Öktem Dergisi | Sayı:4 | 2014

Page 1



G

aspıralı İsmail’in “Dilde, fikirde, işte birlik” şiarını düstur edinen, dün bir avuç genç iken bugün kalabalıklaşan Öktem Dergisi ailesi olarak farklı şehirlerden, farklı üniversitelerden birçok ülküdaşımızla fikri ve vicdanı bir hareket ederek beraber iş yapabilmenin mutluluğunu yaşıyoruz. İlk sayımızı çıkararak kurduğumuz çadırın gelecekte bir oba olmasını istiyorduk. Bugün şükrederek birlik içinde hareket eden bir oba olduğumuzu söyleyebiliyoruz. Bu işbirliğinin bir ürünü olarak da 4.sayımızı sizlerin huzuruna çıkarıyoruz. Öktem Dergisi olarak bizler sadece yazı yazıp yayınlayan bir dergi olarak kalmamak taraftarıyız. Bugün maddi imkânlarımızın yetersiz olması sebebiyle bir dernek odamız dahi bulunmuyor. Ancak biz bu imkânsızlıklar içinde bir dernek gibi çalışmayı, yayıncılığın ötesinde bir öğrenci hareketini yürütmeyi hedefliyoruz. Yalnızca söylemden ibaret olan hiçbir düşünce bir fikir hareketine dönüşemeyeceğine göre, söylemimize uygun olarak eylem içinde bulunmaya çalışıyoruz. Söylemlerimizde ise tekrardan kaçınarak yeni fikirler üretmeye, ülkenin gündemine ve geleceğine dair akıl yürütmeye çalışıyoruz. Mütekerrîr mi olacağız yoksa mütefekkîr mi? İşte bu sorunun cevabını zaman verecek. Bir önceki sayımızda da ilan ettiğimiz üzere lise kütüphanelerine yerleştirilmek üzere büyük Türkçü Hüseyin Nihal ATSIZ’ın kitaplarını topluyoruz. Kitap kampanyamız 3 Mayıs Türkçülük Gününe kadar devam edecektir. Liseli kardeşlerimize Türkçülük fikrini aşılamak için siz okurlarımızdan da bir kitapla dahi olsa kampanyamıza destek olmanızı bekliyoruz. 4.sayımızla birlikte temsilcilik sayımızı 16 il ve 23

üniversiteye çıkardığımızı da duyurmak isteriz. Giderek artan temsilci sayımız ile dergimizi ülkenin dört bir yanına ulaştırmayı hedefliyoruz. Bulundukları şehirlerde, üniversitelerde Öktem’in okunması için büyük emek harcayan, ailemizin birer dalları olan temsilcilerimize bir kez daha teşekkür etmek isterim. Dallarımızı nereye kadar uzatabilirsek meyvelerimizi de oralara ulaştırabiliriz demektir. O halde ailemiz günden güne büyümeli ve sesimizi bütün gençliğe duyurabilmeliyiz. Bize her gün yazılarını gönderen, eli kalem tutan, söyleyecek sözü olan, kafa yoran, fikir üreten ve bunu okurlarla paylaşmak isteyen herkese de ayrı ayrı teşekkürlerimizi iletiyoruz. “Üniversiteli Türk Milliyetçilerinin Dergisi” söylemiyle yola çıkan Öktem’in Türk Milliyetçisi gençler tarafından böylesine sahiplenilmesi umutlarımızı sıcak tutmaktadır. Kim bilir, belki de gelecekte zamanına damga vuracak yazarlar bu dergiden yetişecektir. Bugünün büyükleri de dünün genç kalemleri değil miydi? Kendi acemi kalemlerimizden dökülenlerin yanında her sayımızda tecrübeli kalemlerle, fikir adamlarıyla çalışmaya özen gösteriyoruz. Bu sayımızda iki kıymetli büyüğümüzü de sizlerle buluşturuyoruz. Prof.Dr.İskender ÖKSÜZ hocamız “EYLEM GEREKİR Mİ?” başlıklı yazısı ile Türk Milliyetçisi gençlere sesleniyor. Kırım Tatar Milli Meclisi Türkiye Temsilcisi Zafer KARATAY hocamız ise Ukrayna’daki son gelişmelerden sonra heyecan yaratan “Kırım Türkiye’ye bağlanabilir” haberlerine uzman gözüyle bir açıklık getirmek için “KREMLİN’İN BİTMEYEN KIRIM RÜYASI” yazısı ile fikirlerini sizlerle paylaşıyor. Sizleri hocalarımızın kıymetli yazılarıyla baş başa bırakıyor ve esenlikler diliyorum.

___ 01


E

yleme gerek var mı? Öğrenciysek dersimizi çalışsak, mezun isek işimizi yapsak yetmez mi? Haydi bu çok pasif diyelim. O zaman, meselâ haftada bir gün buluşup konuşsak... Bu da eylem işte. Bu soruların çok açık cevabını 1960’lı yılların bir tecrübesi sonunda almıştım. Anne-babamızın birinci cümle doğrultusundaki telkinlerine rağmen biz ikinci stratejiyi uyguluyor ve haftada bir defa toplanıp konuşuyor, tartışıyor, programlı bir şekilde kitap ve makale okuyorduk. Ahmet Bican Ercilasun Hoca sık sık hatırlatır, bu toplantılarımızın açılışında Atsız Beğ’in disiplini vurguladığı “Türk Ordusu” yazısını okurduk. 1960’lı yıllar SSCB’nin Türkiye üzerindeki ideolojik taarruzunun ilk işaretlerinin ortaya çıktığı zamanlardır. Komünistler harekete geçmişti. Cephe organizasyonları vasıtasıyla seri toplantılar düzenliyorlardı. Mesela bir toplantıda bir adamın kürsüye fırlayıp, “Ben köyden geliyorum, köyden!” diye heyecanlı, şiir kıvamında bir nutuk attığını, nutkunun toplantının ilan edilen konusuyla pek de ilişkili olmadığını hatırlıyorum. Sonra bambaşka bir çevrede ve bambaşka bir toplantıda, daha sonra bir

başkasında, tekrar tekrar aynı kişi kürsüye fırlayıp, kelimesi kelimesine aynı nutku atınca bu zatın köyden falan gelmediğini, bu konuşmayı ezberleyip her toplantıda ajitasyon için okuduğunu anlamıştım. Malum, o günlerde proletarya ile beraber köylü de komünist devrimin motor gücüydü. “Açık” oturum Sol eylemlerden biri “Açık oturum” veya “Tartışma” etiketi altında yapılacaktı Daha önce İstanbul ve Ankara’da yapmışlar, her ikisinde de Türk Milliyetçiliği’nin önde gelen isimleri karşısında pek başarılı olamamışlardı. Ankara’daki toplantıda rahmetli Nejdet Sançar Bey’in nefis konuşmasının haberini Millî Yol Dergisi’nden almıştık. Sıra İzmir’e gelmişti demek. Tartışacaktık ya... Bizim konuşmacımız rahmetli Kemal Fedai Coşkuner, kürsüye çıkıp daha ikinci cümlesini ederken üstüne yürüdüler. Ve yürüdüklerine bin pişman oldular. Ercilasun’u, kalabalık içinde iki metreye yakın boyuyla yükselen rahmetli Hasan Oraltay’ı, Özer ve Muzaffer Hiçyılmaz’ı hatırlıyorum. Yürüyenler ortadan silinirken Coşkuner omuzlara alındı ve salondan öyle çıkıldı. Yanılmıyorsam toplantı şimdiki Efes Oteli’nin karşı kaldırımında, köşe başındaki Ticaret Lisesi salonundaydı. O hızla hemen yakındaki Cumhuriyet Meydanı’na vardık ve Atatürk

___ 02


heykelinin altında birkaç konuşma yapıp dağıldık... Dağıldık da; biz yirmi kişi olarak gelmişsek şimdi elli kişiydik. Oradan derneklerimizden birine gittik. O elli kişinin ellisi de geldi. O güne kadar aramızda olmayıp o gün bize katılanlardan, meselâ, Ömer Işık Bey’i hatırlıyorum—o da bizim yaşlarda ve gencecik bir delikanlı idi. Yıllar geçip CKMP sonra da MHP teşekkül ettiğinde uzun yıllar İzmir İl Başkanımız olmuştu. Çoğalmak- KÜBİTEM! Görmüştük ki kendi aramızda toplantı gerekti, eğitim için şarttı ama çoğalmak için yetersizdi. Halbuki fikir hareketlerinin temel gayesi çoğalmaktır. En başta o gelir... Çoğalmak!

sokaklarına hâkim olurken aynı günlerde üniversite öğrenci federasyonu birinci başkanlığı da bizim elimize geçiyordu. Eylem içinde yedi yüz er olmak Hoş bir hatıra: Türkiye Millî Talebe Federasyonu’nun Genel Kurulu’nun kazanılması Sadi Bey’in (Somuncuoğlu) yönetiminde gerçekleşmişti. O başarıdan sonraki ilk KÜBİTEM karşılaşmamızda, nasıl hissediyorsun diye sordum. Atsız’dan iki mısrayla cevap verdi:

Uzak uzak ülkelerden döndüm seferden; Yaralarım derin fakat mestim zaferden.

İşte yetmişlerde Türkiye’den SSCB saldırısını def eden gençlik organizasyonu bu küçük başlangıçlardan, her şehirdeki yirmi- otuz, bilemediniz birkaç yüz kişilik gruplardan, Türk Ocağı’ndan,Türkçüler Derneği’nden doğdu. Dernek olarak kalsaydık belki biraz serpilirdik ama yine dernek olurduk, hareket değil. Bizi sonraki güce eriştiren rahmetli Alparslan Türkeş Bey’in parti seçeneğindeki ısrarı; CKMP ve MHP’dir.inanmış yüreklerimizle ecdadın yeminine ses veriyoruz! Dernekçilik-eylemcilik karşılaştırmasının laboratuar deneyi sayılacak bir hali Ankara’daki “Üniversiteliler Derneği” ile “KÜBİTEM” kuruluşlarıdır. Rahmetli Kösoğlu, Osman Çakır’la yaptığı röportajda birinciden genişçe bahseder. İkinciye de temas eder. Birincisinde önce kendilerini iyice yetiştirip sonra eyleme geçmeye karar vermişler. O ikincisi, KÜBİTEM, her çekmecesinden bir başka dernek çıkan bir yapıydı. Komünist saldırının FKF’sine -daha sonraki Dev-Genç- karşı Türk Milliyetçileri’nin teşkilatı Ülkü Ocakları orada doğdu. Ülkübir, Ülkütek, Ülkücü Memurlar... Töre, Devlet, Bozkurt... Hepsi. Gayet tabiî eylem içindeydik. Gayet tabiî patlama hâlinde büyüyorduk. Rahmetli Dursun Önkuzu’nun cenazesinde Ülkü Ocakları Ankara

On- yirmi- yüz kişiler o günlerde binler, on binler olmuştu. Sonra milyonlara vardılar. Bilge Kağan öyle anlatır: Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye, babam İltiriş kağanı, annem İlbilge Hatun’u göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmıştır. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış. Dışarı yürüyor diye ses işitip şehirdeki dağa çıkmış, dağdaki inmiş. Toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için, babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya batıya asker sevk edip toplamış, yığmış. Hepsi yedi yüz er olmuş. On yedi -- yetmiş-- yedi yüz. Ama eylem içinde. Bu yazıya başlarken dergi çıkarmanın, dergiyi dağıtmanın, okumanın, okutturmanın da bir eylem olduğunu anlatmak niyetindeydim. Dergi etrafında toplanmak, derginin toplantılarını yapmak... Fakat hatıralar aldı götürdü. Başka bir yazıda inşallah.

Fikirsiz eylem serserilik; eylemsiz fikir güdüklük ve iç çekişme getirir. Tanrı siz gençleri korusun.

___ 03


Ç

arlık Rusya’sının sıcak denizlere inme politikası, tarihteki Türk Rus savaşlarının temel sebeplerini oluşturduğu bilinir. Kremlin’in tarihi amacı önündeki en büyük engellerden biri Kırım Hanlığı idi. 1774 Küçük Kaynarca anlaşması ile Osmanlı Devleti’nden ayırdığı Kırım’ı 1783 yılında ilhak ettikten sonra, Rusya hızla Kafkasları Azerbaycan’ı ele geçirmiştir. Çarlık Rusyası emelleri aynen sürdüren Sovyet Devleti döneminde II. Dünya Savaşı sonlarına doğru Boğazlar ile Kars ve Ardahan meselesini dillendirmeye başladı. Muhtemel bir Türkiye ile

savaşta cephe gerisinde kendisine problem olacak unsurlar olarak değerlendirdiği, Kırım, Ahıska, Karaçay Malkar Türklerini, Çeçenler ve İnguşları yurtlarından acımasızca Sibirya, Urallar ve Orta Asya çöllerine sürmüştü. Stalin’den sonra iktidara gelen Hruşçev 1954 yılında Rusya federasyonundan alarak Ukrayna’ya bağlamıştı. SSCB Devleti içerisinde bu o zaman önemli değildi. Ama 1991 yılında ki, üç beş sene öncesinde hayal olan bir şeydi, SSCB dağılıverdi. Bağımsız devletler ortaya çıkınca Kırım Ukrayna’da kalıverdi.

___ 04


Rusya kendine geldikçe asırlardır emeli olan ve artık benim dediği Kırım’ı bir anda elinden kaybetmesini hazmedemedi. Yeni dünya düzeni içerisinde Kırım’ı geri almak için çeşitli oyunlar oynamaya başladı. Bu oyunlarda en büyük kozu, temelde Türk coğrafyasından elde ettiği doğalgaz ve petrol gücü, Kırım’daki Rus çoğunluk ve Karadeniz Donanması. 1991 yılında Kırım’daki Rusların referandum yaparak Kırım’ı tekrar Rusya’ya bağlama girişimleri ve bitmeyen benzeri teşebbüsleri karşısında çelik gibi duran Kırım’daki en etkili güç Kırım Tatar Milli Meclisi rehberliğindeki Kırım Türkleridir. Bu sebeple de Kremlin’in Kırım Türklerini bölmek için 100 milyon dolarlık bir bütçe ayırdığı bilinmektedir. Diğer yandan sürgün sonrası Kırım’a dönmek ve Vatan Kırım’da yerle bir edilen medeniyetlerini canlandırmak için mücadele eden Kırım Türklerine Ukrayna hükümeti yeterli ekonomik desteği ekonomik güçlükleri öne sürerek vermemektedir. Bu noktada Kırım Türklerine en büyük insani destek Türkiye’den, Türkiye ve Avrupa’daki başta Kırım dernekleri olmak üzere bürokrasisi ve yönetimi içerisinde engel olmaya çalışan güçler olmakla birlikte, Türkiye Ukrayna münasebetlerinde Ukrayna bu desteğe izin

vermektedir. Bu desteği kesmek için Kremlin kaynaklı, Rus gizli servisleri kaynaklı birçok provokatif haberler 1991lerden beri servis edilmektedir. Maalesef bunlarda kimi zaman Türkiye’deki basın yayın organlarına “Kırım Türkiye’ye bağlanabilir” yemiyle yutturularak Türk kamuoyuna yansıtılmaktadır. Hele bu haberlerin günümüzün etkili ve yaygın haberleşme vasıtası olan internetteki sosyal paylaşım sitelerinde, günümüzde Kırım’ın ve Kırım Türklerinin şartlarını bilmeyen, değerlendiremeyen kişilerce duygusal, hamaset dolu yorumlarla dağıtılmakta, bunları da Rus şovenist çevreleri, Türkiye’nin Kırım üzerine emelleri diyerek Rusya, Kırım ve Ukrayna kamuoyuna yansıtmaktadır. Bununla da zaten tarihsel olarak var olan Türkiye korkusu, Kırım Türklerine düşmanlık körüklenmekte, Slav milliyetçiliği alevlendirilerek, Rusya’yı, Kremlin’i Putin’i etrafında toplanılması gereken yer olarak görülmesi sağlanılmaya çalışılmaktadır. Bu konudaki haberler dikkatle ele alınmalı, Rus gizli servisiyle bağlantılı internet sitelerinde, ya da Jirinovski gibi kimliği belli kişilerce dile getirilen bu görüşlerin gerçek maksadının ne olduğu iyi sorgulanmalıdır. Kırım Kremlin’in bitmeyen rüyasıdır.

___ 05


N

asıl ki bozkurtluğun kaderi çakallarla uğraşmaksa, Türklüğün kaderi de kalleşlerle boğuşmaktır. Tanrı Dağları’nda bize Türk adı verildiğinden beri bu hep böyle olmuştur. Çünkü Hakk kullarını böyle sınar. Meydanlarda mertçe cenk etmeyi, erkekçe vuruşmayı en büyük zevk bilen Türk’ün sınavı da namertlerin kahpece vuruşları oluyor. Bugün “terör” kelimesi doğrudan PKK terörünü çağrıştırıyor olsa da, Hasan Sabbah’ın Haşhaşilerinden ASALA’ya kadar yüzyıllardır farklı farklı isimlerle bu millete musallat olan pek çok terör örgütü vardır. Türk Milleti hepsiyle mücadele etmeyi bilmiş, gerektiğinde sinesinde fedâîlerini yetiştirmiştir. 1984’den beri de malumunuz PKK terörü ile mücadele ediyoruz. Son yıllarda ise mevcut hükümetin politikası sonucu mücadeleyi bırakıp müzakereye başladık. Onbinlerce şehit ve gözü yaşlı aileleri.. Onbinlerce gazi ve bakıma muhtaç aileleri.. Bütün bu insanların gözünün içine baka baka terörle müzakere eden bir devlet haline geldik. Örgüt, bizim çocuklarımızı neden katlettiğini anlatırken, onlara hak verircesine başını sallayıp dinleyen hükümet yetkililerinin açıklamaları gazetelerde manşet manşet yayınlanıyor. Televizyonlar bölücübaşını masum göstermeye çalışan gizli kamera görüntüleriyle sabah akşam yayın yapıyor. Toplum mühendisleri her zamanki gibi iş başında, “Apo serbest bırakılsa bu terör belası çözülür aslında” fikrini millete önce yutturmaya, sonra sindire sindire kabul ettirmeye çalışıyorlar. Ve acıdır ki mevcut hükümeti destekleyenlerden olsun, aşırı sol kesimden olsun bu söylemin ardına düşen, umarsız bir şekilde kahvehane ağzı ile bunu zikreden bir kitle yaratıldı. Komünist kanadın

bu söylemlerine zaten alışığız. Ancak bugün mevcut hükümeti destekleyenlerin 10 sene önce ağzına bile almaktan utanacağı bu sözleri şimdi yine kendilerinden duymak ülkenin geldiği nokta açısından düşündürücüdür. Başbuğ’un “yeşil komünistler” tanımı hala geçerliliğini sürdürüyor ne yazık ki. Birbirine taban tabana zıt gibi görünen bu iki kanadın aynı ağzı kullanmasına karşın bizler, Türk Milliyetçileri, yine Başbuğ’un izinden ayrılmadan bütün bunları alt etmeyi bileceğiz. Silahlı mücadele Türk ordusunun vazifesi olduğuna göre seferberlik ilan edilmediği müddetçe bizim alanımız değildir. Türk Milliyetçilerine düşen; terörle mücadeleyi sosyolojik, psikolojik sahada sürdürmek, çözümlemeler yapmak, çözümlemelerini devlet eliyle uygulamaya koymak, bıkmadan usanmadan yüksek bir imanla çalışmak ve her ne olursa olsun başarmaktır. Peki, mücadeleye nereden başlayacağız? Terörle mücadeleye üniversiteli bir genç gözüyle bakarak; derneklerde, sosyal ortamlarda ve en önemlisi üniversitelerde tanıştığımız, tartıştığımız, fikir alışverişinde bulunduğumuz her kesimden insanların görüşlerini de göz önünde bulundurarak çözümlemeler yapmamız gerekiyor. Mücadele sahasında her konuyu ayrı başlık altında inceleyelim. EĞİTİM PKK’nın bölgede etkili olmasının en büyük etkenlerinden biri bölge insanının eğitimsizliğidir. Bölgede her şeyden önce “milli” bir eğitim anlayışı hâkim kılınmalıdır. Ağacı yaşken eğmek en etkili yöntem olduğuna göre çocuk yaştan itibaren milli bir eğitim alan bölge insanı devletini milletini sevmeyi hiç şüphesiz öğrenecektir. Beyni dolu olan kimsenin aklına yanlış fikirler sokamazlar. Terörle mücadelede vatansever doğu insanının

