Biz Kimiz?
Her sözden evvel, bizler Türk Milliyetçisiyiz.
Bizler üniversiteli Türk Milliyetçisi gençleriz. Atsız’a göre üniversite, ideal mücadelesinin cephesi, kürsü siperidir. Türkçü gençler olarak fikir mücadelemizde güçlü bir çatı oluşturabilmek maksadıyla okuyucuya sunduğumuz dergimizde, parti siyasetinden uzak fakat ülke siyasetine hakim bir çizgide olacağız. Alışılagelmişin dışında yeni sözler söylemeye çalışacağız. Türklüğün payidar kalması için neyi gerekli görüyorsak onu yazacağız. Elinizdeki derginin içinde sadece yazılarımız değil, gönüllerimiz vardır. Elini değil, başını taşın altına koyan bir avuç gencin emeğidir ÖKTEM. Yalnız idik. Kendi devletimizin üniversitesinde kendi devletimize kin kusan afişlerin arasında yalnız idik. Milletimize, dinimize kin kusanlara karşı duran yüreklerde bulduk birbirimizi. Üç olduk, yedi olduk, kırk olduk. Çoklukta bir olduk. Dost idik, kardeş olduk. Omzumuzda el olduk. Beraber içilen bir bardak çayın sıcaklığında kaynaştık birbirimize. Çay boğazımızdan, sohbetler gönüllerimizden akıyordu. Süleymaniyede bir sabah namazı sonrasında fırından çıkmış sıcacık poğaçanın buğusuydu memleket, ve o buğuda ısındı ellerimiz. Soğuk ocak odasında sabahlara kadar süren tartışmalarda içimizi ısıtan umudumuz vardı. Atalar mirası 240 yıllık bir okulda, bunca haini görüp dosdoğru bir yol olduk. Gelecek sizin ellerinizde şekillenecek dediler, ellerimizi çelik örslerde dövdük. Ülkü denen nazlı bir geline vurulduk ki gözümüz başka bir şey görmez oldu. Herkes gününü gün ederken, biz inançlarımız uğrunda yaşamanın hazzını tadıyoruz. Ülkücü değil, ülkücü adaylarıyız. Hacca giden karınca misali, İbrahim(a.s)’a su taşıyan karıncalar misali ülkü yolunda bir zerre olabilmenin derdindeyiz. Zamane gençliğinin
uçuk yaşantısında kendine yer bulamayıp, kendi düzenimizi, atalar mirası düzenimizi kurmaya çalışıyoruz. Öz vatanımızda, öz milletimizi seviyoruz diye, bizi sevmeyenler de var tabii ki. Herkese saygı duyanlar, herkes ölürken ağlayanlar, insaniyetten bahsedenler, mevzu Türklük olunca susanlar var. Seviyoruz diye milletimizi “faşist” de diyorlar ya malum. Kafatasının içinde birkaç gram et taşıyan zavallılar ne bilecekmiş millet sevdasını, faşist derler elbet. Yüreği olmayan ne bilecekmiş memleket sevdasını, faşist derler elbet. Rahmetli Turan Yazgan hocamızın öğütlediği gibi; en doğru yol Türklüğe hizmet yoludur.Ve biz ölünceye kadar bu yolda karınca kararınca da olsa çalışacağız, didineceğiz, fikren çarpışacağız. Neden ÖKTEM dedik ? Öktem. Güçlü. Kudretli. Otağı ayakta tutan ana direk.. Biz okulumuzda bir kardeşlik bağı kurduk. Kadeh tokuşturanlardan değil, yürek tokuşturanlardan olduk. Şimdi öyle bir düzen oturtmalıyız ki bizden sonrakilerin başını sokacağı bu çadır ayakta kalsın. Artık kimse yalnız kalmasın! Yalnızlığın sancısını çektik, biliyoruz. Bizden sonrakiler çekmesin! Kendini öz vatanında yabancı hissetmesin. Sapmasın yolundan, düzene dahil olup, çarkların arasında öğütülüp gitmesin. Ana babasının gönlü rahat emanet edeceği bir ortam olsun. Geldiğinde çayı demlenmiş, bardağına dökülmüş ve kapıda kardeşleri tarafından bekleniyor olarak girsin üniversitesine ilk defa. Leş kargaları, akbabalar dolaşmasın başında, düşmesin hiç yere! Biz geldiğimizde bize el uzatan olmamıştı. Selefimiz olmamıştı. Onlar bunları yaşamasın diye biz bu otağı kurduk. Bütün yükünü omuzlanmak için de ÖKTEM dedik. Kardeşlerimiz rahat etsin diye.
Ve şimdi! “Dergi hür tefekkürün kalesidir” deyip bir yola çıkıyoruz. Herkes sözünü söylerken bizler de susacak değiliz. Hür ve gür sesimizle bizim de söyleyecek sözümüz var. Kıymetli bir ağabeyimin deyimiyle “Zaman tebliğ değil telkin zamanıdır!” Gördüklerimiz karşısında fikirlerimiz, eleştirilerimiz ve ülkücü terbiyenin bir gereği olarak değiştirmek istediklerimiz vardır. Daha ilk sayımız. Hamız. Pişeceğiz. Yanacağız. Ve dahi yakacağız. Saman alevi gibi çok parlayıp hemen sönecek ateşlerden olmayacağız. Meşe alevini bilirsiniz. İçten içe, özlü özlü yanar. Uzun ömürlüdür. İşte biz böyle bir ateşi yakacağız. Kor olacak ateşimiz. Kılıcımızı o ateşte döveceğiz ! Biz bir yola baş koyduk; biz kutlu bir yola baş koyduk.Allah utandırmasın. Bugün bir çadırız. Diğer üniversitelilerle birlikte yarın yine üç, yedi, kırk olacağız. Bir oba olacağız. Bir memleket olacağız. Dualarıyla analarımız olduğu müddetçe arkamızda, bize durmak yok, büyüyüp Turan olacağız!
Öktem Dergisi ilk sayısıyla sizlerle. Milliyetçi neşriyatın engin deryasına bir damla da olsa katkıda bulunabilmek maksadıyla çıktığımız yolda maddi manevi destekleriyle her an yanımızda olan kıymetli büyüklerimiz; Mustafa YAVUZ, Ahmet İYİOLDU, Ali Osman ÖZKAYA, İkbal VURUCU, Metehan TEMİZEL, Sebahattin EROĞLU ve Vedat ERDEN’e; değerli ağabeylerimiz; Çağrı Aydın GÜRÜNLÜ ve Ömer Serdar KARACA’ya teşekkürü bir borç biliriz.
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN !
Dedem Niyazi KÜÇÜKBEZİRCİ’nin aziz hatırasına..
Türk
mimarisini belli dönemlere ayırarak incelemeye ve bu dönemlerle ilgili bazı konuları detaylandırmaya çalışacağımız yazı dizimizin bu ilk bölümünde, İslamiyet öncesi Türklerdeki göçer kültürden bahsedip, bunların Anadolu Türk evi kimliği üzerindeki izdüşümlerini bulmaya çalışacağız. Ancak bu çadır kültüründen bahsetmeden önce, iki büyük Türk kağanlığının mimariye katkılarını incelemek gerekir.
etkileriyle gelişen ve karakterini oluşturan Uygur mimarisi, ileriki dönemlerde Selçuklu ve Osmanlı mimarisini de birçok konuda etkilemiştir. Budist türbeleri olarak bilinen stupaların, Uygur mimarisindeki örneklerinin, formunu yurt tipi çadırlardan esinlenerek bulduğu düşünülür. Aynı şekilde Selçuklu ve Osmanlı külliyelerinin oluşumunda da, merkezi bir avlu ve çevresinde farklı işlevleri karşılayan mekânlarla birlikte meydana gelen dikdörtgen planlı Gök Türk Dönemi Uygur manastırlarının etkileri görülmektedir. Çoğunlukla savaş kuleleri ve küçük çaplı savaş Bunların yanı sıra, Türk minaresinin, Türk geçiş yapıları inşa eden ve yerleşik hayata geçmeyen elementlerinin ve diğer birçok Türk yapıları Hunların aksine, Gök Türkler Türk mimarisine ve mimari karakterlerinin oluşumunda etkili genellikle heykel ve yazıtlar inşa ederek katkıda olan Uygur dönemi mimarisi, bu örnekler bulunmuşlardır. Günümüzde dahi bize pusula olan, doğrultusunda ileriki yıllarda gelişecek olan Türk özümüzü ve yönümüzü bulmamıza yardımcı olan mimarisinin en etkili temellerinden biri olmuştur. Orhun Yazıtlarıyla beraber Türük Bengü Taşları ve Bengü Anıtları da Gök Türkler döneminde Göçer Çadır Kültürü yazılmıştır. Dönemin Türk edebiyatının son noktası Orhun Yazıtları incelendiğinde, Bilge Kağan kabul edilen bu yazıtların yanı sıra günümüzde de Yazıtı’nda da, Kül Tigin Yazıtı’nda da, “üstte mavi bulunmaya devam eden Gök Türklere ait birçok gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe”, kurgan Gök Türklerin Türk mimarisine katkıları “üstte Tanrı, altta yer bahşettiği için” gibi arasında sayılabilir. Ancak Gök Türkler de yerleşik deyişler, Türklerin ‘üst’ ve ‘alt’ı sıkça kullandığı, hayata geçmemiş ve göçer kültürünü koruyarak inanışlarının dahi bu iki kavrama dayandığı görülür. Asya’nın büyük bölümüne hükmetmiştir. Türklere Bu sıklıkla bahsedilen üst-alt algılamasının, doğal özgü bu Türk göçer kültürünün korunmasını, olarak, Türklerin ‘ev’lerinde de oldukça etkili Ulu Hakan Bilge Kağan’ın yerleşik hayata geçme olduğu ve Türklerin mekân yorumlamasının düşüncelerine karşı Vezir Bilge Tonyukuk’un verdiği bu kavramlarla oldukça ilişkili olduğu görülür. şu cevap özetlemektedir: “Biz Çinlilerin yüzde biri kadarız. Bir şehir kurup oturursak, orada düşman bizi yok eder. Hâlbuki eski hayatımızı sürdürürsek, zayıf olduğumuz zamanlar çekilir, güçlü olduğumuz zamanlarda da ilerleriz.”
