düş ün
ODT ÜA t a t ür k ç üDüş ünc eT opl ul uğuY a y ı nOr ga nı /Sa y ı 2 4
T E KP ART İ DÖNE Mİ ’ NDES İ Y AS AL RE J İ Mİ NNİ T E L İ Ğİ S e y i tCe m YI L MAZ ÖNCE S İ VES ONRAS I YL AVARL I KVE RGİ S İ OnurKARAKUŞ
T ARİ Hİ NKARABİ RS AYF AS I : ME NE ME NOL AYI E c eYÜCE
L e mi AT AL AY MARKS İ Z M’ DE NPOS T MARKS İ Z M’ EBİ Rİ DE OL OJ İ Nİ NS E RÜVE Nİ düş ünbi l di r i /ODT ÜADT düş ünS or ul a r /Y a nı t l a r: Hı f z ı T OPUZ
Doç . Dr . İ br a hi m KAY A Y r d. Doç . Dr . Oz a nE RGÜL Doç . Dr . Ay ş e g ül Kİ BAROĞL U
“Kemalizm, yurdumuzun kendi koşullarından doğan ve gelişen; tam bağımsızlık, anti-emperyalizm ve Misak-ı Milli temelleri üzerinde yükselen, içinde evrensel değerler barındıran ulusal bir çağdaşlaşma ideolojisidir.”
ODTÜ ADT
12. Geleneksel Demokratik Cumhuriyet Üniversiteleri Platformu Öğrenci Kongresi’nden
Değerli düşün dostları, ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak dergimiz “düşün”ün 24. sayısıyla bir kez daha sizlerle buluşmanın mutluluğunu ve gururunu yaşıyoruz. Dergimizin bu sayısında bilimsel temelde ele alınan pek çok farklı konuda bildiri, söyleşi ve makaleler ile Kemalist düşünceye katkıda bulunulmaya çalışılmıştır. Dergimizin yeni sayısıyla karşınızda olduğumuz bugünlerde, ülke olarak demokrasi adına iyi bir sınav veremediğimiz gerçeğiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Çoğulcu demokrasi anlayışının neredeyse terk edildiği ve çoğunlukçu demokrasi anlayışının ileri demokrasi adıyla sunulduğu bir süreci yaşıyoruz. Yasama organı olan meclisin zaman zaman işlevsiz bırakıldığı, muhalefetin yaşama alanının olabildiğince kısıtlandığı, demokrasinin dördüncü sacayağı sayılabilecek yazılı ve görsel basının neredeyse tek tipleştirildiği, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda kamuoyunun ciddi endişeler taşıdığı, tutukluluk sürelerinin cezaya dönüştüğü, kadın ve erkek eşitliğinin bizzat iktidar tarafından sorgulandığı bir ortamda; çağdaş demokrasinin varlığından söz edebilmek ancak gerçeklere gözlerin kapatılmasıyla mümkündür. Bugün üzerinde sıkça tartışılan yeni anayasanın hazırlık çalışmaları böylesi bir ortamda sürmektedir. Anayasa yapım süreçlerinin en az anayasaların içeriği kadar önemli olduğunu düşünecek olursak, daha demokratik bir anayasa ihtiyacı fikrini paylaşmakla beraber, çağdaş demokrasinin gerçeklerine uygun bir demokrasi vizyonu eksikliğinin etkisiyle, yeni anayasanın bu anlamda yeni tartışmalara gebe olacağı endişesini dile getirmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Yeni anayasayla birlikte Türkiye’de var olan kimlik sorununun çözümüne yönelik beklentiler de artmaktadır. Ancak, yaklaşık 30 yıldır devam eden terör ve şiddet ortamının, demokratik yaklaşımların önündeki en önemli engel olduğu gerçeği görülmeksizin geliştirilen söylemler, bu sorunun çözümüne katkı sunmadığı gibi terörün de meşrulaştırılma çabalarına yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla, bir yandan terörle olan mücadele devam ederken, bir yandan da bireysel özgürlüklerin demokrasinin gereklerine uygun bir biçimde genişletilmesinin doğru bir yaklaşım olacağını düşünüyoruz. İç politikadaki sorunların yanı sıra, dış politikada da sıcak bir sürecin içinde bulunmaktayız. Son dönemlerde Ortadoğu’da halk hareketleri sonucu yıllardır süren rejimlerin yıkılması, Türkiye’nin askeri ve politik anlamda oldukça hareketli bir bölgenin önemli bir aktörü olduğunu bir kez daha gösterdi. Ancak, özellikle bu süreçte, çelişkili yaklaşımlar sonucu, komşu ülkelerle olan ilişkilerin ciddi zararlar görmesi, komşularla sıfır sorun politikasının önemli ölçüde gerçekliğini yitirdiğini gözler önüne sermektedir. Kemalizm’in sürekli devrimcilik anlayışı ile günümüz sorunlarına en sağlıklı çözümleri üreteceğine olan inancımızla sizleri birlikte çalışmaya davet ediyoruz.
odtuadt.com
Dostça kalın…
düşün, Güz’11
1
İçindekiler düşün
ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu Yayın Organıdır ODTÜ ADT Adına Sahibi: Seyit Cem YILMAZ Yön. Krl. Bşk. Yazı İşleri Müdürü: Merve ÖZBEY Yayın Kurulu: Onur KARAKUŞ Engin KOÇ Gülüzar KÖYSÜREN Sezgin ÖZTÜRK Olgu ÜNAL Bahar YALÇIN Baskı: Ümit Ofset Matbaacılık Kazım Karabekir Cad. 41/1 İskitler/ANKARA 0 312 384 26 27 ISSN: 1303-3999
Yaygın süreli yayındır. Altı ayda bir yayınlanır. Dergide yayınlanan yazıların sorumluluğu yazı sahibine aittir. Kaynak gösterilerek yazılardan alıntı yapılabilir. düşün İletişim: Atatürkçü Düşünce Topluluğu ODTÜ Kültür İşleri Müdürlüğü 06531, Ankara Tel: 0 312 210 60 11 Belgeç: 0 312 210 79 50 E-posta: wwwadt@odtu.edu.tr Genel Ağ Sayfası: www.odtuadt.com
5 20
TEK PARTİ DÖNEMİ’NDE SİYASAL REJİMİN NİTELİĞİ Seyit Cem YILMAZ
“Tek parti rejiminin kendini sonlandırıp başka partilerle demokratik yarışa girişmesinin ve seçimi kaybettiğinde iktidarı barışçıl bir şekilde devretmesinin tarihte o zamana kadar başka örneği yoktur.”
ANAYASA YARGISI VE SON ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ
Yrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL
“Bugün anayasaların üstünlüğünden söz edebiliyorsak bu büyük ölçüde anayasaların meclislerdeki basit çoğunluklar tarafından değiştirilmesini önleyen katı anayasa olgusu sayesinde mümkün olmaktadır.”
MARKSİZM’DEN POSTMARKSİZM’E BİR İDEOLOJİNİN SERÜVENİ Lemi ATALAY
41
“Marx’ın üretimi ve dolayısıyla ekonomiyi, tarihin temeline yerleştirmesinden dolayı Marksist düşünce sistemi aynı zamanda “tarihsel materyalizm” şeklinde de anılmaktadır.”
FIRAT-DİCLE HAVZASINDA SINIRAŞAN SU POLİTİKALARI Doç. Dr. Ayşegül KİBAROĞLU
”Büyük ölçekli su kaynakları geliştirme projeleri, kıyıdaş ülkelerin su politikalarının eşgüdümsüz doğası ve etkin olmayan talep yönetimi, Fırat-Dicle havzasındaki su sorununun temel sebepleri olmaya devam etmektedir.”
5
53
20
KEMALİZM, İNSAN HAKLARI VE POSTMODERNİZM düşün Bildiri “Bulunduğu çağın oldukça gerisinde seyreden ve var olma mücadelesi veren bir toplumu kendi çağının ilerisine taşıyan Kemalist ideoloji, 20. yüzyılın baskın ideolojilerinden birine eklemlenmemiş, kendi özgün sistemini oluşturmuştur.”
düşün Sorular / Yanıtlar Hıfzı TOPUZ
“Eğer köy enstitülerinin verdiği mücadele daha uzun soluklu olabilseydi hiç şüphesiz demokrasimiz şu an bulunduğu durumdan daha üst düzeyde olacaktı.”
TARİHİN KARA BİR SAYFASI: MENEMEN OLAYI Ece YÜCE “Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla hedeflenen çok partili yaşam denemesi maalesef başarılı sonuçlanamamış, bu denemenin daha görünür kıldığı gerilim ile beraber Menemen’de asla belleklerden silinemeyecek kanlı olaylar yaşanmıştır.”
ODTÜ ADT 2010-2011 ETKİNLİKLERİ
düşün
Sayı 24, Güz 2011 Dergi Çalışma Grubu:
CUMHURİYETİ YAŞAMAK VE YAŞATMAK
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE TOPLULUĞU
64 71 77 84 85
26
FARKLI BİR MODERNLİK PROJESİ OLARAK KEMALİZM Doç. Dr. İBRAHİM KAYA
33
ÖNCESİ VE SONRASIYLA VARLIK VERGİSİ Onur KARAKUŞ
“ Kemalizm, bir tür “cumhuriyetçi” yani katılımcı bireyi önemseyen ama dayanışmayı da merkezde tutan bir toplum projesidir.”
“Evrensel hukuk ilkeleri açısından sakıncaları bulunan Varlık Vergisi uygulamasının hem ödenmesi gereken vergilerin ve yükümlülerin belirlenmesinin objektif kurallara bağlanmaması hem de belirlenen vergilere itiraz yolunun kapalı olması sebebiyle vergi tekniğine uygun olmadığı söylenebilir.”
26
33
Orkun AKMANLAR Burak ARAZ Lütfi BOYACI İsmail Cem ÇELEBİÖVEN Mustafa ÇEVRİM Onur KARAKUŞ Engin KOÇ Gülüzar KÖYSÜREN İbrahim Semih KÜÇÜK Esra ELİUSTAOĞLU Gülfer OĞUR Merve ÖZBEY Sezgin ÖZTÜRK Kadir Ufuk SENİR Emel SOYSAL Sultan TOPRAK Çağrı TURUNÇ Olgu ÜNAL Pelin VATAN Bahar YALÇIN Seyit Cem YILMAZ Ece YÜCE Dergi Temsilcilikleri: BARTIN / Bahar YALÇIN 0 505 910 45 10 BURSA / Barış ÇETİN cetinnbaris@gmail.com 0 554 577 13 95 Barış KÜTAHYA 0 532 792 79 61 İSTANBUL / Caner BAKIR cbakir@ku.edu.tr 0 212 338 16 74 Yavuz GÖKIRMAK 0 532 725 73 32 Hamit GÖNÜLDAŞ 0 532 602 47 95 Gülnur KOCAPINAR 0 505 243 02 36 İZMİR / Sabri BİLİCİ 0536 661 97 78 KIRIKKALE / Hülya YILMAZ 0 505 933 07 00 MUĞLA / Emin ARIK 0 252 212 98 64 SAMSUN / Erhan YEĞENOĞLU 0530 687 36 61 İSVİÇRE / Cahit ÇERÇİ 0041 817561576 Baskı Tarihi: 30 Aralık 2011 Yayın İdare Merkezi: İşçi Blokları Mah. 1522 Sok. Merkez Sahil Sitesi No: 10/5 100.Yıl Çankaya/ANKARA
4
düşün, Güz’11
TEK PARTİ DÖNEMİ’NDE SİYASAL REJİMİN NİTELİĞİ*
* Seyit Cem YILMAZ | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başlayıp çok partili siyasal hayata geçilmesine kadar devam eden dönemin siyasal rejimi bugün fazlaca tartışılan konuların başında gelmektedir. Yapılan tartışmalar ekseninde bazı çevrelerce Tek Parti Dönemi totaliter bir dönem gibi algılanabilmekte ve pek çok şey dönemin İtalyası ve Almanyası ile benzeştirilebilmektedir. Bu yazıda tek partili dönemin siyasal rejimi değerlendirilmeye çalışılacak, sırasıyla totalitarizm, otoriterizm ve demokrasi ile ilişkileri incelenecektir.
Tek Parti Rejimi Totaliter miydi?
odtuadt.com
Totaliter rejimler otoriterliği içinde taşımasından başka, yönetici diktanın zorla kurgusal bir toplum inşa etmek istediği ve bunu yap-
mak için halkın yaşamının tüm yönlerini kapsayıp her türlü yöntemi kullandığı rejimlerdir. Carl J. Friedrich’in görüşüne göre bütüncül (totaliter) düzenlerin altı özelliği vardır; bütüncül ideoloji, bu ideolojiye bağlı tek parti, tam gelişmiş bir gizli polis teşkilatı, kitle iletişim araçları üzerinde tekelci denetim, silahlar üzerinde tekelci denetim, iktisadi olanlar dahil tüm örgütler üzerinde tekelci denetim. Bu özellikler totaliter düzenleri otokratik ve demokratik düzenlerden ayırt eder. Bütüncüllük deyince İtalya’daki faşizm, Almanya’daki nasyonal sosyalizm, İspanya’daki Franco düzeni gibi tüm faşist rejimler ve başta Sovyet düzeni olmak üzere tüm komünist diktatörlükler bu kavramın içerisinde yer almaktadır.1 Totalitarizmin bu belli başlı özellikleri göz önünde tutularak tek parti rejimi totaliter bir düzen midir sorusuna yanıt aranacaktır.
düşün, Güz’11
5
Totaliter sistemler amacına ulaşmak için toplumsal kesimleri ya da tüm toplumu korkutmayı ve cezalandırmayı normal görmektedir ve bu da işkence, adam öldürme, toplu katliamlar
ön plana çıkarılmadığı gerçeği karşımıza çıkar. Hem Atatürk hem de İnönü, askeri siyasetin dışında tutmak ve sivil otoriteye tabi kılmak için fazlaca çaba göstermişlerdir.
Saltanat ve hil a f e t k a l d ır ıl m ış ama ne Fransız n e d e S o v y e t Devrimi’ndeki g ib i ha n e d a n mensupları ida m e d il m i ş t ir. Y in e pek çok devrim d e k i g i b i muhaliflerin v e e s k i r e j im tara ftarlarının ö l d ü r ü l m e s i y e r in e , yurt dışına sü r g ü n e d il m e s i b ir başka örnekti r.
Totaliter rejimlerde ütopyacı bir gelecek vaat eden ideolojiler etrafında toplum birleştirilmeye çalışılır ve tüm bireylerden bu ideolojiye hizmet etmesi istenir. Amaç bu ideolojiye uygun tek tip insan yaratmaktır. Buna karşılık Türkiye’de tek parti rejimi ise bizzat Mustafa Kemal’in el yazısıyla yazdığı Medeni Bilgiler kitabı ile halkına özgürlük ve demokrasiyi öğretmeye çalışmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde çoğulcu bir demokrasi kurma amacının olduğunu düşünürsek zaten Tek Parti Dönemi’nin tek tip insan yetiştirme gibi bir hedefinin olamayacağı daha kolay anlaşılır. Dünyaca ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger birçok farklı ülkenin siyasi partilerini karşılaştırmalı olarak incelediği kitabında Türk Devrimi’nin ve devrimi gerçekleştiren ör-
ve toplama kampları gibi uygulamaların bu rejimde var olmasına sebep olmaktadır. Benzeri pek çok devrime göre kansız sayılabilecek olan Kemalist Devrim ise halka karşı bir operasyona girişmemiş, gerçekleştirilen devrimler halka rağmen değil halkla birlikte yapılmıştır. Devlet zaruri durumlar haricinde şiddete başvurmamış -dini ve etnik isyanları bu durumlara örnek verebiliriz- bu şiddet ya da baskı ortamı da gelip geçici olmuş, süreklilik arz etmemiştir. Örneğin saltanat ve hilafet kaldırılmış ama ne Fransız ne de Sovyet Devrimi’ndeki gibi hanedan mensupları idam edilmiştir. Yine pek çok devrimdeki gibi muhaliflerin ve eski rejim taraftarlarının öldürülmesi yerine, yurt dışına sürgün edilmesi bir başka örnektir. Tek parti rejiminde totaliter rejimlerdeki gibi asker ve polis ön planda değildir. Asker-sivil ayrımı Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılmış ve devlet idaresi sadece sivil otoriteye verilmiştir. Asker olmadıkları halde askeri üniforma giyen Hitler ve Mussolini’nin aksine Atatürk ve İnönü asker oldukları halde Kurtuluş Savaşı bittikten sonra askeri üniformalarını çıkararak militarizm yerine sivil demokrasiyi ön plana çıkarmışlardır. Cumhuriyet dönemi incelendiğinde ordunun, perde arkasındaki güçlerden biri olsa da,
6
düşün, Güz’11
güt olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin demokratik içeriğini şu sözleriyle ifade etmektedir: “… bazı tek partiler, gerek felsefeleri gerek yapıları bakımından gerçek anlamda totaliter değildir. Bunun en iyi örneğini, 1923’ten 1946’ya kadar Türkiye’de de tek parti olarak faaliyet gös-
termiş bulunan Cumhuriyet Halk partisi sağlamaktadır. Bu partinin başta gelen özelliği, demokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiçbir zaman, Faşist ya da Komünist kardeşleri gibi, bir Tarikat ya da Kilise niteliği taşımamış; üyelerine bir iman ya da bir mistik empoze etmemiştir… Partinin yönetici kadrolarının anti-klerikal ve akılcı tutumu, onları açıkça ondokuzuncu yüzyıl Liberalizmine yaklaştırmıştır; milliyetçilikleri bile, 1848’de Avrupa’yı çalkalandırmış olan akımdan pek farklı değildir. Cumhuriyet Halk partisinin tutumu, zaman zaman, Fransız Radikal Sosyalist partisinin altın çağındaki tutumuyla kıyaslanmıştır; böyle bir kıyaslama hiç de saçma değildir. Adının ‘Cumhuriyetçi’ oluşu bile, bu
Kurtuluş Savaş ı’ n d a d a s o n r a s ın d a da devrim hang i g ü ç l ü k l e karşılaşılırsa k a r ş ıl a ş ıl s ın meclisten vazg e ç i l m e m i ş , m e c l i s lider anlaşmazl ı ğ ın d a m u ha l e f e t i ikna yöntemine g i d il m iş t ir. Meclisin ikna o l m a d ığ ı d u r u m l a r d a son k arar yine m e c l i s in o l m u ş v e yönetici seçkin l e r t a r a f ın d a n b u karara saygı du y u l m u ş t u r.
odtuadt.com
partiyi, yirminci yüzyılın otoriter rejimlerinden çok, Fransız Devrimine ve ondokuzuncu yüzyıl terminolojisine yaklaştırmaktadır… Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır…”2 Duverger’nin söylediklerine ek olarak şu gerçeği de vurgulamak gerekmektedir: Kemalist ideoloji, faşizm ve Nazizm’deki gibi devlet yüceltmesi ve ırkçılık içermediği ya da Marksizm-Leninizm gibi bir sınıfın üstünlüğünü savunmadığı için totaliter bir rejimin ideolojisi olamaz. Sina Akşin’in de belirttiği üzere Avrupa’daki diktatörlüklerin “birçoğunda ırkçılık, azgın bir Yahudi düşmanlığı, azgın bir sol
düşmanlığı (SSCB’de sağ düşmanlığı) vardı. Türkiye’de ise düzenin kesin olarak düşman olduğu tek şey ortaçağcıl gericilik ve yobazlıktı ki bunları da demokratik hareket ve tavırlar olarak nitelemek zordur.”3 Tek Parti Dönemi’nde millet egemenliği, seçimler ve meclisin üstünlüğü gibi kavramlara büyük önem verilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nda da sonrasında da devrim hangi güçlükle karşılaşırsa karşılaşsın meclisten vazgeçilmemiş, meclislider anlaşmazlığında muhalefeti ikna yöntemine gidilmiştir. Meclisin ikna olmadığı durumlarda son karar yine meclisin olmuş ve yönetici seçkinler tarafından bu karara saygı duyulmuştur. Mustafa Kemal’in de İsmet İnönü’nün de millet egemenliğini öven sayısız söylevi bulunmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak Evren Arık şunları ifade etmektedir: “Önder, en kritik anlarda bile Meclis’e dayanmayı ihmal etmemiş, böylece kendini asla asi durumuna düşürmediği gibi; Sovyetlerin yaptığı hatayı da yapmayarak (önce düzeni kuralım, sonra demokrasiyi getiririz anlayışı) 80 yıldır yıkılmayan ve binbir zorluğa karşın gelişen bir demokrasinin temellerini atmıştır. Bugün en muhafazakâr politikacılarımız bile iki lafın birinde milli iradeden, sine-i milletten bahsediyorsa; bu, savaş yıllarında atılan demokrasi tohumları sayesindedir.”4 Totaliter rejimlerde ise genellikle parlamento, seçim, millet hâkimiyeti gibi kavramlar küçümsenmiştir. Faşist rejimler, eşitsizlikçi anlayışa sahiptir ve bazı insanların yönetmek bazılarınınsa yönetilmek için dünyaya geldiğini, bu nedenle de egemenliğin halkın değil tek bir şefin olabileceğini öğütlemektedir. Hitler bir konuşmasında “Bir devenin iğne deliğinden geçme şansı, büyük bir adamın seçimle keşfedilme şansından daha çoktur.” demiştir.5 Türkiye’de 1923-45 arası dönem, Nazist ve sosyalist rejimler gibi tek partilidir fakat parti yapısı onlardan çok farklıdır. Öncelikle Kemalist partinin katı bir disiplini yoktur. Parti içerisinde farklı eğilimler de mevcuttur ve bu da parti içe-
düşün, Güz’11
7
risinde çoğulculuğu getirmektedir. CHP totaliter bir parti gibi değil kitle partisi gibi örgütlenmiştir. Prof. Duverger, Siyasal Partiler kitabında Kemalist tek partiden söz ederken şöyle demektedir: “...üyelik herkese açıktı; ihraç ve temizlik mekanizması mevcut değildi; üniformalar, geçit resimleri ve sert bir disiplin yoktu. Gerçekten, parti-içi demokrasi oldukça ileri görünmekteydi. Resmen, her kademedeki bütün yö-
1936’daki part i il e d ev l e t in bütünleşmesi, p a r t i n in d ev l e t üzerinde tahak k ü m k u r m a s ın ı engelleyerek re j i m in o l a s ı b i r totalitarizme y ö n e l iş in i e n g e l l e m e k için uygulanmış t ı r. neticiler seçimle iş başına geliyorlardı... Nüfuzlu kişiler etrafında birçok hiziplerin, Faşist metotlara göre ‘tasfiye’ edilmeksizin kurulabilmiş olmaları da kayda değer. Örneğin, İsmet İnönü ile Celal Bayar arasındaki rekabet, daha Atatürk’ün sağlığında ve Cumhuriyet Halk partisinin içinde başlamıştı. Bu son nokta özellikle önemlidir. Hizipler bir tek parti içerisinde serbestçe gelişebildikleri takdirde, tek parti, siyasal rekabetleri ortadan kaldırmaksızın sınırlayan bir çerçeveden ibaret kalır; tek parti dışında yasaklanan plüralizm, parti içinde yeniden doğar ve orada da aynı rolü oynayabilir.”6 Ayrıca, 1936’da Recep Peker’in İtalya’dan etkilenerek CHP için önerdiği faşist parti modelini Mustafa Kemal’in reddetmiş olması Kemalizm’in tek parti sistemini totaliter sistemlerden farklı kurmaya çalıştığının önemli örneklerinden biridir. Ahmet Taner Kışlalı’nın ifadeleriyle, “Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atatürk, 1930’lar Avrupası’nda neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o dönemde etrafındaki birçok kişi, özellikle faşist-
8
düşün, Güz’11
Nazist modelden etkilenmişlerdi.”7 Kaldı ki o dönem faşizmden etkilenen sadece Türkiye’deki bazı yöneticiler değildir; Batı uygarlığının temsilcisi ülkelerde bile faşizmden etkilenen hükümetler var olmuştur. Fransa, Almanya’ya savaş ilan etmesine rağmen yaptığı bazı uygulamalarla faşizme yakınlaştığını hissettirmiş, Alman işgaline uğradıktan sonra da Vichy Hükümeti açıkça faşizme yönelmiştir. Demokrasinin beşiği olan bu ülkede 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi yürürlükten kaldırılmış, devletin temel ilkeleri “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yerine “çalışma, aile, vatan” olmuştur. Fransa’nın totalitarizm doğrultusunda yaşadığı değişimde, işgale uğraması kadar o dönem tüm Avrupa’ya hakim olan faşizm dalgasından etkilenmesi de önemli bir faktör olmuştur.8 Tek Parti Dönemi’nin totaliter rejimlere benzetilen diğer bir yanı ise İtalya’daki “duce”, Almanya’daki “führer” gibi liderlere verilen unvanların bir benzerinin “milli şef” adıyla İsmet İnönü’ye verilmiş olmasıdır. “Duce” ya da “führer”in yetkileriyle kıyaslanamayacak derecede az yetkiye sahip “milli şef”in ortaya çıkış süreci düşün 22. sayıda yer alan “Cumhuriyet’ten
İ k in c i M e ş r u t i y e t d ö n e m in de d ev l e t h iy e r a r ş is iy l e p a rti h iy e r a r ş is i n in i ç i ç e g ir m e s in in ve d ev a m ı n d a İ t t i h a t Te r a k k i ’ n in d ev l e t i e l e g e ç ir m e s in in y o l a ç t ığı s a k ın c a l a r ı iy i b il e n M u s t a f a Ke mal k u r m u ş o l d u ğ u d ev l e t t e b ü r o k r a tik s i l s i l e n in b o z u l m a s ın a iz in v e r m e m iş t ir. 27 Mayıs’a İsmet İnönü ve Demokrasi” başlıklı yazıda güzel açıklanmıştır: “İnönü’nün bu unvanı benimsemesinin, öncesinde demokrasiye yaptığı vurgularla ve hatta yine aynı dönemde yaptığı uygulamalarla çeliştiği düşünülebilir. Demokratik bir rejimde bir siyasal partinin de-
ğişmez bir başkanının olması ya da herhangi birinin Milli Şef ilan edilmesi bugünün penceresinden baktığımızda kabul edilebilir bir durum değildir. Fakat İnönü’nün bu unvanı kabul etmesi ve benimsemesinin altında yatan sebepleri anlamak ancak dönemin koşullarını değerlendirebilmekle mümkündür. Onun, Atatürk’ün sahip olduğu karizma ve otorite sayesinde çok partili hayata geçiş sürecinde yaşanabilecek sorunları aşmanın daha kolay olacağını düşündüğü belirtilmişti. Dolayısıyla Atatürk’ün ölümüyle beraber oluşabilecek bir otorite boşluğunun giderilebilmesi, İnönü’nün Milli Şef unvanını kabul etmesinin altında yatan sebep olarak söylenebilir. Çünkü o demokrasiye geçişin adım adım olacağına inanıyor ve bu süreçte önceden kazanılmış değerlerin kaybolmaması için dönemin şartlarına göre bir otoritenin gerekli olduğunu düşünüyordu. Burada önemli olan nokta, Atatürk’ün sahip olduğu otoritenin kaybolmasıyla İsmet İnönü’nün oluşturmak istediği otoritenin hangi amaçla kullanılacak olmasıdır. İsmet İnönü’nün bu unvanı sonrasında kendi isteğiyle bırakması ve yine kendi iradesiyle çok partili hayata geçişi sağlaması göz önüne alındığında; bu otoritenin totaliter bir rejimin diktatörü olmak amacıyla oluşturulmadığı görülecektir.”9
odtuadt.com
Tek parti rejimi ile totalitarizm arasında ilişki kurulmaya çalışılan bir başka olgu da 1936 yılında gerçekleşen parti-devlet kaynaşmasıdır. Bizzat Atatürk’ün isteğiyle Başbakan ve CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü’nün 18 Haziran 1936’da yayımladığı bildiri ile parti genel sekreterliği görevinin İçişleri Bakanınca üstlenileceği, illerde parti başkanlığı görevinin ise valiler tarafından yürütüleceği duyurulmuştur. Bu değişikliğin öncesi ve sonrası araştırılmadan, dönemin koşulları göz önünde bulundurulmadan yapılan değerlendirmeler rejimin totaliterliğe öykünmesi gibi yanlış sonuçlara ulaşabilmektedir. Oysaki 1936’daki parti ile devletin bütünleşmesi, partinin devlet üzerinde tahakküm kurmasını engelleyerek rejimin olası bir totalitarizme yönelişini engellemek için uygulanmıştır.
Uygulamaya zemin hazırlayan süreç incelenecek olursa, 1930’larda özellikle de Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminden sonra CHP’nin örgütünü kuvvetlendirmeye çalıştığı görülecektir. Fakat bu durum CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in otoriter kişiliğinin de etkisiyle geleneksel bürokrasiye alternatif bir parti bürokrasisinin doğmasına ve bir yerden sonra parti elitinin devlet işlerine müdahale etmesine sebep ola-
caktır.10 Zamanla parti-hükümet çatışması yaşanmaya başlamış, kimi yerlerde parti müfettişlerinin valileri, belediye başkanlarını kendi isteklerine göre yönlendirmeye çalıştıkları görülmüştür.11 İkinci Meşrutiyet döneminde devlet hiyerarşisiyle parti hiyerarşisinin iç içe girmesinin ve devamında İttihat Terakki’nin devleti ele geçirmesinin yol açtığı sakıncaları iyi bilen Mustafa Kemal kurmuş olduğu devlette bürok-
düşün, Güz’11
9
ratik silsilenin bozulmasına izin vermemiştir.12 CHP Genel Başkanı olarak Peker’i Genel Sekreterlikten “af” etmekle kalmamış, radikal bir çözüme giderek partiyi devletin kontrolüne vermiştir. Sovyetler Birliği’nde ve Hitler Almanyasında olduğu üzere totaliter rejimlerin genelinde partinin, devletin üzerinde ya da ona paralel bir örgüt durumunda olduğu düşünüldüğünde13 1936 yılındaki uygulamayla olası bir “parti devleti” oluşumunun önüne geçilmesinin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Üstelik Burhan Asaf Belge’nin ülke yönetiminde görev alacak kişiler için Mülkiye ya da Hukuk Mektebi yerine “Fırka Mektebi”nden yetişmesini önerdiği; Şevket Süreyya Aydemir, Falih Rıfkı Atay gibi aydınların partiyi, toplumu yönlendirmekteki zayıflığıyla eleştirdiği ve Recep Peker gibi birçok yöneticinin faşist sistemlerden etkilendiği bir zamanda rejimin bürokrasi-parti ilişkisi açısından totaliter bir yöneliş kazanmamasında Atatürk’ün uyguladığı radikal karar etkili olmuştur.14 Nitekim uygulamanın bazı sakıncalara da sebep olabileceğini belirten Atatürk bu sistemle partililerin devlet görevlilerinin işlerine karışmalarını önlemeye çalıştıklarını ve bunun getireceği yararın doğuracağı zarardan daha fazla olduğunu söylemiştir.15 Buraya kadar anlatılanların neticesinde ”Türk tek parti rejiminin, birçok siyaset bilimcinin de görüşüne paralel olarak, totaliter bir nitelik taşımadığı” değerlendirmesine varmak yerinde olacaktır.
Tek Parti Rejiminin Otoriter Yanları Ünlü siyaset bilimci Juan J. Linz otoriter rejimleri şu şekilde tanımlıyor: “Sınırlı, fakat sorumlu olmayan bir plüralizme yer veren; işlenmiş ve yol gösterici bir ideolojiye değil, kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin veya bazen küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş, fakat fiiliyatta oldukça tahmin edi-
10
düşün, Güz’11
lebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları siyasal sistemler.”16 Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere otoriter rejimlerin; sınırlı bir çoğulculuğa sahip olma, bir ideolojiden ziyade bir zihniyetin varlığı -bunu doktriner ve ütopik bir ideoloji yerine daha esnek bir ideolojinin var olması şek-
M e c l i s t e k i b u ç o ğ u l c u l uk, y ü r ü t ü l e n U l u s a l K u r t u luş S a v a ş ı’ n ı b a z e n ç ık m a z a b ile s ü r ü k l ey e b i l m iş t i r. Ö r n e ğin s a v a ş ın e n k r it i k d ö n e m in de m u ha l e f e t i n s o r u m s u z d a v r a n ışı s e b e b iy l e Tü r k o r d u s u k ı s a b i r s üre b a ş ko m u t a n s ı z k a l m a g ib i k a o tik b i r d u r u m a s ü r ü k l e n m i ş t ir. linde de yorumlayabiliriz- ve halkın siyasal katılımının sınırlı olması gibi temel unsurları içerdiği söylenebilir. Bu özelliklerin otoriter rejimleri hem demokratik rejimlerden hem de totaliter rejimlerden ayırdığını söylemek mümkünse de; her rejimin kendine özgü şartlarda oluşması ve farklı alanlarda farklı rejim tipine uyan özelliklere sahip olmasından dolayı tüm siyasal sistemleri üç farklı kategoriden birine tam olarak yerleştirmek oldukça zordur. Bu tespit dikkate alınarak yazının devamında Türkiye’nin 1923-45 yılları arasındaki rejiminin otoriter ve demokratik sistemlerle olan ilişkisi değerlendirilmeye çalışılacaktır. Demokratik rejimler ile otoriter rejimler arasındaki en önemli ayrımlardan birisi yukarıda da belirtildiği üzere siyasal sistemin çoğulculuğa olan yaklaşımıdır. “Çoğulcu sistemlerde ‘tek doğru’ yoktur ve dolayısıyla, yasal bir muhalefet ya da muhalefetler vardır.”17 Otoriter rejimlerde ise muhalefet ancak siyasi otoritenin izninde ve ona tehdit oluşturmayacak şekilde var olabilir. Dolayısıyla 1923-1945 arası dönemin otoriter olup olmadığı sorusunu cevaplayabil-
mek için rejimin izin verdiği çoğulculuğu incelemek faydalı olacaktır. Türk Devrimi’nin ulusal mücadele aşamasını yürüten birinci dönem TBMM, çoğulcu bir yapıya sahiptir. İçerisinde çok farklı siyasi fikirlerden, meslek ve sınıflardan vekiller bulunmaktadır. Bu tür farklılıklara rağmen Birinci Meclis üyelerinin birlikteliğini sağlayan etmen hiç şüphesiz düşman işgaline karşı verilen ortak mücadeledir. Fakat gerek bu mücadelenin liderliği ve yöntemi konusunda gerekse savaş kazanıldıktan sonra ne olacağı konusunda bir uyuşma olduğundan bahsedilemez. Zaten meclisteki dinci, saltanatçı, İttihatçı ya da muhafazakâr olarak tanınan üyeler zamanla İkinci Grup adı altında bir araya gelmiş ve Mustafa Kemal’in başkanlığındaki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun karşısında muhalefet yapmıştır.18 Öyle ki meclisteki bu çoğulculuk, yürütülen Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı bazen çıkmaza bile sürükleyebilmiştir. Örneğin savaşın en kritik döneminde muhalefetin sorumsuz davranışı sebebiyle Türk ordusu kısa bir süre başkomutansız kalma gibi kaotik bir duruma sürüklenmiştir.
