriştirmiş, “çevre”yi cari açıklara, yüksek işsizliğe, “spekülatif büyüme”ye ve ekonomik istikrarsızlığa itmiştir. AB içindeki Kuzey-Güney çatlağına ek olarak, Batı-Doğu çatlağı da genişlemekte, AB’de bölgesel eşitsizlikler pekişmektedir.5 Tutucu neoliberal iktisat anlayışıyla bütünleşen bu

gelişmeler, Lapavitsas vd.’nin bir çalışmalarına yerleştirdikleri “Kendini ve Komşunu Yoksullaştır!”6 başlığı ile uyum içindedir. Kronolojik ayrıntılara girmeden, AB’nin Yunanistan krizinin idaresindeki vahim yanlışlarını özetle sıralayalım: (i) Yunanistan’a baştan sağlanması gereken mali desteğin eksik tahmini ve birbirini izleyen “paket”lerin ülkeyi temerrüt eşiğinden döndürecek güveni sağlayamaması; (ii) Yunanistan’da kısmi bir borç silme ve borcu yeniden yapılandırma gereğinin baştan algılanamaması; (iii) Kriz önleyici rezerv havuzlarının (EFSF ve ESM) geç ve hasisçe oluşturulması;* (iv) ECB’nin devlet tahvilleri karşılığında Yunanistan’a finansman desteği sağlama konusunda gösterdiği direnç; (v) Birlik adına yükümlülük garantisi getiren Avro tahvillerinin ihraç edilememesi ve “çevre” ülkelerinin birbiri ardına fahiş faiz hadlerinden finansman teminine zorlanması;** (vi) Çöküş evresinden çıkamayan bir ekonomiyi harcama kısıcı ve tasarruf artırıcı önlemlere zorlamaktaki abeslik; (vii) Yunanistan’a sağlanacak mali desteğin uluslararası kuruluşlar arasında paylaştırılmasındaki kararsızlık ve gecikmeler (IMF? AB organları? EFSF? Ad hoc programlar?) ve mali desteğin kullanımında gözetim sağlanmasındaki aşırılıklar (Yunan stili “Düyun-u Umumiye” talepleri). Aygül’ün belirttiği gibi bu yaklaşım Yunanistan krizini çözmekten çok, Yunanistanınkilere benzer yeni destek taleplerinin önünü kesmeyi amaçlamış görünmektedir.7 Bunda başarılı olunamadığı, İspanya’nın “bankalarını yeniden yapılandırma” gerekçesi ile Haziran 2010’da AB’den mali destek talebinde bulunmasıyla ortaya çıkmıştır.

* EFSF Başkanı Reglung, ESM (European Stability Mechanism)’in 9 Temmuz 2012’de operasyonel hale geleceğini söylemekteydi (Hürriyet, 23 Haziran 2012). Yorumsuz kaydediyoruz. ** Bilindiği gibi, borç idaresinin sürdürülebilirliği, borç yükü oranından çok, açıkların hangi reel faiz haddinden finanse edildiğine bağlıdır. Halen ödedikleri faiz hadlerinde İspanya ve İtalya’nın borçlarını çevirebilmeleri çok zayıf bir olasılıktır.

düşün, Güz’12 55


Avro Bölgesi’ndeki mali krizler, AB’nin “çevre” ülkelerinde siyasal şoklar da yaratmakta, bu ülkeleri yönetilemez hale getirmektedir. Kısa bir ufuk turunda yarar var: • İtalya. Nisan 2006 seçimlerinden sonra kurulan Prodi’nin merkez-sol koalisyon hükümeti, Ocak 2008’de güvensizlik oyu ile düşürüldükten sonra doğan hükümet krizi çözülemeyince, Cumhurbaşkanı Napolitano, Meclis’i feshetti. Nisan 2008’de yapılan genel seçimleri İtalya’nın kıdemli politikacısı Berlusconi’nin önderlik ettiği sağ koalisyon kazandı. İtalya’da 2010-11’de yoğunlaşan mali krizle baş edemeyen Berlusconi çekilmek zorunda kaldı; Kasım 2011’de Monti başkanlığında “teknokratik” bir hükümet kuruldu ve Monti, “İtalyan Stili”nde bir kemer sıkma programını uygulamaya girişti.

• İspanya. 2004-08 döneminde diğer küçük partilerin desteğiyle bir koalisyon oluşturan, 2008-11 döneminde bir azınlık hükümeti ile ülkeyi yöneten Zapatero önderliğindeki İspanyol sosyalistleri (PSOE), Kasım 2011 seçimlerinde büyük bir yenilgiye uğradılar (genel oy dağılımında 15 puan’lık kayıp). PSOE’nin oyları kısmen Komünist Parti’ye, kısmen “çoğulcu” sol partilere, kısmen de “merkez”deki partilere kaydı. Büyük bir oy kaymasından yararlanmamakla birlikte Rajoy’un Halkçı Parti’si (PP) liberal-muhafazakâr eğilimli bir hükümet kuracak oy çoğunluğunu elde etti.

• İrlanda. 1997-2011 döneminde cumhuriyetçi-popülist çizgide Fianna Fail’in Yeşiller ve (2008’e kadar) İlerici Demokratlarla oluşturdukları koalisyonlarla yönetilen İrlanda’da Şubat 2011 seçimleri, bu ülkede çok sık rastlanmayan ilginç bir koalisyon hükümeti doğurdu (Kenny’nin başbakanlığında, liberalmuhafazakâr Fine Gael ile İşçi Partisi’nin (yani politik spektrumun iki karşıt ucunun) oluşturduğu bir hükümet). Fianna Fail’in iktidarı yitirmesi ile 2010’da zirveye ulaşan İrlanda mali krizi arasında yakın ilişki var.* • Portekiz. 2005 genel seçimlerinden parlamentoda salt çoğunluk elde ederek çıkan Socrates önderliğindeki Sosyalist Parti, 2009’da salt çoğunluğu yitirmekle birlikte, iktidarda kalabildi. 2010 mali krizinden çok yıpranan Socrates, istifa etmek zorunda kaldı ve erken seçime gidildi. Haziran 2011 genel seçimlerini önde bitiren (Coelho liderliğindeki) Sosyal Demokratlar, politik yelpazenin sağında yer alan Halkın Partisi ile koalisyon hükümeti kurdular. Oransal paylar itibariyle, 2011 seçimlerinde Sosyalistlerin oy kaybı, Sosyal Demokratların kazancına aşağı yukarı eşitti. • Yunanistan. 2007 seçimlerini kazanan Yeni Demokrasi Partisi (ND)’nin önderi Karamanlis’in talebi üzerine Parlamento feshedilerek Ekim 2009’da erken seçime gidildi (Yunanistan ekonomisi artık Karamanlis’in yönetemeyeceği bir aşamaya gelmiş bulunuyordu). Kriz, “enkaz devralan” Papandreu önderliğindeki PASOK’un iktidara gelişinden kısa bir süre sonra patlak verdi. 2010-11’deki çeşitli yardım paketlerine ve onların tamamlayıcısı istikrar programlarına karşın, PASOK ülkeyi yönetemedi; Kasım 2011’de çekilen Papandreu yerine Papademos başkanlığında geçici bir teknokratlar hükümeti kuruldu ve önce Mayıs 2011’de, sonra da (hükümetin kurulamaması dolayısıyla) Haziran 2011’de erken genel seçimlere gidildi. Hiçbir partiye iktidar olabilecek çoğunluğu kazandırmayan, ortaya bir koalisyon da çıkarama-

* İrlanda, Haziran 2012’de İspanya gibi finans kesiminin yeniden sermayelendirilmesi ve 2010 istikrar programının esnetilmesi için AB yetkilileriyle temas halindeydi. Ancak muhataplarını çok da ürkütmemeye özen göstermekteydi. Örneğin, hükümet yetkilileri, İrlanda’da European Fiscal Compact’a muhalefeti etkisiz kılabilmek için şu argümana sarıldılar: “Yeni anlaşmaya ‘Hayır’ demek, bizi Avro dışında bırakır” (Hürriyet, 1 Şubat 2012).

56

düşün, Güz’12


yan Mayıs 2011 seçimlerinin yükselen yıldızı, radikal sol koalisyon SYRIZA idi. Haziran 2011 seçimlerinde (Mayıs 2011’de çok ağır bir darbe alan) PASOK, Demokratik Sol Parti (DIMAR) ve aşırı sağcı Altın Şafak (XA), Mayıs 2011’deki oy oranlarını az çok korudular; buna karşılık ND ve SYRIZA oy oranlarını yaklaşık 10’ar puan yükselttiler. ND’nin kazançlarının büyük ölçüde Bağımsız Yunanlılar (ANEL)’dan, SYRIZA’nınkilerin ise büyük ölçüde Yunan Komünist Partisi (KKE)’nden gelen oy kaymalarından sağlandığı anlaşılıyor. Yeni hükümet, Samaras (ND) başkanlığında kısmen ND’lilerden, kısmen de teknokratlardan oluştu; PASOK ve DIMAR hükümete bakan vermemekle birlikte, mecliste hükmete güvenoyu vereceklerini beyan ettiler.* Burada ilginç bir husus, Avro’dan çıkma konusunda hiçbir taahhütte bulunmayan, ancak istikrar programının bunaltıcı şartlarını yeniden müzakere edeceğini vaat eden SYRIZA’nın sağ partiler tarafından Yunan toplumuna ve dünya kamuoyuna AB ve Avro karşıtı olarak tanıtılmasıdır.** ND (ve yeni hükümet) Başkanı Samaras bu öcü masalını seçim sonrası konuşmasında tekrarladı: “Bugün Yunan Halkı, Avro’ya demirli kalmamızı destekledi” (Hürriyet, 18 Haziran 2012). Yukarıda özetlediğimiz olgular, şu saptamaları yapmamıza imkân veriyor:

odtuadt.com

(i) AB’nin “çevre” ülkelerinde seçmen, kendisine mali krizi ve onu izleyen kemer sıkma programlarını yaşatan siyasal partiler ve onların önderlerini (2002 Türkiyesi’ndeki gibi) sandıkta cezalandırmakla birlikte, henüz çektiği sıkıntıları finansallaşmış küresel kapitalizmin eseri olarak algılayacak ve “sol” bir siyasal programa büyük kitle desteği verecek aşamaya gelmemiştir. Böyle bir desteğe ulaşabilmek için sosyalist/ sosyal demokrat partilerin kapsamlı bir hazırlık

ve siyasal çalışma döneminde üretilebilecek yaratıcı fikirlere ihtiyaçları olduğu açıktır. (ii) Demokratik siyasal kültürleri Türkiye’dekinden hiç de eksik sayılamayacak İtalya ve Yunanistan’da teknokratik “ara rejim” arayışlarının izlenmesi, küresel kapitalizmin yeniden yapılanma programları için gerektiğinde parlamenter sistemi askıya almakta çok tereddüt göstermeyeceğini imâ etmektedir.

***

Tekil ülkelerin borç sorunlarının çok ötesinde, bir Avro Bölgesi krizi niteliği taşıyan bugünkü krizi aşmak için başlıca dört senaryo düşünülebilir:*** 1) Dağılma: Üye ülkelerin Avro’nun yaşatılması için gerekli özveri ve işbirliğini sağlayamaması sonucunda Avrupa Para Birliği’nin çözülmesi ve her ülkenin kendi ulusal para birimine geri dönmesi, en uçta yer alan ve gerçekleşme olasılığı zayıf görünen bir senaryodur. Böyle bir senaryonun (artacak işlem maliyetlerini fazlasıyla aşan) büyük ekonomik ve siyasal bedelleri olacak ve kesinlikle benimsenmeyecektir.**** 2) Kısmi “çıkış”lar: Bu senaryo, başta Yunanistan olmak üzere Avro bölgesinin kimi “zayıf halka”larının ulusal para birimlerine dönmeleri ve ekonomik yapıları daha homojen “merkez” ülkeler etrafında biçimlenen bir Avro’nun oluşmasıdır. Gerçekçi görünen bu senaryonun bugün için en ciddi sakıncası, küresel ekonomide AB ve Avro’ya güven duygusunun yitirilmesi yüzünden, çıkışların nerede duracağının kestirilememesidir. Yunanistan ekonomisinin AB içindeki cüzi payı düşünüldüğünde, gecikmeden ve hızla uygulanacak bir “Grexit” AB için önemli bir sorun yaratmayabilirdi.***** Ancak İspanya ve giderek İtalya’nın Avro’dan çıkmak zorunda kalması, Avro’dan bir uluslararası rezerv para

* Bu hükümete dıştan desteğin ilginç yakınlık görüntüleri var. Örneğin Ekonomi Bakanlığı’na PASOK’un önerisi ile atanan Yannis Stournaras, Simitis liderliğindeki PASOK hükümetinde Ekonomi Bakanı’nın danışmanıydı ve Yunanistan’ın Avrupa Parasal Birliği’ne girişinde aktif rol oynamıştı. ** SYRIZA’nın Haziran 2012 seçim bildirgesi için bkz. Yeldan, E., “Yunanistan ve Avrupa için Çözüm, Sol’dadır”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2012. *** Özetlenen senaryolar, USAK (2011) ve Lapavitsas vd. (2010)’dan küçük değişikliklerle aktarılmıştır. **** Önde gelen Alman sanayicileri (örneğin İşverenler Birliği Başkanı Hundt ve BMW Yönetim Kurulu Başkanı Reithofer, Avro’nun çöküşünün Alman ekonomisi için çok olumsuz sonuçları olacağını açıkça dile getirmişlerdir. Bkz. “Avro Çökerse Biteriz!” (Cumhuriyet, 13 Temmuz 2012). ***** “Greece” ve “exit” sözcüklerinden harmanlanan ve Yunanistan’ın Avro’dan çıkışını ifade etmek üzere son zamanlarda kullanılan bir deyim.

düşün, Güz’12 57


yaratma özlemlerinin ve Tek Avrupa düşlerinin sonu olacaktır; Avrupa egemen sermayesi bunu göze alamaz. Avro’dan çıkan ülkeler, uluslararası ekonominin “parya”ları haline düşmemek için sadece borç silme ve/veya yeniden yapılandırma ile yetinemeyecekler, başta finans olmak üzere toplumsal ve ekonomik altyapı üzerindeki kamusal denetimi sağlamak ve sanayi politikalarını yeni baştan tasarlamak durumunda kalacaklardır. Böyle bir dönüşüm, siyasal güç dengesi emekten yana değişmeden gerçekleşemez. Avro’dan çıkmak, bu nedenle, AB’nin “çevre” ülkelerindeki egemen sınıflar ve güçlü orta sınıflar için bir kâbustur. 3) Tutucu/neoliberal çizgide yeniden yapılanma: Bu senaryonun temel yapıtaşları AB’nin merkezi siyasal denetim aygıtlarının güçlendirilmesi, para ve maliye politikaları arasında eşgüdüm sağlanması, maliye politikalarında denk bütçe ilkesini esas alan merkezi bir disiplinin tesisi ve finansal sistemin (sermaye hareketlerinin serbestliğine ciddi bir kısıt getirilmeksizin) AB genelinde uygulanacak düzenleyici kurallarla yönetilmesidir. AB Konseyi’nin, AB’nin kilit ülkeleri Almanya ile Fransa’nın ve AB merkez bürokrasisinin benimsediği, bugün için uygulanma şansı en yüksek görünen ve egemen sermaye çıkarlarına uyan senaryo budur. Ne var ki, bu senaryo, Maastricht rejiminin temel kusurlarını ortadan kaldırmamaktadır. İmâ ettiği ulusal hükümranlık kaybı, tekil ülkelerin maliye politikasındaki manevra alanının büyük ölçüde ortadan kalkması, sürekli “kemer sıkma” ortamında yaşamanın doğuracağı toplumsal tepkiler ve artacak bölgesel eşitsizlikler dolayısıyla, bu senaryo “çevre” ülkelerini uzun dönemde Avro Bölgesi içinde tutmakta zorlanacaktır. Paradoksal bir biçimde, birliği güçlendirmek için alınan önlemler, birliğin temellerini aşındıracaktır. 4) Radikal / reformcu yeniden yapılanma: Bu tür bir yapılanma, üye ülkelere daha geniş fiskal özgürlük, fakat daha geniş bir Avrupa bütçesi

ve bu bütçeden gelir eşitliğini artırıcı, istihdamı koruyucu, yatırımları özendirici transferlerin yapılması, ECB’nin üye ülkelere ikrazda bulunması önündeki kısıtların gevşetilmesi anlamını taşır. Emeği kollayan böyle bir tercihin günümüz siyasal koşullarında gerçekleşmesi kolay görünmüyor; bunun için toplumsal değişim, eşitlik ve adalet talep eden güçlerin kıta ölçeğinde büyük ivme kazanması gerekli.* * * * Sergilediğimiz senaryolar içinde olasılığı en yüksek görünen üçüncüsü ile Euripides’in İphigenia Aulis’te adlı tragedyası arasında ilginç bir paralellik kurulabilir. Tragedyanın öyküsünü kısaca hatırlayalım: Truva savaşlarına katılacak Yunan ordusunu taşıyan donanma, Aulis limanında denize açılmaya hazırdır; ama gemilerin yelkenlerini şişirecek rüzgâr esmemektedir. Kâhin Kalkhas’a göre bu duruma ordunun önderi Agamemnon’un gücendirdiği Tanrıça Artemis’in buyruğu yol açmıştır; Artemis’in gazabını yatıştırmak için Agamemnon’un kızı İphigenia, tanrıçaya kurban edilmelidir.

Yelkenleri bir türlü rüzgârla dolmayan ve parasal/fiskal krizini aşarak büyüme rotasına yerleşemeyen AB, Yunanistan’ı kurban ederek iktisat tanrıçasının gazabını savuşturacak mı?

Agamemnon, çaresiz, bu öneriye yanaşır; çünkü savaşa hazır, ama eylemsizlikten huzursuz Yunan ordusu, kendisi ve tüm ailesi için bir tehdittir. Oyunun bundan sonrası Agamemnon, eşi Helena’yı Truva’lı soylu Paris’e kaptırarak savaşın tetiklenmesine yol açan kardeşi Menelaus, kızının akıbetinden dertlenen karısı Klitemnestra, İphigenia ile evlendirileceği bahanesi ile komploya dahil edilen yiğit Akhilleus

* Bu senaryo, Avro’nun değerini düşürebilir; ancak değer düşüşü günümüzdeki kriz ortamında zaten gerçekleşen düşüşten daha öteye geçmeyebilir. Hollande ve Monti, bu senaryonun “yumuşak” bir versiyonuna yakın olduklarını îma eden beyanlarda bulunmuşlardır.

