Öktem Dergisi | Sayı:3 | 2013

Page 1



H

ikayeyi bilirsiniz.. Oğuz Kağan evlatlarını karşına alır. Onlara bir ders vermek için hepsine birer ok verir ve kırmalarını ister. Çocuklar okları kolayca kırarlar. Bunu gören Kağan bu kez evlatlarına ok demetleri verir ve yine kırmalarını ister. Çocuklar tüm güçleriyle demeti zorlar fakat hiçbiri ellerindeki ok demetini kıramaz. Oğuz Kağan evlatlarına buyurur: “Ben öldükten sonra dağılır giderseniz hepinizi tek tek kırarlar. Ancak ve ancak bir olduğunuz takdirde kırılmazsınız, güçlü olursunuz!” Şimdi dönüp kendimize soralım: Biz Oğuz Ata’nın bu öğüdünü ne kadar anlayabildik? Öyle sanıyorum ki bölünmeye, parçalanmaya en eğilimli olan camia bizim camiamız. Birlik derdinde olmamız gerekirken günden güne ayrışmanın peşindeyiz. Tek yumruk olalım dedikçe kum gibi dağılıyoruz. Herkesin birbirinden farklı düşünebilme özgürlüğü olduğunu unutup tek tip milliyetçilik yaratmaya çalışıyoruz. Her milliyetçi bireyin aynı düşünmesini, aynı davranmasını bekliyoruz. En sonunda da bizimle aynı düşünmeyenleri milliyetçilikten ihraç etmeye kalkıyoruz. Kendi sevdiği yazardan başkasını okuyanları, kendi seçtiği siyasi liderden başkasını destekleyenleri, izinden gittiği fikir adamından başkasını tercih edenleri ötekileştirmek nasıl bir anlayıştır? İnsanız ve farklı düşünebildiğimiz kadar kişilik sahibiyiz. Milliyetçilik öyle geniş bir fikir deryası ve o deryada öyle kıymetli isimler vardır ki insan ömrü hepsini okumaya da anlamaya da yetmez. Görüşlerine, fikirlerine tam anlamıyla katılamayacağımız büyüklerimiz elbette vardır. Ama hepsi bizimdir, hepsi büyüğümüzdür, ağabeyimizdir. Milli davamıza bir katre hizmet etmiş herkesi hayırla yâd etmek

boynumuzun borcudur. Her dava adamından alınacak dersler vardır. Milliyetçilikle uzaktan yakından alakası olmayıp da bir dönem aramıza girerek milliyetçiliği sulandırmaya çalışanların davaya verdiği zararı görüyoruz ve elbette bunları “dava adamı” olarak nitelendirmiyoruz. Ancak bu davaya samimiyetle hizmet eden kim varsa saygıyla anmak zorundayız. Ülkücü terbiye bunu gerektirir. Üniversitelerde sol gruplar, cemaat mensupları farklı farklı isimler taşısalar da gerektiğinde birleşebiliyor ve faaliyetlerini bir arada sürdürebiliyorlar. Biz de durum biraz farklı. Birbirimizi acımasızca eleştirip dışlamaya, değersizleştirip yitirmeye o kadar meyilliyiz ki. En ufak bir farklılığa tahammül edemeyip birliği bozmak ve gruplaşmayı huy edindik. Zaman ayrışma değil birleşme zamanıdır. Görüşünün temelinde “milliyetçilik, milletperverlik” olan herkes birleşmelidir. Tek yumruk olmadan karşımıza çıkan hiçbir engeli yıkıp geçemeyeceğimizin farkına varın. Aksi takdirde bir bir kırarlar hepimizi. Başbuğ’un izinden gidenler ülkücü, Yazıcıoğlu’nun izinden gidenler Türk-İslamcı, Atsız’ın izinden gidenler Türkçü imiş. Bu nasıl bir sınıflandırma Allah aşkına!? Ülkücü diye ayırdığınız insanlar neyin ülküsünü savunuyor? Türk Ülküsünü! Türkçü diye ayırdığınız insanlar Müslüman değil mi? Türkeş Atsız’la, Yazıcıoğlu Türkeş’le fikir ve yöntem bakımından ayrı düşmüş olabilir ancak hepsinin yolu Türklüğe hizmet yoludur. Aynı davaya gönül vermiş, milliyetçilik ortak paydasında buluşan ancak bazı hususlarda farklı düşünen insanlar elbet olacaktır. Bu farklılıklar kimseyi ayırmaz, ötekileştirmez. Birlikte hareket etmemizi engelleyemez. Kutuplaşmalar bizi bölünmeye götürür. Zamanı