odtuadt.com
Farklı dünya görüşlerinin aynı çatı altında ortak mücadelesini mümkün kılan düşman işgali Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla sona erince ülke için birbirinden tamamıyla ayrı siyasal sistemler amaçlayan vekiller artık bir arada tutulamaz noktaya gelmiştir. Dolayısıyla cumhuriyet rejimi ulusal mücadele dönemindeki çoğulculuğu sınırlamak zorunda kalmıştır. Sırasıyla bunun örneklerine bakacak olursak; ikinci dönem TBMM seçimlerinde Birinci Grubun ağırlığı ve etkisi artmış, İkinci Gruptan hiçbir üye meclise seçilememiştir.19 Bu tarihten sonra 1946 yılına kadar da seçimler, serbest ve yarışmalı bir şekilde gerçekleşmemiş; açık oy, gizli tasnif esasıyla iki dereceli olarak yapılmıştır. İki dereceli bu seçim sistemi neticesinde her ilde CHP il idare kurulları tarafından belirlenen ikinci seçmenlerin oylarıyla TBMM milletvekilleri iş başına gelmiştir.20 Ayrıca, CHP’nin 1927’deki İkin-
ci Büyük Kongresi’nde yapılan tüzük değişikliğinden sonra, milletvekili adaylarının belirlenmesi, tümüyle genel başkan, genel başkan vekili ve parti genel sekreterinden oluşan üç kişilik bir kurula bırakılmıştır.21 Rejimin, çoğulculuğu sınırlandıran karakterlerinden birisi de -belki de en önemlisi- tek partili yapısıdır. Gerçi CHP’nin tek parti statüsü resmen ve hukuken ilan edilmemiştir22 ve cumhuriyet kurucuları bu tek partililiği hiçbir zaman kalıcı bir nitelik olarak görmemiştir ama buna rağmen uygulamada iki kısa dönem haricinde rejim tek parti ile yönetilmek durumunda kalmıştır. Öyle ki, savaş döneminde Mustafa Kemal’in liderliği altında önemli görevler yapmış fakat zaferden sonra çeşitli sebeplerle muhalefet saflarına geçmiş Milli Mücadele kahramanlarının önderliğinde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF), 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkili olduğu gerekçesiyle kapatılmıştır. Partileri kapatıldıktan sonra da meclis içerisinde grup olarak muhalefete devam eden eski TpCF’lilerin önemli kısmı, İzmir Suikastı çerçevesinde yargılanmış ve böylece siyasetteki etkilerini tamamen yitirmişlerdir. Bundan sonra 1945 yılına kadar, yaklaşık üç ay süren Serbest Cumhuriyet Fırkası dönemini saymazsak, Türkiye tek parti ile yönetilmiştir. Tek parti, meclis ve siyaset dışındaki alanlarda da muhalefeti kontrolü altında tutmuş, bunun için gerektiğinde bazı hak ve özgürlükleri kısıtlamak durumunda kalmıştır. 4 Mart 1925 tarihinde kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu, rejimin otoritesini güçlendirmekte önemli bir araç olmuştur. Kanuna göre gericiliğe, ayaklanmaya ve memleketin güvenliğini bozmaya neden olacak bütün kuruluşlar, girişimler ve yayınlar hükümet tarafından cumhurbaşkanı onayı ile yasaklanabilmektedir. Bu kanuna dayanarak hükümet, İstanbul’da Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, İstiklal, Sebilü’r-reşat, Aydınlık, Orakçekiç, Presse de Soire; İzmir’de Sada-yı Hak; Adana’da Sayha; Trabzon’da İstikbal ile Kahkaha gibi pek
düşün, Güz’11 11
çok gazete ve dergiyi kapatmıştır.23 Şeyh Sait Ayaklanması üzerine çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan hemen sonra biri ayaklanma bölgesinde biri de Ankara’da olmak üzere İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. Bu mahkemelerin en kritik özellikleri; üyelerinin TBMM ta-
Batı’nın geçir m iş o l d u ğ u s iy a s a l , ekonomik, to p l u m s a l v e k ü l t ü r e l dönüşümlerd e n n e r e d ey s e tamamıyla uz a k k a l m ış b ir toplumda dem o k r a s in i n h a y a t a geçirilebilme s i iç in z a m a n gerektiği orta d a d ır. rafından seçilmesi ve vereceği idam kararlarının TBMM’nin onayına sunulmadan anında uygulanacak olmasıdır. Bu mahkemelerde sadece Şeyh Sait İsyanı’nı çıkartanlar ya da İzmir Suikastı’nı gerçekleştirenler değil eski İttihatçılar, kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın liderleri ve birçok gazeteci, aydın da yargılanmıştır. Bütün bu uygulamalar sonucunda devrim karşıtı basın susturulmuş; İttihatçılardan İslamcılara, Milli Mücadele komutanlarından solculara kadar devrim için tehdit olabilecek tüm güç odakları fazla büyümeden etkisiz hale getirilmiştir. Çoğulculuk, buraya kadar bahsedilen uygulamalardan anlaşılacağı üzere Cumhuriyet’in ilk yıllarında büyük oranda sınırlandırılmış; böylece önemli devrimlerin öncesinde olası tepkiler ve karşı devrimler baştan engellenmiştir. Nitekim Feroz Ahmad’ın da belirttiği gibi iktidar eğer 1925’lerde muhalefet üzerinde baskı kurmasaydı sonrasında yapılacak devrimler gerek muhalefetin gerekse halk kitlelerinin direnişiyle karşılaşacaktı.24 Önemli toplumsal, siyasal değişiklikler gerçekleştirildikten sonra ise bu devrimlerin korunması ve yerleşmesi için bazı buyurgan yöntemler kullanılmaya devam edilmiştir. Nitekim 1934 tarihli Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile 1934-1935 yıllarında çıkartılan İskân
12
düşün, Güz’11
Kanunu sonucunda kişi özgürlüğü ve kişi güvenliği anlayışında bir gerileme yaşanmıştır.25 Yine 25 Temmuz 1931 tarihli Matbuat Kanunu ile Bakanlar Kurulu’na “memleketin umumi siyasetine dokunacak neşriyattan dolayı” gazete ve dergileri kapatma yetkisinin verilmesi ve 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ile dernek kurma konusunda sınırlamalar getirilmesi kimi zaman uygulanmak durumunda kalınan buyurgan yöntemlere örnek oluşturmaktadır.26
Tek Parti Rejimindeki Otoriter Uygulamaların Nedenleri Tek parti rejiminin otoriter yanları bugün fazlaca tartışılan konulardan birisidir. Bu konuda Kemalizm, demokratik bir siyasal sistem ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak dururken otoriter yöntemler tercih ettiği için eleştirilmektedir. Bu eleştirileri değerlendirmeden önce demokrasi kuramının üzerinde kısaca durmak faydalı olacaktır. Ahmet Taner Kışlalı demokrasiyi genel olarak, azınlıkta olanların da haklarının olduğu ve bir gün çoğunluk olma yollarının açık olduğu öz-
Ke m a l i z m ’e g ö r e b u s ü r eç Av r u p a ’ n ı n y a ş a d ığ ı g ib i ne y ü z l e r c e y ı l s ü r m e l i , n e de in s a n l a r ın ha k v e ö z g ü r l ü k l e r i ni e l d e e t m e k iç in y a p ıl a c a k k a n l ı iç s a v a ş l a r l a g e ç m e l i d ir. gürlükçü bir çoğunluk yönetimi olarak tanımlıyor.27 Sonrasında ise bir ülkede demokrasinin var olabilmesi için gerekli nesnel şartlardan bazılarını ortaya koyuyor: “Sanayileşme, kentleşme, yoksulluktan kurtulma, belirli bir eğitim düzeyine ulaşma. Çoğulcu, tek bir gücün egemen olmasına izin vermeyecek ölçüde güçlerin paylaşıldığı, gücün gücü dengelediği, örgütlü bir toplum. Yaygın ve etkili bir kitle iletişim ağı.”28
Bu ölçütlerin hiçbirisine sahip olmayan bir ülkede demokrasiye birdenbire geçilemeyeceği ortadadır. Yine Kışlalı’nın ifadeleri ile, “’Atatürk 1923’lerde, yani bir ortaçağ toplumunda niçin bugünün 1990’ların İngiliz demokrasisi gibi demokrasi kurmadı’ demek, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman niçin telefon şebekesi kurmadı demekle aynı anlama gelir.”29
odtuadt.com
Batı’nın geçirmiş olduğu siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel dönüşümlerden neredeyse tamamıyla uzak kalmış bir toplumda demokrasinin hayata geçirilebilmesi için zaman gerektiği ortadadır. Fakat Kemalizm’e göre bu süreç Avrupa’nın yaşadığı gibi ne yüzlerce yıl sürmeli, ne de insanların hak ve özgürlüklerini elde etmek için yapılacak kanlı iç savaşlarla geçmelidir. Siyasal ve sosyal yapının kendiliğinden evrilmesini beklemek ise halkı bir bakıma ortaçağ koşullarında yaşamak zorunda bırakmak olacaktır. Bu yüzden Türk Devrimi geri kalmış bir ülkeyi çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmayı amaçlayan köklü reformlar yapmış ve bu konuda tüm dünyaya örnek bir çağdaşlaşma projesi sunmuştur. Kemalizm, bu çağdaşlaşma projesini uygularken her devrimde olduğu gibi belli bir otoriteyi elinde bulundurma zorunluluğu duymuştur. Dolayısıyla tek parti rejiminin otoriter yapısı, sadece dönemin demokrasiye elverişsiz şartlarının yarattığı bir olgu değil aynı zamanda yapılması planlanan devrimin en önemli gereklerindendir. “Siyasi Partiler” kitabında Türk tek parti rejimini diğer tüm tek partili rejimlerden ayırt eden ve bu rejimi “potansiyel demokrasi” ifadesiyle tanımlayan Prof. Duverger şunları söylemektedir: “...tek partinin geçici niteliğini açıkça ilan eden ve onu plüralizm yolunda zorunlu bir aşamadan ibaret sayan bir rejim, potansiyel bir demokrasi olarak kabul edilebilir...’Potansiyel demokrasi’ fikri tebessümle karşılanabilir; plüralizm yönünde gelişen bir tek parti fikri, şüphe uyandırabilir. Ancak her iki fikir de, olgusal bir temele dayanmaktadır. Bu temel, 1950’de muhalefetin barışçı zaferiyle sonuçlanan, 1923-sonrası Türk evrimidir. Türki-
ye, engelsiz ve sıkıntısız şekilde, tek-parti sisteminden plüralizme geçmiştir. Bugün o, OrtaDoğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç aydının yönettiği hayali gruplar ya da fanatik dinsel tarikatlar yerine, gerçek partilere sahip bulunan tek Orta-Doğu devletidir.”30 Bu konuyu noktalamadan önce tek parti dönemindeki bazı otoriter uygulamaların boyutları üzerinde durmak yerinde olacaktır. Rejimin otoriter karakterlerinden Takrir-i Sükûn Yasası 4 Mart 1929’da sona ererken, İstiklal Mahkemeleri’nin görevi 7 Mart 1927 tarihinde son bulmuştur. Bütün kurum ve kuralları yerleşmiş bir hukuk devletinde kuşkusuz yeri olmayacak İstiklal Mahkemeleri devrim döneminin olağanüstü mahkemeleridir. Bu tür mahke-
melerin ilk örneği olarak Fransız Devrimi’nde oluşturulan İhtilal Mahkemesi, tüm Fransa’da 17000’den fazla insanı idama mahkûm etmiştir. Türk Devrimi’nde Cumhuriyet’ten sonra kurulan İstiklal Mahkemeleri ise 1925-1927 yıllarında 2436 kişiyi yargılamış, 368 idam kararı vermiş ve bu idamlardan 226’sı uygulanmıştır. 1343 kişi de bu mahkemelerin yargılamaları sonucunda beraat etmiştir ki bu da yargılananların yüzde 55’inin suçsuz bulunduğunu göstermektedir.31
düşün, Güz’11 13
Bunun dışında sıkıyönetim uygulamalarıyla da temel hak ve özgürlükler kimi zaman sınırlandırılmış fakat bu durum çoğu kez geçici bir zaman diliminde ve mümkün olduğunca az insanı etkileyecek kapsamda gerçekleşmiş, sıkıyönetim gerektiren şartlar ortadan kalktığında kısıtlayıcı uygulamalar da sona erdirilmiştir. Bütün bunlara rağmen tek parti rejiminin gerçekleştirdiği çağdaşlaşma yolundaki dönüşümde ödenen “bedel” başka devrimlere oranla en az düzeyde kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Atatürk’ün oynadığı rolü, Weber’in “karizmatik liderlik” kavramıyla açıklayan Rustow’a göre çağdaş gelişmelerde bu çapta siyasal reformların pek azı bu kadar sınırlı sayıda cana kıymayla sonuçlanmıştır.32 Yine Atatürk Devrimi’nin Meiji Restorasyonu’ndan daha insancıl ve barışçıl olduğunu belirten toplumbilimci Ali Mazrui şu çıkarımlara varmaktadır: ”Mustafa Kemal aşırı vaktinden evvel bir ‘moralistti’ (ahlakçı). O, tinsel olgunlaşma ile özdeksel çağdaşlaşmayı birlikte başarmaya çalıştı. İşte bu tabii eğer özdeksel bakış açısı daha önemli görülürse, onun Devrim’inin tümüyle gerçekleşmesini engelledi. Türkiye’nin endüstriyel açıdan Japonya ile aynı duruma gelememesinin pek çok nedeni vardır. Ancak bu nedenlerden biri Türkiye’nin Atatürk döneminde moral açıdan Japonya’yı çok gerilerde bırakması olabilir.”33 Daha önceki bölümde her devrimin bir otoritenin egemenliğinde gerçekleştiğinden bahsedilmişti. Türk Devrimi de tek parti rejiminin otoritesi altında gerçekleşmiştir. Fakat burada önemle üzerinde durulması gereken nokta bu otoritenin korkuya, şiddete, baskıya, silah zoruna dayanıp dayanmadığıdır. Mustafa Kemal Atatürk kendi otoritesinin nelerden kaynaklandığını şöyle açıklamaktadır: “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Fakat ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini istencine tam anlamıyla bağ-
14
düşün, Güz’11
layandır. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.”34 Atatürk hayatta iken onun yönetimine sert eleştiriler yöneltmiş aydınlardan biri olan Zekeriya Sertel yıllar sonra onun hakkında şunları söylemiştir: “Kişi yönetiminden çok, meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi. Bütün koşullar O’nun doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. Fakat asker olmasına rağmen yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite, diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye dayanıyordu... Günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini O’nun döneminde yazdı.”35
Tek Parti Rejiminin Demokratik Yanları Kemalist Tek Parti Dönemi için bugünkü anlamda bir demokrasiye sahip olmadığından ve Türkiye’ye demokratik sistemi kurma amacıyla bir otoriterlik içerdiğinden bahsedildi. Fakat tek parti rejiminin otoriterliği, içerisinde pek çok açıdan demokratik öğe barındırmaktadır.
Te k p a r t i r e j i m i n in g e r ç e k l e ş t i r d iği ç a ğ d a ş l a ş m a y o l u n d aki d ö n ü ş ü m d e ö d e n e n “ b e d e l ” b a şka d ev r im l e r e o r a n l a e n a z d ü z ey de k a l m ı ş tır. Bu, tek parti rejiminin Türkiye’de demokrasinin nesnel şartlarını oluşturmak ve demokrasi kültürünü meydana getirmek için oluşturulmuş bir devrim rejimi olmasından kaynaklanır. Türk Devrimi ulusal bir çağdaşlaşma devrimidir ama bu çağdaşlaşma devrimi işgal altındaki topraklarda başlamıştır. Bağımsız olmayan bir ulusun çağdaşlaşması da mümkün olamayacağına göre Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Türk
Devrimi’nin ilk aşaması olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. Kurtuluş Savaşı dönemine baktığımızda, verilen mücadelenin daha Amasya Genelgesi’nden itibaren, “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” ifadelerinden anlaşılacağı üzere, ulusa mal edildiği görülecektir. Amasya Genelgesi’ndeki çağrı üzerine Sivas Kongresi’ne işgal altında olsun ya da olmasın yurdun dört bir yanından seçilmiş temsilciler katılmış ve bu kongre sonucunda tüm milli cemiyetler “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında tek bir çatıda toplanmıştır. Yine bu kongrede idari işleri yürütmek üzere Temsil Heyeti seçilmiş ve başkanlığına da Mustafa Kemal getirilmiştir. Bundan sonra mülki amirlere ve komutanlara göndereceği her telgrafın altına ismini bu unvanla yazacaktır. Tüm bunlar Ankara’da bir meclisin kurulmasının hazırlık aşamasını oluşturmuş ve o dönemin işgal altındaki Anadolu koşullarında milli iradeyi mümkün olduğunca hakim kılmayı sağlamıştır.
odtuadt.com
Ulusal egemenliği sağlayacak olan en büyük adım ise hiç şüphesiz TBMM’nin kuruluşu olacaktır. Savaş dönemi alınan kararlar da savaş kazanıldıktan sonra yapılan devrimler de hep bu meclisin ürünüdür. Önce ordu kurup savaşalım, sonrasında meclisi kurarız diyenlere Mustafa Kemal “Öyle bir devre eriştik ki onla her şey meşru olmalıdır. Ordu demek servet ve insan demektir. Buna da ancak milletin iradesi karar verir. Önce meclis sonra ordu.”36 yanıtını vermiştir. Meclis kurulduktan sonra Batı Cephesi’nde düzenli ordu oluşturulana kadar milis kuvvetlerle düşmanı oyalama stratejisi uygulanmış ve TBMM tüm milis kuvvetleri sevk ve idare etmiştir. Ayrıca Güney Cephesi’ndeki milis kuvvetler ile Doğu Cephesi’ndeki Kazım Karabekir’in ordusu da bizzat TBMM’ye bağlı olarak düşmanlara karşı savaşım vermiştir. Savaşın en kritik zamanlarında bile Mustafa Kemal, meclisin iradesine saygı duymuş, alınmasını istediği kararla-
rı kürsüye çıkıp vekilleri ikna ederek aldırmıştır. Örneğin, Sakarya Savaşı öncesinde düşmanın üstün güçleriyle başkentin yanı başına dayandığı ve meclisin Kayseri’ye taşınmasının tartışıldığı dönemde bile başkomutanlık yetkisini almak için Mustafa Kemal milletvekillerine uzun nutuklar çekmek zorunda kalmıştır. Aynı şekilde sonraki yıllarda cumhurbaşkanıyken, yasaları veto hakkı isteyecek ve görev süresinin 5 yıl yerine 7 yıla çıkarılmasını teklif edecek fakat meclisi ikna edemeyecektir. Ahmet Mumcu’nun söylemiyle: “Büyük önder, ulusal egemenliğin temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sık sık yol göstermiş, kurduğu parti aracılığı ile onu her zaman yönlendirmişse de hukuksal olarak -iki olay dışında- Meclis’in kararlarının verilmesine hiç karışmamış, her işin ulus iradesine uygun biçimde yapılmasına üstün çaba harcamıştır.”37 Savaştan sonra 4 Mart 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu’na kadar özgürlük ortamı hakim olmuş, fakat var olan özgürlükler devrimlerin ya-
1 9 4 6 ’d a k u r u l a n D e m o k r a t P a r t i de C H P ’ n in i ç e r is in d e n ç ık m ış t ı r. Tek p a r t il i l i k t e n ç o k p a r t i l i l iğ e g e ç iş r e j im e r a ğ m e n d e ğ il , r e j i m in m a n t ığ ı n a v e id e a l i n e u y g un o l a r a k g e r ç e k l e ş m iş t i r. pılmasında ve yerleşmesinde engel çıkarmak isteyen gerici güçler tarafından kötüye kullanılınca bu ortam mecburi olarak kısıtlanmıştır. Yine de 1930’da bizzat Atatürk’ün isteğiyle muhalefet partisi kurulmuş ve Türkiye çok partili hayatı tecrübe etmek istemiştir. Fakat kurulan muhalefet partisi, henüz demokrasi koşullarının tam anlamıyla olgunlaşmamış olması sebebiyle ne yazık ki kendi kendini feshetmek zorunda kalmıştır. Bundan sonraki süreçte tek parti yönetimi devam etmiş fakat parti içinde sü-
düşün, Güz’11 15
rekli farklı hizipler ve görüşler mevcut olmuştur. CHP tarafından 1935 seçimlerinde bazı kişilerin bağımsız olarak meclise girmeleri sağlanmış38, 1939’da Müstakil Grup kurulmuş, 1943’te bazı illerde fazladan adaylar gösterilip seçme-
olarak, monarşik, teokratik, aristokratik vb. ayrıcalıklara dayanmıyorlardır; tersine, bu dayanakları kendileri yıkacaklardır.41
Tek parti rejiminin yaptığı pek çok şey, kendi otoritesini bir gün bitirmeye ve rejimin tamamen demokratikleşmesine yöneliktir. Kıta AvTek parti rej i m i n in ke n d in i s o n l a n- rupası’nın proletarya diktatörlüğünden faşizdırıp başka p a r t i l e r l e d e m o k r a t i k me ve Nazizm’e kadar tüm totaliter sistemleryarışa girişm e s in in v e s e ç im i ce neredeyse ele geçirildiği bir dönemde Kemakaybettiğind e ik t i d a r ı b a r ış ç ıl b i r lizm Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler yolunda öyle adımlar atmıştır ki Türk Devrimi’ni tarihşekilde devr e t m e s in i n t a r i h t e o te eşsiz bir yere taşımıştır.
zamana kada r b a ş k a ö r n e ğ i yoktur.
ne alternatifler sunulmaya çalışılmış, 1945 ara seçimlerinde aday gösterilmeyerek bağımsızlara şans tanınmıştır. Öyle ki 1946’da kurulan Demokrat Parti de CHP’nin içerisinden çıkmıştır. Tek partililikten çok partililiğe geçiş rejime rağmen değil, rejimin mantığına ve idealine uygun olarak gerçekleşmiştir.39 Tek parti rejiminin kendini sonlandırıp başka partilerle demokratik yarışa girişmesinin ve seçimi kaybettiğinde iktidarı barışçıl bir şekilde devretmesinin tarihte o zamana kadar başka örneği yoktur. Bu konuda büyük bir tarihi başarıya sahip olan İsmet İnönü ileride şunları söyleyecektir: ”Atatürk’ü devlet idaresinde, istiklalci, cumhuriyetçi ve demokratik rejimci olarak tarif etmek lazımdır... Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı.”40 Devrimi yapan kadrolara baktığımızda yönetici seçkinlerin özellikle 1923 sonrasında yarışmalı ve çoğulcu yöntemlerle seçilmemiş olsalar da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın aşağıdan yukarı yükselen demokratik dalgasının üzerine oturduklarını söyleyebiliriz. Bundan dolayı sınıfsal konum ve sosyolojik açıdan eski yönetici seçkinlere oranla daha halkçı ve demokratik bir kökenden gelmektedirler. Devrimin yönetici seçkinleri Osmanlı yönetici tabakalarından farklı
16
düşün, Güz’11
Daha önce de bahsedildiği üzere Mustafa Kemal’in kendi yazdığı ve 1930’lardan itibaren okullarda okutulmaya başlanan “Yurttaşlık Bilgileri” kitabı, tek parti rejiminin genç kuşakları haklarının ve özgürlüklerinin bilincinde demokratik bireyler olarak yetiştirme amacı taşıdığı-
M u s t a f a Ke m a l ’ in ke n d i y a z d ığı v e 1 9 3 0 ’ l a r d a n it i b a r e n o k u l l a r da o k u t u l m a y a b a ş l a n a n “ Yu r t t a ş lık B i l g i l e r i” k it a b ı, t e k p a rti r e j im in in g e n ç k u ş a k l a r ı ha k l a r ının v e ö z g ü r l ü k l e r in i n b i l in c i n de d e m o k r a t i k b ir ey l e r o l a r ak y e t iş t i r m e a m a c ı t a ş ıd ı ğ ının g ö s t e r g e l e r in d e n b ir i s id ir. nın göstergelerinden birisidir. Her yurttaşın eşit siyasal haklara sahip olması gerektiğinden bahseden kitap sadece negatif özgürlüklerden değil çağının ötesinde bir anlayışla pozitif özgürlüklerden de bahsederek devletin görevlerini de tanımlamıştır. Toplantı yapma özgürlüğünden vicdan ve düşünce özgürlüğüne kadar pek çok çağdaş demokratik kavramı anlatan “Yurttaşlık Bilgileri” kitabında Atatürk, basın yayın özgürlüğü konusundaki günümüzde bile geçerliliğini koruyan ideallerini genç kuşaklara şu sözleriyle taşımaya çalışmıştır: “Basın yayın özgür-
lüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yayın özgürlüğünden doğacak olan sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan doğruya basın yayın özgürlüğüdür.”42 Yine aynı kitapta demokrasi prensibi şu şekilde açıklanmıştır: “Bu prensibe [demokrasiye] göre, irade ve hâkimiyet, milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi prensibi, milli hâkimiyet fikrine dönüşmüştür. Demokrasi şahsına müstenit hükümetlerde hâkimiyet, halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, hâkimiyetin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu suretle demok-
Bütün bunlara ek olarak yurttaşın haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda çok önemli yere sahip olan sivil toplum olgusunun da bizzat Kemalizm tarafından oluşturulmaya çalışıldığını söylemek yanlış olmaz. Devletin, insanların özel hayatı da dahil olmak üzere her alana müdahale etmesinin yaygınlaştığı bir dünyada Kemalizm sivil toplum örgütlenmesini kurmaya çalışmıştır. Fransız Akademisi modeli bile Atatürk tarafından beğenilmeyip tamamen bağımsız dernek statüsünde kurulan Türk Dil ve Tarih Kurumları buna en güzel örnektir. Hatta bu kurumların ekonomik anlamda da bağımsız kalabilmesi için Atatürk kendi mirasından pay bırakmıştır.46
Kitle iletişim a r a ç l a r ı n ın y e t e r s i z olduğu 1930-4 0 ’ l a r Tü r k i y e s i’ n d e 404 halkevi ve d ö r t b in k a d a r ha lkodası bir bakım a d e m o k r a t i k k i t l e örgütü görevi g ö r m ü ş t ü r.
Tüm yurdu bir ağ gibi saran Halkevleri ve Halkodaları, resmi anlamda CHP’ye bağlı fakat fiili anlamda oldukça bağımsız ve demokratik bir özellik göstermektedirler.47 Eğitimsiz bir toplumda yaygın “halk okulu” hizmeti gören halkevlerinin; dil,edebiyat, tarih; güzel sanatlar; tiyatro; spor; sosyal yardım; halk dershaneleri ve kurslar; kütüphane ve yayın; köycülük; müze ve sergiler gibi çeşitli birimleri içermesi öngörülmüştür.48 Bu kurumlar aynı zamanda halkın ra-
rasi prensibi, siyasi kuvvetin, hâkimiyetin kaynağına ve meşrutiyetine temas etmektedir. Demokrasi prensibinin, en asri ve mantıki tatbikini temin eden hükümet şekli, cumhuriyettir.”43
odtuadt.com
Medeni Bilgiler’in dışında gene aynı yıllarda ders kitabı olarak hazırlanan ve Atatürk’ün incelemesinden geçen Tarih IV kitabına bakılacak olursa halkçılık ilkesinin dayandırıldığı üç temel öğeden birincisinde demokrasiye yer verildiği görülecektir.44 Ayrıca 12 Nisan 1929’da Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray’ın yayımladığı genelgede şu görüşe yer verilmiştir: “T.C. Maarifinin, ulusal eğitim ve öğretimdeki amacı, yetiştireceği bilinçli cumhuriyetçi, bilinçli demokrat, bilinçli laik vatandaşların, aziz memleketinde güçlü uygarlık ve gönenç etkenleri olmasını sağlamaktır.”45 Bütün bunlar tek partili rejim tarafından yeni kuşaklara verilmeye çalışılan niteliklerin içerisinde demokrasinin ve özgürlüklerin geniş yer kapladığını göstermektedir.
B a ş t a A t a t ü r k v e İ n ö n ü ’ n ü n o l m ak ü z e r e C u m h u r i y e t y ö n e t ic il e r in in e ş l e r in in y ü z l e r i v e b a ş l a r ı a ç ık ş e k i l d e , ç a r ş a f y e r in e m a n t o l u g iy i m l e r i y l e g ö r ü n e r e k h a l k a ö r n ek o l m a ç a b a l a r ı , p e ç e v e ç a r ş af k u l l a n ım ı n ın y a v a ş y a v a ş u n u t u l ur d u r u m a g e l m e s i n d e ö n e m l i b ir e t ke n o l m u ş t u r. hatlıkla toplandığı, eğlendiği, çeşitli etkinlikler içinde yer aldığı ya da bunları izlediği yerlerdir. Kitle iletişim araçlarının yetersiz olduğu 19301940’lar Türkiyesi’nde 404 halkevi ve dört bin kadar halkodası bir bakıma demokratik kitle ör-
düşün, Güz’11 17
gütü görevi görmüştür. Benzer şekilde Köy Enstitüleri bugünün yükseköğretim kurumlarında bile olmayan katılımcı ve demokratik bir yapıya sahiptir.49 İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanıyken gittiği bir Köy Enstitüsü’nde öğrencilerden farklı içerikte yemek yemesi üzerine okulun müdürünün öğrenciler tarafından eleştirilmesi, enstitülerdeki özgürlük ortamını göstermesi açısından güzel bir örnektir.50
Kemalizm’in itaatkâr bir toplum yerine katılımcı, eşitlikçi ve demokratik bir toplum hedeflediğinin göstergelerinden biri de gençlere ve kadınlara toplumsal, ekonomik, siyasal hayatta verdiği değerdir. Mustafa Kemal devrimini gençlere emanet etmiş ve gerektiğinde siyasal iktidara bile karşı gelmelerini istemiştir. Yine bu dönemde Türk kadınına siyasal hakları ve özgürlükleri çoğu Batı ülkesinden önce verilmiş, kadının toplumsal hayattaki ağırlığını artırmak için çaba gösterilmiştir.51 Türk Medeni Yasası ile ailede kadının hakları erkeğin hakları ile eşit düzeye getirilmiş; erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanmış; mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularındaki cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılmıştır. Kadınların toplumsal hayatta yer almasını engelleyen te-
18
düşün, Güz’11
settür ise yasal düzenlemelerle çözülemeyecek kadar karmaşık bir konu olduğu için kadınların çarşaf ve peçeden kurtulması eğitimle sağlanmaya çalışılmıştır. Ayrıca başta Atatürk’ün ve İnönü’nün olmak üzere cumhuriyet yöneticilerinin eşlerinin yüzleri ve başları açık şekilde, çarşaf yerine mantolu giyimleriyle görünerek halka örnek olma çabaları, peçe ve çarşaf kullanımının yavaş yavaş unutulur duruma gelmesinde önemli bir etken olmuştur. Mustafa Kemal İnebolu’daki bir konuşmasında şunları söylemiştir: ”Gezim sırasında köylerde değil, kasaba ve kentlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini gözlerini çok yoğun ve özenle kapamakta olduklarını gördüm... Erkek arkadaşlar! Bu, bizim bencilliğimizden geliyor... Ancak sayın arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi anlayışlı ve düşünen insanlardır... Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur.”52
Re j im in d ü ş ü n v e s a n a t in s a n l a r ına s a ğ l a d ığ ı g e n iş ö z g ü r lük o r t a m ın d a n , H it l e r d ö n e m inin A l m a n y a v e Av u s t u r y a s ı’ n ı t erk e d e n 1 4 2 b i l im in s a n ın a ke n d i dar im k a n l a r ı y l a k u c a k a ç m a s ın a k a dar h e r a l a n d a b u d e m o k r a t i k ö ğ e ler f a z l a c a v a r o l m u ş t ur. Tüm bu anlatılanlardan anlaşılacağı üzere tek parti rejimi otoriter niteliklere sahip olmasına rağmen içerisinde pek çok demokratik öğeyi barındırmaktadır. Öyle ki, rejimin düşün ve sanat insanlarına sağladığı geniş özgürlük ortamından, Hitler döneminin Almanya ve Avusturyası’nı terk eden 142 bilim insanına kendi dar imkânlarıyla kucak açmasına kadar her alanda bu demokratik öğeler fazlaca var olmuştur.
Sonuç Tek parti rejiminin yukarıda bahsedilen pek çok özelliği tarafsız bir şekilde değerlendirildiğinde, bu dönemde Türkiye’nin totaliter bir düzenle yönetilmediği rahatlıkla ifade edilebilir. Dolayısıyla son zamanlarda bazı çevrelerin iddia ettiği gibi Tek Parti Dönemi’nin totalitarizm içerdiğini söylemek, en hafif tabirle tarihi gerçekleri saptırmak demektir. Türk tek parti sisteminin siyasal rejimini açıklamak için “demokrasi kavramını da içeren ve demokrasiye yönelen özel bir tek parti otoriterizmi” tanımını kullanmak yanlış olmayacaktır. Tek parti rejimi bu otorite ile bir geri kalmış ülke devrimi gerçekleştirmiş ve Avrupa’nın yaşadığı dönüşümleri yaşayamamış bir topluma kendi otoritesini sonlandırarak demokratik bir sistem armağan etmiştir. KAYNAKÇA
odtuadt.com
1. Akşin, Sina, Türkiye’nin Önünde Üç Model, Telos Yayıncılık, İstanbul, 1997, s.107. 2. Duverger, Maurice, Siyasi Partiler, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993, s.359-360. 3. Akşin, Sina, Türkiye’nin Önünde Üç Model, Telos Yayıncılık, İstanbul, 1997, s.101. 4. Arık, Evren, düşün Dergisi, sayı. 14, s.20. 5. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s.294. 6. Duverger, Maurice, Siyasi Partiler, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993, s.361. 7. Kışlalı, Ahmet Taner, Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s.67. 8. Akşin, Sina, a.g.e., s.101. 9. Öztürk, Sezgin, düşün Dergisi, sayı. 22, s.7. 10. Demirci, H. Aliyar, Demokrasi Platformu Dergisi, sayı. 14, s.113. 11. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap İkinci Bölüm Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, s.21. 12. Demirci, H. Aliyar, Demokrasi Platformu Dergisi, sayı. 14, s.116. 13. Linz, Juan J., Totaliter ve Otoriter Rejimler, Liberte Yayınları, Ankara, 2008, s.57. 14. Demirci, H. Aliyar, Demokrasi Platformu Dergisi, sayı. 14, s.118. 15. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap İkinci Bölüm Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, s.21. 16. Linz, Juan J., Totaliter ve Otoriter Rejimler, Liberte Yayınları, Ankara, 2008, s. 137. 17. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s.238. 18. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 2. Kitap Ulusal Direnişten Türkiye Cumhuriyeti’ne, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992, s.258. 19. Özbudun, Ergun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve
Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.78. 20. Öz, Esat, Otoriterizm ve Siyaset, Yetkin Yayınları, Ankara, 1999, s.125. 21. Özbudun, Ergun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.85. 22. Özbudun, Ergun, a.g.e., s.77. 23. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap Birinci Bölüm Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995, s.119. 24. Ahmad, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s.76. 25. Tanör, Bülent, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2002, s.344. 26. Özbudun, Ergun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.98. 27. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s.238 28. Kışlalı, Ahmet Taner, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2007, s.22. 29. Baykam, Bedri, Mustafa Kemaller Görev Başına, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1994, s.162. 30. (Siyasi Partiler, Maurice Duverger, s.363-364, Ekim 1993, bilgi yayınevi, Ankara) 31. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap Birinci Bölüm Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995, s.150. 32. Kili, Suna, Bir Çağdaşlaşma Modeli Atatürk Devrimi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s.98. 33. Kili, Suna, a.g.e., s.202. 34. Ş.turan, 3. Kitap, 2. Bölüm, s.18, (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,III,100) 35. Kışlalı, Ahmet Taner, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2007, s.96. 36. Aybars, Ergün, “Atatürk’ün Evrenselliği,” Edip Başer (Haz.) 21 nci Yüzyıl Başında Atatürkçülük; Anlaşılması ve Anlatılmasındaki Sorunlar, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008, s.29. 37. Mumcu, Ahmet, Atatürkçülükte Temel İlkeler, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2000, s.103. 38. Albayrak, Mustafa, düşün Dergisi, sayı. 13, s.6. 39. Tanör, Bülent, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2002, s.354. 40. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s.170. 41. Tanör, Bülent, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2002, s.351. 42. Medeni bilgiler 43. Gazi M. Kemal, Medeni Bilgiler, İstanbul, 2003, s. 53. 44. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap Birinci Bölüm Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995, s.23. 45. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap İkinci Bölüm Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, s.69. 46. Kışlalı, Ahmet Taner, Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2007, s.33. 47. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s.164. 48. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap İkinci Bölüm Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1996, s.86. 49. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s.164. 50. Dündar, Can, Köy Enstitüleri, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2007, s.49. 51. Kışlalı, Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006, s.150. 52. Turan, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 3. Kitap Birinci Bölüm Yeni Türkiye’nin Oluşumu, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1995, s.240.
düşün, Güz’11 19
TÜRKİYE’DE ANAYASA YARGISI VE SON ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ *
* Yrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL | Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı “Anayasa yargısı” terimi en basit tanımıyla “kanunların anayasaya uygunluğunun denetimi” anlamına gelir.1 Kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevli bir mahkeme olarak Anayasa Mahkemesi ülkemizde 1961 Anayasası ile kurulmuştur. Bu tarihten önce yürürlükte olan 1924 Anayasası döneminde kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevli bir mahkeme bulunmamaktaydı. Yargısal denetimin yokluğu nedeniyle 1924 Anayasası’nın 103. maddesinde yer alan “Anayasanın hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsanamaz ve işlerlikten alıkonamaz. Hiçbir kanun anayasaya aykırı olamaz.” hükmünün de bir yaptırımı haliyle bulunmamaktaydı. Anayasaya aykırı olan bir kanunun anayasa ile çatıştığının yetkili bir organ tarafından tespit edilememesi nedeniyle 103. madde hükmüne rağmen, uygulamada anayasaya açıkça aykırı olan kanunlar dahi geçerliliğini koruyabilmekteydi.
20
düşün, Güz’11
Anayasa Yargısı Neden Gereklidir? Anayasa yargısı yukarıda da belirttiğimiz gibi kanunların anayasaya uygun olup olmadığının denetlenmesini sağlamak suretiyle bir hukuk düzenindeki en üstün hukuk kuralı olan anayasanın gerçek anlamda üstün olmasını sağlar. Böyle bir denetimin bulunmaması halinde, anayasanın “normlar hiyerarşisinde” kendisine göre daha altta yer alan alelade kanunlar tarafından değiştirilmesi söz konusu olur ki böyle bir durumda anayasanın üstünlüğünden söz etme olanağı kalmayacaktır. Diğer taraftan, yargısal denetimden ayrı olarak “kanunların anayasaya uygunluğunun siyasal denetiminden” de söz etmek mümkünse de bu gerçek anlamda bir denetim olmaktan uzaktır. Parlamentodaki görüşmeler sırasında milletvekillerinin kanunun anayasaya aykırı olduğunu iddia etmeleri, yine parlamentodaki ilgili komisyon-
larda kanunun anayasaya aykırı olması nedeniyle geri çekilmesi ya da değiştirilmesi talepleri ve Cumhurbaşkanı’nın imzalaması için kendisine sunulan kanunu anayasaya aykırı olduğundan bahisle meclise bir kez daha görüşülmek üzere geri göndermesi siyasal denetime örnek olarak gösterilebilir. Ancak bu tür iddia ve talepler genellikle parlamentoda yer alan çoğunluklar tarafından göz ardı edilebilecektir. Üstelik bu çoğunluklar genellikle yürütme organının (özellikle de bakanlar kurulunun) sıkı takibi ve parti disiplini altında hareket etmek durumunda kalan milletvekillerinden oluşmaktadır. İşte bu nedenlerle üstün hukuk kuralı olarak anayasanın yaptırımı olmak üzere anayasa yargısının bir yargısal denetim olarak kabul edilmesi ihtiyacı doğmuştur. Anayasa yargısının neden gerekli olduğunu açıklarken üzerinde durulması gereken bir diğer sebep, yukarıdaki açıklamalarımızla yakından ilişkilidir. O da parlamentodaki çoğunlukların keyfi hareket etmesini önlemek biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Aksi takdirde siyasal
İktidar demokratiktir, diğer bir deyişle kaynağını halkın tercihlerinden ve rızasından almaktadır; ama diğer taraftan da sınırlıdır ve bu sınır anayasa denen hukuk kuralları ile çizilmiştir.
odtuadt.com
çoğunluklar anayasa denen üstün hukuk kuralını tanımayarak siyasal azınlıkların hak ve özgürlüklerini tehlikeye atabilir, önceden belirlenmiş hukuk kuralları çerçevesinde yönetime işaret eden hukuk devleti ilkesini hiçe sayarak keyfi bir yönetim sergilemeye başlayabilirler. Bu tasarım da aslında “anayasal demokrasi” kavramı ile ifade edilmektedir. Bu terimde geçen “anayasa” ile anayasacılık fikrinin dayandığı iktidarın hukukla sınırlanması ve iktidarın bölünmesi (kuvvetler ayrılığı) olgularına atıfta bulunulurken “demokrasi” ile de sınırlanan iktidarın aslında bir halk iktidarı olduğu vurgulanmaktadır.
Bugün anayasaların üstünlüğünden söz edebiliyorsak bu büyük ölçüde anayasaların meclislerdeki basit çoğunluklar tarafından değiştirilmesini önleyen katı anayasa olgusu sayesinde mümkün olmaktadır. İktidar demokratiktir, diğer bir deyişle kaynağını halkın tercihlerinden ve rızasından almaktadır; ama diğer taraftan da sınırlıdır ve bu sınır anayasa denen hukuk kuralları ile çizilmiştir. Hukuk kurallarının çizdiği sınır çerçevesinde haklar tanınmış ve koruma altına alınmış, yönetilen kadar yönetenlerin de tabi olduğu hukuk kuralları ortaya konmuştur. Diğer bir deyişle, iktidar halkın iktidarı dahi olsa keyfi ve sınırsız olamaz. Bu durum diğer taraftan “anayasacılığın paradoksu” olarak ifade edilmektedir. Çünkü anayasa yapımı, güç aktarımı yanında gücü aktaranın, yani halkın kendi kendisini sınırlaması anlamına da gelir. Dolayısıyla bir anayasal demokraside, çoğunlukların ve onların temsilcilerinin dilediklerini yapabileceklerini, anayasa başta olmak üzere hukuk kuralları ile sınırlanamayacaklarını iddia etmeleri kabul görmez. İşte anayasa yargısı, çoğunlukların anayasa denen üstün hukuk kuralına saygı göstermesini sağlamak suretiyle de anayasal demokrasinin yaşamasına olanak tanır. Şüphesiz anayasanın üstünlüğünden söz ederken anayasaların katılığına da değinmek gerekir. Bugün, İngiltere hariç hemen bütün egemen devletlerin bir yazılı anayasası vardır. İngiltere’de ise yüzyıllara dayanan bir yazısız (teamüli) anayasa geleneği devam etmektedir. İşte yazılı anayasaların da genellikle değiştirilmelerinin güçleştirildiğini, diğer bir deyişle, sıradan (alelade) yasalarla anayasaların değiştirilmesinin mümkün olmadığını görüyoruz. Çeşitli yöntem ve araçlara başvurmak suretiyle değiştirilmesi alelade yasalara göre güçleştirilmiş ya da bazı maddeleri yönünden değiştirilmesi olanaksız hale getirilmiş anayasalara katı
düşün, Güz’11 21
(sert) anayasalar denir. Bugün anayasaların üstünlüğünden söz edebiliyorsak bu büyük ölçüde anayasaların meclislerdeki basit çoğunluklar tarafından değiştirilmesini önleyen katı anayasa olgusu sayesinde mümkün olmaktadır.
Anayasa Yargısında Farklı Modeller Bulunmakta mıdır? Anayasa yargısının bilenen en yakın tarihli çağdaş örneği ABD’de karşımıza çıkar. 1803 tarihli Marbury v. Madison davasında Yüksek Mahkeme Başyargıcı Marshall şu meşhur gerekçeyle anayasaya aykırı bir kanunun uygulanmaması gerektiğini ifade etmiştir: “Şu tersi ileri sürülemeyecek kadar açık, yalın bir önermedir ki, ya anayasaya aykırı olan bir yasama işlemi (Kanun) denetime bağlı tutulur; ya da, yasama organı anayasayı bayağı bir kanunla değiştirebilir. Bu ikisi arasında ortalama bir yol yoktur. Anayasa ya bayağı kanunlar gibi değiştirilemeyen üstün, yüce bir kanundur, ya da yasama organının dilediği zaman değiştirebileceği bayağı kanunlarla eşdeğer düzeyde bir kanundur. Bu yollardan birincisi doğru ise, yasama organının anayasaya aykırı olan işlemi kanun değildir; ikinci yol doğru ise, o zaman yazılı anayasalar halkın gerçekte sınırlandırılmaya elverişli bulunmayan bir gücü, sınırlandırmak için giriştikleri boş ve anlamsız çabalardır.” 2 Marshall’ın bu ünlü gerekçesine dayanan Yüksek Mahkeme’nin kararı sonrasında giderek yerleşen Amerikan tipi anayasa yargısında mer-
Avrupa tipi anayasa yargısında anayasaya aykırılık denetimi bu işle görevli bir mahkeme tarafından yerine getirilir. kezileşmemiş bir yaygın denetim modeli geçerlidir. Yaygın denetim modeli de denen Amerikan tipi anayasa yargısında tüm mahkemele-
22
düşün, Güz’11
rin önlerindeki uyuşmazlığın çözümünde uygulayacakları kanunun anayasaya uygunluğunu denetleme ve aykırı gördükleri kanunu uygulamama yetkileri bulunmaktadır. Ancak, bu sistemin sağlıklı işlemesi için ortak hukuk (common law) geleneği içinde yerleşmiş olan emsal hukuku çerçevesinde üst mahkemenin verdiği kararın tüm alt mahkemeleri bağladığının da kabul edilmesi gerekir, çünkü denetimi yapan mahkemeler aykırılık tespit etmeleri halinde dahi kanunu iptal edememekte, sadece ihmal edebilmekte, diğer bir deyişle anayasaya aykırı olduğunu düşündükleri kanun yerine doğrudan anayasayı uygulamaktadırlar. Amerikan tipi anayasa yargısı yanında bir de merkezileşmiş denetim modeli olarak da bilinen Avrupa modeli bulunmaktadır. Bu sistemin fikir babası ise ünlü hukukçu Hans Kelsen’dir. Avrupa tipi anayasa yargısında anayasaya aykırılık denetimi bu işle görevli bir mahkeme tarafından yerine getirilir. Uyuşmazlıkları çözmekle ya da ceza tayin etmekle görevli mahkemeler uyguladıkları kanunun anayasaya aykırı olduğunu düşünseler dahi bu konuda kendileri karar veremezler. Konuyu karara bağlamak üzere Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak durumundadırlar. Bizim sistemimizde anayasaya uygunluk denetimi için öngörülen bu yola “itiraz yolu” ya da anayasaya aykırılık iddiası somut bir uyuşmazlıktan kaynaklandığı için “somut norm denetimi” denmektedir. Diğer bir denetim yolu da iptal davası olabilir ki burada da doğrudan anayasa ile yetkilendirilmiş kişi ya da gruplar bir yasanın anayasaya aykırılığı iddiası ile yine belli bir merkezi mahkemeye iptal davası açarlar. Bizim sistemimizde kanun yürürlüğe girdikten sonra böyle bir iptal davası açmaya yetkili olanlar, aykırılık iddiasının esas veya şekil yönünden olmasına göre değişmekle birlikte cumhurbaşkanı, iktidar ve anamuhalefet partisi meclis grupları ve TBMM’nin beşte bir oranında milletvekili (110 milletvekili) olarak belirlenmiştir.