58

düşün, Güz’12


ve alınyazısına direnmektense Yunan kentlerinin kurtarıcısı olarak ölüme gitmeyi yeğleyen İphigenia arasındaki trajik karşılaşmalarla örülür. Euripides’ten günümüze kalan metnin finali, oğlu veya yeğeni (genç) Euripides tarafından düzenlenmiştir; bu finalde İphigenia’nın yerine bir geyik Artemis’e kurban edilir. Yelkenleri bir türlü rüzgârla dolmayan ve parasal/fiskal krizini aşarak büyüme rotasına yerleşemeyen AB, Yunanistan’ı kurban ederek iktisat tanrıçasının gazabını savuşturacak mı? Truva’yı yağmalama hırsıyla yanıp tutuşan Yunan ordusu (sermaye?) için Agamennon’un ya da İphigenia’nın yaşamı, ya da ölümünün (bugün Yunanistan’ı, yarın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni kurban etmenin) önem taşımayacağı akla gelebilir. Ancak Balkanlar ve Doğu Akdeniz’de etkili bir dünya gücü olma perspektifini hiçbir zaman yitir(e)meyecek AB ve onun ardındaki “merkez” büyük sermayesi, kanımızca Yunanistan ve Avro’yu gözden çıkaramaz. Yunan krizini sönümlendirmek için ödeyeceği bedeli asgaride tutabilmek amacı ile, son ana kadar uçurumun kenarında oynamayı sürdürse de, son kertede Yunanistan’ı (yani Yunanistan’ın egemen sınıflarını) kurtaracaktır. Tayfur’un çarpıcı anlatımıyla:

odtuadt.com

“Yunanistan yaşatılabilir mi? Tarihsel olarak devlet olma deneyimi Avrupa/Batı sermayesinin ‘Doğu’ya açılma’ ve genişleme siyasetiyle paralellik gösteren Yunanistan, liberalizmin uzun laissez-faire döneminde devletin iflasına karşı kamu gelirlerinin uluslararası (Büyük Güçlerin) denetim altına alınarak borçlarının tahsil edilmesi ya da yeni koşullarla ertelenmesi yoluyla varlığını sürdürmüştü. Yunanistan, 20. yüzyılın ikinci yarısında ise maliye-finans politikalarında eski kötü alışkanlıklarını sürdürmesine karşın liberalizmin ‘uluslararası Keynesçi’ dünyasında ABD ve AB’nin yüklü sermaye aktarımlarıyla borç ödeme ve iflas baskısı olmadan global/bölgesel siyasi-iktisadi çıkar karşılığı ayakta kalabilmişti. Şimdi 2000’li yılların neoliberal ‘deregülasyon’ döneminin devlet-piyasa

ilişkisine uygun olarak Yunanistan’dan istenen, borç, mali kriz ve iflasa karşı devletin gelir getiren varlıklarını özelleştirerek, kitlelerin refah düzeylerini düşürerek, vergileri artırarak finansal ve mali krizden çıkılmasıdır. Yunanistan’ın da yaşayabilmek için bu talebi her zamanki gibi kendi alışkanlıklarıyla sentezleyerek uygulaması kuvvetle muhtemeldir. Batı modeli piyasa ekonomisinin ‘Doğu’ya yönelik tutkulu tarihsel ilgisiyle Yunanistan’ın ayakta kalması arasında muhtemel bir karşılıklılık olsa gerek”.8 Bu tümcelere birkaç olgu daha eklenebilir. Örneğin, Alman Başbakanı Merkel, Nisan 2010’da Yunanistan’ı Avro’ya dahil etmenin hata olduğunu söylemişti. AB Komisyonu’nun (dönem itibariyle) genişlemeden sorumlu komiseri Verheugen de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB’ye katılmasının hata olduğunu telaffuz etmişti. Okurlarımız Avrupa’nın Hellenik toplumlar için niye hep “hatalar” işlediği üzerinde düşünebilirler. “Sunakta kurban edilen geyik” anlatısı ise herhalde okurlarımıza Yunanistan’ın ve Avrupa’nın emekçilerini anımsatacaktır. KAYNAKÇA 1. Carchedi, G., For Another Europe, London: Verso, 2001, Kesim 4.3 2. Carchedi, a.g.e. 3. USAK, “Krizdeki Birlik: Euro Bölgesi’nin Borç Sarmalı ve Geleceği”, Ankara: USAK, 2011, s.25. 4. USAK, a.g.e. 5. Aygül, C., “Faultlines of the EU: What Next after Greece?”, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün 11. Uluslararası Konferansı’na sunulan tebliğ, 13-15 Haziran 2012. 6. Lapavitsas, C. vd., “Beggar Thyself and Thy Neighbour”, Euro Bölgesi Krizi üzerine Birinci RMF Raporu, Mart 2010. 7. Aygül, a.g.e. 8. Tayfur, F., “Yunanistan’ın Mali-Finansal Krizi: Tarih Kaç Kez Tekerrür Eder?” Mülkiye, Sayı 274., 2012, s.190

düşün, Güz’12 59


Cumhuriyet’e Giden Yolda Kırılma Noktaları *

* Dr. Alev COŞKUN | Gazeteci - Yazar

Karşıcıların “İhtilal Konseyi” Önerisi ve Atatürk’ün Cumhuriyet ve Demokrasi Düşüncesi

60

Milli Mücadele’nin (Ulusal Bağımsızlık Savaşı) çeşitli aşamaları vardır. Nutuk’un ilk yirmi sayfasında, Mustafa Kemal’in yaptığı durum değerlendirmesinde bu stratejik aşamalar anlatılmıştır. Siyaset ve askerlik sanatının büyük ustası Mustafa Kemal bu durum değerlendirmesinde önce Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor koşulları anlatır. Ordunun durumunu irdeler ve günün koşulları içerisinde kurtuluş yollarını ortaya koyar.

“Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Ulus ve ordu, Padişah ve Halife’nin hayınlığından haberi olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal, ulus ve ordu kurtuluş yolu düşünürken, kuşaktan kuşağa geçen bu alışkanlık dolayısıyla, kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değil... Bu inanca aykırı görüş ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hayın sayılır, istenmez olur.”1

Bu noktada toplumdaki üç kurumu; millet, ordu, padişah üçgenini ele alır ve çok önemli bir saptama yapar. Şöyle ki:

Burada işaret edilmek istenilen önemli noktalar şunlardır: * Yüzyılların getirdiği geleneklere göre padi-

düşün, Güz’12


şah ve halife dokunulmazdır. * Ulus ve ordu, bu gelenekler nedeniyle kendinden önce halifeliği ve padişahlığı düşünmektedir. * Özellikle halifesiz ve padişahsız bir kurtuluşu kavramaya yeterli değildir. * Bu inançlara karşı görüş ileri sürenler, dinsiz ve vatansız ilan edilirler. Bu önemli saptamadan sonra Mustafa Kemal kurtuluş çareleri olarak genellikle üç yol üzerinde durulduğunu, birincisinin İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek, ikincisinin Amerika’nın güdümünü istemek, üçüncüsünün bölgesel kurtuluş yollarına başvurmak olduğunu belirtir. Bu kurtuluş çarelerini saydıktan sonra Atatürk şöyle der: “...Ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım... ...Bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız bir Türk devleti kurmak... Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm!” Mustafa Kemal, vatan toprağının yabancı işgalinden kurtarılmasını ve sonrasında çağdaş bir toplum ve çağdaş bir devletin yaratılmasını amaçlıyordu.* Bu amaçların sağlanması için temel stratejiyi “ulusal bir giz” gibi içinde taşıyarak “planları evre evre uyguladığını” ancak “zaman zaman mücadeleye beraber başladığı arkadaşlarıyla aralarında anlaşmazlıklar çıktığını da” belirtir.

Çelişkiler ve Yeteneklerinin Sınırı

odtuadt.com

Bu anlaşmazlıklar özellikle, Kurtuluş’tan sonra Cumhuriyet rejiminin kuruluşu aşamasında kendisini gösteriyordu. Ancak Mustafa Kemal, çağdaş bir toplum ve çağdaş bir devlet düzeni kurulması yolunda amaçlarından ödün

vermeden yoluna devam ediyordu. Arkadaşlarıyla arasındaki bu çelişki için Atatürk Nutuk’ta tarihsel bir değerlendirme yapmıştır. Şöyle ki: “Ulusun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu buydu. Ben de öyle yaptım. Ancak tuttuğum bu uygun ve güvenilir başarı yolu; yakın çalışma arkadaşım olarak tanınmış kişilerden kimileriyle aramızda zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, yapılan işlerde köklü ve ayrıntıya yönelik anlaşmazlıklar, gücenmeler, dahası ayrılıkların da nedeni ve açıklanışı olmuştur.”

To p l a n tın ın te me l g ü n de mi, M u s ta f a Ke ma l ’de n p a diş a h l ığ ın v e ha l if e l iğ in ka l dır ıl ma y a c a ğ ın a da ir g ü v e n c e is te n me s idir. Atatürk hemen ardından şu önemli noktayı belirtir: “Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan kimileri, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet yasalarına dek uzayan gelişmelerinde, kendi düşün ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşıt olmaya başlamışlardı.”2 Atatürk, yakın arkadaşlarının bağımsızlık savaşının kazanılmasından sonraki karşıtlıklarını, onların kavrama yeteneklerinin sınırlı olmasıyla açıklamıştı. Bu karşıtlık, temel olarak açık bir biçimde Cumhuriyet’in ilanında yaşanmıştır.**

Keçiören’deki Önemli Toplantı Kuvayı Milliye orduları, ağustos ayındaki büyük savaş için en son hazırlıklarını yapıyorlardı. Ama henüz hiçbir şey belirgin değildi… Temmuz 1922’de Başbakan Rauf Orbay, Mustafa

* Bu makalede kimi yerde Atatürk, kimi yerde Mustafa Kemal adının kullanılması özel bir amaç taşımaz. Yazar için Mustafa Kemal Kuvayı Milliye’nin önderidir. O, Kuvayı Milliyeci Mustafa Kemal’den aydınlanma devrimlerinin lideri Atatürk doğmuştur. Kimi İkinci Cumhuriyetçilerin belirttiği gibi aralarında bir çelişki yoktur. Her ikisi de devrim lideridir. ** Aslında ilk büyük karşıt hareket ve ilk kırılma 4 Ağustos 1922’de Başkomutanlık görevinin uzatılması sırasında I. Meclis’te yaşandı. Başta Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey ve ikinci grup üyesi kimi milletvekilleri en kritik bir dönemde Başkomutanlığı Mustafa Kemal’den koparmak istiyorlardı. Bu konuda bkz. Alev Coşkun, Tarihi Unutmamak - Günceli Yakalamak, 3. Baskı, Cumhuriyet Kitapları, 2010, s.27-37. Nutuk’ta da bu konu ayrıntısıyla anlatılmıştır.

düşün, Güz’12 61


Kemal’i bazı önemli konuları görüşmek üzere Refet Bele’nin evine davet etti. Zaferden sonra oluşacak yeni devletin kurucuları arasındaki çelişkilerin tohumlarını göstermesi açısından Keçiören’de Refet Bele Paşa’nın evinde yapılan toplantı önemlidir. Gece başlayıp sabaha kadar süren Keçiören’deki toplantıda Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Mustafa Kemal vardır.* Toplantının en önemli konusu padişahlık ve halifelik kurumu olmuştur. Rauf Bey, Meclis’teki üyelerin padişahlığın ve halifeliğin ortadan kaldırılabileceği düşüncesinden kaygılandığını ve üzüldüğünü belirtir, “Bunun için Meclis’e ve kamuoyuna güvence vermeniz gerektiğine inanıyorum” der. Toplantının temel gündemi, Mustafa Kemal’den padişahlığın ve halifeliğin kaldırılmayacağına dair güvence istenmesidir. Atatürk’ün, Rauf Orbay’a padişahlık ve halifelik konusundaki görüşünü sorması üzerine Orbay’ın yanıtı şöyle olur: “Ben padişahlık ve halifelik makamına gönül ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı devletinin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten vardır...

Halifeye bağlılığım ise görgüm gereğidir. Bizde kamunun birliğini korumak güçtür. Bu makamı kaldırmak yıkıma yol açar.”3 Refet Paşa da, Rauf Bey’in görüş ve düşüncelerine katıldığını belirterek, “Bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir yönetim biçimi söz konusu olamaz” dedi. Ali Fuat Paşa ise Moskova’dan yeni geldiğini, durumu ve kamunun düşüncesini bilmediğini belirterek, kesin bir kanı ileri süremeyeceğini bildirdi. Mustafa Kemal bu durum karşısında şu kısa yanıtı verdi: “Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Meclis’te kimilerinin telaş ve tedirginliğe kapılmasına da yer yoktur.”4 Mustafa Kemal Nutuk’ta şu yargıya varıyor: “Akşam üzeri başlayan konuşmamız, bütün gece sabaha dek uzadı. Rauf Bey’in bir şeyi sağlamak istediğini sezinledim. Benim kendilerine, Halifelik, Padişahlık ve ileride kişisel olarak alabileceğim durum üzerinde söylediğim ve kendilerinin de inandırıcı buldukları sözleri bana kürsüden kendi ağzımla Meclis’e söyletmek.”5 Mustafa Kemal bu sözleri Meclis’te tekrarlamayı kabul etti. Ancak Rauf Orbay ve Refet Bele’nin açıkça padişah ve halife yanlısı tutum almaları çok önemli bir kırılma noktasıydı.

Padişahlık ve Halifelik Ayrılıyor Mudanya Ateşkesi’nden sonra barış konferansı için Avrupa devletleri, İstanbul ve Ankara hükümetlerini ayrı ayrı davet ettiler. Emperyalistlerin amacı, barış görüşmelerinde İstanbul ve Ankara arasındaki çelişkilerden yararlanmaktı. İstanbul’daki sadrazamdan TBMM’ye gelen telgrafta da Barış Konferansı’na birlikte gidilmesi gerektiği belirtiliyordu. İstanbul’un bu tutumu Kuvayı Milliye Meclisi’ni öfkelendirmişti. Mustafa Kemal, padişahlık makamını kaldır-

* Bu önemli toplantının ayrıntıları Söylev, age .ss.369-371’den özetlenmiştir. Ayrıca bkz. Ali Tartanoğlu, Yalnız Adam Mustafa Kemal, 2. Baskı, Ankara, Barana Yayınları, 2002, ss74-77, Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, III. Cilt. Ve Eylül 2012’de yayınlanan kapsamlı çalışma: Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk-Rauf Orbay Kavgası, Temel Yayınları, 2012, ss.299-303.

62

düşün, Güz’12


mak için bu bunalımdan yararlanmayı uygun gördü. Mustafa Kemal şöyle anlatıyor: “...Padişahlığı halifelikten ayırmaya ve önce padişahlığı kaldırmaya karar verdiğim zaman ilk yaptığım işlerden biri de hemen Rauf Bey’i Meclis’teki odama çağırmak oldu. Rauf Bey’in, Refet Paşa’nın evinde sabahlara dek dinlediğim düşüncelerini ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi, ayakta kendisinden şunu istedim: ‘Halifeliği ve padişahlığı birbirinden ayırarak padişahlığı kaldıracağız! Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz.” Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, yine bu iş için çağırmış olduğum Kazım Karabekir Paşa geldi. Ondan da bu yolda konuşmasını rica ettim.”6 Rauf Orbay, kürsüden bu konuda iki kez konuşma yaptı ve hatta, padişahlığın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesini de önerdi.* İşte Mustafa Kemal’in önderliği budur.

Mustafa Kemal’in Meclis’ten Dışlanmak İstenmesi 1 Kasım 1922’de padişahlık makamının kaldırılması, padişah yanlılarını derinden yaralamıştı. Hemen, bir ay sonra 2 Aralık 1922’de Meclis’e seçimlerde aday olacak kişilerde aranacak niteliklerle ilgili bir yasa tasarısı sunuldu.

Atatü rk, kend is in e y a pıla n padi şa h ol , h a life o l önerileri ni red d et m iş t i. Atatü rk, cum huriy et rejim i n i t em elde bir d em o k ra s iy e geçiş olarak algıla m ış t ı. Tasarıyı verenler Erzurum Milletvekili Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Albay Selahattin (Köseoğlu) ve Samsun Milletvekili Emin Bey’di.

odtuadt.com

Yasa tasarısının can alıcı noktası aşağıdaki maddedir:

“Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için, Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerli halkından olmak, ya da kendi seçim bölgesinde yerleşmiş olmak gerekir. Göçmen olarak gelenlerden Türk ve Kürtler, bir yere yerleştikleri günden bu yana beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.” Bu tasarı aslında Mustafa Kemal’i hedef alıyordu. Doğum yeri olan Selanik bugünkü sınırlar dışında kalmıştı. Herhangi bir seçim bölgesinde de beş yıl oturmuş değildi. Padişahlığı kaldıran Mustafa Kemal’den, padişahcılar öçlerini almak istiyorlardı. Erzurum ve Sivas Kongresi’ni toplayan, TBMM’nin gerçekleşmesini sağlayan üç buçuk yıl süren Milli Mücadele’nin her aşamasını yöneten, Başkomutan olarak bizzat savaş meydanlarında savaşan Mustafa Kemal’in Meclis dışına atılması isteniyor, seçimlere aday olarak katılması engelleniyordu. Atatürk, “Doğduğum kent bugünkü Misak-ı Milli sınırları dışında kaldıysa kabahat benim midir? Cepheden cepheye koştuğum için bir yerde beş yıl sürekli oturamadıysam kabahat benim midir?” diyerek Meclis’te yaptığı konuşmada girişimin nasıl kendisini hedef aldığını belirtti ve tasarı püskürtüldü.**Ama bu insafsız ve düşmanca girişim çok önemli bir kırılma noktası olarak belleklerde yer tuttu…

Cumhuriyet’in İlanına Karşı Takınılan Tavır Diğer bir kırılma noktası, Cumhuriyet’in ilanı üzerine Rauf Orbay ve Kazım Karabekir’in takındıkları tavırdır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edildiği

* Padişahlıkla halifeliğin birbirinden ayrılması ve padişahlığın kaldırılışına Mersin Milletvekili Albay Selahattin Bey ve Ziya Hurşit Bey şiddetle karşı çıkmıştır. Ziya Hurşit, İzmir suikastı davasında suçlu görülerek idam edilmiştir. ** Bu konu ile ilgili olarak Atatürk’ün Meclis’te yaptığı konuşmanın özeti Nutuk’ta verilmiştir. Bkz. age, ss.394-397

düşün, Güz’12 63


gün Rauf Orbay İstanbul’daydı. Hemen gazetelere bir açıklama yaptı, kamuoyunun ani bir olay karşısında bırakıldığını söyledi. Oysa Amasya Bildirgesi, Erzurum ve Sivas Kongresi kararları, TBMM’nin kuruluşu, 1921 Anayasası ve padişahlığın kaldırılışı artık bir Cumhuriyet’e gidildiğini açık seçik gösteriyordu. Nitekim, 27 Eylül 1923 tarhinde Neu Preie Presse gazetesine verdiği demeçte, Atatürk mevcut anayasanın aslında bir cumhuriyet rejimini öngördüğünü belirterek şunları söylemişti: “Yeni Türkiye Esas Teşkilat Kanunu’nun ilk maddelerini size tekrar edeceğim. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yürütme kudreti, yasama yetkisi milletin biricik gerçek temsilcisi olan Meclis’te belirmiş ve toplanmıştır. Bu iki kelimeyi bir kelimede özetlemek kabildir: Cumhuriyet.”7

Atatü rk ve y a k ın a rkadaşla rı nın Cum huriy et ’ i bir dikt a t ö rlük için d eğil, dem okra s i y e geçiş için ku rdu kla rı na i liş k in en ça rpıc ı kanı t , 1 9 29 y ılın d a k i M illi Eğit im Ba k a nlı ğı’ nın genelgesid i r. İstanbul basınından kimi yazarlar ve basına açıklama yapan Rauf Orbay Cumhuriyet’in ilanını bir “oldu bitti” olarak niteliyorlardı. Kazım Karabekir de Cumhuriyet’in ilanını kabul etmiyordu. Halife Abdülmecit’i ziyaret çıkışında Karabekir: “Mustafa Kemal, çıkamadığı bir makamı, yani Saltanat ve Hilafet makamını yıkmak kararındadır” diye sert bir tavır takınıyordu.8 Rauf Orbay eleştirilerini Atatürk’e olduğu kadar hükümete ve Başbakan İsmet İnönü’ye de yönelterek Cumhuriyet’i “sorumsuz kişilerce düzenlenen bir yönetim biçimi” olarak niteliyordu. Hemen ardından CHP grubunda yapılan görüşmelerde söz alan İnönü, bu görüşlere şöyle

64

düşün, Güz’12

yanıt vermişti: “Köklü bir devlet biçimi söz konusu olduğu zaman düşüncelerimiz ve dünyamız gizli kalmaz... Cumhuriyet’in ilanı, bir ulusun kutsal bir ülküsü, bir ateşi gibi ortalığı sarar...”9 Rauf Bey’in “Cumhuriyet’in ilanında acele ettiniz” eleştirisine İsmet İnönü’nün verdiği yanıt da çok ilginçtir. İnönü’nün karşılığı şudur: “Doğal sayılan bir sonuç için acelecilik söz konusu olamaz; ancak yanılgı sayılabilecek sonuçlar için acelecilik söz konusudur. Cumhuriyet’i aceleyle ilan demekle, o gün ilan edilmeyip altı ay sonraya kalsaydı, belki başka bir durum ortaya çıkardı, denilmek isteniyor ki, sözün bu anlamı ile acele edilmiştir.”10 CHP grup toplantısında yapılan bu görüşmeler, Cumhuriyet’in ilanı sırasında cumhuriyetçilerle karşıcıların düşüncelerini ortaya çıkaran çok önemli ve tarihi belgelerdir.