geldiğinde farklılıklarımızı elbette tartışacağız ve doğruya ulaşmak için tecrübelerden de faydalanarak tefekkür edeceğiz.Ama bu tartışmalar çizmeyi aşıp da kavga ve küslüğe dönüşmeyecek. Kol kırılır yen içinde kalır demiş atalar. Tartıştıktan sonra aynı sofraya oturup ekmeğimizi paylaşacağız. Milliyetçiler birbirine düşman oldu diye başkalarının yüzünü güldürmeyeceğiz. Biz Türk’üz ve Başbuğ’un dediği gibi Türk’ün en önemli vasıflarından biri teşkilatçılığıdır. Teşkilatlanmanın temelinde gönül birliği yatar. Milliyetçi bir Türkiye için yemin edenler biz isek, Milliyetçi Türkiye için ortaya gönüllerimizi koyacağız, yüreklerimizi tokuşturacağız. Farklılıkları körüklemeyeceğiz. Üniversitelerdeki milliyetçilerin birlik kuramamasının temelinde yatan şey budur. Milliyetçi genç sadece bir kuruma mensup olur, bir dergiyi okur, bir yazara bağlı kalır diye bir durum söz konusu olamaz. Ülkü Ocakları da,Türk Ocakları da, diğer tüm milliyetçi vakıf ve dernekler de bizim yuvamızdır. Öteki beriki yoktur. Hepsinden alınacak gıda ayrı ayrı kıymetlidir. Her kurumun içinde yanlış karakterler olabilir. İnsanın olduğu her yerde çürük elmalar da olacaktır. Bize düşen bunları eleştirip hiçbir katkı sağlamadan gitmek değil, yanlışı gördüğümüz yerde düzeltmektir. Aksi takdirde kimsenin oturduğu yerden konuşmaya hakkı yoktur. Bununla beraber kimse bir kuruma dahil olmak zorunda da değildir. Üniversitelerde teşkilatlanırken ortak paydamız kurum, kuruluş, yazar, siyasi lider vs. olmamalıdır. Bizi bir araya getiren Türk Milliyetçisi olmamızdır. Türk’ü seven, Türklüğüyle gurur duyan, Türk’üm diyen herkes bizimledir. Zaten Türk’üm demeyen, Türklüğüyle övünmeyene Türk denmez. Kendini Türk kabul etmeyenlere zorla Türk olduğunu söylemenin lüzumu yoktur.