Avrupa modelini Amerikan modelinden ayıran önemli özelliklerden bir diğeri de Avrupa modelinde anayasaya uygunluk denetimi yapmakla yetkili mahkemenin ilgili kanun hakkında iptal yaptırımına karar verebilmesidir. Hakkında iptal kararı verilen bir kanunun ilgili hükmü geçerliliğini kaybeder ve hukuk aleminden çıkar.
Temel hedef parlamentodaki çoğunlukların “Milli iradeyi biz temsil ediyoruz, öyleyse dilediğimiz gibi yönetebiliriz.” anlayışında somutlaşan ve çağdaş anayasal demokrasi fikriyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir yaklaşıma set çekmekti. Amerikan modeli anayasa yargısı kararlarla ortaya çıkmıştır, buna karşılık Avrupa tipi anayasa yargısı anayasal ve yasal düzenlemelere dayanır. Avrupa tipi anayasa yargısı büyük ölçüde, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde anayasa yargısının temel hak ve özgürlüklerin korunmasında önemli ve etkin bir araç olduğuna inanılması nedeniyle yaygınlaşmıştır. Son olarak 1990’larda liberal demokratik düzene geçen eski doğu bloğu ülkeleri yeni anayasaları ile birlikte anayasa mahkemeleri kurma yoluna gitmişlerdir.
lerin güvence altına alındığı bir liberal demokratik anayasa düzeni sağlanmasıydı. Bu hedefle yakından ilgili olan bir diğer temel hedef, parlamentodaki çoğunlukların “Milli iradeyi biz temsil ediyoruz, öyleyse dilediğimiz gibi yönetebiliriz.” anlayışında somutlaşan ve yukarıda değindiğimiz gibi çağdaş anayasal demokrasi fikriyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir yaklaşıma set çekmekti. İşte çoğunlukların önüne fren olarak koyulan, onların anayasayı hiçe saymalarına engel olmayı amaçlayan araçlardan birisi de Anayasa Mahkemesi’dir. Diğerleri arasında, daha sonra 1982 Anayasası ile terk edilen çift meclis sistemi çerçevesinde kurulmuş olan “Cumhuriyet Senatosu” belirtilebilir. 1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahkemesi 15 üyeden oluşmaktaydı ve bu üyelerden üçünü Millet Meclisi, ikisini ise Cumhuriyet Senatosu seçmekteydi. Diğer bir deyişle, 15 üyeden beşi parlamento tarafından seçilmekteydi. Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve yetkilerini düzenleyen Anayasa ve kanun hükümlerine bakıldığında bir anayasaya aykırılık iddiasının iki yoldan Anayasa Mahkemesi önüne gelmesinin mümkün olduğu görülmekteydi. Bunlardan ilki iptal davası (soyut norm denetimi), diğeri ise mahkemelerden yapılacak itiraz (def’i) başvurularıydı (somut norm denetimi).
Ülkemizde Anayasa Mahkemesi’nin Geçirdiği Değişimler Nelerdir? Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesi ülkemizde 1961 Anayasası ile kurulmuştur ve 1962 yılından bu yana faaldir. Anayasa Mahkemesi’nin 1961 Anayasası ile kurulmasının altında şüphesiz önemli nedenler yatmaktadır ve bu nedenler, özellikle çok partili siyasal yaşama geçilen 1950’li yıllarda aranmalıdır. 1961 Anayasası’nın hazırlanması sırasında gözetilen birinci hedef temel hak ve özgürlük-
odtuadt.com
*
düşün, Güz’11 23
1982 Anayasası, iptal davası ve itiraz yolunu korumakla birlikte çeşitli yönlerden değişikliklere gitmiştir. Öncelikle, sorunlara ve krizlere sebep olduğu için meclisin üye seçmesi yöntemine son verilmiş, tüm üyelerin belirlenmesinde cumhurbaşkanına yetki verilmiştir. Cumhurbaşkanı, 11 asıl ve 4 yedek üyeden oluşan Mahkeme’ye genellikle belli yüksek mahkemelerden (Yargıtay, Danıştay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi) seçilerek önüne gelen üç aday arasından atama yapmakta ise de bazı hallerde göreve atayacağı kişiyi seçmekte oldukça serbestti. Yüksek kademe yöneticileri ve avukatlar arasından yapacağı seçimlerde önüne aday getirilmesi söz konusu olmayan Cumhurbaşkanı, yaş ve kıdem koşullarını taşıyan dilediği kişiyi Anayasa Mahkemesi’ne üye seçebilmekteydi. Bunun yanında iptal davası açmaya yetkili olanlar arasından kendilerini ilgilendiren konulardaki yasalara karşı iptal davası açma yetkisi tanınmış olan kurumların bu yetkileri ellerinden alınmıştır. İptal davası açma süresi de 90 günden 60 güne indirilmiştir.
Son Anayasa Değişiklikleri Anayasa Yargısı Alanında Neler Getirmektedir? 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen halkoylaması kesin sonucunun Yüksek Seçim Kurulu tarafından Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla birlikte3 5982 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” yürürlüğe girmiş ve 1982 Anayasası değiştirilmiştir. 4 Söz konusu anayasa değişikliği hakkında kanunun 16, 17, 18 ve 19. maddeleri ile Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve yetkileri ile ilgili 1982 Anayasası düzenlemelerinde önemli değişiklikler öngörülmüştür.* Bu değişiklikler incelendiğinde göze çarpan yenilikler şöyle sıralanabilir: 1. Bundan böyle Anayasa Mahkemesi, 11 yerine 17 üyeden oluşacaktır. 2. Anayasa Mahkemesi iki daire halinde çalışacaktır. 3. TBMM, 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi Anayasa Mahkemesi’ne üye seçebile-
* 5982 sayılı Anayasa değişikliği hakkında Kanun’un 16. Maddesi aşağıdaki gibidir: “MADDE 146- Anayasa Mahkemesi onyedi üyeden kurulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi; iki üyeyi Sayıştay Genel Kurulunun kendi başkan ve üyeleri arasından, her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden, bir üyeyi ise baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri üç aday içinden yapacağı gizli oylamayla seçer. Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılacak bu seçimde, her boş üyelik için ilk oylamada üye tam sayısının üçte iki ve ikinci oylamada üye tam sayısının salt çoğunluğu aranır. İkinci oylamada salt çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamada en çok oy alan iki aday için üçüncü oylama yapılır; üçüncü oylamada en fazla oy alan aday üye seçilmiş olur. Cumhurbaşkanı; üç üyeyi Yargıtay, iki üyeyi Danıştay, bir üyeyi Askerî Yargıtay, bir üyeyi Askerî Yüksek İdare Mahkemesi genel kurullarınca kendi başkan ve üyeleri arasından her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden; en az ikisi hukukçu olmak üzere üç üyeyi Yükseköğretim Kurulunun kendi üyesi olmayan yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri arasından göstereceği üçer aday içinden; dört üyeyi üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar, birinci sınıf hâkim ve savcılar ile en az beş yıl raportörlük yapmış Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından seçer. Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Sayıştay genel kurulları ile Yükseköğretim Kurulundan Anayasa Mahkemesi üyeliğine aday göstermek için yapılacak seçimlerde, her boş üyelik için, bir üye ancak bir aday için oy kullanabilir; en fazla oy alan üç kişi aday gösterilmiş sayılır. Baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri üç aday için yapılacak seçimde de her bir baro başkanı ancak bir aday için oy kullanabilir ve en fazla oy alan üç kişi aday gösterilmiş sayılır. Anayasa Mahkemesine üye seçilebilmek için, kırkbeş yaşın doldurulmuş olması kaydıyla; yükseköğretim kurumları öğretim üyelerinin profesör veya doçent unvanını kazanmış, avukatların en az yirmi yıl fiilen avukatlık yapmış, üst kademe yöneticilerinin yükseköğrenim görmüş ve en az yirmi yıl kamu hizmetinde fiilen çalışmış, birinci sınıf hâkim ve savcıların adaylık dahil en az yirmi yıl çalışmış olması şarttır. Anayasa Mahkemesi üyeleri arasından gizli oyla ve üye tam sayısının salt çoğunluğu ile dört yıl için bir Başkan ve iki başkanvekili seçilir. Süresi bitenler yeniden seçilebilirler. Anayasa Mahkemesi üyeleri aslî görevleri dışında resmi veya özel hiçbir görev alamazlar.”
24
düşün, Güz’11
odtuadt.com
cektir. Ancak, TBMM’nin seçeceği üye sayısı 3 olarak belirlenmiştir. Bu üyelerden ikisi Sayıştay tarafından üyeleri arasından belirlenecek üç aday içinden, TBMM tarafından seçilecektir. Meclis’in seçeceği üçüncü üye ise baro başkanları tarafından belirlenecek üç kişi arasından seçilecektir. Bu seçimlerde TBMM’nin ilk turda üçte iki, ikinci turda salt çoğunlukla seçim yapması mümkündür. Ancak, ilk iki turda öngörülen nitelikli çoğunluk sağlanamadığı takdirde üçüncü tur oylamada basit çoğunluk yeterli olacaktır. Bu düzenleme haklı eleştirilere uğramıştır, çünkü basit ya da salt çoğunlukla bir Anayasa Mahkemesi üyesinin TBMM Genel Kurulu tarafından seçilebilmesi demek iktidar partisinin dilediği kişiyi bu mahkemeye üye olarak atayabilmesi anlamına gelecektir. Bunun yerine her durumda TBMM’nin üye tam sayısının üçte iki çoğunluğunu aramak daha isabetli olurdu. 4. Cumhurbaşkanının üye seçmedeki ağırlığı devam ettirilmiştir. Oysa, bu durum 1982 Anayasası’nın eleştirilen yönlerinden birisiydi. Bunun yerine yüksek mahkemelerin doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne kendi mensupları arasından üye seçmesinin önü açılmalıydı. 5. 5982 sayılı Kanun’un 18. maddesi ile anayasanın 148. maddesi değiştirilmiş ve anayasaya aykırılık iddialarının Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelmesini kolaylaştıran “anayasa şikayeti” yolu kabul edilmiştir.* Yukarıda da belirtildiği gibi, 1961 ve 1982 Anayasaları döneminde ülkemizde anayasaya uygunluk denetiminin işletilebilmesinde başlıca iki yol olarak iptal davası (soyut norm denetimi) ve itiraz yolu (somut norm denetimi) kabul edilmişti. Anayasa şikayeti ise anayasal haklarının ihlal edildiğini düşünen vatandaşlara doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne bu iddialarını taşıma imkanı tanımaktadır. Olumlu olarak değerlendirilebilecek bu düzenlemenin de iki yönden eleştirilmesi mümkündür. İlki, anayasa şikayetinin hak ihlaline neden olan işlemin dayanağı durumundaki kanuna karşı mı olacağı, yoksa sadece işleme
karşı mı olacağının net bir biçimde belirtilmemiş olmasıdır. İkinci bir eleştiri ise bu hakkın sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan (ve aynı zamanda anayasada da yer alan) haklar yönünden ihlallerde başvurulmasına imkan tanınmasıdır. Oysa, anayasada tanınan, ancak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde tanınmayan haklar da bulunmaktadır. Anayasada yer alan tüm haklar yönünden anayasa şikayetine olanak tanınması haklar için daha etkin bir korunma sağlayabilirdi. Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi’nin tüm eleştirilere karşın anayasal demokrasimizin işlemesinde önemli bir işlev gördüğünün yadsınamayacağını belirtmek isteriz. Anayasa Mahkemesi’nin temel hak ve özgürlüklerin korunması yönünden üstlendiği görev, başka hiçbir biçimde yeri doldurulamayacak önemdedir. Anayasa Mahkemesi ile ilgili anayasa değişikliklerinin, endişelerin aksine, Anayasa Mahkemesi’ni daha saygın bir konuma taşıyacağı ümidini korumak isteriz. Ancak, temennimizin gerçekleşmesi, Mahkeme’ye üye seçecek ve bu göreve nail olacak kişilerin partizan yaklaşımlar ve ideolojik saplantılardan uzak durarak, görev ve işlevlerinin bilincinde olmalarına bağlıdır. Bunun mümkün olup olmadığını ise zaman gösterecektir. KAYNAKÇA 1. Kaboğlu, İbrahim Ö. Anayasa Yargısı, İmge Kitapevi, Ankara, 2000, s. 11. 2. Leslie Lipson, Politika Biliminin Temel Sorunları (Çev. Tuncer Karamustafaoğlu), Birlik Yayınları 4. Baskı, Ankara, 1986, s. 296-7’den naklen. 3. Yüksek Seçim Kurulu kararı için bkz. 23 Eylül 2010 tarih ve 27708 sayılı Resmi Gazete. 4. 5982 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddeleri Hakkında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, T.C. Resmi Gazete, 27580, 13 Mayıs 2010.
* 5982 sayılı Kanun’un 18. Maddesinin ilgili bölümü aşağıdaki gibidir: “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz. Bireysel başvuruya ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.”
düşün, Güz’11 25
FARKLI BİR MODERNLİK PROJESİ OLARAK KEMALİZM *
* Doç. Dr. İbrahim KAYA | Dumlupınar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Son dönemlerde modernlik kavramı sosyal bilimlerin ve özelde de sosyolojinin çözümlemesi gerektiği düşünülen merkezi sorunsal olarak ortada durmaktadır. Sosyal bilimlerde, modernlik kavramı, 1980’li yıllardan bu yana önemli ölçüde kapitalizm, endüstri toplumu gibi klasikleşmiş çalışma temalarını ikame etmiştir. Bu dönüşümde postmodernizm olarak adlandırılan bir “düşünme refleksi” belirleyici bir rol oynamıştır. Şöyle ki, modernliğin proje olarak tutmadığı, kendisini tükettiği ve artık yaşam süresinin son bulduğu yönündeki postmodernist tartışmalar modernliğe olan ilginin sosyal bilimlerde artmasına neden oldu. Postmodernizm, dolayısıyla, Batı modernliğinin özeleştiri geleneği içinde değerlendirilebilir. Bu eleştiri nedeniyle modernlik yeniden kavramsallaştırılmaya ve en önemlisi postmodernizme bir
26
düşün, Güz’11
tepki olarak modernliğin yeni ya da ikinci aşamasına geçildiği yönündeki tartışmalar gündemi belirlemeye başladı. Her ne kadar bugün artık modernliğin yeni bir dönemine ilişkin çalışmalar sosyal bilimleri başat olarak belirlese de hala Türkiye gibi ülkelerde modernliğe karşı argümanların tutunmasında postmodernist eğilimler etkili olmaktadır. Bir modernlik projesi olan Kemalizm’in Türkiye’de en önemli tartışma konularından birisini oluşturması bu ışık altında değerlendirilmelidir. Kemalizm sonrası, ya da benim tercih ettiğim terminolojiyle modern-dışı bir döneme geçişimiz kuşkusuz Kemalist modernlik projesinin tekrar ve farklı bir gözle okunmasını gerekli kılmaktadır. Bu makale, Kemalizm’i neden bir modernlik projesi olarak okumamız gerektiğini
ve bugünkü anlamını tartışacaktır. Bu tartışmayı yaparken aynı zamanda Kemalizm’in “farklı bir modernlik” öngördüğünü “çoklu modernlikler” tartışması bağlamında ele alacaktır. Bu tartışma açısından modernliğin farklı türlerini anlamak ve yorumlamak için yeni bir yaklaşımın gerekliliğini öneren geç modernlikler kavramını geliştirdim.1 Geç modernlikler kavramı kolonize olmadan ortaya çıkmış modernliklere işaret etmektedir. Bu deneyimler basitçe orijinal batı modernlik modelinin kopyaları olmaktan ziyade modernliğin farklı formları olarak görülmelidir. Geç modernlikler kategorisinde üç ülke öncü örneklerdir: Rusya, Japonya ve Türkiye. Türkiye bu grup içinde son derece özgün bir örneği oluşturmaktadır ve böyle olmasında Kemalist modernlik projesinin önemi büyüktür. Dolayısıyla bu makalede, öncelikle modernlik projesinden ne anlamamız gerektiği tartışılacak daha sonra Kemalizm, farklı bir modernlik projesi olarak değerlendirilecektir. En sonunda da Kemalizm’in bugünkü Türk toplumu için ne anlam ifade ettiği, günümüz koşullarına yanıt oluşturabilecek bir programının olup olmadığı irdelenecektir.
Modernlik Nedir?
odtuadt.com
Sosyal bilimlerde temel çalışma ünitesi olarak modernliğin kapitalizm ve endüstri toplumu kavramlarını önemli ölçüde ikame etmesi, aslında birisi son derece olumlu ve diğeri sorunsal iki sonuç üretmiş durumdadır. Olumlu yönü, modernlik kavramının toplum incelemesi söz konusu olduğunda daha kapsayıcı ve dolayısıyla araştırmacının elini toplumu bütünsel anlamda anlamak açısından güçlendirici olma özelliğidir. Modernlik, hem kapitalizme hem de endüstri toplumuna oranla toplumu bütünsel anlamda kavramak açısından son derece kullanışlı bir kavramdır. Kapitalizm ve endüstri toplumu kavramları öncelikle ve merkezi olarak top-
lumun ekonomik alt yapısına ya da ekonomik gelişmişliğe işaret ederken, modernlik kavramı bir toplumun ekonomik, politik ve kültürel tüm yönlerini kapsamaktadır. Ancak kapitalizmin ve endüstri toplumunun ne olduğuna ilişkin tanımlamanın yapılması daha kolayken, modernlik nedir sorusuna verilen yanıt konusunda herhangi bir uzlaşmaya ulaşmak son derece zor görünmektedir. Örneğin kapitalizme ilişkin olarak; sermayeyi ve emeği gerekli kılan ve piyasa için üretim yapan ekonomik sistemdir tanımı üzerinde hem destekçileri hem de eleştirmenleri hemfikirdir. Ancak modernlik konusunda aynı hemfikirlilikten söz etmek olanaksızdır. Bu durumun zorluğunun nedenini aşağıdaki şekliyle açıklamanın doğru olduğuna inanıyorum. Modernliği tarihsel ve kavramsal olarak iki farklı ve hatta birbirleriyle çelişkili iki bağlamda ele almak gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle, modernlik, artık pek çok sosyal teorisyenin ve tarihsel sosyoloğun hemfikir olduğu
K a p it a l iz m v e e n d ü s t r i t o p l u m u k a v r a m l a r ı ö n c e l i k l e v e m e r ke z i o l a r a k t o p l u m u n e ko n o m i k a l t y a p ı s ın a y a d a e ko n o m ik g e l i ş m i ş l iğ e i ş a r e t e d e r ke n , m o d e r n l ik k a v r a m ı b i r t o p l u m u n e ko n o m i k , p o l it i k v e k ü l t ü r e l t ü m y ö n l e r i n i k a p s a m a k t a d ı r. gibi, Hobsbawm’ın çifte devrim olarak tanımladığı İngiliz Endüstri Devrimi ve Fransız Politik Devrimi sonrası ortaya çıkan bir tarihsel dönemle ilgilidir.2 Ancak aynı zamanda, modernlik bir “fikir”, bir “proje” olarak da kavramsallaştırılmaktadır. Kavramsal olarak ortaya konulan modernlik ile bir gerçeklik olarak tarihsel dönem anlamındaki modernlik çoğu kez örtüşmemektedir. Bu nedenledir ki Habermas’a göre modernlik tamamlanmamış projedir.3 Yani modernliğin öngördüğü gelişme henüz realize edi-
düşün, Güz’11 27
lebilmiş değildir ama insanlık uzun bir süredir modern diye tanımlanan bir çağda yaşamaktadır. Habermas’a göre, modernliğin sistemik yanı, yani ekonomik ve politik hedefler önemli ölçüde başarıya ulaşmışken, hayat alanına dair iletişimsel eylem bağlamındaki modernlik ikincil planda kalmış ve henüz tamamlanmamıştır. Kuşkusuz modern zamanlar olarak değerlendirdiğimiz bir tarihsel dönem var ve bu nedenle modern olanın başlangıç tarihine ilişkin tartışmalar yapılıyor. Ancak modern olanın benimsenmesi ve yaşama belirleyici olarak katılımı konusu oldukça muğlaktır. Herhalde Castoriadis gibi düşünmek durumundayız: Modernlik, özerklik projesidir; hem bireyin içinde yaşadığı bağlamdaki özerkliği hem de toplumun kolektif özerkliği.4 Ancak böyle baktığımızda modernliği bir fikir ama aynı zamanda bir tarihsel süreç olarak okuyabiliriz. Yani modernlik başarılması gereken özgün hedefler ortaya koymuştur ve bu hedeflere ulaşma yolunda uzunca bir süredir mücadele vardır ama aynı zamanda henüz bu hedeflere tam anlamıyla ulaşılmış değildir ve belki de hiç ulaşılmayacaktır. Tarihin son döneminin belirlenmesi modernlik projesinin işidir.
Modernlik ort a k l a ş a h a y a t ın n a sıl yönetileceği, i n s a n gereksinmeler in in n a s ı l karşılanacağı v e g e ç e r l i b il g in in nasıl kurulaca ğ ı s o r u l a r ın a yanıt bulma a r a y ış ı v e b u a r a y ı ş çerç evesinde ü r e t il e n b i r p r o j e d ir. İnsanlığa ve insanlığın hedeflerine ilişkin bütün sorulara yanıt oluşturduğunu söylememiz gereken modernlik projesi dışındaki her arayış tarihin son noktasından bir gerileme olarak tanımlanmalıdır. Bu nedenle, modernlik insanlığın bütün sorularına yanıt oluşturabilecek bir programa sahiptir ama bu program henüz başarılmış bir program olmaktan uzaktır.
28
düşün, Güz’11
Peter Wagner’a göre, “Modernlik, içinde insanların kendi yaşamlarını kavradıkları bir durumdur.”5 Yani, modernlik toplum halinde birlikte yaşamanın kurallarının nasıl elde edileceği, temel ihtiyaçların hangi yollardan karşılanabileceği ve geçerli bilginin nasıl inşa edileceği sorularına yanıt bulma arayışı ve bu arayış çerçevesinde üretilen bir projedir. Diğer bir deyişle modernlik, insanların nasıl bir toplum inşa edeceği, bu toplum içinde nasıl birlikte yaşayacakları, temel gereksinmelerini nasıl karşılayacakları ve dünyayı, kendilerini hangi bilgi türüyle anlayacakları sorularına yanıt oluşturmak için ortaya konulmuş bir programdır. Ancak, Wagner’ın ifadeleriyle, “Bu sözü edilen sorulara eşsiz olarak tekil bir modern yanıt yoktur: Immanuel Kant’tan Jürgen Habermas’a kadar modernliğin felsefesi çoğunlukla bu tür eşsiz bir yanıt bulmayı denedi. Emile Durkheim’dan Talcott Parsons’a ve son dönem yeni modernleşme teorilerine kadar modernliğin sosyolojisinin çoğunluğu spesifik olarak modern dediği kurumsal bir toplum yapısını tanımladığını iddia etti. Ancak tam da modernliğin geçirmeye devam ettiği dönüşümler bu sorulara türlü modern yanıtlar olduğunu göstermektedir”.6 Bu noktada söylenebilir ki modernliği diğer insanlık durumlarından ayrı kılan ve onu kendine özgü proje olarak okumamızı gerektiren yönü özerkliğe duyduğu sadakattir. İnsanların kendi yaşamlarına ilişkin kuralları kendilerinin belirlemesi anlayışı modernliğe ilişkin anahtarı ifade etmektedir. Bu nedenle modern dönemde insanların karşılaştığı sorunlara çözüm bulma çabası hiçbir dışsal otorite kaynağından elde edilemez. Dolayısıyla sorunlara önerilen tüm çözüm önerileri eleştiriye ve itiraza açıktır.7 Bu söylediklerimiz göstermektedir ki tekil bir modernlik düşüncesi ve projesi yoktur ve olamaz da. Modernlik üç temel soruya yanıt bulmayı içerdiğinden -nasıl birlikte yaşayacağız, temel gereksinmelerimizi hangi yoldan karşılayacağız
ve nasıl bir bilgi bizim yaşamlarımızı kurmamızı sağlayacak- bu sorulara farklı tarihsel bağlamlarda farklı yanıtlar bulmak mümkündür. Buradaki ana mesele; toplumsal yaşam anlayışımız bireyci mi yoksa kolektivist mi olacak, kapitalist bir ekonomi mi temel gereksinmelerimizi karşılayacak yoksa alternatif ekonomik modeller var mı ve bilimsel bir bilgi mi yoksa başka türde bir bilgi mi bizim yaşamımıza temel olacak sorularının nasıl yanıtlandığı meselesidir. Bu bağlamda ben Kemalizm’i farklı bir modernlik projesi olarak, Batı modernliklerinden farklı olarak, analiz etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yani modern sorulara modern yanıtları Kemalizm’in nasıl bulduğu ve bu buluşların Batı yanıtlarından ne oranda farklı olduğu, tartışmamızın temel meselesi olacaktır. Bir kere modernliği bir özerklik ve egemenlik projesi olarak tanımladığımızda farklı modernlikler gerçeğinin olabileceğini önermek son derece kabul edilebilir bir öneridir.* Şöyle ki özerkliği Türkiye, Batı anlayışından farklı yorumlamıştır, egemenliği de. Demek ki modernliğin çoklu formlarından söz etmek, esasında modernliğin temel iki imgesel anlamlarının yoruma açık olduğunu söylemek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, Kemalizm’i çoklu modernlikler tartışması bağlamında farklı bir modernlik modeli olarak ele almamız, bunu yaparken de açıklıkla hangi noktalarda Kemalizm’in farklılıklarının ortaya çıktığını gösterebilmemiz gerekmektedir. Üç temel soru bağlamında bunu yapabileceğimizi göstermek istiyorum.
Farklı Bir Modernlik Projesi Olarak Kemalizm
odtuadt.com
Ünlü sosyolog Max Weber’in temel tezi sosyal bilimler için çözümlenmesi gereken sorunu Batı’nın biricikliği olarak ortaya koymuştu.8 Batı Avrupa, Weber’e göre, rasyonelliği bünyesinde barındıran tek bağlamdı ve bu bağlamın dışın-
da modernliğin kurulması olanaklı değildi. Modernlik, dolayısıyla özgül bir medeniyetsel ve kültürel bağlama yerleştiriliyor ve bu durumda “öteki” diye tanımlanan medeniyetlerin ve kültürlerin modernleşmesi olanaklı görülmüyordu. Ancak modern dünyaya katılmak isteyen ulusların önünde, bu durumda, tek bir seçenek kalıyordu: Avrupalılaşmak ya da daha sonraları ifade edildiği biçimiyle Batılılaşmak. Weber’in ünlü tezini olumlamayan üç deneyimden söz edilebilir: Türk, Rus ve Japon modernlik deneyimleri. Her üç deneyim de Batılı güçler tarafından kolonize edilemeyen ve kendi öz iradeleriyle modernleşmeyi seçen ve başarabilen deneyimlerdir. Türkiye hem Avrupa bağlamının dışında hem de Hıristiyan dünyanın dışında kalan bir örnek olarak ilgiyi önemli ölçüde hak eden bir ülkedir. Bu hak ettiği ilgiyi hiç kuşku yok ki Kemalist modernlik projesine borçludur. Kemalist modernlik projesi, ilk bakışta Batı’yı kopyalayan ve bir tür Batılılaşma hareketini başlatan bir proje gibi algılanabilir. Genelde de Türk modernleşmesi üzerine yapılan sosyal bilimsel çalışmalar, ister Kemalizm’i onasın isterse reddetsin Kemalizm’in bir Batılılaşma hareketi olduğu konusunda hemfikirdir. Elbette benim modernliğin “orijinal coğrafyası” dediğim Batı Avrupa’dan zamanın bütün modernlik fikirleri etkilenmiştir. Etkilenmemeleri de olası değildi. Ancak Batı bağlamı dışındaki modernleşme hareketlerini basitçe Batı’nın kopyalanması olarak anlamak her ha-
*Modernliği özerklik ve egemenlik projesi olarak değerlendirmek şu anlama gelmektedir: “Modernlik derken insan sosyal yaşamının özerklik ve egemenlik fikirlerine dayalı olarak kendisini anlamasını kastediyorum. Özerklik insanların kendi yasalarını oluşturabilme kapasitesi iken, egemenlik dünyanın ilkesel olarak bilinebileceği ve kontrol altına alınabileceği fikridir (burada sözü edilen dünya doğal dünya, sosyal dünya ve bireyin kendi dünyasıdır.)” Wagner, Peter (2000) “Plural Interpretation of Modernity. The Social Sciences in the US and in Europe”, paper presented at the 12th International Conference of Europeanists, Council of European Studies, Chicago, sayfa, 4.
düşün, Güz’11 29
liyle sorunsaldır. Özellikle, Kemalist modernlik projesini basitçe bu bağlamda değerlendirmek hem analizin güçsüzlüğünü gösterir hem de Türk Devrimi’nin “dünya” için taşıdığı önemi görememek anlamına gelir. Bu aşamada, hem Kemalizm’i neden bir modernlik projesi olarak anlamamız gerektiğini hem de onu Batılı projelerden ayıran nitelikle-
Türkiye sadec e s ö m ü r ü l e n ülkeler için de ğ il s ö m ü r e n ü l ke l e r için de esasın d a h e m k a p it a l is t hem de sosya l is t t o n l a r d a n u z a k kalmak isteye n b ir m o d e l o l a r a k düşünülebilir. rini ele almamız gerekmektedir. Bunu yapmak için de daha önce sözünü ettiğim üç meseleyi -modern olmak için gerekli olan- sırasıyla değerlendirmemiz yerinde olacaktır.
Kemalizm’in Ayırt Edici Nitelikleri Türkler emperyal tarihleriyle olan bağı radikal anlamda kırarak bir ulus-devlet inşa ettiler. Bu devletin en temel amacı Türk toplumunu özerk bir varlık olarak inşa etmekti. Esasında daha az stratejik ve daha fazla normatif bir modernlik hedeflendi.** Türkiye’deki modernleşme, genellikle İslami bir imparatorluktan Türk ulus-devletine bir dönüşüm olarak anlaşılmaktadır. Başat anlamda İslami diye kabul edilen bir toplumda Kemalizm’in ulus-devleti kurması İslami toplumlar için modernliğin modelini sunmasının temel nedeni olarak gösterilmektedir.9 Kemalizm, Anadolu ve Rumeli’de sınırları kesin bir ulus-devlet inşa ettiğini deklare ederek emperyal gelenekle olan bağı kırmıştır. Eğer Kemalizm’in modernlik modelinden söz edilecekse, öncelikle bu modelin hem sömürgeci hem de sömürge devletlerin modern olama-
yacağına yönelik modernlik algılamasının üzerinde durulması gerekir. Anti-emperyalizm Kemalist modernliğin temel çıkış noktasını oluşturmaktadır. Kemalizm’e göre modern olmak, zorunlu olarak, sömürgeciliğe karşı koymak anlamına gelmektedir. Farklı bir modernlik modeli inşa etmek, her şeyden önce Batı ile olan ilişkideki sorunla bağlantılıdır. Dönemin üstün gücü olan Batı’nın ürettiği modelden nasıl ve hangi noktalarda ayrıldığını göstermesi gereken Türk modernlik modelinin Batı ile olan ilişkisi, anlaşılması son derece zor bir ilişkidir. Rusların Batı modernliğine ilişkin yaklaşımları son derece açıkken Türklerinki oldukça muğlak bir yaklaşımdır. Sosyalist ideolojinin sisteme adapte edilmesiyle dünyaya Batı liberal modernliğin alternatifini sunma hedefi gösteren Rusların aksine Türkler bu tür bir alternatif peşinde koşmamışlardır. Türkler modernlik konusunda Batı yoluna Ruslarınkinden daha iyimser bakmışlardır. Ancak bu durum onların eleştirel olmadıklarını göstermez. Türk modernlik projesinin Batı’ya yönelik ikircikli bir bakış açısına sahip olduğunu söylememiz gerekmektedir. Kuşku yok ki Türk Devrimi, Fransız Devrimi sonrası kurulmuş dünyanın tersine çevrilebileceği inancından hareket eden bir devrimdir. Sömüren ve sömürülen ülkeler arasındaki çelişkiyi çağın en belirleyici çelişmesi olarak anlayan bir modernlik projesi için Batı’nın politik yolu yürünmemesi gereken sorunsal bir yoldu. Yani Kemalizm için Batı her yönüyle üstün bir model kurmuştu demek son derece safça bir yaklaşımı seçmek demektir. Ancak Ruslarınki gibi Batı modernlik modeline her açıdan saldıran bir modernlik modeli kurma girişiminden ziyade Kemalizm, kabul edilebilir bulduğu Batı devrimci düşüncesinin değer olmaktan çıkışına karşı bir isyan olarak tanımlanabilir. Değer-çıkar karşıtlığı bağlamında Fransız Devrimi’ne yaklaştığını görmemiz gereken
** Modernliği stratejik ve normatif yönleri olan bir insanlık durumu olarak anladığımızda, Kemalist modernliğin normatif yönlere Batı’dakilerden daha ciddi önem atfettiğini söyleyebiliriz. Modernliğin stratejik yönü, ekonomik ve politik modernleşmeyi önceleyen ve başarıya yönelik her türlü “stratejiyi” meşru gören bir programı anlatırken, normatif yön eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi “insani” değerleri ön planda tutan anti-emperyalist bir programı ifade etmektedir.
30
düşün, Güz’11
Kemalizm, sömürgeciliğe karşı model olmayı hedeflemiştir. Kemalizm’in hedeflediği Türkiye sadece sömürülen ülkeler için değil sömüren ülkeler için de bir model olarak düşünülebilir. Buradaki model, esasında hem kapitalist hem de sosyalist tonlardan uzak kalmak isteyen bir modeldir. Kapitalizmin alternatifi kuşku yok ki sadece sosyalizm değildir.
Kemalizm bir t ü r “ c u m h u r iy e t ç i ” yani katılımcı b ir ey i ö n e m s ey e n ama dayanışma y ı d a m e r ke z d e tutan bir toplu m p r o j e s id ir. Kemalizm’in toplum tasavvuru bireyci liberal Avrupa versiyonundan dikkate değer oranda farklıdır. Kemalizm’in bireysel özerkliğe yüklediği anlam liberalizmin bireyci toplum yapısını onaylamamaktadır. Ancak, bu durum Kemalizm’in kolektivist bir toplum anlayışına sahip olduğu anlamına da gelmemelidir. Daha ziyade, benim kavramama göre, Kemalizm bir tür “cumhuriyetçi” yani katılımcı bireyi önemseyen ama dayanışmayı da merkezde tutan bir toplum projesidir. Bu noktada, hem Batı’nın liberal toplum anlayışından hem de Sovyet tarzı kolektivist toplum anlayışından farklılaşmaktadır Kemalizm.
odtuadt.com
Kemalizm’in bireysel onura atfettiği anlamın önemini örneğin Şerif Mardin dile getirmektedir.10 Yani Kemalizm’e göre, yaşamın temel ünitesi ya da unsuru kuşku yok ki bireydir. Ancak buradaki birey kendi çıkarlarına odaklanmış, ortak iyiyi gözetmeyen liberal birey değildir. Daha ziyade, cumhuriyetçi anlayışın bir tür Türkleşmiş versiyonunda bireyler geleneksel bağlarından özgürleşmiş ve toplumsal iyi için aralarında dayanışma kültürünü benimsemiş bireyler olacaklardır. Demek ki Kemalizm’in özerklik anlayışı iki bağlamda da işlemektedir; bireyin içinde yaşadığı bağlamdaki özerkliği ve bireylerin oluşturduğu kolektivitenin özerkliği. Bir taraf-
tan bireyin özgürleşmesi projenin temellerinden birini oluştururken diğer taraftan da toplumun kolektif olarak diğer toplumlardan özerkliği önemli bir önkoşul olarak anlaşılmıştır. Demek ki, Castoriadis’in modernliğin çifte imgesel anlamlarından birisi olarak kavradığı özerklik imgesi Kemalizm’de oldukça bilinçli olarak yer almaktadır. Bu noktada bir modernlik projesi olarak anlaşılmayı hak eden Kemalizm, aynı zamanda kendine özgü bir yaklaşımı da içermektedir. Kuşkusuz, Kemalizm’in Batı karşısındaki tutumu, Sovyet tipi toplum anlayışının Batı toplum anlayışına tamamıyla alternatif oluşturan yönüne benzememektedir. Belki de bir tür üçüncü yol olarak düşünülebilecek olan Kemalist toplum anlayışı hem bireyci liberalizmden hem de kolektivist sosyalizmden uzaklaşmaktadır. Bugün bazı Batı toplumlarının üzerinde durduğu bu formülasyon aslında Kemalizm tarafından hali hazırda sunulmuştu. Demek ki bugün
Kemalizm’in çağın koşullarına uymadığı tartışması ayakları yere basmayan bir tartışmadır. Elbette 1920’lerin ya da 1930’ların dünyasından oldukça farklı bir dünyada yaşıyoruz. Kuşkusuz, ekonomik, politik, kültürel dünyalarda radikal değişimler yaşandı. Ancak hala temel insan-
düşün, Güz’11 31
lık durumu olarak tüm dünya modernliğin koşulları altında yaşamaya devam ediyor. Önemli sosyologlar, bugün modernliğin ikinci evresini yaşadığımız konusunda hemfikirler. Örneğin, Anthony Giddens’a göre, bugün “yüksek modernlik” evresi yaşanırken, Ulrich Beck’e göre de “düşünümsel modernleşme” aşamasına geçtik.11 Kemalizm de bu ışık altında günümüz ko-
Kemalizm’e gö r e d e m o k r a s i s a d e c e halkoyuna day a l ı a r a ç s a l b ir r e j im değil ereksel b a ğ l a m d a k a t ıl ım ı gerektiren insa n i b ir d e ğ e r d i r. şulları bağlamında değerlendirilmelidir ve bu değerlendirmenin aşağıdaki başlıklar altında yapılabileceğini öneriyorum: - Kemalizm, bireysel özerklik konusunda liberal demokrasi anlayışına karşıt olarak bir tür cumhuriyetçi özgürlük anlayışına sahip bir proje olarak anlaşılabilir. Liberalizmin özgürlüğü negatif bağlamda -müdahalesizlik olarak- anlamasına karşıt, Kemalist cumhuriyetçi anlayışın özgürlüğü bir tahakkümsüzlük olarak önerebileceğini düşünebiliriz. - Kemalizm, vahşi kapitalist koşulları kabul etmeyen bir tür sosyal demokrasi anlayışına sahip bir proje olarak anlaşılabilir. Toplumsal yaşam için bireyciliği değil dayanışmayı salık veren Kemalizm kuşku yok ki yoksullaştıran küresel kapitalizme karşı argümanları olan bir modernlik projesidir. - Kemalizm, her tür emperyal girişimi ve projeyi onaylamayan ve normatif yönleri ön planda olan bir aydınlanmadan yanadır. Hala dünyanın temel sorunu olan güçlü ülkelerin güçsüzleri sömürmesine karşı, Kemalizm’in sömüren ve sömürülen ülkeleri modern olarak anlamayan felsefesi savunulmalıdır. Gerçek barışın ancak bu temelde kurulabileceği hala sahiplenilmesi gereken insani bir değerdir. - Kemalizm’in demokrasi anlayışı, liberal modelden uzak ve cumhuriyetçi felsefeye yakın ama kendine özgü nitelikleri olan bir anla-
32
düşün, Güz’11
yış olarak anlaşılmak durumundadır. Liberal anlayışta, demokrasi halkoyuna ve seçime indirgenirken, cumhuriyetçilikte demokrasi katılımcı yurttaşı ön planda tutmaktadır. Kemalizm’e göre de demokrasi sadece halkoyuna dayalı araçsal bir rejim değil ereksel bağlamda katılımı gerektiren bir insani değerdir. Demek ki Kemalist modernlik projesi bugün için de önemini korumaktadır ve henüz tamamlanmamış bir proje olduğu aşikardır. Türk toplumu her ne kadar Kemalizm-dışı ya da moderndışı bir topluma evrildiyse de Kemalizm bütün insanlık sahaları açısından tıpkı genel anlamda modernliğin olduğu gibi tartışılmaya devam eden bir modernlik yaklaşımı olarak daha uzun süre gündemde olacaktır. KAYNAKÇA 1. Kaya, İbrahim (2004) Social Theory and Later Modernities, Liverpool: Liverpool University Press; Kaya, İbrahim (2006) Sosyal Teori ve Geç Modernlikler: Türk Deneyimi, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları 2. Hobsbawm, Eric (2008) Devrim Çağı, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 3. Habermas, Jürgen (1985) “Modernity – An Incomplete Project”, in Hal Foster (ed.) Postmodern Culture, Pluto Press 4. Castoriadis, Cornelius (1987) The Imaginary Institution of Society, Cambridge: polity Press 5. Wagner, Peter (2008) Modernity as Experience and Interpretation: A New Sociology of Modernity, sayfa, 2, Cambridge: Polity Press 6. Wagner, a.g.e. s.3. 7. Wagner, a.g.e. s.3. 8. Weber, Max (1958) The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism, New York: Scribner 9. Lewis, Bernard (1961) The Emergence of Modern Turkey, Londra, New York ve Toronto: Oxford University Press. 10. Mardin, Şerif (1994) Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları 11. Beck, Ulrich (1994) “The Reinvention of Politics: Towards a Theory of Reflexive Modernization”, in Ulrich Beck, Anthony Giddens and Scott Lash (eds.) Reflexive Modernization. Politics, Tradition and Aesthetics in the Modern Social Order, Cambridge: Polity Press; Giddens, Anthony (1991) The Consequences of Modernity, Cambridge: Polity Press
ÖNCESİ VE SONRASIYLA VARLIK VERGİSİ *
* Onur KARAKUŞ | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
Giriş
odtuadt.com
1944 yılında Varlık Vergisi sonlandıktan sonra bu vergi hakkında kitaplar, makaleler ve tezler yazılmıştır. Yine bu dönem kimi zaman çekilen bir filmle kimi zaman da yazılan bir romanla gündeme gelerek birçok kez kamuoyu önünde tartışılmıştır. Günümüzde de hala Varlık Vergisi hakkındaki tartışmalar zaman zaman gündemde yer almaktadır. Ancak yapılan tartışmalar ve değerlendirmeler incelendiğinde ya Varlık Vergisi uygulamasının aklanmaya çalışıldığı ya da uygulamanın çok sert bir şekilde eleştirildiği görülmektedir. Bu yazının amacı, bütün bu taraf olma çabalarından sıyrılarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yerini alan Varlık Vergisi uygulamasını; yaşanan acıları, azınlıklar üzerinde
yarattığı etkileri ve dönemin koşullarını göz ardı etmeden objektif bir şekilde değerlendirmektir.