Kuşkunun Nedenleri Rauf Orbay ve arkadaşları, Cumhuriyet’in ilanına neden karşı çıkıyorlardı? Neden kuşku duyuyorlardı? Onlar, Atatürk’ün diktatörlüğe yöneleceği sanısına kapılmışlardı. Oysa Atatürk, kendisine yapılan padişah ol, halife ol önerilerini reddetmişti. Atatürk, cum-


huriyet rejimini temelde bir demokrasiye geçiş olarak algılamıştı. Bu husus, Atatürk’ün bizzat yazdığı Medeni Bilgiler (Yurttaşlık Bilgisi) kitabında açıkça görülür. “...Demokrasi prensibi, hakimiyetin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasi kuvvetin, hakimiyetin kaynağına yasallığına temas etmektedir. Demokrasinin tam ve en belirgin şekli Cumhuriyet’tir.”11 denilmektedir. Rauf Orbay ve Kazım Karabekir’in Cumhuriyet’in ilanı sonrasında takındıkları tavır sürdü ve sonra da “Terakkiperver Fırka”nın kuruluşuna kadar gitti.

Berna rd Lew i s , L o rd Kinro s s , St a nf ord S ha w, M a urice D u verger gibi y a ba ncı bilim adam ları At a t ürk ’ ü d ik t a t ö r ola ra k nit elem en in a s la m ü m kü n o lm a d ığı nı , o n un dem okrasi y e geçiş için s ürek l i ga yret ha rca d ığı nı ve aydı nla nma refo rm la rını yapt ığı nı belirt m iş lerd ir. Atatürk ve yakın arkadaşlarının Cumhuriyet’i bir diktatörlük için değil, demokrasiye geçiş için kurduklarına ilişkin en çarpıcı kanıt, 1929 yılındaki Milli Eğitim Bakanlığı’nın genelgesidir.

odtuadt.com

Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray, 12 Nisan 1929’da yayımladığı genelgede, yeni yetişen gençlerin sadece “Cumhuriyet’i seven” kişiler olarak değil, “bilinçli cumhuriyetçi, bilinçli demokrat ve bilinçli laik vatandaşlar” olarak yetişmeleri gerektiğini belirtiyordu.12 Bunun anlamı, demokrasiye giden, demokrasi ortamını yaratan bir Cumhuriyet yönetimidir. Atatürk’ün yayımladığı, ortaokul ve liselerde okutulan Medeni Bilgiler kitabı da bu amaçla hazırlanmıştır.

İşte bu nedenlerle Bernard Lewis, Lord Kinross, Stanford Shaw, Maurice Duverger gibi yabancı bilim adamları Atatürk’ü diktatör olarak nitelemenin asla mümkün olmadığını, onun demokrasiye geçiş için sürekli gayret harcadığını ve aydınlanma reformlarını yaptığını belirtmişlerdir. Prof. Duverger, Siyasi Partiler adlı ünlü yapıtında: “Tek partilerin genellikle totaliter partiler olduğunu, ancak faşist rejimlerde rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de demokrasi söylemi”nin aldığını açıkça belirtmiştir.13

Nedenler - Çelişkiler Milli Mücadele’ye birlikte başlayan Atatürk, Orbay, Karabekir arasındaki bu çelişkinin kuşkusuz çeşitli nedenleri vardır. Kanımızca bu nedenlerden en önemlisi psikolojiktir, bencillik duygularıdır. Yönetimde sürekli söz sahibi olmak arzusudur. Mademki ülkenin kurtuluşunu birlikte gerçekleştirdik, öyleyse daima biz söz sahibi olmalıyız istek ve içgüdüsüdür. Bu kanımızı güçlendiren ve pek bilinmeyen bir girişimden söz edeceğiz.

İnönü’ye Yapılan Öneri Lozan Konferansı dönüşü sonrasındaki günlerde, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın İnönü’ye getirdiği “teklif” son derece ilginçtir ve önemlidir. Bu tekliften İnönü’nün hatıralarında uzun uzun söz ediliyor.* İnönü şöyle diyor: “Fevzi Paşa ile bugünlerde bir mülakat (görüşme) hatırlarım. İkimiz baş başa konuşuyoruz. Fevzi Paşa bana, bundan sonra yapılacak ıslahat (düzeltmeler, iyileştirmeler) ve icraat (uygulamalar) için Atatürk’ün eski arkadaşları ile, ileri gelen arkadaşlarla görüşüp yapılacak

* İnönü Hatıraları önce iki cilt halinde 1985 ve 1987 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yayınlandı. (Yayına hazırlayan Sabahattin Selek). İki cilt bir arada, 2006’da 2. basım olarak yayınlandı. Bkz: İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, 2006.

düşün, Güz’12 65


işleri beraber kararlaştırmayı usul ittihaz etmesini (kabul etmesini) teklif etti. Kendi aralarında bunu görüşmüşler, Fevzi Paşa vasıtası ile bana da teklif ediyorlar. Ben de evet dersem, Fevzi Paşa, Atatürk’e gidip bu kararı söyleyecek ve bundan sonraki çalışmaların böyle yürütülmesini teklif edecek.”14 İnönü, bu anlatımını şöyle sürdürüyor: “İşte bütün ihtilaflar (sorunlar) bundan çıkıyor. Şikayet eden arkadaşlar, herkes, ne yapılacağını bilmiyoruz, emirvaki karşısında bulunuyoruz... Bunları bir esasa, bir beraber çalışma havasına bağlayalım, arzusundalar.”

rulda Mustafa Kemal, Orbay, Karabekir, Refet Bele, Cebesoy, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü olacak. Önce bu kişiler bir araya gelip, yapılacak işler hakkında bir karara varacaklar. 5. Temel olarak, adeta bir İhtilal Konseyi yaratmak isteniyor. Bir oligarşik, otoriter kurul yaratılmak isteniyor. 6. Eğer İnönü bu öneriyi kabul ederse, aralarında uzlaştıkları bu kararı Fevzi Çakmak gidip Atatürk’e anlatacak, adeta ona bir ültimatom verecek.

İnönü’nün Yanıtı Bu öneriye İnönü’nün verdiği yanıt çok önemlidir.

İnönü devam ediyor: “Fevzi Paşa vaziyeti anlattı, sen bu fikirde mutabık olursan, (bu fikre uyarsan), ben hepinizin namına Atatürk’le konuşurum dedi.”15 Bu önemli konuşmayı çözümlersek, şu durum ortaya çıkıyor:

İhtilal Konseyi 1. Mücadeleye birlikte başlayan arkadaşların şikayeti var. (Orbay, Karabekir, Cebesoy gibi) 2. Kendi aralarında görüşüp karara varmışlar, Fevzi Çakmak’ı İnönü ile görüşmesi için görevlendirmişler. 3. Bundan sonra yapılacak işler için önce kendileri ile görüşülüp bir uzlaşma ve anlaşmaya varılmasını istiyorlar. 4. Aslında yeni bir işleyiş modeli yaratmak istiyorlar. Buna göre, bir kurul oluşacak, bu ku-

66

düşün, Güz’12

Bu yanıtı da Hatıralar’dan aynen izleyelim: “Fevzi Paşa’ya şunları söyledim: Devletin resmi müesseseleri (kurumları-kuruluşları), devlet işlerinin, tertiplerin (düzenlerin) konuşularak, müzakere edilecek ve mutabık olunacak (birlikte karar verilerek) zamanları ve vaziyetleri tayin edilmiştir (karar zamanları ve görevlileri belirlenmiştir). Benim bütün hayatımda inandığım usul budur. Bunun için bir iç müessese (bir iç kurum) ile devlet reisini kordon altına almanın doğru olmadığı mütalaasındayım (düşüncesindeyim). ... Böyle bir teşebbüsü (girişimi) ben doğru bulmam. Kendisine bu cevabı verdim.”16 İnönü, böylece bu düzenlemeye kesin bir biçimde karşı çıkmıştı. İnönü, bu olayı “tahlil” edip, çözümleyip anlattıktan sonra şu önemli kanısını vurguluyor: “Ben esas ihtilafı (sorunu), fikirlerimiz arasında temelde fark olmasından ve beraber çalışma itimadının (güveninin) bozulmasından ibarettir şeklinde görüyorum.”17 İnönü’ye göre, sorun her devrimde ortaya çıkan bir konudur, “Baştan beri beraber çalışan arkadaşlar, bir noktada, yeni yapılacak reformlar ve takip olunacak istikametler (yönler) için fikirde mutakıp olamamışlarsa, ayrılmak mecburiyetinde kalıyorlar...”18


İşin temelinde, mademki Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yaptık, işin başından beri beraberiz, bu devleti beraber kuruyoruz, hepimiz aynı derecede söz sahibi olmalıyız düşüncesi yatıyordu. Böylece, devlet modeli içinde bir “İhtilal Konseyi” yaratalım, her şeye önce biz karar verelim, sonra Meclis’e gitsin diyorlardı.

Bu Nasıl Demokratlık? Orbay ve Karabekir’i büyük demokrat olarak tanıtan bugünün kimi liberal yazarları bu girişim karşısında acaba ne diyeceklerdir? Nitekim, İnönü, Hatıralar’da açıkça şöyle diyor: “Arkadaşlardan birçoğu Cumhuriyet ilanının vakitsiz ve sırasız olduğunu düşünüyorlardı. Vakitsiz ve sırasız olduğunu düşünürler derken, lüzumsuz olduğunu, arzu edilir olmadığını ifade etmeyi, ‘acele’ şeklinde tevile (sözü çevirmeye) çalıştıkları bilinmelidir.”19

Cu m hu riyet i lkelerin i bilm eyen, d em o k ra s inin a d ın ı dahi du yma m ış , o k um a y a zma oranı %7’le rd e o la n ve o rt a çağ dü zeyinde y a ş a y a n bir toplu m a , d em o k ra s iy i öğret m ek içi n s a va ş a n, bunun içi n Medeni B i lgiler k i t a bı n ı y a zan, bu k i t a bı büt ün ortaoku l v e li s elerd e o k ut a n bir devri m ci . . .

odtuadt.com

İnönü, Hatıralar’da daha sonraki gelişmeleri ve Terakkiperver Fırka’yı anlatır, analiz eder. Bu ayrıntılara girmek bu makalenin sınırlarını aşıyor. Ancak İnönü’nün önemli yargısını buraya alarak vurguluyoruz. İnönü şöyle diyor:

Osmanlı Reformcusu* “Terakkiperver Fırka erkanı, reformcu kimselerdi ama Osmanlı reformcusu idiler. Ben dahil, hiçbirimiz reformculukta Atatürk metotlarını daha evvel görmüş, düşünmüş, benimsemiş değiliz. Atatürk metotları meydana çıkınca, ben sükunetle (sakin bir biçimde) vaziyeti mütalaa ederek (durumu dört bir yönden düşünerek) halin, zamanın tedbirleridir (önlemleridir) diye düşünmüşümdür. Atatürk’le konuşmalarımızda, yapılabilirse bu şimdi yapılır, dediği zaman benim inanmam, ötekilerin korkması...”20

Değerlendirme Tarihsel açıdan değerlendirdiğimiz zaman, Cumhuriyet’in ilanı sürecinde, devrimciler birçok kırılma noktaları yaşamışlardır. Ulusal savaşa katılanlardan bir bölümü, Cumhuriyet düşüncesini içine sindiremiyor, Cumhuriyet ilkelerini özümseyemiyordu... Bu nedenle Atatürk’e karşı çıkıyorlar, hatta, Atatürk’ün Meclis’in dışında bırakılması girişimlerinde bile bulunuyorlardı. Cumhuriyet’in ilanından sonra, salt Cumhuriyet düşüncesine karşı çıkamayanlar onun ilanının aceleye getirildiğini öne sürüyorlardı. Ancak Meclis’te Cumhuriyet’i savunanlar, acele edildiği düşüncesini asla kabul etmiyorlar, Cumhuriyet’i ilan edenin sorumsuz kimseler olmadığını, kararın Yüce Meclis tarafından verildiğini belirtiyorlardı. Meclis’te konuşan hukukçu Abdurrahman Şeref Bey’in vurgulamaları önemlidir. Şöyle ki: “Hükümet biçimlerini birer birer saymak gereksizdir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Kime sorarsanız sorunuz, bu Cumhuriyet’tir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad kimilerine hoş gelmezmiş; varsın gelmesin.”21

* Osmanlı reformculuğu, padişah ve halifeliğin korunarak, yanında bir Meclis’in olduğu bir Meşrutiyet Yönetimi istenmesidir.

düşün, Güz’12 67


Cumhuriyet’in ilanından sonra temelde bu rejime karşı çıkanların Fevzi Çakmak kanalıyla “İhtilal Konseyi” kurma önerileri çok düşündürücüdür. Cumhuriyet ve demokrasi fikrine tamamen karşı olan bu önerinin ne yazık ki, kendilerine “demokrat” niteliği yakıştırılmaya çalışılan kişilerden gelmesi de büyük çelişkidir. İnönü’nün bu öneriye verdiği yanıt, onun Atatürk’e, cumhuriyet, demokrasi ve hukuka bağlı niteliklerinin açık bir kanıtıdır. İnönü’nün Hatıralar’da hepimiz reformcuyduk, ama Osmanlı reformcusuyduk. Atatürk’ün önerdiği model, devrimciydi. Ben düşündüm, günün koşullarını değerlendirdim, onun yanında yer aldım diyerek konuya alçakgönüllü bir biçimde açıklık getirmesi de çok önemlidir. Unutulmasın... Atatürk devrimciydi. Çağdaş bir toplum, çağdaş bir devlet yaratmak isteyen büyük bir devrimci... Cumhuriyet ilkelerini bilmeyen, demokrasinin adını dahi duymamış, okuma yazma oranı %7’lerde olan ve ortaçağ düzeyinde yaşayan bir topluma, demokrasiyi öğretmek için savaşan, bunun için Medeni Bilgiler kitabını yazan, bu kitabı bütün ortaokul ve liselerde okutan bir devrimci... Atatürk bir Cumhuriyetçiydi. Atatürk Türk toplumu için demokrasinin yollarını açmıştı... Atatürk çağdaş bir toplum, çağdaş bir devlet düzeni yaratmak istemişti. İşte laik ilkelere bağlı Cumhuriyet modelinin temeli budur...

68

düşün, Güz’12

KAYNAKÇA 1. Söylev (H.V. Velidedeoğlu sadeleştirmesi), Cumhuriyet Yayınları, s.42 2. a.g.e., s.46. 3. a.g.e., ss.369-370. 4. a.g.e., s.370. 5. a.g.e., s.370. 6. a.g.e., s.371. 7. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s.73, ayrıca bkz. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Bilgi, 2004, s.385. 8. Turan, Şerafettin, a.g.e., s.395. 9. Turan, Şerafettin, İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi, Kişiliği, Kültür Bakanlığı Yayını, 2000, s.73 10. Tartanoğlu, Ali, Yalnız Adam Mustafa Kemal, s.129. 11. İnan, Afet, Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları, T.T.K, 1969, ss.53-55, Medeni Bilgiler, Örgün Yayınları, 2003, ss.10-12. Ayrıca, Bu konudaki geniş incelememize bkz. “Atatürk, Cumhuriyet ve Demokrasi”, Teori, Mart 2010, ss.15-28 12. Turan, Şerafettin, Atatürk, s.399. 13. Duverger, Maurice, Siyasi Partiler, Bilgi Yayınevi, 1974, ss.360364. 14. İnönü, Hatıralar, age., s.437. 15. a.g.e., s.437. 16. a.g.e., s.438. 17. a.g.e., s.438. 18. a.g.e., s.438. 19. a.g.e., s.440. 20. a.g.e., s.467. 21. TBMM Tutanaklarından Aktaran Şerafettin Turan, Atatürk, s.388


MİLLİ MÜCADELE YOLUNDA ERZURUM KONGRESİ *

* Mustafa ÇEVRİM | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

odtuadt.com

Giriş Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yurdun düştüğü durumdan kurtulmanın çarelerini aramak amacıyla düzenlenen bölgesel kongrelerin en önemlilerinden biri olan Erzurum Kongresi, hem Amasya Genelgesiyle saptanan milli mücadele ilkelerinin halk iradesi ile tescillenmesini sağlamış hem de milli birliğin oluşturulmasına büyük bir katkıda bulunmuştur. Peki, Erzurum Kongresi kimler tarafından düzenlenmiştir? Kongre öncesi ne gibi gelişmeler yaşanmıştır? Kongre sırasında hangi konularda tartışmalar çıkmıştır? Kongre’de hangi kararlar alınmıştır? İşte bu çalışmada bütün bu soruların cevapları aranacaktır. İlk olarak kongrenin düzenlendiği bölge olan Doğu Anadolu’da, Mondros Mütarekesi sonrasındaki durum anlatılacaktır. Daha sonra kongrenin düzenlenmesini sağlayan Er-

zurum ve Trabzon’daki derneklerin çalışmaları incelenip, kongrenin oluşma ortamı açıklanmaya çalışılacaktır. Ardından Mustafa Kemal Paşa’nın kongreye katılma sürecine ve yaşanan olaylara değinilip, kongre sırasındaki tartışmalar ve alınan kararlar değerlendirilecektir.

Mondros Sonrası Doğu Anadolu’da Genel Durum Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Varılan anlaşma sonucu, savaş haline son verilecek, doğudaki askeri birlikler 1914 sınırının gerisine çekilecek, Türk ordusu terhis edilecek ve eldeki silah, cephane teçhizatlarının ne yapılacağı konusunda İtilaf Devletlerince verilecek talimatlara uyulacak, donanma teslim

düşün, Güz’12 69


edilecek, İstanbul ve Çanakkale Boğazları İtilaf Devletleri’nin işgalinde bulunacaktı. Ayrıca İtilaf Devletleri güvenliklerinin tehlikeye düştüğünü gördükleri her yeri işgal edebilecekleri gibi, karışıklık olması halinde başka sebebe gerek kalmadan Vilayat-ı Sitte’yi, yani Altı İl adıyla anılan Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis, Erzurum ve Sivas’ı işgal hakkına sahip olacaktı.1 İmzalanan bu anlaşma Doğu Karadeniz’de bir Pontus devleti kurmak isteyen Rumlar ile Doğu Anadolu’da Büyük Ermenistan kurma hayali güden Ermenilerin iştahlarını kabartmıştı. Rum ve Ermeniler bir yandan kurdukları çetelerle bölgede karışıklıklar çıkartarak, olası işgallerin meşruiyetini sağlamaya çalışıyor, bir yandan da yaptıkları propagandalarla bölgede çoğunlukta olduklarını iddia ederek Wilson Prensipleri’nin uygulanmasını istiyorlardı. Bunun için özellikle Rum cemiyetleri, Rusya ve Yunanistan’da yaşayan Rumları Karadeniz’e yollayıp, hem bölgedeki nüfusu artırmaya hem de silahlı direnişi kuvvetlendirmeye çalışıyorlardı.2 Osmanlı Devleti Doğu Anadolu’da oluşan bu olumsuz tablo karşısında eli kolu bağlı bir şekilde durmakta ve

hiçbir girişimde bulunmamaktaydı. Bu durum, bölgesel direnişlerin başlamasına ve herkesin kendi çaresini aramasına yol açtı. İşte bu doğrultuda Trabzon ve Erzurum’da kurulan milli mücadele derneklerinin çalışmaları Erzurum Kongresi’ne giden süreci başlatacaktı.

70

düşün, Güz’12

Trabzon Muhafaza-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti 12 Şubat 1919 tarihinde kurulan Trabzon Muhafaza-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti’nin (TMHMC) amacı Wilson Prensipleri’ne göre milli haklarımızı korumak, Doğu vilayetlerinde kurulması düşünülen Rum ve Ermeni Devleti tehlikesi karşısında bölgenin Türklere ait olduğunu ispatlamak, bölgenin Osmanlı-Türk Devleti’nin ayrılmaz bir parçası olduğunu ispat etmek ve bu doğrultuda etkili çalışmalar yapmak olarak belirlenmiştir.3

Ko n g r e ta r ih i o l a n 10 Te mmu z ’ u n II. M e ş r u tiy e t’ in il a n e dil iş ta r ihi o l ma s ı da ko n g r e de ki İttih a tç ıl a r ın r o l ü n ü ka n ıtl a r n ite l ikte dir.