Uygur Dönemi Göçerliği bırakıp yerleşik hayata geçen ilk Türk uygarlığı olarak bilinen Uygurlar, yerleşik hayata geçip düzenli şehirler kurmalarıyla birlikte İslamiyet öncesi Türk mimarisinde önemli bir role sahiptirler. İnançları olan Manihaizm ve Budizm’in
BİR YURT ÇADIR KESİTİ
Bu incelemelerden yola çıkılarak, Türk evine kaynaklık eden bu kolayca kurulup sökülebilen ve taşınabilen çadırlar, oluştuğu öğeleri geniş anlamda üç ana kavram olarak incelenebilir. ‘Taşınabilen üst örtü’, yani çadırın kendisi, ‘taşınabilen alt örtü’, yani halı, kilim ve döşemeler ve üçüncü olarak da yatak ve sandıkların oluşturduğu ‘taşınabilen iç düzen’. Böylece, taşınan parçalarıyla birlikte çadırların bir yaşama mekânına dönüşmesi için, uygun bir yer seçilip, toprak üzerine üst örtü kurulması ve içine de çok ince bir ayırıcı olan alt örtü serilmesi gerekiyordu. Göçer yaşamın getirdiği şartlar nedeniyle, büyük bir tutumlulukla geliştirilmesi gereken mekânın ve iç düzenin en önemli özelliği ise, gün içerisindeki bütün işlevleri tek başına, en az malzemeyle karşılayabilir olmasıydı. Türk Evi’nde Göçer Çadır Etkileri Çadırların mekânsal düzenlemesinde başvurulan bu çok yönlü kullanılma pratiği, Türk evlerinde de kullanılmış, ilerleyen yıllarda ortaya çıkan geleneksel Türk evi kimliğinin önemli bir özelliği olmuştur. Çadırlar gibi, Türk evi de işlevsel temelde oluşturulmuş ve organizasyonu davranışlara göre şekillenmiştir. Göçer çadır yaşamındaki mekân kullanımı, döşenmesi ve odanın bağımsız organizasyonu, temel ilkeleri ve davranışsal yaklaşımı itibariyle Türk evinde de kendisini gösterir. Türk evleri de, çadırlarda olduğu gibi topraktan ayrılarak biçimlendirilmiş ve iç mekân düzenlemelerinde çadırlarda
1-GİRİŞ 2-YAN ÖRTÜ 3-ÜST ÖRTÜ 4-ATEŞ YERİ 5-KEREVET 6-BÖLME 7-SANDIK VE DENKLER 8-EYER VE KOŞUMLAR 9-DEMİR ASKILIK
sistemleştirilen ilkeler, Türk evinde, özellikle de odaların kuruluşunda kullanılmıştır. Burada önemli olan bir nokta da, göçer çadırı ve Türk evi arasındaki ilişkinin biçimsel olmadığı ve yalnızca kullanım açısından incelenmesi gerektiğidir. Göçer çadırların Türk evine etkilerini bir süreç olarak incelemek gerektiğinde kısaca şunlardan bahsedebiliriz. Anadolu’daki yerleşmeye geçişte, göçer kültürün yüzyıllar boyunca pratik ederek ortaya çıkardığı kusursuz mekânlaşma sistemleri ve kimliği, Türk evi kimliğinin oluşumu sürecinde oldukça etkili olmuştur. Bu nedenledir ki, bu konuda yapılan araştırmalar da,Türk evi kimliğinin kaynaklarını araştırırken öncelikle göçer çadırlarına başvurur. Türklerin İslam’la ayrılamaz kültürel oluşum süreci göz önüne alınsa da, Türk evinin oluşumunda yalnızca İslami etkilerin görüldüğünü düşünmek oldukça yanlıştır. Hatta bahsedilen geleneksel Türk evinin oluşumunda İslam öncesi göçer Türk kültürünün etkisi işlevsel bakıldığında muazzam derecededir. Bu aşamada, Türk evinin odası ile göçer çadırın benzerliği ve bu gelişimde işlevsel açıdan İslami etkilerin görülmemesinde rol oynayan çok önemli bir nokta vardır: odaların
bağımsız mekânlar oluşu. Arap ülkelerinde yer alan evlerin böyle bir davranışa girmemesi, göçer çadırı ile Türk evinin bağlarını daha somut ve kabul edilir bir hale getirir. Türk evinde, sokakla arasında bahçe duvarı bulunan zemin katlarda ahır veya depolar bulunur. Bu zemin katından yüksekte bulunan birinci katlarda ise ana yaşama alanları yer alır. Bu yaşama alanları sofa ve sofaya açılan odalardır. Obalar halinde yaşan Türkler, obalarda çadırlarını birlikte kurarlardı. Bu obalarda birçok çadırın ortak kullandığı ortak alanlar, aynı mantıkla Türk evinde, odaların açıldığı ortak alan, sofalara dönüşür. Türklerin çadırlarındaki organizasyonların, odaların döşenmesinde ve mekânsal düzenlemelerdeki etkileri incelendiğinde bazı genel benzerlikler görülür. Mekân organizasyonu açısından merkezilik, dairesel Türk çadırı olan ‘yurt’larda ve merkezi planlı Türk evlerinde ortaktır. Türk evinde ortada boş bırakılan mekânın ve odayı çeviren sedirlerin oluşturduğu yerleşim düzeni çadırlarda da görülmektedir. Göçer çadırdaki gibi oturmak, yemek yemek, uyumak gibi işlevleri karşılayan ortadaki bu yaşama alanı odanın temel unsurudur. Yatakların sabahları ‘yüklük’ adı verilen dolaplara kaldırılması hayvanlara taşıtılan ‘yük’ten gelmektedir. Bu gibi kavramsal benzerlikler de göçer çadırlar ile Türk evi arasındaki benzerliğe somut örnekler sunar. Ayrıca çadır doğada tümel bir birimdir ve tüm işlevler aynı hacimde meydana gelir. Odalarda da bu yalıtılmışlık ve tümel durum devam eder. Kuban, hayatlı Türk evlerini incelerken hayatı göçer yaşamın simgesi olarak anlatırken, odayı yerleşik hayata geçmiş göçerin simgesi olarak aktarır. Odayı, Türk ailesinin iç dünyası olarak, Türk’ün doğadan sakındığı ruhunun içi olarak
görür. Bu da odayı göçer yaşamdan yerleşik hayata geçişin en iyi anlatıldığı yer yapar. Böyle bakıldığında oda, çadır ve yerleşik mimarinin bir sentezidir. Türk eviyle göçer çadırları arasındaki bu benzerlik mekân düzenlenmesinden başka konularda da ortaya çıkar. Örneğin yapım aşamaları bakımından incelemek gerekirse, çadırlar tüm elemanlarıyla kurulup kullanabilen yaşama alanlarıdır. Aynı şekilde Türk evinde de dolaplar ve ocak gibi odayla bütünleşik düşünülen elemanlar yapım esnasında yapılırlar. Evi tamamlayan halılar, yastıklar ve dokumalar gibi eşyalar da yine Türklerin göçer atalarından miras kalan eşyalar olarak sonradan eklenirler. Malzeme bakımından inceleyecek olduğumuzda da göçer çadırlarıyla, geleneksel Türk evi arasında önemli benzerlikler bulunur. Göçer çadırlarında kullanılan iki temel malzeme, ileriki yıllarda Türklerin evlerinde kendisini sıkça gösterir ve bugün de göstermeye devam eder: ahşap ve dokuma. Sıkça yaşanan yangınlara rağmen konutlarda yapı malzemesi olarak taşa nazaran çok daha sık kullanılan ahşabın, kullanılmasının nedenleri incelenecek olduğunda Türklerin göçer köklerinde önemli izler bulunur. Bu nedenledir ki, Türklerin ahşap işçiliğini tercih etmeleri ve diğer toplumlara göre daha üstün olmaları, göçerlerin ahşapla ilişkisinden kaynaklanır.
Doğayla bağını asla kesmeden, evini bir barınak olarak kullanır. Köylünün ihtiyaçları ve yaşam tarzı, göçer Türk’ünkiler ile benzerdir ve bu mekânsal ürünlerde kendisini göstermiştir. Sonuç olarak, göçer Türk’ün çadırının yerleşme düzeni, Türk’ün evinin odasındaki yerleşme düzeninde oldukça önemli 1-ÇOK AMAÇLI ORTA ALAN 2-OTURMA 3-DOLAPLAR 4-ISITMA 5-DENETİMLİ ORTA MEKAN işlevsel etkiler göstermiştir. Çadırda yerde oturulan halı ve kilimler ise, ev- Sonuç lerde yerden çok az yükseltilmiş oturma yüzey- Bu bölümde, İslamiyet öncesi Türk mimarisini, lerine dönüşürler. Fakat yine eşya olarak evin bir özellikle göçer çadırları ve onların günümüze parçası olmaya devam ederler. kadar uzanan etkileri üzerinden inceledik. Türk’ün asırlar geçse de kaybetmediği genlerinin, Masalarda yemek yiyen ve sandalyelerde oturan özelliklerinin ve davranışlarının mimarideki Batılıların aksine yerde oturup, yerde yemek yansımalarını görmek açısından, göçer çadırlarda yiyen, döşeğini yere serip uyuyan Türklerin sistemleştirilen mimari pratiklerin Anadolu Türk bu eylemlerinin kökeni de elbette yine göçer evindeki izdüşümlerini görmek önemlidir. ‘İl gider, atalarında aranmalıdır.Yine Türk, Batılı’nın aksine töre kalır.’ Türk’ün toprağı değişir, ancak kuralları evine ayakkabıyla girmez ve dışarının kirini evine değişmez. Kuralları değişmeyen Türk’ün özünde sokmaz, döşemesini temiz tutar. yaşamı değişmez, yaşama bakışı ve yaklaşımı değişmez. Ayrıca Türk hükümdarların yerleşik hayatlarını sürdürürken, ordugâhlarda kullanılan otağların Gelecek sayılarda da, tarih boyunca ortaya çıkan yanı sıra, günlük yaşamlarında da kullandıkları diğer Türk mimari kimliklerini ve karakterlerini, çadırların olması Türk göçer kültürünün ileriki tarihi sırasıyla ve zamanda yarattığı etkileriyle dönemlerdeki etkilerinin görülmesi yönünden birlikte incelemeye çalışacağız. önemlidir. Kaynaklar
Batı toplumlarının aksine, kağanların ve sultanların çadırları haricindeki Türk göçer çadırları hiçbir zaman sosyal statü sağlamamıştır. Klasik Türk evinde de bu sosyal statüleşmeme kendini gösterir. Yine Türk evi Batı’daki gibi simgesel değerler taşımamıştır. Çünkü yerleşik hayata geçen Türk toprakla uğraşmaya başlamıştır ve bir açık hava insanıdır ve zevkleri basittir.
1. Nurhan Atasoy, Otağ-ı Hümayun: Osmanlı Çadırları, Koç Kültür Sanat, İstanbul, 2000 2. Doğan Kuban, Türk “Hayat”lı Evi, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1995 3. Önder Küçükerman, Anadolu Mirasında Türk Evleri, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1995 4. Önder Küçükerman, Kendi Mekanının Arayışı İçinde Türk Evi, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1985 5. Önder Küçükerman, Anadolu’daki Geleneksel Türk Evinde Organizasyon Açısından Odalar, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul, 1975
Milliyetçilik Cumhuriyet’in ilanından bugüne
üzerine konuşulmaya devam edilmiş ve her fırsatta çeşitli suçlamalara maruz bırakılmıştır. Yaşanan her hadise ardından hedef tahtası olarak milliyetçilik gösterilmiş, halk üzerinde de böyle bir algı oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak milliyetçiliğin milleti yaşatacak, devleti en uygar ve en güçlü konuma çıkaracak olan bir fikir olduğunu düşünen kesimlerde olmuştur. Atatürk’ün ölümü ile birlikte memlekete yayılmaya başlayan komünizm akımı milletimizin değerlerine saldırmıştır. Özellikle İsmet İnönü dönemi ile birlikte ülkede milliyetçilere karşı bakış açısı değişti ve Türk’e ait olan her şey silinmeye çalışıldı. Gerek eğitim, gerek siyasal alanda yapılan bir takım çalışmalar bununla beraber yine aynı dönemde Türkçülere karşı açılan sayısız davalar, Türklüğe karşı duyulan nefreti ortaya koymuştur. Türk milliyetçiliği; 1940 Almanya’sından çıkmış olan nazizm ile eşdeğer, bir dönem İtalya’sındaki faşizm ile aynı olduğu konusunda pek çok kez suçlandı. Kendini bu millete adamış olan büyük devlet adamları II. Abdülhamid, Enver Paşa, Vahdettin gibi isimler sürekli olarak vatana hainlik ile suçlanmış ve bu şekilde de anlatılmıştır. Peki o günden bugüne ne değişti ? Değişen tek şey yöntem olmuş, temelde ise amaç aynı kalmıştır. Türk milletini en uygar medeniyetler seviyesine getirecek olan Türk milliyetçiliğine engel olmak! Bizim için önemli olan Türk milliyetçiliğin ne anlam ifade ettiğidir. Nasıl ki bir çocuk anne ve babasını yabancı bir kişiye nazaran daha çok sevmekte ise bizim de kendi atamızı başkalarından çok sevmemiz en doğal hakkımızdır. Peki milliyetçilik dendiği gibi yakın tarihte piyasaya sürülmüş bir şey miydi? Ya da ülkü edindiğimiz Turan yabancıların bizi karıştırmak için 1900’lü
yıllarda
ortaya
attığı
bir
uydurma
mıydı?