___ 06


devlete verdiği destek göz ardı edilemez. Bu devlet sevgisinin, millete aidiyet duygusunun tüm coğrafyaya hakim olduğunu düşünelim, o zaman kim koparabilir onları bizden!? Bugün milli eğitimin bir bakanlığı var mıdır? Eğer varsa, o bakanlık bölgeye gönderdiği öğretmenleri iyi seçmesini de bilmelidir. Milli şuur ve ahlakla donatılmış öğretmenlerin yetiştireceği vatansever nesiller bu ülkenin geleceği olduğundan, dikkat edilecek ilk husus öğretmenlerin eğitimi ve seçimidir. Öğretmen öğrencinin her şeyidir, çünkü talebe hocasının bilgisine, görgüsüne, bakış açısına talib olan kişidir. Öğrenciye milli aşılama yapılması için her şeyden önce öğretmen sağlam bir seciye ve irade sahibi olmalıdır. Doğu görevinin şartlarının zorlayıcı olduğu gerçeği göz önüne alınarak devlet bölgedeki öğretmenlere can güvenliği, kaliteli lojman, yeterli maaş gibi doyurucu imkânlar sağlamalıdır. Devlet bu imkânları sağladıktan sonra öğretmenlere düşen, bugünün en büyük sorunu olan “yer beğenmeme” huyundan vazgeçip görevine başlamasıdır. İnsanımızda vatan toprağı algısı eksik! Doğuyu zihninde ötelemiş öğretmenlerin yetişmemesi için de önce evde ana babaya, sonra eğitim fakültelerine vazife düşmektedir. Bu milletin çocuklarını eğitecek olan öğretmen adaylarını doğru yetiştiremezsek bu zincirin bir devamı olan yeni nesile umut bağlamak hayalperestlik olacaktır. Al bayrağın dalgalandığı her köşeyi vatan bilen idealist öğretmenler sayesinde milliyetçi bir Türkiye inşa edilecektir. İŞSİZLİK - YATIRIM Temel problemlerden biri de işsizlik. Araştırmalar gösteriyor ki işsizlik bölge insanın partiye (mevcut ismiyle BDP) ve örgüte yönelmesinde birinci

etken. İşsizlik ve ekmeksizlik insanları yanlış düşüncelere sevk ederek örgütün yandaş bulmasını kolaylaştırıyor. Bölge insanı evine ekmek götürebilirse örgüt haklılık iddiasında bulunamayacak ve yandaş toplayamayacaktır. İşiyle meşgul olup ekmeğini kazanan vatandaşın yaşam düzenini bozmak istememesi, devlete güven ve bağlılığının artması olağan bir sonuçtur. Aksi durum düşünülürse; kaçak elektrik kullanan, fatura ödemeyen, bedava yaşayan insanın bir işe de ihtiyacı olmayacağından devletle herhangi bir bağı kalmaz. İşsizlik sonucu yanlış fikirlere kapılanlar devletin bölgeyi kasıtlı bir şekilde geri bıraktığını düşünmekle beraber, devletin bölgeye yatırım yapması durumunda örgütün elinden işsizlik kozunun alınacağı ve bölge halkının devlete bağlılığının artacağı yönünde fikir sunuyorlar. O halde işsizlik sorunu derhal çözüme kavuşturulmalıdır. Bölgeye devlet ve özel sektör eliyle yatırımlar yapılmalıdır. Devlet bölgenin doğal zenginliklerini değerlendirerek kendi hazinesine de devasa kazançlar sağlayacak ve bu kazancı yine millete hizmet olarak geri döndürecektir. Başta hayvancılık ve bunu takip eden tarımsal zenginlikler gerek devlet gerek özel sektör eliyle değerlendirilmeli, bölgeye et ve süt fabrikaları açılmalıdır. Türk vatanına et ve buğday ithal eden zihniyet derhal devlet kademelerinden uzaklaştırılmalıdır. Doğuya et, İç Anadoluya buğday-arpa ithal edilmesi ve ürün ekiminde kota koyulması ayıbını bölge insanından dinleyebilirsiniz. Bir çiftçi torunu olarak ben şunu ifade etmeliyim ki Türkiye’nin buğday ambarı olan Konya’ya trenlerle ithal buğday getirileceğine çiftçinin yüzüne tükürülse daha az incitirdi. Anadolu coğrafyası sınırsız doğal zenginliğiyle, planlı hayvancılık ve tarım politikası güden, kıymet bilen

___ 07


ellerde yönetilirse ithal ürün alan değil ürününü ihraç eden, çiftçisinin ve hayvancısının maddi durumu iyi olan bir memleket haline gelecektir. Yatırım konusunda özel şirketlerin adım atmamasının en önemli sebebi güvenlik sorunudur. Bölgeye yatırım yapanlara yoğun bir örgüt baskısı var. Doğulu iş adamları bile zenginliklerini kendi memleketlerine yatırım yapma yönünde kullanmıyor. Özel yatırımcının can güvenliğini tehdit eden örgüt dolaylı yoldan bölge halkına zulmediyor. Bunu halka anlatmak, örgütün bu zamana kadar verdiği zararı göstermek lazımdır. O vakit halk-devlet işbirliğiyle örgüt def edilir. Önce halk ile devletin birliği gerekir. Devletin yatırım ve güvenliği ile istihdam sağlandıktan sonra refaha ulaşan bölgeye özel yatırımcılar da yönlendirilecek ve yatırım sahası genişletilerek istihdam daha da artırılacaktır. Gerekirse devlet özel yatırımcının güvenliğini sağlayacak, teşvik amaçlı maddi kolaylıklar tanıyacaktır. İşsizlik ve yatırım sorunun çözülmesi için ne gerekiyorsa korkusuzca yapılması millete hizmet iddiasında olan devletin temel vazifelerinden biridir.Ayrıca örgütün doğu insanına kasıtlı bir şekilde geri bırakıldığı yönündeki propagandalarını çürütmek için batıda da geri kalmış birçok bölge olduğu gerçeğini anlatmak gerekir. SOSYAL HAYAT - SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

Eğitimini almış ve iş sahibi bir insanın bunlardan sonra gelen ilk vazgeçilmez ihtiyacı sosyal hayat olacaktır. Sosyal hayatın gençler üzerindeki etkisi düşünülürse devletin gençler için sosyal-sportif alanlar temin etmesi de gerekecektir. Kişisel gelişimin en etkili olduğu sahalar sosyal ortamlar olduğuna göre devlet eliyle temin edilen bu

sahalarda hem milli hem dini aşılamalar yapılmalıdır. Aksi takdirde örgüt ve parti, bölgenin gençlerini spor adı altında dağ kamplarına çekecek ve tıpkı Sabbah’ın Haşhaşileri gibi beyni yıkanmış teröristler yetiştirecektir. İnsanlar boş zamanlarını değerlendirmek ve istirahat etmek için şehirlerde,ilçelerde oluşturulan sosyal ortamlarda zaman geçirecekler, güvenlik ve refahı sağlayan devlete gönülden bağlanacaklardır. Bulundukları ortamlarda, faaliyetlerine iştirak ettikleri sivil toplum kuruluşlarında onlara aşılanan devlet-millet sevgisi ile yoğrulan mayaları ihanet etmelerine müsaade etmeyecektir. Bu noktada sivil toplum kuruluşlarına büyük pay düşmektedir. Mensuplarına aşıladığı fikirlerle var olabilen ideolojik dernekler vatansever bir toplum inşa edilmesinde stratejik önem taşımaktadır. Belli bir yaşa gelmiş insanları milli öğretileriyle pişirecek olanlar, okullardan sonra bu dernek ve kuruluşlardır. Kuruluşunda tam olarak bu amacı taşıyan Türk Ocakları’nda, milli davamız için gençliği yetiştirmeye talip olan Ülkü Ocakları’nda, mevcut ocaklara yönelik herhangi bir önyargı ile karşılaşma ihtimaline karşı yeni kurulacak olan derneklerde ve bölge insanına sağlanan her türlü sosyal ortamda milli ve dini öğretiler doğru bir şekilde aktarılabilirse, toplumsal ve kültürel bütünleşme sağlanarak millet sevgisi üzerine inşa edilen bu toplum yapısına hiçbir şey zarar veremeyecektir. AÇILIM - ETNİK AYRIŞMA Başlı başına bir zırva! Açılım diyorlar adına; neye, kime ve neyi açıyoruz bilmeden ortaya atılan bir zırva! Kendi vatandaşını önce “öteki” olarak görüp sonra da bu ötekilere demokratik haklar vereceğini ileri süren bir devlet düşünün. Evet,

___ 08


bunu bizim devletimiz yapıyor. Doğulu vatandaşına demokratik haklar vereceğini ileri süren bir hükümet ve bu açılımdan kastın ne olduğunu dahi anlayamamış bir millet! Bugüne kadar demokratik haklarımız arasında en ufak bir fark bulunmayan, devlet kadrolarında yer alabilen hatta devletin yönetiminde yer alabilen doğulu vatandaşa yeni haklar verilecekmiş. Eksikleri neydi ki şimdi eksiği kapatıyorsunuz diye sormak lazım gelir Başvekîle! Açılım deyip kendi vatandaşını ayıranların niyeti ortadadır. Ortaya attıkları ne olduğu belirsiz yem ile bütün doğunun oyunu toplamak ve iktidarını güçlendirmek çabasında olanlar şunun farkına varmalıdır ki doğulu vatandaş bu açılım sürecini sanıldığı gibi desteklemiyor. Evine ekmek götürmenin derdinde olan vatandaş açılım gibi içi boş söylemlerin terörü bitirmeyeceğinin farkındadır. Terörün beslendiği kaynakları kurutmadan, rant araçlarını ortadan kaldırmadan terörle mücadele edilemez. Üniversitelerde aynı sıralarda oturduğumuz doğulu öğrenciler de açılımı bir göz boyama olarak görüyorlar ve faydasından çok dışlanma/ ötekileşme gibi zararlarını gördüklerini ifade ediyorlar. Bu psikoloji ile örgütü haklı bulup yandaş olan, üniversitelerdeki kürtçü gruplara katılan hemşerileri bulunduğundan yakınıyorlar. Oy almak uğruna ortaya attığı açılım sürecini iyi yönetemeyen hükümet ülkeyi etnik ayrışma ve çatışmaya sürüklemektedir. Etnik söylemler sokakları, okulları ve üniversite duvarlarını boy boy afişlerle kaplamış, mağdur edebiyatı yaparak yeni etnik kimlikler inşa etmeye çalışan fırsatçılar üniversitelerde örgütlenmiş durumdadır. Kutuplaşmalar patlama noktasına gelip, öğrenciler arasındaki çıkan ufak tartışmalarda bile tepkiler büyüyüp etnik kavgalara dönüşmektedir.

TRT-Şeş hamlesi hiçbir işe yaramamıştır. Örgütün elinden “kürtçe yasağı” kozunu almaya çalıştığını sanmak büyük bir yanılgıdır. Çünkü örgütün derdi kesinlikle bölge halkının anadil hakkını savunmak değildir. Bu bir maskedir. Örgüt kendi propagandasını yapabilmek için “kürtçe yayın” değil “kürtçü yayın” istemektedir.Etnik ayrışmayı tetikleyecek olan bu talepler de asla kabul edilemez. Açılım söylemleri karşısında sergilediği duruş ile MHP bir örnek teşkil etmektedir. Doğulu vatandaşını ötekileştirmeyen, dışlamayan, onu bir “sorun” olarak görmeyen ve herkes gibi onların da aynı haklara sahip olduklarını vurgulayan bir yönetim anlayışı, sorunların çözümünde tek ve doğru yöntemdir. Vatandaşını “sorun” olarak itham eden bir devlet anlayışı düşünülemez. MEDYA Büyük bir nimet medya, tabii doğru yönetilirse… Bugün “sahibinin sesi” haline gelmiş bir medya ile karşı karşıyayız. Telefonda azarı yiyenler altyazıları değiştiriyor, bir telefonla anket sonuçları üzerinde oynama yapılıyor ve muhalefet partisinin konuşması yarıda kesiliyor. Gücünün özgürlüğünde olması beklenen medya gücünü kimlerden alıyormuş hepimiz görmüş olduk. Toplumun inşasında medyanın etkisi malumunuzdur. Bir televizyon dizisinde ölen karakterin ardından gıyabi cenaze namazı kılan kalabalıkların haberlerini hepimiz izledik. İzlediği dizideki karaktere benzemek için ekranda gördüğü kıyafetleri, takıları satın alarak kendinden geçen gençliği de endişeyle seyrediyoruz. Medya bu kadar etkili iken neden doğru yönde kullanılarak ülke sorunlarının çözümüne katkı

___ 09


sağlanmaz, anlaşılır gibi değil. Doğu illerinin adı sadece terörle anıldığı için insanlar doğal olarak önyargılı davranıyor. Bu ilerleyen safhalarda, doğulu olan herkese terörist gözüyle bakılmasına ve doğu illerinin huzursuz/yaşanmaz olarak tanınmasına yol açacaktır. Bu önyargı özel sektör yatırımından turizme kadar birçok sahayı daraltır. Doğuya kültürel geziye çıkmak isteyen insanlar önyargılarının etkisiyle seyahatten çekinmektedir. Bugün kaç Türk genci abidevi bir duruşla zamana meydan okuyan Selçuklu mezarlarını görmek için Ahlat’a gitmiştir? Gidenlerin yolu mu kesilmiştir? Ama medya aracılığıyla oluşturulan önyargılar her yolu kesiyor. Tatil anlayışı sadece denize girmekten ibaret olan insanlar türemeye başladı. Kültürel gezileri sıkıcı bulan, plaj sevdalısı bir gençlik yetişiyor. Medya doğudan sadece terör haberleri yayınlayacağına, bu memlekete gönülden bağlı olan bölge insanının sesini duyurursa bölücü sesler kendiliğinden kısılacaktır. Güneydoğu Anadolu’da büyük bir örgütsüz sessiz çoğunluk var. Bu insanların sesini medya aracılığıyla, sözünü siyasiler aracılığıyla duyurmak gerekir. Aksi takdirde sessiz kalmaya mahkum olacaklar ve terörün kucağına itileceklerdir. DİL HÂKİMİYETİ Doğuda Türkçe’nin hâkimiyetini koruduğu gerçeğini görmek için doğuya gitmek zorunda değiliz. Üniversitelerde doğulu öğrencilerin kendi aralarında ve hatta aileleriyle çoğunlukla Türkçe konuşmaları bu hâkimiyeti anlamak için yeterlidir. Bölgede pazar dili ve eğitim dili olarak kaldığı müddetçe Türkçe vazgeçilmez olacaktır. Doğuda farklı etnik unsurların birbiri ile iletişimi için ortak dil Türkçedir. Bu devlet bir Türk devleti ise ortak dilin de Türkçe olması kadar doğal bir sonuç

olamaz. Tuğlaları bir arada tutan bu harç, bu maya Türklük mayasıdır. Demokratikleşme adı altında farklı dillerde televizyon yayını yapmak, farklı dillerde siyasi propagandanın önünü açmak, köylerin isimlerini Türkçe olmayan isimlerle değiştirmek, bahsettiğimiz Türklük mayasını sulandırmaya ve bozmaya çalışmaktır. Bu ülkenin vatandaşı olan zaza, arap ve kürtleri ortak paydada buluşturmak için bunların arasından birini seçmek, seçileni diğerlerine dayatmak demektir. Demokratikleşme paketi doğulu olan herkese kürt gözüyle bakmaktadır ve araplara, zazalara, diğer etnik unsurlara yapılan bu dayatma zât-ı âllerinin şikayet ettiği “Türklük dayatması”na benzemektedir. Hâlbuki Türklük bir etnisite dayatması değil, birleştirici bir aidiyet duygusudur. Atsız Ata 1970’de Ötüken Dergisi’nde yazdığı “Türkçülük ve Siyaset” yazısında diyor ki; “Türkler, Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğudur.” Ancak Türklük bir kenara itilip zazalık, araplık, kürtlük söylemleri ortaya atılırsa bu, Türk devleti çatısı altında etnikçilik yapmak olur. Bahsedilen unsurlardan araplık, arap devleti çatısı altında birleştirici bir unsur olabilir ancak başka her devlette bir etnisiteyi ifade eder. Nasıl ki Türklük Almanya sınırları içinde birleştirici bir unsur olamazsa; araplık, zazalık ve kürtlük de bizim ülkemizde birleştirici bir isim olamaz. Bu söylemlerin peşinden gitmek etnik ayrışmayı tetikler. O halde Türk devletinde yegâne birleştirici unsur Türklük olacaktır. Türklük mayası da Türk dili ile tutturulmuştur ve bundan sonra da böyle devam etmelidir. Bize düşen, bu mayayı bozmaya çalışan siyasi hareketlerin gerçek

___ 10


emellerini milletimize anlatmak, tebliğ ve telkinde bulunmaktır. Zaten Türk Milliyetçisinin vazifesi de hakkı hukuku tutup kaldırmaktır! GÜVENLİK PKK-KCK-BDP üçlü baskısı ile esnafa zorla kepenk indirtilen bölgelerde eyleme katılmayıp isyan eden esnafın örgüt tarafından infaz edilişinin ana haberlerde yayınlanması, vatandaşının güvenliğinin evvela devlet tarafından sağlaması gerektiğini gösteriyor. Can ve mal güvenliğini tehdit eden bir dağ kadrosu(PKK), bölge insanı üzerinde mahalle baskısı kuran bir şehir yapılanması(KCK) ve insanlara ekonomik baskı kuran bir parti(BDP)’ye karşı devlet vazifesini üstlenerek gerek silahlı kuvvetiyle gerek siyasi hamleleriyle kendi vatandaşını korumak zorundadır. Aksi takdirde vatandaşını kendi eliyle örgüte teslim etmiş olacaktır ki hiçbir mücadele şeklinde bu kabul edilemez. Örgütün silahlı tehdit kozunu elinden almak ordunun, ekonomik tehdit kozunu elinden almak hükümetin görevidir. SİYASET Ayrılma ve federasyon talebinin bölge insanında düşük oranda olması, doğunun yaşam şartları ile kıyaslandığında batıdan vazgeçmek istemedikleri göz önüne alınırsa iyi bir süreç yönetimi ile terörle mücadelede halkın desteği büyük oranda devletin arkasında olacaktır. Ayrıca kürtlerin kendi kendini idâre ve idâme ettirebilecek bir devlet kültürlerinin/devlet geçmişlerinin bulunmadığı tarihsel gerçeğinin farkında olanlar bölünmek/ayrılmak istemeyeceklerdir. Bölgede kurmançlara karşı mezhepsel tepkisinden dolayı Türk devletinden yana olan zazalar ve teröre karşı olduğu için devletin yanında olan tüm etnik unsurlar bölücülere karşı elimizde büyük bir

kozdur. Alevî Türkmen nüfusun da bölgede çokça bulunması bölücülerin emellerine ulaşamayacaklarının bir garanti belgesi gibidir. Yeter ki yöneticiler bu etkenleri korumayı ve değerlendirmeyi becerebilsinler. Bölgedeki zazalara dilleri üzerinden yoğun bir kurmanç asimilasyonu uygulanıyor ve kurmanci konuşmaya mecbur bırakılıyor. Hükümet kurmanci televizyon kanalı açmakla doğudaki herkese kürt gözüyle bakarsa bölgedeki kurmanç asimilasyonuna dolaylı yoldan yardım edilmiş olur. Bizler, Türkçüler olarak bölgedeki Alevî Türkmen nüfusu kurmanç olmaya itebilir miyiz? Bölgede ortak dilin Türkçe olarak kalması gerekmektedir. Bölgedeki nüfusun etnik gruplara göre dağılımı yıldan yıla incelenirse doğulu Türklerin batıya göç oranının giderek arttığı görülecektir. Bölgede eğitim, güvenlik, sosyal hayat gibi imkânlar sağlanarak bu göç derhal durdurulmalıdır. Vatan bizim vatanımız, toprak bizim toprağımız, doğu asla terkedilemez! Bölgenin geri kalmışlığının bir sebebi de yine bölge insanından silah zoruyla terörün partisine oy toplayan bölücü idarecilerin beceriksizliği, vizyonsuzluğu ve hırsızlığıdır. Devlet her il yönetimine belli bir bütçe ayırıyor. Bir yandan örgüt baskısı bir yandan da terörle mücadele esnasında yapılan yanlışlar arasında bölge halkının ezilmesi mağduriyet yaratır ve toplumda kanaat değişiklikleri oluşmaya başlar. Bu yüzden devlet terörle mücadele ederken çok titiz davranmalıdır. Dağlarda silahlı mücadele devam ederken bu şehir hayatına yansıtılmamalı, bölge halkının refah ve moral seviyesi yüksek tutulmalıdır ki devlete olan bağları kuvvetlensin. Arkasına halkın gücünü almış bir devletin mücadele edemeyeceği hiçbir kuvvet yoktur.