Dokuz Işık’ın biri de Şahsiyetçilik olduğuna göre ilk önce kendi tekâmülümüz gelir. Bu asla bencillik değildir, kendine hayrı olmayanın başkasına da hayrının dokunmayacağı açıktır.HerTürk Milliyetçisi bir yandan kendini geliştirmenin yollarını ararken bir yandan da okuduğu okulda, yaşadığı mahallede, kısacası bulunduğu her ortamda teşkilatlanmak zorundadır. Bu küçük yapılanmaların ülkenin geleceği için önemi büyüktür. Buralardan yetişen kadrolar ülkenin geleceğini belirleyecektir. Her teşkilat bir halkadır. Halkaları sağlam tutmalı, kendini iyi yetiştirmeli, beslemeli. Birkaç kişilik de olsa teşkilatlar kurulmalı. Önemli olan kuru kalabalıklar değildir. Ne yaptığını bilmeyen, neye inandığının farkında olmayan kalabalıklar bize ve hareketimize hep zarar vermiştir. Önemli olan fikriyatına hakim, değerlerini yaşatan, okuyan, yazan, üreten, ülkenin gelecek kadrosunun temellerini oluşturabilecek kadar donanımlı ve bilinçli kadrolar yetiştirebilmektir. “Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ateşinden bir şey kaybetmez” der Mevlânâ. Kelâmın hikmetine varıp biz de birbirimizi aydınlatacağız, yerine göre de eğiteceğiz. Herkes belli konularda ortak bilgiye sahip olabilir. Ancak farklı noktalarda uzmanlaşmış olanlar diğerlerine deneyimlerini ve fikirlerini aktaracak. Bu sayede ortak bir duruş sergilenecek. Milliyetçi gençlerin arasında bilgi akışı hızlı olacak. Kopmaz bir kardeşlik kurulacak. Biz üzerimize düşeni yaptıktan sonra bir gün sûr’a üfürüldüğünde o halkalar birleşip sapasağlam bir zincir olacak. Bu zincir Türk düşmanlarının sırtına vurulacak, Türk vatanına uzanan elleri kıracak. Türk Milleti, Milliyetçi Türk gençliğinin omuzları üzerinde kalkınacak ve birleşecektir. Turan’a giden yolda ilk adım Milliyetçi Türkiye ise, Milliyetçi Türkiye yolundaki ilk adım da bütün milliyetçilerin birleşmesidir. Bugün birlikte hareket edemeyen milliyetçilerin Turancılık iddiasında


olmaları samimiyetsizliktir. Geniş coğrafyalardaki Türk insanını tek bayrak altında birleştirmekten söz ediyorsak ilk önce kendi birliğimizi sağlamak ve milliyetçilik bayrağı altında toplanmak zorundayız. Fikir hareketlerinin atardamarları gençliktir. Bütün ümidini gençliğe bağlayan Mustafa Kemal bunu görmüştür. Daha önce de üstüne basa basa söylediğimiz gibi üniversiteler fikir mücadelesinin cephesidir ve üniversiteden galip çıkamayan bir fikir hareketinin neferleri asla başarılı olamaz. Atsız Ata’nın tabiriyle sıkı saflar halinde birleşerek ve başka her düşünceyi geride bırakarak büyük ülkümüze doğru ilerleyeceğiz. Bu yolda yorulmak yok, durup dinlenmek yok! Türklüğe hizmet için yarışacağız. Koşar adım gideceğiz kutlu dileğe. Yolumuza çıkanlarla fikren çarpışacak ilmi donanıma sahip olacağız. Bu yoldan geriye dönenler harpten kaçmış olmanın günahıyla kıvranadursun, aklı kendine bile yetmeyen ukalâlar oturduğu yerden konuşadursun, biz arınmış ve inanmış yüreklerimizle ecdadın yeminine ses veriyoruz! Yastığımız mezar taşı, yorganımız kar olsun, Biz bu yoldan döner isek, namus bize ar olsun! TANRI TÜRKÜ KORUSUN!

ZİYA GÖKALP’İN AZİZ HATIRASINA...