Alparslan Türkeş’in ”Türk Milliyetçiliği, Türk Milletinin kendi varlığını, meşru savunma isteğinden, meşru savunma duygusundan doğmuş bir şuur ve duygudur.“(1) sözü aslında milliyetçiliğin ne anlam
ifade ettiğinin en güzel açıklamalarından biridir. Her millet kendi görüşünü hakim kılma çabası içindedir. Türklerde ise bu çabanın adı Turan olarak adlandırılmıştır. Düştüğü her zorluktan kalkmasını bilen Türkler, daima büyümeyi hedeflemişler ve bu yolda adım atmışlardır. Türklerde güçlenen boy ,diğer Türk boylarını da kendi egemenliği altına almayı ilk görev bilmiştir. Tarihçiler buna “Türk Siyasal Birliğini Sağlamak“ için der. Ancak bu sadece yüzeysel bir açıklamadır. Burada amaç, büyük Türk Devletini kurmak ve açıkta kalan boyların diğer devletlerin altına girerek milli beliklerini yitirmelerini engellemektir. Türk tarihinin ilk dönemlerinden beri bu böyle olmuştur. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Selçuklular ve Osmanlılar kurulmalarından itibaren bu amaca hizmet etmişlerdir. Milliyetçilik Komünizm, Emperyalizm veya Liberalizm gibi sonradan doğma bir ideoloji değildir. Tam tersine ,insanın yaratılışından itibaren kendisinde var olan bir duygudur. Nihal Atsız hocanın bir sözünü burada söylemek manidar olacaktır: “Milliyetçilik yüzyıllardan kopup gelen manevi bir mirastır. Büyüklük duygusudur. Tarih şuurudur. Mukaddes hodgâmlıktır. Yaratılış hasılasıdır”.(2) Demokrasiden veya
halkların eşitliğinden bahseden bir çok ülkenin mütemadiyen milliyetçilik yaptığı ortadadır. 1960 lı yıllarda iki komünist ülke olan Çin ve Rusyanın bir toprak parçası için savaş aşamasına gelmeleri milliyetçilikten kaynaklanmaktadır. Halkların kardeşliğinden bahseden Çin ve Rusya, konu vatan toprağı olunca kardeşliği unutup
savaşmaktan çekinmemişlerdir.Yine Yunanistan’ın yıllardır hayali olan Enosis’i gerçekleştirmek için Kıbrıs’ta yaptığı zulümleri hangi demokrasiyle açıklamak mümkündür? İnsan haklarından bahseden Avrupalı ülkeler ve ABD’nin, Sırpların Bosna’da yaptıkları katliamlara seslerini çıkarmamaları nedendir? İşte bundandır ki tarihin her sürecinde Türklere karşı yapılan bu haksızlıklar, Türk milliyetçiliğinin meşru savunma isteğinden doğduğunu gösterir. “Türklük diye bir şey yoktur, Müslümanlık vardır” diyerek kendilerini dindar olarak gösteren kesim ağızları her açıldığında milliyetçilere hakaret etmekteler. Müslüman olarak geçinen bu cahil kesime en güzel cevabı Kuran-ı Kerimden vermek en doğru yol olacaktır. “Ey iman edenler! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık” (3) ayeti her şeyi ifade etmektedir.Bunu
bildikleri halde söyleyenler hainlikten başka amaç peşinde değildirler. Çünkü Türkler güçlenirse Müslümanlığında güçleneceğini bilmektedirler. Bir de kendilerini Atatürkçü diye nitelendiren bir kesim, yıllardır “Atatürk Milliyetçiliği” adı altında ne Atatürk ile ne de milliyetçilikle hiçbir alakası olmayan fikirleri benimsemiş vaziyette, Atatürk’ü kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak medet ummaktalar. Atatürk yaşamı boyunca hiçbir konuşmasında, hiçbir yazısında Atatürk milliyetçiliğinden bahsetmemiştir.
Çünkü Atatürk bir TÜRK MİLLİYETÇİSİDİR.Yine bu kesime en güzel cevabı Atatürk’ün ağzından vermemiz en doğrusu olur. “Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”
İnanıyoruz ki, Türkiye’nin bu kötü kaderi bir gün yıkılacak ve herkes tarafından doğru olan yol seçildikten sonra Türkler yine bir cihan imparatorluğu kurma yolunda ilerleyecektir. Enver Paşa’nın düşlediği o büyük Turan Devleti elbet bir gün kurulacaktır. Çünkü hem Türklüğün hem de Müslümanlığın “inanmış bizlere” ihtiyacı var. Kaynaklar • (1) Alparslan Türkeş, Dokuz Işık, İstanbul, Bilgeoğuz yayınevi, 2010, s. 139. • (2) Hucurat Suresi, 13. Ayet • (3) Hüseyin Nihal Atsız, Sağcılık, Orkun Dergisi, Sayı : 2 , Şubat 1963, s. 3-4.
Ufak
mı ufak bir balık, okyanus sandığı denizinde yüzer dururdu. Gün oldu, yıl oldu bir oltanın iğnesine takılıverdi. Balıkçı sarıldı oltasına. Balığın ağzı kan ile doldu. Makara döndü. Balık çıkıverdi sudan. Gözleri kamaştı ilkin, sonra nefesi kesildi, derisi kuruyordu. Çırpınıyordu, çırpındıkça ağzı yırtılıyordu. Yırtıldıkça canı yanıyordu. Yüzemiyordu. Gözleri alıştı aydınlığa ve o an bir martı gördü gökyüzünde. Martının bembeyaz tüylerini izledi hayranlıkla. Sesini işitti ilk defa. Parlak gagasını seyre daldı. Ölmekte olduğunu unuttu oysa. Martı da fark ediverdi balığı. O sırada balıkçının eli sımsıkı kavrayıp çıkarttı kancayı ağzından balığın. Uçsuz bucaksız sandığı Marmara’ya fırlattı. Beton gibi çarptı çarşaf gibi denize. Suya düşünce balık, sudan çıkmış balık oldu birden. Nefes alamıyordu. Martıyı unutamıyordu. Deniz uçsuz değildi, farketti. Göklerdi bucaksız olan. Göklerdi sonsuz ve özgür olan. Martıydı hür olan. Evet, günler geçiyordu, denizde boğulur oluyordu balık. Gün ışığını görmüştü ya bir kere, denizin karanlığı yüreğinden öldürüyordu onu. Bir kere görmüştü ya martının bembeyaz tüylerini, düşünemez oldu kendi değersiz pullarını. Yüzme yukarılarda dediler, dinlemedi. Işığa doğru yüzdü durmadan. Yoruldu da yılmadı, kavuşacağım diye martıya; durmaz, dinlenmez oldu. Oradaydı işte, yukarıda. Birkaç mercan boyu kalmıştı semaya. Oradaydı işte hürriyet. Derken sert bir şey yakaladı gövdesinden,
ardı ardına arşınlar aldı gökyüzünden. Işık yaktı gözlerini, sevda yaktı yüreğini. Nefes alamadı ya aldırmadı yine de. Vurgundu o martıya. Vurgundu uçmaya, tutkundu tükenmeye. Martı yanındaydı ya daha ne isterdi ki. Martı uçtukça, uçtukça martı, balık öldü. Balık öldükçe, martı özgür oldu. Martı çoştukça, balık kavruldu güneşte. Martı özgürlüğe çırptıkça kanatlarını, balık ölüme uzattı ellerini. Balık ölüyordu ya, martı bilemedi. Gitti, gitti ya bir yerde bırakıverdi balığı. Balık suya çarptı, su yetmedi gönlünün ateşine. Yandı yandı da balık, oradaki koru söndüremedi derya. Her şey kabuldü de balık bilemedi bir şeyi. Martı da sevdi miydi gerçekten balığı? Balık özgür olmuştu martıylayken. Balık uçmuştu. Ama balık tutsak olmuştu. Balık vurgun, balık esir olmuştu hürriyetin koynunda. “Engel oldum, mani oldum özgürlüğüne ondan olsa gerek beni terk edişi...” diye düşündü balık. Balık yandı, balık kavruldu... Kor oldu, köz oldu da söndüremedi deryalar onu. Balık öldü yanıp, gitti Eminönü sahiline vurdu. Çarptı, çarptı da kayalara; balık sonsuz oldu...