___ 11


Bölgede tüm partiler etkin siyaset yapmalıdır. Lafa gelince kelle koltukta yaşayıp hizmet aşkıyla yanıp tutuşan siyasi liderler bir zahmet doğuda da faaliyet yapmalı ve terörün partisine geçit vermemelidir. Anadolu’nun batısındaki söylemlerini doğuda da değiştirmeden ifade etmeliler ve gururla “Ne Mutlu Türk’üm!” diyebilmelilerdir. Velhâsıl-ı kelam; parti faaliyetleri sonunda iktidara seçilenler ceplerini doldurmayan namuslu yöneticiler olursa bu devletin illere ayırdığı bütçeler yatırıma dönüşür, istihdam artar, sosyal hayat gelişir ve refah seviyesi yükselir. İnsanlar, onlara bu imkânları sağlayan devletlerine gönülden bağlanır. Tabii namuslu yöneticiler yetiştirmek ve bu yöneticileri seçecek bilince sahip bir millet için başta da ifade ettiğimiz gibi milli bir eğitim lazımdır. Gönlü millet sevdasıyla tutuşan, aklı milli davasında olan bir toplumun gür sesi karşısında hiçbir güç duramayacaktır. Atalar buyurmuş: Dağda kurt ulusa, evde itin bağrı sızlar.. TANRI TÜRK’Ü KORUSUN !

___ 12

ŞEHİTLERİMİZİN AZİZ RUHLARINA..


ATSIZ’A HEDİYE Kara akı hiç böler mi sandın? Böler de yüreği, bozar mı sandın? Her dem alevinle kor oldum yandım, Adın ile hoş geldin, var olasın Atsız’ım... Almıla’ya âşık Pars’ım yürekte, Sönmez bu ateş, hiçbir kuvvetle. Adına ad kattık; ulu ile namzetle, Adın ile hoş geldin var olasın Atsız’ım... Toprak ar edip, mezar taşın ağlıyor. Sanma bu gençlik gülüp eğleşiyor. Deli Kurt gibi vuruyor ve seviyor. Adın ile hoş geldin var olasın Atsız’ım... Cihanşümûl kalemin, secde etsin Tanrı’ya, Dualarla kol kola, yürüyesin uçmağa. Selim Pusat gibi, bakmayasın ardına, Adın ile hoş geldin var olasın Atsız’ım... Mürekkebin çoğalsın, haykırsın Kürşadlar! Kum misali çoğalsın tüm erler pusatlar! Adınla anılsın Yamtarlar, Yağmurlar! Adın ile hoş geldin var olasın Atsız’ım... Ocaklarda anılsın Atsız’ımın namları, Kürşad Atam okşasın o güzel saçları, Toy kurdursun uçmakta, sağdırsın kımızları, “Oğul Atsız” desin “Alasın tüm duaları!”

TÜRK KIZINA Ağlama doğrul yüksel gök kartallara katıl Oradan başlayacak cehle hesap soruşun Kırpma gözünü korkma düşman üstüne Atıl! Kızıl elma içindir bu hıncın bu vuruşun

EYÜP DOĞAN ‘Kum’

Sen Tomris Hanımızın korkusuz çerisi sen Sen yurdumun ışığı güneşin sarısı sen Sensin Oğuz Atamın gökteki perisi sen Sen ki hep başındasın Tanrıdağ’a varışın Bacıyân-ı Rûm oldun Devlet-i Âli Osman’a Doğuda Nene Hatun, Söğüt’te Hayme Ana Turan’ın kutsal kızı, ruhu görklü Asena Âlemi köle eder o bozkurtça duruşun

ARİF İNAN YILDIRIM ‘Yağız Ozan’

___ 13


G

eçen sayımızda Yunus Emre’yi, Yunus Emre’nin tasavvuf hakkındaki duygu ve düşüncelerini aktarmıştık. Bu sayımızda zamanı biraz daha geriye alacağız ve tasavvufu sistemleştiren sultanı, yani Hoca Ahmed Yesevi’yi anlatacağız. Türklerin İslamiyet’i benimsemeleri sürecinde etkili olan bir Türk-İslam kahramanıdır Ahmed Yesevi. Osmanlı topraklarında doğmasa da, Osmanlı döneminde yaşamasa da Ahmed Yesevi’nin Osmanlı Devleti üzerinde önemli etkileri olmuştur. Etkileri günümüze kadar ulaşan Ahmed Yesevi, 11.Yüzyılın ikinci yarısında bugünkü Kazakistan’ın Çimkent şehrinin doğusundaki Sayram kasabasında doğmuştur. Sayram, o dönemde önemli bir kültür ve ticaret merkezidir. Yaşadığı dönem içerisinde Pir-i Türkistan, Hâce-i Türkistan, Hazret-i Sultan, Sultan-ı Evliya, Evliyalar Serveri gibi sıfatlar ile anılmış ve günümüz de hala bu sıfatlarla anılmaya devam etmektedir. Eğitim hayatına kısaca bakmak gerekirsek tahsiline Yesi de başlamış olan Ahmed Yesevi Arslan Babaya intisâb ederek ilk tahsilini tamamlar ve ikinci tahsilini ise Arslan Babanın ölümünden sonra o dönemin tasavvuf fakih ilimlerinin parlak sîmâlarından olan Şeyh Yusuf Hemedani hazretlerinden alır. İlim gördüğü bölge o dönem içerisinde gerçekten de Türk-İslam şehirleri içerisinde ilim bakımından büyüleyici bir yüze sahiptir. Bu bölge Maveraünnehir olarak adlandırılarak içerisine Buhara, Semerkant, Taşkent, Belh ve Merv’i alır. Aynı zamanda bu bölge Farabi, İbn-i Sina ve İmam Maturidi’yi yetişmiştir. Burada yetişmiş olan Ahmed Yesevi kuracağı Yesevi tarikatı içerisinde yer alan züht, takva, riyazete, mücahede, ibadet ve zikir esaslarını alır.Aynı zamanda Ahmed Yesevi’nin kurmuş olduğu ve günümüzde de hala etkilerini

sürdüren Yesevilik tarikatı Türkler tarafından tesis edilmiş olan ilk tarikattır.Yaşadığı dönemden kısaca bahsetmek gerekirse Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılmaya yüz tuttuğu, Moğol istilalarının kapıda olduğu ve devleti içten çökerten Bâtınî ve Râfızî gibi unsurların ön plana çıktığı bir dönemde yaşamıştır. Bununla birlikte eski inanç çizgilerinden kurtulamayan Türkler ile yeni bir inanca alışma süreci yaşayan Türkler ve yeni inancı tam olarak benimsemiş olan Türkler arasında bir kopukluk ve mücadele vardı. Kısacası Ahmed Yesevi’nin yaşadığı dönem siyasi birlikten yoksundu. İşte Ahmed Yesevi Türklerin İslamlaşma sürecinde yeniden bir siyasi birlik tesis etmek için o dönem içerisinde yarı göçebelerin yoğun olduğu Seyhun’un öte tarafında bulunan bozkıra yerleşmiş ve orada yaşayan halk içerisinde büyük bir nüfuza sahip olmuştur. Ahmed Yesevi hem Anadolu’ya hem de çeşitli bölgelere göndermiş olduğu Alperenleriyle yeniden Türklerde kaybolan siyasi birliği inşa etmeye başlamış, bu siyasi birliği ise “Türk-İslam Birliği” olarak adlandırmıştır. Ahmed Yesevi’nin hem İslam anlayışına kazandırmış olduğu değerleri kavrayabilmek hem de çıkmış olduğu bu yolda Türklerin yeniden siyasi bir çizgiye ulaşması ve bu çizgiyi devam ettirecek olan diğer sultanları anlayabilmek için Ahmed Yesevi’nin kaleminden çıkmış olan ‘Hikmet’ adını verdiği manzumelere ve onun İslam’a bakış açısını anlatmamamız gerekir. Ahmed Yesevi son peygamber olan Hz. Muhammed (S.A.V)’in sünnetine aşırı derecede bağlı olup ve o sünnete bağlı olarak yaşamaya çalışmıştır. Peygamber efendimizin 63 yaşına kadar yaşadığını bildiği için o yaşı geçince tekkesinin bahçesine kazdırdığı çukurda -ki onun adlandırdığı dilde çilehane- geri kalan ömrünü geçirmiştir. Çünkü o yaştan sonra yaşamanın manasız olacağını düşünmüş, aynı zamanda bunu manzumelerine aktarmıştır. Ahmed Yesevi kendinden sonra gelen birçok Türk-İslam kahramanını en çok da yazdığı

___ 14


manzumelerle, ki ilerleyen satırlarda örneklerini vereceğiz, etkilemiştir. Bu yönüyle de hem bilgin hem de mutasavvıf bir şair olduğunu anlayabiliriz. Bununla birlikte Ahmed Yesevi tüm Türkleri Türk-İslam yolunda birleştirebilme ülküsünde olduğu için yazdığı manzumelerde Arapça ve Farsçaya hâkim olmasına rağmen o Türkçeyi seçmiştir. Burada tek amacı ise çıktığı yolu anlatırken iletişimi koparmamaktır. Pir-i Türkistan’ın manzumelerine bakacak olursak ilahi aşkı işlediğini, bununla birlikte manzumelerinde İslam dininin son peygamberi olan Hz.Muhammed Mustafa’ya ve diğer birçok konuya yer vermiştir. Ahmed Yesevi bu konuları sade bir dille ancak didaktik/öğretici bir biçimde 12’li hece vezniyle ve dörtlükler hâlinde, Hakaniye lehçesiyle yazmıştır. Ahmed Yesevi’nin manzumelerinde genel olarak işlediği ilahi aşkı ve bunun yanında Hz.Muhammed Mustafa’nın aşkının gerçek aşk olduğunu, yaşanılan dünyanın sadece bir boşluktan ibaret olduğunu görmek mümkündür. Sözü Evliyalar Serverine bırakarak söylediklerimizi daha iyi anlayalım. -İlahi aşkı Ümmet olsan, gariplere uyar ol Ayet ve hadisi her kim dese, duyar ol Rızk, nasip her ne verse, tok gözlü ol Tok gözlü olup şevk şarabını içtim ben işte.1 -Peygamber sevgisi Akıllı isen, gariplerin gönlünü avla Mustafa gibi ili gezip yetim ara Dünyaya tapan soysuzlardan yüzünü çevir Yüz çevirerek derya olup taştım ben işte.2 KAYNAKLAR Hoca AhmedYesevi, Divan-ı hikmet,[Türkiye Türkçesinde Tercümesi], [1-10.Hikmetler] 2 Hoca AhmedYesevi, Divan-ı hikmet,[Türkiye Türkçesinde Tercümesi], [1-10.Hikmetler] 1

***

Bir pîr, bir sultan, Hâce-i Türkistan Sözleri zulümleri yıkan, yaraları kapatan Mühürlü kalpleri aşka kavuşturan Sanki hepsi Muhammed Mustafa’dan armağan Gel gör asırlardır hepsi ayan beyan Ancak, ancak Anadolu şimdi kan revan O vakit göğe kaldırdı ellerini anavatan O vakit son kez döndü devran O vakit gözlerini kapattı Hazret-i Sultan Ve bir ses yükseldi arşı, sessizlikleri yırtan Bir ses.. Bir dua.. Bir sevda.. TÜRK İSLAM SEVDASI TÜRK İSLAM DUASI Bu sevdayla düştü erenler, alperenler yola Anadolu’nun yaralarını kapatmaya Bizans’ın kılıcını kırmaya Mazlumun gülen yüzü olmaya Moğol’un zulmüne kalkan olmaya Sevdalara söz olmaya gelmişlerdi Kimi zaman Hacı Bektâş’ın dergâhında himmet oldu bu sevda Kimi zaman Mevlânâ’nın dergâhında ney oldu gönüllere aktı bu sevda Kimi zaman Alparslan’ın kılıcı oldu aktı Asya’dan Anadolu’ya Kimi zaman Yunus’un yüreğinde ateş oldu bu sevda yürüdü yana yana Kimi zamansa gemileri karadan yürütüp dayandı Bizans’ın surlarına Asırlarca böyle devam edegeldi bu sevda Eğer sorarlarsa bir gün kimdi bu Pîr Hazret-i Sultan, Hâce-i Türkistan Söyleyin onlara; Ben yalnızca Müslüman bir Türk’üm.. ***

___ 15


karşın, tüm bu oluşumların rastlantısal olmadığını ve bir güce dayandığını düşünen kesimlerde olmuştur. Antik Yunan döneminde yaşamış olan Aristoteles’in söylediği şu sözler yukarda bahsettiğimiz durumu kanıtlar nitelikte: “Kimileri de var ki, bunlar şu gökyüzü ile bütün evrenin nedeni rastlantı, her şeyi karıştırıp şimdiki düzene sokan sarmal rastlantı ile oluştu diyor. Şu da şaşırtıcı bir şey: Hem hayvanlarla bitkilerin talih eseri olmadığını ve oluşmadığını; ya bir doğanın ya US’un ya da böyle başka bir şeyin neden olduğunu söylüyorlar. Hem de gökyüzü ve görünenler içinde en tanrısal olan nesnelerin rastlantı ile oluştuğunu, bunların nedeninin hayvanlarınki, bitkilerinki gibi bir neden olmadığını ileri sürüyorlar.” 1

B

ilim, evrenin yapısının ve hareketlerinin birtakım yöntemler aracılığıyla sistematik olarak incelenmesini kapsayan entelektüel ve pratik çalışmalar bütünüdür. Burada altı çizilmesi gereken yer şüphesiz ki “evren” kelimesidir. Bir başka deyişle içinde yaşadığımız doğa. İnsanlar yaratılıştan itibaren sürekli olarak yaşadıkları çevreyi müşâhede etmiş ve onu anlamaya çalışmıştır. Kimi zaman güneşi ve yıldırımları kimi zaman da ayı ve yıldızları… Bunu yaparken de erişilmez gördükleri cisim veya oluşumları ululaştırmış, onları tanrı olarak görmüştür. Zaman zaman doğanın tamamen rastlantılar sonucu oluştuğu düşünülmüştür. Buna

Peygamberler ile birlikte gelen ilahi dinlerle insanlar doğayı anlama konusunda oldukça mesafe kat etmişlerdir. Çünkü bu dünyayı yaratan güç, evren hakkında vahiy yolu ile sayısız ipucu yollamıştır. Avrupa’da yaşamış birçok bilim adamı; Newton, Galilei, Kopernik, Kepler vs. günümüzde yaygın olarak bilinmese de dönemlerinin “dindar” olarak nitelendirilen insanlarından olmuşturlar. Newton genç papaz Richard Bentley’e 1692 yılında yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Bizim sistemimiz hakkında inceleme yazdığım zaman, insanların Tanrı’ya inancı dikkate almalarını sağlayabilecek prensipleri seçmeye dikkat ettim ve hiçbir şey beni onların bu sebeple kullanılmalarından daha fazla sevindiremez.” 2 Newton’a göre Tanrı

hakkında bilgi edinmemizin iki yolu vardı; birincisi kutsal kitaplar, ikincisi de Tanrı’nın diğer eseri olan doğa. “Tanrı eserleri aracılığıyla bilinir.” 3 sözü Newton’un bilim felsefesini özetlemektedir. Yine büyük bir bilim adamı olan Einstein’ın şu sözleri din-bilim ilişkisini ortaya koymaktadır: “Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor” 4

___ 16


İslamiyet’in geldiği dönemi mercek altına aldığımızda, İslamiyet altına girmiş toplumlarda, bilimle uğraşan insanların Yeniçağ Avrupa bilimine ve günümüz bilimine büyük etkileri olmuştur. Burada yazının başlarında bahsettiğimiz ipuçlarından bir örnek verelim. Allah Kuran-ı Kerim’de, yarattığı evren hakkında nasıl bilgiler vermiş bakalım: “Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip, yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda göz alıcı ve iç açıcı her çiften (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) içten Allah’a yönelen her kul için hikmetle bakan bir iç göz ve bir zikirdir. Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da.” 5

İslam etkisinde yetişmiş bilim adamlarına baktığımızda İbn-i Sina’dan El-Harezmi’ye, Mimar Sinan‘dan El-Birûni’ye bilim dünyasına çok önemli katkılarını görebilmek mümkün. Sadece bulundukları döneme katkı sağlamakla kalmamış, ilerisi içinde büyük kapılar aralamışlardır. Cebirin kurucusu olarak isimlendirilen Harezmi, “Cebir” kelimesini bilim dünyasına kazandıran bilim adamıdır. İlk defa “El- Kitab’ul Muhtasar fi’l

Hesab’il Cebri ve’l Mukabele” (Cebir ve Denklem Hesabı Üzerine Özet Kitap) adlı kendisine ait olan kitabın içeriğinde kullanmıştır. Yine El-Birûni, trigonometrik fonksiyonların geliştirilmesinde ortaya koyduğu katkılarla bilim dünyasına hizmet etmiştir. Bunun yanı sıra, Mimar Sinan’ın Kanuni Sultan Süleyman gibi bir padişah döneminde yaşaması onu bu denli ileri gitmesindeki en önemli etkenlerdendir. Aynı şekilde El-Birûni’nin Gazneli Mahmud’dan aldığı destek onu bilim dünyasında bu noktalara getiren diğer bir etken olmuştur. Bu noktada günümüz Türkiye’sine bakış atmak gerekirse, bilim anlamında geri kalmamızın nedeni ne İslam’dır ne de mevcut dini yaşantımızdır. Milletimizin gitgide tembelliğe alışması veya alıştırılması, bunun yanında “ben”li yaklaşımın toplum içinde yayılması milletimizi köreltmiştir. KAYNAKLAR Aristoteles, Fizik, Şubat 2012,Yapı Kredi Yayınları, s.69 Enis Doko, Dahi ve Dindar: İsaac Newton, 2011, İstanbul Yayınevi, s.17 3 Enis Doko, Dahi ve Dindar: İsaac Newton, 2011, İstanbul Yayınevi, s.17-18 4 Newsweek, 20 Temmuz 1998, s.49 5 Kaf Suresi 6-10. Ayetler 1 2