Dönemin Koşulları 1939-1945 yılları arasında yaşanan İkinci Dünya Savaşı, insanlığa unutulmayacak acılar yaşatmıştır. Bu dönemde güvenlik politikaları devletler için öncelik haline gelmiş ve harcamalar hatta teknolojik gelişmeler dahi bu yönde şekillenmiştir. Kuruluşundan bu yana dış politikasında barışı temel alan genç Türkiye Cumhuriyeti de bu süreçten fazlasıyla etkilenmiş, mümkün olduğu kadar kendini savaşın dışında tutmaya çalışmış ve buna yönelik politika üretmiştir. İşte bu yüzden savaş yılları boyunca tam bir denge politikası izleyen ve İkinci Dünya Savaşı’na an-
düşün, Güz’11 33
cak savaşın sonucu belli olduktan sonra Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek katılan Türkiye, bu sancılı süreci vatandaşlarına bu felaketi yaşatmadan atlatmıştır. Prof. Dr. Fahir Armaoğlu da Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sürecindeki durumunu ve politikasını şöyle aktarmaktadır: “Türkiye’nin II. Dünya Savaşındaki durumu, stratejik mevkiinin önemi dolayısiyle, gerek Müttefikler’in, gerek Mihver’in Türkiyeyi kendi yanlarında savaşa sokmak için harcadıkları çabaların ve Türkiye üzerinde yaptıkları baskıların hikayesinden başka bir şey değildir. Savaşan tarafların bu faaliyetleri karşısında Türkiye’nin
politikası ise, savaşın dışında kalmak ve memleketi savaşın yıkıntılarından korumak olmuştur. Türkiye’nin idarecileri bu gayenin gerçekleşmesinde gerçekten değerli bir başarı kazanmışlardır.”1 Her sancılı süreçte olduğu gibi bu yıllarda da birtakım önlemler alınmış ve güvenlik politikaları geliştirilmiştir. Yunanistan’a kadar gelmiş olan Nazi Ordusu’nun Sovyetler Birliği’ne Türkiye üzerinden saldırması ihtimali, Türkiye’deki yönetimi özellikle güvenlik açısından çok sıkıntılı bir sürece itmiş ve bunun sonucu olarak Türkiye bir milyonu aşkın asker beslemeye başlamıştır.
Aşağıda verilen 1938 ile 1945 yılları arasında kamu harcamalarının güvenlik, sosyal ve ekonomik hizmetler arası dağılımını gösteren tablonun dönemin daha iyi kavranması açısından önemli olduğu düşünülmektedir. Tablo 1: 1938-45 Yılları Arası Kamu Harcamalarının Güvenlik, Sosyal ve Ekonomik Hizmetler Arası Dağılımı2
Mil. Sav. Bak. Emniyet ve Jan. Güvenlik Kom. Mil. Eğ. Bak. Sağ. ve Sos. Yardım Bak. Bayındırlık Bak. Tarım Bak.
1938 30.2 5.77
1939 43.32 4.82
1940 53.24 3.66
1941 55.24 3.59
1942 54.42 3.84
1943 52.42 3.83
1944 51.12 4.22
1945 40.4 4.09
5.22 3.94 12.95 2.32
4.20 2.94 10.33 2.03
3.32 2.06 10.61 1.20
3.77 1.94 6.54 1.20
3.73 1.69 4.59 0.96
5.19 1.51 6.92 1.23
6.52 2.11 6.42 1.73
7.96 2.79 7.80 2.24
Askeri harcamalardaki artışın yanı sıra savaş süreci dünyadaki ticareti de olumsuz etkilemiş ve Türkiye de bundan nasibini almıştır. İstanbul Defterdarı olarak Varlık Vergisi’nin uygulanmasında görev alan Faik Ökte dönemi şöyle anlatmaktadır: “İkinci Dünya Harbinin mütemadiyen değişen safhaları memleketimize çok pahalıya mal olmuştur. Yüzbinlerce insanın silah altında tutulması, nüfus siyasetimizi, iktisadiyatımızı, maliyemizi sarsmıştır.”3 Anlaşılacağı üzere dış politikadaki belirsizlikler o günün Türkiyesi’nin iç politikası için belirleyici bir rol üstlenmiştir. Bu nedenle dönemle ilgili herhangi bir konuyu değerlendirirken bunları göz ardı etmek hem olayların tam olarak anlaşılmasını engelleyecek hem de yanlış değerlendirmelerin yapılmasına
34
düşün, Güz’11
sebebiyet verecektir.
Verginin Oluşum Süreci Dönemin Türkiyesi’nin ve Varlık Vergisi’ne giden sürecin daha iyi anlaşılması için Refik Saydam Hükümeti’nin uygulamalarını ve Milli Koruma Kanunu’nu bilmek gereklidir. 1940 yılında çıkarılan Milli Koruma Kanunu savaş dönemi iktisat politikasını belirlemiştir. Refik Saydam Hükümeti bu kanuna dayanarak vurgunculuğu, karaborsayı, enflasyonu ve bütçe açığını sıkı kontrol mekanizmaları ile çözmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Refik Saydam’ın 7 Temmuz 1942’deki ölümünden sonra Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, hükümeti kurmak-
la görevlendirilmiştir. Refik Saydam Hükümeti döneminde ekonomide karşılaşılan başarısızlık Saraçoğlu Hükümeti tarafından aşırı devlet müdahalesine bağlanmış ve Şükrü Saraçoğlu liberal politikaları uygulayarak piyasanın bu krizden kendi dengesini sağlayarak çıkacağını düşünmüştür. Fakat beklenen başarı yine sağlana-
kaçınmak, bilakis anormal vaziyetin doğurduğu fazla servetleri yakalamak olmalıdır.”4 tavsiyesinde bulunmuştur. Aynı zamanda milli savunmaya harcanan kaynakların yerine yeni kaynakların yaratılmasının zorunluluk haline geldiği o dönemde Varlık Vergisi uygulamasından önce çeşitli önlemler alınmaya çalışılmış ancak beklenen sonuç alınamamıştır. Örneğin Maliye Bakanlığı bünyesinde kurulan komisyon, vergi sisteminde yapılacak yeni bir düzenlemeyle fevkalade kazançlardan vergi alınmasını önermiş ancak bu öneri kabul edilmemiştir. Bunun yanı sıra savaş döneminde vurgunculukla mücadele için ağır cezalar içeren kanunlarla çeşitli tedbirler alınmaya çalışılmıştır. 3305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu 11.11.1942 tarihinde bu koşullar altında TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Dönemin Başbakanı Saraçoğlu konuşmasında kanunla ulaşılması beklenen hedefleri şöyle aktarmıştır: “Bu kanun ile hedef tedavüldeki paraları azaltmak ve memleket ihtiyaçlarımıza karşılık hazırlamaktır. Bu böyle olmakla beraber kanunun tatbikinde Türk parasının kıymetlenmesi, muhtekirlerin üzerindeki halk düşmanlığının silinmesi, vergileri ödemek için bizzarure satışa çıkarılacak malların fiyatlarında itidal husule getirilmesi gibi tali faydaların tahassül etmesi de imkan haricinde addedilemez.”5
odtuadt.com
Kanunun Hükümleri mamış ve Türkiye ekonomisi iyileşme içine girememiştir. Dönemin basınında da karaborsayla ve vurgunculukla mücadele edilmesinde izlenecek yöntemler konusunda çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmalarda, “vurguncularla mücadele için hususi mahkemelerin kurulması” ve “fevkalade kazançların vergilendirilmesi” gibi aslında Varlık Vergisi Kanunu’nun bir sürecin eseri olduğunu gösterecek çözümler önerilmiştir. Örneğin Zekeriya Sertel “Devlet Yeni Gelir Kaynaklarını Nerede Aramalıdır?” başlıklı makalesinde, “Devletin yeni gelir kaynakları ararken takip edeceği prensip; hayat seviyesi alçalan mahdut gelirli halkı ve memur sınıfı tazyik eden ve hayatı pahalılaştıracak yollardan
Varlık Vergisi Kanunu, “Servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve kazançları üzerinden alınmak ve bir defaya mahsus olmak üzere ‘Varlık Vergisi’ adıyla bir mükellefiyet tesis edilmiştir.” hükmüyle başlamaktadır. Kanunun 2, 3, 4 ve 5. maddelerinde verginin kimlerden alınacağı ile ilgili hükümler yer almaktadır. Bu maddelere bakıldığında özellikle azınlık unsurlara karşı ayrımcılık içeren herhangi bir ifadeye rastlanmamaktadır. Bunları takip eden 6. madde vergi miktarıyla ilgili hükmü içermektedir. Kanunun bu maddesinde mükelleflerin ödeyeceği vergi miktarının 7. maddeye göre oluşturulacak komisyonlar tarafından tespit edileceği belirtil-
düşün, Güz’11 35
mektedir. 7. maddede, oluşturulacak komisyon başkanlarının her il ve ilçedeki en büyük mülkiye memuru olacağı belirtilmekte ve komisyonun diğer üyelerinin seçimi ise şu şekilde açıklanmaktadır: “En büyük mal memurundan ve ticaret odaları ile belediyelerce kendi azaları arasından seçilecek ikişer azadan müteşekkil bir ve icabına göre müteaddit bir komisyon kurulur. Ticaret odası bulunmayan yerlerde, bu odanın seçeceği azalar yerine belediyece, hariçten ticaret ve ziraatten anlayanlar arasından iki aza seçilir.” Kanunun 7. maddesinden 10. maddesine kadar verginin tarhı (belirlenmesi) ve komisyonların nasıl çalışacağı ile ilgili hükümler yer almaktadır. 11, 12 ve 13. maddeler verginin tahsili ve tebliğiyle ilgili hükümleri içermektedir. Kanunun 11. maddesinde yer alan “... Komisyon kararları nihai ve kati mahiyette olup bunlara karşı idari ve adli kaza mercilerinde dava açıla-
de, borcunu bir ay içerisinde ödemeyen mükelleflerin çalıştırılmasıyla ilgili durum şöyle açıklanmıştır: “Talik tarihinden itibaren bir ay zarfında borçlarını ödemeyen mükellefler borçlarını tamamen ödeyinceye kadar memleketin herhangi bir yerinde bedeni kabiliyetlerine
M ü ke l l e f l e r i n ö d ey e c e ğ i v e r g i l e r i n ko m i s y o n l a r ın t a kd ir i n e g ö r e b e l ir l e n m e s in i n , a d a l e t s iz l i k l e r i n y a ş a n m a s ın d a ö n e m l i b ir e t m e n o l d u ğ u s ö y l e n e b i l ir. göre askeri mahiyeti haiz olmayan umumi hizmetlerde veya belediye hizmetlerinde çalıştırılırlar.” İlerleyen zamanlarda kanunun bu maddesine dayanılarak çalışma kamplarına gönderilen mükellefler olmuştur. Kampta bulunan Ermeni kökenli mükelleflerden kereste tüccarı Parseh Gevrekyan’ın bir röportajında söylediği “Bize kötü davranmadılar. Varlık Vergisi’nde çalışma zorunluluğu uygulaması sadece gösterişti. Dışarıdan çok sert görünen, yaşayanlar açısından nispeten yumuşak bir gösteriş.”6 cümleleri, çalışma kampları uygulamasının anlaşılması ve sağlıklı değerlendirmelerin yapılması açısından önem taşımaktadır.
Kanunun Uygulanması ve Kaldırılması
maz...” hükmüyle komisyon kararlarına hukuki yol kapanmış ve evrensel hukuk değerlerine aykırı olan bu durum Varlık Vergisi’ni araştıran yazarların ortak eleştiri noktası olmuştur. Kanunun 11. maddesinde verginin tebliğiyle, 12. maddesinde ise 15 günlük süre içerisinde ödenmeyen vergilere uygulanacak faizle ilgili hüküm yer almaktadır. Aynı zamanda 12. madde-
36
düşün, Güz’11
Varlık Vergisi ile ilgili en sakıncalı durumlar kanunun uygulanması esnasında yaşanmıştır. Kanunda daha önce de belirtildiği üzere azınlık unsurlara karşı ayrımcılık içeren herhangi bir hüküm bulunmasa da uygulama esnasında azınlıklar aleyhine bir ayrımcılık yapıldığı açıkça görülmektedir. Mükelleflerin ödeyeceği vergilerin komisyonların takdirine göre belirlenmesinin, adaletsizliklerin yaşanmasında önemli bir etmen olduğu söylenebilir. Faik Ökte Varlık Vergisi Faciası adlı kitabında komisyonların çalışmasıyla ilgili bir anısını şöyle anlatmaktadır:
“Ara sıra şöyle konuşmalar geçiyordu: - …….. ne kadarlıktır? - 500000 - Milyonluk - Ne biliyorsun? - Sen ne biliyorsun? - Ortalama bir rakama git.”7 Görüldüğü üzere vergiler doğruluğundan emin olunan veriler vasıtasıyla belirlenmemiştir. Bu yöntemle belirlenecek bir verginin ise adaletli ve doğru bir uygulama olduğunu söylemek zordur. Kanunun uygulanması esnasında basının ve kamuoyunun tepkisini bilmek, dönemin Türkiyesi’ni ve kişisel sebepler ne-
ticesinde azınlıklar aleyhine gerçekleşen ayrımcılıkları anlamak açısından önemlidir. Dönemin karikatürleri ve yazıları incelendiği zaman, Varlık Vergisi Kanunu’nun uygulandığı günlerde basının uygulamaya tam destek verdiği, kamuoyunun ise uygulamadan oldukça memnun olduğu görülecektir. Refik Halid Karay’ın Tasvir-i Efkâr gazetesinde yazdığı şu cümleler kamuoyunda uygulamanın adaleti sağladığıyla ilgili görüşün hakim olduğunu göstermektedir: “... Bazı güzel duygular vardır: Aza kanaat, vatana sevgi, kanuna itaat, yoksula yardım, aça merhamet, halk derdine ortaklık… Bunlardan zerre kadar nasibini almayan sendin, sizdiniz!... Dört yıldır bazen için için, bazı kere bıyık altından, çok kerede katıla katıla gülüyordunuz. Dört yıldır gülen sendin, sizdiniz! Şimdi benim, biziz!”8
Aşağıda verilen tabloda borçların ödenmesi konusunda çalışma kamplarının önemli bir etkisi olduğu görülmektedir. Tablo 2: Türkiye Genelinde Çalışma Zorunluluğuna İlişkin Sonuçlar10 ADET VERGİLERİ Sevk için kampa alınanlar 2057 65 464 236 Aşağıda izah olunan şekilde vergisi ödenen, kapananlar Terkin edilen vergi
657 1400
27 631 313 37 833 223
odtuadt.com
Yukarıda ödendiği kaydedilen 27.631.313 milyon liranın tahsil şekli şöyledir; Cetvele dahil olanlardan sevkten evvel ödeyenler
-
5 407 002
Kampta vergisini ödeyenler İş yerinde ödeyenler Sevkten sonra icraen tahsil Ölenlerin vergisi
579 57 21 657
11 198 686 5 276 961 4 990 373 760 291 27 631 313
düşün, Güz’11 37
Evrensel huku k il ke l e r i a ç ı s ın d a n sakıncaları bu l u n a n V a r l ık Ve r g is i uygulamasının h e m ö d e n m e s i gereken vergi l e r i n v e y ü k ü m l ü l e r in belirlenmesin i n o b j e k t if k u r a l l a r a bağlanmamas ı he m d e b e l ir l e n e n vergilere itira z y o l u n u n k a p a l ı olması sebebiy l e v e r g i t e k n iğ in e uygun olmadığ ı s ö y l e n e b i l ir. Daha önceki bölümlerde de belirtildiği üzere kanunun 12. maddesine dayanılarak, borcunu bir ay içinde ödemeyen mükellefler çalışma kamplarına gönderilmiştir. Bu kampların esas amacı borcunu ödemeyen mükelleflerin borcunu ödemesini sağlamaktır. Dönemi yaşamış, bizzat çalışma kamplarında çalışmak zorunda kalmış insanların anıları incelendiğinde mükelleflere kamplarda herhangi ağır bir iş yaptırılmadığı görülmektedir. Faik Ökte’nin aktardığı “Yine belirtmek lazımdır ki, çalışma kampında hayat, zannedildiği gibi, meşakkatli ve güç olmamıştır. Aşkaleye gidenler iklim dolayısiyle senenin mühim bir kısmını evlerinde, kahvehanelerde tavla, iskambil oynamakla geçirmişlerdir. Mütemadi tazyiklere rağmen alakadarlar hususi havale yolu ile oraya para getirtmek ve rahat yaşamak yolunu bulmuşlardır. O kadar ki bu seyahat şehir hayatı ve ticari mücadeleler dolayısiyle bozulan sihhatleri düzeltmiş, gidenler -ailelerini şaşırtacak kadar- kanlı, canlı, neş’li olarak geri gelmişlerdir.”9 cümleleri çalışma kamplarının durumunu göstermektedir. On altı ay yürürlükte kalan Varlık Vergisi Kanunu 15.03.1944 tarihli ve 4530 nolu “Varlık Vergisi Bekaayasının Terkine Dair Kanun” ile yürürlükten kaldırılmış ve o güne kadar ödenmeyen vergiler silinmiştir. Komisyonlarca belirlenen vergilerin %74,1’i ödenmiştir. Toplamda gayrimüslimler 166.000.000 TL, Müslümanlar 115.300.000 TL ve yabancılar da 33.000.000 TL vergi ödemiştir.
38
düşün, Güz’11
Değerlendirme Varlık Vergisi Kanunu hakkında akla gelebilecek bazı soruları cevaplama yoluyla bir değerlendirme yapılmaya çalışılacaktır. Evrensel hukuk ilkeleri açısından sakıncaları bulunan Varlık Vergisi uygulamasının hem ödenmesi gereken vergilerin ve yükümlülerin belirlenmesinin objektif kurallara bağlanmaması hem de belirlenen vergilere itiraz yolunun kapalı olması sebebiyle vergi tekniğine uygun olmadığı söylenebilir. Şerafettin Turan’ın bu konuyla ilgili söyledikleri önemlidir: “Sonucunda küçümsenmeyecek sonuçlar doğuran Varlık Vergisi Yasası, geride ‘kayırma, kandırma, rüşvet ve çalışma kamplarının yarattığı bir hınç’ bırakmıştı.”11 Bu gerçekler ışığında değerlendirme bölümüne tartışılmış ve tartışılan sorularla devam edilecektir.
Varlık Vergisi uygulamasında yaşanan mağduriyetlerin ve haksızlıkların sebebi nedir? Verginin uygulanması esnasında haksızlıkların yapıldığı ve buna bağlı mağduriyetlerin yaşandığı göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Yükümlülerin ve ödenecek vergi miktarlarının yet-
kili komisyonlarca bilimsel yöntemlerle belirlenmemiş olması ve uygulamanın kısa sürede yapılmak istenmesi ortaya çıkan haksızlıkların temel sebepleridir. Dolayısıyla vergilerin belirlenme şekli keyfi uygulamalara zemin hazırlamış, bu keyfi uygulamalar sonucunda aynı gelire sahip insanlara farklı miktarlarda vergi borcu çıkarılmıştır. Bunun yanı sıra oldukça kısa bir
oluşturduğu toplama kamplarına benzetilmesi en hafif tabirle haksız bir değerlendirmedir. Yazı içerisinde verilen örneklere bakıldığında ve bu konuyla ilgili ilk kitap olan “Varlık Vergisi Faciası” incelendiğinde “çalışma kampı uygulamasının” amacının insanları sindirmek veya öldürmek değil sadece vergi borçlarının ödenmesinin hızlandırılmasını sağlamak olduğu görülecektir.
O dönemde tica r e t in Türkleştirilmes i n in i s t e n m e s in in , yıllardır ticari ha y a t t a f a a l iy e t gösterememiş v e s a v a ş l a r s o n u c u fakirleşmiş bir m i l l e t i n ı r kç ı tutumundan ço k e ko n o m i k adaletsizlikleri n y a r a t t ığ ı b i r t e p k i olarak yorumla m a k d o ğ r u o l a c a ktır.
Dönemin Türkiyesi’nde insanları zor duruma düşüren “Varlık Vergisi” gibi başka bir uygulama mevcut mudur?
sürede tespit edilen vergi borçlarının yükümlüler tarafından bir ay içerisinde ödenmesi istenmiştir. Bu durum hem vergi borçlarının düzgün tespit edilememesine hem de borcunu hemen ödemek zorunda kalan yükümlülerin mallarını yok pahasına satmasına yol açmıştır.
Çalışma kampı uygulaması ne kadar doğruydu? Çalışma kampları Nazi Almanyası’nın toplama kamplarına benzetilebilir mi?
odtuadt.com
Azınlıklar üzerinde bir travma yarattığını söyleyebileceğimiz çalışma kampı, o güne kadar Türkiye’de örneği görülmüş bir uygulama değildir ve insanların bu kamplara gönderilmesi nereden bakılırsa bakılsın yanlıştır. Dünyada esen ırkçı rüzgarlar sebebiyle Türkiye’de bulunan azınlıklar çalışma kamplarına gönderilirken çeşitli korkular yaşamış, yine kamplardan döndükten sonra bu travmayı atlatamayan ve ülkeyi terk eden insanlar da olmuştur. Ancak bütün bu olumsuzlukların varlığına rağmen o dönemki çalışma kamplarının Nazi Almanyası’nın insanları sistematik bir biçimde öldürmek amacıyla
O dönemde “Varlık Vergisi” dışında 1944 ile 1948 yılları arasında “Toprak Mahsulleri Vergisi” adı altında köylüden de ağır bir vergi alınmış, bu vergi ile dört senede toplam 229.130.214 lira toplanmıştır. Bu uygulamada da ödenecek vergi miktarlarının belirlenmesi takdir esasına dayanmış ve köylü ağır bedeller ödemiştir. Faik Ökte’nin belirttiği “Köylü bu vergiyi nafakasından ve tohumundan ödemiştir.”12 ifadesi, verginin köylüye getirdiği yükün anlaşılması açısından önemlidir. Görüldüğü üzere savaş döneminin olağanüstü koşulları altında azınlıkların ödediği bedelin yanı sıra köylü de ağır bir yükün altına girmiştir.
U n u t u l m a m a l ıd ır k i, im p a r a t o r l u k t a n u l u s -d ev l e t y a r a t a n k a d r o l a r, b ir l ik t e yaşama kültürü oluşturmayı a m a ç l a m ış v e b u a m a ç l a h iç b i r ke s im i y u r t t a ş l ık k a v r a m ın ın d ı ş ın d a b ır a k m a m ış l a r d ır. Varlık Vergisi uygulaması azınlıkların ticari hayattaki etkisinin azalmasına yol açmış mıdır? Uygulama ırkçı bir yaklaşımın sonucu mudur? Varlık Vergisi uygulaması sonucu gerçekleşen mülkiyet değişimleri ve yaşanan travmalar, azınlıkların ticari hayattaki etkilerinin azalması-
düşün, Güz’11 39
na sebebiyet vermiştir. Bu sebeple, uygulamanın “ticaretin Türkleştirilmesi” gibi bir amaç taşıdığı da sıkça iddia edilmektedir. Azınlıkların ticari hayattan çekilmesini, ticaretin Türkleştirilmesi için bir fırsat olarak gören bir takım politikacıların ve aydınların dönem içerisinde takındıkları tutum bu iddiaların oluşmasında önemli bir etmen olmuştur. Bu noktada dönemin milletvekillerinden Ahmet Faik Barutçu’nun siyasi anılarına baktığımızda dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun karşımıza çıkan “Bu kanun, aynı zamanda bir ihtilal kanunudur. Bize iktisadi istiklalimizi kazandıracak bir fırsat karşısındayız: Piyasamıza hâkim olan gayri Türk unsurları bu sayede bertaraf ederek Türk piyasasını Türk tüccarlarının ve Türklerin eline vereceğiz.”13 cümleleri bu tartışmanın temelini oluşturmaktadır. O dönemde ticaretin Türkleştirilmesinin istenmesinin, yıllardır ticari hayatta faaliyet gösterememiş ve savaşlar sonucu fakirleşmiş bir milletin ırkçı bir tutumundan çok ekonomik adaletsizliklerin yarattığı bir tepki olarak yorumlamak daha doğru olacaktır. Kuşkusuz ki her dönemde olabileceği gibi o dönemde de bu olaya ırkçı bir zihniyet ile yaklaşanlar olmuştur. Ancak bu vergi uygulamasının ırkçı bir yaklaşım sonucu hazırlanan bir plan dahilinde geliştiğini söylemek yanlış olacaktır.
Yapılan yanlışlıklar Kemalizm’e ve onun ulusçuluk anlayışına mal edilebilir mi? Bugün Türkiye’de yaşanan her olumsuzluğun sorumlusu olarak Cumhuriyet dönemi kadroları işaret edilmekte ve tarihle yüzleşme kavramı, tarihle hesaplaşmaya dönüştürülmektedir. Yıllardır Mustafa Kemal Atatürk’e ve onun uygulamaları ile ortaya koyduğu “Kemalizm”e doğrudan eleştiri getirmeye çekinen kesimlerin İsmet İnönü’ye ve Tek Parti Dönemi’ne gelişigüzel tarih yorumlamaları ile saldırdıkları ortadadır. Tek Parti Dönemi’nde gerçekleşen Varlık Vergisi uygulaması da beraberinde getirdiği tartışmalar ile bu saldırıların temel dayanaklarından birini oluşturmaktadır. Ancak, tüm dünyada savaşın
40
düşün, Güz’11
hakim olduğu bir dönemde, diplomaside gösterdiği başarılar sayesinde savaşın fiilen içerisinde yer almamayı sağlamış dolayısıyla savaşın getireceği pek çok yıkımı ve can kaybını önlemiş olan bir iktidarın, bugün sadece uyguladığı vergi ile anılması iyi niyeti sorgulanması gereken bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın bir uzantısı olarak, yaşanan olaylar, Kemalizm’in hiçbir etnik kökene vurgu yapılmaksızın yurttaşlık ve toprak bağı etrafında şekillenen ulusçuluk anlayışına dayandırılmakta ve bir uygulamanın eleştirisi toptan bir ideolojinin eleştirisine dönüştürülmektedir. Unutulmamalıdır ki, imparatorluktan ulus-devlet yaratan kadrolar, farklı kimliklerden insanların beraber yaşayabilmesini amaç edinmiş ve bu amaçla hiçbir kesimi yurttaşlık kavramının dışında bırakmamışlardır. Dolayısıyla, Varlık Vergisi örneğinde görüldüğü gibi Tek Parti Dönemi’nde gerçekleştirilen her uygulamayı Kemalizm’e mal etmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Sonuç olarak dönem dahilinde yaşanan ekonomik bunalımlara bir çözüm olarak ortaya çıkan Varlık Vergisi uygulaması iyi hazırlanamadığı ve süreç doğru yönetilemediği için telafisi zor acılara sebep olmuştur. Ancak sürecin ideolojik bir yaklaşımla azınlıkların sindirilmesini sağlamak hedefiyle hazırlandığı söylenemez. KAYNAKÇA 1. ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1995, Alkım Yayınevi, İstanbul, s.407. 2. AKAR, Rıdvan, Aşkale Yolcuları Varlık vergisi ve Çalışma Kampları, Belge Yayınları, 2006, s.50. 3. ÖKTE, Faik, Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, İstanbul, 1951, s.21. 4. AKAR, Rıdvan, a.g.e, s.61. 5. AKTAR, Ayhan, Varlık vergisi ve Türkleştirme politikaları, s.149. 6. AKAR, Rıdvan, a.g.e, s.248. 7. ÖKTE, Faik, a.g.e, s.75. 8. AKAR, Rıdvan, a.g.e,194. 9. ÖKTE, Faik, a.g.e, s.159. 10. ÖKTE, Faik, a.g.e, s.157. 11. TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi 4. Kitap, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999, s.163. 12. ÖKTE, Faik, a.g.e, s.202. 13. AKTAR, Ayhan, a.g.e, s.148.
MARKSİZM’DEN POST-MARKSİZM’E BİR İDEOLOJİNİN SERÜVENİ
* Lemi ATALAY | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
Giriş
odtuadt.com
Marksizm günümüzde sosyal bilimleri etkileyen düşünce sistemlerinin en başında yer alıyor. Bu durumun oluşmasına temel sebep olarak, düşünce sisteminin kurucusu Karl Marx’ın sosyal bilimlerin hemen hemen her alanında çeşitli radikal fikirler ortaya koymasını gösterebiliriz. Karl Marx bu kadar fazla alanla ilgili çeşitli söylemler ileri sürerken, tabi ki her alana katkısı aynı derecede yeterli değildi. Bu nedenle kimi düşünürler daha sonraları, Marx’ın temel fikirlerinden yola çıkarak bu yeterli olmayan alanları doldurmaya çalıştılar. Sonuçta ortaya konan farklı düşünceler Marksizm tartışmalarını çoğalttı ve Marksizm’in etkisinin genişlemesine yol açtı. Öte yandan, Marx’ın genç ve olgunluk dönemlerinde yoğunlaştığı konuların farklı-
lık göstermesi Marksizm üzerinden yapılan tartışmaları çeşitlendirdi ve bütün bunların sonucunda karşımıza çok sayıda farklı Marksizmler çıktı. İşte bu çalışmada ben bu farklı Marksizmleri değerlendirmeye çalışacağım. Doğal olarak önce Marx’ın temel fikirlerini değerlendirerek işe başlayacağım, daha sonra farklı ülkelerde Marksizm’in pratiğe dönüştürülme sürecinde meydana gelen fikir tartışmalarını ele alacağım, son olarak da Marksist ideolojiye düşünsel yenilikler getiren çeşitli akımları sizlere aktarmaya çalışacağım.
Karl Marx ve Ortodoks Marksizm Karl Marx’ın düşüncelerinin ayrıntılarına geçmeden önce şu noktayı belirtmek istiyorum.
düşün, Güz’11 41
Marx doğal olarak hiçbir zaman kendi düşünce sistemini Ortodoks Marksizm olarak nitelendirmedi. Bu nitelendirme, Marx’tan sonra “Marx’ın düşünceleri geçerliliğini yitirdi ve değiştirilmesi gerekiyor.” savlarını ortaya atanlara karşın, Marksizm’in hala temel anlamıyla geçerli olduğunu iddia edenleri tanımlamak amacıyla kullanılmaktadır. Bu önemli noktayı açıklığa kavuşturduktan sonra Karl Marx’ın düşünce sistemini incelemeye geçebiliriz.
bu değişim doğrultusunda ilerler. Öte yandan insan sadece emeğiyle üretime geçtiği zaman kendi varlığının bilincine de vardığından, özgürlüğünü de ancak üretim yoluyla kazanacaktır.1 Marx’ın üretimi ve dolayısıyla ekonomiyi, tarihin temeline yerleştirmesinden dolayı Marksist düşünce sistemi aynı zamanda “tarihsel materyalizm” şeklinde de anılmaktadır.
Karl Marx bu anlayıştan yola çıkarak tarihi farklı üretim tarzlarının hakim olduğu çeşitli Karl Marx’ın düşünceleri kendisi gibi bir aşamalara ayırmaktadır. Bu aşamalar; ilkel kobaşka Alman filozof olan Hegel’den etkilen- münizm, kölelik, feodalizm, kapitalizm, sosmiştir. Marx’ın düşünce sisteminin en önem- yalizm ve komünizmdir. Herhangi bir mülkiyeli temel taşlarını oluşturan diyalektik, tarihsel- tin olmadığı ve bir nevi doğa durumu olarak nilik, yabancılaşma gibi kavramlara esas olarak telendirebileceğimiz ilkel komünizm ve tarihin Hegel’de rastlayabiliriz. Hegel’den yola çıkan nihayetinde ulaşacağı gerçek komünizm evMarx onun fikirlerini hem geliştirmiş, hem de resi hariç, tarihin tüm evrelerine üretici güçler radikalleştirmiştir. Hegel’in tarih anlayışı, tez- ile üretim araçlarına sahip olanlar arasında var antitez-sentez üçgeninde şekillenen diyalektik olan sömürücü üretim ilişkileri hakimdir. Ürebir mantık etrafında, evrensel aklı temsil eden tim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar araTin’in açılımını ve ilerleyişini konu edinmek- sındaki bu fark aynı zamanda belirli tarihi aşamadaki sınıfları bize göstermektedir. İşte bu sınıflar aynı zamanda tarihin bir motorudur. Çünİnsanın yaptık l a r ı m a d d i b i r ş e k il d e kü sınıflar arasındaki bu mevcut sömürü ilişkisi, insa n-toplum-d o ğ a a r a s ı n d a k i sınıf mücadelesi sonucu değiştirilmekte ve sınıflar tarihin itici gücünü oluşturmaktadır.2 Üreilişkiler olarak a l t y a p ı a l a n ı n d a tim aracılığıyla özgürlüğünü kazanan bireyin bilimsel bir şe k il d e b e l ir l e n i r ke n , gerçek özgürlüğüne kavuşabilmesi ise ancak insa nın yaptık l a r ı n ı n bu sınıf mücadeleleri sonucu sömürünün ortaifadelendirilm e s i i s e ü s t y a p ı dan kaldırıldığı sınıfsız topluma, yani tarihin koalanında ideo l o j ik , k ü l t ü r e l , münizm aşamasına ulaşılmasıyla gerçekleştirilecektir. politik, felsefik , d i n s e l , h u k u k s a l
bir şekilde be l ir l e n i r. teydi. Ancak Marx diyalektik bir mantıkla gelişen bu tarihsel süreci, Tin’in açılımı olarak değil, üretimin esas belirleyici olduğu bir gelişim olarak betimlemektedir. Marx’ın düşüncesinde üretim kavramı temel baş aktördür. Marx’a göre tarihte, insan, toplum ve doğa karşılıklı bir etkileşim sürecindedir. İnsan ürettikçe doğayı da değiştirir ve bu değişim daha sonra kendisine de yansır. İnsan ürettiği sürece değiştiği için her defasında ihtiyaçları da değişir ve tarih işte
42
düşün, Güz’11
Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışındaki bir başka önemli kavram da altyapı-üstyapı ayrılığıdır. Marx’a göre insanların yaptıkları ile yaptıklarının nasıl ifadelendirildiği arasında önemli bir ayrım vardır. İnsanın yaptıkları maddi bir şekilde insan-toplum-doğa arasındaki ilişkiler olarak altyapı alanında bilimsel bir şekilde belirlenirken, insanın yaptıklarının ifadelendirilmesi ise üstyapı alanında ideolojik, kültürel, politik, felsefik, dinsel, hukuksal bir şekilde belirlenir.3 Maddi üretimin tarihin temelini oluşturma-
sını bilimsel olarak nitelendirmeyi, bu düşüncenin aynı zamanda “bilimsel sosyalizm” olarak ifadelendirilmesinde de görebiliriz. Marx’tan önce de birçok toplumcu düşünür olsa da onlar “hayalci-ütopik sosyalistler” olarak nitelendirilmiştir. Çünkü onlar somut gerçekler yerine, olması gereken ideal düzeni tasvir etmişlerdir. Ancak Marksizm gerçek maddi durumla ilgilendiği için bunların aksine bilimseldir. İdeolojinin, dinin, hukukun, ailenin bu şekilde olumsuzlan-
Aslında Marx k a p it a l iz m e s a d e c e olumsuz bir anl a m y ü k l e m e z . Sonuçta kapita l iz m d e t a r ih t e k i devrimsel süre ç l e r d e n b ir is id i r v e Marx kapitalizm i f e o d a l il iş k il e r i n çözüldüğü, insa n ın ke n d i s in i sınırlayan dar t o p l u m s a l ilişkilerden kur t u l d u ğ u v e b ir ey s e l özgürlüğün önü n ü n a ç ıl d ığ ı b i r aşama olarak g ö r ü r. ması ise üstyapının, altyapıya tabi bir görünüm almasını ve dolayısıyla siyasal iktidarın, ekonomik iktidarın yansımasından ibaret olduğunu bizlere anlatır.4 Diyalektik ve materyalist bir şekilde ilerleyen tarihte, devrim de işte ancak değişen üretim ilişkilerine ayak uyduramayan üstyapının yani siyasal iktidarın değiştirilmesi ile birlikte gerçekleştirilir.
odtuadt.com
Bu temel kavramsal çerçeveyi çizdikten sonra Marx’ın tarihsel aşamalarını değerlendirmeye geçebiliriz. İlkel komünizmi herhangi bir mülkiyetin olmadığı bir nevi doğa durumu diye ifade etmiştik. Köleliğin hakim olduğu üretim tarzında ise mülksüzleştirilmiş üreticilerin zor gücüne sahip özel mülkiyet sahipleri tarafından sömürüldüğünü görürüz. Feodalizmin hakim olduğu üretim tarzında ise belli biçimlerde topraklandırılmış üreticiler bu sefer hukuki erkle de donatılmış özel mülkiyet sahipleri tarafından sömü-
rülmektedir.5 Marx’ın esas ilgi alanı olan kapitalizm ise el emeği ve basit üretim aletlerinin yerini makine ve buhar gücünün kullanımına bıraktığı, yani sanayi devriminin hakim olduğu dönemdeki fabrika sahibi burjuva ile fabrikalarda çalışan işçiler arasındaki sömürü ilişkisine sahne olmaktadır. Aslında Marx kapitalizme sadece olumsuz bir anlam yüklemez. Sonuçta kapitalizm de tarihteki devrimsel süreçlerden birisidir ve Marx kapitalizmi feodal ilişkilerin çözüldüğü, insanın kendisini sınırlayan dar toplumsal ilişkilerden kurtulduğu ve bireysel özgürlüğün önünün açıldığı bir aşama olarak da görür. Ancak iktisadi üretime verilen önemin de en fazla arttığı bu dönemde, bu olumlu gelişmelere rağmen sömürü de bir o kadar artmıştır. Çünkü insanoğlu, tarihin hiçbir döneminde ürettiğine bu kadar yabancılaşmamıştır. İşçi, fabrikalarda üretim faaliyeti sonucu yarattığı değerden az pay aldığı için, hiçbir zaman yarattığı ürünü satın alamayacak ve yarattığı ürün ona yabancılaşacaktır.6 Yarattığı artı değer ise sermaye sahibinin birikiminin kaynağını oluşturacağı için, bu artı değer işverenin elinde giderek onu ezen bir güç haline gelecektir. Marx’a göre kapitalizmin gelişmesi ve sanayileşmenin artmasıyla birlikte, sermaye ve üretim araçları belirli ellerde toplanacak, ara tabakalar eriyerek toplumun büyük çoğunluğu proleterleşecek, sadece emek gücü ile geçinmek zorunda bırakılan bu işçiler, düşecek kâr oranları nedeniyle karın tokluğuna çalıştırılacaktır. Kapitalist ile işçi sınıfı arasındaki artan bu çelişki, işçilerin “kendiliğinden bir sınıf” olma boyutundan “kendisi için bir sınıf” olma boyutuna evrilmelerini sağlayacaktır. Bu durumun kapitalizmin düşecek kâr oranları nedeniyle art arda krizlere girmesiyle birleşmesi sonucu, işçi sınıfı yani proletarya altyapıda gerçekleşen bu değişikliği, üstyapıya taşıyıp düzeni yıkacak, siyasal iktidarı ele geçirecek ve böylece sosyalist devrim gerçekleşmiş olacaktır. Marx’ın tarih görüşündeki sosyalizm aşama-
düşün, Güz’11 43
sı ise proletarya diktatörlüğünü ifade eder. Bu aşama tamamen sınıfsız bir toplumu öngören komünizm aşamasına geçişi sağlayacak bir süreçtir. Bu aşamada da tarihin diğer aşamalarında olduğu gibi bir sınıf diğer bir sınıf üzerinde hakim olmaya devam edecektir, ancak bu durum diğer hakimiyetlerden farklı olacaktır. Çünkü bu diktatörlüğün amacı o güne kadarki tarih boyunca hep görüldüğü üzere bir sınıfın diğerleri üzerindeki hakimiyeti sağlamlaştırıp korumak değil, sınıfları ortadan kaldırmak olacaktır. Bu aşamada üretim sermayenin ihtiyaçlarına göre değil halkın ihtiyaçlarına göre gerçekleştirilecek, üretim araçları toplumsallaştırılacak ve üstyapı kurumları ortadan kaldırılacaktır.7 Tüm sınıf farklılıklarının ortadan kalkma-
Marx ideolojin in f e l s e f ik temellerini ot u r t m u ş v e d a h a ç o k mev cut kapita l iz m in e ko n o m i k tahlillerini ort a y a ko y m u ş t u , ancak devrimc i m ü c a d e l e n in stratejisi ya d a d ev r im gerçekleştikte n s o n r a k i a ş a m a l ar olan sosyalizm v e ko m ü n iz m üzerine ayrınt ı l ı ç a l ış m a l a r d a bulunmamıştı. sı ve devletin sönümlenmesi sonucu varılacak aşama ise tarihin son aşaması olan komünizm aşamasıdır. Bu aşamada herkese yetecek kadar bir üretim yapılacak, insanlar yetenekleri doğrultusunda üretim alanlarında adil bir şekilde çalışacak, üretilen bolluk herkese eşit derecede ihtiyaçlara göre dağıtılacak ve insan tüm tarih boyunca yaşadığı yabancılaşmadan kurtulup üretimi ile bütünleşecek; yani gerçek özgürlüğüne kavuşacaktır. Bu özgür birey örneğin, gündüz atölyede çalışıp üretim yapacak, öğleyin resim yapıp balık tutacak, akşam da felsefe eleştirisi ile uğraşacaktır.8 Marx’ın ortaya koyduğu tarihsel şema bilim-
44
düşün, Güz’11
sel olduğu iddia edilse de henüz gerçekleşme olanağı bulamamıştır. Kapitalizm içine girdiği krizlerden çeşitli yöntemlerle çıkmış, işçi sınıfı kavuştuğu olanaklarla daha rahat bir hayat sürme şansına kavuşmuş ve kendi için sınıf bilincine ulaşamayıp, devrimci potansiyeli azalmıştır. Kapitalizmin içine girdiği krizlerden kurtulması bu sefer “Marksizm’in krizi” tanımlamalarını ortaya çıkarmıştır. Bir kesim, yukarıda bahsettiğimiz temel Marksist prensiplere sıkı sıkıya bağlı kalarak Marx’ın anlattığı sürecin er ya da geç gerçekleşeceğini savunan Ortodoks Marksist çizgide yer almış, diğer kesimler ise yine Marx’tan yola çıkıp bu krizi atlatmanın farklı yollarını denemiştir. Kimileri bunu uygulamaya geçirmiş, kimileri de düşünsel temellerini geliştirmiştir. Şimdi uygulama alanının değerlendirmesi olarak üç ülkeyi sırayla ele alacağım; Rusya, Almanya ve Çin.