Öktem Dergisi’nin 3.sayısını okurlarımızla buluşturmanın sevinci ve yeni sayımıza gelecek yorumlarınızın merakı içindeyiz. Önceki iki sayımıza verdiğiniz desteklerle 3.sayımızı çıkarabildik. Dergi bir fidan ise okur o fidanın can suyudur. İnanıyoruz ki okurun ilgisi ve destekleri ile Öktem hayalimizdeki gibi uzun ömürlü bir dergi olacak ve Üniversiteli Türk Milliyetçilerinin Dergisi olarak milliyetçi neşriyat içinde hatırlarda kalacaktır. Bu sayımızda zorlu 68-80 yıllarının yakın şâhidi, mücadelenin şiiriyle, tiyatrosu ile, dergiciliği ile sanat cephesini; sosyolojik, psikolojik tahlilleriyle kökünü ve sebebini de yazmış olduğu KAVGA GÜNLERİ kitabıyla 2013’e damga vuran şair, senarist, yazar Yağmur TUNALI hocamız da bizler için kıymetli bir yazı kaleme aldı. Yeni sayımızla beraber yeni bir kampanyayı da başlatmış olduğumuzu duyurmak isteriz. Yoğun ilgi ile karşılanan ilk kampanyamızda ilköğretim çocuklarına 38 koli kitap ve kırtasiye yardımı toplamıştık. Şimdi ise lise kütüphanelerine yerleştirilmek üzere 1300 adet Hüseyin Nihal ATSIZ kitabı topluyoruz. Genç kardeşlerimize Türkçülük ülküsünü aşılamak için sizlerin de bir kitap göndererek kampanyaya desteklerinizi bekliyoruz.


Ü

niversite, genç insanların toplandığı bir ilim yuvasının adıdır. Bu tarif doğrudur, ama açılmaya ve anlaşılmaya muhtaçtır.

uyduramayan dünyayı kendi hızında koşturmaya çalışır. Üzerinde durulması gereken, akışına yön verilmesi gereken bir diğer mesele de budur.

Eğitim-öğretim maksadıyla bu kurumlara gelenler, aslında çok yönlü bir değişime yol alırlar. Üniversite, belli bir zaman diliminde yetişmek üzere kapısından gireni, yeni bilgi-görgü ve çok yönlü yaşama kültürüyle donatma iddiasındadır. Pek çok bakımdan yerlidir; ama yerliliği üniversal bir zenginlik taşır. Adı üstünde, üniversite, dünya ölçeğinde geçerli bilgi üretilen bir yerdir. İşin bir tarafı budur ve varlık sebebini açıklar.

Dünya görüşü denen çok yönlü fikirler bunun için vardır. Dinler ve ideolojiler de bu yöneliş ve yönlendirmelerin ana kaynakları arasında ön sırada rol alırlar. Dünyaya ve hayata bakış, genç insanın yolunu açar. Fikri neyse, hayatının akışı da o yöndedir. Günlük yaşamak ve ömrünü doldurmak sıradan gencin fikridir. Hayatı, yüzünden ve yalınkat yaşamaya taliptir. Yer-içer, gezer-eğlenir. Bunu devam ettirmek için okur, üniversite bitirir. Bu tercihtekiler, her zaman çoğunluktadır. Çünkü en kolay yoldur. Çilesi yoktur, derdi de kendinden ibarettir. Toplum ve çevre adına yapılacak işlerde kenarda durmayı ve yalnız kendi için yaşamayı seçer.

Asıl değişme, kanı kaynayan genç insanları dünyaya bakış noktasında bitmez tükenmez hamlelere girişmeye yöneltmede yaşanır. Sanki dünya o genç insanların avuçları içindedir. Hayat, istediği şekilde yoğuracakları bir hamur gibi görünür. Gençliğin kudreti, sıcak kanların hızlı akışına ayak