___ 17


B

inlerce yıl öncesinden Gök Tanrı Dini’ne inanan Eski Türkler zaman içinde şamanî unsurları da inançları içine almış ve ortaya kendilerine özgü çok zengin bir inanç sistemi çıkarmışlardır. Kâinatı bir bütün içinde kavrayan, tabiatın özünde soyut ulu güçler olduğuna inanan ve kâinatı ruhlarla dolu olarak kabul eden bu inancın uygulamaları farklı Türk kavimlerinde çeşitlilik gösterse de ruhani varlıklarla iletişimi sağlayan bu şamanî unsurların Türkler tarafından kolayca benimsenmesinin sebebi, çok eskiden beridir yaşatılan “Atalar Kültü”dür. Eski Türkler ölümden sonra yaşama inanmakla beraber, yaşarken kudretli olan atalarının öldükten sonra da göğün katlarında yer alacağı ve yaşayanlarla sürekli ilişki içerisinde olacağına da inanırlardı. Bu kudretli atalar, güçlü bir hakanın ruhu ya da bir kam (şaman) ruhu olabilirdi. Göğe çıkan ata ruhunun bir takım güçlere sahip olacağı ya da gökteki üstün güçlerle irtibat kurabileceği düşüncesi ile ailelerini ve toplumlarını koruyup kollayacakları ve onlara ihtiyaç duyulması durumunda yardım edeceklerine inanılırdı ve onlara çok saygı duyulurdu. Bu inanışların bütününe “Atalar Kültü” denmektedir. Ataların öldükten sonra dahi, ruhlarının aileyi ve toplumu korumaya devam ettiği inancı, Türklerde ataya saygının, güvenin ve sahiplenmenin boyutunu ortaya koymaktadır. Ölümden sonra yaşama inanıldığından, ölen kişiler değer verdikleri varlıkları -silahları, mücevherleri, hatta atları- ile gömülürlerdi. Bu sayede ölümden sonraki yaşamlarında yalnız kalmayacaklarına inanılırdı. Ata

ruhlarına gösterilen saygı onların hatıralarını, mezarlarını ve değerli eşyalarını da kapsıyordu. Bu yüzden ataların mezarları ve eşyaları kutsaldı ve ata hatıralarına ya da mezarlarına yapılan saygısızlığın cezası büyük oluyordu. Öyle ki savaş sebebi dahi olabiliyordu. Buna örnek olarak, Attila'nın İkinci Balkan Seferi’nin sebeplerinden birinin Bizanslıların Hun ata mezarlarını açıp soyması olduğu gösterilebilir. Bizanslıların böyle bir şeye yeltenmelerinin sebebi ise özellikle hakan soyundan olan kişilerin mezarlarının birçok değerli eşya barındırmasıdır. Buna en güzel örnek de Kazakistan'daki M.Ö. 5. yüzyıla ait Esik Kurganı’dır. Mezarları belirginleştirmek için -özellikle önemli kişilerin mezarları ise- kurganlar yapılır, mezarın üstü tümsekleştirilirdi, çevresine taşlar dizilir ve hatta mezar başına balbal denilen taştan -bazen ahşaptan- heykeller yapılırdı. Bu heykeller ölen kişinin öldürdüğü düşman sayısı kadar olurdu. Ölümün ardından yapılan yuğ adı verilen cenaze törenlerinde ise yine ölene saygı sunulur ve onun için yas tutulurdu. Bu yas için de ölenin hayatını ve önemini anlatan sagular bestelenirdi. Eski Türkçede sığıtçı adı verilen ve bu saguları okuyup ağıt yakan kimseler -ağlayıcılar- ise Anadolu’da hala görülebilmektedir. Ancak birçok öz değerimiz gibi bu da şehir yaşantısına alışmamız sebebiyle yitip gitmektedir. Türklerde bu kült ile ilgili görülen önemli bir uygulama ise atalara saygılarını sunup dileklerini iletmek için ruhlarına hayvan kurbanlar sunulması idi. Türkolog Gumilev’in Veyşu adlı Çin yıllığından (6.-7. yy) naklettiğine göre, “Her yıl bütün seçkinler birlikte atalarının mağarasına kurban getirirlerdi.” Ataların mağarasıyla kastedileni ise bundan 50 yıl sonra oluşturulan Suyşu adlı yıllıktan görebiliyoruz. Bu yıllıkta Göktürklerin bir soyu olan Aşina kavminin 7. yy başlarına kadar

___ 18


mağarada yaşadıklarından bahsedilmektedir. Burada tarihle mitolojinin bir kesişimini görmekteyiz, zira -farklı anlatımları da bulunanBozkurt Destanına göre, bozkurt da -kimilerine göre Asena adlı dişi kurt- son Türk çocuğu ile beraber düşmandan kaçarken bir dağın üzerindeki mağarada gizlenmiştir. Aşina neslinin de “atalarının mağarasına kurban getirdiler” sözünden yola çıkarak, kurt atalarına ve onun ilk çocuklarına saygı sunmak istediklerini düşünebiliriz. Burada totemist eğilimli bir Ata Kültü bulunmaktadır. Sunulan kurbanlar Türklerde ataların değerinin ayrı bir noktada olduğunu gösterse de genel kanıya göre onları tanrılaştırma yoluna gitmemişti ve kâinatı bütün olarak kavradıkları için atalara ya da diğer güçlere sunulan kurbanın bir şekilde Gök Tanrı’ya ulaşacağına inanıyorlardı. Örneğin Hunlar, ataları ile tek tanrı arasında bir bağ olduğuna inanırlardı ve atalarına sundukları kurbanlar, göğe, toprağa ya da öteki güçlere sundukları kurbanla aynı değerdeydi. Gumilev’e göre de atalar yabancı ruhlar olarak düşünülmezdi ve Tengri’nin hizmetçisi oldukları kabul edilirdi. Eğer bir ata herkes tarafından unutulur ve adını anacak kimsesi kalmaz ise de o atanın ruhunun geçtiğimiz yazılarda bahsettiğimiz “yer-su” olarak tabiattaki yerini aldığına inanırlardı.

insan bilimci dinlerin kökeninin Atalar Kültü’nden geldiğini savunur ki bunun sebebi de, ölen atanın ruhunun bir şekilde geride kalanları gözlerken aynı zamanda kontrol ettiği ve kötü davrananlara gazap göstereceği inancıdır. Bir şekilde adalet duygusunu köken alır. Bu tür toplumlarda ise topluca taptıkları ortak bir atanın yanında sadece belli bir kesimin taptığı atalar da bulunurdu.Yarı tanrı sayılıp tapılan bu atalar için insan kurban edildiği farklı toplumlar da vardı ancak Türklerde bu görülmemiştir. Ancak aksini savunan görüşler de bulunmaktadır ve bunların dayandığı nokta ise, eski Çin yıllıklarında geçen, “yakınlarının, ölen atalarını takip ettikleri” ibaresidir. Ancak bu zorlama bir çıkarımdır. Bu ibare, ölen ataları manevi olarak takip etmek şeklinde yorumlanmaktadır. Bahsettiğimiz farklı kavimlerde görülen Ata Kültü’nün ise getirdiği farklı uygulamalar da vardı. Örneğin, Eski Anadolu Uygarlıklarında ölen atanın başı gövdesinden ayrılarak -muhtemelen eti de çürüyüp gittikten sonra- çamur veya kil ile kaplanıp öyle saklandığına dair kalıntılar bulunmaktadır. Bunun ilk örnekleri yontma taş devrinde görülmeye başlamıştır ancak daha çok cilalı taş devrinde görülen çok eski bir inanç biçimidir.

Türkler haricinde diğer Orta Asya kavimlerinde, Çin ve Japon geleneksel dinlerinde, eski Ortadoğu dinlerinde, Afrika’da, Eski Anadolu Uygarlıklarında ve diğer pek çok kültürde de Atalar Kültü görülmekteydi. Ölmüş ata ruhunun geride kalanlarla ilişki içerisinde olduğuna inanılırdı ve mezarları ile onlardan kalan hatıralar kutsal kabul edilir, saygı duyulurdu. Ölen ataların çeşitli resim ve tasvirlerinin yapılması da görülürdü ve atalar bu nesneler ile anılırdı. Ancak bazı toplumlarda bu saygının ve kutsal saymanın ataya tapınmaya kadar gittiği düşünülmektedir. Hatta birçok filozof ve

Türkolog Roux’ya göre de Türkler ile beraber Atalar Kültü’ne inanan toplumlarda ataların resmedilerek ya da yontularak tasvirlerinin yapıldığına rastlanırdı. Bu durum Yakut Türklerinde de vardı ve eti yenilen hayvanın kanının ve yağının bu tasvirlere sürüldüğü de görülürdü. Bunun sebebi ise maddi ve manevi hayatın bütünleştirilmesi inancıdır. Yakutlar bu tasvirlere ongon derdi. Gökalp’e göre ongon totem anlamındadır. Ancak buradan hemen Türklerin totemci olduğunu

___ 19


çıkartmamak gerekir. Zira Kafesoğlu’na göre ongonların bulunduğu her toplum totemist değildir. Totemist toplumlar inançlarına göre kendi içlerinde evlilik yapamazlar. Bu karakteristik bir özelliktir. Oysa ki ongonların bulunduğu Türk toplumlarında böyle bir şart bulunmamaktadır. Burada ayrıca belirtmek gerekir ki ongon Moğolca bir terimdir ve Türkler töz/tös kelimesini kullanmışlardır (Ongon denilmesi ‘kam’ yerine Tunguzca ‘şaman’ kelimesinin - yaygınlığından dolayı- kullanılması gibidir). Yine Roux’nun anlatımıyla,Tatarlar ise keçeden yaptıkları tasvirlere değerli giysiler giydirirlerdi. Bununla da ataya olan saygının boyutu görülmektedir. Bu aşamada yapılan bu tasvirlere tapınma olmadığını, sadece birer saygı göstergesi olarak, onları unutmadıklarını göstermek için yapıldıklarını söylemek gerekir. Bilindiği üzere Türklerde puta tapınma olmamıştır. Bununla beraber, bazı yerlerde ongonlara dua edildiği de gözlenmiştir, ancak inandıkları büyük bir tanrı olduğu için, bu duaların sadece yardım istemek olduğu düşünülmektedir. İslam inancına göre sadece yaratıcıdan yardım istenebileceği için, iki inanç karşılaştırıldığında, atadan yardım istemek tapınma gibi gözükse de ikisi farklı durumlardır ve tapınma olarak değerlendirilmemelidir. Harun Güngör’ün de belirttiği gibi, Türk dini ile ilgili yapılan araştırmalarda, inancın Tanrı ekseninde şekillendiği ve diğer ögelerin yarı dini sayıldıkları savunulmuştur. Türkler için yaratan, canı verip, alan, kâinatı idare eden, hakanlara kut veren yegane güç Gök Tanrı’dır ve soyuttur.

Töz kelimesine dönecek olursak, Abdülkadir İnan’a göre töz kelimesinin Türkçede ‘kök, menşe’ anlamına gelmesi onun totemist devirden bir kalıntı olduğunu

ve Altay halklarının bu tasvirlere töz/tös demeleri de bunların ata ruhlarının hatırası olarak yapıldığını göstermektedir. Aynı kaynağa göre, 13. yy’ da Fransa’dan Moğolistan’a elçi olarak giden Rahip Rubruk, Budist Uygur tapınağında gördüğü putlar hakkında şöyle bahsediyor: “Uygurlar bir tanrıya inanırlar, onun insan veya başka şekilde tasvirini yapmazlar. ‘Öyle ise neden bu kadar çok putunuz var?’ dediğimde ise Uygur rahibi; ‘Biz bu putları Tanrı’nın tasviri kabul etmiyoruz. İçimizden birinin oğlu, karısı veya başka biri ölürse onun tasvirini yapıp buraya koyarlar. Biz de bunları ölünün hatırası olarak saklarız ve sayarız.’ diye yanıtladı.” Burada Budist olduktan sonra tapınak kültürünü de kabul eden Uygurların tek tanrı inancını korumaya devam ettiklerini ve Ata Kültü’nü tasvirler yapıp tapınağa koyarak sürdürdüklerini görmekteyiz. Aynı şekilde A. İnan’ın aktardığına göre, Karluk Türklerinin ahşap tapınakları vardı ve duvarlarında eski hakanlarının suretleri işlenmişti. Bir başka örnek de İskitlerde de atalara saygının ve onları anmanın görüldüğünü gösterir: 2. yy’da Yunanlı filozof Samatos bir diyaloğunda bundan bahsetmektedir. Bu diyalogda, Yunanlı Mnisippos, İskitli Toksaris’e atalara neden kurban sunduklarını sorar, ataları tanrı olarak mı görmektedirler ve bundan ne fayda ummaktadırlar? Bunun üzerine Toksaris atalarını tanrı olarak değil iyi insanlar olarak gördüklerini ve bu yüzden hürmet gösterip kurban sunduklarını, iyi insanları hatırlamanın yaşayanlar için faydalı olacağını düşündüklerini, bu yüzden onları saydıklarını anlatır.İyi ataları anarlarsa geride kalanların onlar gibi olmaya çalışacaklarını düşünmektedirler. Atayı tanrı kabul etmemekle beraber saygı gösterme ve hayvan kurban sunma konusunda Türkler ile benzerlik gösterse de, eski Yunan kaynaklarına göre İskit hükümdarları için yapılan defin törenleri Türk törenlerine göre oldukça kanlı olurdu. Örneğin Orhon Türk

___ 20


geleneğinde, hakanın yaşarken öldürdüğü düşman sayısınca balbal denen heykeller dikilir ve bunların temsil ettiği kişilerin öteki âlemde hakana hizmet edeceği düşünülürken, aynı amaç için İskitlerde defin töreninde hakanın hizmetçilerinden elli kişi öldürülürdü. Bu tip bir karşılaştırma Moğollar ile Türkler için de yapılmıştır. A. İnan’ın Barthold’dan aktardığına göre, Orhon Türklerinde balballar dikilirken, Moğollarda ise hanın öldüğü yerden mezarına kadar naaşını götüren kişilere rastlayan adamlar öldürülürdü. Marco Polo’nun sözlerine göre bu şekilde öldürülenlere “Hakanımıza hizmet etmek için öteki aleme git!” denilirdi. Tekrar Türklerde Ata Kültü’ne dönersek, Türkler atalarının kendilerini koruyup kollayacağı düşüncesinin yanında onların kendilerini izlediği düşüncesi ile de davranışlarına dikkat ediyorlardı. Ayrıca, onların bıraktığı kültür mirasını koruma düşüncesi ve yaptırımı da oluyordu ki bu sosyal ve kültürel yapıyı şekillendiren önemli unsurlardan biriydi. Eğer bir millet kendisine kişilik ve kültür açısından örnek alabileceği bir ataya ya da atalara sahipse, bu yüksek kültürü ve kişilik özelliklerini korumak hatta yüceltmek için bir sorumluluk duyar ve bunun için çalışır. Ata mirasını koruma ve yüceltme isteği sayesinde toplumlar değerlerini yitirmez. Ancak o toplum tembelleşir ve atalarını sadece övünç kaynağı olarak anarsa, miras için bir sorumluluk hissetmeyi bırakır ve korumak, yüceltmek için çaba da göstermez, bu kibir ve tembellik içinde de toplumun öz değerleri yitip gider. Bahsettiğimiz sorumluluk duygusundan olsa gerek ki İslamiyet’i kabulden sonra da Atalar Kültü İslamileştirilerek Türkler arasında devam ettirilmeye çalışılmıştır. Halkın yardımına koşan ruhani yönden güçlü atalar inancı, Anadolu’da veli (evliya) kültünün oluşmasında da rol oynamıştır.

H. Güngör’ün de belirttiğine göre çeşitli insanüstü güçlere sahip olan ve insanlara şifa veren bu evliyalar Eski Türklerde önemli yerleri olan kamlar (şamanlar) ile birçok benzer özellik taşımaktadır. Dolayısıyla eski bir geleneğin sürdürülmeye çalışılmasıdır. Bu tür benzerlikler Alevi- Bektaşi ile beraber Sünni menkıbelerinde de görülmektedir. Türklerde görüldüğü ölçüde Ata Kültü, İslam inancında görülmemektedir. Kabir gelenekleri, şekilli mezarlar yaptırmak, önemli günlerde topluca mezarlığı ziyaret etmek,cenaze sonrası ya da yıldönümlerinde yemek dağıtmak vs. gibi adetler İslam ile oluşmamıştır, Orta Asya’dan beri korunan geleneklerdir, eski inançtaki Ata ve Ölüm Kültü’nden kaynaklanır. Aynı şekilde günümüzde Müslüman Türklerde görülen, kurban bayramında kurban keserken, kurban kesenlere ölen dedeyi, neneyi ya da peygamberimizi de katmak durumlarıAtalar Kültü’nün İslamileştirilip uygulanmasıdır. Buna bir diğer örnek de önemli kişilerin türbelerine gidip dua edilip adak adanması ve onlardan yardım istenilmesidir. Oysaki İslam’da ancak türbe ziyaretine gidilip “bu zatların yüzü suyu hürmetine Allah’a dua edilmesi” olabilir ki bu da eski inancın İslamileştirilmesine bir örnektir.

___ 21


Bir diğer örnek de Hızır inancıdır. Eski Anadolu Uygarlıklarının mitleriyle de benzerlik taşıyan ve İslam’da bir zamanlar yaşadığı ve ledün ilmi (bâtın ilmi-bilinmeyene vakıf olmak) bildiği kesin olan ve velilik atfedilen bu zat Türkler için zor zamanda yardıma koşacak bir ata olarak kabul görmüştür (“Kul daralmayınca Hızır yetişmez” atasözü). Hatta Hıdırellez denen ve bahar başlangıcının kutlandığı gün, Hızır’ın dilekleri duyacağı ve onun vasıtası ile bu dileklerin Allah tarafından gerçekleştirileceği inancı vardır. Bu da yine İslamileştirilmiş bir inançtır. Hızır’ın hikmet veren birisi değil de Allah’ın hikmetinin kendisi olduğuna da inanılır. Bunun ya da diğer bahar bayramı nevruzun eski Türk kültüründeki ya da bugünkü İslam inancındaki yeri başka bir araştırma konusudur. Burada dikkat etmemiz gereken, Eski Türklerdeki gibi zor zamanda yardım edecek bir ata inancının olması ve ona sunulan dileklerin gerçekleşeceğinin umulmasıdır. Bununla beraber, ölen insana saygıdan dolayı arkasından kötü konuşulmaması vs. de “Atalar Kültü”nün günümüzde devam eden etkileridir. Bugünkü Türk kültürü Ana Yurt’tan yani Orta Asya’dan beri koruduğumuz öz kültürümüz ile İslam kültürünün ve Anadolu kültürünün bir karışımıdır. En belirgin kültür unsurlarını ise yine Orta Asya’dan beri koruduğumuz öz

değerlerimiz oluşturmaktadır. Yazıda kısaca geçmek zorunda kaldığımız, Eski Türklerde ölüm, ölümden sonra yaşam, yuğ törenleri, yas merasimleri, kurganlar ve bunların bugünkü Anadolu Türk kültüründeki yansımaları da bir sonraki yazımızda anlatılacaktır. Atalarımızın kurdukları medeniyetler, aldıkları topraklar, yiğitlikleri, dilleri, dinleri, kültürleri bizim için ne kadar övünç kaynağı olsa da; bunları araştırmak, öğrenmek ve en azından bilerek muhafaza etmek, yazarak anlatarak başka insanlara da aktarmak ve korumak da bizim görevimizdir. Uygur Türklerinden Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (Kutlu Olma Bilgisi) adlı eserinde dediği gibi, “Memleketi alan onu kılıçla almıştır, memleketi tutansa onu kalemle tutmuştur.” KAYNAKLAR

Tarihte ve Bugün Şamanizm - Prof. Dr.Abdülkadir İnan Türk Bodun Bilimi Araştırmaları - Prof. Dr. Harun Güngör Eski Türkler - Lev Nikolayeviç Gumilev Türklerin ve Moğolların Eski Dini - Jean Paul Roux Şamanizm - Sadettin Buluç Sibirya’dan - Wilhelm Radloff Türk Destan Kahramanları - Doç. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler - Ümit Hassan Eski Türk Dini - Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu Yaşayan Eski Türk İnançları Bilgi Şöleni: Bildiriler - Hacettepe Üni.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, TÜRKSOY

___ 22


HER ÜLKÜCÜ UMUT SAÇAR SON NEFESİNDE! İstanbul Esenyurt’ta MHP seçim bürosuna yönelik hain saldırıda 5 kişi yaralandı. Gazeteci Cengiz Akyıldız ağabeyimiz kalbinden vurularak şehit düştü. Cengiz ağabey 53 yaşında, 3 kız babasıydı. İlk şehit Ruhi Kılıçkıran’dan son şehit Cengiz Akyıldız’a kadar binlerce şehit verdik. Gücünü sahibinden alan medya etraflıca haber dahi yayınlamadı. Üstünü örtmeye çalıştılar.Yine kendi şehidimize kendimiz ağladık. Olsun! 5000 Ülkücü şehidin davasını omuzlanan birileri var! Arkada kalanlar, ne için kaldığını unutmadığı müddetçe, şehit düşenlerin davası sonsuza dek yaşayacaktır.. Mekanın cennet olsun Cengiz ağabey..

CENAZEME BEKLERİM "Daha dün konuşmuştuk ama.." diyorsun... "Ama nasıl olur!"lar çekip çekiştiriyor iki yakanı... "Hiç beklenmedik bir ölüm!" bu, değil mi?...(Halbuki her an yanımızda) "Vakitsiz" "Erken!" "Sürpriz!" İşinize ara vereceksin bugün... Neşenizi kaçırdım biliyorum. Kocaman bir pürüz gibi duruverdim karşınızda.. Hızını kestim hayatının. Dahası, üzerine alındınız. Ölüm bize de yaklaşırmış dediniz.. Ölmesi kanıksanmış, öleceği gelmiş bir yaştayız artık. Ölmüş olmasına şaşırılmayan bir adamım. Bir baksana, ne değişti ki dünyada, ben eksildim diye...! Boğaz Köprüsünde trafik akıyor hâlâ. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi ya yolların. Ben öldüm bu defa... Hayret, şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen... Gitsem de gitmesen de farketmez bir cenaze olurdu camilerden birinin avlusunda. Belki bir kalabalık çıkagelirdi önüme... "Ölen biri çıkar bu şehirde her gün!" diye kanıksadığım Adını bile sormaya zahmet etmediğin.