Yunanlıların 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e asker çıkarması, cemiyette benzer bir durumun Trabzon’da yaşanması endişesini doğurmuştur. İzmir’in işgali tüm yurtta protestolara sahne olurken, Trabzon bu konuda sessiz kalmayı tercih etmiştir. Çünkü düzenlenecek bir gösterinin Rumları kışkırtmasından çekinilmiş ve gereksiz bir kargaşa yaratılarak olası bir işgale zemin hazırlamamak istenmiştir.4 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’ta bu durumu eleştirmiş ve TMHMC’yi ciddiyetsiz ve gevşek davranmakla suçlamıştır.5 Böylesine bir ortamda 28-30 Mayıs 1919 tarihleri arasında gerçekleştirilen ikinci kongrede, cemiyet eylem tarzını değiştirme kararı almıştır. Bu toplantıda sadece siyasi propaganda faaliyeti ile yetinilmemesi ve silahlı mücadeleye geçilmesi kararlaştırılmıştır. Alınan bu karar doğrultusunda daha sonra eski Teşkilat-ı Mahsusacılarla anlaşılmıştır. Silahlı savunma yöntemine geçiş Rumların taşkınlıklarını da bir ölçüde önlemiştir.


Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti

odtuadt.com

Trabzon’da bu gelişmeler yaşanırken, Erzurum’da kıpırdanmalar başlamıştı. Doğu Anadolu’nun haklarının savunulması konusunda ilk dernek esasen İstanbul’da kurulmuştu. 2 Aralık 1918 tarihinde kurulan Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti’nin (VŞMHMC) tüzüğünde amaç olarak Doğu bölgesinin Ermenilere verilmesine engel olmak için yurt içinde ve yurt dışında propaganda faaliyeti yürütmek esası yer alıyordu. VŞMHMC’nin Erzurum şubesi ise 6 Mart 1919 tarihinde açılmıştı. Erzurum şubesi, ilk toplantısının ardından bir bildiri yayınlamıştı. Doğu illerine iletilen bu beyannamede, Doğu illeri üzerinde Ermenilerin hak iddiasında bulunması nüfus, kültür, tarih ve coğrafya bakımından reddedilmiş, Wilson Prensipleri doğrultusunda bu gerçekleri tüm dünyaya ispat etmek için yurttaşların yardımı istenmiştir.6 Erzurum şubesi ilk etapta Trabzon’daki dernek kadar örgütlü ve faal değildi. Ancak özellikle Kars’ın Ermeniler tarafından işgali, onları da harekete geçirmişti. Önce cemiyetin yönetim kurulu değiştirilerek daha genç kişilere yer verilmiş, daha sonra da yeni bir tüzük yayınlanarak derneğin amaçları genişletilmişti. Bu tüzükle birlikte İstanbul’daki merkezle olan bağlar da biraz koparılıyor, komşu illerin dernekleriyle irtibat kurulması kararlaştırılıyor, silahlı mücadeleye yönelme fikri gündeme geliyordu.7

M u s ta f a Ke ma l ’ in a s ke r l ikte n is tif a e tme s in e r a ğ me n a s ke r i e l b is e v e p a diş a h y a v e r l iğ i ko r do n u il e ko n g r ey e ka tıl ma s ın da ki s e b e p , ko n g r e ö n c e s i ke n dis in e ka r ş ı o l u ş a n mu ha l e f e ti b ir ş e kil de kır ma k dü ş ü n c e s in de n ka y n a kl a n mış o l a b il ir. Yeni tüzük tartışmalarının sürdürüldüğü 30 Mayıs 1919 tarihli bu toplantıda ayrıca tüm Doğu illerini kapsayan bir kongre düzenlenmesi de kararlaştırılmış ve bu doğrultuda illere telgraf çekilmişti. Aynı tarihlerde Trabzon Muhafaza-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti de artan işgallerden duydukları tepkiyle ortak bir kongre yapılması konusunda Erzurum’a bir telgraf çekmeye hazırlanıyorlardı. Dolayısıyla iki girişim çakışmış oluyordu. TMHMC’liler, Erzurum’dan aldıkları teklifi sevinçle karşılamışlar ve çektikleri cevap telgrafında vatanın kurtulması için tek vücut olunacağını belirtmiş, kongrenin Erzurum’da yapılmasının güvenlik açısından daha uygun olacağını ifade ederek kongre zamanının bildirilmesini talep etmişlerdir. Telgrafların çakışması olayı çoğu kişiye bir tesadüf gibi görünse de, Erzurum VŞMHMC’nin yöneticilerinden Süleyman Necati anılarında bunu İttihatçılar olarak planladıklarını öne sürer.8 İşte tarihimize Erzurum Kongresi olarak geçecek kongre bu şekilde kararlaştırılmış oluyordu. Erzurumlular kongre hazırlıklarını görüşmek için 17-25 Haziran 1919 tarihleri arasında bir il kongresi düzenlediler. Bu toplantıda Erzurum Kongresi’nin 10 Temmuz 1919 tarihinde gerçekleştirilmesi kararlaştırılmış ve doğu illerine telgraflar çekilerek delegelerini seçmeleri istenmiştir.9 Kongre tarihi olan 10 Temmuz’un II. Meşrutiyet’in ilan ediliş tarihi olması da kongredeki İttihatçıların rolünü kanıtlar niteliktedir.

düşün, Güz’12 71


Mustafa Kemal Paşa’nın Kongre’ye Dahil Oluşu ve Kongre Öncesi Tartışmalar Bilindiği üzere Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 tarihinde geniş yetkilere sahip olarak 3. Ordu Müfettişi unvanı ile Samsun’a çıkmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderilme gerekçesi bölgedeki Rumlar ve Türkler arasındaki çatışmalar nedeniyle yaşanan karışıklıkların önlenmesini sağlamaktı. Ancak Ordu Müfettişi unvanı ile Mustafa Kemal sadece Doğu Karadeniz bölgesine değil, Ankara-Kastamonu hattından Erzurum-Van-Diyarbakır hattına kadar geniş bir coğrafyadaki tüm askeri ve idari birimlere emir verme yetkisine sahipti.10 Mustafa Kemal Paşa bu geniş yetkileri kullanarak Anadolu’da başlayan milli direnişi örgütleme yolunda faaliyetlere başlamıştı. Önce 22 Haziran 1919 tarihinde Amasya’da bir genelge yayınlayarak milli mücadelenin ilkelerini belirlemiş ve ulusun bağımsızlığını yine ulusun kendi kararı ve direnişinin kurtaracağını vurgulamıştır. Bu doğrultuda da ulusun temsilcilerinden oluşan bir kongrenin Sivas’ta toplanması çağrısını yapmıştır. Bu genelgede Erzurum’da düzenlenecek kongreye de atıfta bulunularak, eğer tüm delegeler yetişirse, Erzurum’daki delegelerin de kongrenin ardından doğrudan Sivas’a geçmeleri talep edilmiştir.11 Mustafa Kemal’in İstanbul Hükümeti’ni de karşısına alan tüm bu girişimleri, onun önce geri çağrılmasına ardından da görevden alınmasına yol açmıştır. Mustafa Kemal Amasya’dan sonra Sivas’a hareket etmişti. Ancak kendisi hakkında çıkarılan bu gizli görevden alma kararından haberi yoktu. Sivas’ta kendisini tutuklama girişimleri olması nedeniyle fazla kalmayan Mustafa Kemal, Kazım Karabekir’in bir süredir yaptığı çağrılara uyarak Erzurum Kongresi’ne katılmak üzere 3 Temmuz’da Erzurum’a geçmiştir. Erzurum’a geldiği ilk günlerde telgraf başında Padişah ve Sadrazam ile görüşen Mustafa Kemal hedeflerinden vazgeçirilemeyince

72

düşün, Güz’12

8 Temmuz tarihinde görevinden alındığı resmen kendisine bildirildi. Bu kararın ardından Mustafa Kemal askerlikten de tamamen istifa ederek sine-i millete iltica ettiğini açıklamış ve artık milli mücadeleye bir sivil fert olarak katılacağını belirtmiştir.12 Mustafa Kemal’in istifası önce çevresinde bir tereddüt doğursa da Kazım Karabekir Paşa’nın hazır ol vaziyetinde selamla “bundan sonra dahi ne emirleriniz varsa, yapmayı şeref bilirim” demesi Mustafa Kemal’i rahatlatmıştı.13 Daha sonra Rauf Orbay da vatanın ve milletin kurtuluşu ve bağımsızlığı, saltanat makamı ve hilafetin dokunulmazlığı sağlanıncaya kadar Mustafa Kemal ile beraber sonuna kadar çalışacağına yemin etmişti. Erzurum cemiyeti de kongre hazırlıklarını yürüten heyetin başına Mustafa Kemal’i getirme kararı vermişti.14 Bütün bu gelişmeler Mustafa Kemal Paşa’nın milli mücadeledeki önder rolünü teyit etmiş ve Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi hazırlıkları ile daha güvenilir ve rahat bir şekilde uğraşmasını sağlamıştı.

M u s ta f a Ke ma l is e b u hey e tin b ö l g e s e l b ir n ite l ikte o l ma s ın a r a ğ me n , S iv a s ’ ta to p l a n a c a k u l u s a l ko n g r ey i h a z ır l a y a c a k v e mil l i mü c a de l ey i y ü r ü te c e k o l ma s ı b a kımın da n b u h ey e ti ö n e ms iy o r du . Mustafa Kemal’in kongre yürütme kurulu başkanlığına getirilmesiyle çalışmalar hızlanmıştı ancak kongre tarihi olan 10 Temmuz tarihi gelmesine rağmen Trabzonlu delegelerinin dışında diğer delegeler henüz Erzurum’a gelememişti. Bu nedenle kongre tarihi 13 gün ileri alınarak 23 Temmuz günü kongre tarihi olarak belirlenmiştir. 23 Temmuz tarihi de yine aslında II. Meşrutiyet ile alakalıdır. Çünkü 1917’de yapılan takvim değişikliğiyle Rumi takvim Miladi takvim hizasına çekilip aradaki 13 günlük fark kapatılmıştı ve artık Hürriyet Bayramı 23


Temmuz’da kutlanıyordu.15 Kongrenin 13 gün ileri alınması, kongre öncesinde yaşanan bazı tartışmaları da alevlendirmişti. Bu tartışmaların başında kongrenin hangi örgüt adına açılacağı konusu geliyordu. Erzurumlular bütün faaliyetlerini merkezi İstanbul’da bulunan VŞMHMC adına ve onun bir şubesi olarak yürütüyordu. Cemiyetinin başkanı Hoca Raif Efendi de kongrenin bu anlayış doğrultusunda İstanbul merkezi adına açılmasını ve genel merkezin kongrede Mustafa Kemal ve Rauf Orbay ile temsil edilmesini istiyordu.16 Trabzon delegeleri ise bu görüşe şiddetle karşı çıkmışlardı. Onlara göre merkezi İstanbul olan bu cemiyetle Trabzon’un bir ilgisi yoktur. Kongre Erzurum ve Trabzon’un ortaklaşa iradesi ile gerçekleştiği için pasif İstanbul merkezini işe karıştırmak istemiyorlardı. Ayrıca bu kararlarında Mustafa Kemal’in genel merkez adına delege olmasının da etkisini katmak gerekir. Çünkü Trabzonlular askerlerden ziyade sivil halkın öncülüğünde bu kongrenin gerçekleşmesini istiyordu. Trabzonlular bu görüşlerinde önce diretmişler ve kabul edilmezse Trabzon’a dönecekleri tehdidinde bulunmuşlardır.17 Bu gerginlik başta Kazım Karabekir Paşa olmak üzere çeşitli kişilerin devreye girmesiyle ortadan kaldırılmış ve sorun çözüme kavuşturulmuştur. Önce Erzurum delegelerinden Cevat Bey ve Küçük Kazım istifa ederek Mustafa Kemal ve Rauf Orbay’ın onların yerlerine seçilmeleri sağlanmıştır.18 Daha sonra da Kazım

Karabekir, bazı Trabzon delegelerine Mustafa Kemal’in önemini anlatarak onun sadece delege değil aynı zamanda kongre başkanlığına da seçilmesi gerektiğini belirtmiş ve onları ikna etmiştir.19 Aynı zamanda Hoca Raif Efendi de İstanbul merkezine bir telgraf çekip kongrenin genel bir nitelik aldığını belirterek bu konuda izin istemişti. Telgrafa cevap ise ancak kongre başladıktan sonra gelecekti, zaten bundaki amaç da muhalefeti bir şekilde oyalamaktı.20

Kongrede Yaşanan Tartışmalar Erzurum Kongresi’ne katılan kişi sayısı tartışmalı da olsa 57 kişinin toplantıya katıldığını söyleyebiliriz. 57 delegenin 2’si Van’dan, 3’ü Bitlis’ten, 11’i Sivas’tan, 17’si Trabzon’dan ve 24’ü de Erzurum’dandır.21 Elazığ, Mardin ve Diyarbakır’dan seçilen delegeler ise illerin valileri tarafından engellendikleri için kongreye katılamamışlardır.22 Kongre 23 Temmuz günü Erzurum delegesi Hoca Raif Efendi başkanlığında böylece açılmıştır.23 Kongredeki ilk tartışmalardan biri Mustafa Kemal’in askerlikten istifa etmiş olmasına rağmen kongreye askeri kıyafet ve padişah yaveri kordonuyla gelmesi konusunda çıkmıştır. Özellikle Trabzonlu delegeler bu durumun kongreye askeri tahakküm gölgesi düşüreceğini savunarak buna karşı çıkmışlar ve Mustafa Kemal’in sivil kıyafetle kongreye katılmasını istemişlerdir.24 Bu gelişmelerin ardından toplantıya yarım saat ara verilmiş, Mustafa Kemal, daha önce Erzurum Valisi Münir Bey’den aldığı sivil elbiseyi giyip tekrar toplantıya katılmıştır. Mustafa Kemal’in askerlikten istifa etmesine rağmen askeri elbise ve padişah yaverliği kordonu ile kongreye katılmasındaki sebep, kongre öncesi kendisine karşı oluşan muhalefeti bir şekilde kırmak düşüncesinden kaynaklanmış olabilir.

odtuadt.com

Kongre tekrar açıldıktan sonra geçici başkan Hoca Raif Efendi kürsüye gelerek kısa bir konuşma yapmış ve ardından kongreyi yönetecek bir başkan seçilmesi gerektiğini belirtmiştir.

düşün, Güz’12 73


Oylama sonucunda Mustafa Kemal 38 oyla başkan seçilirken, Raif Efendi’ye 2, Servet Bey’e de 1 oy çıkmıştır. 3 üye olumsuz oy kullanırken geri kalanlar oy kullanmamıştır.25 Bu oylama Mustafa Kemal’e karşı var olan muhalefetin bir başka göstergesidir.

yerine 3. Ordu Müfettişliği’ne vekâlet eden Kazım Karabekir Paşa’ya bir telgraf çekerek kongre karşısında ne yaptığını sormuştur. Karabekir Paşa da cevaben “Halk, memleketimizi kimseye vermeyiz diye karar alıyor. Bu haklı teşebbüslerinden ben de lazım gelen kolaylıklarda bulunuyorum.” demiştir.29

Kongrede k a bul ed ilen t üzük ve bildi ri m et inlerine ba kıldı ğın d a , ko n gre ö n ces i hazırlana n t a s la ğa d a y a na n t ü zü k dah a bö lges el bir nit e l ik gösterirken, bi ld iri i s e bölgesell i ği a ş ıp y urt bü tü nü ne ula ş m a a rzus unu t a şı m akt a d ır.

Kongre çalışmaları sırasında Doğu Anadolu’daki tüm müdafaa-i hukuk cemiyetlerinin tek bir çatı altında birleştirilmesi kararlaştırılmış, ardından bu cemiyetin tüzüğü oluşturulmaya başlanmıştır. Tüzük çalışmalarında en çok tartışılan konu il ve ilçe örgütlenmelerinin nasıl olacağı konusuydu. Rauf Orbay’ın başını çektiği grup, cemiyetin il ve ilçe başkanlıklarına vali ve kaymakamların getirilmesini, yardımcılıklarını da bölgedeki komutanların yapmasını, böylece halkın milli mücadele konusundaki cesaretinin artacağını düşünüyordu.30 Yine Trabzonluların başını çektiği muhalefet grubu ise cemiyetin halka dayandığını, valiler başa gelirse İstanbul Hükümeti’ne bağımlı bir duruma gelineceğini, bunun yerine cemiyet başkanlarının dernek üyeleri arasından seçilmesi gerektiğini savunuyordu.31 Bu tartışmanın daha uzun sürmemesi için Mustafa Kemal devreye girmiş, Rauf Bey’i yanına çekerek bu konunun çok önemli olmadığını belirterek ısrarcı olmaması ve karşı görüştekileri kaybetmemek gerektiğini ifade ederek onu ikna etmiştir.32 Mustafa Kemal bu durumun çok önemli olmadığını ifade etse de kuşkusuz kendisi de İstanbul Hükümeti’ne bağlı bir yapıyı arzu etmediğinden Rauf Bey’i ikna etmeye çalışmıştır.