Bugün ‘biz’e ne oldu sorusunu cevaplamadan
önce ‘biz’ kelimesinin açıklamasını yapmak gerekir. Biz kelimesinin en kısa ve okullarda sadece ve sadece 3.çoğul şahıs olarak anlatıldığı herkes tarafından iyi bilinmektedir. Ancak durumun bu kadar basit ve ilkokul öğrencisinin cümlelere kendini ve birkaç arkadaşını katarak biz duygusunu yaşaması ve onun dışında biz kelimesini kullanmaması, belki durumun anlayışla karşılanması beklense de bugün yaşadığımız bu dönem içerisinde gerçekten de bu durum çok üzücüdür. Bugün ‘biz’ kelimesi hasrettir aslında ve geçmişe hesap verememek anlamına gelecektir bir gün. Peki biz kimiz ve neye hasretiz ya da kime hatta kimlere hesap verememe korkusu yaşayacağız ? BİZ görmeden sevdiğimiz En Sevgili’nin yolunu açan ve 3 kıtaya taşıyan, ALLAH katının son dini olan İslam’ı 600 küsur şerefle taşıyan Osmanlıyız. BİZ 16 kez devleti yıkılıp, yine de bağımsızlığından, bayrağından, ezanından, namusundan, vatanından ödün vermeyen Türkleriz. BİZ Çanakkale’de, Sarıkamış’da, Sakarya’da, Dumlupınar’da,Tuna’da hiçbir karşılık beklemeden yüz binlerce şehit veren asil bir milletin torunlarıyız. BİZ dünyayı dize getiren Attila’nın, bağımsızlığı korumayı en üstün seciye olarak gören Mete’nin, genç yüreği ile surları döven Fatih’in, gerçek sevgilinin bastığı topraklara girerken her iki adımda bir o topraklara alnını koymak için secdeye giden Yavuz Selim’in, Avrupa’yı titreten Süleyman’ın, hasta hali ile peygamber efendimize dil uzatanların dilini koparmak için aslan kesilen Abdülhamid’in, canından çok sevdiği milleti ile yedi düvele meydan okuyan, milletinin namusunu şerefini korumaya yemin içmiş Mustafa Kemal’in torunlarıyız. BİZ
arkadaşlığı,
kardeşliği
Hz.Ebubekir’den,
adaleti Hz.Ömer’den, acılara katlanmayı Hz. Eyüp efendimizden, aşka sadık kalmayı Yunus Emreden, hoşgörüyü “Ne olursan ol, gel” diyen Mevlana’dan öğrenen bir milletiz. BİZ acıyı Urfa’dan, tatlıyı Antep’ten, cağ kebabını Erzurum’dan, balığı Trabzon’dan, elmayı Amasya’dan, dürümü Adana’dan, fındığı Giresun’dan, dondurmayı Maraş’tan, portakalı Antalya’dan, etliekmeği Konya’dan, inciri Aydın’dan, kestane şekerini Bursa’dan, zeytini Manisa’dan yemedik mi ? BİZ Ağrı’da Hasan öğretmen, Kars’da Ali çoban, Erzincan’da Ayşe hemşire, Trabzon’da balıkçı Dursun, Yozgat’da Ahmet doktor, Antalya’da portakal bahçelerinde çalışan Fatma teyze, İzmir’de üniversite okuyan genç Halil, Hakkari’de çat ayazda nöbet tutan er Mehmet değimliydik ? BİZ bayrak değil miydik Yeşilırmak’ı Fırat’a, Gediz’i Dicle’ye kavuşturan; Erciyes’i Ağrı’yla, Kaçkar’ı Toros’la, Maden Dağı’nı Ulus Dağı’yla buluşturan ? Bayrak bizim için türkü değil miydi ? Rize’de çay, Isparta’da gül kokusu,Aydın’da zeybek, Erzurum’da dadaş türküler.. Peki bugün ne oldu? Aslında cevap çok basittir. Bize bugün unutmak kelimesini öğrettiler ve o kelimeyi o kadar işlediler ki beynimize.. Mesela bize haksız rekabeti öğrettiler. Hırsla dünya güzelliklerini kafamıza soktular. Lüks lokantalarda bir salataya 30 lira vermeyi, son model arabalarla İstinye’de dolanmayı medeniyet(!) olarak gösterdiler. Ve biz unuttuk yetimi, fakiri, sokaklarda oğlunun bir şişe sütü için dilenen anneyi unuttuk. Biz Peygamberimizin “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisini, Osmanlı zamanında yapılan ve
oradan herkesin ihtiyacı olduğu kadar alınan sadaka taşlarını unuttuk. Ve biz yine unuttuk Sütçü İmam lakabı ile bilinen yiğidi.. Bacısına el sürüldüğünü görünce aslan gibi Fransızların üstüne atıldığını. Bizi öyle bir hale getirdiler ki herhangi bir şehre okumaya giden genç yurda başvurduğunda ya da okul ihtiyaçlarını karşılamak için burs başvurusunda bulunduğunda aldığı cevap “Bizim görüşümüzde misin?” oldu. Ve yavaş yavaş istediklerine ulaşmışlardır, artık her Türk genci birisinin görüşündedir. Ve bununla birlikte bize torpil kelimesini öğrettiler. Acaba bunları öğrendiğimizi görseydi Çanakkale’de savaşanlar, Sakarya’da nehir olan kanlar düşünürler miydi torpidolarını bir daha doldurmayı. Evet, inatla doldururlardı. Çünkü onların tek düşünceleri iki cihan peygamberine komşu olmak, ezanları düşman bayrakları altında okutmamak için, kırk asırlık Türk bayrağını küstah Avrupalıların çamurlu ayakkabılarının altında ezdirmemek için. Biz o kadar unuttuk ki Yunus’u, Köroğlu’nu, Dadaoğlu’nu, Kerem’i.. Onların aşklarını, yaşadıkları aşkların sadakatini, öyle ki bugün 14 yaşındaki daha parklarda oyun oynayacak yaşta olan çocuklar el ele tutuşup birbirlerine sonsuzluk yemini veriyorlar. Bunu çok basit bir şekilde yaptılar televizyonlarda yayınladıkları yabancı dizilerle. O diziler ki izleyen çocuklar arkadaşlarına o dizilerdeki o yaştaki masum bir çocuğun ağzına alamayacağı küfürleri söylemeyi şeref saydı. Peki ya 18 yaşını geçen yabancı çocukların ailelerinden ayrılmayı bizim gençlerimiz nasıl anladılar ? Annelerini babalarını döverek ya da onlara hakaret ederek! Peki biz burada neyi unuttuk ? Peygamber efendimizin “Cennet anaların ayakları altındadır.” lütfunu değil mi ? Ve biz unuttuk şairlerimizi,
gazellerimizi, türkülerimizi, yazarlarımızı.. Biz unuttuk Namık Kemalleri, Ziya Gökalpleri, Atilla İlhanları, onların yazdıkları eşsiz eserleri.. Yabancı melodileri ezberlettiler, kimlerin kaç tane beste yaptıklarını.. Çünkü gencimiz ayrıcalık sandı, modern olmanın ancak bu şekilde olabileceğini düşündü. Evet her sanatçı her yazara saygı duyulmalıdır ancak kendi milletinden çıkanı unutmamak şartıyla! Hüseyin Nihal ATSIZ’ı bugün bir lise son sınıf öğrencisine sorsanız ya birilerinden duyduğu gibi “Faşist, ırkçı birisidir.” diye size cevap verir, ya da “LYS’de ATSIZ ı sormuyorlar.” diyerek ilgisiz kalır. Ne yazık ki bugün Türk milleti, Türk edebiyatına Türk milletine ölümsüz eserler bırakan, yazdığı şiirlerle bugün ölümsüz aşkların bekçiliğini yapan, yazdığı eserlerle bugün bize ahlakın ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğunu öğreten Atsız’ı, bugün sadece ırkçı diye hatırladı. Herhalde burada söylenecek deyim yerine o kadar oturacak ki “oturup halimize ağlamalıyız.” Aslında bize bir şey öğrettiler : Etik! Ve dediler ki ahlakın tam Türkçe karşılığı. Ve biz unuttuk Peygamber efendimizin, savaş meydanlarında açan bir güneş olan Ali’nin, Selahaddin Eyyûbi’nin, Fatih’in,Yavuz’un, Oğuz Kağan’ın, Atsız’ın ahlakını. Sözlerimi Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun bir şiiri ile tamamlamak istiyorum. Bir hayalim var. Bütün vatandaşlarımızın ay yıldızlı bayrağın altında şerefle yaşadığı bir Türkiye hayal ediyorum. Bir hayalim var. Başını örten ile açanın aynı üniversitede yasaksız kavgasız kardeşçe yaşadığı bir ülke hayal ediyorum. Bir hayalim var. Kürt, Türkmen, Alevi, Sünni ayrımı olmadan; zengin, fakir, yoksul ayrıcalığı görülmeden; imtiyazsız, sınırsız, kaynaşmış bir Türkiye istiyorum. Kısacası Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar kaynaşmış Türk Dünyası hayal ediyorum.
İnsanlar fıtratları üzeri doğar, büyür ve ilahi bir ka-
nun olarak da ölürler. Aslında dünyaya ölmek için gelen insan çeşitli meşgalelerle zaman geçirirken bir yandan da ömrünü, ona verilen en kıymetli hazineyi yavaş yavaş tüketir. Bu süreç içerisinde her iki dünya içinde başarı sağlamak isteniliyorsa bazı erdemli davranışlara sahip olmak gerekir. Bizler, insanlar, yani eşref-i mahlukat belli üstün ahlaki davranışlarda bulunmalıyız ki bunlardan belki de en önemli ikisi mütevazilik ve sabırdır. Bunlar bir insanın toplumsal veya bireysel hayatta olmazsa olmayan davranışlardır. Dava hayatı, cemiyet hayatı ve bireysel hayatta başarıyı ve aynı zamanda Allah’ın takdirini kazanmak için bulunduğumuz bu davranışlar, aslında insan olmanın da bir gereğidir. Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadisinde “Allah için bir derece mütevazi olanı Allah bir derece yükseltir, ta illiyyîn’e kadar. Kim de bir derece kibirlenirse Allah onu bir derece yere indirir ta esfel-i sâfilîn’e kadar.” buyurmustur. Bu hadisten de anlaşılacağı üzere mütevaziliğin tam tersi olan kibirin hüsrana sebep olacağı açıkça gösterilmiştir. Başbuğ Alparslan Türkeş de “Türk töresinin bir diğer şartı da haddini bilmektir. Ne kendinizi dev aynasında göreceksiniz, herkese yukarıdan bakacaksınız, ne de kendinizi aşağıdan göreceksiniz, aşağıdan bakacaksınız” demiştir. İnsan belli bir durum, olay veya kişi karşısında karşılığını Allah’tan bekleyerek tevekkül ederse buna sabır denir. Sabır da her ülkücünün sahip olması gereken hoş davranışlardandır. Bu davranış bir yandan ülkücüyü emeline yaklaştırırken bir yandan da Allah’ın rızasını kazanır. Ülkücü, ona yapılan adaletsizliklere karşı sabrını, davaya bağlılığını ve gayretini de artırır. Dinimiz de sabrı tavsiye eder ve peygamberler de sabırlarıyla
ümmetlerine örnek olmuş kimselerdir. Biz ülkücüler içte davaya bağlı, gayretli ve fedakâr; dışta ise tutarlı, zulmün karşısında duran kişiler olarak dinimizin de emrettiği sabrı ve alçakgönüllülüğü yol edinmeli, bilhassa gelecek nesillere de öğütleyici olarak aktarmalıyız. Bugün toplumda görülen birçok bozukluğun temelinde de aslında dinin emrettiği bu davranışlardan uzaklaşmak yatmaktadır. Sabretmeden yapılan işlerin sonuçları, kibri hastalık derecesinde huy edinenlerin ibretlik sonları bunların en açık delillerindendir. Aman kardeşlerim; Allah aşkına, Muhammed aşkına, dava aşkına dinin emirlerine uyalım ve kendimizi bu çürümeye yüz tutmuş toplumun içerisinde dosdoğru yetiştirelim. Saygılarımla.. *(İlliyyîn cennette bir makamdır)
T
arihte Türkler pek çok dini sisteme inanmışlardır; Gök Tanrı dini, Şamanizm, Hristiyanlık (Gagauzlar, Çuvaşlar, Hakaslar, GornoAltay, Saha (Yakut)lar, Dolganlar, Tofalar), Mani dini, Karailik, Musevilik (Karaimler, Kırımçaklar), Budizm (Tuvalar, Sarı Uygurlar) ve İslamiyet. Türkler nasıl oldu da teslis, dualizm ve tek tanrı inançlarını ayrı ayrı barındıran bu dinleri kabul etti? Atalarımızın müslüman oluşlarını sadece tek tanrıya inanmaları ile açıklayamayız. Zira başka dinlere mensup olan Türk topluluklarının bu seçimlerini bu görüşle açıklamak mümkün değildir. İşte bu noktada din ve kültür tarihimizi araştırıp öğrenmemiz daha da önem kazanıyor. Ana kaynak bulmak oldukça zor olduğundan, eski Türk dini inanışları ile ilgili bilgileri, komşu halkların tuttukları günlüklerden öğrenebiliyoruz. Ama bu kavimlerin Türkler hakkında verdikleri bilgilerin güvenilirliği de tartışma konusudur. Bunun haricinde eski Türk abideleri de birer kaynaktır. Örneğin Orhun abidelerinde “tengri, yer sub, ıduk, umay, kut, küç, ülüg,Türk tengrisi” kavramları geçmektedir. Ama bunlar tam anlamıyla eski Türk dinini çözme noktasında yetersiz kalmaktadır. Peki şu zamana kadar edindiğimiz bilgiler ile eski Türk dini ne idi? Yurdumuzda Ziya Gökalp eski Türk dinine Şamanizm denilemeyeceğini savunmuştur. M. Fuad Köprülü ile A. İnan ise bunu kabul etmemiş ve eski Türk dinini Şamanizm olarak adlandırmayı uygun görmüştür. Din tarihçisi Eliade’ye göre ise, Şamanizm arkaik vecd tekniklerinden biridir. Bazılarına din gibi gelen bu inanç sistemi şu anki bilgilerin ışığında, semavi dinler gibi tam anlamıyla bir din değil, şaman ya da kam denilen din adamları aracılığı ile tanrılar, insanlar ve ruhlar arasındaki ilişkiyi sağlayan bir
inanç ve uygulamalar bütünüdür diyebiliriz. Kelime olarak da şamanizm Tunguzcadaki şaman isminden gelmektedir. Türk topluluklarında şaman isminden çok kam sözcüğü kullanılmıştır. Bu yüzden bu inançlar bütününe kamcılık demek de mümkündür. Şamanizm’in bir din olması ile bir dinde şamanî ögelerin olması farklıdır. Şamanî ögeler Türklerde çok eski çağlardan beri ata kültleri, hayvan kültleri ve doğa kültleri ile birlikte görülmektedir. Türklerin kendi dinlerini ne olarak adlandırdıklarına bakacak olursak, eski Türkler din ile iç içe bir hayat yaşıyorlardı ve toplum ile beraber din de gelişiyordu. Günlük hayatın ayrılmaz bir parçası olan din, diğer dinler gibi kurumsallaşmamıştı. Bu yüzdendir ki Türkler kendi dinlerine isim vermemişlerdir.Araştırmalara göre, Türk dini tanrı çevresinde şekillenmiştir ve diğer ögeler yarı dini olarak görülmüşlerdir. Gök, yer, su ve atalarına derin bir saygı ile bağlı olan ve kamlara (şamanlara) toplumda çok değer veren Türklerde totemist ve atalara tapınma gibi unsurlar olsa da, eski Türk dini, Gök Dini, Gök tanrı merkezlidir ve onu ancak Gök Tanrı Dini olarak isimlendirebiliriz. Bugün kullandığımız tanrı sözcüğü İslamiyet’teki Allah kavramı ile birleşmiş ve yeni bir anlam kazanmıştır. Göktürk devrinde Orhun yazıtlarından anladığımız üzere bir Gök Tanrı inancı mevcuttu, ancak baş unsur olarak gökyüzünü saymakla İslamiyet’teki Allah kavramı arasında bir bağ yoktur. Türklerin İslamiyet’e geçişini sadece bunun üzerinden kurmak yanlıştır. Ancak, Türklerin İslamiyet’i kabulünde , tek tanrı olgusunun Gök tanrı kültü sayesinde daha kolay yerleştiği de bir gerçektir.