Lenin, Trotskiy, Stalin ve Sovyet Deneyimi Yukarıda temel görüşlerini anlattığım Marksist ideolojinin ilk uygulanış yeri Rusya olmuştur. Gramsci’nin “Kapital’e karşı devrim” olarak ifade ettiği, Sovyet devrimi gerçekten ilginç bir deneyimdir. Çünkü yukarıda anlattığımız sosyalist devrimin nesnel koşullarının belki de en az geçerli olduğu ülke Rusya idi. Zaten Marx da esas olarak sosyalist devrimin gerçekleşeceği ülke olarak İngiltere’yi öngörüyordu. Çünkü en gelişmiş kapitalist ekonomi bu ülkedey-
Tr o t s k iy ’ n in t e o r i s i, h e m ç a r l ığın ç ö k ü ş ü n ü iz l ey ecek b u r j u v a - d e m o k r a t ik c u m h u r iyet f i k r in e ( M e n ş ev i k l e r in g ö r ü ş ü ) , hem d e r e f o r m l a r ın ı b u r j u v a -d e m o k r atik b i r ç e r ç ev e n in d ış ı n a ç ık a r m a y acak iş ç i-kö y l ü h ü k ü m e t i f ik rine ( B o l ş ev ik l e r in g ö r ü ş ü ) k a r ş ıydı.
di. Rusya’da bırakınız kapitalizmi, henüz feodalizm aşamasından tam anlamıyla kurtulunabilmiş değildi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen toplumdaki devrimci potansiyeli iyi örgütleyen Lenin, devrimi gerçekleştirebilmişti. Lenin bu nedenle Marksizm’in politik babası olarak görülür. Marx ideolojinin felsefik temellerini oturtmuş ve daha çok mevcut kapitalizmin ekonomik tahlillerini ortaya koymuştu, ancak devrimci mücadelenin stratejisi ya da devrim gerçekleştikten sonraki aşamalar olan sosyalizm ve komünizm üzerine ayrıntılı çalışmalarda bulunmamıştı. İşte Lenin sosyalist devrimin stratejik mücadelesini örgüt ve taktik düzeyinde sistemli bir biçimde kuran ilk kişi oldu.9 Aslında Çarlık Rusya’da sosyalist gruplarda hakim olan ilk görüş Marx’ın tarih şemasına uygun olarak ülkede önce burjuva demokratik devriminin gerçekleştirilip ardından sosyalist devrime geçilmesi idi. 1905’te bunun ilk adımları atılmış ancak daha fazla ilerlenememişti, çünkü Rusya’da burjuva sınıfı Batı’daki gibi gelişmemiş ve devrimci bir potansiyelden uzaktı. Aksine düzenden rahatsız olan işçi sınıfı kurmuş olduğu konseylerle (sovyetler) bu potansiyele daha yakındı. İşçi sınıfının bu devrimci potansiyeli devrimin önderlerinden Lev Trotskiy’nin “sürekli devrim” teorisini geliştirmesini sağlayacaktı. Trotskiy’nin teorisi, hem çarlığın çöküşünü izleyecek burjuva-demokratik cumhuriyet fikrine (Menşeviklerin görüşü), hem de reformlarını burjuva-demokratik bir çerçevenin dışına çıkarmayacak işçi-köylü hükümeti fikrine (Bolşeviklerin görüşü) karşıydı. Onun fikri Rusya’nın özgün koşulundan kaynaklanan ve sosyalizme doğrudan geçişi üstlenecek bir işçi sınıfı hükümeti kurmaktan geçiyordu.10 Bolşeviklerin lideri Lenin’in de zamanla Trotskiy’nin bu fikrini benimsemesi devrimi hızlandıracak etkenlerdendi.
odtuadt.com
Lenin, sovyetlerin devrimci potansiyelinin farkındaydı ve onları Paris Komünü’ne benzeterek dipten doruğa tüm devlet yaşamını demok-
ratik bir şekilde örgütleyecek bir yapı olarak görüyordu. Ancak yine de burjuva toplumundan gelebilecek olası bilinç azaltıcı etkileri önlemek ve işçi sınıfının “kendisi için sınıf” konumuna gelerek devrimi gerçekleştirebilmesi için “öncü bir partinin” bilinçlendirici dış müdahalesini şart olarak görüyordu. Çünkü bu öncü parti işçi sınıfının isteklerini ve sosyalizmin gereklerini en iyi tahlil edebilecek kurumdu.11 Öte yandan Lenin’e göre devrimci mücadelenin kapitalizmin normal gelişim gösterdiği bir toplumda verilmemesinden dolayı, proletaryanın bu mücadelesini devrimci-demokrat diğer hareketler-
le birleştirmesi gerektiği açıktır. İşte bu hegemonyayı da kurabilecek olan yine sadece öncü partidir.12 Devrim böylesine demokratik bir yapıya sahip olan sovyetler ve öncü partinin demokratik hareketleri hegemonik bir şekilde örgütlemesi sonucu gerçekleşmiş olsa da ilerleyen süreçte gelişen olaylar devrimi bu demokratik boyuttan uzaklaştıracaktı. Aslında Lenin ve Trotskiy’nin esas olarak düşündükleri sadece Rus devrimi değil, bir Avrupa devrimiydi. Onlar Rusya’daki bir devrimin önce Alman, sonra da tüm Avrupa proletaryasını tetikleyeceğini ve burjuvazinin tüm kalelerinin düşeceğine inanıyordu.13 Ancak bekledikleri gerçekleşmedi. Avrupalı güçlerin Rusya’da destekledikleri karşı devrimci güçler iç savaş sonrası başarıya ulaşamamıştı, ancak Av-
düşün, Güz’11 45
rupalılar en azından bu devrimin kendi topraklarına sıçramasını engellemişlerdi. Almanya’daki, İtalya’daki olası devrimci hareketler henüz başlangıç aşamasında bastırılmıştı. Rusya’da meydana gelen iç savaş ve devrimin dış destek alamaması öncü partiyi hem yalnızlaştırdı hem de daha merkezi hale getirdi.
işçi devletinin bürokratikleşmesi teorisini geliştirdi. Trotskiy bu teorisiyle devrimin azınlık diktasına dönüşmeden de gerçekleştirilebileceğine inanan kesimlerin ilham kaynağı olmuş oldu.
Öncü parti kavramının özünde potansiyel olarak yer alan otoriterleşme eğilimi, devrim sırasında kurulan hegemonyanın da mevcut koşullar altında zayıflamaya başlamasıyla daha da belirgin hale geldi, ki bu eğilimler Lenin’in ölümünün ardından Stalin dönemiyle birlikte daha da artacak, sosyalizm artık üretim araçlarının devletleştirileceği bir geçiş süreci olmaktan ziyade, küçük bir azınlığın işçi sınıfı adına toplu-
Alman deneyimi başlığı altında inceleyeceğimiz bu üç düşünürün ortak yönü Rus deneyiminin otoriter ve anti-demokratik yönlerine karşı olmalarından kaynaklanmaktaydı. Bu belki de kapitalizmin ve dolayısıyla liberal demokrasinin daha gelişmiş olduğu bir batı ülkesinden gelmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bu ülkedeki Marksist uygulamalar daha demokratik bir düzen içerisinde hayat bulabildi. İlk inceleyeceğimiz düşünür olan Rosa Luxemburg’un en önemli tezi işçi sınıfının kendiliğinden hareketi idi. O, Lenin tarafından formüle edilen öncü parti tezlerine şiddetle karşı çıkmaktaydı. Luxemburg’a göre proletarya ancak kendiliğinden bir eylem içinde öğrenmeye ve olgunlaşmaya başlar. Gerçek devrim profesyonel devrimcilerle işçi sınıfı arasında yapay bir bölünme ile değil aksine parti tabanının genişletilmesi yoluyla mümkün olurdu. Bu durumu şu ünlü sözleriyle ifade etmekteydi; “Tarihsel olarak gerçekten devrimci bir hareketin yaptığı hatalar, en akıllı Merkez Komitesi’nin yanılmazlığından kat be kat daha yararlıdır.”15 İktidar, yukarıdan küçük bir parti merkezi tarafından değil, aşağıdan işçilerin kendileri tarafından ele geçirilmeliydi, devrim ancak bu şekilde gerçekleştirilebilirdi. İşçi sınıfının en önemli gücü olarak da genel toplu grevi savunan Luxemburg, Kautsky ve Bernstein’ın aksine mecliste verilecek mücadeleyi kabul etmiyordu. Luxemburg’un Marksist düşünceye diğer iki önemli katkısı olarak, emperyalizmin kapitalizme artı değer sağlamak için üçüncü dünya ülkelerini nasıl sömürdüğünü ortaya koyması ve işçiler tarafından verilen her bir tekil mücadelenin ayrı anlamları olduğunu savunarak, katı sınıfsal bütünlük tezlerinden ilk kopuşları sergilemesi olarak gösterebiliriz.
mu otoriter bir şekilde yönettiği bir boyuta dönüşecekti. Stalin bu dönemde tek ülkede de olsa sosyalizmin geçerli olabileceği fikrini ortaya atarak Marksizm’in evrensel tarihsel materyalizm anlayışını da yenilemiş oluyordu. Milliyetçiliği Marksizm ile birleştiren bu görüş, diğer ülkelerdeki sosyalist hareketlerin de Sovyet Devrimi’ne tabi olması anlayışı ile birlikte, Stalin otarşisini Komintern aracılığıyla diğer ülkeler üzerine yayan bir şekil almasına da yol açtı.14 Sürekli devrim tezi ile Lenin’e devrim sırasında katkıda bulunan Trotskiy, Stalin döneminde ülkeden uzaklaştırılmasının da etkisiyle bu sefer
46
düşün, Güz’11
Luxemburg, Kautsky, Bernstein ve Alman Deneyimi
Karl Kautsky ise Marx ve Engels’den sonra Ortodoks Marksizm’in en önemli figürlerinden biri iken Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Sovyet Devrimi’nin anti-demokratik faaliyetlere yönelmesi ve kapitalizmin beklenenden farklı bir gelişmeye sahne olmasıyla birlikte fikirlerinde bazı değişiklikler yapmış bir düşünürdür. Bu değişiklikler yüzünden Lenin tarafından “dönek” diye aşağılanacak Kautsky, demokrasiye olan inancı ve şiddet yöntemlerini reddedişiyle tanınıyor. Luxemburg’un aksine parlamenter mücadelenin yararlılığına inanan Kautsky’ye
Marksizm’i mil l iy e t ç il ik l e birleştirmenin b i r b a ş k a ö r n e ğ i olan Maoculuk a y n ı z a m a n d a emperyalizme k a r ş ı v e r i l e n ulusal-popüle r d ev r i m c i mücadelelerin d e e s in k a y n a ğ ı olmuştu. göre, parlamenter faaliyetler işçi sınıfına politik olgunluk kazandıracak ve örgütlenme kuvvetini artıracaktı. Sosyalizme mutlaka barışçı ve demokratik yollardan ulaşılmalı ve bu yol da parlamenter mücadeleden geçmektedir. Kautsky, Marx’ın proletarya diktatörlüğü anlayışının, sosyalizm aşamasında proletaryanın çoğunluğa sahip olmasından dolayı ister istemez kaynaklanan bir durum olarak tasvir ettiğini, ancak Rusya’da uygulananların bu duruma uymadığını belirterek Sovyet yönetimini zorba bir hükümet biçimi olmakla suçluyordu.16 Kautsky, Bernstein’dan ise iki noktada ayrılıyordu, bunlardan ilki Bernstein’ın aksine işçi sınıfının koalisyon yapmadan tek başına kendi partisi aracılığıyla iktidarı almasıydı. İkincisi ise uzun bir süreç sonunda da olsa Marx’ın tarihsel materyalizmi doğrultusunda sosyalizme ulaşılacağı yönündeki sıkı inancını korumuş olmasıdır.
odtuadt.com
Edward Bernstein ise revizyonizm ve sosyal demokrasinin kurucusu olarak bilinir. Diğer iki
düşünürün aksine Ortodoks Marksizm ile bağlarını daha radikal bir şekilde koparmıştır. Bu düşüncedeki temel noktası da Marx’ın kapitalizm tahlillerinin geçerli olmadığına dair inancıydı. Bernstein’a göre Marx’ın belirttiğinin aksine kapitalizmde tekelleşme çok ciddi boyutlarda olmamış, küçük işletmeler yok olmamış sadece şekil değiştirmiş, işçilerin durumunda önemli kazanımlar elde edilmiş, orta sınıflar yok olmamıştı. İşçi sınıfı yine tam olarak istenen durumda değildi ama işte sosyal demokrasi, parlamenter mücadele ile bunun yollarını sağlamak için çalışacaktı.17 Yine Marx’ın aksine siyasal üstyapıyı ekonomik altyapıdan özerkleştiren Bernstein bu anlamda radikal bir adım atmıştı. Politik mücadeleye çok önem veriyor, Kautsky’nin aksine diğer sınıflarla işbirliği yapılmasını önemsiyordu. Bu doğrultuda sosyal demokrat partiyi sadece işçilerin değil tüm ezilenlerin partisi olarak görüyor, ancak yine de işçi sınıfının önderliğinden vazgeçmiyordu.18 Bernstein’ın getirdiği bir başka yenilik de üretim odaklı ekonomi anlayışından tüketim odaklı bir anlayışa geçip “tüketimde adaleti” daha önemli bir sorun olarak görmesiydi.
Mao ve Çin Deneyimi Rusya ve Almanya’daki farklı uygulama ve düşüncelere baktıktan sonra uygulama alanında son ülke olarak Çin’e geçelim. Çin, Rusya gibi kapitalizmi yaşamamış geri bir ülke olmasına rağmen, Çin’de Rusya’dakinin aksine işçi sınıfı namına neredeyse herhangi bir belirti bile yoktu. İşçi sınıfı yerine çok büyük bir köylü kitlesine sahip olan Mao Zedong, bu kitlenin devrimci kapasitesini açığa çıkaracak stratejiler geliştirerek başarılı oldu. Marksizm’i milliyetçilikle birleştirmenin bir başka örneği olan Maoculuk aynı zamanda emperyalizme karşı verilen ulusalpopüler devrimci mücadelelerin de esin kaynağı olmuştu. Gerçekten de Mao, Marksizm’in evrensel bir tarih teorisi sunduğunu kabul ediyor ancak bunu dogma olarak değil esnek şekillerde yorumlanarak her ülkenin somut koşulları-
düşün, Güz’11 47
na uygulanmasını tavsiye ediyordu.19 İşçi sınıfının gelişmemiş olduğu az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerinde, bu anlayıştan yola çıkan özgül devrimci kitleler çeşitli gruplarla işbirliği halinde gerçekleştirdikleri “milli demokratik devrimlerle” hem emperyalist hem de feodal bağlardan kurtulmayı amaçlıyorlardı. Bu demokratik devrimin ardından gelişecek toplumsal yapılar sonucu, bu sefer işçi sınıfı önderliği altında sosyalist bir devrim aşamasına geçilecekti.20
Gramsci ve Hegemonya Marksizm’in üç farklı ülkede uygulamaya konması sırasında pratik alanla bütünleşirken yaşadığı değişiklikleri inceledikten sonra şimdi de Marksizm üzerindeki düşünsel farklılaşmaları ele almaya çalışalım. Yazımın giriş bölümünde Marx’ın hem farklı dönemleri üzerine farklı okumalar yapılabildiğini, hem de bazı eksik bıraktığı alanları doldurmaya çalışan girişimlere rastlanılabildiğini belirtmiştim. Bu farklı okuma ve geliştirme çabalarının en önemlisi kuşkusuz İtalyan siyaset adamı ve düşünür An-
Gramsci’nin d ü ş ü n c e l e r i n i n ç ı k ış noktası, sosy a l is t d ev r im i n Marx’ın belir t t iğ in i n a k s in e bat ının gelişm i ş i l e r i k a p it a l is t devletlerinde d e ğ i l d e a z g e l i ş m iş feodal bir do ğ u t o p l u m u o l a n Rusya’da ger ç e k l e ş t iğ in in nedenlerini a r a ş t ır m a k o l m u ş t u . tonio Gramsci’den gelmiştir. Gramsci’yi Hegelci Marksizm denilebilecek bir akımın temsilcisi olarak görebiliriz. Lukacs, Sartre ve Frankfurt Okulu temsilcilerini de yine bu akımın önemli düşünürleri olarak sayabiliriz. Bu akım özetle, genç Marx’ın yabancılaşma kavramı etrafında Hegel’den etkilenen düşüncelerini temel alıp, yaratıcı insan ve eylemci özneye ağırlık vermiştir. Marx’ın ilerleyen dönemlerdeki ağır kapi-
48
düşün, Güz’11
talizm çözümlemeleriyle birlikte bireyi bir nevi ikincil plana atan yaklaşımının olumsuz izlerini silmeyi amaçlamışlardır. Bu çözümlemelerdeki determinist yaklaşımla birlikte kitleler bir nevi pasif insan yığını olarak görülmeye başlanmış, ekonominin mutlak belirleyiciliğinin de etkisiyle bireyin tarihteki aktif iradesi neredeyse unutulmuştur. Sovyet uygulamalarıyla bireylerin bir yığın olarak görülmesi anlayışı iyice tescillenirken, Hegel’e ve genç Marx’a referans veren bu düşünürler aslında Marx’ın bireysel özgürlüğe verdiği önemi tekrardan hatırlatmak istemişlerdir. Antonio Gramsci’nin bir başka önemi de belki de teori ve pratik birliğinin Marksist düşünce çevresinde yansıdığı en son kişi olmasından gelmektedir. Gerçekten sosyalist mücadelelerin aldığı üst üste darbeler sonrası 1940’lardan sonra Marksizm üzerine yazıp çizen kişiler artık sadece filozoflar ve üniversite profesörleri olmaya başlamıştır. Gramsci de bu darbelere maruz kalan bir düşünür ve siyaset adamıdır. Sosyalist mücadeleye aktif olarak katılmış, İtalya’da sovyet sistemi benzeri “fabrika konseyleri” kurulmasına öncülük etmiş, daha sonra parlamentoda görev almış, ancak Mussolini yönetimi tarafından hapishanelerde ölüme terk edilmiştir. Marksizm tarihini derinden etkileyecek görüşlerini de işte bu hapishanelerde yazmış ve görüşleri daha sonra “Hapishane Defterleri” adı altında yayınlanmıştır. Gramsci’nin düşüncelerinin çıkış noktası, sosyalist devrimin Marx’ın belirttiğinin aksine batının gelişmiş ileri kapitalist devletlerinde değil de az gelişmiş feodal bir doğu toplumu olan Rusya’da gerçekleştiğinin nedenlerini araştırmak olmuştu. Bu noktadan yola çıkan Gramsci düşüncelerini Marx’ın eksik bıraktığı üstyapı üzerine yoğunlaştırmıştır. Gerçekten de Gramsci altyapı ve ekonomi ile ilgili neredeyse pek bir fikir beyan etmemişti. Onun yoğunlaştığı konular daha çok sınıfları bloklar halinde birleştiren ideolojilerin rolü, eğitimin toplumsal nite-
liği, aydınların tarihi yapısı gibi konular olmuştur.21 Gramsci’nin yukarıda sorduğu temel soruya verdiği yanıt batı toplumlarında doğu toplumlarına oranla gelişmiş ve güçlü bir sivil toplum anlayışının bulunmasıydı. Bu nedenle batıda siyasal başarı elde etmenin yolu toplumun çeşitli kademelerine yayılmış bu sivil toplumu fethetmekten geçmektedir. Doğu toplumlarında böyle bir yapı olmadığı için doğrudan devleti ele geçirmek belki daha kolay olabilirdi, ama batı toplumlarında benzer bir strateji başarısızlığa uğrayacaktır. Çünkü Gramsci’ye göre batı toplumlarında kapitalizm, ideolojisi aracılığıyla sivil toplumun çeşitli katmanlarını da “rıza” yoluyla içine alan “tarihsel bir blok” kurmayı başarmıştır. Gramsci, toplumun bu katmanlarına ait görüşlerin şekillenmesini, mekanik determinist bir anlayış doğrultusunda altyapının üstyapıyı doğrudan etkilemesi sonucu oluşan basit bir süreç olarak görmez. Aksine bu toplumsal grupların fikirleri üzerinde karşıt cepheler arasında aktif bir mücadele vardır ve ancak bu gruplar üzerinde rıza yoluyla bilinç oluşturabilen kesim “ideolojik hegemonyasını” da kurabilmiş olacaktır.22 Kapitalist düzen de sağlamlığını esas olarak medya, kiliseler, okullar gibi sosyalleşme mekanizmalarının manipülasyonu yoluyla, kendi değer ve inançlarını sivil toplumun katmanlarına kabul ettirip, kültürel bir hegemonya kurmasından almaktadır.23 Kapitalizm bunu sadece ekonomik altyapıyı değil, politik ve kültürel üstyapıyı da fethedip, toplumun tüm katmanlarına ulaşarak yapmıştır. Bunu yaparken de sadece devletin zor gücü ile değil aksine çeşitli rıza mekanizmaları ile başarmıştır.
odtuadt.com
İşte tüm bu nedenler dolayısıyla batı toplumlarında sosyalist devrim Sovyet Rusya’daki gibi ani bir “cephe savaşı” sonucu değil aksine uzun dönemli zorlu bir “mevzi savaşı” sonucu kazanılabilecektir. Bunu yapabilmek için sosyalist grupların toplum üzerinde kapitalist bloğun kurduğu gibi rıza yoluyla bir karşı hegemonya
kurması gerekecektir. Bunu yapmaya katkı sağlayacak yapı ise Lenin’deki gibi bir öncü partinin politik önderliği değil, kitlelerin gündelik yaşamı ve devrimci parti arasında bir konuma sahip olan “organik aydınlar” tarafından temsil edilen ahlaki ve entelektüel bir önderliktir. Ahmet Bekmen’in çok güzel ifadesiyle; “daha çok öğretmenlik ve avukatlık gibi mesleklerde somutlaşan ve kitleler ile organik bağları olan bu yarıaydınların kitle ile sistem veya devrimci parti arasındaki bağı kurarak, bir yandan ideolojinin kitlelerden kopuk hale gelmemesini, diğer yandan da ideolojinin kitlelere ulaştırılmasını sağlayan bir tür çift yönlü işlevi” mevcuttur.24 Gramsci’nin Marksist düşünceye getirdiği iki diğer yenilik de klasik sınıf anlayışını yeniden yorumlaması ve Hegelci önceden belirli teleolojik tarih görüşünü reddetmesidir. Ekonominin determinist etkisini kabul etmemesinin bir sonucu olarak Gramsci sınıfları da tam olarak belirli özneler olarak değil karmaşık kolektif iradeler olarak görür. Organik ideolojinin kuracağı hegemonya da işte bu karmaşık iradelerin birbirine eklemlenmesi sonucu oluşacaktır. Gramsci bu karmaşıklığı tespit etmesiyle günümüz toplum anlayışına yaklaşsa da, en nihayetinde bu karmaşıklıkları birleştirecek potansiyeli sadece bir sınıf yapısında görerek yine de ekonomik temelden tam anlamıyla kopamamıştır. Gramsci’nin tarih görüşü ise belli bir hedefe doğru giden devrimci ya da evrimci bir anlayıştan uzaktır. Ona göre tarih böyle bir sürekliliğin aksine çeşitli hegemonik ideolojilerin tarih-
düşün, Güz’11 49
sel blok kurma yolunda mücadele ettiği süreksiz bir yapıyı temsil etmektedir.25
Althusser ve Yapısalcı Marksizm Marksist ideolojiye düşünsel anlamda bir başka katkı da Fransız düşünür Louis Althusser’den gelmiştir. Ancak bu katkı diğerlerinin aksine daha soyut ve teorik düzeyde olup, pratiklikten yoksundur. Althusser yukarıda bahsettiğimiz Hegelci Marksistlerin yaptığı genç Marx okumalarını kabul etmez ve doğrudan Kapital’in temel alınması gerektiğini savunur. Ona göre Marx’ta hümanist bir yön aramak gereksizdir. Yabancılaşma gibi Hegel’den alınan kavramlar zamanla Marx’ta önemini yitirmiş olup, bu durumun genç Marx ile epistemolojik bir kopuşu simgelediğine inanır. Marx’ın olgunluk döneminde ele aldığı konulara ağırlık veren Althusser toplumu bu anlayış doğrultusunda yapılar düzeyinde inceler. Ancak toplumun Ortodoks Marksizm’deki klasik altyapı-üstyapı ayrılığından daha karmaşık olduğunu belirten Althusser, bu yapıları dört temel kategoride ele alır; ekonomik, siyasi, bilimsel ve ideolojik. Bu yapılar birbirleriyle etkileşim halinde olup, toplumsal belirlenim; altyapının üstyapıyı basitçe etkilemesi şeklinde değil, daha karmaşık bir üst-belirlenme süreci sonucunda oluşmaktadır. Ancak Althusser yine Marksist gelenekten tam anlamıyla kopamaz ve ekonomiye son kertede belirleyici ve merkezi bir rol biçer.26 Öte yandan tarihi öznesiz bir süreç olarak gören Althusser, bu yapıların insan niyet ve eylemlerinden tamamen bağımsız olduğunu savunur. Hatta, psikanaliz görüşün de etkisiyle, insanların bilinçdışı faaliyetleri sonucu bu yapıların etkisi altında kalıp, onları benimsediklerine inanır. Bu yapılar arasında ideolojiye ayrı bir önem veren Althusser, “devletin ideolojik aygıtlarıyla” toplumsal ilişkileri yeniden belirlediğini belirtir. Örneğin bir işçiyi sisteme karşı direnemeyecek bir şekilde yeniden üretmek için dev-
50
düşün, Güz’11
letin sadece çalışma alanındaki kontrol ile değil; aile, din, okul gibi çeşitli aygıtlar aracılığıyla yaydığı düşünceler ile bu işlevi yerine getirdiğini anlatır.27 Bu nedenle Althusser’e göre, ideoloji tarihin her döneminde toplumsal kaynaşmanın vazgeçilmez bir harcı olmuş olup, ondan kurtulmak mümkün değildir. Komünizmde bile ideolojinin etkisi kalkmayacak olup, benzer bir şekilde bu yanılma ve aldatma düzeni insanların bilinçaltlarında çeşitli şekillerde etkisini gösterecektir.28 Bu görüş aslında anti-hümanist bir Marksist okumanın izlerini bizlere göstermektedir.
Laclau-Mouffe ve Post-Marksizm Marksizm’e yapılan düşünsel katkılar bağlamında son olarak ele alacağım konu postMarksist yaklaşım olacak. Malumları olduğu üzere 1980’lerden sonra post-modernizmin etkisiyle bir çok düşüncenin başına “post” kelimesi konularak yenilenmiş, geliştirilmiş versiyonları ifade edilmeye çalışıldı. Marksizm de bu akımdan etkilenen düşünce sistemlerinden biri oldu. Post-Marksizm akımının en ünlü düşünürleri Arjantinli Ernesto Laclau ile Belçikalı Chantal Mouffe olarak görebiliriz. İkilinin birlikte yazmış olduğu “Hegemonya ve Sosyalist Strateji-Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru” adlı eser Marksist literatürde ciddi yankılar uyandırdı. Aslında ikili, kitaplarında yukarıda işlediğimiz birçok temel Marksist görüşü reddediyordu. Buna rağmen Marksist olarak adlandırılmalarını kullandıkları temel kavramların kökenini bu düşünceden almasına ve kapitalizmin doğurduğu tüm eşitsiz ve baskı politikalarına verilen direniş mücadelelerini önemsemelerine bağlayabiliriz. Hegemonya kavramına çok önem veren ikili aslında Marx’tan çok Gramsci’den temel alıp yola koyulmuşlar, ancak Gramsci’nin düşüncelerini de bir adım öteye taşıyıp radikalleştirmişlerdir. Kuşkusuz nasıl Gramsci 1930’larda-
ki toplumun Marx’ın eserlerini verdiği 1800’lerdeki toplumdan daha karışık olmasından yola çıktıysa, Mouffe ve Laclau’nun toplumsalın bugün ulaştığı muazzam farklılık ve karmaşıklıktan etkilenmemeleri olanaksızdı. İki düşünüre göre bütün bu farklılıklardan dolayı artık klasik Marksist anlamda bütüncül sınıf kalıplarını kullanmak mümkün değildir. Toplumu burjuva ve proleter diye iki kampa ayırıp bu kampların mücadelesi olarak artık tanımlayamayız. Hem işçi sınıfı tek bütüncül bir yapıda değil çok parçalı özellikler göstermektedir, hem de toplumda bu iki sınıflamanın dışında çok çeşitli kimliklere sahip özneler mevcuttur. Bu nedenle Gramsci’nin de Althusser’in de yapmaya çalıştığı ancak tam anlamıyla ulaşamadığı şeyi Mouffe ve Laclau yapar; ekonomik indirgemeci ve belirlemeci yaklaşımın reddi. Çünkü ancak ekonominin bu özcü yaklaşımı reddedildiği takdirde toplumsal alanda vücut bulan bu farklı kimlikler anlaşılabilecektir.
odtuadt.com
Öte yandan iki düşünüre göre sabitsizlik bütün toplumsal kimliklerin de bir koşuludur. Nasıl iki temel sınıfsal kimlikten bugünkü çeşitli kimliklere gelinmişse, bu süreç yine devam edecektir. Bu noktada Gramsci’yi takip eden ikili, bu kimliklere uygun Hegelci bir teleoloji aramanın gereksiz olduğuna inanır. Bu sabitsiz kimlikler aynı zamanda birbirleriyle etkileşim halinde olup -Althusser’den aldıkları kavramla- bir üstbelirlenim ilişkisi içindedir. Dolayısıyla hegemonik mücadele bu farklı kimliklerin çeşitli eşdeğerlik zincirleri kurarak birbirlerine eklemlenmelerini öngörür. Ancak bu eklemlenme çabası hiçbir zaman tümüyle dikişli bir bütün oluşturmayacaktır, çünkü her defasında farklı bir antagonizma mücadelesi (siyasal çatışma) bu zinciri kırıp farklı boyutlarda başka bir hegemonya kurulmasına yol açacaktır. Bu da hegemonik ilişki içine giren farklı kimliklerin özgüllüklerini kaybetmemesini sağlayacaktır. Bu nedenle Laclau ve Mouffe, Gramsci’nin aksine toplumda tek bir hegemonya mücadelesi değil birden çok hege-
monya mücadelesi olduğunu savunurlar. Ancak bu süreç ne mutlak sabit ne de mutlak sabitsiz bir durumdadır. Çünkü mutlak sabitsiz bir durumda, herhangi bir eklemleme ilişkisini mümkün kılacak bir düşünsel ortaklık sağlanamazdı. Bu nedenle eklemlemeler sonucu kurulan hegemonya kısmi bir sabitlik içermektedir. Bu temel öngörülerden yola çıkan düşünürler, sol bir alternatifin ancak toplumsal bölünmeyi yeni bir temel üzerine yerleştiren farklı bir eşdeğerlikler sisteminin kurulmasına dayalı olarak tasarlanabileceğini düşünürler. Dolayısıyla solun görevi liberal demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğulcu bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir. Çünkü artık, Foucault’nun
S o l u n g ö r ev i l i b e r a l d e m o k r a t ik id e o l o j iy i r e d d e t m e k d e ğ il , t e r s i n e o n u r a d ik a l v e ç o ğ u l c u b i r d e m o kr a s i d o ğ r u l t u s u n d a d e r in l e ş t ir m e k v e g e n iş l e t m e k o l a b il ir. deyimiyle iktidarın her yerde olduğu bir dönemdeyiz. İktidarın olduğu her yerde bir baskı ve bu baskıya karşı verilen bir direniş mevcuttur. Bu direnişlerin hiçbirinin birbiri üstünde özsel bir önceliği yoktur. Feminist mücadele de, çevresel mücadele de, etnik mücadele de aynı eşdeğerliktedir ve bunlar ancak birbirlerine eklemlendiği ölçüde bir anlam kazanacaktır. Çünkü birine verilecek ayrıcalık, diğerlerini ona tabi kılacak ve eninde sonunda bizi tekrar bütünsel bir anlayışa götürecektir. Bu da mücadelenin radikal boyutlarda da olsa çoğulcu karakterden gitgide uzaklaşıp, anti-demokratik bir boyut almasına yol açacaktır. Çünkü toplumsalın tümünü kapsamayı düşünen bir yaklaşım eninde sonunda totaliter bir kimliğe bürünecektir. Bu noktada çok hassas olan Mouffe ve Laclau, hegemonik mücadelelerin hiçbir zaman sıfır toplam oyunu şeklinde tasarlanmamasını savunur.
düşün, Güz’11 51
Post-Marksist düşünce işte ancak bu şekilde radikal ve çoğulcu sosyalist bir karaktere bürünürse demokrasiyle olan geleneksel uzlaşmazlığını da ortadan kaldırmayı başarabilecektir.
Sonuç Marksist ideolojinin tarih boyunca pratik ve teorik anlamda geçirdiği değişiklikleri inceledikten sonra en doktrinleşmiş ideolojinin bile değişime karşı direnemediğini ve kendini yenilemek zorunda kaldığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Karl Marx evrensel bir tarih anlayışı doğrultusunda bir ideoloji tasarlamıştı. Ancak bölgesel farklılıklar ve tarihsel gelişmelerin Marx’ın tasarladığından farklı gelişmesi siyasetçileri ve filozofları ideolojide değişiklikler yapmaya götürdü. Şu an için bu görüşlerden hangisi daha geçerli bunu söylemek zor, ama her bir düşünürün geliştirdiği kavramsal açıklamaların Marksist düşünceyi zenginleştirdiği açıktır. Her ne kadar artık post-Marksizm ile birlikte neredeyse Ortodoks anlayıştan tamamen uzaklaşılsa da, hemen hemen her Marksist, kapitalizm doğrultusunda oluşan iktidar ve baskı politikalarına direnç ve mücadele gösterilmesinde hemfikirdir. Bu ortak noktadan çıkıp farklı sonuçlara varsa da, her bir görüşün -demokrasi sınırları içerisinde kalmak şartıyla- toplumların gelişimine olumlu katkı sağlayacağına inanıyorum. Çünkü farklılıklar, düşünmeyi sorgulamayı sağlar; tek bir görüşün sabitleştirici durağanlığını önler. Siyasal çatışmalardan, demokrasi zemininde kaldığı sürece korkmamak; aksine bunları zenginlik olarak değerlendirmek gerekir. Kaldı ki Karl Marx’ın tasarladığı tarihsel yolu onaylasak da onaylamasak da, daha adil, daha eşitlikçi ve daha özgürlükçü bir dünyayı her düşünceden insanın paylaşması gereken ortak bir değer olarak görebiliriz. Bu nedenle Marksist ideolojinin, bu ortak değerleri ve demokratik hoşgörüyü paylaşan rekabetçi ideolojilerin yarıştığı bir sistem içerisindeki ideolojilerden biri olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunuyorum.
52
düşün, Güz’11
KAYNAKÇA 1. Bekmen, A. (2010). Marksizm: Praksis’in Teorisi. H. B. Örs, (Ed.), 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler (4.Baskı). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.176-178. 2. a.g.e. , s.195. 3. a.g.e. , s.185. 4. Kışlalı, A. T. (2003). Siyasal Sistemler-Siyasal Çatışma ve Uzlaşma (6.Baskı). Ankara:İmge Kitabevi Yayınları, s.104-106. 5. Bekmen, a.g.e. , s. 186-187. 6. Kışlalı, a.g.e. , s.105. 7. Chodos, H. (2011). Marksizm ve Sosyalizm. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.252. 8. Bekmen, a.g.e. , s.190. 9. Anderson, P. (2008). Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler (3. Baskı). İstanbul:Birikim Yayınları, s.34. 10. Laclau, E. ve Mouffe, C. (2008). Hegemonya ve Sosyalist Strateji-Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru. İstanbul:İletişim Yayınları, s.95. 11. Kışlalı, a.g.e. , s.107. 12. Shandro, A. (2011). Lenin ve Marksizm-Sınıf Mücadelesi, Politikanın Teorisi ve Teorinin Politikası. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.52. 13. Bekmen, a.g.e. , s.214. 14. Sandle, M. (2011). Sovyet ve Doğu Bloku Marksizmi. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.103-104. 15. Thatcher, I. D. (2011). Sol Komunizm-Rosa Luxemburg ve Lev Trotskiy: Bir Karşılaştırma. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.68. 16. Townshend, J. (2001) Sağ Marksizm. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.88-89. 17. Kışlalı, a.g.e., s.114-115. 18. Laclau ve Mouffe, a.g.e. , s.71-72. 19. Knight, N. (2011). Marksizmi Asya’nın Koşullarına UygulamakMao Zedong, Ho Şi Minh ve Marksizmin Evrenselliği. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.214. 20. Bekmen, a.g.e. , s.240. 21. Anderson, a.g.e. , s.122. 22. Little, D. (2011). Marksizm ve Yöntem. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.327. 23. Femia, J. (2011). Batı Marksizmi. D. Glaser ve D. M. Walker, (Ed.), 20. Yüzyılda Marksizm. İstanbul: Versus Kitap, s.153. 24. Bekmen, a.g.e. , s.233. 25. Laclau ve Mouffe, a.g.e. , s.123-124. 26. Little, a.g.e. , s.325. 27. Bekmen, a.g.e. , s.234. 28. Anderson, a.g.e., s.107.