Eksilenin kim olduğuna aldırış etmediğin. Gitti diye üzülmediğin birinin cenazesi işte... Aynı manzara, aynı tabut, aynı üzgün yüzler... Aynı güneş gözlükleri. Sıradan bir cenaze yani. Ama bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Seni bilmem ama beni bekliyorlar... Ayıp olur, çok ayıp... Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallalık saltanatım bu benim. Başroldeyim. Toprağa konulacak adam rolü benim... Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım… Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa. Üzerine toprak atılan adamı… Bir toprak yığının altında yüzü erimeye terkedilen adamı… Hüzünlerin müsebbibi olacak adamı. Ayakkabısının kendisini bekleyeceği adamı. Elbiseleri evden çıkarılacak adamı. Yatağı boş kalacak adamı. Akşam eve dönmeyecek adamı. Şehit kabirleri bekleyecek adamı.. Eve dönmesi beklenmeyecek adamı. Sofrada yeri boş duracak adamı. Adı telefon rehberinden silinecek adamı.(Cengiz Akyıldız) Şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı. Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıranın evinden hemen kapı dışarı edilecek adamı Resmine bakıp bakıp da ağlanacak adamı belki. "Adı neydi.... Hani.... şunu yapardı ya!" diye yokluğu normal bilinecek(Unutmak İhanettir) diyen adamı... Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı. Ben oynuyorum bugün... Sahnedeyim.

___ 23


K

üçük yaşlarda parkta, yolda, sahada, apartmanda, evde kısacası topun olduğu her yerde oynadığımız bir oyundur futbol. Okulun son ziliyle başlar, akşam ezanıyla sona ererdi. Her mahallenin kendine göre kuralları olur, top kiminse o çocuk kesin takımda olurdu. O yaşlardaki çocukların tek hayali futbolcu olmaktı. Peki bu alışkanlık ve top sevdası Türklere nereden geliyor hiç merak ettiniz mi? Şimdi futbolun Türk Tarihi’ndeki yerine bakacağız ve futbolun atası olan Tepük’ü tanıtacağız. 11. yy’ da Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan, Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olan Divan-ı Lügati’t Türk’te Tepük adlı bir oyundan bahsedilir. Oyun şöyle anlatılır: “Kurşun eritilerek iğ ağırsağı şeklinde dökülür, üzerine keçi kılı veya başka bir şey sarılır, çocuklar bunu teperek oynarlar.” Tepük de zaten Türkçede tepmek, tekmelemek anlamına gelmektedir. Oyunda kullanılan toplar ilk zaman çok ağır olsa da zamanla yumuşatılmış, içine hava doldurularak oynanmıştır. Oyunla ilgili olarak bazı kaynaklarda kız çocuklarının da bu oyunu oynadığı söylenmektedir. Hatta Göktürkler hakkında bilgi veren Tung Tien adlı Çin kaynağı Tepük’ten şöyle bahseder: ‘‘Erkek çocuklar sazlık ve ağaçlık yerlerde eğlenirler, kızlar deri top tekmelerler. At sütünden mamül kımız içip sarhoş olurlar, şarkı söylerlerdi.’’ Bu kaynaktan, kız çocuklarının Tepük’e meraklı olduğunu görebiliyoruz. Ayrıca kız ve erkek çocuklarının bu oyunda usta olduklarından da bahsedilmektedir. Tepük oyununun, Türk boylarında zamanla farklı amaçlar için de oynandığı söylenmektedir. Buna örnek olarak Timur Dönemi’nden bahsedilebilir. Bu dönemde Timur’un askerlerine bu oyunu çeviklik talimi olarak oynattığı ifade edilir.Yani Tepük Türkler için sadece eğlence amaçlı bir oyun olmamıştır.

Modern futbolun temellerinin 19. yy’ da İngiltere’de atıldığından bahsedilmektedir. Ancak durum pek de öyle değildir. Üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen Hıtay Türklerinin oynadığı oyunun kuralları, günümüz modern futbolunun kurallarına çok benzerdir. Bu oyunun kuralları hakkındaki bilgiye de Seyyid Ali Ekber’in yazdığı ‘‘Hıtay-ı Name’’ adlı eserden ulaşabiliyoruz: “Ve top oyunu Hıtay’da güzeller işidir. Ve dahi harabeti (düzensiz kalabalık) çok olan ve sığır kursağından top yüzmüşler (yapmışlar) ve mahbub (erkek) ve mahbubeleri (kadınları) durdurmuşlar. Ve topa ayaklar ile ururlar (vururlar). Şöyle ki; elin ol topa değdirmeye ve ol topu yere düşürmeye ve nazik ayak ile dürde (ite), saklara (baldırlara) ve usulsüz vurmak ve yere düşürmek ve daireden taşra (dışarı) çıkmak vaki olmaz.” Görüldüğü üzere faulden, el ile oynamaktan, taç atışından bahsedilmektedir. Bu da modern futbolun atasının Tepük olduğunu kanıtlar nitelikte bir belgedir. Osmanlı dönemine baktığımızda II. Abdülhamid gençlere dernek oyunlarını yasaklamıştı. Futbol da bu oyunlar içindeydi. Bu oyunları yalnızca yabancı uyruklular oynayabiliyorlardı. Türkler tarafından gizlilik içinde sürdürülen faaliyetler sonucu kurulan ilk takım ‘‘Black Stocking Club’’ olarak bilinir. Daha sonra Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş Futbol Kulüpleri kurulmuştur. Şimdilerde de futbol, endüstriyel bir hal almıştır ve o eski Türklerdeki amatör ruh, yerini profesyonelliğe ve pazar faaliyetlerine bırakmıştır.

___ 24



20

Ocak 1990… Yüzlerce Azerbaycan Türk’ünün katledildiği matem günü. Aynı zamanda bağımsızlık ülküsüyle yürüyen Azerbaycan Halkı’nın ülküsüne koşmaya başladığı, yüreklendikçe yüreklendiği gün. Belki de olayları daha iyi anlamak için olayın öncesine, sonrasına bakmalı. Moskova, Azerbaycan Halkı’nın Türkiye ile olan bağından önceden beri son derece endişeliydi ve bu bağı zayıflatmak için çeşitli politikalar izledi. Eskiden kimliklerinde Türk yazarken artık onlara siz Azeri’siniz deniliyordu. Zaman ilerledi ve 80’lerin sonlarına gelindi. Ermeniler Azerbaycan’dan toprak talep ediyor, Azerbaycan topraklarına saldırıyor, Azerbaycan Türklerinin yaşadığı köylerde insanları katlediyordu. Bu yapılanlara karşılık Azerbaycan Halkı 16 Ocak 1990’da protestoya başladı. Halk sokağa çıkıyor, Ermeni mezalimini durdurmak için sloganlar atıp yürüyüşler yapıyordu. Azerbaycan Türkü, Ermenistan’ın toprak iddialarından vazgeçmesini ve Bakü’deki Sovyet birliklerinin, -Azerbaycan Türklerinin etnik arındırmaya maruz bırakıldığıYukarı Karabağ ile Ermenistan arasındaki bölgeye yerleştirilmesini istiyordu. Bir yandan Halk Cephesi ile Azerbaycan’da komünist yönetime karşı örgütlü mücadelenin başlaması, diğer yandan Komünist Parti’den bazı unsurların Moskova’yı kışkırtması ve Dağlık Karabağ’da yaşananlar Moskova’yı harekete geçirdi. Böylece bağımsızlığa koşan Azerbaycan’a gözdağı verilmesi için düğmeye basıldı. 1990 yılı Ocak ayının 19’unu 20’sine bağlayan gece Bakü’de bir insanlık ayıbı işlendi. Resmi kayıtlara 132 ölü 700 yaralı olarak geçse de gerçekte yüzlerce Türk katledilmişti ve Azerbaycan’ın

bağımsızlığı için çalışan lider kadro tutuklanmıştı. Olay, Sovyet Birliklerinin -sözde Ermenilerin korunması için- müdahalesi şeklinde vuku buldu. Meydanlardaki halkın üzerine ateş açıldı. Fakat onlara yapılan zülüm halkı daha da yüreklendirmişti. Halk artık akın akın meydanlara koşuyordu. Ocak ayının soğuk gecelerinde vatanını kendi canından aziz görenler bu yolda şehit düşseler de yurtları kurtulmanın arifesindeydi. Ülkede Sovyet dönemine ait isimler, heykeller kısacası bütün izler yavaş yavaş kaldırılmaya başlandı. Azerbaycan’da yakılan bağımsızlık ateşi sadece Azerbaycan’ın değil Sovyetler bünyesindeki diğer halkların da bağımsızlık kıvılcımını ateşlemişti. Daha sonraki dönemde M. Gorbaçov’a karşı yapılan darbeyle birlikte SSCB artık devriliyor ve yeni devletler ortaya çıkıyordu. 18 Ekim 1991’de Azerbaycan Devleti’nin Bağımsızlığına ilişkin anayasa akdi kabul edildi ve 29 Aralık’ta referanduma gidilerek 18 Ekim 1991 tarihli bağımsızlık kararı onaylandı. Azerbaycan’ı ilk tanıyan ülke de 9 Kasım 1991’de Türkiye oldu. Şehitlerimizin ruhu şâd olsun.

___ 26


M

illetlerin, boyların, urukların kendi tarihlerinin başlangıcıyla ilgili mitolojik unsurlar içeren, simgesel öğelere yer veren destanlar vardır. Bu destanlar, toplulukların vicdanına işler. Bu destanlarda, bazı semboller toplumlarla özdeşleştirilir. Örneğin, Bozkurt,Turan ırklarından olan (Altay ırkları) Türkler ve Moğollar için milli semboldür. Bu sembolün doğuşu, Sakalarla birlikte, ilk Türk topluluklarından olan Kunlarla başlar. Türk destanları, genelde Çin kaynaklıdır. Türk destanları, Bozkurt üzerine kurulmuştur. Belki bu yüzden Kunların iki büyük boyundan birisinin adı Boz Kurt olmuştur. Türk mitolojisinde Bozkurt, yol gösterici, kurtarıcı ve gökyüzünün temsilidir. Ayrıca, Göktürklerde Bozkurt, savaşçılığın ve savaş ruhunun simgesi olarak kabul edilir. Göktürkler bayraklarında, tuğlarında ve yaşamlarının birçok alanında Bozkurt’u kullanmışlardır. Bir çok Türk toplumu da Bozkurt’u hayatlarının her alanında kutlu bir simge olarak kullanmıştır. Bozkurtların liderliği, evcilleştirilememesi, hiyerarşik düzenleri, ahlaki yaşantıları ve diğer asil özellikleri Türklerle özdeşleşmiştir. Destanlar

Türk türeyiş destanları, farklı söyleyişlerle bilinir. Hepsi Bozkurt üzerine kurulmuştur. Bunlardan birkaçını kısaca anlatalım. Oğuz Destanı’nda, Bozkurt, Oğuz Kaan’a yol göstermiştir. Bu sayede Oğuz Kaan başarılı seferler yapabilmiştir. Bir söyleyişe göre Kunların, Aşina denilen Türk boyu, Hazar Denizi’nin batısına yerleşmiştir. Bu boy, Türklerin ilk atası olarak bilinirler. Bir gün baskına uğradılar. Baskından küçük bir çocuk dışında kimse sağ kalmadı. Bir köşeye

saklanmış çocuğu, düşmanlar buldular. Fakat, masum ve zararsız bu çocuğu, tehdit olarak görmediler. İçlerinden bazıları her ihtimale karşı öldürmektense, kolunu bacağını keselim, bırakalım diye düşündü. Bunu yaptıktan sonra, çocuğu, bataklık kenarına attılar. O sırada ortaya bir dişi Bozkurt çıktı. Çocuğu oradan kaçırdı. Emzirdi, yaralarını yaladı, iyileştirdi. Daha sonra düşman komutanın çocuğun öldürülmesini istemesi üzerine, çocuğun arandığını gören Bozkurt, onu güvenli bir mağaraya kaçırdı. Çocuk büyüyünce dişi Bozkurt’la evlendi. Doğan çocuklarının her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı Aşina boyu idi. Aşina, kardeşleri arasında en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu. Kunlarla ilgili bu tür birkaç farklı söyleyiş daha vardır. Saka, Kun, Siyenpi, Apar sülalelerinden sonra gelen Göktürklerle ilgili farklı bir destan vardır. Ergenekon destanı adıyla bilinir. Komşuları tarafından yok edilen Türklerden, geriye kalan birkaç kişi dağlar arasında yol aramaya başlar. Dağların arasında dolaşırken bir düzlük bulur ve yerleşirler. Burada çoğalırlar. Yüzyıllar sonra buraya sığmaz hale gelirler. Çıkış için aradıkları yolu da bulamazlar. Bunun üzerine çevredeki dağların, demirden yapılmış olduğunu fark ederler ve demir dağları eritirler. Çıkışta, kendilerine Börte Çene adında bir erkek kurt rehberlik eder.Tarihte Göktürklerin doğuşunu, Altay ve Tanrı Dağları’nda Apar kağanlarına silah yapmakla uğraşan, Türük adını taşıyan boyların, bir kadın meselesi yüzünden Aparlara isyan etmesiyle ve Aparları devirerek Gök Türük sülalesini kurmasıyla biliyoruz. Sonuç olarak, destanlar ve gerçek tarih arasında simgeselde olsa her zaman yakın bir bağ vardır. Ergenekon destanıyla bunu açıkça görüyoruz.

___ 27


Bozkurtların Özellikleri

Türklerin bozkurdu sembol seçmelerinde, bozkurtların özellikleri önemli rol oynamıştır. Bu özellikleri asil buldukları ve kendileriyle benzeştirdikleri için seçmiş olmaları muhtemeldir. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz; -Bozkurt sürüsünden ayrılan bir erkek bozkurt yerine, bir kara kurt girdiğinde sürünün lideri olur. -Dünya üzerinde evcilleştirilemeyen tek hayvandır. Bozkurt esir edilirse öd denilen keseyi parçalar ve intihar eder. -Bozkurt sadece yiyeceği kadarını avlar ve yavrusu olan bir hayvana saldırmaz. Leş yemez. Kendi yiyeceğini avlar. -Eşlerini kıskanırlar. Bozkurt dişisi asla bir kara kurtla çiftleşmez. Bozkurtlar yaşamları boyu tek eş seçerler. Eşi ölmeden başka eş aramazlar. -Bozkurtlar avlanırken, hilal taktiği uygularlar. Sürü halinde avlanırlar. Cesaretli ve ölümüne mücadele eden bir yapıya sahiptirler. -Bozkurtların liderleri vardır. Teşkilatlı bir yaşam sürerler. -Karda yürürken liderlerinin ayak izine basarlar. Ön ayaklarının çıkardığı izlere, arka ayaklarıyla basarak daha az iz bırakırlar ve kaç kişi oldukları tahmin edilemez. Plansız hareket etmezler. -Annesi ve babası ölen bir yavru kurda, diğer kurtlar sahip çıkarlar. -Bizim sembolümüz olan Bozkurt; “Kökbörü”, yani gök yeleli bozkurttur ve sadece Orta Asya’da yaşar.

söyleyebiliriz. Bozkurt simgesinin önemini ve anlamını en iyi kavrayanlardan biri Atatürk’tür. Bunu hayatındaki pek çok örnekten anlayabiliriz. -Adalet bakanı Mahmut Esat’ın, Bozkurt soyadını almasını önermiştir. -İlk yolcu gemisinin isminin Bozkurt olmasını istemiştir. -Petrol Ofisi armasını,bozkurt olarak tasarlatmıştır. -Diğer devletlere armağan olarak, bozkurt heykelleri göndermiştir. -Üzerinde bozkurt olan para ve pullar bastırmıştır. -Milli Eğitim Bakanlığı’nın girişine, Türklerin Ergenekon’dan çıkışını temsilen bozkurt resmi yaptırmıştır. -Bozkurt isimli ve logosunda bozkurt olan yerli sigara ürettirmiştir. -İzci ocağı bünyesinde çocuklara, Yavru Kurt yakıştırması yapmıştır. -Fuat Köprülü’nün kendisine: “ Türkiyat Enstitüsü’nün ambleminin nasıl olması gerektiğini sorduğunda”… -“Karlı Tanrı Dağları’nın önünde elinde meşale tutan bir bozkurt olsun. Bu meşale, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilminin ifadesi olsun. Ergenekon’dan çıkmamızda kılavuz olan Bozkurt, Türklüğün Anadolu topraklarındaki yeni devletinin kuruluşunu ifade etsin.” cevabını vermiştir. -Türk Ocaklarının logosunu bozkurt yaptırmıştır. -Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın amblemini kurt başı olarak önermiştir.

Türk milleti, bu özellikleri benimsemiş ve asırlardır değer kabul etmiştir. Atatürk ve Bozkurt Sevgisi

Türklerde Bozkurt, yol gösterici, kurtarıcı, koruyucu ve lider görülmüştür. Bu özelliklere bakarak, Atatürk’ün de bozkurt ruhlu olduğunu

___ 28


-Ankara Üniversitesi’nin diplomalarının alt köşesine kurt başı amblemi koydurmuştur. -Çalışma masasındaki çağırma zili, küçük bir bozkurt heykelidir. -Ağustos 1926 gecesi Türkiye’nin Bozkurt adlı yolcu gemisi, Fransız Lotus gemisiyle Ege Denizi’nde çarpışır. Bozkurt batar ve sekiz Türk denizci boğularak yaşamını yitirir. Lahey Sürekli Adalet Divanı, Türkiye’nin verdiği cezayı adil bulmaz. Daha sonra geminin adı ve Türk milletinin milli simgesi olmasından ötürü Atatürk’e verilmek üzere tunçtan bir bozkurt heykeli hediye gönderilir. -H.C Armstrong 1932 yılında Bozkurt adında Atatürk’ü anlattığını düşündüğü bir kitap yazmıştır. -TBMM’de Bozkurt figürü önünde Atatürk’ün, konuşma yaparken bir fotoğrafı vardır. -1936 yılında Maraş’ta bayrağa sarılmış bir bozkurt heykeli diktirmiştir.(1970 yılında bu heykel, komünist militanlarca parçalanmıştır.)

Bozkurtlar çağlar boyu bizim kültürümüzü, atalarımızı sembolize etmiştir. Bozkurtları, sadece bir siyasal simge olarak görenlerin, yönlendirilmiş, boş fikirli insanlar olduğu anlaşılır. Günümüzde, Atatürk’ün izinde olan Türk gençliğinin, atalarının ismiyle övünmek yerine, onların fikriyatını anlayabilmek tek amacı olmalıdır. Bozkurt gibi kutlu bir sembolümüz varken, başka milletlerin ürettiği sembollere özenmenin nedenini, tarihi öğretilerimizin eksik olmasında aramalıyız. Bozkurt’u, Türk’ün imzası haline getirmek, Türkçü gençliğin vazifesi haline gelmiştir. Bozkurt denilince, akla ilk gelen şey, Türk toplulukları ve onların asil özellikleri olmalıdır. Türk’ün haysiyetini, onurunu düşürmeye çalışan dış milletler, böyle giderse, amaçlarına ulaşacaktır. Kutlu kültürümüzle övünelim. Yaşamımızdaki her alanda, kültürümüzden parçalar yaşatalım. Çünkü kültür, tarihin en canlı parçasıdır.

___ 29


T

ürkü, Türk’e ait olan demektir. Sonundaki –ü ya da –i eski Farsçadan dilimize geçmiş, Türk’e has,Türk’e mahsus demektir. İçinde bildiğimiz halk türküleri, ilahiler, kasideler, şarkılar ve gazeller var. Hoyratlar, bozlaklar, varaklar, kına havaları, gurbet havaları, ninniler, ağıtlar var.Yani doğumdan ölüme kadar… Doğumdan sonra bebeğin kulağına musikiyle okunan ezan ve öldükten sonra insanlara duyurmak için okunan salâ… Her ikisi de musiki ile söylenir. O ikisi arasında ne yaşanmışsa; askerlik, kabahat, hovardalık, tedavi, kahramanlık, korkaklık, aklınıza ne geliyorsa türkü içinde giyinmişlerdir. İyi kötü ne yaşanmışsa eskiden bugüne müziğimize yansımıştır. Bunların hepsinin kâh sözlü, kâh sözsüz müzikle ifadesi eğer Türk milletinin eseriyse “türkü” olur. Türk Dünyasının her yerinde değişik adlara bürünmüştür türkü. Jırlar, mahnılar, muganlar, bayatlar vs. Ülkelere göre örneklemek gerekirse;

Türkü – Türkiye Yuri – Çuvaşistan Çığır – Hakasya Ir – Kırgızistan Yır – Kırım – Tatar Cır – Kazan Tatarları, Başkurdistan Nahşa – Uygur Aydım – Türkmenistan Haytu (Aytış), jır – Kazakistan Koşuk – Özbekistan Biz diğer medeniyetlerden üstün değiliz, üstün tutamayız kendimizi fakat en zengin kültürlerden medeniyetlerden birine sahibiz. Geniş bir coğrafyaya yerleştik. Çok farklı kültürlerle tanıştık, kültürel alışveriş yaptık. Sadece Orta Asya’da kalmadık, Budapeşte’ye, Viyana’ya kadar gittik.