Arada gününü gün eden bu insanların yanı başında,


kendini ve dünyayı değiştirme heyecanına kapılmış genç insanlar, başka bir düşünüşün tadına varmışlardır. Onlara kendileri yetmez. Yakın çevreleri de dar gelir. Ülkeye ve dünyaya düzen vermek iddiasındadırlar. Sorumluluk alırlar. Kendilerini aşan bir duyguları vardır. Fikir ve ideolojiler, genç insanları başka bir plana aktarır, değerlendirir. Bu açıktır. Gence değer katan ve değerli olduğunu hissettiren, yalnız katıldığı ve yaşayıp yaşattığı fikirdir. O fikri benimseyenlerin topluluğu içinde gücü kuvveti artar. İleriye atılmak için kanı kaynar. Enerjisini topluma yaymak için çırpınır hale gelir. Milliyetçilik, dünya görüşü kazandıran fikirler arasında ağırlıklı bir yer tutar. Bir bakışa göre, genç insanı en çok saran ve toplumla kaynaştıran fikirdir. Mensub olduğu milleti sevmek ve onun için en iyi ve en güzeli istemek duygusudur. Bunun için çalışmak, bunun için yaşamaktır. Zordur. Güzelliği de oradan gelir. Çünkü milliyetçilik kendini vatan için hazırlama, vatan için işe yarar hale getirme ve vatan için yaşama ve gerekirse ölme duygusunu merkezde tutar. Ferdin mutluluğundan toplumun mutluluğuna giden yolları açan gelişmiş bir duygudur. Milliyetçi insanın, hedeflediği büyük ve mutlu geleceğe varmasının yolu, önce bu duyguyu edinmekle başlar. Sonra, bu duyguyu büyütecek bilgiye varmak için bitip tükenmez bir çalışmaya girmekle devam eder. Ferd olarak yetişmek işin anahtarıdır. Gelişme oradan doğar ve topluma ışığını yayar. Mesela, milliyetçi insan, mesleğinde en iyiler arasında yer tutmak ister. Başka türlü iyi milliyetçi olunamayacağını bilir. Yani milliyetçilik, duygunun bilgiyle taçlandığı halde değerlenir ve değer katar. Aksi halde, hem kendine, hem de milliyetçiliğini ettiğini zannettiği millete zarar

verir hale gelir. Sanırım, yeni zamanların en büyük meselesi budur. Türk Milliyetçilerinin Türk’ü çok iyi bilmemeleri ise anlaşılmaz başka bir haldir. İşin ruhuna terstir. Türk Milliyetçiliği, bilgiyle donanmış, iyi düşünen, iyi söyleyen, iyi yazan, iyi yaşayan, samimi ve adanmış insanlar hareketiydi. Dün bunu başarmış bir hareketti. Bugün de hedefi bu olmalıdır. Hem mesleğinde iyi, hem çağın bilgileriyle donanmış, tarihini ana hatlarıyla bilen, edebiyat, sanat zevki edinmiş ferdler yetiştirmek esastır. Dünün milliyetçileri böyleydi. İmparatorluğumuzun son yıllarında dirilişi sağlayan onlardır. Cumhuriyeti kuran onlardır. Kendine güveni azalmış, kendi kültür ve medeniyetine inancı zayıflamış yeni nesillere büyük millet olduğumuzu, dünyaya düzen verdiğimizi ve yine verebileceğimizi anlatan onlardır. Milliyetçiliğin, hâkim fikir olmaktan geriye düştüğü son nesiller içinde de, sesi en gür çıkan onlardır. Yani, Türklüğün büyük geleceğine imanı olan üniversite gençliği her zaman var olmuştur. Sayının çok zaman hiç önemi olmamıştır. İnanç ve bilgi en büyük kuvvet olmuştur. İnançlı ve bilgili az sayıda insan, her zaman daha az inançlı ve daha az bilen büyük kalabalıklara galib gelmişlerdir. Tarih, bunların sayısız örnekleriyle doludur. Demek oluyor ki, milletini sevme duygusunun yaratacağı heyecan en büyük itici güçtür. Sonra Nihad Sami Banarlı’nın dediği “Millî Romantizmin İdrâki” safhasına gelinecektir. Bu idrakle geleceğe yürüyeceğiz. Başka yolu yoktur.