Başkanlığa seçilen Mustafa Kemal yaptığı konuşmasında, Mondros Mütarekesi’nden sonra oluşan tabloyu özetledikten sonra, tek çarenin milli iradeyi hâkim kılmak olduğunu, milli iradenin kimsenin karışamayacağı şekilde ancak Anadolu’dan doğabileceğini belirtmiş, bu nedenle milli iradeye dayanan bir Millet Meclisi’nin meydana getirilmesini ve gücünü milli iradeden alacak bir hükümetin kurulmasını kongrenin ilk hedefi olarak göstermiştir.26 Kongrenin ilk günü tamamlandıktan sonra İstanbul’daki Damat Ferit hükümeti aynı akşam ajanslara bir demeç vererek toplantıyı yasa dışı ilan etmişti. Damat Ferit’e göre, kongre bir Mebuslar Meclisi niteliğindeydi ve bu nedenle anayasaya aykırıydı. Dolayısıyla kongrenin askeri ve sivil makamlarca önlenmesi ve dağıtılması gerekirdi.27 Bu gelişmenin üzerine 26 Temmuz tarihinde Kongre Heyeti imzasıyla hükümete bir telgraf çekilerek kongrenin anayasaya aykırı olarak gösterilmesinin ve Anadolu’da karışıklık çıktığından söz edilmesinin İtilaf Devletleri’nin işine yarayacağı ve bu durumun Mondros Mütarekesi gereğince bölgenin işgalini haklı çıkaracağı belirtilerek demeç protesto edilmiştir.28 Aynı gün Harbiye Nezareti de Mustafa Kemal’in

74

düşün, Güz’12


Kongredeki tartışmaların bir diğeri de, cemiyetin yürütme kurulu olarak faaliyet gösterecek Heyet-i Temsiliye’nin görev ve yetkileri üzerine idi. Heyet-i Temsiliye her türlü siyasi karar alma yetkisine sahip olup, bir nevi geçici hükümet gibi çalışacaktı. Trabzon delegeleri yine bu duruma muhalefet etmişler, bu denli önemli bir görev üstlenecek olan Heyet-i Temsiliye’deki üye sayısının artırılmasını, kritik kararlarda da kongrenin olağanüstü toplantıya çağrılmasını istemişlerdi. Trabzonlu delegelerin bu istekleri kabul edilmiş ve Heyet-i Temsiliye en az 9, en çok 16 kişiden oluşacak bir yapıda kurulmuş, Heyet-i Temsiliye’nin önemli kararlarda illerdeki heyetlere danışması ve gerektiğinde olağanüstü kongre toplanması kararlaştırılmıştı.33

odtuadt.com

Heyet-i Temsiliye’ye Mustafa Kemal ve Rauf Orbay’ın girip girmemesi meselesi de yine tartışma doğuran konulardan birisiydi. Bu sefer, Mustafa Kemal’in en yakınındaki kişiler de kararsız kalmıştı. Mustafa Kemal’in heyete girmesini istemeyenlerin gerekçesi, asi durumuna düşmüş bir kişinin seçilmesinin doğuracağı sakıncalar üzerineydi. Mustafa Kemal ise bu heyetin bölgesel bir nitelikte olmasına rağmen, Sivas’ta toplanacak ulusal kongreyi hazırlayacak ve milli mücadeleyi yürütecek olması bakımından bu heyeti önemsiyordu.34 Nitekim Gazi Mustafa Kemal Nutuk’ta karşı görüşte olanların çekincelerini anlayışla karşıladığını, ancak böylesine büyük davalarda bir önderin öne atılması gerektiğini, bu durumda o zaman başka bir kişi olmadığından işi şansa bırakamayacağını belirtmiş ve gelişmelerin kendisini haklı çıkardığını vurgulamıştır.35 Mustafa Kemal Paşa, bu tartışmalar devam ederken yakın arkadaşlarının görüşlerini öğrenmek için onlardan boş bir kâğıda gizlice düşüncelerini yazmasını istemişti. Görüşlerini yazan kişilerden Kazım Dirik, Hüsrev Gerede, İbrahim Tali Bey olumsuz görüş bildirirken, Mazhar Müfit Bey ortada bir görüş bildirmiş, sadece İbrahim Süreyya Bey Mustafa Kemal ve Rauf Bey’in heyete girmesi gerektiğini belirtmiştir. Mustafa Kemal daha sonra biraz önce bahsettiğim gerekçeleri arkadaşlarına

izah etmiş ve onları ikna etmiştir.36 Daha sonra yapılan seçimlerde 9 kişilik heyet belirlenmiştir. Heyette şu kişiler yer alıyordu; Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Hoca Raif Efendi, Servet Bey, İzzet Bey, Bekir Sami Bey, Sadullah Bey, Hacı Musa Efendi, Hacı Fevzi Efendi.37 Kazım Karabekir her ne kadar kendisinin de heyete seçildiğini anılarında yazsa da, kendisi heyete seçilmemiş daha sonra tüzüğün özel maddesi gereğince heyete dahil edilmiştir.38

Ko n g r e de b ir ç o k ko n u da c iddi ta r tış ma l a r v e f ikir a y r ıl ıkl a r ı mey da n a g e l miş , mil l i mü c a de l e n in il e r l ey e n s a f h a l a r ın da g e r ç e kl e ş e c e k ş idde tl i mu h a l e f e tin il k s in y a l l e r i v e r il miş tir. Kongre’nin kapanmasına yakın ise ilginç bir gelişme yaşanmıştır. Görüşmeler bitmek üzereyken Trabzon delegeleri Ömer Fevzi, İbrahim Hamdi, Ali Naci ve Yusuf Ziya Beyler başkanlığa bir önerge verdiler. Bu önerge görüşülmekte olan ve bitme aşamasına gelen tüzük ve beyannameden bağımsız apayrı bir tüzük ve program tasarısıydı. 22 maddelik bu program adem-i merkeziyet esasına dayalı ve Prens Sabahattin hareketinin görüşlerini yansıtır bir nitelikteydi.39 Ayrıca programın bir maddesinde milli savunma için düzenli ordu birlikleri yerine milis kuvvetlerinin oluşturulmasının istenmesi de kongreye katılanlarca Bolşeviklik olarak nitelendirilmiştir.40 Bir siyaset partisi programını andıran bu tasarının tam kongre bitimine denk getirilmesi de delegelerce art niyetli bulunmuş ve kongreyi baltalama girişimi olarak görülüp reddedilmiştir.41 Gazi Mustafa Kemal de Nutuk’ta Ömer Fevzi Bey hakkında çok ağır sözler söylemiştir. Kongre boyunca devam eden muhalefetin kaynağı olarak kendisini görüp Ömer Fevzi için düşman casusu, hain gibi ifadeler kullanmıştır.42

düşün, Güz’12 75


Ömer Fevzi ve ekibinin bu girişiminin ardından tüzük ve beyanname son haline getirilmiş ve kabul edilmiştir. Ancak bu kararları 18 kişi imzalamamıştır. Bu rakam kongreye katılan kişilerin yaklaşık üçte birini oluşturmakta olduğundan, Erzurum Kongresi’nde nasıl ciddi bir muhalefetin olduğu açık bir şekilde görülmektedir.43 Kongre çalışmaları tamamlandıktan sonra Mustafa Kemal kısa bir konuşma yaparak kongreyi kapatmıştır. Bu konuşmada Mustafa Kemal şunları söylemiştir: “Ulusumuzun umut ve kurtuluş ile çırpındığı en heyecanlı bir zamanda saygıdeğer kurulunuz, her türlü güçlüğe katlanarak burada, Erzurum’da toplandı. Duyarlı ve soylu bir ruh ve pek sağlam bir iman ile vatan ve ulusumuzun kurtuluşuna ilişkin esaslı kararlar aldı. Özellikle bütün dünyaya karşı ulusumuzun varlığını ve birliğini gösterdi. Tarih bu kongremizi kuşkusuz ender ve büyük bir eser olarak yazacaktır.”44

M u st a f a Kem a l’ i n d e belirt t iği gibi d uy a rlı ve s o y l u bir ru h i le gerçek leş t irilen Erzu ru m Ko ngres i’ n i t a ri h “ender ve büy ük bi r es er ” ola ra k ya zm ış t ı r. Kongre Kararları Kongrede kabul edilen tüzük ve bildiri metinlerine bakıldığında, kongre öncesi hazırlanan taslağa dayanan tüzük daha bölgesel bir nitelik gösterirken, bildiri ise bölgeselliği aşıp yurt bütününe ulaşma arzusunu taşımaktadır. Bildiride özetle şu noktalar vurgulanmıştır; tüm doğu illeri birbirinden ve Osmanlı toplumundan ayrılamayacak bir bütün oluşturmaktadır. Ulusal bağımsızlığın elde edilmesi için milli iradenin egemen kılınması gereklidir. Rum ve Ermeni işgallerine karşı konulacak, bu azınlıkların hakları korunacak, ancak ayrıcalıklar verilemeyecektir. Doğu Anadolu uzun yıllar boyunca Müslümanların çoğunlukta olduğu bir bölge olup, bölge

76

düşün, Güz’12

ile ilgili bu esaslara göre karar alınmalıdır. Ulusumuz insani ve çağdaş amaçları yüceltir, bu nedenle vatanın bütünlüğü korunmak şartıyla emperyalist amaçlar gütmeyen devletlerin ekonomik ve teknik yardımı alınabilir. Ulusal iradeye dayalı bir hükümet kurulabilmesi için ulusal meclisin bir an önce toplanması gerekmektedir. Vatanın içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için kurulan dernekler artık Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Derneği adı altında birleşmiştir. Derneğin yönetimi ve mücadelenin örgütlenmesi Temsil Heyeti tarafından gerçekleştirilir.45 Kabul edilen tüzükte de bildirideki ifadelere ek olarak şu esaslar karar altına alınmıştır: Osmanlı Devleti dağılma tehlikesi gösterirse ve hükümet Doğu Anadolu’yu terk ederse, derhal Doğu Anadolu’da bir geçici hükümet kurulacak, Temsil Heyeti derhal kongreyi toplayacaktır. Temsil Heyeti kararı olmadan bölge dışına göç etmek yasaklanmıştır. Temsil Heyeti vatanın bağımsızlığı için her türlü siyasi karar ve tedbiri alır. Önemli ve esaslı meselelerde illerdeki heyetlerin görüşünü alır ve kesin karar için kongreyi toplar. Temsil Heyeti Doğu Anadolu’nun tamamını temsil eder.46


Sonuç

odtuadt.com

Sonuç olarak, Erzurum Kongresi milli mücadele tarihimizin önemli aşamalarından birini teşkil etmektedir. Erzurum Kongresi sonucunda, Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Derneği kurularak, dağınık halde bulunan derneklerin birleşmesi yönünde önemli bir adım atılmış, bu adım Sivas Kongresi sonrası kurulacak olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği’nin çatısını oluşturmuştur. Yine Erzurum Kongresi sonrası kurulan Temsil Heyeti, Büyük Millet Meclisi açılana kadar siyasi mücadeleyi yürütecek olup bölgesel mücadelenin ulusal düzeye taşınmasını sağlayacaktır. Kongrede alınan kararlar doğrultusunda vatanın bütünlüğü, birbirinden ayrılamaz olduğu kuvvetli bir şekilde vurgulanmış; bağımsızlık mücadelesi için gerekirse milli iradeyi esas kılan ayrı bir yapılanmaya gidilebileceği açık bir şekilde dile getirilmiştir. Erzurum Kongresi aynı zamanda milli mücadelenin ilk muhaliflerini doğurması bakımından da önemlidir. Kongrede birçok konuda ciddi tartışmalar ve fikir ayrılıkları meydana gelmiş, milli mücadelenin ilerleyen safhalarında gerçekleşecek şiddetli muhalefetin ilk sinyalleri verilmiştir. Özellikle Trabzon ili Erzurum Kongresi sonrası bu muhalefetin en önemli kalesi haline gelecektir. Ancak her türlü tartışmaya rağmen alınan bu önemli kararlar göz önüne alındığında, Mustafa Kemal Paşa’nın da belirttiği gibi “duyarlı ve soylu bir ruh” ile gerçekleştirilen Erzurum Kongresi’ni tarih “ender ve büyük bir eser” olarak yazmıştır.

KAYNAKÇA 1. Goloğlu, Mahmut, Milli Mücadele Tarihi – I, Erzurum Kongresi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s.5 2. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 1. Kitap, İmparatorluğun Çöküşünden Ulusal Direnişe, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2008, s.162 3.Akbal, İsmail, Milli Mücadele Döneminde Trabzon’da Muhalefet, Serander Yayınları, Trabzon, 2008, s.84 4. a.g.e., s.97 5. Atatürk, Kemal, Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2011, s.16 6. Dursunoğlu, Cevat, Milli Mücadelede Erzurum, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2000, s.43 7. a.g.e., ss.58-59 8. Akbal, a.g.e., s.98 9. Goloğlu, a.g.e., s.62 10. Turan, a.g.e., s.174 11. Atatürk, a.g.e., ss.21-22 12. Goloğlu, a.g.e., s.71 13. Karabekir, Kazım, İstiklal Harbimiz-1, Emre Yayınları, İstanbul, 2000, s.222 14. Dursunoğlu, a.g.e., ss.91-92 15. Akbal, a.g.e., s.109 16. Goloğlu, a.g.e., s.79 17. Akbal, a.g.e., s.110 18. Dursunoğlu, a.g.e., s.96 19. Goloğlu, a.g.e., s.199 20. Akbal, a.g.e., s.111 21. Goloğlu, a.g.e., s.88 22. Dursunoğlu, a.g.e., s.107 23. Akbal, a.g.e., s.113 24. a.g.e., s.114 25. Turan, a.g.e., s.234 26. Atatürk, a.g.e., s.39 27. Turan, a.g.e., s.236 28. Goloğlu, a.g.e., s.98 29. Karabekir, a.g.e., s.247 30. Kansu, a.g.e., s.105 31. Akbal, a.g.e., s.116 32. Dursunoğlu, a.g.e., s.109 33. Goloğlu, a.g.e., s.102 34. Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, ss.106-107 35. Atatürk, a.g.e., s.49 36. Kansu, a.g.e., ss.109-111 37. Turan, a.g.e., s.238 38. Kansu, a.g.e., ss.114-115 39. Akbal, a.g.e., s.117 40. Kansu, a.g.e., ss.103 41. Dursunoğlu, a.g.e., s.110 42. Atatürk, a.g.e., s.47 43.Akbal, a.g.e., s.124 44.Turan, a.g.e., s.239 45.Turan, a.g.e., ss.240-242 46.Dursunoğlu, a.g.e., ss.153-162

düşün, Güz’12 77


TÜRK DIŞ POLİTİKASININ DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ* düşün Konuk

* Nüzhet KANDEMİR | Emekli Büyükelçi

Atatürk Dış Politikası Çerçevesinde Hatırlanacak Birkaç İlkesel Gerçek İç politikada geçici kazanımları amaçlayan beyanların ve davranışların, dış politikada ulusal çıkarlara ters sonuçlar verdiğini unutmamak gerekir. Dış politika uygulayıcılarından beklenen; ülkeleri adına yürütecekleri her türlü girişim ve müzakerede, ülkelerinin uzun vadeli çıkar ve beklentilerini, diğer ülkelerin çıkar ve talepleri ile bağdaştıracak çözüm formüllerini milletçe kabul edilebilir sağlam bir çerçeveye oturtabilmeleridir. Engebeli ve çetin diplomasi yollarında, önde gitmek hevesine kapılıp da sırtını karşıtlarına dönmek tehlikelidir, zira ileri aşamalarda eline fırsat geçirenler bu konumunuzu aleyhinize kullanırlar. Bu bağlamda, uluslararası hukuk çerçevesinde, ulusça edinilmiş

hak ve çıkarlardan herhangi bir taviz verilmemesi esastır. Üçüncü ülkelerin ya da uluslararası kurum ve kuruluşların, ülkenizin ulusal çıkarları ile uyum göstermeyen istek ve taleplerde bulunmaları doğaldır. Onların, bu istek ve taleplerini elde edebilmek için verecekleri sözler, sonuç itibariyle, kâğıda dökülüp imzalanmadıkları sürece, sözde kalmaya mahkum olacaktır. Türk dış politikasının, yabancı ülkelerin çıkarlarına dayalı talep ve dayatmalar ile değil, Atatürk Türkiyesi’nin ve Cumhuriyetimizin, uzun vadeli ulusal çıkarları ışığındaki gereksinimler doğrultusunda sabırla yönlendirilmesi esastır. Diplomasi, dış politika hedeflerine ulaşabilmek için, kişisel ve partisel ihtirasları bir kenara bırakarak, eldeki mevcut olanakları, ülkenin güvenliği ve ulusal çıkarlarından ödün vermeden

Bu metin Emekli Büyükelçi Nüzhet Kandemir tarafından, 19 Mart 2012 tarihinde gazeteci-yazar Muharrem Sarıkaya ve AİHM eski yargıcı Rıza Türmen’in de katılım sağladığı “Türkiye’de Adalet ve Dış Politika” başlıklı 2011-2012 Bahar Dönemi açılış etkinliğinde sunulmuştur.

78

düşün, Güz’12


kullanma sanatıdır. Daha Cumhuriyetimizin kuruluşu aşamasında, tüm olumsuz koşullara ve uluslararası toplumun engellemelerine karşın Türk diplomasisi, olanakları en iyi şekilde değerlendirme ve ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanma sanatının Lozan’da mükemmel bir örneğini vermiştir.

Lozan’dan Günümüze Atatürk’ün bizlere bıraktığı mirası korurken, ülkemizi daha da ileri götürmek ve yüceltmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış olan geçmişteki devlet adamlarımızın dirayetli ellerinde, Türk dış politikasının, Lozan’dan Soğuk Savaş’ın sona erdiği döneme değin geçirdiği evreleri, sadece ana hatları ile hatırlamaya çalışalım.

odtuadt.com

I.Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkan uluslar arasında, bir tek Türkiye, bu savaşın olumsuz sonuçlarını, kısa bir süre içinde telafi etmiştir, üstelik müttefik kuvvetlerle yeni bir barış antlaşmasını eşitler arası çerçevede müzakere etmeyi başarmıştır. Türkiye bu dönemde ne ittifak halinde olduğu ülkelerin kazandığı zaferin avantajlarından yararlanmak ne de potansiyel büyük bir güç olmak konumundaydı. Türkiye’nin uluslararası alanda kendini kabul ettiren güçlü bir konuma ulaşma mücadelesi her türlü övgüye değerdir. Mustafa Kemal Atatürk’ün izlediği diplomasi, savaş sonrasında elde kalan tüm olanaklardan azami ölçüde yararlanmasını bilmiştir. Mustafa Kemal, Rusya ve Batı ile ayrı ayrı müzakere yürütürken, eş zamanlı olarak, aynı süreçte, çıkarları gereği ortak davranış sergileyen bu iki tarafla masaya oturup müzakereden de kaçınmamıştır. Bir yanda tek taraflı müzakereden sağladığı kazanımları diğer yanda çok taraflı bir ortak pazarlık peşinde olanlara karşı koz olarak kullanabilmiştir. Atatürk diplomasisi ulusaldır. Ulusal davalarımız ve çıkarlarımızın elde edilebilmesi açısından amaçlanan hedefleri doğru tanımlayarak, eldeki her türlü aracı, kararlılıkla, bu ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanabilmiştir.

Kurtuluş Savaşımızın Türk ordularının zaferiyle sonuçlanmasının ardından, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupa’nın büyükleri, İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyetiyle Mudanya’da bir araya geldiklerinde bir mütareke yapmaktan başka çarelerinin kalmadığını anlamışlardır. 24 Temmuz 1923 tarihinde ise Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun önündeki tüm engelleri kaldırmış ve o dönemin koşullarında Türk tarafının beklentilerini olanakların elverdiği azami ölçüde karşılamış bir uzlaşı belgesi olan Lozan Antlaşması’nı, herhangi bir taviz vermeden bugün de uygulamayı sürdürmek bizlerin vazgeçilmez bir borcudur. Bu antlaşma, müzakere masasında oturan karşı tarafta bulunan ülke temsilcilerinin gösterdikleri güçlü direnç ve sergiledikleri olumsuz tutuma rağmen, büyük bir mücadele veren Türk diplomasisi sayesinde elde edilmiştir.

Tü r k dış p o l itika s ın ın , y a b a n c ı ü l ke l e r in ç ıka r l a r ın a da y a l ı ta l e p v e da y a tma l a r il e de ğ il , A ta tü r k Tü r kiy e s i’ n in v e C u mh u r iy e timiz in , u z u n v a de l i ç ıka r l a r ı ış ığ ın da ki g e r e ks in iml e r do ğ r u l tu s u n da s a b ır l a y ö n l e n dir il me s i e s a s tır. Lozan’ın ardından, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan ve Atatürk’ün vefatına kadar geçen dönemi kapsayan, 1919 ile 1939 yılları arasındaki siyasi gelişmeleri değerlendirdiğimizde, geçmişin edilgenlik ve duygusallıklarından tamamen soyutlanmış, dengeli, hesaplı, gerçekçi, güvenilir ve tutarlı bir dış politikanın tüm devlet ciddiyetiyle uygulandığını görmekteyiz. Misak-ı Milli ile belirlenen sınırlar içinde kalmak, iyi komşuluk, ahde vefa (verdiği sözde durma), içişlerine karışmamak ve

düşün, Güz’12 79


tüm ülkelerle dostça ilişkiler kurmak gibi temel dış politika ilkelerine dayandırılan bu politika sayesinde Türkiye, güvenilir ve dostluğu aranan bir ülke olarak dünya siyaset sahnesinde kendini kanıtlamıştır. 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün ebediyete intikalinin ardından 14 Mayıs 1950’ye kadar, Türk dış politikasında ilke itibariyle bir değişiklik görülmemiştir. Türkiye, zaman zaman tehdit ya da şantaj boyutlarına varan ağır baskılara göğüs germe yeteneğini göstermiş, böylece II. Dünya Savaşı’nın son aşamalarına kadar bu savaşın dışında kalabilmeyi başarmıştır.