Gittiğimiz her yerden bir şeyler aldık, bir şeyler verdik. Bu alışverişte en önemlisi kimliğimizi kaybetmedik. Örneğin, Hazar Denizi’nin öte tarafında geçmişte esasen tatlı yeme kültürü yoktur. Anadolu’daki gibi (günümüzle kıyaslamaya giremeyeceğim), Hazar’ı geçip Anadolu’ya döndüğümüzde reçelin bile yaklaşık seksen altı çeşidi olduğunu görürüz.

“Seni kırda görmüşler Saçına tel örmüşler Yedi gün düşünmüşler Bana layık görmüşler Kaşların gözlerin Sözlerin ne güzel ” Şarkının sahibi Mısırlı İbrahim Efendi’dir. Asıl adı Avram Efendi’dir.Yahudi’dir. “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime ” Bu şarkı da Nihavent makamında bestelenmiştir, sahibi Kemani Serkis’tir. Ermeni’dir. Tatyos Efendi, Nubar Efendi, Tanburi İsak Efendi, İsak Varon, Aleko Bacanos,Yorgo Bacanos ve daha niceleri müziğimize öyle güzellikler katmışlardır ki… Ama Ermeni’si, Rum’u, Yahudi’si kendi müzik tarihlerini yazsalar onlara yer veremezler çünkü bizim dilimizde söylemişlerdir, bizim yazı dilimizi konuşma dilimizi kullanmışlardır. Dolayısıyla da bir Türk de rüyasını İngilizce Rusça vs. görüp, onların ağladıklarına ağlar, güldüklerine gülerse onların dilinden besteler yaparsa, onun da bizim müzik tarihimizde yer almasının imkânı yoktur. Çünkü hangi kültüre hizmetteyseniz o kültüre mensupsunuzdur. Ne hissediyorsanız osunuz. Bünyamin Aksungur Hoca’dan aktarıyorum: “20 – 25 yıl evvel Kırgızistan’a gittiğimizde bize atla gittiniz uçakla geldiniz, çekik gözlü gittiniz çakır gözlü

___ 30


geldiniz dediler. ” Elbette farklılaştık, bu genetik değişim farklı kültürlerle karşılaşmamızdandı. Hem konuşmamızda hem alışkanlıklarımızda gerek iklim gerek değişen kültür etkisiyle farklılaşmalar oldu fakat bahsettiğim gibi kimliğimizden ödün vermedik. Orta Asya’da dolma sarma yok ama burada sevdik adına dolma dedik, doldurduğumuz şeydir dedik. Sadece yemekte değil her şeyde böyle yaptık. 1071 de Anadolu’ya geldiğimizde elbette Türkler vardı. Yoktunuz diyenlere inat küçük bir anekdot: eğer Türkler olmasaydı 1071 de girilen bu toprakta, 1072 de İznik’e nasıl gidebilirdik ki bunu ABD bile ne Afganistan’da ne Irak’ta başarabildi. Kumanlar, Kıpçaklar, Peçenekler geldiğimizde bizi bu bereketli topraklarda karşıladılar. Servet Somuncuoğlu’nun kaya resmi incelemelerine bakıldığında, Kırgızistan’daki kaya resimlerinin devamı niteliğindeki örneği Hakkâri’de görülür. Bu bir kültür, medeniyet devamlılığıdır. Şimdi asıl konumuza dönelim. Anadolu’da çoğu evde bulunan, çalınmasa bile bulunan, çalgı bağlamadır. Namı diğer tamburadır. Türkmenistan’da tamdıra, Kazakistan’da dombra… Klasik Türk müziğinin yaygın çalgısı tambur, Özbekler’de tembur, Kazaklar’da dangra…

TAMBURA

Bir kazak jırı Jıldızım (Yıldızım) a kulak verelim:

Quyilip ko’zingnen nur, Erekshe sezimen bir. Tunjirap qara ko’zing, Sen mağan qarap eding. Jıldızım,ko’zingnen kun koringen, Arayli kirpigingnen. Bir ushqin shaship o’tti, Ozinge gashiq etti. Gözünden ışık saçan Ben sana sözümün eriyim Kara gözlerini bana süzerek Sen bana bakıyordun Yıldızım gözlerini içi gülerdi Kirpiğinin arasından Bir yıldırım gibi çakıp geçtin Kendine (özüne) aşık ettin Bu jırın söylenişinde -r sesinin baskınlığı vardır. Kazakistan, Çin’e yakın bir ülkedir, aynı şekilde Doğu Türkistan’da da bu durum görülür. Baskın -r sesi etkilenmeleri olabilecek bir nokta iken bu durum, Çince’de -r sesi yoktur. Müzik evrenseldir. Evet, evrenseldir lakin herkes bir müzikten, şarkıdan zevk alır. En basitinden kendi çevremize bakındığımızda her bireyin sevdiği ayrı müzik türü vardır. Bu bakımdan müzik evrensel ama müziğin kendisi evrensel değildir. Evrensel olarak müzik var mı? Var. Beethoven’in yaptığı müzik evrensel, aynı şekilde Mozart’ın, Vivaldi’nin Bach’ın eserleri evrenseldir ancak hiçbir evrensel müzik yoktur ki temelinde milli motifler bulunmasın. Siz sanıyor musunuz ki bebekken, anneden alınan sütle sadece protein alınıyor? Anne bebeğini emzirirken şu ezgiler müzikler duyulur:

___ 31


Uyusun da büyüsün ninni Nenni yavrum yürüsün ninni… Anne müzisyen olmayabilir, sesi de güzel olmayabilir, hiç mühim değil ama o çocuk yalnızca annesinin sesinde huzur bulur onu dinler. Turan coğrafyasının farklı yerlerinde; Anadolu’da ninni, Kazakistan’da eldi, Kerkük’te elle, Özbekistan’da alla deriz buna. İlerde ninnisini dinleyen bu çocuk, ne olursa olsun şuurunda milli motifler yatar. İyi yola da, kötü yola da gitse kendi müzik nağmelerini beraberinde götürür.

DOMBRA

Korkut Ata dönemindeki bir olaydan bahsedeyim. Vaktiyle iki Türk oymağı toprak yüzünden cenge tutuşurlar. Kanlar oluk oluk akar çokça yiğit kaybedilir ama sonu gelmez. İleri gelenler ne yapalım edelim diye başvurmaya Dede Korkut’a gelirler. Dede Korkut şöyle der, “Varın bakın o toprakta hangi oymağın türküleri ninnileri masalları söylenirse o toprak işte onundur”. Günümüzde zaten sağdan soldan bölünme tehlikesiyle karşı karşıyayız, şu topraklara imkan olsa da ayna tutuversek , benzerlikleri görmemek için âmâ olmak gerek. Müzik dili gönül dilidir. Tarihin mezarlığına gitmek istemiyorsak dil, müzik, din üçlüsüne sıkı sıkı bağlanmalıyız. İşte o zaman bizi biz yapandan ayrılamayız. Misâlen, bir yerde bir Türk ezgisi dinlesek bunun acıklı mı neşeli mi kahramanlık mı ağıt mı içerdiğini rahatlıkla anlarız sözü olmasa bile. Şimdi Jıldızım’dan Yine Bir Gülnihal’e oradan bir soluk Gül Ağacı Değilem’e uğruyoruz. Bu koskoca cennet coğrafyayı derin derin soluyoruz. Biz bize yok diyenlere inat ayni dili konuşup aynı ağlaşıpaynı gülüp söyleşiyoruz. Kimlik… Büyük mesele… Başta kendimi de bu işe katarak ne olursak nerelere hangi mevkilere gelirseniz gelin kimlikten asla ödün vermeyin. Bu güzel medeniyete ihanet etmeyin. TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!

KAYNAK

BÜNYAMİN AKSUNGUR – TÜRK MUSİKİSİ (KOCAV DERSLERİ)

___ 32


H

er şehidin ardından sızlayan kalbimiz bugün 21 0cak tarihinde daha da derinlerden acıyor. 21 0cak 2001 ‘de kurulan hain pusu sonucu şehit edilen Diyarbakır emniyet müdürü Ali Gaffar Okkan için yanıyor yüreklerimiz. Diyarbakır’ın namı diğer Gaffar babası için. Kimdi bu Gaffar baba, niçin ve kimler tarafından şehit edildi? Olay yerinde 16 ayrı silahtan atılan 469 kalaşnikof mermisi, makarov marka tabancadan çıkan 10 mermi kovanı vardı. 1960’lı yıllardan beri faili meçhul cinayetlerle ve terörle yaşamış olan Türkiye’nin o güne kadar şahit olmadığı ölçüde kusursuz bir suikast idi. Gözcüler ile beraber 30 kadar kişinin görev aldığı tahmin edilen, uzun menzilli silahların kullanıldığı bir olayda bu kadar insan olaydan hemen sonra nasıl kaçmayı becerebilmişti? Nasıl bir pervasızlıktır ki suikast kolordu komutanlığının, MİT bölge müdürlüğünün, Terör ve İstihbarat ile ilgili tüm stratejik birimlerin bulunduğu, ülkenin terör konusunda en stratejik merkezinde, saat 17: 40‘da işlenebilmiş idi? Gaffar Okkan’ın o saatte makamından ayrılacağı ve hangi yol güzergâhını kullanacağı bilgisine nasıl ulaşmışlardı? Kardeşlik için gösterdiği çabaya ne kadar nefret duymuşlardı ki sadece kafasında 17 mermi vardı? Bu cesareti kimden alıyorlardı diye düşünürken medya bize cevabı verdi. Bir ülkenin medyası onların en büyük yardakçısı ise cesur olmak kolaydı. Yabancılar öldürtür veya bizzat kendi öldürür ama bizim medyamız tetikçiyi hep Türkiye’de arar. Dış güçler, Hizbullah, PKK diyemez de Jitem, derin devlet der. Medya devleti dünyaya şikâyet eder, halkımız izler çünkü tek tiptir senaryomuz, yönetende yazanda hep aynıdır. Medyanın ahlaklı olabilmesi için ahlaklı patronlarına ihtiyacı var bunu tesis etmek de ülkedeki terörü bitirmek ile

aynı kefede zor. Biri silah ile kanla, barutla yapıyor, diğeri Türkiye’ye biçilen rolü okuyup, belgesiz, tanıksız hakimlik yapıp suçluyu infaza gönderiyor. Evet bu operasyon öncesinde önleyici istihbaratın, MİT’in, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çok evvelden aslında böyle bir timden haberdar olması gerekirdi. Eğer haberdar olmuyorsa bunda bir yanlışlık var. 30 kişilik bir Tim, Diyarbakır’ın merkezinde elektrikleri keserek operasyon yapıyor ve bundan hiçbir önleyici istihbarat kurumunun haberi yok. Bu bize aslında Türkiye de kişi başına düşen ajan sayısının, içimize yerleşen dış destekli hainlerin de göstergesidir. Peki, Gaffar Okkan’a karşı bu canilerin kininin sebebi neydi? Her şey 18 Kasım 1997’de Diyarbakır il emniyet müdürü olması ile başladı. Türkiye’de terör uzmanı olarak sayılan gazeteci Uğur Mumcu’nun işaret ettiği gibi 1990’lı yıllarda Batman, Diyarbakır, Bingöl hattı adeta bir faili meçhul cinayetler üçgeni idi. Bunun üzerine TBMM, 28 Temmuz 1993’de kurulan faili meçhul cinayetleri araştırma komisyonuna Batman’da incelemeler yaptırdı. Batman Emniyet Müdürü milletvekillerine Türkiye’de çoğu kimsenin henüz adını bilmediği Hizbullah hareketi hakkında bilgi verdi. O tarihten itibaren bütün medya Batman’daki Hizbullah kamplarını konuşmaya başladı. Herkes aynı soruyu soruyordu nerden çıkmıştı bu Hizbullah? Türkiye’nin başına örülmüş dış kaynaklı suni bir oluşumdu. Kürt problemi vardı ve bunun eylemlerini yöneten PKK sorunu yetmiyormuş gibi birde Hizbullah çıkmıştı. Hizbullah ile pkk ortak hareket etmişler midir kesin bir yargıya varamam ve tahminlerde bir belge niteliği taşımaz ama şunu herkes söyleyebilir ki ikisi isteyerek ya da istemeyerek aynı amaca hizmet ediyorlardı. Ülkenin üniter ve toplumsal yapısını hedefe alarak; ekonomik, sosyal, siyasal ve anayasal yapılarını yıkmayı amaçlayan, bu iki

___ 33


terör örgütü farklı maskelerle ortaya çıkıyordu ama belki de maskeleri indirsek yüzler ortaktı, kim bilir? Batman ve Diyarbakır’daki pek çok grup kendilerini Hizbullah olarak tanıtıyorlardı. Gerek güneydoğuda gerek ise batı illerinde dolaşan bu kontrolsüz gruplar, Hizbullah şemsiyesi adı altında eylemler yapıyorlardı. İşte bu şemsiye altında birleşen gruplardan biri 1992’den itibaren şiddetli şekilde terör estirdi. Bu grubun lideri Hüseyin Velioğlu idi.Velioğlu, Durmaz olan soyadını örgütün dini daha kolay kullanabilmesini kurumsallaştırmak için 1981’de değiştirdi. Gaffar Okkan’ın, Hüseyin Velioğlu’nun İstanbul Beykoz’daki villasına yapılan baskında büyük rolü vardı ve buradaki çatışmada Hüseyin Velioğlu öldü. Gaffar Okkan Hizbullah’ın çökertilmesinde çok önemli katkıda bulundu. Hizbullah tarafından tehdit ediliyordu ama o bunu önemsemiyordu. 3310 Diyarbakır’da görevine başladığında ilk

yaptığı şey gönülleri fethetmekti. Bu coğrafya Türksüzleştirilmeye çalışılıyordu, bu oyunu fark etti. Diyarbakır terörün kol gezdiği, bölücülüğün, faili meçhul cinayetlerin merkezi bir şehir iken bölgeye barışı, huzuru, kardeşliği getirdi. Devletin gülen yüzü oldu. Diyarbakırlı ve polis arasındaki uçurumu kapattı, devlet ile halk arasında köprü oldu. Daha öncesinde bölgede çıkarılan anarşiden dolayı asayişi sağlamak için gelen zırhlı araçlı polislerin, biber gazının, jopların yerine ilk kez polisin gerçek yüzünü,sevgisini görüyordu.Devletin bölgedeki bekası için vatandaşın memnuniyetinin şart olduğunu biliyordu. Devlet için başarının sırrı ilişkilerdeki sınırın kalkmasına bağlıydı, Gaffar Okkan böyle düşünüyordu. Düşüncelerini eyleme döktü ve bunun sonucu olarak bir sevgi seli ile karşılaştı. Göreve başladığında sivillere kapalı olan emniyet müdürlüğü önündeki caddeyi trafiğe açtı. Bu cesur adam, terörün kol gezdiği yerde, terörün kol gezdiği zamanda kimden korkuyoruz

___ 34


diyordu? “İnsanların sevgiye, saygıya ihtiyacı vardır. Biz halk için varız. Bana git orada halkın canını, malını, namusunu koru dediler. Onun için geldim.” diyordu. Karanlık caddeleri aydınlattı, tüm polisi sokağa döktü, insanlar polisleri görmeye alışmıştı artık. 10 araçla ekip kurdu ve ekibi 3’e ayırdı. 1’i sakatlar, 1’i yaşlılar, 1’i sokak çocukları ile ilgilenmek üzere, hava alanında da 1 araç bekletiyordu bunun ile yaşlı ve sakatları evine bıraktırıyordu, bilet almalarına yardımcı olunmasını sağlıyordu. Diyarbakır sporun gelişmesi için çalışıyordu ve hemen hemen hiçbir maçını kaçırmıyor idi. Diyarbakır halkını hentbol ile de tanıştırdı. Sokaklara kameralar koydurup gece geç saatlere kadar izlerdi. Her hafta bir semtte kahve toplantısı yapar “derdinizi anlatın” derdi.Yani sadece polislik yapmıyordu. Genç müdürün hedefinde yıllardır şehre korku salan Hizbullah terör örgütü vardı ve ona göz açtırmıyordu. Çevresinin ve arkadaşlarının tüm uyarısına karşın zırhlı araca binmeyi kabul etmiyordu. “Ben zırhlı araca binersem vatandaş ne yapacak”, diyordu. Merhum Ömer Lütfi Mete ağabeyimin dediği gibi “haksızlığa uğramayı, haksızlık yapmaya tercih edecek kadar fedakâr olmak” işte kelimenin tam anlamı ile Gaffar Okkan’ın kendinden vazgeçerek yaptığı buydu. Ölümünden kısa bir süre önce 26 kişilik Hizbullah’ın tetikçi listesini açıkladı. Ölümünden 45 dakika önce bir gazeteciye verdiği röportajda Hizbullah’tan korkmadığını söylemişti. Hizbullah için sadece bir tetikçi grubudur diyordu. Dış devletlerin idare ettiği bir tetikçi grubu. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne atandığı günden ölümüne kadar 4 yıl boyunca mücadele ettiği Hizbullah’a koyduğu teşhisler, Türkiye üzerindeki terör oyunlarının büyüklüğünü gösteriyordu ve Gaffar’ın dediklerini doğru çıkarıyordu. O, Hizbullah için “Bu İran üzerinden başka devletlerin Türkiye üzerindeki oyunudur. Güneydoğudaki

bir entelijans servisi yani”, diyordu. Okkan dış dinamiklerin güdümündeki Hizbullah’ın üzerinde duruyordu ve sanırım senaryoyu çözdüğü için ama en çokta halkı devletle kaynaştırdığı için şehit edildi. O bölgede devleti sevdirecek bir emniyet müdürü kendilerinin sonu demekti; çünkü bu yabancı güçler doğuda kargaşa çıkarıp tonlarca uyuşturucuyu buradan geçiriyordu. Türkiye’de huzur olması demek hem siyasi olarak güçlü bir Türkiye’nin kurabileceği Türk birliğinden yani dünyaya tekrardan nizam vermesi ihtimali, hem de ekonomik getirilerinin son bulması demekti. Ama Gaffar Okkan buradaki ticarete izin vermedi, asla onların sermayelerinin bekçisi olmadı, tam tersi teröre, kaçakçılığa göz açtırmıyordu. İşte bu sebeple o ve beraberindeki beş polis Cumhuriyet tarihinin en organize suikastına kurban gitti. Hatta emin olmak için aracının kapısını açarak birkaç elde yakından ateş etmişlerdi. Ertesi günü tarihte ilginç bir gün Diyarbakır halkı şehit polis şefi için yürüyordu. Teröre lanet okuyordu. Diyarbakır’da doğan pek çok çocuğa Ali Gaffar adı veriliyordu. Esnaflar hala dükkânlarında onun resmini saklıyorlar. Demek ki neymiş, terör örgütü ile masaya oturarak değil halkı teröristlerden ayrı tutarak onlara sevgi ve saygı vererek çözüm sağlanıyormuş. Onları sevmenin gücüne inandırarak çözüm bulunuyormuş. Anayasadan Türklüğü çıkarıp,Türk ırkı yoktur deyip, ana temel değerlerinden taviz vererek değil, devleti sevmenin gereğine inandırarak, devletin vatandaşına verdiği değeri göstererek düzen kuruluyormuş. Sonuç olarak devletini bilen kendini bilir kendini bilen Rabbini bilir. Gaffar Okkan önce insanları anladı, sonra âlemi anladı. Biz de bu kahramanlara vefa ile adam oluyoruz.