O

smanlı mimarisi, medeniyetin diğer sacayaklarında olduğu gibi, meydana geldiği döneme kadar geçirilen süreçlerin, yaşanmışlıkların, hüküm sürdüğü topraklardaki kültürlerin sanat anlayışlarının bir potada eritilmesiyle oluşmuş bir sentezdir. Erken dönem, Klasik dönem ve Batılılaşma dönemi adı altında üç ana dönem olarak incelenen Osmanlı mimarisi, Klasik dönemde Mimar Sinan ve öğrencileri ile birlikte zirvesini yaşar. Ancak 18. yüzyıl başlarından itibaren her alanda görülen Batılılaşmanın etkileri mimaride de görülmeye başlanır. 19. yüzyılla birlikte, toplumun yeniliklere bid’at olarak bakan dünya görüşünün yeniliğe dönük bir hâl almasıyla birlikte önemli mimarlık etkinliklerinin yabancı ve gayrimüslim mimarların eline geçtiği görülür.1 Gerçekten de 19. yüzyılın mimaride önemli yapıları incelendiğinde tasarım aşamalarında Müslümanların neredeyse olmadığı görülebilir. Balyanlar, Fossati kardeşler, W. James Smith, A. Vallaury, R. D’Aronco gibi mimarların yapıtlarıyla bu döneme damga vurdukları görülmektedir. Son dönem Osmanlı mimarisinde, yaptıkları okul, camii, kışla ve diğer birçok yapıyla çok önemli bir rol oynayan Balyan Ailesi’nin mimar olmadığını, hatta ailenin hiçbir ferdinin mimarlık eğitimi de almadığını ve aslında müteahhitlik yaptıklarını ortaya çıkaran Yrd. Doç. Dr. Selman Can ile araştırmalarını daha yakından incelemek için bir röportaj yaptık. Son yıllarda yaptığı araştırmalarla akademik çevrelerde ses getiren ve halen Çırağan Sarayı tarih danışmanlığını da yürüten hocamıza, Balyanlar’ı ve araştırmalarını soruyoruz. Sizi son dönem Osmanlı mimarisine damga vuran ailelerden olan Balyanlar ile yaptığınız araştırmalarla tanıdık. Araştırmalarınız, günümüze Balyanlar’ın mimarı olduğu düşünülen birçok yapının aslında öyle olmadığını ortaya çıkardı. Öncellikle Balyan Ailesi hakkında bize biraz bilgi verir misiniz?

Osmanlı’nın son döneminde özellikle Rum ve Ermeni cemaatleri içerisinde, mimarlık alanında bugünkü anlamda müteahhitlik işlevi gören aileler ortaya çıkıyor. Çünkü klasik dönem Osmanlı mimarlığından farklı olarak, 19.yy başlarından itibaren bina emînliği sisteminden müteahhitliğe geçiş yapıyor. Klasik dönemde, bir yapının inşasının tahsisatı Dîvân-ı Hümâyun’dan sağlanıyorken, 19.yy başlarına gelindiğinde bütün Avrupa’da yaygınlık kazanmış olan müteahhitlik sistemiyle birlikte; bir üstleniciye yapının devredilmesi ve devletin ona peyderpey, gerektiğinde de faiziyle ödemelerini yapması şekline gelmiştir. Bu sistemin avantajı piyasa koşullarında rekabet ortamı oluşturarak; malzemeyi daha ucuza temin etme imkânını elde etmektir ve Avrupa’da 18. yy’dan itibaren yaygınlaşmıştır. Sermaye sahibi kişiler, daha ucuza mâl etme iddiasıyla ortaya çıkıp pek çok yapı inşa etmişlerdir. Osmanlı’da da bu sisteme geçilmesiyle birlikte, bu dönemdeki müteahhitlere ‘kalfa’ adı veriliyor. Kalfalar da daha çok sermaye sahibi olan gayrimüslim Rumlar ve Ermenilerden oluşuyor. Ermeniler arasında da özellikle ‘amira’ olarak adlandırılan, cemaati yöneten ve yönlendiren aileler var. Bu aileler de özellikle Ermeni milliyetçiliğinin yaygınlaşması ve Ermeni ulusal kimliğinin oluşması için kültür ve medeniyetlerine ilişkin yapılacak çalışmalara finans kaynağı oluşturmak amacıyla; pek çok alanda çalışmaktalar. İnşaat sektörü de bu alanlardan birisidir. Bu sektörde çalışan Balyanlar, II. Mahmut döneminden itibaren pek çok yapıda üstlenici konumundadır. Krikor Balyan’la başlayan bu süreç, oğlu Garabed ve ondan sonra da Nikoğos ve Sarkis Balyan’la üç nesil halinde Osmanlı imar sektöründe devam ediyor. Osmanlı’nın ilk resmi inşaat şirketi de Balyanlar tarafından kuruluyor. Şirket-i Nâfia-i Osmâni adıyla kurulan ilk Osmanlı inşaat şirketi Balyanlar tarafından kuruluyor. 1 milyon altın sermayeye sahip bu şirket sadece inşaat alanında değil, demiryolu yapımında ve Karadeniz’deki kömür madenlerinin işletilmesinde de üzerlerine aldıkları ihaleler var. Balyanlar büyük sermaye birikimi olan bir aile. Mimarlık bilgileri tabii ki var, ama “yaptıkları yapılar anlamında bunlar mimarlardı, bütün eserlerinin tasarımı bunlara aitti” bilgisi bugüne kadar yerleşmiştir. Yanlış olan budur.