Eliade’ye göre Gök Tanrısı ya da gökteki tanrılar fikrinin doğuşu, gökyüzünün ya da uzayın sıradan insanların erişemeyeceği yüksek bölgeler oluşundan dolayıdır. Türk topluluklarında da durum böyledir. Çeşitli dünya dinleri ve mitolojilerinde tanrı sözcüğü ya gökle bağdaştırılmış ya da gök tanrılarına yer verilmiştir. Eski Türk dillerinde de tengri sözcüğü hem gökyüzünü hem de Gök Tanrı’yı ifade ediyordu. Gök Tanrı dininin yerleşik topluluklardan ziyade avcı, çoban ve hayvan besleyen halklara mahsus olduğu ve buradan yola çıkarak menşeinin de Asya bozkırlarına bağlanması gerektiği etnologlar tarafından söylenmektedir. Eliade de Gök Tanrı dininin, inanç açısından, Orta ve Kuzey Asya toplulukları için karakteristik bir sistem olduğunu söylemektedir. Türk tarih ve kültürüne dair araştırmaları ile bilinen R. Giraud ise, Gök Tanrı dinini “bütün Türklerin ana kültü” olarak nitelendirmiştir. Orta Asya’da devlet kuran toplulukların hepsinde Gök Tanrı inancının bulunduğu Çin kaynaklarından anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Göktürk yazıtlarına göre Türklere zafer kazandıran, felaketlerden koruyan, hakanları tahta çıkartan Türk tanrısı Gök Tanrı’dır. Gök Tanrı her şeyin yaratıcısıdır, ezeli ve ebedidir. Türk mitolojisinde Gök Tanrı haricinde pek çok ikincil tanrı ve ruh vardır ancak bunlarla ilgili çok ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Bu konudaki bilgiler farklı Türk kavimlerine göre değişmektedir. Jean-Paul Roux’a göre Gök Tanrı evrensel ve toplumsal düzeni sağlar. Ona dua edilir ve kurban kesilir. İkincil tanrı ve ruhlar ise daima Tanrı’ya
bağlanır. Ancak bu durumun zamanla değiştiğine ve zamanla ortaya çıkan durumların ikincil olanı bazen birincille eşit konuma hatta onun yerine getirdiğine dair görüşler de bulunmaktadır. Orhun yazıtlarında ‘Türk Tanrısı’ olarak tek bir tanrı vurgulanır gibi anılan Gök Tanrı, aynı yazıtlarda karşısına yer konularak da anılır: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında… Yukarıdaki Tanrı ve mukaddes yer-sular amcam hakanın talihine yar olmadılar. “ Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti’t-Türk (10721074) adlı eserinde ise, eski Türk dinine yaklaşım çok ilginçtir. Kaşgarlı Mahmud eski dine atalardan kalan ve saygı duyulması gereken bir inanç gözüyle bakar ancak bu hoşgörülü bakış hala Müslümanlığı benimsemeyen Türkler için geçerli değildir: “Yere batası kâfirler göğe tengri derler. Yine bu adamlar büyük bir dağ, bir ağaç gibi sözlerine ulu görünen her şeye tengri derler. Bu yüzden bu gibi şeylere yükünürler(secde ederler). Yine bunlar bilgin kimseye tengrigen derler. Bunların sapıklıklarından ulu Tanrıya sığınırız. ” Bu örnekler eski Türklerin Gök Tanrı dışında da çok kutsal saydığı ve saygı gösterdiği varlıklar olduğunu ispatlamaktadır ancak bu durum Gök Tanrı’nın ayrı ve en ulu olması özelliğini değiştirmemektedir. Din olarak M.Ö. 5. yüzyıla kadar varlığı saptanabilen Gök Tanrı dini, güneş, ay ve yıldız kültlerine de inanan Asya Hunlarında da tek ve ulu varlığı temsil ediyordu. Din araştırmaları ile tanınan W. Schmidt, Türklerin daha Asya Hunları zamanında tek tanrıcılığa doğru gelişmiş yüksek bir dine sahip oldukları kanaatine varmıştır. Ona göre, Gök Tanrı sadece kendisine itaat
edilmesi gereken ve koruyup kollayan bir güç olduğu halde diğer kutsal varlıkların önemli bir etkisi yoktu. Aynı şekilde Bizanslı tarihçi Simokattes (7. yüzyıl), Gök Tanrı’nın tek yaratıcı olduğunu ve Türklerin güneş, ay, ateş, su gibi bazı ögeleri kutsal saysalar da, sadece yaratıcı Gök Tanrı’ya taptıklarını belirtmiştir. Türklerin Gök Tanrı dinini nasıl yaşadığına bakacak olursak da, eski Türkler tanrıya insani nitelikler yüklemediklerinden, tanrının resim ve heykellerini yapmamışlardır. Türk inanç sisteminde puta tapınma olmadığı için, putları korumak ve saygı göstermek için yapılan tapınaklar da inşa etmemişlerdir. Ayrıca Eliade’ye göre Türk dininde kutsal evliliğe de rastlanmaz.Yani Türk tanrıları tanrıçalar ile evlenmezler. Aslen eski Türklerde zihniyet olarak erkek dişi ayrımına rastlanmaz. Türkler evreni bir bütün olarak kavrarlar. Türklerde tanrının sanat tarihindeki tasvirleri ise çoğunlukla simgeseldir. Örneğin, Orta Asya’da yurt denilen çadırların üst bölümü göğü, dolayısıyla Gök Tanrıyı temsil etmektedir. Sonuç olarak Eski Türklerde aslen bir Gök Tanrı inancı bulunduğunu ve bolca şamanî ögeler barındıran bu dine bağlı olarak gelişen çok sayıda ikincil kutsal varlık ve kavramların olduğunu söyleyebiliriz. Bazı Türklerde zamanla bu ikincil ögelerin birincille eşit konuma gelmesi durumlarını düşündüğümüzde ise Türklerin zamanla farklı farklı inanç sistemlerine nasıl yatkınlık duyup kabul ettiklerini de biraz olsun
anlayabiliyoruz. Ancak tarihimizi ve kültürümüzü tam anlamıyla öğrenmek ve açıklayabilmek için elimizdeki kaynaklar yeterli olmamakta ve daha çok araştırmalar yapmak gerekmektedir. Bize düşen tarihimizi kültürümüzü araştırmak, öğrenip anlamak ve sahip çıkmaktır. Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Tarihini bilmeyen milletler yok olmaya mahkumdur.”
Kaynaklar Harun Güngör- Türk Bodun Bilimi Araştırmaları Yaşar Çoruhlu-Türk Mitolojisinin Anahatları İbrahim Kafesoğlu- Eski Türk Dini Bahaeddin Ögel- Türk Mitolojisi
UNUTMAK TÜKENMEKTİR... RAHMETLE ANIYORUZ...