FIRAT-DİCLE HAVZASINDA SINIRAŞAN SU POLİTİKASI *
* Doç. Dr. Ayşegül KİBAROĞLU | Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
odtuadt.com
Fırat-Dicle havzasında sınıraşan su kaynaklarının kullanımı ve yönetimine ilişkin uyuşmazlıklar, bu nehirler sisteminin başlıca üç kıyıdaş devleti: Türkiye, Suriye ve Irak arasında 1960’lı yıllarda başlamıştır. Öte yandan sınıraşan suların, çeşitli siyasi sorunlarla yüklü bölgesel ve ikili siyasi ilişkilerin gündeminin bir diğer çetrefil alanını oluşturması 1980’li yıllar ve 1990’lı yılların ilk yarısında gözlemlenmektedir. Üç ülkenin 1960’lı yıllardan bu yana bölge su kaynakları üzerindeki talepleri giderek artmıştır. Türkiye ve Suriye’nin planlı ekonomik hedefleri içinde, su ve toprak kaynaklarına dayalı tarımsal ve tarımın desteklediği sanayi kalkınmaya verdikleri öncelik; kırsal alanda ve özellikle kentlerde artan nüfuslarına enerji ve içme suyu sağlama hedefleri, iki ülkenin en büyük nehirlerini oluştu-
ran Fırat üzerindeki baskıyı giderek artırmıştır. Öte yandan, aşağı Mezopotamya topraklarında yüzlerce hatta binlerce yıldır sürmekte olan su kullanımlarının mirasçısı ülke olarak Irak, yukarı-kıyılarda (memba) Türkiye ve Suriye’nin artan ihtiyaçlarından dolayı gündeme aldıkları su geliştirme projeleriyle oluşacak nehirlerin akışlarındaki nitelik (kalite) ve niceliksel (miktar) değişime, bu projelerin uygulanmaya başlandığı ilk yıllarından bu yana karşı çıkmıştır. Üç kıyıdaş ülkenin rekabet halindeki tek taraflı su kaynakları geliştirme politikaları zaman zaman politik ve diplomatik uyuşmazlıklara ve krizlere neden olmasına karşın resmi düzeyde müzakereler süreci de 1960’lı yıllardan bu yana tarafları düzensiz aralıklarla bir araya ge-
düşün, Güz’11 53
tirmiştir.1 Su kaynaklı politik ve diplomatik krizler doğrudan sıcak çatışmaya yol açmamış, ancak diplomat ve teknokratların yer aldığı su konulu müzakereler de eşgüdümlü politikalar üretilebilmesini sağlayamamıştır.2 Öte yandan resmi düzeyde sürdürülmeye çalışılan su konulu ilişkiler, üç ülke arasında Soğuk Savaş döne-
muş Türkiye’nin başlıca işbirliği önerisi olarak Üç Aşamalı Plan; havzada su kullanımı ve yönetimine ilişkin yaşanmış başlıca krizler; sınıraşan su kaynaklarının paylaşımını içeren anlaşmalar ve sınıraşan su politikalarındaki son gelişmeler ve işbirliği olanakları ele alınmaktadır.
Fırat-Dicle Havzası Büyük ölçek l i s u k a y n a k l a r ı geliştirme p r o j e l e r i, k ıy ı d a ş ülkelerin su p o l i t ik a l a r ın ın eşgüdümsüz d o ğ a s ı v e e t k in olmayan tal e p y ö n e t im i, Fırat-Dicle ha v z a s ın d a k i s u sorununun t e m e l s e b e p l e r i olmaya deva m e t m e k t e d ir. mi ve takip eden dönemde yaşanan bölgesel ve ikili sorunlardan etkilenmiş ve bu sorunlarla ilişkilendirilmiştir. Diğer ikili ve bölgesel sorunlar ve krizler yanında, su sorunu nihai bir çözüme kavuşturulamamasına karşın havza içinde hatta daha geniş Orta Doğu coğrafyalarını içerecek işbirliği önerileri için esin kaynağı olmuştur.3 Ancak ne resmi düzeyde sürdürülen müzakereler ne de yukarı-kıyı ülkesi Türkiye’nin öncülüğünde şekillenen işbirliği önerileri havzadaki su uyuşmazlığının çözümünü sağlayabilmiştir. Bununla birlikte, 1990’lı yılların sonunda Türkiye-Suriye ilişkilerinin Adana Güvenlik Protokolü’nden (1998) sonra geçirdiği iyileşme süreci ve 2007 yılından bu yana yine TürkiyeSuriye ve Türkiye-Irak yüksek düzeyde işbirliği girişimlerinin sınıraşan su ilişkilerinde işbirliğine yönelik değişimlere neden olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu makalede, Fırat-Dicle havzasının coğrafi ve hidrolojik özellikleri kısaca tanıtıldıktan sonra su sorununun ortaya çıkışı; 1960’lı yıllarda başlayan müzakereler süreci; Ortak Teknik Komite toplantıları ve bu toplantıda sunul-
54
düşün, Güz’11
Basra Körfezi’ne dökülmeden önce Şatt-ül Arap’ta birleşen ve Irak’ın 1980’li yıllarda inşa ettiği Tartar Kanalı ile birleştirdiği Fırat ve Dicle nehir sistemi tek bir havza oluşturur. Her iki nehir de Doğu Anadolu’nun yüksekliklerinden kaynaklanır ve Suriye ile sınır yaparak (Dicle) ya da Suriye toprakları boyunca (Fırat) ve Irak topraklarında (Fırat ve Dicle) akarak Basra Körfezi’nde denize dökülürler. Fırat’ın suyunun büyük bir bölümü (%90) ve Dicle’nin suyunun da önemli bir miktarı (%40) Türkiye’nin sınırları içinde doğar. Fırat’ın ortalama yıllık su hacmi ortalama 32 milyar metre küptür (m3). Fırat’ın suyunun yaklaşık %90’ı Türkiye’den kaynaklanırken kalan %10’luk kısmı ise Suriye’den doğar. Irak’ın Fırat su hacmine bir katkısı yoktur. Dicle’nin ve kollarının yıllık ortalama hacmi ise ortalama 50 milyar m3’tür. Türkiye’deki kaynaklar yıllık toplam akışın ortalama %40’ını sağlarken, bu hacme Irak’tan %51, İran’dan ise %9 oranlarında ana nehir ve kolları katılmaktadır. Dicle’ye Suriye kaynaklı bir katkı yoktur. Fırat-Dicle nehir sistemi tarafından taşınan su miktarının her üç ülkenin çeşitli ihtiyaçları için yeterli olduğu söylenebilir. Ne var ki, nehirlerin fiziksel özellikleri ve ilgili ülkelerin başlattığı kapsamlı geliştirme projeleri, nehir sisteminin arzı üzerinde artan baskılar yaratmıştır.4
Türkiye, Suriye ve Irak Arasında Su Sorununun Ortaya Çıkışı Üç kıyıdaş ülke arasındaki sınıraşan su ilişkileri, 1920-1960 arasındaki dönem süresince uyumlu olarak nitelendirilebilir. Bu dönemde
henüz ülkelerden hiçbiri, Fırat-Dicle nehir havzasının sularının aşırı tüketilmesine yol açacak bir kullanıma neden olabilecek büyük projelere başlamamışlardı. Dolayısıyla bu süreçte, havzadaki suyun daha iyi yönetilmesi ve kullanılması için ortak bir anlayışın geliştirilmesine ihtiyaç duyulmamıştı. Kıyıdaş ülkelerin su kaynakları üzerinde çok da etkin ve eşgüdümlü olmayan gelişim ve yönetim uygulamaları bile, suyun niteliği ve niceliği üzerinde büyük ve olumsuz etkiler yaratmamıştı. Ülkelerin nüfusları kontrol edilebilir düzeylerdeydi, nehirlerin akışı ise yalnızca aylık ve yıllık doğal değişimlere bağlıydı. İki aşağı-kıyı ülkesinin (Suriye ve Irak) en önemli sorunu, sık aralılıklarla yüz yüze geldikleri sellerin yıkıcı etkisiydi. Su sorununun bölgesel gündeme yerleşmesi, üç ülkenin su kaynakları geliştirme projelerini hayata geçirmesiyle başlamıştır. 1960’tan sonra Türkiye ve Suriye, Fırat ve Dicle sisteminin sularının enerji ve sulama amaçlarıyla kullanımını mümkün kılacak su kaynakları geliştirme planlarını açıkladılar. Aynı zamanda, Irak sulanan alanlarının genişletilmesi için yeni planlar hazırlamıştı. Büyük ölçekli su kaynakları geliştirme projeleri, kıyıdaş ülkelerin su politikalarının eşgüdümsüz doğası ve etkin olmayan talep yönetimi, Fırat-Dicle havzasındaki su sorununun temel sebepleri olmaya devam etmektedir. Özellikle, son 40 yılın su ilişkilerinin doğası önemli ölçüde büyük gelişim projelerinin inşasıyla biçimlenmiştir. Bu projeler Türkiye’deki Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ve Suriye’deki Fırat Vadisi Projesi’dir. Bununla birlikte bu projelere başlamadan önce ve bazı tesislerin yaşama geçirilmesinin ardından bir seri müzakereler yapılmış, bunların sonucunda protokoller (devletlerarası bağlayıcı anlaşmalar) imzalanmıştır.
Müzakereler Süreci
odtuadt.com
Türkiye’nin Fırat üzerinde Keban Barajı’nı inşası kararıyla üç ülkenin suyla ilgili ilişkilerin-
de yeni bir dönem başlamıştır. Aşağı-kıyı ülkeleri, özellikle de Irak, barajın doldurulması esnasında Türkiye’nin belli miktarda (350m³/saniye) suyun akışını garanti etmesi konusunda ısrar etmiştir. Böylece ilk toplantı 22-27 Haziran 1964’te Türk ve Iraklı uzmanların katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Türk delegasyonu, Keban
Keban Barajı Barajı tamamen doldurulmadan önce bırakılacak su miktarıyla ilgili nihai bir formüle varmanın olanaksız olduğunu ileri sürmüştür. Türk delegasyonuna göre bu formül, barajın doldurulması esnasında ortaya çıkacak doğal koşullara ve ilgili ülkelerin ihtiyaçlarının kesin olarak değerlendirilmesine bağlı olarak belirlenecekti.5 Ne var ki, Keban Barajı’nın dış kaynaklı finansman sağlayıcısı olan Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ile imzalanan bir anlaşma sonucunda, Türkiye nehrin doğal akışının bu akışı karşılamaya yeterli olduğundan yola çıkarak 350 m³/saniye suyun barajdan aşağı çığıra salıverilmesini sağlamak için gerekli tüm önlemleri almayı kabul etmiştir. Bu durum aynı yıl Suriye ve Irak taraflarına da teyit edilmiştir. Ayrıca bu toplantı sırasında Türkiye her bir nehri inceleyecek ve yıllık ortalama debilerini belirleyecek bir Ortak Teknik Komite (OTK) oluşturulmasını teklif etmiştir. OTK, toprak etütleri yaparak üç ülkenin sulama ihtiyaçlarını tespit edecek ve su hakları konusunda nihai bir anlaşmaya varabilmek için temel ilke ve uygulamaları belirlemek amacıyla, ülkelerin var
düşün, Güz’11 55
olan ve gelecekteki projeleri için ihtiyaçlarını belirleme ile yetkili olacaktı. İkinci bir toplantı, 1964’te Ankara’da Suriye ile düzenlenmiştir. Toplantıda iki delegasyon, Keban ve Tabka baraj projelerinde gelinen noktayla ilgili fikir alışverişinde bulunmuştur. Suriye delegasyonu, Fırat Vadisi Projesi kapsamındaki sulama hedeflerini açıklamıştır. İki ülke tarafından, Türkiye, Suriye ve Irak arasında ortak üç taraflı toplantılar düzenlemenin önemi vurgulanmıştır. Bu ikili görüşmelerden sonra, Türk delegasyonunun önerileri doğrultusunda ilk üç taraflı görüşme Bağdat’ta 1965 yılında yapılmıştır. Bu toplantıda üç delegasyon Habbaniye, Tabka ve Keban barajlarıyla ilgili teknik veri alışverişinde bulunmuştur. Delegasyonlar daha sonra OTK’nin kurulmasıyla ilgili konuları tartışmıştır. Irak delegasyonu, diğer konuların yanı sıra nihai bir “su paylaşım anlaşmasının” denetiminden ve uygulanmasından da sorumlu olacak, kalıcı bir OTK kurulmasını içeren bir öneri sunmuştur. Türk delegasyonu Irak’ın önerisini reddederek, OTK’nin yalnızca nehir havzasında
OTK’nin esas m i s y o n u ; ü ç ü l ke n in her iki nehirde n n e k a d a r s u y a ihtiyaç duydu ğ u n u n b e l i r l e n m e s i amacıyla kulla n ıl a c a k y ö n t e m l e r in ve izlenecek y o l u n b e l i r l e n m e s i şeklinde tanım l a n m ış t ır. halihazırda uygulanan veya gelecekte uygulanacak projelerin eşgüdümünü sağlamakla yetkilendirilebileceğini ifade etmiştir. Öte yandan Türkiye’nin görüşüyle de örtüşür biçimde, Suriye tarafı, Fırat’ın su sağladığı tarımsal alanlardaki olası su yetersizliğinin giderilmesi amacıyla Dicle suyunun bir kısmının Fırat’a yönlendirilmesi konusunun da OTK’nin işlevleri arasına eklenmesini önermiştir. Irak bu öneriye şiddetle karşı çıkarak, sadece Fırat’ın suyu üzerinden müzakerelere devam edilmesi konusunda ısrar etmiştir.
56
düşün, Güz’11
1970’li yıllar boyunca, üç ülkenin delegasyonları birçok kez bir araya gelerek Keban, Tabka ve Habbaniye barajları ile ilgili olarak teknik bilgi alışverişinde bulunmuşlardır. Yapılan çok sayıdaki teknik toplantının sonucunda bir anlaşmaya varılamamış; Türkiye ve Suriye de iki barajın (Tabka ve Keban) dolum programlarını belirlerken tek taraflı politikalar izlemişlerdir.
Ortak Teknik Komite Toplantıları 1980’li yıllara gelindiğinde Fırat ve Dicle üzerindeki su talebi artmış ve üç kıyıdaşın taleplerini uyumlaştırmak karmaşık bir meseleye dönüşmüştür. Gelinen bu şartlarda üç ülke kendi aralarında bir diyalog inşa etmenin yollarını aramak zorunda kalmıştır. Böylece, bu kez de Irak daimi bir OTK kurulması için öncülük etmiştir. 1980’de Türkiye ve Irak arasında yapılan Karma Ekonomik Komisyon toplantısı çerçevesinde, ülkeler arasındaki su sorununu tartışmak ve sonuca bağlamak amacıyla yeni bir daimi OTK kurulmuştur. Suriye OTK’ye 1983 yılında dahil olmuş, böylelikle 1993 yılına kadar 13 OTK toplantısı gerçekleşmiştir. OTK’nin esas misyonu; üç ülkenin her iki nehirden ne kadar suya ihtiyaç duyduğunun belirlenmesi amacıyla kullanılacak yöntemlerin ve izlenecek yolun belirlenmesi şeklinde tanımlanmıştır. OTK’nin gündemindeki ana temalar; Fırat ve Dicle havzasındaki hidrolojik ve meteorolojik veri ve bilgilerin değişimi, her üç ülkedeki barajların ve sulama sistemlerinin inşasında yapılan ilerlemelerle ilgili bilgilerin paylaşılması ve Karakaya ile Atatürk barajlarının doldurulmasıyla ilgili ilk planların tartışılmasıydı.
Ne var ki, on altı toplantının sonucunda OTK hedeflerine ulaşamamış ve görüşmeler tıkanarak bir sonraki toplantının çerçevesi bile çizilemez hale gelmiştir. Bununla beraber, OTK’nin hidropolitik ilişkilerdeki rolü küçümsenmemelidir. Toplantılar düzensiz olarak gerçekleştiği ve suyun tahsisi ile ilgili somut ilerleme sağlanamamış olduğu halde, OTK yararlı bir iletişim ka-
Üç Aşamalı Plan
odtuadt.com
1984 yılında gerçekleştirilen bir OTK toplantısında Türkiye tarafından önerilen Üç Aşamalı Plan, ihtiyaç temelli bir yaklaşımla oluşturulmuştur. Plan başta tarım olmak üzere, bölgede su kullanımı için rekabet halindeki sektörlerin su ihtiyaçlarını saptamak amacıyla bölgenin toprak ve su kaynaklarının döküm (envanter) çalışmalarının yapılmasını kapsar. Plan’ın ilk Öte yandan, Tü r k i y e is e i k i ü l ke aşamasında Fırat ve Dicle havzasındaki su kayarasında sınır y a p a n n e h ir l e r i naklarının dökümleri yapılacak; ikinci aşamada uluslararası neh ir l e r o l a r a k benzer bir çalışma toprak kaynaklarının nicenitelendirmekt e ; F ır a t v e D ic l e ’ y i lik ve niteliği üzerinde yürütülecek ve son aşaTürkiye Suriye v e I r a k ’ ın e g e m e n l ik mada da bu veriler ışığında üç ülkenin ihtiyaçlaalanlarından g e ç e n t e k b ir rı hesaplanarak tahsis gerçekleşebilecektir. Bu bilimsel çalışmaların üç ülkenin uzmanlarının sınıraşan nehir s i s t e m i o l a r a k değerlendirmek t e v e b u s u l a r ı n a d il katıldığı ortak bir heyet tarafından yürütülmesi öngörülmüştü. Planın yaratıcıları olan Türk mükullanım esasın a d a y a l ı t a hs is i n i hendisler, ihtiyaçların niceliğinin saptanmasıysavunmaktaydı . la, su sorununun daha çözülebilir bir hal alacağını öngörmekteydiler. Ancak bu işbirliği planı nalı olarak işlev görmüştür. Görüşmelerde tıkaSuriye ve Irak heyetleri tarafından dikkate alınnıklığa yol açan ana konular müzakerelerin hem madı ve paylaşım anlaşması üzerindeki ısrarcı nihai hedefi hem de esas konusu üzerinde uztutumları devam etti. laşmaya varılamamasından kaynaklanmıştır. Fırat ve Dicle tek bir havza olarak kabul edilmeli Fırat-Dicle Havzasında Krizler miydi, yoksa müzakereler yalnızca Fırat üzerinde mi sürmeliydi? Başka bir deyişle, OTK’nin niHavzada yaşanan ilk kriz, 1975 yılında Keban hai hedefi “uluslararası nehirlerin paylaşılması” ve Tabka barajlarının doldurulmasının kurak bir konusunda bir öneri formüle etmek miydi, yokdöneme rastlaması nedeniyle Irak’a Fırat’tan sa “sınıraşan sularla ilgili adil kullanım esasına dayalı tahsisi” belirlemek miydi? Irak ve Suriye, olan akışta geçici bir dönem ciddi azalmaların Fırat’ı uluslararası bir nehir olarak ele almak- olmasıyla Suriye ve Irak arasında gerçekleşmiştaydı. Her iki ülke de Fırat üzerinde her ülkenin tir. Irak, Fırat’ın akışındaki azalmayı protesto kendi su ihtiyacını belirtmesi temeline dayalı bir ederek askeri güçlerini Suriye-Irak sınırına yolbiçimde paylaşılmasını sağlayacak acil bir pay- lamıştır. Suudi Arabistan’ın arabuluculuğu ve laşım anlaşması yapılması konusunda ısrar et- takip eden dönemde Suriye’nin Fırat’tan Irak’a mekteydi. Öte yandan, Türkiye ise iki ülke ara- daha fazla su bırakmasıyla aşılan bu kriz, esasında sınır yapan nehirleri uluslararası nehirler sında bir su paylaşım krizi olmaktan çok siyasi (sular) olarak nitelendirmekte; Fırat ve Dicle’yi rekabet halindeki Suriye ve Irak Baas rejimleriTürkiye, Suriye ve Irak’ın egemenlik alanların- nin arasında yaşanan siyasi bunalımın sonuçladan geçen tek bir sınıraşan nehir sistemi olarak rından biriydi. değerlendirmekte ve bu suların adil kullanım Öte yandan OTK toplantıları, üç ülkenin esasına dayalı tahsisini savunmaktaydı. Fırat-Dicle nehir sistemine ilişkin kullanım esas-
düşün, Güz’11 57
ları ve geliştirme projelerinin uyumlaştırılması konularında hedeflenen amaçlarına ulaşamamıştır. Bu nedenle, 1980’ler ve 90’larda bir dizi kriz yaşanmıştır. Taraflar arasında Fırat-Dicle havzası nedeniyle yaşanan ciddi krizlerden biri, Türkiye’nin Atatürk Barajı’nın doldurması esnasında gerçekleşmiştir. 13 Ocak 1990’da, Türkiye Atatürk Baraj Gölü’nü doldurmak amacıyla Fırat Nehri’nin akışını geçici olarak durdurmuştur. Baraj gölünün doldurulması amacıyla nehrin akışını bir ay süresince durdurulması kararı çok daha önce alınmıştır. Türkiye, Kasım 1989’da, aşağı kıyıdaki komşularını planlanan dolum işlemiyle ilgili olarak bilgilendirmiştir. İlettiği bilgi notunda Türkiye, durumun teknik gerekçelerini açıklayarak, kaybın telafisi için hazırlanmış ayrıntılı bir programa da yer vermiştir. Ne
talebinin en yüksek olduğu (peak) ve aşağı çığıra kıyıya maksimum düzeye ulaştığı saatlerde, Fırat’ın su akışının düzenlenmesi amacıyla inşa ettiğini ve bu barajın (after-bay dam) aşağı kıyıya olan akışları azaltmayacağı veya değiştirmeyeceğini vurgulamıştır. Suriye ve Irak, Aralık 1995’te ve Ocak 1996’da Türk hükümetine resmi olarak nota göndermiş, Birecik Barajı’nın Suriye ve Irak’a giden suyun niteliğini ve niceliğini olumsuz etkileyeceği iddiasıyla barajın yapımına karşı çıkmıştır.
Fırat-Dicle Havzasında Mevcut Su Kullanım Anlaşmaları Türkiye-Suriye Arasındaki 1987 Protokolü 17 Temmuz 1987 tarihli Türkiye-Suriye Karma Ekonomik Komisyonu toplantısı, su sorunu üzerindeki müzakereler açısından önemli bir sonuç doğurmuştur. Protokol geçici bir anlaşma olarak kaydedilmiştir ve su sorunuyla ilgili hükümler içermektedir. Protokolün 6. maddesi şu şekildedir: “Atatürk Baraj Gölü’nün doldurulması esnasında ve üç ülke arasında nihai paylaşım anlaşması gerçekleşene dek Türk tarafı yıllık ortalama 500 m³/saniye suyun Türkiye-Suriye sınırından geçmesini ve bir aylık akışın 500 m³/ saniye’nin altında kalması halinde ise Türk tarafı farkı bir sonraki ay telafi etmeyi kabul eder.” Suriye ve Irak Arasında 1990 Protokolü
var ki Suriye ve Irak hükümetleri Türkiye’ye notalar göndererek Fırat’ın sularının aritmetiksel esasa göre (2/3’ü Suriye ve Irak’a geri kalan 1/3’ü Türkiye’ye kalacak biçimde) paylaşılması için derhal bir anlaşma yapılması ve barajın doldurulma süresinin azaltılması yönünde çağrıda bulunmuşlardır. Bir başka kriz de, 1996’da Türkiye’nin Fırat Nehri üzerine Birecik Barajı’nı inşa etmesiyle ortaya çıkmıştır. Türkiye Birecik Barajı’nı, Atatürk Barajı’nın hidroelektrik enerji üretiminde enerji
58
düşün, Güz’11
Suriye ve Irak, Atatürk Baraj Gölü’nün doldurulması nedeniyle nehrin akışının geçici bir süre durdurulmasının, GAP kapsamında gerçekleştirilecek projelerin neden olacağı pek çok su kesintisinin başlangıcı olarak değerlendirmiştir. Bu nedenle, 16 Nisan 1990’da Bağdat’ta gerçekleştirilen 13. Ortak Teknik Komite toplantısında, Suriye ve Irak arasındaki ikili bir mutabakat çerçevesinde, Türkiye’den gelen Fırat suyunun %58’inin Irak’ın kullanımı için bırakılması kararlaştırılmıştır.
Protokol her ik i ü l ke d e n personelin eğit il m e s i v e b a z ı o d a k l ı eğitim program l a r ı iç i n S u r iy e ’d e n Türkiye’ye uzm a n l a r ın g e l m e s i yoluyla iki ülke a r a s ı n d a k i ilişkilerin geliş t ir il m e s in i amaç lamaktad ı r. Büyük ölçüde de dönemin ikili siyasi ilişkilerindeki gerginliklerin sonucunda imzalanmış olan bu ikili protokoller, Fırat-Dicle havzasında su kaynaklarının verimli ve adil kullanımı ve yönetimiyle ilgili hiçbir somut ilerleme için yapıcı bir araç olamamıştır. Aksine protokoller hiçbir tarafı memnun etmemiş, ülkeler karşılıklı su hakkı iddialarını sürdürmüşlerdir. Takip eden dönemde Suriye 500 m³/saniye üzerinde (700-750 m³/saniye) taleplerini sürdürmüş, Türkiye ise zaman zaman şiddetli kuraklıkların havzayı etkisi altına aldığı dönemlerde 500 m³/saniye suyu sağlamakta zorlanmıştır. Suriye Fırat’ın %42‘sini artan içme ve sulama suyu ihtiyacı için yetersiz bulmuş, Irak ise Suriye’den gelen %58 oranındaki suyun kalite açısından çok yetersiz (kirli) olduğunu iddia etmiştir. Nitekim her iki protokol de mevsimsel ve yıllık yağış ve debi değişimlerini dikkate alan hükümler içermez. Su kalitesi (kirliliği önleme ve çevre koruma) konusu da protokollerde tamamen göz ardı edilmiştir.
lüğünde Suriye ile gelişen ilişkileri destekleyecek biçimde, Suriye Arazi Islah Kurumu (GOLD) ve Suriye Sulama Bakanlığı’nın daveti üzerine ülkeye bir delegasyon gönderilmesiyle olumlu adımlar atılmıştır. Bu ziyaretin ardından, Suriye Sulama Bakanlığı’nın öncülüğüyle Suriye delegasyonu Türkiye’ye iade-i ziyarette bulunmuştur. Bu ikili görüşmelerin sonucunda, 23 Ağustos 2001’de GOLD ve GAP yönetimleri arasında bir Ortak Bildiri (mutabakat) imzalanmıştır. Mutabakat iki tarafın eğitim, karşılıklı uzman değişimi, teknoloji alışverişi ve ortak projelerin yürütülmesi gibi alanlarda işbirliği yapmasını öngörmektedir. Protokol her iki ülkeden personelin eğitilmesi ve bazı odaklı eğitim programları için Suriye’den Türkiye’ye uzmanların gelmesi yoluyla iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini amaçlamaktadır. Bu tür eğitimler kurumsallaştığı takdirde, kurslar Suriye’de ya da Türkiye’de diğer Arapça konuşulan ülkeler için de uygulanabilir hale gelecektir. Aslında, bu konuda bazı adımlar atılmış, uygulamanın prensiplerini tartışmak üzere Suriye’den bir teknik ekip bölgeye davet edilmiştir. GAP ve GOLD arasındaki bu protokol, her iki ülkede birden uygulanabilecek ikiz koruma alanının çalışılması, planlanması ve uygulanmasına dayalı İkiz Kalkınma Projesi konusunda bazı hazırlıkları da içermektedir. Ayrıca, Haziran 2002’de bir uygu-
Fırat-Dicle Havzasındaki Son Gelişmeler ve İşbirliği Olanakları GAP-GOLD Protokolü
odtuadt.com
1998 yılında Türkiye ve Suriye arasında Adana Güvenlik Protokolü’nün imzalanması, ikili ilişkilerin ekonomik, sosyal, kültürel, ticari, bilimsel ve teknik işbirliği gibi alanlarda geliştirilebilmesine olanak vermiştir. Bu bağlamda, 2001 yılında, GAP Bölge Kalkınma İdaresi öncü-
düşün, Güz’11 59
lama belgesi imzalanarak, Ortak Bildiri’de ortaya konan işbirliğinin uygulanmasının ilkeleri belirlenmiştir. Bu belge ülkeler arasında yürütülecek olan projeleri, eğitim programlarını ve diğer faaliyetleri tanımlamaktadır. 6 Anlaşma, iki ülke arasında her iki tarafın da yararına olabilecek çözümler üretebilmek için ortak bir diyalog tesis edilmesi amacıyla kaleme alınmıştır. Bu yeni anlaşmalarla kurulan iletişim ağı, taraflara su kaynaklarının yönetimini genel sosyo-ekonomik kalkınma çerçevesinde değerlendirme ve böylelikle yeni gündemler ortaya koyarak suya dayalı işbirliği için yeni bir potansiyel çerçeve çizmeye önayak olma özelliğine sahiptir. Bu protokolün ve daha sonra imzalanan uygulama dokümanının amacı, sosyoekonomik kalkınmayı genel bir çerçevede değerlendirerek bölgenin toprak ve su kaynaklarından sürdürülebilir biçimde yararlanılmasını sağlamak, ayrıca da Türkiye ve Suriye’nin az gelişmiş bölgelerinin geliştirilmesini ve bütüncül bir kalkınma anlayışı ile ele alınmasını sağlamaktır. Türkiye ve Suriye arasında son zamanlardaki bu umut verici gelişmelerin ışığında, bir zamanlar bölgesel politikada yalnızca gerilime yol açmış olan GAP, şimdi kalkınmayla ilişkili alanlarda gelişen işbirliğinin kaynağı olma yolundadır. Fırat-Dicle için İşbirliği Girişimi (ETIC) ETIC, Fırat-Dicle havzası kıyıdaş ülkelerinden akademisyenlerin işbirliği girişimi olarak Mayıs 2005’te yapılan kuruluş toplantısı ile faaliyetlerine başlamıştır.7 2004 yılından bu yana, bölgede akademik toplantılar çerçevesinde bir araya gelen su kaynakları yönetiminin çeşitli alanlarında çalışan bilim insanları ve uzmanlar disiplinlerarası bir grup oluşturmuşlardır. Önceleri, Fırat-Dicle havzasında mevcut durumu ve kıyıdaş ülkelerin ihtiyaçlarını, önceliklerini ve beklentilerini içeren su politikalarını ele alan çalıştaylar çerçevesinde biraraya gelen grup, tıpkı Peter Haas’ın tanımladığı “bilgi toplulukları” (epistemic communities)8 gibi ortak sorunla-
60
düşün, Güz’11
rı (azgelişmişlik ve yoksulluk; su ve toprak kaynakları üzerinde artan baskı ve doğal kaynaklarda yaşanan kıtlık ve bozulma) tanımlamada ve bu sorunların çözümü yolunda ortak yaklaşımlar üretme yolunda kısa sürede ilerleme sağlamıştır. Nitekim, 2005 yılındaki kuruluş toplantısında grup misyon ve vizyonunu belirlemeyi başarmış, Fırat-Dicle havzasında mevcut koşulların, ihtiyaçların ve fırsatların ışığında kalkınma ve işbirliği için gerekli ortamı yaratabilmek için bir arada hareket edeceklerini vurgulamışlardır. ETIC, Fırat-Dicle havzasında sosyal, ekonomik ve teknik sürdürülebilir kalkınmaya ulaşabil-
E n ü s t s i y a s i d ü z ey d e k i t e m a s l arın a r t m a s ı v e s iy a s i l id e r l erin ö n c ü l ü ğ ü n ü y a p t ığ ı iş b ir liği o r t a m ın ı n y a r a t ıl m a s ın d a k ü r e sel, b ö l g e s e l , ik i l i p o l it ik a l a r ın v e iç p o l it ik a o r t a m ın ın e t k il e r i v a r dır. me yolunda ülkelerarası işbirliğini teşvik etmeyi ve bu işbirliği için kolaylaştırıcı olmayı hedeflemektedir. ETIC, kalkınma odaklı, çok-sektörlü çalışmalarıyla bütüncül bir yaklaşıma sahiptir. Yalnızca su paylaşımına yönelik tartışmaların sonuçsuz kaldığı; bütünleştirici olmaktan çok ayrışmalara yol açtığı görüşünü paylaşan ETIC kurucu üyeleri, kapsamlı ve havzadaki tüm paydaşların faydalarıyla sonuçlanabilecek yeni bir işbirliği gündemi belirlemeyi hedefler. Bununla birlikte, ETIC su paylaşımı ile ilgili bir formülü veya herhangi bir işbirliği modelini dayatmaz; taraflar arasında diyaloga olanak sağlayabilecek ortamı yaratmaya çalışır. ETIC, “su ve toprak kaynakları”, “su kaynakları yönetimi” ve “sosyo-ekonomik kalkınma” olarak tanımladığı program alanları çerçevesinde çeşitli faaliyetlerini, tarafsızlık ve kolaylaştırıcılık ilkeleriyle sürdürmektedir. Havzada kıyıdaş ülkelerde ve bölgesel düzeyde sosyo-ekonomik kalkınmayı ger-
çekleştirebilmek amacına yönelik diyalog ortamlarını yaratabilmeyi hedefleyen ETIC, hükümetler arası resmi diyaloglardan uzak ya da kopuk değil, onları teşvik edici ve destekleyici faaliyetlerde bulunmaktadır. Üst Düzey Siyasi İşbirliği ve Sınıraşan Su İşbirliğinde Yeni İşbirliği Mekanizmaları Türkiye son yıllarda güney komşuları Suriye ve Irak’la olan ilişkilerinde işbirliğine dayalı dış politika girişimlerine hız vermiştir. En üst siyasi düzeydeki temasların artması ve siyasi liderlerin öncülüğünü yaptığı bu işbirliği ortamının yaratılmasında küresel, bölgesel, ikili politikaların ve iç politika ortamının etkileri vardır. Bu etkilerin detayına girmek bu makalenin amacının dışında kalmakla beraber, gelişen siyasi ilişkilerin sınıraşan su politikalarına olumlu gelişmeler biçiminde yansıdığını not etmek gerekir. TürkiyeSuriye ve Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyleri’nin kurulması ve 2009 yılında yaptıkları “ortak kabine” olarak adlandırılan bakanlar toplantılarında imzalanan çok sayıda mutabakat metinleri arasında, sınıraşan su kaynaklarının yönetimi ve geliştirilmesiyle ilgili mutabakatlar da yer almaktadır.
odtuadt.com
Türkiye-Irak arasında 15 Ekim 2009 tarihinde gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin ilk toplantısında ticaret, ulaştırma, güvenlik, tarım, sağlık gibi siyasi ve sosyoekonomik yaşamın başlıca alanlarıyla ilgili mutabakatlar imzalanmıştır. Bunlar arasında, çevre ve enerji başlığı altında imzalanan çok sayıda mutabakatın içinde “Su Alanında İşbirliği” mutabakat zaptı da bulunmaktadır. Bu anlaşma çerçevesinde iklim değişikliği, kuraklık, ısı artışı, su kıtlığı gibi bu ülkelerin bulunduğu bölgede etkili olan küresel sorunlara, işbirliği içinde bölgesel çözümler üretilmesi, bu bağlamda özellikle suyun modern metotlarla verimli kullanılması yönünde gayret gösterilmesinin altı çizilmiştir.
Türkiye-Suriye arasında 22-23 Aralık 2009 tarihinde toplanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nde iki ülkenin ilgili bakanları tarafından imzalanan 50 mutabakat metninin dördü sınıraşan su kaynaklarının yönetimi ve geliştirilmesiyle ilgilidir. Mutabakatlardan biri uzun yıllardır Türkiye ve Suriye arasında sorun alanı olarak görülen Asi Nehri sularının geliştirilmesi ve kullanımı konusunda Asi Nehri üzerinde ortak bir dostluk barajının inşa edilmesi konusunda ilke kararı alınmasını kapsar. Ayrıca, heyetler arasındaki görüşmelerde Dicle Nehri üzerinde Suriye tarafında Suriye topraklarını sulayacak bir su pompalama istasyonunun kurulması, su kalitesinin artırılması, kuraklıkla ortak mücadele ve suyun kullanımı konularında danışmanlık konusunda bazı mutabakat metinleri imzalanmıştır. Öte yandan ilgili bakanlar9 2007’den bu yana zaman zaman bir araya gelerek gerek bölgede son yıllarda şiddetle hissedilen uzun süreli kuraklıkla mücadelede alınacak acil ön-
Tü r k iy e -I r a k v e S u r i y e - I r ak il iş k i l e r i n d e o r t a y a ç ık a n b u o l g u, b i r s ü r e d a h a g e l iş e n i ş b i r l iği g ir iş im l e r i ö n ü n d e e n g el o l u ş t u r m a y a d ev a m e d e c e k v e ç ö z ü m ü b ü y ü k ö l ç ü d e b u ü l ke l er a r a s ı n d a ik i l i il iş k il e r d e s ı n ır g ü v e n l iğ i v e t e r ö r iz m l e m ü c a d e le ko n u l a r ın d a g e l in e n a ş a m a l a r l a ko ş u t b i r b iç im d e o r t a y a ç ık a b i l e c e k t i r. lemler ve yaşamsal su ihtiyaçlarını karşılama gerekse orta ve uzun dönemde havzada varolan sınıraşan su kaynaklarının verimli ve adil kullanımını sağlayabilecek projeler üzerinde görüş alışverişinde bulunmaktadırlar. Bu toplantılardan biri 3 Eylül 2009 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilmiş ve toplantıda Irak Su Kaynakla-
düşün, Güz’11 61
rı Bakanı’nın 2009 yaz aylarında yaşanan şiddetli kuraklıktan dolayı Irak’ın yaşadığı çok ciddi su sıkıntısını dile getirmesi üzerine Türk tarafı barajların işletiminde değişiklik yaparak Ekim 2009 sonuna kadar Fırat’tan aşağı kıyıya 550 m3/saniye su bırakılacağını açıklamıştır. Bu miktar 1987 Türkiye-Suriye Protokolü’nde söz verilen miktarın üzerindedir. Bakanlar arası gelişen bu yeni işbirliği süreci üç ülkenin ilgili bakanlık-
Atatürk Barajı
larından çeşitli uzman ve yöneticilerin katıldığı eğitim ve kapasite programlarının gerçekleştirilebilmesine öncülük etmiştir. 2007 yılından bu yana gerçekleştirilen bu programlarda modern sulama yöntemleri ve uygulamaları, baraj güvenliği ve iklim değişikliği ve etkileri konulu bir dizi kapasite geliştirme ve eğitim programı düzenlenmiştir. Ayrıca Mart 2008 ayında yine ilgili bakanların kararıyla bölgede ilgili bakanlıklardan uzmanlara eğitim verilmesi ve karşılıklı bilgi ve deneyim değişimine olanak verecek sürekli eğitim ve uygulama merkezi biçiminde çalışabilecek bir Su Enstitüsü’nün kurulması kararlaştırılmıştır. Öte yandan üç ülkeden teknokrat ve diplomatları bir araya getiren ve en son toplantısını 1992 yılında yapmış ve bir daha toplanamamış olan OTK’nin toplantıları yeniden başlamıştır. 2007 yılından bu yana üç kez toplanan OTK’de tarafların haklarının ve yükümlülüklerinin tanımlandığı nihai bir antlaşma ile su kaynakları
62
düşün, Güz’11
kullanım ve yönetim anlaşması konusunda henüz somut bir sonuca varılamamasına karşın taraflar böyle bir anlaşmanın temelini oluşturabilecek meteorolojik, hidrolojik ve su kalitesine ilişkin verilerin düzenli derlenmesi ve değişimiyle ilgili ilkesel kararlar almışlardır. Oldukça yapıcı bir biçimde gelişen üst düzey ve bürokratlar arası sınıraşan su kaynaklarıyla ilgili işbirliği bazı pürüzler de içermektedir. 12 Mayıs 2009 yılında Irak Parlamentosu aldığı bir kararla “Irak’ın su haklarını” tanımayan yukarı kıyı ülkeleriyle yapılan her türlü anlaşmayı Parlamento’nun onaylamayacağı ve bloke edeceğini vurgulamıştır. Nitekim, Türkiye Irak arasında cumhurbaşkanları düzeyinde görüşülerek imzalanan ticaret ve ekonomi anlaşması bu gerekçeyle henüz onaylanmamıştır. Türkiye-Irak ve Suriye-Irak ilişkilerinde ortaya çıkan bu olgu, bir süre daha gelişen işbirliği girişimleri önünde engel oluşturmaya devam edecek ve çözümü büyük ölçüde bu ülkeler arasında ikili ilişkilerde sınır güvenliği ve terörizmle mücadele konularında gelinen aşamalarla koşut bir biçimde ortaya çıkabilecektir. Gerek en üst düzeyde vurgulanan siyasi kararlılıkla sınıraşan su ilişkilerinin bölgesel sosyal ve ekonomik bütünleşmenin başlıca işbirliği alanı olarak tanımlanması ve bu anlayışın mutabakat metinleriyle somutlaştırılması gerek ilgili bakanlar düzeyinde gelişen işbirliği mekanizmaları ve bu işbirliği sonucunda şekillenen ortak projeler ve eğitim ve kapasite geliştirme etkinlikleri, tarafların sınıraşan su kaynakları politikasında yeni ve uzlaşmacı bir anlayış geliştirmekte olduklarını sergilemektedir. Geçmişte uzlaşmazlıklara neden olan “suların paylaşımı” yaklaşımı yerine “fayda paylaşımı” yaklaşımı havzada hâkim olmaya başlamıştır. Esas olarak taraflar birbirlerinin su ihtiyaçlarını karşılamak için çözüm yollarını üretmektedirler. Nitekim Türkiye, Suriye’nin sulama su ihtiyacını karşılayacak Dicle’den su pompalanması konusunda imzalanan mutabakatla olumlu görüşünü
belirtmiş öte yandan Irak’ın acil su ihtiyaçlarını karşılamak için Ekim 2009’a kadar varolan anlaşmaların üzerinde bir miktar su Fırat’tan Suriye ve Irak’a bırakılmıştır.
odtuadt.com
Son gelişmeler, sınıraşan su ihtiyaçlarının karşılıklı anlayış, mutabakatlar ve daha da önemlisi üst düzey siyasi kararlılıkla gerektiği zaman karşılandığını ve tarafların bu konuda birbirlerinin insani ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak için çaba gösterdiklerini işaret etmektedir. “Fayda paylaşımı” yaklaşımı bu anlayış ve uzlaşı ortamında sınıraşan su kaynaklarından içme suyu, enerji ve gıda üretimi biçiminde elde edilen somut getirilerin havza çapında paylaşımını öngörür. Bu amaçla havzada kıyıdaş ülkelerin su ve toprak kaynakları ve diğer doğal kaynaklar üzerinde yapılan değişim ve verilen olası zararların en aza indirilerek gerek çevresel koruma gerek doğal kaynakların geliştirilmesi ve kullanımında akılcı ve adil yöntemlerin kullanılmasını ve işbirliği yapılmasını öngörür. İşte bugün gelinen noktada Asi Nehri üzerinde ortak bir barajın yapımı için ilkesel karar alınması ve buna yönelik yapılan teknik ve diplomatik müzakereler tarafların fayda paylaşımı yaklaşımını benimsemekte olduklarını göstermektedir. Bu baraj yapımı sonucunda barajın sularıyla Suriye ve Türkiye’de tarım arazileri sulanabilecek, iki ülke de barajdan taşkın koruma, hidroelektrik enerji üretimi ve balıkçılık gibi faydalar çerçevesinde yararlanabilecektir. Üstelik barajın Türkiye ve Suriye’den ilgili bakanlıklar, bürokrasi ve şirketlerin öncülüğünde inşa edilecek olması iki ülkenin su kaynaklarını geliştirme yolunda ortak deneyim ve üretim geliştirmesini sağlayabilecektir. Asi Dostluk Barajı faydaların paylaşımı yaklaşımının en somut örneği olacağı gibi faydaların paylaşımını içeren ortak projelerin tarımsal sulama, atık suların arıtılması ve yeniden kullanılması ve çevre koruma gibi daha birçok alanda yaygınlaştırılması mümkündür.