___ 35


Ö

ncelikle, hicretin İslam tarihinde derin bir kırılma noktası olduğunun bilinmesi amacıyla İslam dünyası için öneminden bahsetmekte yarar görüyoruz. Hicret, lügatta terk etmek, ayrılmak anlamına gelen hecr mastarından türemiştir. Kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen ve kalben ayrılıp uzaklaşması anlamına gelir. Ehli sünnet Müçtehit’i İmam-ı Azam Ebu Hanefi iman itikatlarını sayarken, Allah’ın birliği ve tek İlah, Peygamber’ in(S.A.V) de onun kulu ve Resul’u olduğunu, bir mümin dil ile ikrar ve kalp ile tasdik etmedikçe iman etmiş sayılmaz diyerek birleşmenin esas formülünü verirken, ayrılış yani hicret de ancak buna mukabil lisanen ve kalben terk etmekle vuku bulur. Müslümanlar, 3 yıl boyunca çok sıkıntılı günler geçirmişlerdi. Efendimiz (S.A.V) peygamberliğinin onuncu yılında, Mekke yakınlarında, hac mevsiminde akabe denen yerde beklemiş ve gelen kişilere İslam’ı anlatmıştı. Medineli Hazrec kabilesinden 6 kişiyle karşılaştı. Onlara Kur’an okudu. İslam’a davet etti. Onlar da, “bizim kabilemiz uzun bir iç savaştan yorgundur, umulur ki Allah, aramızdaki husumeti giderir”, diyerek müslüman oldular. On birinci yılda bu birinci Akabe , on ikinci yılda ise ikinci Akabe beyatları gerçekleşti. Akabe bir anddır, bir taahhüddür. Hayra ve Allah’a dönüş için yürekten bir sözdür.Akabe, Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki sulhtür. Akabe, İslam tarihinde devlet olmanın , büyümenin , teşkilatlanmanın sembolü olan hicretin temelidir. Akabe, hicretin köküdür, akabe, gurbette ikinci vatanın doğuşudur. Akabeden sonra zulümler de artmıştı. Ölüm tehditleri bile geliyordu artık. Efendimiz (S.A.V) bir gün öldürüleceği bu haberi alınca Hz. Ali’yi evine çağırdı. Emanetlerini ona verdi ve yatağına yatırdı, yeşil örtüsünü de üzerine örttü. Ali, belki sabaha kanlı bir boğuşmayla uyanacak olmanın nefsi için

zerre kadar önemli olmadığını, canı canana tercih edişi ortaya koyacaktı. Hz. Ebubekir de yine ona hicret için bir dost, can yoldaşı olacaktı. Hicretin, evvela içtimai hayat için mühim neticeler doğurduğu görülecektir. İslam’ın ilk mescidi yapılmış, Efendimiz bizzat inşa için sırtında taş taşımıştı. İlk İslam okulları açılmıştı. Suffe okulları artık bir eğitim öğretim merkeziydi. İslam ekonomisi, çarşıda kendini göstermiş, ticaret artık tartıda ve hakkaniyet dağıtmada adil bir sıfata kavuşmuştu.Yahudi ticaretine karşı bizzat Efendimiz ölçü ve tartının başına geçmişti. İslam müesseseleşme yolunda, devletleşme yolunda ,teşkilatlanma yolunda artık bir devlet doğuruyordu. Bunun ilk belirtisi, yahudilerle müslümanlar arasında yapılan ilk anayasadır. Bu anayasa ki insana insanca yaşama hakkı veren bir anayasa. Fransa’nın İnsan ve Yurtdaş Hakları beyannamesinden yaklaşık bin yıl önce ortaya konan bir anlayış. İslam, bu evrensel hılf’ul – fudül beyannamesiyle bütün milletleri kapsayan beynelmilel, alemşümul bir anlayış ortaya koyuyordu. Ancak unutmamak gerekir ki din, insanlara tek vücud olun diye emrederken, elbet millet gerçeğini de inkar etmiş değildi. Kavimlerin farklı farklı yaradılmış olması; ancak birbirine takvadan başka bir üstünlükleri olmayışı, milleti ümmete bağlayan esas rabıtadır. Ayrıca, örfü de İslam hukuku reddetmemektedir. Osmanlı’da bir şer’ i, bir de örfi hukukun bulunuşu ve ulemanın örfe verdiği destek millet olma halini de tasdik ediyordu. Medine’den çıkan temel 2 sonuç şu olmalıdır. Birincisi, ferdi planda ilim sahibi ve ilmiyle amil olacak bir kitle yetiştirmek, ikincisi, cemiyet planında bir içtimai murakabe zihniyetine sahip ve bunun takipçisi olmaktı. Bu iki maddeyi nefsinde cem etmeden, kamil müslüman olmaya imkan yoktu. Zaten hicret, yalnızca döneminde yaşanmış mukaddes bir göç müdür ki, sadece okunup tarihi bir vaka gibi üzeri nefis ve tembelliğin, menf ve haksızlığın bina edildiği bir cehd olsun.

___ 36


Elbette günümüzde de yaşatılması ve uygulanması gereken amillerini ruhumuzda hissetmeden ve bu hissi, madde üzerinde ilimle ortaya koymadan ruhun hicreti de tamam olmayacaktır. Öyleyse iş ve meslek hayatında ilim ve çalışmayı, iktisat ve ekonomiyi, muhasebe ve rasyonaliteyi ruhunda cem eden bir gençlik ve münevver hicret kadroları, işte milletimizin özlediği hicret ruhu! Bu hususta ilim ve teknikte,buna mukabil ekonomideki bu ortaçağ karanlığının sebeplerini öncelikle zihin ve din ilişkisinde aramak gerekir. Hristiyan dünyası incelendiği zaman katolik ve protestan - kalvinist zihniyet arasında şu farklar göze çarpar. Katoliklikte ruhban sınıfı ve günah çıkarmanın dini hayat için çok önemli bir yeri vardı. Dünyada günah işleyen ve her türlü kötülüğü yapan insan, günah çıkarmayı bir rahatlama unsuru olarak görmektedir. Luther’in ise ilk reformu belki de bu ruhban sınıfını ortadan kaldırmak oldu. Günah çıkarmaya yol bulamayan kişi dünya hayatında dikkatli, kötülükten olabildiğince uzak, işine ve mesleğine sıkı sıkıya bağlı, disiplinli ve ahlaklı bir riyazet adamı. Riyazet ki malı ve mülkü bir öğünme ve kibir aracı görmeyen, eşyaya bakınca ancak kafasında onun soyut rakamları canlanan, ticarete dönük, tasarruflu, rasyonel ve metotlu bir çalışma hayatı. İşte batıyı kalkındıran keşif yollarının bulunmasının ardından o yolların harcına atılan ruh hali ve zihin reformu. İslam da elbette malı ve mülkü bir öğünme aracı olarak gören bir din değildi. Üstelik çalışma ve meslek hayatı için bir reforma da ihtiyacı yoktu. Çünkü o zaten çalışmayı sürekli teşvik etmiş, ayetlerle açıklamış bir dindi. Örneğin, yahudiler için cumartesi , hıristıyanlar için pazar günü tam bir istirahat ve ibadet gününe ayrılmış iken , İslam cuma günü için “Cuma namazını kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın ve nasiblerinizi arayın” diyecek kadar çalışma ve üretme hayatına rasyonel bir bağla bağlanmış ve kulu da buna teşvik etmiştir. Ayrıca İslam içinde ayrı müstakil bir ruhban sınıfı da yoktur.

Sonradan dine eklenen bu ruhbanlığın ilk izleri tasavvuf ve mistisizme dayanır. Tasavvuf Allah ile kul arasına “şeyh” dediğimiz İslam ulemasının kontrollü din anlayışına karşı olabildiğince kontrolsüz bir güç ve aracı şahıs yaratmış oluyordu. Bir de üzerine “zühd” anlayışıyla nefsi dünya hazlarından mahrum etmek manasında negatif, maddeye ruhsuz ve renksiz bir bakış, zaman şuurunun geleceğe kapalı, muhasebe ve hesaptan uzak koşulsuz beyad anlayışı eklenince, tam da burada duraklama devri, çözülme ve geri kalma sebebi kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu geri kalmışlık ve batı ekonomisinin baş döndürücü hızına karşılık iki asırdır süren sancılar garblılaşma ve garbı taklitte kendine çıkış yolu arıyordu. Bazen ikinci Mahmud , bazen birinci Abdulhamid, bazen üçüncü Selim’le ve bazen de ittihat ve terakkiyle kendini gösteriyordu. Yetişen cumhuriyetçi modernist nesle çizilen bire bir taklitçi istikamet, çoğu zaman yanlış bir yolda yürümekten geri durmadı. Bu milletin uygarlıkta hak ettiği yeri bir türlü geri kazanamamasına, kara ve kızıl emperyalizmin bu milleti oyalama ve ağlarına düşürme gayreti, insanımızın özlediği hicret ruhunu bir türlü yakalayamamasına sebep olmuştur. Garblılaşmayı topyekün bir takas gibi düşünen ve garblılaşamayışımızın latin ve antik yunan kültürüne temas edemediğimizden ötürü olduğunu öne süren hümanist çevreler, pekala şu suale cevap vermelidir. Bir hedefe ulaşmak için hep aynı yollardan, aynı merhalelerden mi geçmek lazımdır? Örneğin, elektriği elde edebilmek için evvela çıra, kandil, havagazı yakmak mı gerekir? Elbette hayır. Öyleyse, rönesans yaşamadan gelişen Rusya ve Japonya örneğini hatırda tutmak gerekir. Ayrıca topyekün bir kültür ithali de temel milli değerlerimizi alt üst etmek için sömürgeci çevreler eşsiz bir fırsat sayılabilir. Bu toplumun mihenk taşlarını yerinden oynatacağı için geçmişte benzer bir hadise ikinci Mahmud’la yaşanmıştır. Yaptığı ordu reformlarıyla tanınan padişah, o dönem Hıristiyanlık ile İslam

___ 37


arasındaki sembolik karakterde değerleri yerinden oynattığı için ulema tarafından “gavur padişah” olarak nitelenmiştir. Ancak gavurluğu ilim ve teknik gelişmelerden ötürü değil, kamu da resmi toplantılarda içki serbestiyesi getirmesi sebebiyle, bu sembolik ayrımı ortadan kaldırmasındandır. Zaten Sünni ulema hiçbir zaman ilme ciddi bir mukavemet göstermemiş, şia gibi devlet üstü devlet olmamıştır. Şia da gaib imam ve kurtarıcı mehdi inancı ulemayı Ayetullah düzeyine yükseltmiş dinden ilime, iktisattan ekonomiye tek karar mercii kılmıştır. Biz de ise ulema ancak devlet memuru düzeyinde bir makamdadır. Şimdi garblılaşmanın özüne bakalım, zihniyet için ancak üst tabakalarda oluşan ve kabalaşarak derece derece alt tabakalara sızma hadisesidir diyebiliriz. Bu yüzden zihniyet devrimini önce bir avuç aydın ve münevver kadroda gerçekleştirmek gerekir. Çünkü halkı topyekün bir aydın seviyesine getirmeğe hem lüzum yoktur hem de vakit ve nakit yoktur. Zaten yüzde yüz okuryazarlık hedefi ile şekillenen milli eğitim yine modernist seçkinlerin garbı yanlış okumasından başka bir şey değildir. Bir şöför, bir çiftçi ve işçi sanatını zaten hakkıyla yerine getiriyordu ihanet içinde olan aydın zümreydi. Herkes okur yazar olsa da bu ileri teknik ve ilimin yakalanması söz konusu değildi. Önemli olan husus, eğitim sistemimize disiplinize modern bir rasyonel anlayış getirmekti. Bir de araştırma enstitüleri ve bütçeden ayrılan pay! Üstün beyin gücü ve zekaya sahip çocuklar psiko sosyal testlerle seçilecek ve devlet eliyle üniversite için yurtdışına gönderilecekti. Orada okulunu bitirdikten sonra bir müddet tecrübe kazanması istenecekti. Sonra vakit gelip de ülkeye dönmesi istenince kurulan araştırma enstitülerinin başına geçecek ve gerekirse uzman yabancı hocalarla işinde ehilleşecekti. Kalkınma ancak böyle sağlanabilir, kalkınmanın özü bizce bu formülde saklıdır.

İşinde aşkla ve cehdle çalışan, bir dakikasını dahi boşa geçirse kardan zarar edilmiştir mantığı içinde hareket eden, disiplinize bir iş ahlakıyla bulunduğu bölgeyi adeta Allah’ın adaletini ve kudretini yeryüzünün tanzimi için kullanacak, kendini Allah’ın yeryüzündeki halifesi sayacak , hicret eden muhacirin vazifesini gönüllerde hissedecek ve bu aşkla kendini yoğuracak bir münevver. Milliyet ve ülkü uğruna yürüyen “aydın” zannımızca budur. Bu yolun temel taşı da hep ilay-ı kelimetullah’ı dünyaya yaymak amacı olan, kızıl elma ülküsüyle gönülleri yanan, zahir’en dünyanın beyin göçü zannettiği, ama batın’en gönülde hicret ruhlu mücahit ve milliyetçi kadrolar! Düstur, hedefi Turan ve rehberi de Kuran’ı Kerim olan bir anlayış ve çalışma... KAYNAKLAR ALİ DEMİREL – MUKADDES GÖÇ HİCRET, rehber yayınları, 2005 BERRAK KURTULUŞ – AMERİKAYA TÜRK BEYİN GÖÇÜ ,alfa yayınları , 1999 EROL GÜNGÖR – İSLAMIN BUGÜNKÜ MESELELERİ ,ötüken yayınları ,2006 EROL GÜNGÖR – İSLAM TASAVVUFUNUN MESELELERİ ,ötüken yayınları ,2004 ETHEM RUHİ FIĞLALI – GÜNÜMÜZ İSLAM MEZHEBLERi ,izmir ilahiyat yayınları ,2008 DİYANET DERGİSİ- HİCRET ÖZEL- , diyanet yayınları ,1981 MEVLÜDİYE ŞİMŞEK – BEŞERİ SERMAYE VE BEYİN GÖÇÜ KAPSAMINDA TÜRKİYE , ekim kitabevi yayınları , 2006 MİTAT ENÇ -ÜSTÜN BEYİN GÜCÜ , gündüz eğitim ve yayınları , 2005 MÜMTAZ TURHAN – GARBLILAŞMANIN NERESİNDEYİZ ? , yağmur yayınları ,1972 S. AHMED ARVASİ – TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ 1-2-3 , bilge oğuz yayınları , 2013 S. AHMED ARVASİ –DİYALEKTİĞİMİZ VE ESTETİĞİMİZ , babıali kültür yayınları ,2006 SABRİ ÜLGENER –ÇÖZÜLME DEVRİ İKTİSAT AHLAKI , derin yayınları , 2006 SABRİ ÜLGENER – ZİHNİYET VE DİN , derin yayınları , 2006 TAHA AKYOL – OSMANLI VE İRANDA MEZHEB VE DEVLET ,doğan kitabevi , 2010

___ 38


B

ancak II. Meşruiyetten sonra gayrimüslimleri askere alma kararının verilmesi ve cizyenin kaldırılması Osmanlı dini kimlik temelindeki sayımlara son vermiştir. Bu nedenle 1909 sonrasında yayımlanan verileri kullanmak daha güvenilir olacaktır. 1

u makalenin konusunun –yazıldığı yıldan itibaren- yaklaşık bir yıl sonra gündemimizi yoğun bir şekilde meşgul edeceğini kestirebilmekteyiz. Tehcir kararını “soykırım” diye nitelendirenler bu olayın 100. yılında ortalığı yaygaraya vermekten geri kalmayacaklardır. Bu insanların yoğunlaşacak olan iddialarına verilecek cevapları da düşündüğümüz takdirde ortalık bilgi çöplüğüne dönecektir. Doğru bilginin rotası şaşmadan ve hiçbir yönlendirmeye maruz kalmadan bu konuyu inceleyip elde ettiklerimi de değerli Öktem okurlarıyla paylaşmak istedim. Kelâmın maksadı bu konuya son noktayı koymak değil, yalnızca kafalarda birer ışık yakmaktır. Kelâmımdan, kalemime hasıl olması umuduyla..

Osmanlının arşivleri karıştırıldığı takdirde bu konuda bize bilgi sunan kaynaklar: Salnameler ve nüfus istatistik defterleridir. 2 Bu kaynaklar Türk Tarih Kurumu yetkililerince tasnif edilip incelendiği takdirde Osmanlı’daki 1910/1914 ermeni nüfusu salnamelere göre 1.294.831 , nüfus istatistik defterlerine göre ise 1.229.007 olarak belirlenmiştir. 3 İngiltere Dışişleri Bakanlığı tarih birimi tarafınca yapılan çalışmalar 1917 yılının bahar ayında başlamış 1920 yılında yayınlanmış ve 1919 İngiliz nüfus istatistiği olarak anılmaya başlamıştır. G.W Prothero’nun editörlüğünde yayımlanan bu istatistik el kitapçığı haline getirilmiş ve ilgili birimlere dağıtılmıştır. Bu el kitabındaki sonuçlara göre Osmanlıdaki Ermeni nüfusu 1.294.851 olarak tespit edilmiştir. 4

Salus rengi prima lex esto ! Bu meselenin anlaşılabilmesi için iddiaları geçerli yahut geçersiz kılan dinamikleri incelemek gerekir. Osmanlı devletinde -ki Ermeni nüfusu incelemek bizlere tehcir öncesindeki ve sonrasındaki nüfus arasında mukayese imkânı sağlayacaktır- soykırım iddiacılarının yola çıkış noktaları tamda burasıdır. Nüfus analizi soykırım iddiaları üzerinde bu kadar etkili iken yalnızca Osmanlı verilerini değerlendirip ölçü olarak kabullenmek çok doğru olmaz. Bu sebeple; İngiliz, Amerikan, Ermeni patrikhanesi ve bazı Avrupalı diplomatların yayımladığı verilerde dikkate alınacaktır.

Bu konuda diğer bir çalışmayı da Paris Barış Konferansı’na ABD delegasyonunun bir üyesi olarak katılan Magie sürdürmüştür. Magie, Osmanlıda yaşayan etnik unsurları belirlemek adına yaptığı çalışmada Ermeni nüfusu 1.479.000 olarak tespit etmiştir. Bu sonuç birçok değerli tarihçimiz tarafından en doğru kaynak olarak kabul edilmektedir. 5

Dönemin Osmanlısında nüfusu tespit etmek – dönemin şartlarına göre- pek de sağlıklı değil. Osmanlı devletinde yapılan nüfus sayımlarının Ermeni patrikhanesi verileri Paris Barış konferansı gereksinimleri genel itibariyle asker sayısını ve öncesinde hiçbir veri yayımlamamış olup bu vergi gelirini tespit etmek olduğunu göz ardı tarihten sonra yayınladığı verilerde ki aykırılık etmeden değerlendirmek gerekmektedir. Bu şüpheleri üzerine çekmektedir. Zaten bu verilerin noktada Osmanlının 1909 yılı öncesi nüfus verileri abartı olduğu patrikhane tarafından kabul edilmiştir. birçok demografik özellikleri barındırmamakta___6 Patrikhanenin verdiği sayı ise 2.660.000’dır.

39


1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı’nın bir araştırma yapmalıyız. I. Dünya Savaşına yenilmesi sonucu imzalanan BerlinAntlaşmasındaki giren Osmanlı Devleti’nin Rusya’yla savaştığı ilgili maddesine göre, Osmanlı’nın Doğu bölgelerde yaşayan Ermenilerin Rus cephesine Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı yerde ıslahat geçtikleri de birçok belgeyle kanıtlanmıştır.7 Bâb-ı yapması isteniyor ve yapılan ıslahatları Rusya Âli’nin hoşgörüsü yahut boş vermişliği şeklinde başta olmak üzere antlaşmada yer alan diğer yorumlanmaya müsait olan gereğinden uzun Avrupa ülkelerince denetlenmesi belirtiliyordu. süren uyarı ve müsamahalarının ardından yapacak Bu maddeye ilişkin; Osmanlının içişlerine Rusya bir şey kalmamış ve tehcir kararı alınmıştır. ve Avrupa’nın karışması demek bir yana, resmen baskı yapılmaya başlandı. Bu süreçlere beraber dış ‘’Tehcir insanlık dışı bir karardır. İnsanları yerinden güçlerin Ermenileri Osmanlı’ya karşı kışkırtmaları yurdundan zorla götürmek ve bu süreçte onlara hız kazanmış, Ermenilere verilen vaatlerin ardı bakmamak soykırımdır’’ diyenleri de duyuyoruz. arkası kesilmemişti. O dönemlerde güç kaybetmiş Siz soykırım iddiacıları: aşk ile şevk ile hatta ve hatta Osmanlının dağılmasını kaçınılmaz gören sarhoşluk ile müptelası olduğunuz Antik Yunanlı Ermeniler kendilerinin ikamet ettikleri bölgelerde bir vecize ile sizlere bir cevap vermek isterim; çoğunluğu elde etmek adına, köylerde yaşayan Salus rengi prima lex esto! (Devletin güvenliği yerel halkı göçe zorlamak için birçok zorbalığa birinci kanundur.) Alınan tehcir kararı ardından başladılar. Bu komitelerin Müslüman halka öncelik Rusya sınırına yakın olan Ermeniler olmak yaptıkları zulümleri anlatmak başlı başına ayrı bir üzere birçoğu ülkenin daha güvenli yerlerine konu olduğundan çok detaylara dalmak mümkün nakledilmişlerdir. Savaş sona erdikten sonra geri olmamaktadır. Mutlaka bu konu üzerinde detaylı___dönme çağrıları ilan edildi, bir kısmı döndü büyük

40


kısmı ise bu süreçte hayatlarını kaybettiler.