Bü yü k ve güçlü d evlet leri n birbirleri y le k ıy a s ıy a çekişt i kle ri, fevk a la d e çalka ntılı ve h a s s a s bir dönem de ulus a l çık a rla rı ö n planda tu t a n t em k in li bir dengelem e po lit i k a s ı ile Tü rkiye, d iplo m a s i s ın a vında ba şarı lı b ir ö rn ek d a ha sergilem iş t ir. 1944 yılı ortalarında, Avrupa’nın savaş sonrası fotoğrafını isabetle tahmin eden Türkiye, yayılmacı emeller sergileyen Sovyetler Birliği’nden gelebilecek tehlikeleri dikkate alarak, savaş dışı kalma politikasının, bu kez Türkiye’yi yalnızlığa mahkûm edeceği ve savaş sonrasındaki barış müzakerelerinde söz hakkına sahip olamama sonucunu vereceğini de görmüş, İngiltere ve ABD ile yakın temas ve istişarelere öncelik vermiştir. Bunun sonucu olarak, 2 Ağustos 1944 tarihinde Almanya ile ve 6 Ocak 1945 tarihinde de Japonya ile ilişkileri kesme kararı almıştır. Churchill, Roosevelt ve Stalin arasında Şubat 1945’te Yalta’da yapılan görüşmelerde, “1 Mart 1945 tarihi itibariyle, sadece Almanya ve Japonya ile savaş durumunda olan ülkelerin Birleşmiş Milletler Konferansı’na kurucu üye olarak katılabilecekleri” yolunda alınan

80

düşün, Güz’12

kararın ardından da, Türkiye 23 Şubat 1945’te bu iki ülkeye karşı savaş ilan etmiştir. 1947 Paris Antlaşması müzakere edilirken, Türkiye Oniki Adalar ve diğer bazı sınır düzenlemeleri konusundaki beklentilerini belki tümüyle karşılayamamıştır. Buna mukabil, Sovyetler Birliği’nin, Boğazlar rejiminde değişiklik yapılması yolundaki, sonuçları çok tehlikeli isteklerinin önünü tümden kesmeyi başarmıştır. Batı İttifakı içindeki yerini kuvvetlendirmek suretiyle, Cumhuriyet’in ilanından başlayarak, II. Dünya Savaşı sonuna kadar bağımsız bir politika izleyen Türkiye’nin bu tutumu, ilerideki dönemlerde önemini kanıtlamıştır. Büyük ve güçlü devletlerin birbirleriyle kıyasıya çekiştikleri, fevkalade çalkantılı ve hassas bir dönemde ulusal çıkarları ön planda tutan temkinli bir dengeleme politikası ile Türkiye, diplomasi sınavında başarılı bir örnek daha sergilemiştir.

Günümüzdeki Genel Görüntü Kuşkusuz ki Türk dış politikası çok boyutluluğunu korumalıdır. ABD kadar Rusya ile, aynı ölçüde, Avrupa ve özelde Avrupa Birliği ile iyi ilişkiler içinde olmak ve Arap Dünyası’nı ihmal etmeden İsrail ile de diyaloğu korumak gereklidir. Ancak, böyle bir denge politikası izlenirken kullanılacak araçlar, yollar ve sorumlu devlet adamlarının kamuoyları önünde benimseyecekleri üslup büyük önem taşır. Bu arada, büyük sıfatını verdiğimiz güçlerin “karşılıksız bir şey yapmayacakları” ve kendileri açısından ödün sayılabilecek herhangi bir fedakârlıkta bulunmayacakları iyi bilinip değerlendirilmesi gereken gerçekler arasındadır.

Uluslararası İlişkilerde “ Ortaklık” Kavramı: Uluslararası arenada, diğer ülkelerle ilişkilerimizde, kullanılan söz ve benimsenen kavramları dikkatle seçmek zorunluluğu vardır. Bu zorunluluğa aykırı bir örnek özellikle dikkat çekiyor. “Stratejik ortaklık” kavramı siyasi


çevrelerimizde, ısrarla kullanılmakta ve belki bazı çevrelerde beğeni ile de karşılanmaktadır. “Stratejik ortaklık”, iki ülke arasında her alanda uyumlu davranma yükümlülüğünü de beraberinde getiren ve ülkelerin, diplomatik ve siyasi olduğu kadar, askeri alanlardaki zorluklarının da üstesinden gelinebilmesi için, “davranış birlikteliği” sergilenmesini gerekli kılacak bir ortaklık türüdür. İç politika alanında kısa vadede belki bir rahatlık ve siyasi getiri sağlar. Ancak, uzun vadede ülkelerin coğrafi ve stratejik konumları kadar, toplumsal ve tarihsel duyarlılıkları ve yükümlülükleri çerçevesinde, değişik türde ortaya çıkması zorunlu olacak davranış, tepki ve uygulama sıkıntılarına da yol açar. Bunun yanı sıra, örneğin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi uluslararası forumlarda, “stratejik or-

tak” ülkeler arasında yaratılan beklentilere ters düşecek, çözümü zor olan sürtüşmelerin ve düş kırıklıklarının ortaya çıkması kaçınılmaz olur.

odtuadt.com

Son yıllarda, stratejik ortaklarımızın sayısı, söylemlere bakılırsa, giderek artmıştır. ABD, İngiltere, Rusya Federasyonu, Suriye, İran ve Irak’ı bu bağlamda sayabiliriz. Türkiye ile bu ülkeler arasında, örneğin ABD’nin Kanada, İngiltere ve İsrail ile olan ortaklığı benzeri bir stratejik ortaklıktan nasıl bahsedilebilir? Kanaatimce, en doğrusu, ülkemizin bugün vardığı her alandaki gelişmişlik düzeyi de dikkate alınarak, “geliştirilmiş ortaklık ilişkilerinden” (enhanced partnership) bahsetmek en gerçekçi davranış olacaktır.

XXI. Yüzyıldaki Türk Dış Politikasının Gerçekleri ve Beklentiler Neredeyse yarım asır süren “Soğuk Savaş” döneminin sona ermesini izleyen yıllarda, Sovyetler Birliği’nin dağılmış olmasının yanında, “Bağlantısızlar Hareketi”nin varlığına rağmen, yine de sadece iki kutuplu olduğu algısı adeta zihinlere nakşedilmiş olan dünyamızda, beklenen yeni dengelerin garantisini oluşturacak türde bir başat güç ortaya çıkamadı. İşte bunun içindir ki, tüm aksine söylemlere rağmen, belirsizlik ve tereddüt havasının dağılması hiç de arzulanan süratte ve düzeyde gerçekleşemedi. Tereddüt ve belirsizliklerle dolu bir ortam içindedir ki, Balkanlar’dan Kafkaslara, Orta Asya’dan Orta Doğu’ya kadar uzanan ve her an siyasi, ekonomik ve sosyal karakterli büyük depremlere elverişli fay hatlarının bulunduğu bir istikrarsızlık alanında Türkiye bir istikrar adası gibi görülmeye başlandı. Türk dış politikası, bu soğuk savaş döneminde, önceleri dostluk elini uzatan Sovyetler Birliği’nin daha sonraki aşamalarda yarattığı ve belleklerden silinmeyen düşmanca davranış algısının etkisinden kurtulamadı. İki ülke arasında ortaya çıkan toprak uyuşmazlığını, o günün şartlarında, kendi başına çözüme kavuşturmakta zorlanacağı endişe ve korkusu ile hareket eden Türkiye, geriden kendisine destek çıkacak güçlü müttefiklerin arayışına girdi. Kısıtlayıcı bir endişe psikolojisi içinde, kendi güvenli yaşam ve etki alanını be-

Tü r kiy e ’ n in iç e r ide mev c u t s o r u n l a r ın ı b ir a n ev v e l ke s in ç ö z ü ml e r e ka v u ş tu r ma s ı, h u ku ka v e ö z g ü r l ü kl e r e mu tl a k s a y g ıl ı “Ö r n e k Ül ke Tü r kiy e ” ima j ın ı, a n a y a s a l g e r ç e kl e r e dö n ü ş tü r e re k p e kiş tir me s i, s a y g ın l ık v e in a n dır ıc ıl ık ka z a n ma s ı g e r e kir.

düşün, Güz’12 81


lirlemek zorunda kaldı. Türkiye, o zaman mevcut konjonktür bağlamında, arkasına alacağı desteğin Batı’dan gelmesini sağlamak üzere bir tercih yaptı ve yaptığı bu tercih yönünde kararlılıkla yürüdü. Bu zorunlu siyasi davranış, zaman içinde Türkiye’nin Batı dünyasının bir parçası olduğu kanaatini perçinledi. Bu arada Türkiye, kuruluşları tamamlanan siyasi, ekonomik ve savunma amaçlı uluslararası örgütlere bazı zorluklarla da olsa üyeliğini kabul ettirdi. “Batı” dendiğinde Avrupa Birliği, kaçınılmaz olarak, bu Batı’nın bir simgesi halinde ortaya çıkmış ve Türkiye, Avrupa Birliği’ne üyeliği vazgeçilmez bir devlet politikası olarak benimseyip korumuştur. Yarım asırdır süren ve tam üyelik perspektifini içeren bu politikanın sonuçları alınamadığı gibi, AB’nin Türkiye’ye karşı izlediği ikircikli ve samimiyet dışı davranışlar da, süreç boyunca gözle görülebilir olmakla beraber, geç de olsa, zaman içinde idrak edilmeye başlandı.

Batı dünyasının parçası haline gelen Türkiye, güvenlik alanındaki beklenti ve gereksinimlerini güvence altına almıştı. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, ülkemizdeki bazı çevrelerin iddialarına göre, ”durağan” ve olayların gerisinden giden; ayrıca -yine aynı tür iddialara görebaşta Orta Doğu olmak üzere, bölge ülkeleri ve özellikle Türkiye’nin komşuları bağlamında, tarihten gelen ilişkileri sözde göz ardı eden bir siyasi çizgi izledi. Bu çizgi ülkedeki bir takım çevreler kadar bazı komşu ülkelerin de değişik beklentilerine kuşkusuz uygun düşmedi.

82

düşün, Güz’12

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra, daha yumuşak bir zeminde cereyan eden uluslararası ilişkilerin, değişik ve proaktif politikalar geliştirilmesine müsait olduğunu gören Türkiye, zamanında durağan diye nitelenip eleştirilen politikalar yerine, kendi gerçeklerine uygun düşmese de, “çok yönlü” şeklinde tarifini bulan, değişik dış politikalar geliştirmeye başladı. Buna ilave olarak, süratle küreselleşen dünyamızda belki bundan daha süratli ve güçlü şekilde devrimsel nitelikteki teknolojik gelişmeler ortaya çıktı ve bunların yarattığı “karşılıklı çıkar bağımlılığı” sonucunda, devletlerin tek seçici ve karar verici olmaktan çıkması ve bireyler üzerindeki etki ve kontrolünün görece azalması olayına şahit olduk. Günümüzde Türk dış politikasının saptanıp uygulanmasında, güvenlik faktörünün eskiden oynadığı birincil rolü kaybetmesine paralel olarak, bireylerin ve onların kurdukları sivil toplum kuruluşlarının ifade etmeye çalıştıkları iradelerinin de hesaba katılması zorunluluğu, yavaş da olsa, kendini göstermektedir. Ayrıca, Türkiye “Batı âlemi” için ifade ettiği ekonomik ve jeopolitik değer ve önemin ayırdına ve bilincine varmaktadır. Bundan böyle, hükmetmekten ziyade hizmet etmeyi ön planda tutmak zorunda olan devlet, dış politikada karar alırken, bireylerin ve onların hayata geçirdiği sivil toplum kuruluşlarının görüş ve kanaatlerine, geçmişe oranla, giderek daha fazla yer vermek zorunda kalacaktır diye ümit ediyorum. Önümüzdeki devrelerde, dış politika odaklarında sırf soyut güvenlik ve siyasi gereksinimlerin değil, somut ekonomik, ticari ve piyasa duyarlılıklarının da etkin rol oynaması kaçınılmaz olacaktır. Bu arada, Türkiye’nin istikrarlı, saygın ve sözüne güvenilir bir devlet olma vasfını koruması; hukukun, insan haklarının, adaletin ve özgürlüklerin hüküm sürdüğü ve bunlardan, her ne bahane ile olursa olsun, taviz verilmediği bir güzel köşe olmak vasfını kazanması zorunluluğu vardır. Bu ölçekte küreselleşen bir dünyada artık hiçbir ülke, mevcut sorunları ile


Tü rkiye’nin , bö lge bağla m ınd a k i ulus la ra ra s ı ilişki lerinde va rd ığı n o k t a d a kom şu la rla “ s ıfır s o run ” poli tikasın a t ers bi r t a blo olu şt u ğu gö rülm ek t ed i r. uğraşırken, “Benim iç işimdir, sorunu istediğim gibi çözerim” diyerek kendisine yönelecek talep ve eleştirileri savuşturabilmek imkân ve kabiliyetinin kalmadığını idrak ederek, yöneticilerin bu olguyu er ya da geç içlerine sindirmeleri, söylem ve davranışlarını da ona göre ayarlayıp uyarlamaları gerekecektir. Batı eksenine olan ilgisi görece azalan ve buna mukabil bölgesel eksendeki rolünün arttığı görülen Türkiye’nin önünde, sonuç olarak böyle top koşturacağı pek çeşitli sahalar açılmıştır. Bu sahalarda, proaktif olmak, sorunları asgariye çekmek, mümkünse sıfırlamak, fiziksel olduğu kadar, art niyetsiz bir zihinsel beceri ve kıvraklık ister; sürat ve basiret ister. Her şeyden önce de, iç politikanın kısa vadeli çıkar arayışlarından kesinlikle uzaklaşmak ister. Günümüz şartlarında, artık eskiden kalma söylem ve metotları kullanarak başarı kazanmanın mümkün olmayacağı görülüyor. Yeniliklere, beklenmedik gelişmelere kuşkusuz ayak uydurmak gerekir. Ancak, bunu yaparken imkân ve kabiliyetlerimizi çok iyi hesaplamalı, tartıp biçmeliyiz. Kabul edilebilir sınırların ötesine geçerek gereksiz düşmanlıkları, kıskançlıkları, kin ve nefret duyguları ile yüklü bulutları üzerimize çekmemek gibi büyük bir beceriye de sahip olmamız gerekir.

odtuadt.com

Tekrar vurgulayacak olursak, ister Batı ister bölgemiz bağlamında olsun, Atatürk dış politikası, bazılarının iddia ettiği gibi, statik, yani “durağan” değildir. Ancak, içinde bulunulan ulusal ve uluslararası şartların gereklerini küçümseyerek, ülkeye uzun vadede zarar verecek hatalara düşmekten de titizlikle kaçınır. Ülkemiz ve milletimizin uzun vadeli çıkarlarını ön planda tutup gözeten bir anlayışa sahiptir.

Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yılını idrak etmemize az bir zaman kala, küresel koşulların önemli değişikliklere uğradığını hep birlikte izliyoruz. Ana eksen ve amaçlar değişmeden, o eksenin çevresinde oluşan ve halkımızın beklentilerine de uygun düşecek şartların değerlendirilmesi, yeni davranış kodlarının belirlenmesi doğaldır ve eşyanın tabiatına uygundur. Avrupa’ya ayağını sağlam basan bir Türkiye dünyanın diğer bölgeleri ile de güçlü ilişkiler geliştirmelidir. Birbirini dengeleyici ve tamamlayıcı güçler ortaya çıkmakta olduğuna göre, geliştirilecek politikaların sürdürülebilir, inandırıcı ve saygın olması beklenir. Hiddete kapılarak bu güçlerden birini bırakıp diğerini tercih eder bir yola girmek sakıncalı olur. Onun içindir ki, artık kaçınılmaz hale gelen çok yönlü siyasetin taşıdığı riskleri de iyi hesaplamamız ve ülkemiz için en düşük riskle en yüksek faydayı elde edebilecek, iç politikadan arındırılmış yolları arayıp bulmamız beklenir. Zihinlerin gerisinde tutmakta yarar olan husus, küresel veya ona yakın bir güç konumuna girmiş olan büyük ülkelerle kurulu dostlukları sürdürmenin ve onlar karşısında özgün gücünüzden fedakârlık etmeden hareket edebilmenin önemli bir dış politika becerisi gerektirdiği gerçeğidir. Günümüzde dünya adeta bir belirsizlikler okyanusuna dönüşmüştür. Bu çalkantılı ve fırtınalı okyanusta yelken açmak öyle dışarıdan görüldüğü kadar kolay olmayacaktır. Maharet ve deneyim sahibi kaptanlara ihtiyaç olacağı gibi, büyük dalgalara dayanıklı yapıda, dengesi yerinde bir tekneye sahip olmak da önemlidir. Türkiye, bölgesindeki komşu ülkelerle olan tarihi ve stratejik derinlikteki özgün ilişkilerini zorlayarak, Suriye ve İran örneklerinde görüleceği gibi, “aktif oyun kurucu” bir rolü denemektedir. Aslında, Türkiye benzer bir rolü, ancak tedbirde kusur etmeden, daha 80’li yıllarda İran-Irak savaşı cereyan ederken, savaşan iki ülke arasında izlediği “aktif tarafsızlık siyaseti” temelinde ortaya koymuş ve o zamanki şartlar çerçevesinde, önemli ölçüde başarı da sağlamıştır.

düşün, Güz’12 83


Günümüzde, Avrasya-Orta Doğu ekseninde mevcut istikrarsızlık ve dengesizlik alanı, yaşadığımız bölge özelinde ve dünya genelinde dengeleyici bir güce olan gereksinim ve arayışları daha da artırmış bulunmaktadır. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’nin içeride mevcut sorunlarını bir an evvel kesin çözümlere kavuşturması, hukuka ve özgürlüklere mutlak saygılı “Örnek Ülke Türkiye” imajını, anayasal gerçeklere dönüştürerek pekiştirmesi, saygınlık ve inandırıcılık kazanması gerekir. Bölgemizde coğrafi ve sosyal duyarlılıklar ve ters yönlerde beklentiler yoğundur. Bu karmaşık ortamda etkinlik kazanmak için, ortak aklı hâkim kılarak, kendi kimliğimizin damgasını taşıyan çözüm formülleri üretmek gerekir. Atatürk Türkiyesi’nde dış politikanın önünü açacak ve dengeleyici rol oynama şansını artıracak olan da budur.

İran-Irak-Suriye Eksenindeki Son Gelişmeler ve Türkiye Türkiye İran ilişkileri, öteden beri genellikle dostane çerçevede süregitmekle beraber, bu iki ülke arasında daima bir “nüfuz rekabeti” mevcut olmuştur. On milyar doları aşkın bir ikili ticaret hacmine ulaşılan günümüzde Türkiye petrol ihtiyacının yüzde yirmisini, doğal gaz ihtiyacının ise yüzde on birini İran’dan karşılamaktadır. Genel tablo böyle olsa da, NATO’nun “Füze Savunma Erken Uyarı Radarı”nın ülkemiz topraklarında konuşlandırılması, İran’ın “Nükleer Programı”, iki ülkenin genelde “Arap Baharı” ya da, Arap akademisyenlerin tercih ettikleri tabirle, “Arap Değişim Rüzgârı” dediğimiz olguya özellikle de, Suriye’deki olaylara bakış ve yaklaşım farklılıkları; bunlara ilaveten Irak genelinde ve Kuzey Irak özelinde Türkiye ve İran arasındaki rekabeti, sürekli su üstüne çıkmayan, adeta “uyutulan sorunlar” olarak burada hatırlamakta yarar vardır. İran, “Arap Değişim Rüzgârları”nın yarattığı gelişmeleri, 1979 İran İslam Devrimi’nden ilham alan “İslami Uyanış Hareketleri” olarak görmek-

84

düşün, Güz’12

te; ancak, Batı’nın halk hareketlerinin yönünü değiştirmeye çalıştığını, örneğin Libya’daki NATO harekâtının halkın meşru davasını desteklemek bahanesi ile ülkenin petrol kaynaklarının paylaşımına yönelik olduğunu vurgulamaktadır. Başta Hamas, Hizbullah, Lübnan ve İslami Cihad olmak üzere, İran’ın en büyük müttefiki olan Suriye konusundaki karşıt politikalar, bölgeyi etkilemek çabalarında iki ülke arasındaki ilişkilerde açıkça dile getirilmeyen rahatsızlıkları da bünyesinde taşımaktadır. Bu arada, Irak genelinde zaten mevcut olan İran etkisinin, Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin geri çekilmesinden sonra giderek arttığı görülmektedir. İran, Irak’taki Şii partileri birleştirerek merkezi hükümeti tümüyle bunların kontrolüne almak; eski Baasçıların affa uğrayıp geçmişte yer aldıkları kurumlarına iadesini önlemek ve Irak’ın İran’ı dengeleyebilecek askeri bir güç haline dönüşmesinin önünü kesmek gayreti içindedir. Bu amaçlarla, İran’ın Irak’taki Şii militanlara her türlü eğitim ve teçhizat yardımı yaptığı bilinen bir gerçektir. İran’ın Irak Şiilerinin birliğini sağlayamayışında, bir bölüm Iraklı Şii din adamının mollalara karşı mesafeli davranmasının ve genelde Irak halkının İran’daki Molla rejimine karşı olumsuz bakışının da rol oynadığı bir gerçektir. İran’ın Irak’taki etkinliğini artırma politikasının ülkemizle, özellikle Kuzey Irak bağlamında, bir çıkar çatışmasını tetiklemesi ihtimali her zaman mevcut olabilir.