Ülkücü Şehit Aytekin Taşçı.. İstanbul Fatih semtinde bize komşu bir yurdumuz vardı: Aydın Talebe Yurdu. İstanbul Teknik Üniversitesi talebesi olan Aytekin iki bloktan oluşan bu yurtta kalmakla birlikte zaman zaman, arada üç yüz metre mesafe olan Erzurum Yurdunda bizimle de kalırdı. Savaş ortamı yaşadığımız dönemin o ağır şartlarında afiş ve bildiri gibi faaliyetleri birlikte yürütüyorduk. O gün gece yarısı iki yüz kişilik bir ekiple afişe çıkmıştık. Bu tip afişleme çalışmalarında her an karşı gruplarla temas mümkün olduğundan askeri bir düzen içerisinde icra olunurdu. Öncüler, gözcüler ve artçılar şeklinde bir yapılanmayla intikal yapılırken, bizler de grubun güvenliğini sağlayacak şekilde yürüyorduk. Birkaç saat sonra Edirnekapı’ya geldiğimizde Mihrimah Sultan Camii’nin gökkubbeyi delecek gibi yükselen ince, zarif minaresinden yayılan “Allahu Ekber” sesleri gönüllerimizi bir hoş, bizi de mest eylemişti. Sabah ezanı okunuyordu. Hele Karagümrük Stadı’nın altında bulunan bir fırından yayılan taze ekmek kokusu açlığımızı artırmış ve azalan tehlike ortamını da fırsat bilerek fırına yönelmiştik. Aytekin’in sırtında uzun bir parke vardı. Bir yandan büyük bir iştahla taze ekmekleri yerken, ben; - “Biraz tereyağ olsa bu sıcak ekmeğin içine sürsek nasıl olur Aytekin ?” dedim. - “Bırak be hoca, bunu bulamayan da var. ‘Bismillah’ dedin mi içinde hem tereyağı olur, hem de bal olur.” Aytekin’in bu cevabı benim için yüce değerlerin gizli olduğu bir hayat öğretisiydi.Yıllar sonra bu ders benim her sahada işime çok yarayacak, zindan günlerimde bu mantık, gâh beni hücremden alıp muhteşem manzaralı derin vadilerde coşkuyla akan soğuk pınarların başında abdest aldıracak, gâh ayağıma vurulan iki yüz kiloluk paslı pranga, bir gül halkasına dönüverecekti. Yurdumuzun yüz metre ilerisinde birinin vurulduğu haberi dalga dalga yayılmış, herkes bir haber alabilmenin telaşına düşmüştü. Süratle bölgeye intikal ettik. Tarihler 14 Ocak 1977 ‘yi gösterdiğinde bir yıldız daha kaymış, Aytekin Taşcı şehit olmuştu... Yusuf Ziya ARPACIK
Yeni anayasa, sivil anayasa ya da adına her
ne derseniz. Benim için, güzel yurdumun saygı değer insanı hakkını hakettiğini arayabilsin, tekel şirketlerin altında ezilmesin, birileri jakuzilerinde şampanyalarını yudumlarken; benim milletim sıfırın altında bilmem kaç derecede çoluğuna çocuğuna bir lokma ekmek götürebilmek için eziyet çekmesin diye yazılmış bir toplumsal sözleşme olmalıdır. Ben anayasa hukukçusu değilim; hukuktan da pek anladığım söylenemez ama şunu bilir söylerim ki, ben bu devletin bir vatandaşıyım ve benim de söz hakkım var. 2011 seçimleri öncesi bütün siyasi partilerin vaatleri arasında vardı yeni, sivil anayasa. Seçimler oldu bitti, ilk olarak bir anayasa komisyonu kuruldu ve çalışmalarına başladı. Tahminlere göre de 2012’de hazır olacaktı ama ne olduysa süreç bir şekilde tıkandı. Komisyon işlemez oldu. Birçok sebebi olabilir bu durumun lakin benim gördüğüm çerceveden birilerinin kendi istediklerini ‘sivilleşme’ adı altında yapmaya çalışmalarından başka birşey değil. En sonunda baktılar uzlaşma sağlanamıyor, komisyonda her grup kendi önerisini sunsun; bunun üzerine orta yolu bulalım. 5 Nisan da her grup kendi önerisini sundu. Yüksek müsaadenizle bir TÜRK vatandaşı gözüyle, bu topraklarda Jül Sezar’dan sonra kendini hayat boyu diktatör ilan etmeye çalışan zatın partisinin önerilerini sorgulamak istiyorum. AKP değişmez madde olmasın, cumhuriyetin niteliklerinden Atatürk milliyetçiliğinin ve inkilap kanunlarına anayasal güvencelerin kaldırılmasını istiyor. Yani bunun halk dilinde tercümesi aynen şöyle oluyor: “Vallahi kardeşim yemişim Türkiye Cumhuriyetini, Kurtuluş Savaşında dökülen kanları, Ay yıldızlı bayrak için şehit düşen mehmetçikleri, bana birşey olmasın.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde türlü zorluklarla, tırnaklarımızla kazıyarak, kanımızı toprağa akıtarak kazandığımız hakları, tek adam olmak için kanı 5 kuruş etmeyen insanlara yalakalık için demokrasi adı altında Türk milletine yedirmeye çalışmaktır. Benim kundaktaki yeğenlerimi vahşice öldürenin şu sıralar barış elçisi olması bunun en büyük kanıtıdır. Yalnız Türk Milleti, halkı oy; oyları da para, kömür ve yumurtadan ibaret sanan şahsiyetlere gereken cevabı verecektir. Kimse şüphe duymasın, kimse umutsuzluğa kapılmasın. Bizim milletimizin özelliğidir bu, son 5 dakika kala futbol maçlarını yeneriz, her şey bitti sanılırken savaşları kazanırız, uçurumun kenarına gelmeden titreyip kendimize dönemeyiz. Benim inancım tam, büyük Türk milleti gerekeni yapacak, milli gurur ve onurun kömüre bedel olmadığını gösterecektir. Son olarak Ahmet Şafak’tan bir çift satır yazmak isterim. “Beyler Burası Türkiye bin yıllık devlet Selçuklu Osmanlı ve Cumhuriyet hepimiz kardeşiz hepimiz Mehmet Beyler bu vatan size neyledi derdimiz ekmekti derdimiz aştı Haram saltanatı kurdunuz sabrımız taştı duymadınız sesimizi arşa ulaştı Beyler Bu vatan size neyledi. Türkün başına bela elaleme yoldaş oldunuz Haine zalime yoldaş gardaş oldunuz milletin bağrında kara bir taş oldunuz Beyler Bu vatan size neyledi. Besledi büyüttü adam eyledi Sanmayın halk son sözünü söyledi.”
Mühendislik,
kelime anlamı olarak Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı güncel sözlükte “İnsanların her türlü ihtiyacını karşılamaya dayalı yol, köprü, bina gibi bayındırlık; tarım, beslenme gibi gıda; fizik, kimya, biyoloji, elektrik, elektronik gibi fen; uçak, otomobil, motor, iş makineleri gibi teknik ve sosyal alanlarda uzmanlaşmış, belli bir eğitim görmüş kimse” olarak tanımlanmaktadır. Mühendis kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiştir ve “özelde geometri, genel anlamda ölçme, sayma, hesap etme” olarak kullanılan“ hendese kelimesinden oluşturulmuştur. Yunanca; geo: yer, metria: ölçüm anlamını muhteva eder. Arapçada bu 2 kelimenin de karşılığı mevcut olup, pratik alandaki ölçümler için mesaha kelimesi, kuramsal teknikler için ise hendese kelimesi kullanılmıştır. Makine mühendisliği veya makina mühendisliği her türlü mekanik sistemlerin ve enerji dönüşüm sistemlerinin tasarımının geliştirilmesi ve üretiminin planlanması konularında faaliyet gösterir. Geniş bir çalısma alanına sahiptir. Eğitim aşamasında 3 ana bilim dalına ayırabiliriz. Bunlar: Enerji Anabilim Dalı, Termodinamik Anabilim Dalı, Konstrüksiyon ve İmalat Anabilimdalıdır. 1. Enerji Anabilim Dalı: Sanayide, konutlarda ve ulaşımda ihtiyaç duyulan elektrik enerjisi termik ve hidrolik santraller sayesinde temin edilmektedir. Günümüzde büyük tartışmalara yol açan nükleer santrallerin kurulması için de ülkemizde yıllardır çalışmalar sürdürülmektedir. Elektrik enerjisi kaynakları; hidrolik, linyit , doğal gaz, jeotermal, rüzgar, solar ve nükleer enerji şeklinde özetlenebilir. Hızla artan dünya nüfusu ve gelişen teknoloji karşısında, enerji sistemleri geleceğin en önemli sanayi kollarından biri olacaktır. Bu anlamda, enerji anabilim dalı tarafından enerji konusunda
temel bilgilerle donatılmış mühendislerin yetiştirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Enerji Anabilim Dalı; Konvansiyonel Güç İletim Sistemleri Teknolojisi, Enerji Ekonomisi, İçten Yanmalı Motorlar,Yenilenebilir Enerji Sistemleri ve Nükleer Teknoloji Bilim Dallarından oluşmaktadır. 2.Termodinamik Anabilim Dalı: Enerji bilimi olarak ifade edilen termodinamik kelimesini yapı olarak incelediğimizde ısı ve güç kelimelerinden oluştuğunu görüyoruz. Anlamından anlaşılacağı gibi çalışma alanları ısı ve güç üzerinedir. Bir işyerinden bir fabrikaya, bir evden bir binaya ve bir klimadan uzay mekiğine ve otomobilden sanayilerde kullanılan makinalara kadar her yerde ve alanda termodinamik işin içine girmektedir. Buradan termodinamik anabilim dalının önemini kavrayabiliriz. 3.Konstrüksiyon ve İmalat Anabilim Dalı: Makina Mühendisliği, hayatımızda ihtiyaç duyduğumuz makinaların tasarımı ve üretimi ile ilgilenen bir bilim dalıdır. Modern makina mühendisliği, mekanik ve malzemenin temel konularını içermektedir, fakat büyük oranda karmaşık bilgisayar destekli tasarım, modelleme ve analizi de içermektedir. Makina mühendisi, bu işleri geçerli, verimli, güvenli, ekonomik, çevreye ve etik değerlere saygılı bir şekilde tasarlamaktan ve yapmaktan sorumlu bir kişidir. Makine mühendisinin, herhangi bir projenin imalat aşamasında, projeyi teknikerlere daha faydalı ve anlaşılır bir biçimde aktarabilmesi için, kullanacağı malzemenin konstrüksiyon bilgilerine ve imalat usüllerine hakim olması gerekmektedir. Bu da Konstrüksiyon ve İmalat Anabilim Dalı sayesinde mühendis adayına kazandırılır. İyi bir makina mühendisi her şeyden önce makine mühendisliği disiplini ile matematik ve fen
bilimlerine ilgili olmalıdır. Mühendis adaylarının eğitim hayatlarının ilk oniki yılında matematik ve fizikle aralarının iyi olması da onların mesleğe yatkınlığını sağlar. Bir nesnenin nasıl çalıştığı veya daha iyi çalışması için neler yapılabileceği hakkında merak ve düşünce sahibi olan makine mühendisleri fikirlerini harekete geçirme arzusu taşımalıdır. Mühendisler sosyal farkındalık içinde düşünebildikleri ve iyi bir iletişim becerisine sahip olabildikleri kadar çağdaş ve anlaşılır olurlar.
endüstrisi ve imalat alanında iş imkanı sağlamaktadır.
Makine mühendisliği adaylarına son olarak da makina mühendisliğinin iş bulma imkanlarından bahsetmek gerekirse; kamu ve özel sektörde çalışma imkanlarının yanında kendi imkânlarıyla da iş kurabilirler. Ayrıca günümüzde önemi gittikçe artan ve geliştirilen özel şirketlerin AR-GE (Araştırma Geliştirme) bölümlerinde kolaylıkla iş sahibi olabilirler. Daha da detaylandırmak gerekirse, ülkemizde, başta THY, TAİ olmak üzere THK ve özel havacılık şirketleri ile ana bakım üstlerinde, kimyasal işlemler, güç üretimi, otomotiv imalatı, danışmanlık, mekanik inşa servisleri, havacılık servisleri, savunma teknolojileri, deniz
Ben teknik üniversitede okuyan bir makine mühendisliği öğrencisi olarak bu bölümü hedefleyen genç kardeşlerimize bölüm hakkında eğitim ve eğitim sonrası iş yaşamı için gerekli bilgilendirmeyi yapmaya çalıştım. Umuyorum ki makine mühendisliğini hedefleyen kardeşlerime yeni bir bakış açısı kazandırabilmişimdir.