Sarıkamış’ta donarken, ben Mehmed’ime silah sıkana portakallı pekin ördeği ikram edemem. Madem hümanistsiniz, madem tüm insanlığa eşit yaklaşıyorsunuz; kızılması gereken birileri varsa o Mehmed’im değil, aç ve sefil vatan müdafaası eden Mehmed’lere arkadan sıkanlardır. Tüm bunların ardından Büyük tarihçilerimizin de dediği gibi hodri meydan, kim elinde ne varsa döksün ortaya, Alnımız açık evelallah…

İşte soykırım iddiaları da tam olarak burada başlamaktadır. Tehcir sonrasında Osmanlı’daki Ermeni nüfusu yaklaşık olarak 600-700 bin olarak sanılmaktadır. Bu kısa sürede nasıl oluyor da 1 milyona yakın Ermeni hayatını kaybetmekte? El-cevap: O dönemde Osmanlı Devleti’nin savaştığı topraklarda salgın hastalık kol gezmekte dediğimiz takdirde inanmayanlar olacaktır ancak Osmanlı’nın, Almanya’nın, Amerika’nın, Fransa’nın ve Belçika’nın kayıplarını da sıraladıktan sonra sanırım inanmamak körlükten başka bir tabirle ifade edilemez.

KAYNAKLAR

1-Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Ömer Turan, Ramazan Çalık,Yusuf Halaçoğlu, Ermeniler: Sürgün ve Göç, sf:9, Türk Tarih Kurumu 2-) Salnameler ve Nüfus istatistikleri hakkında geniş bilgi için bkz. Hasan Duman, Osmanlı Salnameleri ve Nevsalleri bibliyografyası ve toplu kataloğu, 1, TTK yay., Ankara 1999, sf 1-17 3-) Buradaki kasıt Ermeniler: sürgün ve göç kitabının yazarlarıdır ki yazarlar arasında dönemin Türk Tarih Kurumu başkanlığı yapan bir şahısta bulunmaktadır. 4-)UK ARCHİVES FO 371/4229 , NO 86952, 24.5.1919 ‘ dan naklen, Zamir ‘’Population statics of the ottoman empire 1914 and 1919’’ , sf. 89-99 5-) Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Ömer Turan, Ramazan Çalık,Yusuf Halaçoğlu tarafından belirtilmiştir. Buradaki Magie hakkında verilen bilgilerde Ermeniler: Sürgün ve Göç kitabından derlenmiştir. Bkz. Sf 28-33 6-)McCharty, Muslims and Minitories, sf 90 7-) Birçok kaynak vardır bu hususta ancak birini vermekle yetineceğim. Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi, I A Turkei,183, Armenian, Bd. 36 ,nr 7119 ( 10 Mayıs 1919) ‘ dan naklen Nejat Göyünç

Osmanlının cephe dışında ölen asker sayısı 3.054.592, Fransa’nın cephe dışında ölen asker oranı %2, Almanların %1, Belçika’nın %3 ve son olarak Amerika’nın %1.7. Osmanlı’nın kaybı doğrudan sayı olarak ifade edildiğinden kaybın büyüklüğü ortada, Avrupa devletleri ve Amerika’nın verileri ise yüzdelik dilim olarak verilmiştir ancak bu devletlerin asker sayıları göz önüne alındığında hiç de küçümsenecek rakamlar olmadıkları ortadadır.

Şöyle başlı başına bir analiz edecek olursak tehcir öncesi özellikle Hınçak-Taşnak komitesinin ve diğer Ermeni komitelerinin köylerdeki yerel halka yaptıkları zulüm karşısında uzun süre sabreden Osmanlı’ya bu kararından dolayı kızmak yahut haksız bulmak mümkün değildir. Kimileri de diyor ki: Efendim tehcir kararı aldıysan o insanların can güvenliğinden sen sorumlusun yapılan her türlü soykırımdır. El-insaf, El-iman demekten başka bir şey gelmiyor insanın içinden. O yıllarda aç, sefil olan Osmanlı bu insanların korunması için yanlarına asker mi vermedi, sağlık görevlisi mi? Kimse kusura bakmasın benim Mehmed’im Çanakkale’de tek öğünle savaşırken yahut___

41


“Tarihimizde Türklüğü esas alan iki siyaset adamımız vardır. Bunlardan birisi Bilge Kağan, birisi Mustafa Kemal Atatürk… Türklüğü istikbale dönük olarak siyasi hayatın ideali haline getirmek bakımından çok sağlam umdelere, çok sağlam ilkelere bağlayan ilk Türk fikir adamı bence Gaspıralı İsmail’dir.” Türk Dünyasının son Korkut Atası rahmetli Turan Yazgan bu sözlerle anlatıyor İsmail Gaspıralı’yı.

T

ürk Dünyası son yıllarda Durmuş Hocaoğlu, Turan Yazgan, Servet Somuncuoğlu ve Nevzat Kösoğlu gibi birçok düşünce ve gönül adamını yitirdi. Bu büyük Türk münevverleri bedenen bu dünyadan ayrılsalar da, fikirleri ve İsmail Gaspıralı’nın onlarda tecelli eden ruhu Türk Dünyası sevdalılarının gönül ve fikir dünyasında bir kutup yıldızı olarak ebediyete kadar yaşa(tıl)maya devam edecek. Tıpkı 163 yıl önce bugünlerde (20 Mart 1851’de) Bahçesaray’da doğan ve daha nice 163 sene geçse de Türk Dünyası için attığı tohumlar hiçbir zaman kurumayacak olan İsmail Gaspıralı gibi. Türk Dünyası sadece Anadolu Türklüğünden ibaret olmayan büyük bir ağaçtır. Bu ağacın dalları ise Doğu Türkistan’dan Tuna Nehri’ne, Sibirya eteklerinden Balkanlara, oradan Kafkaslara ve Ortadoğu derinliklerine kadar uzanır. Bu ağacı sağlam ve dallarını bir arada tutacak üç temel unsuru ise İsmail Gaspıralı bir asırdan fazla bir zaman önce “Dilde, fikirde ve işte birlik” şiarı olarak bize göstermiş. Büyük Türk münevveri Gaspıralı sadece fikir adamı değil, eylem ve aksiyon adamıdır da. Bu özelliği de onu diğer münevverlerden ayıran en önemli yanı. O Panislavist Çarlık Rusyası ve dünyanın

diğer bölgelerindeki Müslüman Türk halklarının milletleşmesi için büyük bir çaba göstermiştir. Bu çaba geri kalmışlık içindeki bu halkların kaderi, hakları ve geleceği için kutlu bir davaya dönüşmüştür. Bu mücadele İstanbul Türkçesini örnek alan ve İdil boylarından Kaşgar’a, Kazan’dan İran ve Balkan içlerine kadar yaşayan bütün Türk halklarının aynı dil ve edebiyatta buluşup anlaşabileceği bir dil, duygu ve düşünce dünyasının yaratılmasına yönelik adımlar olmuştur. Gaspıralı bu bağlamda Tercüman gazetesini kurmuş ve bu gazete Türk-İslam dünyasında büyük bir etki uyandırmıştır. Bu büyük etki bağlamında Tercüman, Gaspıralı’nın da ifadesiyle: “Dersaadet’in hamal ve kayıkçılarına, Çin dâhilinde bulunan Türk devecilerine ve çobanlarına gazeteyi tanıtmıştır. Kazan’da, Sibirya’da olduğu gibi Tebriz’de ve Horasan’da da Bahçesaray dilini öğrenmeye meyil doğurmuştur.”

___ 42


Fikir adamı olmasının yanı sıra dava adamı da olan Gaspıralı bu bağlamda sadece Türk diline yönelik çalışmalar yapmakla kalmamış, 1914’de sayıları 5000’i bulan ve bütün zorluklara rağmen kurulan Usul-i Cedid mekteplerinin temellerini atmıştır. Bu mekteplerin kurulması Çarlık Rusya’sındaki Türk halklarının modernleşmesinde devrim teşkil etmiş ve Türkistan’daki halkların bağımsızlığı için mücadele eden ve reformist-milli bir çizgide olan Ceditçiler hareketinin temellerini oluşturmuştur. Filoloji, eğitim ve gazete çalışmalarının dışında da faaliyet gösteren Gaspıralı üç defa “Bütün Rusya Müslümanları Kongresi”nin gerçekleşmesini sağlamıştır. Kahire, İstanbul ve diğer Türk illeri arasında mekik dokuyarak Müslüman Türk halklarının Rus ve İngiliz emperyalizmine karşı haklarını savunmaya ve milletleşmelerini sağlamaya yönelik çaba sarf etmiştir. Bu adımları atarken Gaspıralı bu halkları tehlikeye atacak şekilde hayalperest bir davranış sergilemeyip, ihtiyatlı ve rasyonel bir Türkçü tavır sergilemiştir. İsmail Gaspıralı da kutlu bir dava için yürürken her Türk Milliyetçisinin yaşadığı büyük zorlukları yaşamıştır. Mollalar ve Panislavistler, Gaspıralı’nın yaktığı ışık Müslüman Türk halklarının uyanmasına neden olur endişesiyle Gaspıralı’ya karşı engeller çıkarmıştır. Bütün bunlara rağmen rahmetli Gaspıralı Türk halklarının modernleşmesi ve tek bir millet olabilmesi için mücadelesini kudretli bir şekilde sergilemiştir. Bu mücadele sadece Rusya içindeki Türk halkı üzerinde etkide bulunmamış

aynı zamanda Osmanlı’daki Türk aydınları üzerinde de tesir yaratmıştır. Bu tesir Osmanlı’nın yıkılışına doğru Türk Milliyetçiliği fikrinin temellenmesini sağlamış ve bu temellenme Türk Dünyasının kutup yıldızı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla da ete kemiğe bürünmüştür. İsmail Gaspıralı’nın 100 yıldan fazla bir süre önce attığı adımlar kimilerinin iddia ettiği gibi sonuçsuz değil, sadece yarım kalmıştır. 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, 1991’den sonra Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanması Gaspıralı’nıın ideallerinin gerçekleşen en önemli parçalarıdır. Bu parçalar bütün Türk halklarının, Gaspıralı’nın da öngördüğü şekilde, “Dilde, fikirde ve işte birlik” şiarını gerçekleştirip Türk Birliğini kurmasıyla tamamlanacaktır. Parçaların tamamlanması neticesinde ise Türk-İslam Dünyası sulh ve selamete kavuşacaktır. Kazan’da, Kaşgar’da, Tebriz’de çıkan bir dergi İstanbul’da, Bakü’de, Astana’da ve diğer Türk illerinde de anlaşıldığı zaman Gaspıralı’nın yaptığı mücadele meyvesini vermiş olacaktır. Bütün bunların yanında Türk Dünyasındaki dil, fikir ve gönül birliğinin sağlanmasıyla Gaspıralı’nın ruhu bir parça da olsa huzura erecektir. İsmail Beğ Gaspıralı’yı doğumunun 163. yılında saygı ve rahmetle anıyor, Türk Dünyasında yaktığı ateşin hiçbir zaman sönmemesini diliyorum.

___ 43


O

smanlı Devleti 1854 Kırım Savaşından başlayarak hemen hemen her yıl ve her ihtiyaç duyduğunda dış borçlanmaya başvurmuştur. 18541874 döneminde 15 kez, 1854-1914 döneminde ise tam 41 adet dış borçlanmada bulunulmuştur. Borç bulma ve borçlanabilme adeta bir başarı ve yetenek göstergesi olarak algılanmıştır. Sık sık değişen Maliye Bakanlarının çoğunun ortak yanlışları, “devletin borç almadan yaşayamayacağı” görüşü ile yetinip, daha sağlıklı bir gelir ve harcama politikasını bir kenara bırakıp, borçlanmayı tek çözüm olarak tercih etmiş olmalarıdır. Borçlanmaya ilişkin her türlü usul ve yönteme başvurulmuştur; Borçların ertelenmesi, borcun borçla ödenmesi ya da borcu yeni borçlanmalarla devam ettirme çözümleri, mevcut borçların daha uzun vadeli borçlarla değiştirilmesi, mevcut borçların daha düşük faizli yeni borçlarla değiştirilmesi gibi mekanizmalar kullanılmıştır. Kimi zaman ödemelerde acze düşülmüş, borçlar ödenememiş, borç erteleme ilan edilmiştir. Devletin aşar vergisi, ağnam vergisi, gümrük vergisi ve hatta cizye gibi temel gelirleri, borçlar için yıllarca teminat olarak gösterilmesi ötesinde doğrudan borca tahsis edilmiştir. Ülkenin muhtelif yörelerinden, kaynaklarından ve ilişkilerinden ve hatta gümrüklerinden gelen çeşitli gelirlerin her borçlanmada bu şekilde güvence olarak tahsis edilmiştir. Verilen borçların, silah alımı ve savaşın finansmanı gibi, hangi alanlarda sarf edileceği bile borç sözleşmelerinde önceden hükme bağlanmıştır. Demiryolları yapımı gibi yatırım amaçlı borçlanmalarda yap-işlet yöntemleri kullanılmış, kilometre teminatı adı altında gelir garantisi

verilmesi türünden aşırı ve çok güçlü teşvikler öngörülmüştür. Genel ortalama olarak, alınan borçların esasen % 33’ü daha borçlanmanın başında düşük ihraç bedeli, yani, emisyon ve komisyon gideri, yüzünden peşinen kesilmiş, ele geçen miktar ancak % 67 dolayında olmuştur. Bütün gayretlere rağmen, bir türlü dış ve doğal olarak iç borçluluktan ve yüksek miktarda faiz ödeme konumundan kurtulamamıştır. Maliye Nezareti çok geniş ölçüde önemli gelirlerin toplanması ve büyük harcamaların yapılması işlevi dışında bırakılmış, devletten bağımsız bir yönetim kimliği verilerek, “Düyun-u Umumiye“ idaresine aktarılmıştır. Yabancılar, mali kontrolü ellerine geçirmişler dolayısıyla iç politikaya müdahale etme imkânına kavuşmuşlardır. Lozan Anlaşmasıyla Borçların Kabulü ve Ödenmesi 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Antlaşması, Sevr’i ortadan kaldırdı. Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuki, iktisadi ve mali açılardan temelleri atıldı ve sınırları belirlendi. Yeni Türk Devleti, Osmanlı borçlarının düzenlenmesini ve tasfiyesini gerçekleştirdi. Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kaldırıldı. Osmanlı Devleti’nden kalan borçların, hem Balkan Savaşları’ndan, hem de 1 Ağustos 1914’den sonra Osmanlı Devleti’nden ayrılmış olan devletler arasında, her birinin aldığı arazinin geliri ile orantılı olarak paylaştırılması kabul edildi. Lozan Antlaşması 6 Ağustos 1924’de yürürlüğe girdi. Antlaşmanın 47’nci maddesine göre, kurulmuş olan Osmanlı Kamu Borçları Meclisi, Kasım 1924’de borçların yıllık ödeme miktarını borçlu devletlere tebliğ etti. Tebliğde, ödemelerin altın ve kıymetli para ile ödeneceği belirtiliyordu. Bu duruma, Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve

___ 44


Fransa, Cemiyet-i Akvam nezdinde itiraz ettiler. Cemiyet-i Akvam’ın kararına göre; Ödemelerin hangi parayla yapılacağı ve ödeme şartları borçlu devletler ile alacaklı temsilcileri arasında yapılacak görüşmelerde tespit edilecekti, borçlar cetveli antlaşma ile tespit edildiğinden, buna itiraz dikkate alınmayacaktı, Türkiye, savaş öncesi Osmanlı borçlarının yüzde 67’sini ödeyecekti. Geriye kalan borçların yüzde 11’ni Yunanistan, yüzde 8’ni Lübnan ve Suriye, yüzde 14’nü ise, Balkan Savaşlarından sonra Osmanlı Devleti’nden toprak kazanan ülkeler ödeyecekti. Hakem kararı doğrultusunda, Türk hükümet temsilcileriyle, alacaklıların temsilcileri arasında Ağustos 1925’de başlayan görüşmeler Haziran 1928’de sonuçlandı. 13 Haziran 1928’de Paris’te borçların ödeme şartlarını belirleyen bir sözleşme imzalandı. Sözleşmeye göre; Lozan Antlaşması’nda 10 yılda ödenmesi öngörülen hazine bonolarının ödeme süresi 20 yıla, yine 20 yılda ödenmesi öngörülen borçların ödeme süresi ise 30 yıla çıkarıldı. Borçların, borç sözleşmelerinde (18941914 arasında yapılan sözleşmeler) yazılı dövizler üzerinden veya altın lira ile yapılması kabul edildi. Türkiye 1912 öncesindeki Osmanlı borçlarının yüzde 62.54’nü, daha sonra alınan borçların ise yüzde 73.59’unu ödeyecekti. Bu tarihlerde Türk Heyeti Başkanı Paris Büyükelçisi Fethi Okyar ile Osmanlı Düyun-u Umumiye İdaresi’nin tasfiyesiyle ilgili olarak bir sözleşme imzalandı. Sözleşmeye göre; Osmanlı Düyun-u Umumiye Meclisi Paris’e nakledilecek, bunun için Türk hükümeti Meclis’e nakit olarak 5.000 sterlin verecek, Meclis de bütün görevlerini ve Türkiye’deki tüm gayrimenkul varlığını Türkiye’ye devredecekti.

1929 Dünya ekonomik bunalımı ile birlikte Türkiye, Düyunlar Meclisi’ne, bunalım nedeniyle tarafların sıkıntıya düşebileceğini belirtip, 1928 Sözleşmesi’nin tekrar görüşülmesini teklif etti. 1940’lara kadar bir dizi görüşmeler devam etti. Bu görüşmeler sonucu Fransızlarla dövizle, %50 döviz % 50 mal bedeli (ortak şirket kurulup Türkiye’den mal alıp, malları satarak dövize çevirerek tahsil etme), en son da 2.Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde dövize ihtiyaç olduğundan, %100 mal bedeli olarak ödenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla birlikte Türk Hükümeti, Düyun Meclisi’nin, Türk dış borçlarına ilişkin görevinin sona ermesi gerektiğine, bu nedenle de, borçlar servisi görevini kendi üzerine almaya karar verdi. Bu doğrultuda 30 Eylül 1940’ta, Paris’teki Düyun-u Umumiye Meclisi’yle olan ilgisini ve Meclis’e ödenen komisyonu kesti. Borçların ödenmesini bizzat üstlendi. Türk Hükümeti 25 Mayıs 1944’de, borçlarına ilişkin tahvilleri erken ödeyeceğini ilan etti. Alacaklılar ellerindeki tahvilleri 10 yıllık süre içinde ibraz edeceklerdi. İbraz edilmeyen tahviller zaman aşımına uğrayacaktı. Hükümet bu tahvilleri 1944’den itibaren yılda 1,8 milyon liralık taksitlerle ödemeye başladı. 1954 yılında borçlar bitti. Düyun İdaresi’nin, Türkiye ile ilgili muhasebe arşivleri de imha edildi. KAYNAKLAR -Osmanlı’dan Kalan Borçlarının Ödenmesi- Tayfun Uzun -Osmanlıdan Cumhuriyet’e Dış Borçlar- Faruk Yılmaz -Osmanlı Dış Borçları- Ankara Ticaret Odası -Türkiye’de Ekonomik Gelişme ve Kriz- Ali Osman Balkanlı

___ 45


___ 46






Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.