Amerikan güçlerinin çekilmesi ile Irak’taki şiddet olaylarının hız kazanması bu ülkede iç savaş beklentilerini gündeme getirmiştir. Görünen odur ki, olaylar bir iç savaştan ziyade Bağdat ve dolaylarındaki bölgede Şii ve Sünni Araplar arasında mezhepsel bir çatışmaya dönme istidadı göstermektedir. Bu bağlamda, Orta Irak’ta Sünni Arapların çoğunlukta oldukları kesimde, Kuzey Irak benzeri, otonom bir idare ve yapılanma istekleri daha fazla duyulur olmuştur. Kürtler giderek kilit bir role soyunmaktadır ve Cumhurbaşkanı Talabani “milli bir konferans” toplamak için gayret sarf etmektedir. Başbakan Maliki’nin Türkiye’yi ve bölge politikalarını suçlayan tehditlerini izleyen süre içinde, Irak Şiilerinin önde gelen liderlerinden olan Ali Sistani Ankara’ya gelerek, medya haberlerinden anlaşılabildiği kadarıyla, -zira resmi bir açıklama yapılmamıştır- ilişkileri yumuşatmaya yönelik görüşme ve girişimlerde bulunmuştur. Onu takiben Sünni Başbakan Yardımcısı Mutlaq ile Kuzey Irak Dışişleri sorumlusu Ankara’yı ziyaretle görüşmelerde bulunmuşlardır. Arkasından, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Murat Özçelik’in, kuzeyden güneye, Irak’ı ziyareti gelmiştir.

odtuadt.com

Suriye politikamızın Beşar Esad yönetiminde yarattığı hoşnutsuzluk ve Maliki’nin tehdit havasındaki sert ifadeleri hesaba katıldığında, Türkiye’nin, bölge bağlamındaki uluslararası ilişkilerinde vardığı noktada komşularla “sıfır sorun” politikasına ters bir tablo oluştuğu görülmektedir. Buna rağmen Suriye konusundaki tutum ve politika ısrarlı ve güçlü bir tarzda sürdürülmektedir. “İnsani Yardım” koridoru kurmanın dışında, muhalifleri silahlandırmak ve komşu ülke topraklarına girmek gibi yorum ve iddialar duyulmakta ve bunlar medyamızda yer almaktadır. Türkiye’nin, bazı uluslararası çevrelerin ve NATO benzeri kuruluşların telkin ve beklentilerine uyarak, yabancı bir ülke topraklarına fiili müdahale gibi, geri dönüşü olmayacak şekilde bir maceraya kendini kaptırmaması ümit edilir.

Suriye vesilesiyle, Orta Doğu bölgesinde “ılımlı”larla “aşırılık” yanlıları arasındaki çizgiler açıkça ortaya çıkmıştır. İran’ın, siyasi olduğu kadar maddi ve manevi önderliğinde hareket eden Irak’la beraber, Suriye ve Lübnan’dan oluşan “Şii Fay Hattı”, Suriye’de Esad rejiminin çökmesi sonucunda, önemli bir kırılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Suriye’de yaşanan insanlık dramı eski ve yeni Arap rejimlerinin ilgi odağı olduğu gibi ABD ve AB ile birlikte Türkiye’nin de ilgi odağı halindedir. Değişik çıkar ve nedenlerle de olsa, bu ülkelerin beklenti ve dikkatleri Şam’da demokratik çerçeveye uyumlu, bireysel hak ve özgürlüklere gündeminde yer verebilecek yeni bir rejimin oluşması noktasında yoğunlaşıyor. 16 Şubat 2012 tarihinde, Beşar Esad’a iktidardan çekilme çağrısı içeren Arap Ligi kararını desteklemek üzere, BM Genel Kurulu’nda büyük bir çoğunluğun oyları ile alınan karar bu olgunun teyidi mahiyetindedir. İran, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti Beşar Esad’ın düşmesini önlemeye yönelik olarak ellerinden gelen her türlü çabayı göstermektedir. Buna karşın, ister bölge dışından ister bölge içinden olsun, çıkışı olmayan vahim sonuçlar verecek silahlı bir müdahale düşünülemeyeceği varsayılırsa, ılımlılar cephesini oluşturan ülkeler arasındaki zayıf ve kırılgan ittifak sağlamlaşıp kendini ispat edemezse ve Suriye içindeki muhalif grupların dağınıklığı ve birbirlerinden kopukluğu giderilemezse, biraz önce değindiğim, İran, Irak, Suriye ve Lübnan’dan oluşan “Şii Fay Hattını” oluşturan bugünkü “Hilal”in yarın “Dolunay”a dönüşmesini önlemek hiç de kolay olmayacaktır. Böylece, Suriye halkı da kendi kaderlerine terk edilmiş ve onlar açısından ortaya çıkan yeni, sakin ve demokrasiye yönelik bir Orta Doğu’ya kavuşma hayali de uzun yıllar sonrasına ötelenmiş olacaktır. Sonuçta, “Arap Baharı Rüzgârları”nın, genel çerçevede, uzun ve kahredici bir dondurucu kış rüzgârına dönüşmesi olasılığı yüksek gözükmektedir.

düşün, Güz’12 85


KÜRESELLEŞME SÜRECİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME* düşün Bildiri

* ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak öncelikle bize sunum yapma imkanı sağlayan Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’ne teşekkür ederiz.** Yıllardır üzerinde tartışılan küreselleşme kavramı bugün her boyutuyla insanların ve devletlerin durumunu etkilemektedir. Bu nedenle, küreselleşme kavramı hakkında fikir sahibi olmak, üretilen yeni düşüncelerin günün koşullarına uygun olabilmesi açısından oldukça önemlidir. Sunumumuzda öncelikle küreselleşme kavramının tarihsel sürecini, bu süreci hazırlayan olguları, küreselleşmeye olan yaklaşımları ele alacak, sonra Kemalizm’in küreselleşmeye nasıl yaklaşması gerektiğini ve yaşadığımız bu sürecin ulus devletler üzerinde olan etkisini tartışacağız.

Küreselleşme 1960’lardan itibaren sık sık tartışılan ve güncelliğini koruyan geniş kapsamlı bir kavramdır. Bugün küreselleşme kavramı ekonomide olduğu gibi sosyal alanlarda, politikada, kültürde aynı zamanda ekolojik ve teknik alanda yaygın olarak kullanılmaktadır.1 Temelde bir dönüşüm sürecini ifade eden küreselleşme kavramının birçok tanımı yapılmaktadır. Bu noktada sürecin tüm boyutlarını kapsayan Steger’ın küreselleşme tanımına yer verebiliriz; “Küreselleşme dünya ölçeğindeki toplumsal karşılıklı bağımlılıkları ve mübadeleleri meydana getiren, çoğaltan, yaygınlaştıran ve yoğunlaştıran toplumsal süreçlerin çok boyutlu kümesini ifade etmektedir. Bu süreçler

** Bu bildiri 4 Mart 2012 tarihinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü tarafından düzenlenen “13. Demokratik Cumhuriyet Üniversiteleri Platformu”nda sunulmuştur.

86

düşün, Güz’12


aynı zamanda, insanların yerel olanla uzakta olan arasında mevcut bağlantılardaki güçlenmeyi giderek daha çok fark etmelerini kolaylaştırmaktadır.”2

Bi reyselli ğ i ö n e çık a rt a n n eo-li beral po li t ik a la rın s o s y al ve siya sal a la nd a k i t em s i lcis i ola ra k görebileceğim i z postm odern a k ı m ı n kü reselleşme s üreci ni h ızla ndı ran bir fik irs el a lt y a p ı s u ndu ğu nu s ö y ley ebiliriz.

odtuadt.com

“Küreselleşme olgusu süreklilik arz eden toplumsal değişmenin bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Bu olgunun kapsamındaki gelişmelerin kapitalizm, sanayileşme, modernleşme gibi süreçlerden kaynaklanan sosyal, ekonomik, teknolojik ve siyasi gelişmelerin bir sonucu olduğu söylenebilir.”3 Bu noktada küreselleşmenin tarihi gelişimine değinmek faydalı olacaktır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi 1960 yılından itibaren dünyada küresel çapta değişimler hızlanmıştır. Fakat dünya çapındaki küresel ilişkilerin gelişmeye başlaması çok daha eski zamanlara dayanmakta ve bu zaman Kant’ın dünya barışına, evrensel barış için çağrısına ve hatta Helenizm’e kadar götürülmektedir.4 Toplumların tarih boyunca ülkeler arası ticaret yollarını kullanmaları, göç etmeleri ve sürdürdükleri savaşlar, kültürel ve ekonomik etkileşimi başlatmıştır. Zamanla teknolojinin gelişmesi ile insanlık yeni arayışlar içerisine girmiş, Coğrafi Keşifler sonrasında insanlar gittikleri yerlere hem kendi kültürlerini götürmüş hem de keşfettikleri yerlerin kültüründen parçalar almışlardır. Bu sırada tarihte bu süreçlerin yoğunluğunu ve küresel kapsamını yeni düzeylere çıkaran çarpıcı teknolojik ve toplum sıçrayışlarının gerçekleşmesi devam etmiştir.5 Örneğin telgraf, telefon, radyo ve uçak gibi icatlar da toplumdan topluma geçmiş ve küreselleşme sürecine katkıda bulunmuştur.

Günümüzde, bilimsel ve teknolojik gelişmelerle bilgi aktarımı artmakta ve bunun sonucunda birbirine yakınlaşan toplumlar arasında küresel bir bağ oluşmaktadır. Özellikle “1980’li yıllardan itibaren bilgi teknolojilerinin yaygınlık kazanması, dünyada mesafe kavramının bilinen gerçek anlamını ortadan kaldırmıştır.”6 Bugün insanlar televizyon ve internet gibi araçlar sayesinde sadece kendi ülkelerindeki olayları değil başka ülkelerde meydana gelen olayları da takip edebilmektedir. Ortadoğu’da internet üzerinden örgütlenilerek meydana gelen halk hareketlenmelerinden tüm dünyanın çok hızlı bir şekilde haberdar olması kitle iletişim araçlarının küresel çapta bir yankı uyandırabileceğine güzel bir örnektir. Tüm bu gelişmeler ile beraber modern kurumlara saldırı şeklinde ortaya çıkan ve bugün hala tam olarak tanımlanamamakla birlikte bireyselliği öne çıkartan neo-liberal politikaların sosyal ve siyasal alandaki temsilcisi olarak görebileceğimiz postmodern akımın küreselleşme sürecini hızlandıran bir fikirsel alt yapı sunduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda da bahsedildiği üzere birden fazla boyutu olan küreselleşme kavramına sadece ekonomik yönden bakmak doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Dolayısıyla biz de küreselleşmeyi ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan incelemeye çalışacağız. Ekonomik anlamda küreselleşme, dünya ölçeğindeki karşılıklı ekonomik etkileşimlerin yoğunlaşmasını ve yaygınlaşmasını ifade etmektedir. Önemli ölçüde yaşanan sermaye ve teknoloji akışları mal ve hizmet ticaretini teşvik etmiştir. Piyasalar dünyadaki yaygınlık alanlarını genişletmiş ve bu süreç ulusal ekonomiler arasında yeni bağlantılar oluşmasını sağlamıştır. 21. yüzyılın küresel ekonomik düzeninin önemli yapı taşları olan dev ulus-ötesi şirketler, güçlü uluslararası ekonomik kuruluşlar ve büyük bölgesel ticaret sistemleri ortaya çıkmıştır.7 Uluslararası şirketlerin ve pazar alanlarının varlığıyla uluslararası sınırlar en aza indirilmiş ve böylece ülkeler geniş bir ekonomik ağın parçası haline gelmişlerdir. Küreselleşmenin bir

düşün, Güz’12 87


diğer boyutu olan siyasi anlamda küreselleşme “dünya üzerinde siyasi ilişkilerin yoğunlaşmasını ve genişlemesini ifade eder.”8 Temelde küreselleşmenin siyasi boyutu egemenliğin, demokrasinin ve ulus-devlet kavramlarının bu süreçten nasıl etkileneceğiyle alakalıdır. Ayrıca bugün, herhangi bir ülkenin siyasetini etkileyen bir olay sadece o ülkeyi ilgilendirmemekte, tüm dünyada yankı bulmaktadır. Bu sebeple yaşanan güvenlik sorunlarına çözüm bulabilmek amacıyla Birleşmiş Milletler ve NATO gibi

ulus-üstü yapılar kurulurken kitlesel tepkiler verebilmek adına sivil toplum kuruluşlarının biraraya geldiğini görüyoruz. Kurulan bu uluslararası birliklerle daha çok gündeme gelen sınır ötesi problemler ülkelerin birbirleriyle olan iletişimini artırmış ve daha etkin bir dış politika stratejisi oluşturmalarını zorunlu kılmıştır. Son olarak kültürel anlamda yaşanan küreselleşme ise, “dünya üzerindeki kültürel akışların artmasını ve yayılmasını ifade eder.”9 Bu akışların artması toplumlar arasında ekonomik ve siyasi ilişkiler olduğu sürece kaçınılmazdır. Böyle bir durumda bir toplumun bir diğerinin kültüründen bazı parçaları kendi toplumuna götürmesi doğal bir süreçtir. Bugün ne yazık ki insanların yoğun miktarda Coca Cola tüketmesi ya da Burger King’e gitmesine indirgenen kültürel küreselleşme, yüzyıllardır insanlar arasındaki etkileşimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan giyim, dil, aile yapısı ve yaşam tarzında meydana gelen değişimlerdir. Bugün internetin ve diğer

88

düşün, Güz’12

yeni teknolojilerin sağladığı olanaklar sayesinde bireycilik, sürekli tüketim ve çeşitli dini ve etnik ifade tarzları, daha önce görülmemiş bir serbestlikle ve yaygınlıkla dünyayı dolaşmaktadır. Görüntüler ve düşünceler bir yerden diğerine daha kolay ve hızlı bir şekilde gönderilebilir hale geldikçe, insanların gündelik yaşamlarını derinden etkilemektedir. Günümüzde, kültürel uygulamalar çoğu kez kent ve ulus gibi sabit yerellikleri aşmakta ve sonunda egemen küresel temalarla etkileşim yoluyla yeni anlamlar kazanmaktadır.10 Toplumların kültürel özelliklerinin küresel bir biçimde yayılmasının en belirgin örneği kullanılan dillerin küreselleşmesidir. Kuşkusuz İngilizce’nin dünya çapındaki yaygınlığı üzerinde 16. yüzyılda artan İngiliz sömürgeciliği nedeniyle İngilizlerin başka toplumlarla etkileşim içerisine girmesi etkili olmuştur. Ancak bugün onu küresel anlamda önemli yapan bilim ve teknolojinin dili olmasıdır. Bu noktadan hareketle ise bugünün en değerli hazinesi olan “bilgiyi” ve onun ürünü olan bilim ve teknolojiyi üreten toplumların diğer toplumlar üzerindeki kültürel anlamda doğal bir üstünlüğü olduğunu görebiliriz. Bu noktada şuna da değinebiliriz ki küreselleşme bir yandan kültürel benzeşmeye sebep olurken bir yandan da toplumların kendi kültürlerini ayakta tutma içgüdüsüyle yerelleşmelere sebep olmaktadır. Küreselleşmenin farklı boyutlarına değindikten sonra küreselleşmeye ve onun topluma etkilerine ilişkin farklı yaklaşımlardan bahsetmek faydalı olacaktır. Bu yaklaşımları Radikal(aşırı küreselleşmeci), şüpheci(küreselleşme karşıtı) ve dönüşümcü olarak üç temel grupta toplayabiliriz. Radikaller, küreselleşmenin insanlık için yararlı olduğunu düşünmektedirler. Bu yaklaşımın savunucularından Buzan ve Segal’e göre teknolojik ve ekonomik gelişmelere bakılarak Batı medeniyetinin alternatifsiz olarak dünyaya hakim olacağı söylenebilir. Tüm kültürlerin karışacağı, medeniyetlerin tek bir medeniyet (Batı Medeniyeti) altında buluşacağı bir süreç başla-


mıştır.11 Radikallerin bakış açısıyla küresel piyasa, ulusal ekonominin yerini almıştır ve piyasalar artık devletlerden daha güçlüdür. Buradan yola çıkarak sosyal devletin varlığını yadsırlar. Radikallerin tam karşısında yer alan şüpheciler ise küreselleşmenin yeni bir olgu olduğunu kabul etmezler. “Küreselleşmeyi kapitalizmin savaşçı olmayan işleyiş mantığı ya da jeo-ekonomik emperyalizm olarak değerlendirirken (Gray 1998), küreselleşmenin, beklenilmeyen bir olgu olmadığını sadece bu sürecin aşırı küreselleşmeciler tarafından abartılarak bir efsane haline getirildiğini öne sürmektedirler. Dünya ekonomisi geçmişte olduğundan daha az bütünleşmiştir. Bunun yanında ulusal hükümetler, uluslararasılaşmanın edilgen mağdurları olmamalıdırlar.”12 Şüphecilere göre dünya evrensel değerlerle bir bütün olma yolunda değil tam tersine kutuplaşma yolunda gitmektedir. Son olarak dönüşümcü yaklaşıma göre, küreselleşme toplumlardaki değişimlerin temelindedir ve kaçınılmaz bir süreçtir. Bu değişimlerin altında yatan sebepler ise kitle iletişiminin ve ulaşımın hızla gelişmesidir. Dönüşümcülere göre “Ekonomi daha çok hizmet sektörüne bağlı hale gelmiştir. Bilgi, boş zaman, iletişim, elektronik ve finans ekonomisi içeren hizmetler ekonomideki en önemli hizmetler haline gelmiştir. İletişim devrimi sayesinde anında haberleşme olanağına kavuştuğumuzdan beri, eski yapılar yıkılmaya, eski alışkanlıklar unutulmaya ve kültürler de diğer kültürlerle karşılıklı etkileşime girmeye başlamıştır.”13

odtuadt.com

Küreselleşme olgusuyla birlikte birçok tartışma gündeme gelmiştir. Tüm bu tartışmaların odağında ise bugünün kabul gören politik formu olan ulus devletlerin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği ile ilgili değerlendirmeler bulunmaktadır. Radikaller küreselleşme sürecinde ulus devletlerin yıkılacağına dair görüşe sahiptir. Modernizmin bir ürünü olan ulus devletlerin postmodern dünyada işlevlerini yitirdiğini düşünen Radikaller yaşanan sürecin ulus devletler için sonun başlangıcı olacağını belirtmektedirler. Bu yaklaşımın temsilcilerinden Drucker’in

“Dünya sistemi ulus devlet sisteminden çoğulcu sisteme geçmekte, milli egemenlik alanı diye bir şey kalmamaktadır. Siyasal yapıdaki bu değişim ‘egemen devlet ötesi’ çağa geçiş olarak ifade edilebilir. Transnasyonellik (uluslar arası), bölgecilik ve aşiretçilik ulus devleti sıkıştırmaktadır. Paranın transnasyonel hale gelişi milli ekonomiyi, enformasyonun transnasyonel oluşu da ‘milli’ ve ‘kültürel’ kimliği yok etme yolundadır. Tüm bunlara bakarak küresel medeniyetin artık ütopya olmaktan çıktığı, ufukta görüldüğü söylenebilir.”14 ifadeleri radikallerin bugün için