Makina mühendisliği eğitimini bitirdikten sonra hızla gelişen bir teknolojik yaşam içinde işlevsel ve atik olacak ve tanıdık olmayan bir mühendislik problemini çözmek için neler yapmanız gerektiğini iyi bileceksiniz.Ayrıca makina mühendisliği disiplini size ; tasarım, geliştirme ve imalat konusunda, dinamik ve hızla gelişen bir alanda kariyer yapmak için gerekli olan bilgi,beceri ve azmi kazandıracaktır.
Ülkemizde tam donanımlı, ülkesinin değerlerine sahip çıkan, milli kültürden uzaklaşmadan, köklerini unutmadan, milli menfaatler doğrultusunda çalışan mühendislerin yetiştirilmesi dileğiyle.
T
ürk İslam ülküsü, müslüman Türk için bir ideal ve hayat biçimi olarak adlandırabileceğimiz yegane fikir sistemidir. Bu hareket İslam aleminin yeniden şahlanışını gerçekleştirmek ve bu şerefe tarihte olduğu gibi yine biz Türk milletinin nail olmasını isteyen ve ‘’kanımız aksa da zafer İslam’ındır’’ diyen yiğitlerin hak mücadelesidir. İşte bu fikir sistemi tamamen İslam ahlak, fazilet ve şeriatına aynı zaman da binlerce yıllık milli tecrübelerle oluşan İslam’la birlikte kemikleşen töremize, milli hassasiyetten doğan ve tarihi şan ve şerefle dolu olan Türk milletinin bir bireyi olma gurur ve şuuruna dayanır. Ülkücüler peygamber efendimizin(s.a.v.) ‘’kişi kavmini sevmekle suçlanamaz’’[1] ve ‘’vatan sevgisi imandandır’’[2] hadis-i şeriflerinden aldığı emirle İslam’a ve millete hizmet etme aşkıyla yanıp tutuşan bir davanın gönüllü erleridir. Aynı zamanda bu hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı gibi sevmemek ise Cenab-ı Rabbin yarattığı mevcudiyeti yok saymaktır. Bu ülkü dünya menfaatlerinden sıyrılıp Hakka yürüyüşün misali, bu ülkü makam mevkiiyi sadece Allah katında kazanma ve arama ülküsüdür. Türklüğü bedeni,İslamiyeti ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan,Dünya Türklüğünün,İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur. Din ve milliyet,zıt değerler değildir[3] Bu ülkünün günümüzde gerçekleşebilmesi için şu aşamalardan geçmesi günümüz şartlarında daha doğru olacaktır: 1)MİLLİYETÇİ TÜRKİYE: Milliyetçilik üzerine yapılan birçok tanımlama vardır ve bu tanımlamaların birçoğu siyasi amaçlara oyuncak olmuş durumdadır. Biz bu tartışmalara girmeden TDK milliyetçilik hakkında ne demiş bir bakalım: Milliyetçilik: maddi ve manevi açıdan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutma anlayışıdır.[4] İnsan yaratılışı itibariyle mensubu olduğu sülalesini milletini ve benzeri her şeyi en üste çekmek ister. Bu bağlamda milliyetçilik de tabii bir refleks olup insanın yaradılışından gelen bir istektir. Türk İslam ülküsü ise onu içinde yaşadığı Anadolu coğrafyası üzerine kurulu olan Türkiye’mizi tarihinden aldığı sorumluluklarını yerine getirmek için devletler düzeyinde en üst seviyeye çıkarmak
ve dünyada süper güç olmasını sağlamak amacındadır. Milliyetçi Türkiye amacımız da tüm Türkiye’yi bu amaçetrafında perçinleyip Türkiye’yi insanı, bürokrasisi, devletin tüm kademeleri ve eğitim sistemi ile hep birlikte aynı rotaya sokmaktır. Çünkü Türkiye, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının varisi olarak doğmuş bir ülkedir. Ve bu imparatorluklardan Selçuklu İslam alemi üzerine gelen haçlı zulmüne göğüs germiş ve İslam aleminin yıkıma gitmesine Allah’ın izniyle mani olmuştur. Osmanlı ceddimiz ise Tevhid sancağını eline alıp Viyana önlerine kadar ilerlemiş İslam medeniyetini kafir dünyası karşısında öne geçirmiş ve yaklaşık 400 sene padişahlarımız İslam alemine halifelik makamında bulunmuşlardır. İşte varis Türkiye’ye ve insanına bu şuuru aşılamak gayesinin adı ‘’Milliyetçi Türkiye’’dir. Başbuğ Alparslan Türkeş’in tanımıyla, Milliyetçilik, milletimizi sevmektir, vatanımızı sevmektir, devletimize sadakatle bağlı olmaktır . Irkçılığı reddeden bir milliyetçilik anlayışımız vardır. Bizim milliyetçilik anlayışımız milli kültürü esas alan bir anlayıştır. milliyetçiliğimizin temel kaynaklarının başta geleni; İslam iman, ahlak ve faziletiyle Türklük şuuru, Türk milletine karşı beslenen derin duygu derin sevgidir. 2) MİSAK-I MİLLÎ SINIRLARINA ULAŞMAK: Misak-ı Millî, tarihimize 1.Dünya Savaşı’nda yenik düşüldükten sonra yapılacak barışın şartlarını belirleme üzerine yayınlanmış bir bildirge olarak geçmiştir. Bu bildirgede vatan topraklarına Batum, Musul, Kerkük, Batı Trakya, Nahcivan, Halep’i de içine alan günümüz Türkiye’sinin sınırlarıdır. Türkiye’mizden ayrı kalan vatan parçalarımız hala yüreğimizi dağlayan bir acıdır. Bu beldeler hala Türklük şerefinin izlerini gururla taşımaktadır lakin Batum Moskof ve Ermeni kobaylarının emellerine alet edilerek, Musul ve Kerkük emperyalist ve siyonist para babalarının petrol açlığından ve de Şeyh Sait gibi o günün kürtçülerinin isyanları yüzünden, Halep Fransızların zorlamalarından, Batı Trakya Avrupanın şımarık çocuğu Yunanlıların Bizans’ı yeniden diriltme gibi akla hayale dahi sığmayan maceraları yüzünden elimizden gitmiştir. Halen buram buram Türk-İslam kokan bu beldeler mutlaka ana vatanımıza katılacak, soydaşlarımız azınlık yapılma zorlamalarından kurtulacaktır. Bizim bu gayemiz ne petrol ne Kafkaslarda egemenlik kurma
ne Avrupa içlerine yayılmaktır. Bizim buradaki gayemiz, hakkımız olan öz evladımız olan bu toprakları ve insanlarımızı bir bütün halinde bir araya getirmektir. Mustafa Kemal Atatürk “Allah nasip eder ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım”[5] sözleriyle bu gayesini dile getirmiştir. Lider Devlet Bahçeli de Misak-ı Milli’yi “Türk milletinin en stratejik kararlarından biridir. Bu milli yemin bizim referansımızdır, yok göstericimizdir.” Sözüyle ifade eder. 3)TURAN: Turan ülküsü tüm Türk milletini aynı sınırlar içinde tek bir sancağın altında birleştirmek ülküsüdür. Yani bu Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar olan bütün coğrafyayı kapsayan tek bir devleti kurmaktır. Turanı üç aşama olarak ele almak gerekirse ilki Türk birliği ikincisi İslam diyarlarının egemenlik altına alınması, üçüncüsü ise Osmanlı’nın egemenlik kurduğu beldeleri yeniden fethetmektir.[6] Bu ülkü tarihsel süreç içinde büyük ideale giden büyük devlet olmanın tek yolu olduğu anlaşılmıştır. Osmanlı devleti kurtuluş çaresi olarak ilk önce Osmanlıcılık fikrini öne sürmüş bu fikir sistemi imparatorluğun gayrimüslim unsurlarının isyan etmesi sonucunda yerini İslamcılık ve Ümmetçiliğe bırakmıştır. Daha sonrasında ise Müslüman olan Arap, Kürt ve Arnavut -ihanet etme düşüncesinde değildirler[7] - gibi gayri Türk unsurların vatana ve imparatorluğa isyan etmeleri ve ayrılma çabaları sonucunda vatan topraklarını müdafaa etmenin tek yolu milli duygulara ve Türkçülük-Turancılık fikir sistemine tam olarak bağlı kalmakta görülmüştür. Özellikle Enver Paşa’nın ilk hatıratlarına bakıldığında bu net görülmektedir ki Enver Paşa ne Türkçüdür ne Turancıdır. Fakat o vatansever dindar kişinin mücadele edebileceği tek bir yer kalmıştı: TÜRKİSTAN. O bu yüzden Turan coğrafyasında mücadeleye başladı ve o topraklarda Pamir dağlarında şehadet şerbetini içti. Bugüne bakıldığında ise Arapların çoğunluğu vahhabi, Farslar şia gibi sapkın mezheplere inanmışlardır. Yani İslam’ın kurtuluşu Allah’ın da izniyle tarihte olduğu gibi ,Türk-İslam ülküsüne bağlı,Türklük şuur ve vakarına,İslam iman, aşk, ahlak ve aksiyonuna sahip Türk milletine ve onun birlikteliğine bağlıdır. Ziya Gökalp Turan özlemini şu dizeleriyle dile getirmiştir. “Düşmanın ülkesi viran olacak, Türkiye büyüyüp “TURAN” olacak.” “ Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan, Vatan tek ve müebbettir: Turan.”