Gelinen aşamada (Irak’la yaşanan bazı pürüzler hariç) faydaların paylaşımı yaklaşımıyla sınıraşan su kaynaklarının kullanımı ve geliştirilmesiyle ilgili ilkesel kararların alındığı ve mutabakatlara varıldığı gözlemlenmektedir. Bu ilkesel kararların ve ancak genel hatlarıyla belirlenmiş işbirliği yapısının, takip eden süreçte uygulama projeleriyle somuta indirgenmesi ve faydaların paylaşımı yaklaşımıyla gerçekleştirilebilecek projelerin ve bu projelerden sağlanacak faydaların (getirilerin) havza halkına üç ülkede de ulaşması ve eşit paylaştırılması esas olmalıdır. Faydaların paylaşımı yaklaşımı, havzada üç ülkede yaşayan insan ve çevre odaklı sosyo-ekonomik kalkınmadan faydalanması en çok gerekli olan yoksul ve dar gelirli geniş kitlelerin gönencine katkıda bulunduğu ölçüde esas hedefine ulaşmış olacaktır. KAYNAKÇA 1. Ayşegül Kibaroğlu ve Olcay Ünver, “An Institutional Framework for Facilitating Cooperation in the Euphrates-Tigris River Basin,”, International Negotiation: A Journal of Theory and Practice, Cilt 5, Sayı 2, 2000, ss. 311– 330. 2. Ayşegül Kibaroğlu, “Settling the Dispute over the Waters of the Euphrates-Tigris River Basin,” J. Bogardi and S. Castelein (der.), Selected Papers of the International Conference From Conflict to Co-operation in International Water Resources Management, UNESCO-IHE Delft, Hollanda, 20-22 Kasım 2002, UNESCO-IHP, ss. 329-343. 3. Waltina Scheumann, “The Euphrates Issue in Turkish-Syrian Relations” H.G. Brauch, P.H. Liotta, A. Marquina, P.F. Rogers, and M. ElSayed Selim (der.), Security and Environment in the Mediterranean. Conceptualising Security and Environmental Conflicts, Berlin: Springer, 2003, ss. 745-760. 4. Ayşegül Kibaroğlu, Building a Regime for the Waters of the Euphrates-Tigris River Basin, Kluwer Law International, London, The Hague, New York, 2002. 5. Kibaroğlu and Ünver, ss. 320-25. 6. Ayşegül Kibaroğlu, “Socio-Economic Development and Benefit Sharing in the Euphrates-Tigris River Basin,” Proceedings of the 2nd Israeli-Palestinian International Conference: Water for Life in the Middle East, (der.) Hillel Shuval and Hasan Dwiek, IPCRI, Jerusalem, 2006, ss. 891-904. 7. ETIC Newsletter 1 (dağıtımda). 8. Peter Haas, “Introduction: Epistemic Communities and International Policy Coordination,” International Organization, 1996, Cilt 46, Sayı 13. 9. Irak Su Kaynakları Bakanı, Türkiye Çevre ve Orman Bakanı ve Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı, Suriye Sulama Bakanı.
düşün, Güz’11 63
KEMALİZM, İNSAN HAKLARI ve POSTMODERNİZM düşün Bildiri *
İnsan Hakları Anıtı - Karşıyaka/ İzmir * ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak öncelikle bize sunum yapma imkanı sağlayan Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’ne teşekkür ederiz. İdeolojiler çağı olarak adlandırılan 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçtiğimizde tüm dünyanın en çok üzerinde durduğu kavramların insan hakları ve demokrasi kavramları olduğunu görüyoruz. Bu gün devletler arası ilişkilere konu olan ve hatta devletlerin uyguladıkları politikalara meşruluk sağlamak adına kullandığı bu kavramlar, Avrupa’da aydınlanma ile boy gösteren modernleşme projesi ile ortaya çıkmış, daha sonrasında ise evrensel boyutlara ulaşmıştır. Sunumumuzda öncelikle insan hakları kavramını ortaya çıkaran dinamikleri ve bu dinamiklerin tüm dünyada yarattığı etkiler ile beraber Türkiye’de yaşanan gelişmeleri ele alacak, sonrasında ise değişen dünya düzeni ile beraber gelişen ve modern ku-
rumlara eleştirel bakan düşünceler ışığında insan haklarının bugününü tartışacağız. İnsan hakları kavramının tarihi, bir bakıma insanın birey olmasının, içinde yaşadığı toplumdan ve tabi olduğu siyasi otoriteden ayrı olarak varlığının şuuruna varması tarihidir. Burada, haklara sahip olan insan, bir devletin ulusal sınırları içerisinde yaşayan ve sadece insan olmasından kaynaklanan haklara sahip olan bir yurttaş-bireydir. Dolayısıyla bu bireyin oluşması ile bireylerin, içerisinde haklarından ödün vermeden yaşayabilecekleri, bugün hala bir alternatifi olmayan modern ulus devletlerin oluşması paralel yaşanan süreçlerdir. Bu noktada Avrupa’da yaşanan gelişmelerin önemi büyüktür. Savaşlar sonucu kamplaşarak düzenli ordular oluşturan, geleneksel yapı içerisinde varlıklarını sürdüren toplumlar 1648 Westphalia Ba-
** Bu bildiri 15.05.2011 tarihinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü tarafından düzenlenen “12. Demokratik Cumhuriyet Üniversiteleri Platformu”nda sunulmuştur.
64
düşün, Güz’11
rışı ile beraber modern devletlerin temellerini atmışlardır. Sınırları belirli ülkelerin ve kendileri dışında Papalık ya da Kutsal İmparatorluk gibi dini veya dünyevi hiçbir otoriteye tabi olmayan, yani egemen olan siyasi birimlerin ortaya çıkması, tarihin akışını derinden etkilemiştir. İnsan hakları bu yeni ortaya çıkan egemen devletlerin içinde bireyin kendi devletine karşı birtakım haklara sahip olma mücadelesinin bir sonucu olarak boy göstermeye başlamıştır.
odtuadt.com
Hak arama mücadelesinin İngiltere’de kralın yetkilerini sınırlayan ilk belge olan 1215 tarihli “Magna Carta Libertatum” ile başladığını söyleyebiliriz. Bu belgenin ortaya çıkmasının altında her ne kadar kralla soylular arasındaki yetki çekişmesi yatsa da Magna Carta’da imtiyazlı olmayan kesimleri de ilgilendiren bireysel hak ve hürriyetlerle ilgili maddeler mevcuttur. Ancak bu belgenin esas önemi, yeni bir çığır açmış olması ve sonrasında aynı anlayışla hazırlanan belgeler için zemin hazırlamış olmasıdır. İnsan haklarının tarihinin bir diğer dönüm noktası ise Amerika Birleşik Devletleri’nin İngiliz sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı vermesi sonucu kurulmasıdır. ABD’nin insan hakları tarihine baktığımızda, ilk önce bağımsızlık hareketinin başını çeken Virginia Kolonisi tarafından 12 Haziran 1776 tarihinde kabul edilen Haklar Beyannamesi’ni görürüz. Bunu, bu beyannameden esinlenerek oluşturulan 4 Temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık Beyannamesi izlemiştir. Üçüncü bir belge olarak ise ABD’nin ilk anayasası olan 1787 Anayasası’nda insan haklarına vurgu yapılmış, daha sonra ise eklenen maddeler ile beraber temel hak ve hürriyetlerin kapsamı genişletilmiştir. Örneğin 1865’te yapılan bir ek ile kölelik kaldırılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı ise ancak 1920’de tanınmıştır. Fransa’da 1789 yılında kabul edilen İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi ise daha önce sözünü ettiğimiz belgelerden farklı olarak bir devrim sonucu ortaya çıkmıştır. Bu beyannamenin hazırlanmasında ABD’de yaşanan gelişmelerin önemli bir payı olduğunu belirtmek gerekir. İngiltere ile yıllardır süren husumetinin so-
nucu olarak, ABD’nin bağımsızlık savaşı sırasında İngiltere’yi zor durumda bırakmak adına ABD ile yakınlaşan Fransa oradaki gelişmelere yakından şahit olmuş ve o gelişmelerden etkilenmiştir. Özünde kendisinden önceki Amerikan beyannamelerinden çok da faklılık göstermeyen Fransız Beyannamesi’ne insan haklarının gelişim tarihinde özel bir önem atfedilir. Bu noktada, Fransızca’nın daha yaygın olarak kullanılan bir dil olması sebebiyle beyannamenin daha fazla insana ulaşabilmesinin yanı sıra daha önce de vurguladığımız üzere, bu belgenin daha önce örneği görülmemiş bir şekilde devrim sonucu ortaya çıkmasının yarattığı siyasal sonuçların, onu bu kadar önemli kıldığını söyleyebiliriz. Unutulmamalıdır ki Fransız Devrimi bir kırılma noktasını temsil etmektedir; bu devrim o zamana kadar mutlak otoritesi sorgulanmamış kralın halk ayaklanmasıyla devrildiği ve yerine halk egemenliğini esas alan bir yönetimin kurulduğu ilk örnektir.1 O zamana kadar pek çok aydınlanma düşünürünün kuramsal alt yapısını hazırladığı ancak gerçekleşmesi kimilerine göre asla mümkün olamayacak olan halk egemenliğinin olabilirliği ve başarısı tüm dünyaya kanıtlanmıştır. Sonrasında ise tüm dünyada gücü-
Te m e l a m a ç l a r ı a r a s ın d a in s a n ın g ö n e n c in i v e ö z g ü r l e ş m e s i ni s a ğ l a m a y ı b a r ın d ır a n Ke m a l i z m, b u h e d e f l e r i n e v a r m a n ın a n c a k ç a ğ d a ş l a ş m a s a y e s in d e m ü m k ü n o l a c a ğ ın ın b il in c iy l e t o p l u m u n g e r i k a l m ış l ık t a n k u r t a r a c a k d ev r im l e r g e r ç e k l e ş t i r m i ş t ir. nü halk dışında farklı odaklardan alan geleneksel toplumların otoritesi sorgulanmaya başlanmış, insan ilahi olanın yerine kendi aklını koymuş, ona güvenmiş, geleceğini onunla tayin etmeye çalışmıştır. Tüm bu gelişmelere paralel olarak, Aristo’yu kaynak edinen Kopernik, Kepler, Galile ve
düşün, Güz’11 65
Newton’la devam eden “klasik fizik” dünya ve kainat tanımlarını değiştirmiş, dinsel tarifeleri reddeden bir açıklama getirmişti.2 Newton fiziğinin tanımladığı dünya belirli kurallara göre ve belirli bir mantık çerçevesinde, yeterli bilgiye sahip olunduğunda doğru durum tahminleri-
nin yapılabildiği, başı sonu belirli olan “deterministik” bir sisteme sahipti. Doğrunun ve yanlışın ya da iyinin ve kötünün bir arada bulunamayacağı bu dünyada, tek bir doğru ve tek bir iyi vardı. Sosyal bilimlerin de konusu olmaya başlayan bu gelişmeler, Auguste Comte tarafından geliştirilen pozitivizm olgusu ile birlikte ulaşabileceği en geniş etki alanına sahip oldu. Batı’da yaşanan bu köklü değişiklikler elbette ki sınırlı bir coğrafyada kalamazdı. Aydınlanmanın yarattığı domino etkisi kısa zaman içerisinde tüm dünyayı sardı ve imparatorlukların temellerini sarstı. Osmanlı İmparatorluğu özellikle de 19. yüzyılda her ne kadar kendini bu gelişmelere adapte etmeye çalışsa da toplum yapısı itibariyle bir sistem değişikliğine gitmeksizin çabalarının karşılığını alamayacağını öngöremedi. Osmanlı’da insan hakları kavramının Batı’dan gelen baskı ile sadece gayrimüs-
66
düşün, Güz’11
limleri kapsadığını, özgürlüklerin yaşanmasında ise devletin merkezi olan İstanbul ile taşra hayatı arasında ciddi farklar olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla tüm halkı kapsayan insan hakları düşüncesi ve bu düşüncenin gerçekleşmesini sağlayacak köklü değişim Kemalist Devrim ile olmuştur. Temel amaçları arasında insanın gönencini ve özgürleşmesini sağlamayı barındıran Kemalizm, bu hedeflerine varmanın ancak çağdaşlaşma sayesinde mümkün olacağının bilinciyle toplumunu geri kalmışlıktan kurtaracak devrimler gerçekleştirmiştir. Batı’nın ortaya koyduğu demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi evrensel kavramları Türkiye’ye yerleştirmeye çalışan fakat bunun için gerekli koşulların bulunmadığının da bilincinde olan Mustafa Kemal hem bu kavramların gerekli ön koşullarını yerine getirmiş hem de pratikte attığı adımlarla Türkiye’yi çağdaş insan hak ve özgürlükleri ile tanıştırmıştır. Bir yandan Batı’nın emperyalist güçlerine karşı bağımsızlık mücadelesi verirken bir yandan da Batı modernleşmesinin düşünsel değerlerini kendi yerelliği ile birleştirerek özgün bir model oluşturan Kemalizm, tarihin ilk ulusal çağdaşlaşma ideolojilerinden biri olmuştur.
B u l u n d u ğ u ç a ğ ın o l d u kç a g e r is in de s ey r e d e n v e v a r o l m a m ü c a d e l esi v e r e n b ir t o p l u m u ke n d i ç a ğ ı nın il e r is i n e t a ş ıy a n Ke m a l i s t i d e o l oji, 20 . y ü z y ıl ın b a s k ın id e o l o j il e r i n den b i r in e e k l e m l e n m e m iş , ke n d i ö z g ün s i s t e m i n i o l u ş t u r m u ş t ur. Bulunduğu çağın oldukça gerisinde seyreden ve var olma mücadelesi veren bir toplumu kendi çağının ilerisine taşıyan Kemalist ideoloji, 20. yüzyılın baskın ideolojilerinden birine eklemlenmemiş, kendi özgün sistemini oluşturmuştur. Mustafa Kemal pratikte uygulanmayı bekleyen teoriler yazmamış, ideolojinin doktriner bir yapıda olmasını istememiştir. Suna Kili’nin ifadeleriyle “Mustafa Kemal kuşkusuz bir ku-
özelliği sayesinde doktriner olmayan ve sürekli devrimciliği içerisinde barındıran Kemalizm, bu yapısı ile dönemin ideolojilerinden ayrılmış hatta aynı sebepten dolayı bazı çevrelerce bir ideoloji olarak kabul edilmemiştir. Ancak biz, tam olarak da bu özelliği sebebiyle Kemalizm’in, ortaya çıktığı çağın dinamiklerinden beslenmiş ve Pragmatist öze l l i ğ i s a y e s i n d e 21. yüzyılda hala varlığını sürdürebilen bir ideodoktriner olma y a n v e s ü r e k l i loji olduğunu düşünüyoruz. Nasıl Newton fiziğidevrimciliği içe r is in d e b a r ın d ır a n nin deterministik karakteri dönem ideolojilerine ve toplumsal hayata yön vermişse 20. yüzyılKemalizm, bu y a p ıs ı i l e d ö n e m i n ideolojilerinden a y r ıl m ı ş h a t t a a y n ı da geliştirilen ve Einstein’ın “Matematik kesin sebepten dolay ı b a z ı ç ev r e l e r c e b ir olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir.” saptamasıyla başlayan ideoloji olarak k a b u l e d i l m e m i ş t ir. kuantum devrimi de insanın “doğru”ya bakışını değiştirmiştir. Örneğin Newton fiziğine göre olmaktan kurtarmak; ülkenin güçlü elkoyucu- ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölükanamalcı devletler arasında paylaşılmasını ön- lerinden oluşması mümkün değilken, yani ikilemek istiyor; bunu nasıl gerçekleştirilebilece- sinden birinin mutlaka doğru olması gerekirken ğini genç yaşından beri düşünüyordu. Döne- kuantum fiziği bunun olabilirliğini saptamış, üsmin siyasal gelişmelerini, dünya siyasal tarihi- telik ışığın dalga ya da cisimcik özelliği gösterni; Avrupa’nın gelişmesini bu gelişmede ulusal mesinin gözlemciye göre değişebileceğini ortadevletin, ulusal birliğin, siyasal otoritenin varlı- ya çıkarmıştır. Bu yeni fizik anlayışıyla gündeme ğını; Fransız İhtilali’ni ve bu ihtilalin getirdikle- gelen olasılıksal nedensellik dünyanın kesin kurini iyi bilen, iyi yetişmiş bir komutandı… Toplu- rallar etrafında dönmediğini söyleyerek determu insan yapısı, koşulları, olanakları, ekonomi- minist söylemin geçerliliğini ortadan kaldırmışsi, tarımı, ticareti, gelenekleri ve inançlarıyla bi- tır. Dolayısıyla determinist söylemden beslenen liyor; bu insanların öz yapısını, özveri duygusu- liberalizm ve onun karşısında yer alan Marksizm nu, bu özyapı ve özveri duygusunun tükenmek gibi evrensellik iddia eden ideolojiler bulundukbilmez direnme, savaşma, başarma azmini ve ları çağın getirdiği yapıları sebebiyle değişen gücünü iyi tanıyor; bu güçle her başarıya ulaşılacağı inancını taşıyordu. Bu birikimle devrimini 19 Mayıs 1919’dan başlatarak oluştura oluştura, geliştire geliştire, biçim ve içerik vere vere, Anadolu’ya ve Türk ulusuna özgü uygulamalı bir çağdaşlaşma modeli ortaya çıkarmıştır. Bu model, önderin kafasında oluşturduğunu halka sunarak, halka benimseterek, ulusun rızasını alarak, ulusun desteğinde ve eşliğinde bir devrimi öngörür.” 3 ramcı, bir bilim adamı değildi. Yapacağı devrimi bütünüyle ve her yönüyle saptayarak, açıklayarak da uygulamaya koymamıştır. Ama Türk toplumunu başka gelişmiş toplumlar önünde ezilen, sömürülen, horlanan yoksul bir toplum
odtuadt.com
Anlaşılacağı üzere Mustafa Kemal Batı’da farklı koşullar sebebiyle doğmuş ideolojileri kendi toplumuna uygulamamış ancak Batı’dan evrensel olan değerleri almış ve uyguladığı politikalarda pragmatist davranmıştır. Pragmatist
düşün, Güz’11 67
toplum düzeni içerisinde yer edinememişlerdir.4 Gerek bilim alanında yaşanan gelişmeler gerek 20. yüzyılda arka arkaya patlak veren savaşlar sonucu yaşanan acılar ve modern toplumun vaat ettiği refah düzeyi ile gelecek olan mutlu-
lonya, Çekoslovakya) ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği’dir.5 Sosyalist ülkelerin çekimser kalmasının sebebi iktisadi ve kültürel hakların geri plana itildiğini düşünmeleri ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kapsamından hoşnut olmamaları iken Suudi Arabistan’ın çekimser kalmasının sebebi devletin din anlayışı ile beyannamenin bazı hükümlerinin çeliştiğini düşünmesidir. İnsan haklarının evrensel düzeyde var olup olamayacağı tartışması bugün aydınlanmanın yarattığı kurumların yani modernitenin başarılı olup olmadığı tartışmalarıyla beraber yürümektedir. Avrupa’da dolaşan bir hayalet olarak tanımlanan ve modernizmin uygulamalarına herhangi bir sistematiği olmaksızın eleştiri getiren postmodernizm kavramının en önemli fikir babası Nietzche ise modernliği “daha yüksek türlerin” rasyonalizm, liberalizm, demokrasi, sos-
luğun yerini alan, artan gelir farklılıkları ile birlikte gelen sefalet, modernleşme projesinin insan hayatına verdiği zararın, sağladığı yarardan daha fazla olduğu konusunu gündeme getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan acılar ve soykırıma varan vahşetin olabilirliğinin görülmesi, pozitif hukuka olan güveni sarsmış ve insan hakları konusunu yeniden gündeme taşımıştır. Yaşanan olayların tekrarlanmaması adına uluslararası alana insan hakları kavramını ilk defa taşıyacak ve insan hakları hukukuna kaynaklık edecek evrensel bir belge niteliği taşıyan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilmiştir. Beyanname’nin oylanmasına o dönemde BM üyesi olan bütün devletler katılmış ve 56 oydan 8 çekimsere karşılık 48 olumlu oyla kabul edilmiştir. Oylamada çekimser kalan devletler 6 Doğu Bloku ülkesi (Sovyetler Birliği, Beyaz Rusya, Ukrayna, Po-
68
düşün, Güz’11
Ne w t o n f i z i ğ in in d iy a l e k t iğ i ni ö n c ü l a l a n id e o l o j i l e r t a r ih s a h n e s in d e n ç e k il i r ken iç e r is i n d e p r a g m a t ik ö ğ e l er b u l u n d u r a n , k u a n t u m f e l s e f es i n in t o p l u m s a l a l a n a b ir y a n s ım ası o l a r a k n it e l e n d ir e b i l e c e ğ i m i z Ke mal i z m , s ü r e k l i d ev r im c il ik a n l a y ış ı ile b u g ü n ü n s o r u n l a r ı n a ç ö z üm ü r e t m e ö z e l l iğ i n i h a l a d ev am e t t ir m e k t e d ir. yalizm adına sıradanlaştırdığı, içgüdülerin köreltildiği bir çöküş olarak tanımlamaktadır.6 Foucault ise modernizmin bireyleri “normalleştirdiğini” ileri sürerek bireyin yeni öznellik biçimleri bulması gerektiğini söylemekte ve “Özneyi belirsizleştirecek olan etik, evrenselleştirici ve normalleştirici olmayan, bireyler arasındaki farklılıklara özen gösterirken bireysel özgürlüğü ve bireyin özgürlüğünü daha geniş toplumsal bağlamını vurgulayan bir etik olmalıdır.” diyerek belirsiz olması ve temelde üst anlatılara karşı olması sebebiyle herhangi bir üst anlatısı
olmayan postmodernizmin etik anlayışı hakkında ipuçları vermektedir.7 Evrensel normlara karşı olan postmodern düşünce nesnel, genel, nötr ilkelerin varlığını yadsır ve tüm ussal varlıkların üzerinde anlaşabilecekleri rasyonel ilkelerin bulunmasının olanaksızlığını ifade ederek modern devletin temelini oluşturan hukuksal altyapının meşruluğunu sorgular ve onu güç ilişkilerinden bağımsız olarak ele almaz. Modern olmayan dönemdeki yaşantısına bir özlem duyar. Bu anlamda muhafazakardır, ileriye yönelik planları barındırmaksızın kendisini şimdiye hapsederek kişiyi tarih, mekan ve zamandan soyutlar. Varlığını belirsizliğinden alan bu kavramın belirli bir ahlak anla-
Bizler düşün gru b u o l a r a k , b u g ü n ü n toplumsal dinam i k l e r i n in d o ğ r u yorumlanması ha l i n d e Ke m a l iz m ’ in , içinden çıktığı a y d ın l a n m a kültürünü deva m e t t ir e r e k z a m a n içerisinde ortay a ç ık a n toplumsal ihtiy a ç l a r a c ev a p verebileceğini, d a h a b a r ış ç ı l , hoşgörülü ve in s a n ha k l a r ın a saygılı bir Türk i y e ’ n in yaratılmasında b a ş ı ç e ke b i l e c e k b i r güç olabileceğin i d ü ş ü n ü y o r u z . yışına oturtulması imkansızdır. Çünkü genellemeleri kabul etmez ancak ahlak kavramını kişinin başka bir kişiyle yani bir öteki ile olan ilişkisi üzerine temellendirir. Ötekini ihmal eden her davranışı ahlak dışı sayar. Postmodernler, modernite ile bağdaştırdıkları bilimsel bilginin üstünlüğü, pozitivizm, ulus devlet anlayışı, endüstrializm, kapitalizm, demokrasi, laiklik, teknoloji, bürokrasi ve uzmanlaşma gibi kavramlara karşı çıkarken belirsizliği, farklılığı, etnikliği, yerelliği, özgünlüğü ön plana çıkarırlar.8
odtuadt.com
Henüz varlığı dahi tartışmalı olmasına rağ-
men tüm dünyada pek çok sosyolojik araştırmanın konusu olan ve modern kurumların tamamına saldırıda bulunması sebebiyle gündelik hayatımızı etkileyen postmodernizm kavramı, bireylerin farklılıklarından yola çıktığı için eşitlik düşüncesini reddeder. Bu sebeple de insan hakları konusuna farklı yorumlar getirir. Her toplumun kendine özgü koşulları olacağı düşüncesinden yola çıkarak genel geçer kuralların bulunmadığını iddia eder ve tüm vatandaşlarına eşit mesafede durabilecek bir ulus devletin var olamayacağı savından yola çıkarak yurttaşbirey kavramını kabul etmez.9 İnsan hakları ile çelişen bir diğer önemli nokta ise devleti meşru olarak görmeyen anlayışın onun yasa koyucularını da meşru olarak görmeyişi ve en temelde pozitif hukuk kurallarının adaleti temsil ettiğini düşünmeyişidir. Anlaşılacağı üzere postmodern bir toplumun nasıl bir toplum olacağını kestirmek bizim bugünkü değer yargılarımızla pek mümkün görünmüyor. Ancak bugün tüm dünyada yaşanan gelişmelere baktığımızda bu rüzgarın etkilerini hissedebiliyoruz. Aydınlanmanın ortaya attığı bazı savların, örneğin dinin kamusal hayattan daha fazla özel hayata çekileceği ve gittikçe toplumsal hayattaki etkisinin azalacağı savının, bugün tersine işleyen bir süreç içerisinde
düşün, Güz’11 69
olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde vatandaşlık kavramının özümsenmesi özellikle de küreselleşme süreci ile beraber daha fazla tartışılan bir konu haline geliyor. Dünya ile iletişim ve etkileşimin artması tahmin edildiğinin aksine insanları yerel kimliklerine ve geleneksel yaşamlarına daha fazla bağlıyor. Bugün Türkiye’de insan hakları ve özgürlükler tartışmalarının hemen hemen tamamının din ya da etnik temelli olması dünyanın geçirdiği süreçten bağımsız gelişen olaylar olarak düşünülmemelidir. Tabi ki Türkiye’nin kendine özgün koşulları bu tartışmaların yapıldığı zeminin hazırlanmasına yardımcı olmaktadır. Ancak bugün dünyanın geneline baktığımızda muhafazakar hükümetlerin koltuklarını koruduklarını ve bir dönemin siyasetine yön veren sağ sol tartışmalarının bugün yaşanmadığını, siyasetin ideolojilerden soyutlandığını görebiliriz. Konuşmaya başlarken belirttiğimiz üzere bu çağın kilit kavramı olan insan hakları ortaya atıldığı dönemden bugüne yaşanan bu gelişmelerle değişim geçirerek gelmek zorunda kalmıştır. Uluslaşma sürecinde insan hakları ve demokrasinin en önemli teminatı olan laisizm, bugün insan haklarını kısıtlayan bir etmen olarak sunulabilmektedir. Sonuç olarak insan aklının egemenliği ele geçirmesiyle beraber toplumlar hızlı değişimlere sürüklenmiştir. Bu sürüklenme sırasında başı çeken kimi zaman toplumsal etkileşimler kimi zaman bilim dünyasında yaşanan gelişmeler olmuş; sonuç olarak ortaya çıkan düşünce akımları teknolojinin ilerlemesi ile beraber, gittikçe daha hızlı bir şekilde dünyaya yayılmıştır. Bugün postmodernizmle yaratılan belirsizlik ortamında, kimi zaman ideolojilerin ortaya koyduğu uygulamalar üzerinden akıl ve bilimin yarattığı devrimin eleştiri konusu edildiğini kimi zaman ise modernitenin eleştirisi üzerinden ideolojilerin hedef haline geldiğini görüyoruz. Böyle bir ortamda, bahsedildiği üzere Newton fiziğinin diyalektiğini öncül alan ideolojiler tarih sah-
70
düşün, Güz’11
nesinden çekilirken içerisinde pragmatik öğeler bulunduran, kuantum felsefesinin toplumsal alana bir yansıması olarak nitelendirebileceğimiz Kemalizm, sürekli devrimcilik anlayışı ile bugünün sorunlarına çözüm üretme özelliğini hala devam ettirmektedir. Bizler düşün grubu olarak, bugünün toplumsal dinamiklerinin doğru yorumlanması halinde Kemalizm’in, içinden çıktığı aydınlanma kültürünü devam ettirerek zaman içerisinde ortaya çıkan toplumsal ihtiyaçlara cevap verebileceğini, daha barışçıl, hoşgörülü ve insan haklarına saygılı bir Türkiye’nin yaratılmasında başı çekebilecek bir güç olabileceğini düşünüyoruz. KAYNAKÇA 1. Çağıran, M. E., Uluslararası Alanda İnsan Hakları, Platin yayınları, 2006, Ankara, Birinci baskı.s 5-13. 2. Alatlı, A. “Bin Yılın Muhasebesi: İkinci Aydınlanma Çağı” Doğu Batı Dergisi, Şubat-Mart-Nisan 2000, no:10, s.12. 3. Kili, S. Atatürk Devrimi-Bir Çağdaşlaşma Modeli-, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1988, s.164-166. 4. Arık, E. “Bilim-İdeoloji-Pragmatizm-Sürekli Devrimcilik”, düşün , Güz Dönemi 2000, no:12 s.35-36. 5. Çağıran, M. E., Uluslararası Alanda İnsan Hakları, Platin yayınları, 2006, Ankara, Birinci baskı., s.85-87. 6. Urhan, V. “Türk Toplumu ve Gelişme Teorisi: Modernizm, Postmodernizm ve Personalizm”, Doğu batı Dergisi, Ağustos-Eylül-Ekim 1999 sayı:8 s.156. 7. Foucault, M., “The Subject and Power”, Dreyfus and Robinow, 1982, ss.208-26, S. Best, D. Kellner. 8. Türkbağ, A. U., “Hukuk ve Adalet Üstüne: Postmodernite ve Hukuk İdealleri, Adalet, Hukuk Devleti” Doğu Batı Dergisi, Kasım-Aralık 2000, Ocak 2001 sayı: 13 s.213-218. 9. Cangızbay, K., “Hukuk ve Adalet Üstüne: Bir Kavram Olarak İnsan Hakkı”, Doğu Batı Dergisi, Kasım-Aralık 2000, Ocak 2001 sayı: 13 s.122-123.
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINI YAŞAMAK VE YAŞATMAK düşün Sorular / Yanıtlar*
* Hıfzı TOPUZ | Gazeteci - Yazar düşün: Çağdaş Türk Edebiyatı’na anı romanlarınızla katkıda bulunan önemli bir yazarsınız. Tarihe yön veren kişilerin bilinmeyen taraflarını akıcı ve öğretici bir şekilde yazıyorsunuz. Anı ve belgeleri tarihsel gerçekler ışığında, kurguyla harmanlayarak anlatan birçok romanınız var. Örneğin Başın Öne Eğilmesin, Özgürlüğe Kurşun, Hava Kurşun Gibi Ağır isimli romanlarınızda toplumda kanaat önderi olmuş aydınların hayatını anlattınız. Sizi bu tür anı roman yazmaya yönlendiren etmen ne oldu?
odtuadt.com
Hıfzı Topuz: Ben romanlarımla tarihte yaşanmış bazı olayların bilinmeyen taraflarını gün yüzüne çıkarmaya çalışıyorum. Osmanlı Devleti’ni ele aldığım zaman, Osmanlı dönemindeki düzensizlikleri vurguluyorum. Örneğin Mithat Paşa’nın nasıl öldürüldüğünü, III.