K ü r e s e l l e ş me b ir y a n da n kü l tü r e l b e n z e ş mey e s e b e p o l u r ke n b ir y a n da n da to p l u ml a r ın ke n di kü l tü r l e r in i a y a kta tu tma iç g ü dü s ü y l e y e re l l e ş me l e r e s e b e p o l ma kta dır. ulus devlet modeline yüklediği misyonu açıkça göstermektedir. Küreselleşmeye farklı bir yaklaşımda bulunan şüpheciler, küreselleşmenin emperyalizmin ve kapitalizmin eseri olduğuna dair düşünceleriyle ulus devletlerin yıkılmaya çalışıldığına ve bu sürecin itinayla planlandığına inanırlar. Aynı zamanda ulus devletlerin işlevini yitirmediği görüşüne sahiptirler. Bu yaklaşımın temsilcilerinden Falk’ın “Ne dünya devleti ne de bölgesel devlet ihtimal dahilinde değildir. Ulus devlet siyasi kimliğin başlıca kaynağı olmaya devam edecektir. Devletin değiştiği, rolünün zayıfladığı ortadadır. Uluslararası kuruluşlar ve ulus-ötesi kuruluşların gerisinde kalmasının ise bilinçli bir çabaya dayanan boyutu da söz konusudur.”15 ifadeleri şüphecilerin ulus devletin varlığının devam edeceğine olan inancını göstermektedir. Bu konuda son olarak ele alacağımız dönüşümcülerin hem küreselleşmeye hem de ulus devlete yaklaşımları daha gerçekçidir. Dönüşümcüler, radikallerin belirttiği gibi ulus devletlerin işlevini yitirmekte olduğuna ve sınırların kalktığı küresel bir dünyaya gidildiğine inanma-

düşün, Güz’12 89


maktadırlar. Dönüşümcülerin küreselleşmeye radikallerin ve şüphecilerin aksine ideolojik açıdan değil sürecin iyi ve kötü yanlarını değerlendirebilen bir bakış açısıyla yaklaştıklarını söylemek mümkündür. Genel olarak dönüşümcüler, egemenlik anlayışının değiştiğine inanmakta ve eskisi gibi bağımsız milli ekonomi politikalarının uygulanamayacağını düşünmektedir. Bu sebeple ulus devletlerin yeni bir forma girmesi gerektiğiyle ilgili yorumlarına rastlanabilir. Dr. Köksal Şahin dönüşümcülerin ulus devlete bakış açısını şöyle aktarmaktadır: “Küreselleşme, geçmişten çok farklı geri dönüşümü mümkün olmayan bir olgudur. Küresel pazar ve medeniyet beklentisi ise bir ütopyadır. Bu süreçte ulus devlet önemli denilecek boyutta değişim yaşamaktadır. Milli ekonomi ve politika eskisi kadar etkili olmamakta, devletler milli özgünlüğü ve kültürel homojenliği sürdürmekte daha az muktedir durumdadır. Ancak, ulus devlet otorite ve güçlerini yeniden yapılandırarak temel siyasi aktör olmaya devam etmektedir.”16 Anlaşılaca-

K ü reselleş m ey i y ö net ilm es i gereken bir s üreç o la ra k ele alm ak v e bugün y a ş a n a n soru nları bu s ürecin a d a let s iz yöneti m i o la ra k değerlendirm ek d a h a d o ğru ola cakt ı r. ğı üzere dönüşümcüler, dünyada yaşanılan bu süreçte ulus devletlerin varlığını sürdüreceğine inanırken ulus devletlerin yeni ulus-üstü ve ulus-altı yönetişim mekanizmaları geliştirmeleri gerekliliğinden bahsetmektedir. Anthony Giddens’ın “Devlet uluslararası sahnenin en önemli oyuncusu olmaya devam etmekle birlikte, bir yeniden şekillenme sürecini de yaşamaktadır. Küreselleşmeyle milli egemenlik ve milli kimliği yeniden düşünülmek zorunda bırakan, bu unsurları köklü bir şekilde yeniden şekillendiren şartlar oluşmuştur.”17 ifadeleri dönüşümcülerin ulus devlet hakkındaki düşüncelerini anlamak açısından oldukça önemlidir.

90

düşün, Güz’12

Yukarıda bahsedilen yaklaşımlardan hangisini benimsemeliyiz veya yeni bir yaklaşım tarzı yaratabilir miyiz sorusuna cevap vermemiz gerekmektedir. Bugün küreselleşme ile birlikte yeniden yapılanan dünyada bilindiği üzere zaman ve mekan kavramları değişmiştir. Günümüzde her ne kadar ülkeler arasında hala sınırlar bulunsa da internet aracılığıyla bilgi ve iletişim açısından bu sınırlar ortadan kalkmaktadır. Bilgiye ulaşım oldukça kolaylaşırken insanlar, kurumlar ve ülkeler arası iletişim de oldukça gelişmiştir. Örneğin bundan 15-20 sene öncesine kadar Amerika’daki bir okulun kütüphanesine ulaşmak oldukça zor iken bugün öğrenciler dünyadaki diğer üniversitelerin kütüphanelerine ve ders notlarına rahatlıkla ulaşabilmektedir. Aynı şekilde farklı ülkelerdeki akademisyenler buluşmadan teknoloji yardımıyla bilgi alışverişinde bulunabilmektedirler. Bu yüzden günümüzde şüpheciler gibi küreselleşme olgusunu ideolojik bir yaklaşımla toptan reddetmek konunun bilimselliği açısından oldukça sorunsaldır. Radikallerin bakış açısını değerlendirdiğimizde de bazı gerçekliklerin göz ardı edildiğini görebiliriz. Her ne kadar küreselleşme ile birlikte devletlerarası ilişkiler artsa da ulus devletlerin hala kendi çıkarlarını korumaya çalıştığı görülecektir. Aynı şekilde ulus devletler için ekonomik birliklerde bulunmanın, kendi ürünlerine pazar yaratma amaçları da mevcuttur. Örneğin, Avrupa Birliği, IMF gibi ulus-üstü birlikler sadece bir dünya devleti kurulması ideali ile oluşturulmamışlardır. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi bu süreci radikallerin yaptığı gibi masum bir dünya devleti oluşum süreci olarak görmek ve ulus devletlerin bugün yıkıldığına inanmak doğru değildir. Bu iki yaklaşımın aksine daha gerçekçi bir yaklaşıma sahip olan dönüşümcülerin hem küreselleşmenin durdurulamaz bir olgu olduğunu kabul etmesi hem de küresel bir pazar ve medeniyet beklentisinin ütopik olduğunu belirtmesi oldukça önemlidir. Bu yaklaşımın temsilcilerinin ulus devletin yeni formuyla alakalı farklı düşünceleri olsa da küreselleşme olgusuna ve etkilerine objektif bir şekilde bakmalarının bu süreci araştıranlar açısından güzel bir örnek teşkil edeceği belirtilmelidir.


odtuadt.com

Küreselleşmeyi yönetilmesi gereken bir süreç olarak ele almak ve bugün yaşanan sorunları bu sürecin adaletsiz yönetimi olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Unutulmamalıdır ki herhangi bir devlet karar alarak “artık küreselleşme uygulayalım” dememiştir.18 Dolayısıyla bugün gelinen nokta birbiriyle eşit şartlarda yarışamayacak pek çok ulusun birbiri ile etkileşimi ile şekillenen bir sürecin sonucudur. Bu etkileşimden fayda görmek ya da özellikle ekonomik anlamda zararlı çıkmamak, ulusların sürece nasıl dahil olacakları konusunda kafa yormasını ve politikalar üretmesini gerektirmektedir. Üzerinde düşünülmesi gereken diğer bir konu ise küreselleşme gerçeğini göz ardı etmeden ulus devletin varlığını, hangi temeller üzerinden ve nasıl devam ettireceğidir. Ulus devlet aydınlanmayla birlikte ortaya çıkan modern toplumun siyasi formudur. 19. yüzyıldan itibaren dünyada egemen olan bu anlayış, imparatorlukların yıkılmasına sebebiyet verirken ulus devletlerin oluşmasına yol açmıştır. Yaşanan bu değişimle birlikte insanların kendilerini tanımlarken kullandıkları en önemli unsur ulusları olmuştur. Ancak günümüzde küreselleşmenin kaldırdığı sınırlar ve postmodern akımın etkisiyle ulus devletlerin modasının geçtiği konusunda tartışmalar yapılmaktadır. Küreselleşme süreci ile birlikte insanların yerel kimliklerine önem vermeye başlaması ve kendilerini tanımlarken ulus kavramı dışında yeni tanımlamalar kullanması bu tartışmalara dayanak noktası olmuştur. Yapılan bu tartışmalara rağmen ulus devletin yerine henüz geçerli bir siyasi form bulunamamıştır. Dolayısıyla ulus devletler çağının sona erdiğini söylemek zordur. Bu gerçeği belirttikten sonra şunu da ifade etmeliyiz ki ulus devletlerin bugün varlığını sürdürebilmeleri için dönüşen toplum yapısını analiz edebilmeleri gerekmektedir. Ulus devletlerin katı ve merkeziyetçi bir anlayışa sahip olarak varlıklarını sürdürmesi mümkün gözükmemektedir. Çağımızda dünyaya hakim olan demokrasi, insan hakları gibi kavramların etkisiyle ulus devletler de kendi bağımsızlık alanlarının tanımını tekrar düzenlemek zorunda kalmıştır. Örneğin, bugün Avrupa

İnsan Hakları Mahkemesi devletlere çeşitli cezalar verebilmektedir. İlk bakışta ulus devletlerin egemenliğine müdahale olarak algılanabilecek bu durum demokrasi, insan hakları gibi evrensel değerlerin son derece önemli olduğu günümüz dünyasında artık kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu nedenle ulus devlet ve bağımsızlık konularında değerlendirmeler yaparken bu gerçeklikler göz önünde bulundurulmalıdır. Küreselleşme süreci ile birlikte ulus-üstü yapıların yanı sıra ulus-altı yapılar da oluşmaya başlamıştır. Küreselleşme, hedeflediği sınırsız dünya idealinin aksine yerelleşmeleri ve etnik kimliklerin ön plana çıkmasını beraberinde getirmiştir. Örneğin, ulus devletlerin ilk kurulduğu yıllarda kültürel farklılıkların yaşam alanları, ulusun varlığının korunması adına baskı altına alınabilirken bugün ise farklılıkların yaşanabildiği, yerel ve etnik kimliklerin özgürce ifade edilebildiği ülkeler bağımsız devlet olma özelliğini koruyabilmektedir. Bu nedenle çağımızda farklılıkların birer tehdit olarak görülmesi ve bu bağlamda inkar edilmesi, ulus

K ü r e s e l l e ş me s ü r e c in in ka ç ın ıl a ma z b ir g e r ç e kl ik o l du ğ u n u g ö z ö n ü n de b u l u n du r a r a k, dev l e tl e r in b u s ü r e c in o l u ms u z e tkil e r in i e n a z a in dir ip kü r e s e l l e ş mey i b ir f ırs a ta dö n ü ş tü r e b il e c e kl e r i a ç ıktır. devletlerin varlığı açısından sakıncalı durumlar oluştururken; farklılıkları kabul eden ve onların özgürce yaşamalarına olanak sağlayan devletler başarılı bir şekilde varlıklarını sürdürmektedir. Bu süreç tüm bunların yanında devletlerin yönetim şemalarına da etkide bulunmuştur. Örneğin bugün yerel yönetimlerin güçlendirilmesine gerçek manada önem verilmektedir. Aynı şekilde Eski Yunan’da kent devletlerinde doğrudan demokrasiden bahsedilirken ulus devletlerle beraber temsili demokrasiye geçilmiş bugün ise temsili demokrasi yeterli görülmemekte ve katılımcı demokrasinin gerekliliğinden bahsedilmektedir. Ancak şunu da belirtmek gerekir

düşün, Güz’12 91


ki yaşanan değişimler ulus kavramının önemini yok etmemiştir. Bu zamana kadar en önemli ulus-üstü yapı olarak görülen Avrupa Birliği ile yapılmak istenip yapılamayan şeyler ulus kavramının önemli olduğunu göstermek için güzel bir örnektir. Kültür, din ve medeniyet açısından en homojen kıtada yürütülen bu projede dahi ulusal kimliklerin yerine getirilmek istenen “Avrupalılık” kavramının kabul görmeyip ulusal kimliklerin gölgesinde kalması ulusal bağlılıkların ne kadar önemli olduğuna dair somut bir göstergedir. Bu sebeple Köksal Şahin’in ifadeleri ile “AB örneğinden hareketle, bölgesel uluslararası oluşumlardan ulusu eritecek güçlü bir kimlik, ortak bir dış siyaset, askeri güç, yerel otoriteler tamamen etkisiz ve yetkisiz kılan bir yapılanma doğmasının en azından uzun vadede mümkün olmadığı söylenebilir.”19 Küreselleşme süreci ile birlikte ulus devletin nasıl bir dönüşüm içerisinde olduğuna değindikten sonra ulus devlet kavramıyla bağlantılı olduğunu düşündüğümüz Kemalizm’in bütünleyici ilkelerinden olan tam bağımsızlıkla ilgili bize göre oldukça yanlış olan “başka devletlerle hiçbir şekilde işbirliği içinde olmamak” şeklindeki yaklaşım üzerinde durmak yerinde olacaktır. Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki sıkı ilişkiler içinde bulunulan dünyada ulus üstü siyasi mekanizmaların aldığı kararlar belli oranda tüm devletleri etkilemektedir. Bu yüzden bu tür yapılarda yer almamak kimi zaman karar mekanizmalarında da yer almamak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ulus devletlerin, küreselleşme paradigması içinde yol alan dünyada, ekonomik, toplumsal ve siyasi açıdan pragmatist davranması gereklidir.20 Egemenlik kavramının değişikliğe uğradığı bugünlerde IMF, Avrupa Birliği, NATO, OECD, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi ulus-üstü birliklerde kendi halkının yararına olacak şekilde yer almak ülkelerin bağımsızlığı için bir engel teşkil etmemektedir. Aksine ülkelerin ellerindeki potansiyeli güce dönüştürmesi açısından fırsat olabilmektedir. Sonuç olarak, küreselleşmeyi ekonomik, siyasi ve kültürel tüm boyutlarıyla ele aldığı-

92

düşün, Güz’12

mızda özellikle ekonomik alanda bu sürecin yarattığı olumsuzluklarla karşılaşmaktayız. Ancak sadece olumsuzlukları baz alarak sürecin tamamıyla karşısında durmak ya da sadece bilim ve teknoloji alanında yarattığı etkiye bakarak küreselleşme sürecini olumlamak doğru olmayacaktır. Sosyal devletin etkisinin azaldığı ve piyasa ahlakının insan olma ahlakının önüne geçtiği bir dönemde yaşanan bu olumsuzluklar küreselleşme sürecinin, tüm dünya menfaatini düşünmeden ancak tüm dünyayı menfaat elde edilebilecek bir alan olarak gören devletler tarafından yönetilmesinden kaynaklanmaktadır. Küreselleşme sürecinin kaçınılamaz bir gerçeklik olduğunu göz önünde bulundurarak, devletlerin bu sürecin olumsuz etkilerini en aza indirip küreselleşmeyi bir fırsata dönüştürebilecekleri açıktır. ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak, küreselleşme sürecini, yarattığı istismara açık alanlardan sakınılması ancak ortaya çıkardığı zenginliklerden faydalanılması gereken bir süreç olarak değerlendiriyor, ulus devletlerin bugün kendilerini dünyanın koşullarına adapte ederken ulusal çıkarlarından ödün vermemeleri gerektiğini savunuyoruz. KAYNAKÇA 1. Şenkal, Abdülkadir, Küreselleşme Sürecinde Sosyal Politika, Alfa Yayınları, s.100 2. Steger, Manfred B., Küreselleşme, Dost Kitabevi, s.31 3. Şahin, Köksal, Küreselleşme Tartışmaları Işığında Ulus Devlet, Yeni Yüzyıl Yayınları, s.31 4. ODTÜ ADT, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, düşün dergisi 16. sayı, s.35 5. Steger, Manfred B., a.g.e, s.40 6. Hablemitoğlu, Şengül, Küreselleşme Düşlerden Gerçeklere, Toplumsal Dönüşüm yayınları, s.27 7. Steger, Manfred B., a.g.e, s.83 8. Steger, Manfred B., a.g.e, s.83 9. Steger, Manfred B., a.g.e, s.99 10. Steger, Manfred B., a.g.e, s.100 11. Steger, Manfred B., a.g.e, s.63 12. Hablemitoğlu, Şengül, a.g.e, s.22 13. Hablemitoğlu, Şengül, a.g.e, s.23 14. Drucker, Peter, Kapitalist Ötesi Toplum, İnkılap Kitabevi, 15. Falk, Richard, Yırtıcı Küreselleşme, Küre Yayınları 16. Şahin, Köksal, a.g.e, s.77 17. Şahin, Köksal, a.g.e, s.63 18. Güvenç, Nazım, Küreselleşme, düşün dergisi 20. Sayı, s.4 19. Şahin, Köksal, a.g.e, s.285 20. ODTÜ ADT, Kemalizm ve 21. Yüzyılda Türkiye, düşün dergisi 22. Sayı, s.52


23. K URU LU Ş Y I LD Ö NÜ M Ü AN I TK ABİ R R E S M İ TÖ R E Nİ

23. Kuruluş Yıldönümümüz sebebiyle gerçekleştirdiğimiz Anıtkabir Resmi Töreni’nde Yönetim Kurulu Başkanı Seyit Cem YILMAZ Anıtkabir Özel Defteri’ni imzalarken...

Senin gerçekleştirdiğin devrimleri ve ortaya koyduğun düşünce sistemini anlamak, günün koşullarına uygun olarak geliştirmek her zaman en önemli gayemiz oldu. Bundan sonra da Cumhuriyet’i emanet ettiğin biz gençler demokrasinin ve çağdaş uygarlık değerlerinin taşıyıcısı ve ilerleticisi olacağız. İnsanlığın gördüğü en büyük çağdaşlaştırıcı ve devrimcinin aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz.

10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet SEZER’i evinde ziyaret

odtuadt.com

ederken...

düşün, Güz’12 93


ODTÜ ATAT Ü RKÇ Ü D ÜŞÜN C E TO PLULUĞ U 2011 - 2012 A KA D E M İK Y ILI E T K İNLİK LE R İ

Ali SİRMEN, Tevfik KIZGINKAYA ve ODTÜ ADT 2007 Mezunu Lemi ATALAY’ın katılımıyla “Ahmet Taner Kışlalı’yı Anma Etkinliği”.

94

Rutkay AZİZ ve Utku ÇAKIRÖZER’in katılımıyla “Basın ve Sanat Özgür mü?” başlıklı konferans.

19. Adalet ve Demokrasi haftası etkinlikleri kapsamında ODTÜ ADT Danışma Kurulu Üyesi Sezgin ÖZTÜRK ve Doç. Dr. İbrahim KAYA’nın katılımıyla “Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri” başlıklı konferans.

Rıza TÜRMEN, Nüzhet KANDEMİR ve Muharrem SARIKAYA’nın katılımıyla “Türkiye’de Adalet ve Dış Politika” başlıklı konferans.

Muharrem İNCE’nin katılımıyla “4+4+4’ü Konuşuyoruz” başlıklı söyleşi.

Alaz ERDOST ve Eren AYSAN’ın katılımıyla “Sivas Katliamı’nı Konuşuyoruz” başlıklı söyleşi.

düşün, Güz’12


odtuadt.com

ODTÜ ADT Yön. Krl. Bşk. Olgu ÜNAL’ın sunumuyla “Kemalizm” konulu Perşembe Toplantısı.

ODTÜ Devrim Stadyumu’nda gerçekleştirilen ve düzenleyicileri arasında yer aldığımız 19 Mayıs Gençlik şöleni.

Av. Hüseyin KARATAŞ’ın katılımıyla gerçekleştirilen “Türkan Saylan’ı Anıyoruz” başlıklı Perşembe Toplantısı.

12. Geleneksel Yardım Kampanyası çerçevesinde Van, Bahçesaray İlçesi Atatürk İlköğretim Okulu’na yardım malzemelerinin gönderilmesi.

Yazar Emre CANER’in sunumuyla “Kaplumbağa Terbiyecisi ve Osmanlı Aydınları” başlıklı Perşembe Toplantısı.

Topluluk olarak katıldığımız “Genç Osman” adlı tiyatro oyunu.

düşün, Güz’12 95




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.