4)KIZIL ELMA VATİKAN: Kızıl Elma Türk mitolojisinde Türkler ve de özellikle Oğuz Türkleri için üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan ancak uzaklaştığı oranda cazibesi artan ülküler veya düşlerdir[8]. Bu ülkü Türklerin İslamiyet’e girdikten sonra cihad kültürüyle hemhâl olmuş ve Türkler için çok daha önemli bir hale gelmiştir. Kızıl Elma ilk önce Anadolu daha sonra sırasıyla İstanbul, Viyana en son olarak da küffar dünyasının başı Vatikan olmuştur. özellikle de dedemiz Fatih Sultan Mehmet Han bunun için girişimler de bulunmuş ve Toronto’yu fethetmiştir. Fakat girişimleri vefatıyla sonuçsuz kalmıştır. Türk milletinin içinde bir ukte olarak kalan bu ide al gerçekleşecek ve Vatikan’daki Saint pierre kilisesindeki haç kırılıp yerine İslam’ın Alemini koyacağız ve cumamızı orada kılacağız inşallah. “Çıktı Otranto’ya pür velvele Ahmet Paşa. Tuğlar varsa gerektir Kızılelma’ya kadar..” Yahya KEMAL “Roma’ya kadar gidip, atımı San Pietro mihrabında yemleyeceğim.” Yıldırım BAYEZİD 5)TÜRK CİHAN HAKİMİYETİ MEFKURESİ: Türklerin “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” parolasıyla yeryüzünü yurt edinmek ülküsüdür. Tarihin ilk dönemlerinden beri Türklerde dünyaya hükmetme ülküsü vardır bu şu sözlerden daha iyi anlaşılacaktır. İslam öncesi devirde Gök Tanrı tarafından dünyaya hükmetme ve adaleti huzuru getirme amacıyla gönderildiğine inanmışlardır. İslam sonra ise cihad ve kültürüyle bu perçinleşmiş ve gaye gönüllerde daha da yücelmiştir. “Yukarda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta ikisinin arasında insanoğlunun üzerinde atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan tahta oturmuştur.” Orhun Abideleri 6)İLÂ-YI KELİMETULLAH VE NİZÂM-I ALEM: Her türlü küfre ve şirke karşı, Allah’ın varlığını, birliğini, İslam’ın yüceliğini ve Kuran’ın üstünlüğünü savunmak ve Allah yolunda cihad etmektir. İslam, “Allah’tan başka tanrı yoktur” gerçeği ile insanı sahte tanrılardan, mâbutlardan, kula kul olmaktan kurtarıp, her iki dünyada da mutlu kılmak üzere gönderilmiştir. Ciha’nşümul Devlet anlayışına sahip müslüman Türk milleti bu
vazifeyi kendine ülkü edinmiş ve tarihte olduğu gibi bugün de bu gaye uğruna mücadele etmektedir. Türk milleti tarih sahnesine Selçuklu olup, sapkın mezheplere karşı Anadolu Selçuklu olup, haçlı zihniyetine karşı Osmanlı olup tüm küffar ellerle mücadelesini sürdürmüştür. Bugünün Türkiye’si ise bu zihniyetle mücadelesi sonrasında kurulmuştur. Türkiye’nin ve Müslüman Türk milletinin öz evladı olan ülkücüler ise kafir icadı olan komünizm, sosyalizm gibi fikir akımlarına karşı dik duruş sergilemiştir. Fikriyâtını ve davasını Kur’an’ın çoşkulu pınarlarından sulayan ülkücüler Allah’ın ve O’nun yüce peygamberinin emrine itaat ederek İslam’ı yayma mücadelesini bugünün alperenleri olarak gerçekleştiriyorlardır. Milliyetçi Türkiye kurulduktan sonra buradan gelen güç ile Türk’ün bitmeyen rüyası Turan ideali hayata geçirilecek ve kudretli Türk birliği Turan bayrağı altında ilâ-yı kelimetullah’ı baki kılacak ve Allah’ın nizamı (nizam-ı alem) dünya’da hakim olacaktır... “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tam anlamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse sataşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur.” [Bakara,193] “(Müslüman erkeklerden) kim, Allah yolunda, ila-yı kelimetullah için, devenin iki sağımı arasında geçen müddet kadar savaşacak olsa cennet kendisine vacib olur.” Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) “Bizim mesleğimiz Allah yolu ve Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir.” Devlet-i Aliye’mizin kurucusu Osman Gazi Yazımızı toparlamak gerekirse biz ırki, maddi sevdalara, dünyevi menfaatlere değil, Türk milleti olarak inandığımız değerleri yani İslam Medeniyetini yeryüzünde hakim kılmak ve o şerefe bizim nail olmamızı istiyoruz. Asıl gayemiz budur bunu da sırf Cenab-ı Allah’ın rızasını kazanmak ve mahşerde onun karşısına olabildiğince alnımız açık bir şekilde gitmektir...
“Hepinizin, hepimizin, hep beraber gayemiz yalnız ve yalnız Allah’ın rızasını kazanarak İslâm’a, Müslüman Türk milletine, Müslüman Türk Dünyasına hizmet için olmuştur. Bugün de bu aşkla bu gaye ile hareket halindeyiz. Cenab-ı Allah’ın rızasından başka bir gayemiz yoktur. O Rıza için hareket ettik, o rıza için kol kola verdik, o rıza için şehitler verdik; şehitlerimizin tabutlarını beraber omuzlarımızda taşıdık.” Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ ‘’ Şol gökleri kaldıranın Donatarak dolduranın Ol deyince olduranın; Doksan dokuz adı ile” Ya Rabbi sen bizleri İslam üzerine, Ehl-i sünnet vel cemaat üzerine ve dedem Satuk Buğra Han’dan başlayan, Malazgirt’te Alparslan, Söğüt’te Osman Bey, Bursa’da Orhan Gazi, Kosova’da Murat Hüdavendigar, İstanbul’da Fatih, Mısır’da Yavuz, Sakarya’da ve Çanakkale’de Mustafa Kemal olan, Başbuğ Alparslan Türkeş’le sancaklaşan, ülkü şehitleriyle tohum olup Anadolu’ya saçılan Türk İslam Davası üzerine sabit kıl.Ya Rabbel Alemin ve Ya Erhamerrahimin sen zihnimizi fikrimizi açık, kelamımızı doğru, kılıcımızı keskin eyle. Ya Rab sen ecdadıma nasip ettiğin şanı ve şerefi bize de nasip eyle, devletimize milletimize zeval verme, din ve devlet düşmanlarını Kahhar sıfatıyla kahreyle. Ya Rahman sen bizleri ordumuzu iki cihanda da muzaffer eyle ve cennet mekânına nasip eyle. Amin. [1]: Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau [2]: İmam-ı Rabbani, Mektubat, Hz. Mevlana Mesnevi [3]:Türk-İslam ülküsü kitabı, Seyyid Ahmet ARVASİ [4]: ve [8] http://www.tdk.gov.tr (TDK sözlük) [5]:1933, General McArthur’a [6]: Ziya Gökalp;Türkçülüğün Esasları [7]: İlber Ortaylı;Yakın Tarihin Gerçekleri
Çevremizde
her gün belki bir kaç sefer “Azeri” kelimesini duyuyoruz ama bu kelimenin tamamen bir dil ve bir millete karşı soykırım olduğunun çoğumuz bilincinde değiliz. Azeri ne anlama gelir ve Türk kökenli midir? Peki o zaman Azerbaycan’da yaşayanlar Türk müdür? Türkse neden “Azeri” deye isimlendirilmişler? Hangi isimle bir Türk olarak tanımlanmaktan daha hoşnut olurlar ? O zaman en başlıca soru “Niye devletlerini Azerbaycan olarak adlandırmışlar?” Azeri kelimesi Azerbaycan kelimesinin bir parçası değildir ve Azerbaycanda yaşayan nüfusun büyük bir kısmını oluşturan Azerbaycan Türkleriyle hiçbir zaman bağdaştırılamaz ve aynı etnik kökene dayandığı söylenilemez. Yaklaşık iki asırdan fazla bir süredir adımız niye Azeri’ye çıkarılmaya çalışılmıştır ve sebebi nedir? 1823 Türkmençay ve 1828 Gülüstan anlaşmalarıyla Türk yurdu Azerbaycan İran ve Rusiya arasından bölünmüştür. İran’a kalan Aras nehrinden güneydeki topraklarda yaşayan şimdiki nüfusu 30 milyona yaklaşan Azerbaycan Türkü iki asırdır Azeri olarak İran devleti tarafından adlandırılmaya başlandı. Kuzeyde Rusların, Ermeni ve diğer slavyan milletlerini Azerbaycan Türkleri’nin içine yaptığı göçlerle halka Türklüyünü unutturma siyasetinin aynısı Farslar Güney Azerbaycan’a halkın dilini ve ismini deyiştirerek yapmağa çalışılmıştır. Azer kelimesi Oğuz boyunun Orta Oğuz kavmine ait olmakta ve “Oder” yani “ateşe tapan dövüşçü” anlamını taşımaktadır. Arap işgallerinden sonra “Oder” kelimesi Arapların “d” sesini telaffuz etmekte zorlandıklarından dolayı “Azer” olarak değişmeye maruz kalmıştır. Sonradan “Azer” kelimesi sonuna “-i” eklenerek Farslaştırılmaya
çalışılmış ve Güney Azerbaycan Türkleri “Azeri” olarak isimlendirilmek istenmiştir. Günümüzde Güney Azerbaycan’da “Azeri” kelimesini kullanmak “hayin” olmak demektir. Maalesef, yanlış bilgilendirildikleri için kardeş ülke Türkiye dahil bir çok ülkede Azerbaycan Türklerine “Azeri” denmekte. Tabiki de “AzeriTürkü” denilmesi de bir hayli yanlış. Maalesef bilincinde olan onca millet, vatan aşkına mecnun olan oderlerin uğraşlarına rağmen sesimizi yeterince duyuramayıp hakkımızı temin edemiyoruz. Hakkımızı temin etmenin en mantıklı yolu hak sesimizi “içimizden dışa doğru” usanmadan tükenmeden ünümüz yetdiği kadar haykırmaktır. Artık lütfen kimse bizlere “Azeriler” demesin. Çünkü bizler Azerbaycan Türkleriğiz. Türk oğlu Türküz. Ne mutlu Türküm diyene !
Aynı soydan geliyoruz bir bakın, Dilimiz, töremiz, kanımız yakın. Bir daha Azeri demeyin sakın, Azeri değiliz, Türk oğlu Türküz! Ozan der ki: çözülsün bu kör düğüm, Türk diye bilinsin mahellem, köyüm. Çünkü bende Azerbaycan Türküyüm, Azeri değiliz, Türk oğlu Türküz! Ozan Elmir Abbasoğlu
AVLAR PEŞİNDE TÜRK DAĞLARDA, TÜRK KENTTE, ISYAN ŞIMDI HER YERDE, SAĞIR DÜNYA DUY BENI, HARP DERMANDIR BU DERDE ! BASILDI CAMILERIM, ÇOCUKLARIM ASILDI, GÖRMEDIN HEP KÖRDÜN SEN, BILSEN ZULÜM NASILDI ! ZULMÜN ZINDANLARINI HÜCRE HÜCRE BILDIK BIZ, SENIN KAFAN KUMDAYKEN, ÇOLUK ÇOCUK ÖLDÜK BIZ ! ZULME BASKIN EYLERIZ GECE GÜNE DÖNERKEN, HIÇBIR YIĞIT DEMEZ KI: “ÖLMEK IÇIN ÇOK ERKEN!” YIKILSIN KALELERI, SARAYLARI YIKILSIN, BEBEK KATILLERINE YÜZ BIN KURŞUN SIKILSIN ! HEY ARKADAŞ DUY BIZI, KATIL SEN DE KAVGAYA, ONURLU YAŞAM IÇIN HAYDI KIZIL ELMAYA ! ŞU UYGUR’DA HER BIR GENÇ SANIRSIN KI KÜR ŞAD’DIR, BINLER HAZIR SOLMAYA, ÖLÜM KUTLU MURATTIR ! HER KÜR ŞAD’A KIRK ER VAR, KIRKI HAZIR SOLMAYA, AZRAIL ŞÜPHE EDER CANLARINI ALMAYA ! ŞU UYGUR’UN GENÇLERI KAMPLARINDA BIRLEŞIR, YA RABB BU NE ORDUDUR, HARBETTIKÇE GÜRLEŞIR ! BUGÜN TÜRK’E RÜTBE YOK, BU MEHMETLER CENGIDIR, TÜRK’ÜN HER BIR ŞEHIDI OĞUZ KAĞAN DENGIDIR ! CIHANIN KURTULUŞU TÜRK’ÜN AZATLIĞINDA, KÜFÜR BOĞULACAKTIR ZULMÜN BATAKLIĞINDA ! İNSANI SEVERIZ BIZ, KINIMIZ ZALIMLERE, ZULME BOYUN EĞMEYIZ, KOŞARIZ ÖLÜMLERE ! KISASTA HAYAT VARDIR, TÜRK INTIKAM ALACAK, İNSANCA HAYAT IÇIN DÜNYA TÜRK’ÜN OLACAK ! BU GÜN SANCAK SENDEDIR, GÖSTER TÜRK’Ü ÇAĞLARDA, GÜN INTIKAM GÜNÜDÜR, KARDEŞLERIN DAĞLARDA ! METEHAN TEMIZEL & ALI AKSOY