Selim’in ne gibi baskılar altında kaldığını anlatıyorum, insan haklarının ve demokratik hakların olmadığını gözler önüne seriyorum. Ayrıca tarihi, anıyla bütünleştirerek yazdıklarımı ilgi çekici hale getirmek ve tarihi sevdirerek öğretmek, benim için her romanımın ileriye dönük devrimci bir mesaj içermesi kadar önemli. Okuma toplantılarında konuştuğum öğrenci ve öğretmenlerin bana her yerde “bize tarihi sevdirdin” demeleri beni mutlu ediyor. Ayrıca ele aldığım çoğu kişiyle tanışmış, konuşmuş olmam da bu tür roman yazmamı kolaylaştırıyor. Örneğin Hava Kurşun Gibi Ağır romanımda Nazım Hikmet’i anlattım. Ben okuma yazma bilmeden önce Tevfik Fikret’in bazı şiirlerini ezbere bilirdim. Daha sonra Faruk Nafiz’i, Yahya
düşün, Güz’11 71
Kemal’i öğrendim. Ama Nazım’ı okuduktan sonra onun hayranı oldum. Paris’teyken Nazım’ın sesini banda aldım. Bana bir saate yakın “Havana Röportajı”nı, “Saçları Saman Sarısı”nı ve altı şiirini okudu, Havana’dan yeni döndüğü için orada yaşadıklarını anlattı. Nazım’ı yakından tanıdım ve onunla dost oldum. Bugün o dönemin büyük şair ve aydınlarını tanıyan, onlarla konuşan çok az kişi kaldı. Örneğin geçen sene Mehmet Aksoy’un yaptığı Nazım heykelini Havana’ya götürdüğümüz grupta Nazım’ı tanımış olan bir ben vardım. Sabahattin Ali’yi tanıyan insanlardan da sağ kalan üç beş kişi arasındayım. Ben çok geniş bir lider, aydın ve seçkin kitlesiyle konuşma mutluluğuna eriştim. Kurtuluş Savaşı’nda Yunan Orduları Başkomutanı General Trikupis’le röportaj yaptım, İnönü’yle, Menderes’le, Celal Bayar’la ve Atatürk’ün birçok yakınıyla konuştum. 1937’de on dört yaşındayken, Atatürk’ün Ankara’dan İstanbul’a geleceği bir gün, Kartal Kaymakamı Bahir Öztrak’ın başkanlığında kasabanın gençlik bandosu eşliğinde Atatürk’ü karşılamaya Pendik Tren İstasyonu’na gittik. Atatürk trenden inince onunla el sıkışma mutluluğunu yaşadım. Atatürk’ü birçok kez Haydarpaşa Garı’nda, Kral Edward ile birlikte Moda’da, İran şahı geldiğinde Maltepe’de, Onuncu Yıl’da Ankara’da tribünde, Ortaköy’de Galatasaray’da okurken motorla okulun önünden geçerken gördüm. Ailemde Atatürk’e yakın olan ve sofrasında bulunan milletvekilleri vardı. Örneğin Süreyya Yiğit , Dr. Fikret Onuralp, Prof. Vasfi Raşit. Babam da Milli Mücadele’de Atatürk’ün emrinde çalışmıştı. Kısacası tüm bu yaşadıklarıma ve tanıştığım insanların anılarına dayanarak, gazeteci kimliğimle de gerçekleri araştırarak kitaplarımı yazdım. düşün: Önemli bir gazetecilik geçmişine de sahipsiniz. UNESCO’da görevli olduğunuz dönemde dünyada haber dolaşımının, gazetecilik
72
düşün, Güz’11
eğitiminin, iletişim araştırmalarının ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde iletişim araçlarının geliştirilmesi için çalışmalarda bulundunuz. Bunlardan söz edebilir misiniz? Hıfzı Topuz: Yüksek lisans ve doktoramı Strasbourg Üniversitesi’nde gazetecilik üzerine yaptım. Akşam gazetesinde on iki yıl istihbarat şefi, yazı işleri müdürü ve röportaj yazarı olarak çalıştım. Merkezi Paris’te bulunan UNESCO’da yirmi beş yıl gazetecilik eğitimi, iletişim araçlarının geliştirilmesi, basın ahlakı ve iletişim özgürlüğü ile ilgili projelerden sorumlu bölüm şefiydim. Afrika, Latin Amerika, Arap ve Asya ülkelerinde eğitim seminerleri düzenledik ve gazetecilik okullarının açılmasına yardım ettik. Basın ahlakı ve gazetecilerin korunması üzerinde çalışmalar yaparken de mesleksel örgütler arası işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmeye yöneldik. Ayrıca 1950’li yılların sonundaki tekelleşmiş habercilik anlayışını yıkmaya çalıştık. Associated Press, AFP, Reuters, International Press
B i z , h e r t o p l u m u n ke n d i s o r u n l a r ın ı, o l a y l a r ı n ı v e e ğ il im l e r in i u l u s l a r a r a s ı t e ke l c i h a b e r a j a n s l a r ın a b a ğ l ı k a l m a d a n doğrudan doğruya dünyaya duyurmaları gereğini savunduk. Union ve Tass gibi uluslararası haber ajansları haberleri Paris’ten, Londra’dan ve New York’tan dağıtıyorlardı. Biz, her toplumun kendi sorunlarını, olaylarını ve eğilimlerini uluslararası tekelci haber ajanslarına bağlı kalmadan doğrudan doğruya dünyaya duyurmaları gereğini savunduk. Bu amaca ulaşmak için Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kendi haber ajanslarını kurmalarına ve aralarında haberleşmelerine yardım ettik. Bu
çalışmalar 70’li yıllarda haber tekellerini sarstı. Bunun sonucu olarak neo-emperyalist ülkelerde UNESCO’ya karşı büyük bir tepki oluştu. Özellikle Nobel ödüllü İrlanda eski Dışişleri Bakanı McBride’ın başkanlığını yaptığı, içinde Sovyetler, Amerika, İngiltere, Fransa ve Afrika’nın bulunduğu uluslararası McBride Komisyonu’nun hazırladığı “Özgür Haber Dolaşımı” raporu tekelci güçler tarafından tepkiyle karşılandı. Bu ülkeler UNESCO’nun iletişim özgürlüğüne karşı çıktığı söylentilerini yaymaya başladılar. Amerika ve İngiltere UNESCO’dan ayrılarak yirmi yıl bu örgütün çalışmalarına katılmadılar. Ama sonra UNESCO’nun doğru bir politika izlediği anlaşıldı. düşün: Sizin de belirttiğiniz üzere yurt dışındaki ülkelerde de özgür düşünce ortamının oluşması ve gelişmesi için pek çok çalışmada aktif görev aldınız. Türkiye’de ne yazık ki özgür düşünce ortamının halen tam olarak oluşmadığını görüyoruz. Bunun sebeplerinden biri olarak pek çok aydının faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi görülebilir. Peki günümüze kadar süregelen “aydın katliamları” hakkında hükümetlerin politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Hıfzı Topuz: Gazeteci ve aydınların katledilmesi Türkiye’de çok eski zamanlara, İttihat ve Terakki dönemine kadar dayanıyor. Özgürlüğe Kurşun kitabımda ele aldığım öldürülen gazeteciler Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey-
S a b a ha t t in A l i e m p e r y a l iz m e , d i k t a r e j im in e , b a s k ı y a , h e r t ü r l ü s ö m ü r ü y e , g e r ic i l iğ e , ş e r i a t a , k a d ın l a r ın e z il m e s in e k a r ş ı o l a n , in s a n h a k l a r ın ı s a v u n a n , y a l n ı z iş ç i s ın ı f ın ı d e ğ i l e z i l e n b ü t ü n h a l k k i t l e l e r i n i , m e m u r u , d a r g e l ir l iy i, kö y l ü y ü , e s n a f ı ko r u m a y a ke n d i n i a d a y a n v e b u n u ha y a t ıy l a ö d ey e n b i r a y d ın d ı. ler Türkiye’de öldürülen ilk üç büyük gazetecidir. Tesadüfen hepsi, o dönemde Batı’ya açık bir okul olan ve içinde daha aydın insanların yetiştiği Galatasaray Lisesi’nden mezundurlar. Bu aydınların diğer bir ortak özelliği ise daha demokratik bir rejim, daha fazla düşünce özgürlüğü istemeleri ve İttihatçılar’a muhalefet etmeleridir. Bu yüzden bu gazeteciler haince öldürülmüşlerdir. Bu üç gazetecinin öldürülmesinden sonraki olaylar pek bilinmez. İttihatçılar’ın tetikçi olarak kullandığı Çerkez Ahmet, Zeki Bey davasında mahkum olup beraat ettikten sonra, İstanbul’daki bazı Ermenileri Suriye’ye götürecektir. Çerkez Ahmet yedi Ermeni gazeteciyi -bu yedi Ermeni gazeteci, kitabımın sonunda yer alan, öldürülen aydınların isimlerinin bulunduğu altmış bir kişilik kara listeye eklenebilir- yolda öldürür. Daha sonra, cinayetlerden haberdar olan ve bu durumdan hoşlanmayan Suriye’de Ordu Kumandanı ve Vali Cemal Paşa, Çerkez Ahmet’in idamını ister ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya ne düşündüğünü sorar.Talat Paşa idam kararını onaylar ve Çerkez Ahmet idam edilir.
odtuadt.com
Ne var ki cinayetleri örgütleyen “Serez Mutasarrıfı” adıyla ünlü İttihatçı Şükrü Bey hakkında hiçbir kovuşturma yapılmaz. Şükrü Bey daha sonra Osmanlı döneminde bakanlığa yükselmiş ve mütarekenin başlarında da İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya sürülmüştür.
düşün, Güz’11 73
Milli Mücadele yıllarında Malta’dan kurtulan Şükrü Bey İstanbul ve Samsun yoluyla Ankara’ya ulaşmış ve onun bu cinayetlerin elebaşısı olduğunu bilmeyen Ankara Hükümeti de kendisini Trabzon Valiliği’ne atamıştır. Daha sonra Kocaeli’nden milletvekili seçilen Şükrü Bey Atatürk’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı’nı hazırlayanlar arasında yer almış ve İstiklal Mahkemesi kararıyla idam edilmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Atatürk zamanında öldürülen tek bir gazeteci yoktur. İnönü dönemine geldiğimizde ise Sabahattin Ali katledilmiştir. Bu olayı Başın Öne Eğilmesin kitabımda anlattım. Sabahattin Ali emperyalizme, dikta rejimine, baskıya, her türlü sömürüye, gericiliğe, şeriata, kadınların ezilmesine karşı olan, insan haklarını savunan, yalnız işçi sınıfını değil ezilen bütün halk kitlelerini, memuru, dar gelirliyi, köylüyü, esnafı korumaya kendini adayan ve bunu hayatıyla ödeyen bir aydındı. Düşünce insanı olmasının yanında çok iyi bir dost, şaka yapmayı seven zeki bir adamdı. Örneğin, birgün bir meyhanede kendisini sivil polislerin izlediğini bildiğinden onları işletmek ve kışkırtmak için “Moskova’dan para aldık, bu akşam burada yiyeceğiz.” demişti. İşte Sabahattin böyle esprili, eğlenceli bir dosttu ve halkını düşünen, her kesimin hakkını savunan bir aydındı. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi katiyen bir devlet kararı değildi. Sabahattin Ali, Ali Ertekin adında bir ajan aracılığıyla Bulgaristan’a kaçmak isterken yakalandı. Düşünce olarak Marksist olmasına rağmen Komünist Parti üyesi
74
düşün, Güz’11
olmayan, kimseden emir almayı sevmeyen, bir disiplin altında çalışmayı kendine yediremeyen ve özgür hareket eden Sabahattin, kendisine kin besleyen eski bir polis müdürünün yönettiği bir işkence sırasında öldürüldü. 1948 Halk Partisi iktidardaydı. CHP’li Başbakan Nihat Erim de, Demokrat Parti liderlerinden Adnan Menderes ve Samet Ağaoğlu da Sabahattin’in nasıl öldürüldüğünü biliyordu ama hiçbiri böylesine acımasız bir olayın üstünde durmadı. 27 Mayıs 1960’da iktidara gelen Milli Birlik Komitesi’nden AKP’ye kadar hiçbir hükümet bu konuyu ele almadı. Kısacası 1948’den bu yana bütün hükümetler ve bütün partiler çok sevdiğim arkadaşlarım Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Abdi İpekçi’nin katledilmelerinde de olduğu gibi katillere sahip çıktılar. “Aydın Katliamları” konusunda üzerlerine düşen görevi yerine getirmemelerinin en belirgin gerekçesi düzenin bozulmasını istememeleridir, zaten bunu bir bakanın “Duvardan bir tuğla çekersen duvar yıkılır.” sözü de bir bakıma açıklıyor.
Ü l ke n in ç a ğ d a ş l a ş m a y o l u n d a g e l i ş m e s in e s a ğ l a d ı ğ ı k a t k ı y a r a ğ m e n ko m ü n iz m p r o p a g a n d a sı s ö z ko n u s u b il e d e ğ il ke n Kö y E n s t it ü l e r i’ n e i d e o l o j i k s a l d ır ıl ar o l d u. düşün: Sizin “savaş yıllarında kültür devrimi” olarak adlandırdığınız Köy Enstitüleri’ni anlatan Tavcan isimli kitabınızda Sabahattin Ali’yle ilgili bir anı var. Köy Enstitüleri öğrencileri Sabahattin Ali’den Nazım Hikmet’in bir şiirini okumasını istiyorlar. Fakat Nazım’ın bir şiirini okuması bile Sabahattin Ali’nin öğrencilere komünizm aşıladığı şeklinde söylentilerin yayılmasına sebep oluyor. Bu söylentilerin yanında enstitüler hakkındaki komünist yuvası suçlamaları üzerine bu eğitim kurumları çok fazla baskı görüyor. O dönemki Köy Enstitüleri’nin yerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hıfzı Topuz: Atatürk zamanında Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olan Mustafa Necati, Vasıf Çınar, Reşit Galip Beyler ve İnönü döneminde de Saffet Arıkan çağdaş Türk eğitim sisteminin ve Köy Enstitüleri’nin temellerini atan kişilerdi. Daha sonraları bu fikirleri Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç hayata geçirdi. Hasan Ali Yücel’in bakanlığı döneminde kurulan Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in ve Kemalizm’in kültür politikalarının uygulamasıydı. Öğrenciler kendilerini yalnız akademik yönden geliştirmekle kalmıyor, öğrendikleri bilgileri uygulamalı yöntemlerle hayata geçiriyorlardı. Ayrıca tarımcılık, hayvancılık ve balıkçılık yaparak okul masraflarını karşılıyorlardı. Köy Enstitüleri UNESCO’nun düzenlediği uluslararası toplantılarda da gelişme yolundaki ülkelere örnek gösterildi. Ülkenin çağdaşlaşma yolunda gelişmesine sağladığı katkıya rağmen komünizm propagandası söz konusu bile değilken Köy Enstitüleri’ne ideolojik saldırılar oldu. Öğretmenler bu eğitim kurumlarında komünizm propagandası yapıyor diye dava açılmadı. Ancak enstitülere yapılan saldırılar büyük zararlar verdi. Örneğin Sabahattin Ali, Hasan Ali ve Tonguç bu saldırılardan yara aldılar.
odtuadt.com
Hasan Ali Bey çok sevdiğim, hayran olduğum, Osmanlı kültürüne, Bektaşilik ve Mevlevilik’e meraklı, mistik bir havası olan, hoşgörülü bir aydındı. Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı dönem içinde eğitim hayatına pek çok yenilik getirdi. UNESCO’nun kuruluşu için 1945’te Londra’da düzenlenen toplantıya da katılmıştı.
Yıllar sonra 1960’ta Paris’te toplanan UNESCO genel konferansına katıldı. Ben de o dönemde UNESCO’da çalışıyordum. Birgün Hasan Ali’ye “Burada görmek istediğiniz eski dostlarınız var mı?” diye sordum. Abidin Dino’dan, Avni Arbaş’tan ve Pertev Boratav’dan söz ettik. “Hepsini görmek isterim ama başkasını çağırma.” dedi. Bunun üzerine o akşam bizim evde toplandık. Pertev Bey bordo bir kravat takmıştı. Hasan Ali “Pertev, sizin bu kırmızı kravatınız yüzünden başıma neler geldi.” diyerek takıldı.
E ğ e r Kö y E n s t it ü l e r i’ n in v e r d iğ i mücadele daha uzun soluklu o l a b i l s ey d i h iç ş ü p he s iz d e m o k r a s im iz ş u a n b u l u n d u ğ u d u r u m d a n d a h a ü s t d ü z ey d e o l a c a k t ı. Pertev Bey de “Bakın beyefendi, benim kravatım kırmızı değil bordo, sizin kravatınızda kırmızı noktalar var.” deyince Hasan Ali bu kez “Ben senin gibi haykırıyor muyum?” dedi. Pertev Boratav komünist değil, sadece ılımlı sosyalistti. Pertev Bey de, Sabahattin Ali de proleterya diktatörlüğünden yana değillerdi, demokrasi yanlısı insanlardı. O dönemde bu aydınların hepsi Moskova ajanı olarak ünlenmişti. Zaten Türkiye’de eskiden devletçiliği ve sosyal adaleti benimseyen her insana komünist deniyordu. Komünizm propagandası yapmakla suçlanan Köy Enstitüleri Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmaya yönelmişlerdi; öğrencinin aydınlanmasını, okuyup üretirken genel kültür sahibi olmasını sağlıyorlardı. Kurulduğu günden itibaren toprak ağalarını ve bazı çıkar gruplarını ürküten Köy Enstitüleri, köylünün kendi başına kalkınabileceğini kanıtlamıştı. Köylünün kalkınmasını ve aydınlanmasını sağlayan bu eğitim kurumlarının kapatılmasıyla Türkiye’de çağdaşlaşmanın önüne set çekilmiş oldu. Eğer Köy
düşün, Güz’11 75
Enstitüleri’nin verdiği mücadele daha uzun soluklu olabilseydi hiç şüphesiz demokrasimiz şu an bulunduğu durumdan daha üst düzeyde olacaktı.
Kısacası, bugünün koşullarında yeni teknolojik araçları kullanarak ve televizyondan yararlanarak geri kalmış çevreleri uygarlık düzeyine ulaştırmak için yeni projeler oluşturmak ve yeni eğitim kurumları yaratmak gerekir.
Çevremdeki in s a n l a r ı n h e p s i Türkiye’ye ç o k o l u m l u b a k ı y o r d u ; çünkü Türkiy e , g e r ic i v e t u t u c u b ir İslam toplum u n d a n s ıy r ıl ıp B a t ı uygarlığını ö r n e k a l a r a k çağdaşlaşma y o l u n d a il e r l ey e n yeni bir ülke o l m u ş t u .
düşün: UNESCO’ daki göreviniz sebebiyle uzun yıllar yurt dışında bulundunuz. Yurt dışında Türkiye’yi dışardan gözlemleme imkanınız oldu. Bu süre zarfında, insanlar Türkiye hakkında nasıl bir izlenime sahipti?
Ben Köy Enstitüleri’nde bulunmadım ama bu enstitülerden yetişmiş Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Adnan Binyazar, Osman Şahin, Mehmet Başaran gibi nice aydın arkadaşım oldu. Köy Enstitüsü öğretmenlerinden Mualla Eyuboğlu, Sabahattin Eyuboğlu, Bahattin Fırtına gibi bazı ilerici aydınları tanıdım, onların görüşlerini paylaştım. Enstitülerle ilgili yazı istendiği zaman yazıyorum ve toplantılarına katılıyorum. İlk olarak yirmi yıl önce İstanbul’da Lütfi Kırdar Salonu’nda Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Mehmet Başaran, Can Yücel ve Bahattin Fırtına ile beraber Köy Enstitüleri’nin günümüzde olup olamayacağı hakkında konuşmuştuk. düşün: Peki sizce bugün Köy Enstitüleri tekrar kurulabilir mi? Hıfzı Topuz: Bugün Köy Enstitüleri eski biçimiyle tekrar kurulamaz; çünkü bugünün teknolojisi ve nüfusun köy ve kentlerdeki dağılımı çok değişti. İçinde bulunduğumuz çağın gereklerine ve gelir dağılımına göre daha farklı uygulamaların hayata geçirilmesi uygun olur. Nüfusun köylerdeki oranı yüzde 20’lere indi. Köyde yaşayan halkın büyük bir kesimi kentlere göç etti ve kentlerin çevresinde genelde yoksul ve tutucu mahalleler oluştu. Kentlerde yaşayan köylü topluluğu da gerici güçlerin etkisi altında kaldı.
76
düşün, Güz’11
Hıfzı Topuz: 1959’dan itibaren yirmi beş yıl UNESCO’da çalıştım. Düzenlediğim toplantılarda dünyanın her yanından gelen insanlarla birlikte olduk. Çevremdeki insanların hepsi Türkiye’ye çok olumlu bakıyordu; çünkü Türkiye, gerici ve tutucu bir İslam toplumundan sıyrılıp Batı uygarlığını örnek alarak çağdaşlaşma yolunda ilerleyen yeni bir ülke olmuştu. Türkiye deyince insanların aklına ilk gelen isim Atatürk oluyordu. Özellikle Kuzey Afrika ülkelerinde, Tunus’ta, Cezayir’de ve Fas’ta müthiş bir Atatürk hayranlığı vardı. Yalnız Atatürk döneminde değil ondan sonraki dönemlerde de Türkiye Batılı ve uygar ülkeler arasında sayılıyordu. Yabancı ülkelerde bulunduğum yaklaşık altmış yıl boyunca hiç kimse bana ve Türkiye’ye gerici gözüyle bakmadı. Ancak bugün Türkiye’nin Batılı bir ülke olarak görüldüğü konusunda ciddi şüphelerim var. düşün: Anılarınızı ve düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
TARİHİN KARA BİR SAYFASI: MENEMEN OLAYI*
* Ece YÜCE | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
“Düştü Kubilay’ın başsız gövdesi Bir zeytin dalı gibi yere, Düştü cebinden bir kitap Açıldı göklere…”**
odtuadt.com
Menemen’deki Kubilay Anıtı’nın önünde “İnandılar, dövüştüler, öldüler” yazar. Öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay, Bekçi Şevki ve Hasan cumhuriyeti, laikliği ve devrimleri korumak için kendilerini tehlikeye atmaktan çekinmeyen üç kişidir. Olayın gerçekleştiği 1930 yılının Aralık ayının 23’ü sıradan bir gün değil, aksine Kubilay, Hasan ve Şevki’nin hazin öyküsünü anlatan önemli bir gündür.
23 Aralık’a Giden Yol Tarihte yapılan her devrimci hareketin bir karşı tezini doğurduğu göz önünde bulundurulduğunda, Türk Devrimi’nin gerçekleştiği süreçte, devrim karşıtı hareketlerin doğması şaşırtıcı değildir. Menemen Olayı da yapılan devrimler sırasında karşılaşılan gerici hareketlerden birisidir. Olayın yaşanmasına kadar geçen süreçte; saltanat kaldırılmış, cumhuriyet ilan edilmiş, halifeliğe son verilmiş, eğitimde, hukukta ve kılık kıyafette devrimler yapılmış kısaca çağdaş bir Türkiye’nin temelleri atılmıştır. Fakat tüm bunlar gerçekleştirilirken, birtakım çevreler ya-
** Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Kubilay Destanı” adlı şiirinden alınmıştır.
düşün, Güz’11 77
pılan devrimleri içselleştirmeyi reddetmiş, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması ile birlikte de tepkilerini bu partinin çatısı altında dile getirmeye başlamışlardır.
Mustafa Kemal , h a l k ın m u h a l if sesle tanışmas ın ı, m u h a l e f e t i n mecliste nasıl b i r i ş l ev in in olduğunu öğren m e s in i, d e m o k r a tik yaşam konusun d a b il in ç l e n m e s in i ve cumhuriyeti n k i ş il e r e b a ğ l ı olmaktan çıkar ıl ıp , h a l k ın b ey n in d e ve kalbinde kök l e ş m e s i n i , s a r s ıl m a z bir yer edinme s in i is t e m iş t i r. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması, yeni kurulan rejimin, sürekli olarak tek bir partinin varlığını sürdürmesine dayanmadığını ve çok partili düzene geçme özlemini içerisinde barındırdığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. 12 Ağustos 1930 yılında tarih sahnesine çıkan parti bizzat Atatürk’ün girişimleriyle kurulmuştur. Çok partili hayata geçişin ilk denemesi olan ve kurulduktan sonra rejim karşıtı kişilerin de örgütlendiği bir yer haline gelen Terakkiperver Cumhuriyet Halk Fırkası deneyiminin ardından Mustafa Kemal Atatürk’ü ikinci bir partiyi kurmaya iten sebeplerin neler olduğuna göz atmak fayda sağlayacaktır. Mustafa Kemal mecliste birden fazla siyasi partinin bulunmasıyla demokrasinin işlerlik kazanabileceği bir zeminin oluşacağını düşünüyordu. Atatürk’ün ”Büyük Millet Meclisi’nde ve millet önünde, millet işlerinin serbest münakaşası ve iyi niyetli kimselerin ve partilerin görüşlerini ortaya koyarak milletin yüksek çıkarlarını aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir.”1 sözü, demokrasi konusundaki hassasiyetini göstermektedir. Mustafa Kemal, halkın muhalif sesle tanışmasını, muhalefetin mecliste nasıl bir işlevinin oldu-
78
düşün, Güz’11
ğunu öğrenmesini, demokratik yaşam konusunda bilinçlenmesini ve cumhuriyetin kişilere bağlı olmaktan çıkarılıp, halkın beyninde ve kalbinde kökleşmesini, sarsılmaz bir yer edinmesini istemiştir. Bu sebeple yeni bir parti kurulmasını istemiş ve daha önce yaşanan tecrübeleri göz önünde bulundurarak muhalefetin rejim tartışmaları üzerinden yapılmaması için güvendiği bir isim olan Fethi Okyar’a düşüncesini açıklamış ve ondan laikliği, cumhuriyeti ve devrimleri koruma önkoşuluyla bir parti kurmasını istemiştir. Fethi Bey de genç Türkiye’nin temel taşları olan bu önkoşullara bağlı kalacağı konusunda söz vererek partiyi kurmayı kabul etmiş ve parti programının hazırlanması için çalışmalara başlamıştır. Oluşturulan programa göre parti yukarıda da ifade edildiği gibi laikliğe ve cumhuriyetçiliğe bağlı kalmış sadece mali ve iktisadi konularda farklı düzenlemelere gitmiştir. Örneğin yabancı sermayeye açık olunmasını istemekte ve ekonomik hayata devletin müdahalesini kabul etmemektedir. Liberal bir ekonomi programına sahip olan parti ilk olarak o güne kadar
uygulanan ekonomi politikalarını eleştirmiştir. Yeni kurulan parti büyük bir heyecan yaratmış, halkın ve basının da ilgisiyle her kesimde büyük bir merak uyanmıştır. Fakat ne yazık ki Şevket Süreyya Aydemir’in de deyişiyle rüzgârlar bütün anlaşmalara, iyi niyetlere ve teminata rağ-
men, başka türlü esmiş, devrim içinde demokrasi arayışlarının yaratmış olduğu daha özgür ve demokratik ortamın ruhuna yakışmayacak gelişmeler yaşanmıştır. Suna Kili şu ifadesiyle o süreci oldukça iyi özetlemektedir: ”Cumhuriyet Dönemi her çok partili yaşama geçiş aşamasında görüldüğü gibi girilen özgür ortamı fırsat bilen tutucu, cumhuriyet, laik düşünce karşıtı kişiler, eski kırgınlar, imparatorluk artıkları, mezhepçi, tarikatçı çevreler Serbest Cumhuriyet Fırkası’yla ortaya çıkarlar, partinin yerel örgütlerinde görev almaya başlarlar.”2 Parti, mecliste denetim mekanizması olarak işleyecek bir muhalefet organı gibi görülmekten ziyade dev-
Part i, meclist e d e n e t i m mekanizması o l a r a k i ş l ey e c e k b i r muhalefet org a n ı g ib i görülmekten z i y a d e d ev r i m karşıtı hareke t l e r in örgütlenebilec e ğ i b ir o d a k o l a r a k görülmüştür.
S e r b e s t C u m h u r i y e t F ır k a s ı ’ n ın kurulmasıyla hedeflenen çok p a r t il i y a ş a m d e n e m e s i m a a l e s e f b a ş a r ıl ı s o n u ç l a n a m a m ış , b u d e n e m e n i n d a ha g ö r ü n ü r k ıl d ığ ı g e r il im i l e b e r a b e r M e n e m e n ’d e a s l a b e l l e k l e r d e n s il i n e m ey e c e k k a n l ı o l a y l a r y a ş a n m ı ş t ır. eylemlerin önüne geçmek ve bu eylemleri gerçekleştirenlerin amaçlarına alet olmamak adına 17 Kasım 1930’da parti kendini kapatma kararı almıştır. Ne de olsa, Turgut Özakman’ın da ifade ettiği gibi “Amaç çok partili yaşamı başlatmaktır, parti çatışmalarını başlatmak değildir.”5 Böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla hedeflenen çok partili yaşam deneme-
odtuadt.com
rim karşıtı hareketlerin örgütlenebileceği bir odak olarak görülmüştür. Duverger’nin de belirttiği gibi parti, rejimin bütün düşmanlarının, özellikle laiklik aleyhtarlarının ve dinci mutaassıpların birleşme yeri haline gelmiştir.3 Mecliste karşılıklı sürtüşmelerin şiddetlenerek artması, devrim karşıtı kimseleri daha da cesaretlendirmiştir. Sonuç olarak; İzmir’de Halk Fırkası’nın binasına saldırılmış, Mustafa Kemal’in resimleri indirilmiş ve Halk Fırkası’nı destekleyen Anadolu gazetesi kuşatılmıştır. Bu olaylar üzerine Mustafa Kemal Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçte “İzmir’de bir gazetenin yönetim yerine ve CHP merkezine her ne neden ve biçimde olursa olsun ortaya çıkan saldırılardan ve hükümet yetkisine karşı bazı anlayışsızlar tarafından yapılan çirkin saldırılardan dolayı çok üzüntü duyduğumu kestirmek güç değildir.”4 diyerek bu konudaki hassasiyetini belirtmiştir. Tüm bu olayların devamında, şiddeti gittikçe artan
düşün, Güz’11 79
si maalesef başarılı sonuçlanamamış, bu denemenin daha da görünür kıldığı gerilim ile beraber Menemen’de asla belleklerden silinemeyecek kanlı olaylar yaşanmıştır. Bu kanlı olayların yaşandığı 23 Aralık sabahı Nakşibendî Tarikatı üyesi Derviş Mehmet yanı-
Menemen’de y a ş a n a n l a r, y ı l l a r d ı r din adına çeşit l i h u r a f e l e r l e sömürülen bir t o p l u m u n , a k ıl v e bilimi esas alm a y a n b ir i r a d e il e yönetilmediği v e b u k a v r a m l a r ı içselleştirmed iğ i s ü r e c e , a k ıl d ı ş ı söylemlerin pe ş in e r a ha t l ı k l a takılabileceğin i n g ö s t e r g e s id i r. na birkaç adamını da alarak Menemen’deki Müftü Camisi’ne gelmiş, sabah namazını kılmakta olan kişilere kendini “Mehdi” olarak tanıtmış ve kendisini Allah’ın kurtarıcı olarak gönderdiğini iddia ederek şeriat istediğini ilan etmiştir. Derviş Mehmet bu sözlerden sonra yeşil bayrağı açmış ve yüz kadar insanı etrafına toplamıştır. Bu sırada olay Jandarma Birlik Komutanı’na iletilmiş ancak komutan elinde yeterli birlik olmadığından Alay Komutanı’ndan yardım istemiştir. Alay Komutanı ise kendi birliğinden sadece
80
düşün, Güz’11
bir kişiyi adamları dağıtmakla görevlendirmiştir. Bu kişi yedek subaylığını Menemen’de yapmakta olan 24 yaşındaki genç öğretmen Mustafa Fehmi’dir. Kendisine devrimlerden esinlenerek Kubilay adını vermiş olan bu genç6, bir müfreze askeri de yanına alarak ellerinde bulunan kurusıkı mermiler ile isyanı bastırmak üzere Müftü Camisi’ne gitmiştir. Kubilay, isyancıları dağılmaya ikna etmeye çalışmış fakat Derviş Mehmet ve arkadaşları onun sözlerine aldırış etmeyerek Kubilay’ı vurmuştur. Sonrasında ise Derviş Mehmet, yaralı bir halde cami avlusuna sığınan Kubilay’ın boğazını küçük bir bağ testeresi ile kesmiştir. Ardından Kubilay’ın kesik başını etraftakilerin de yardımıyla yeşil bayrak takılı direğe bağlamış ve eline aldığı direkle Menemen sokaklarını dolaşıp halkı ayaklanmaya çağırmıştır. Olayı fark eden Bekçi Hasan ve Şevki, Derviş Mehmet’in adamlarından birini vurmuş bunun üzerine isyancılar bu kez de bekçilere ateş açarak onları öldürmüştür. Ayaklanmanın büyümesi üzerine Alay Komutanı olay yerine makineli tüfeklerle asker göndermiş ancak askerin teslim olun çağrısına kulak asmayan isyancılar, kendilerine kurşun işlemeyeceğini iddia etmişlerdir. Sonuç olarak Mehmet ile iki adamı orada öldürülmüş diğerleri de askerler tarafından ele geçirilmiştir. Bütün bu yaşananlardan sonra bir harp divanı kurulmuş ve 105 kişi tutuklanmıştır. 14 Ocak 1931’de başlayan duruşma ay sonunda bitmiş; mahkeme sonucunda 40 kişinin salıverilmesine, 27 kişinin beraatına, 41 kişinin çeşitli cezalara çarptırılmasına ve 37 kişinin de idamına karar verilmiştir. Daha sonra 6 kişinin idam cezası yaşları küçük olduğu gerekçesiyle ağır hapis cezasına ve 2 kişinin idam cezası ise 2 yıl hapis cezasına çevrilmiştir.
bileceklerinin en somut göstergesidir. Bu olay, yıllarca ümmet anlayışının yaygın olduğu toplumdan özgüveni yüksek bir ulus yaratmayı ve laik toplum düzeni oluşturmayı hedefleyen Türk Devrimi’nin ne kadar zorlu bir mücadeleye ihtiyaç duyduğunu kanıtlar niteliktedir. Aynı zamanda Menemen’de yaşananlar, yıllardır din adına çeşitli hurafelerle sömürülen bir toplumun, akıl ve bilimi esas almayan bir irade ile yönetilmediği ve bu kavramları içselleştirmediği sürece, akıl dışı söylemlerin peşine rahatlıkla takılabileceğinin göstergesidir. Her devrim sonrasında olabileceği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurulduğu yıllarda yeni rejimi benimsemeyen ve eskiye dair özlem duyan gruplar olmuştur. Bu grupların varlığına rağmen Cumhuriyet’in kuruluşundan çok partili hayata geçene kadar Cumhuriyet kadroları demokrasi fikri ve hedefinden vazgeçmemiş ve bugünkü siyasal sistemimizin temellerini atmışlardır. Unutulmamalıdır ki yıllar sonra devrim karşıtı grupları dahi yasal alanın içinde tutan ve demokratik mücadeleye katılmalarını sağlayan, Avrupa’da bile totaliter rejimlerin hakim olduğu bir dönemde demokrasi fikrinden vazgeçmeyenlerin kurduğu bu rejimdir.
Sonuç Yerine Serbest Cumhuriyet Fırkası, rejim karşıtlarının bu parti içerisinde örgütlenmesinin ardından yaşanan üzücü olaylar sonucunda kendisini kapatma kararı almak zorunda kalmış böylelikle içinde bulunulan döneme göre oldukça ilerici bir atılım olarak nitelendirebileceğimiz çok partili hayata geçiş denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
KAYNAKÇA 1. Atatürk’ün Bütün Eserleri, 23. c. , s.339. 2. KİLİ Suna, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.231. 3. Duverger Maurice, Siyasi Partiler, s.361. 4. KİLİ Suna, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.231. 5. ÖZAKMAN Turgut, Cumhuriyet Cilt 2, Bilgi Yayınevi, Ankara, s.748. 6. TOPUZ Hıfzı, Devrim Yılları, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004, s.233.
odtuadt.com
Partinin kapatılmasının ardından yaşanılan Menemen Olayı, tutucu ve şeriat isteyen çevrelerin uygun bir ortam bulduğunda, çağdışı fikirlerini kabul ettirmek için kanlı bir eyleme girişe-
düşün, Güz’11 81
82
düşün, Güz’11
odtuadt.com
düşün, Güz’11 83
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE TOPLULUĞU
Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Topluluğu, Müdafaa-i Hukuk ruhundan hareketle iktisadi, siyasal, sosyal ve kültürel sömürüye neden olan yayılmacı fikir ve eylemlere karşı dünyada, tam bağımsızlık için mücadele azmini yaratmış, cumhuriyetimizin kurucu ideolojisi Kemalizm’i anlamak, aktarmak ve sürekli devrimcilik ilkesine dayanarak geliştirip uygulamaya sunmak amacıyla çalışmalarına 1993 yılından beri devam etmektedir. Özellikle son yıllardaki dinamizmiyle kurumsallaşmasını tamamlama aşamasında olan ve ekibiyle birlikte giderek kalıcı, planlı ve etkili bir gelişme gösteren topluluğumuz Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı bir öğrenci topluluğudur ve üniversitemizin tüm fakültelerinde faaldir. Her platformda altını ısrarla çizdiğimiz üzere hiçbir siyasi parti, dernek ve kurum ile doğrudan ya da dolaylı bir bağlantısı bulunmamaktadır. DEÜ ADT, bu bağımsız duruşuyla kararlarını kendi yetkili organlarında almaktadır. Bu anlayışımız bir uzlaşmazlığın değil, gerçek anlamda Atatürkçü gençliğin sesini duyurabilme hedefimizin yansımasıdır. Topluluğumuz tarihi ve kültürel gezileriyle, toplumsal duyarlılık kampanyalarıyla, tiyatro film
84
düşün, Güz’11
ve belgesel gösterileri, bilinçlenme çalışmaları, bölgesel ve ulusal ilişkileriyle okulumuzun en dinamik, örgütlü ve güçlü topluluğudur. Düzenlediğimiz paneller, söyleşiler ve konferanslarla, sürekli yayınlarımız, okuma gruplarımız, iç eğitim ve üyelere ulaşma toplantılarımız gibi çeşitlendirdiğimiz etkinliklerimizle üyelerimize bilimsel zeminde, tarihsel gerçeklerden yola çıkarak, aklın rehberliğinde bir tartışma ortamı sunmak, yaptğımız etkinliklerle geniş kitlelere ulaşmak en büyük hedefimiz. 20 yıla yakın süredir teoride ve pratikte faaliyetlerine devam eden DEÜ ADT’nin amacı, çağdaş, bilimsel ve bağımsız bir yapı içerisinde, bilimsel verileri ve tarihsel gerçekleri günümüz koşullarında değerlendirerek bizlere dayatılmaya çalışılan teslimiyetçiliğe ve baskıya karşı Kemalizm’i çare olarak sunmaktır. Çünkü bizce Ahmet Taner Kışlalı’nın söylediği gibi “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür.” Bizler çoğulcu demokrasinin hayata geçirildiği, ifade özgürlüğünün korunduğu, hukukun üstünlüğünün yeniden sağlandığı, sosyal devlet anlayışının hakim olduğu, laik, anti-emperyal karakterde tam bağımsız bir Türkiye istiyoruz.
2 2 . K U R U LU Ş Y I LD Ö N Ü M Ü A N I T K A B İ R R E S M İ TÖ R E N İ
22. Kuruluş Yıldönümü sebebiyle gerçekleştirilen Anıtkabir Resmi Töreni’nde Yönetim Kurulu Başkanı Bahar YALÇIN Anıtkabir Özel Defteri’ni imzalarken.
Bizler kendine Kemalizm’i rehber edinmiş gençler olarak, çağdaş, demokratik, laik ve özgür bir Türkiye’de yaşamayı amaç edinmiş bulunuyoruz. Bu amacı gerçekleştirebilmek adına, kurucusu olduğunuz Cumhuriyet’i emanet ettiğiniz bizler sizi daha iyi anlamak ve anlatmak için çalışıyor, “tek hakiki mürşit” olan ilim ile yolumuza çıkan engelleri aşıyoruz. Topluluğumuzun 22. yaşını kutladığı bu sene de her sene olduğu gibi, sorumluluğunun farkında olan ve aynı hassasiyetleri paylaşan üyelerimiz ve mezunlarımız ile beraber daha güçlü bir Türkiye yaratmak için elimizden geleni yapacağımıza söz veriyor, şahsınıza saygılarımızı sunuyoruz.
10. Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet SEZER’i evinde ziyaret ederken...
ODTÜ ATAT Ü R KÇ Ü D Ü Ş Ü N C E TO P L U L U Ğ U 2 0 1 0 - 2 0 1 1 D Ö N E M İ E T K İ NL İ K L E R İ
86
11. Geleneksel Yardım Kampanyası yararına düzenlenen “Sunay Akın Anlatıyor” isimli gösteri.
18. Adalet ve Demokrasi Haftası etkinlikleri kapsamında, Altan ÖYMEN, Erol TUNCER, Barış ÇETİN ve Melih DURUKAN’ın katılımıyla “Cumhuriyet ve Demokrasi” başlıklı konferans.
Altan ÖYMEN, Erol TUNCER, Oktay EKŞİ ve Türker ALKAN’ın katılımlarıyla Altan ÖYMEN’in gazetecilikteki 60. yılı onuruna düzenlenen “60. Yıl Önce, 60 Yıl Sonra Altan Öymen” başlıklı söyleşi.
ODTÜ ADT Yön. Krl. Bşk. Bahar YALÇIN’ın sunumuyla “Kemalizm” konulu Perşembe Toplantısı.
Mehmet TEZKAN ve Metin FEYZİOĞLU’nun katılımlarıyla “Gündem Üzerine Değerlendirmeler” başlıklı söyleşi.
ODTÜ ADT 2003 Mezunu Barış ÇETİN’in sunumuyla “Paris Komünü Neydi, Neden Önemliydi?” başlıklı Perşembe Toplantısı.
düşün, Güz’11
odtuadt.com
Sami SELÇUK ve Ersan ŞEN’in katılımlarıyla “Referandum Sonuçları Üzerine Değerlendirmeler” başlıklı konferans.
Yeditepe Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’nün düzenlediği “ADK/ADT 7. Ulusal Çalıştayı”.
11. Geleneksel Yardım Kampanyası’nı tanıtmak amacıyla için kütüphanede açılan sergi.
Afyonkarahisar Konarı İlköğretim Okulu’na yapılan 11. Geleneksel Yardım Kampanyası çalışması.
Topluluk olarak katıldığımız “Soğuk Bir Berlin Gecesi” adlı tiyatro oyunu.
Topluluk olarak düzenlediğimiz dönem sonu yemeği.
düşün, Güz’11 87
SOSYAL TEORİ VE GEÇ MODERNLİKLER - İBRAHİM KAYA İbrahim Kaya, Sosyal Teori ve Geç Modernlikler kitabında çoklu modernlik ve geç modernlik kavramlarını Batı ve Doğu ayrımı bazında değerlendiriyor. Batı ve Doğu medeniyetleri içindeki farklı kültürlerin özgün çoklu modernlikler oluşturduğunu ifade eden Kaya, bu modernliklerin oluşmasında kültürün yanında ekonomik, sosyal, siyasi ve ideolojik faktörlerin de önemini vurguluyor. Yazarın ürettiği geç modernlik teriminin anlaşılabilmesi için, kitapta sıkça üzerinde durduğu çoklu modernlikleri iyi analiz etmek gerekiyor. Geç modernlikleri genel olarak Doğu modernlikleri şeklinde ifade eden Kaya; Rus, Japon ve Türk deneyimlerini, bu çeşit modernliklere örnek gösteriyor. Yazar, Türk deneyiminin Batı modelinin kopyası olmadığını, özgün koşullarla oluştuğunu ifade ederken; bu modelin gelişimindeki uluslaşma sürecine ve laiklik kavramına dikkat çekiyor. Kitabın diğer bölümlerinde İslam ile modernlik arasındaki ilişkileri de inceleyen Kaya, son yıllarda gündemde olan kadın sorununa Kemalizm ve İslamcılık karşılaştırması bağlamında bir bakış açısı getiriyor.
BANA ATATÜRK’Ü ANLATTILAR - HIFZI TOPUZ Cumhuriyet’e tanıklık edenlerin anılarıyla Atatürk’ü anlatan bu kitap hepimizin evinde bulunması gereken baş yapıtlardan biri. Kimimizin unuttuğu, kimimizin sakladığı gazete sayfalarından Hıfzı Topuz’un derlemiş olduğu bu anılar Atatürk’ü özlediğimiz bugünlerde tozlu raflarından yeniden ortaya çıkıyorlar. En yakın arkadaşlarının, manevi kızının, hatta Kurtuluş Savaşı’nın yenik generali Trikupis’in Atatürk’le anılarının bulunduğu bu kitap Atatürk’ün bilinmeyen pek çok yanını ortaya çıkarmakta.
KULLANMA!!! KAPAK VAR BURDA...
Trikupis’e “Üzülmeyin generalim Napolyon da bir savaş kaybetmiş esir olmuştu’’ diyen asker Atatürk’ü, olağanüstü bir güçle dinlenmeden çalışan devrimci siyaset adamı Atatürk’ü, asrın ötesini gören büyük bir dahiyi ama her şeyden önce insan Atatürk’ü anılarla yeniden öğreniyoruz.
İKİ TÜRK’ÜN ÖLÜMÜ - SITKI ULUÇ
odtuadt.com
İki Türk’ün hikayesi var bu kitapta. Maddi sıkışıklık yaşamaları üzerine, çocuklarını okutabilmek için ikinci bir iş bulurum deyip geç saatlere kadar çalışan fedakar bir anne birisi. Kocası kalleş bir bombayla öldürülmesin diye, her gün kocasından önce arabayı kendisi çalıştıran cesur bir kadın; Fransız bir ailede büyümesine rağmen öldüğü zaman tabutuna bir Türk bayrağı konulmasını isteyecek kadar Türk; kalbinin sıcaklığı yüzünden okunan güzel bir kadın… Gelecek ve umudu gençlerde gören bir öğretmen diğeri. Katılmadığı fikirleri bile hoşgörüyle dinleyen centilmen; bakanlığı döneminde bir apartman dairesinde oturan mütevazı bir siyasetçi; cenazesine tüm subayların üniformayla katıldığı bir sivil; fikirleriyle yaşayan bir aydın…
düşün, Güz’11 88