Araştırmalarınız sonucunda Balyanlar’ın mimarlık değil müteahhitlik yaptığını söylüyorsunuz. Bugün bunun yanlış değerlendirilmesini, Osmanlı mimarlık teşkilâtının yapısı ve geçirdiği değişimlerle ilişkili olarak açıklar mısınız?

Bugün pek çok eserin Balyanlar’a mâl edilmesinin ilk sebebi, sanat tarihçilerimiz ve mimarlık tarihçilerimizin geç dönem Osmanlı mimarlığını yeteri kadar incelememiş, mimarlık teşkilâtının yapısını iyi araştırmamış olmalarıdır. Klasik dönem bizde iyi incelenmiştir. Batılılaşma dönemi olarak adlandırılan geç dönem Osmanlı mimarlığı ve kültürü tarihi yeteri kadar incelenmemiştir. Sanki klasik dönemin bir devamıymış gibi bir algı vardır. Hayır. 19. yy’ın başlarından itibaren, 1831’de Hassa Mimarlar Ocağı kaldırıldıktan sonra yerine kurulan Ebniye Müdürlüğü, ki daha sonra Ebniye Muavinliği olacaktır. 1850’lerde ise Ebniye Meclisi İdaresi şeklinde Şehremini nezaretinde devam eden bir yapıya kavuşacaktır. Bütün bu sistem içerisinde değişen temel unsur şudur: Artık Osmanlı, binaları, tasarımını yaptırıp tahmini keşif bedelini ortaya koyduktan sonra ihaleye çıkararak “münakasa” adı verilen açık eksiltme yöntemiyle müteahhitlere teslim etmekteydi. Münakasanın uygulanışına ilişkin bugüne kadar hiçbir yayında bir belge ve bilgi bulunmamaktaydı. Biz çalışmalarımızda bu sistemin nasıl işlediğini ortaya koyduk. Planların, devletin resmi mimar ve mühendisleri tarafından çizildiğini, ihaleye çıkarıldığını ve üstleniciler bu işleri aldıktan sonra bütün yazışmalarda o üstlenicilerin isminin geçtiğini tespit ettik. Bu bilgiden mahrum olanlar, herhangi bir yapının inşa sürecinde bir belgeye sahip olduklarında orada geçen ismi mimar olarak algıladılar. Hayır. Orada çoğunlukla üstlenicilerin yani müteahhitlerin isimleri geçmektedir. Bizim çalışmalarımızda şunu da gördük: Pek çok yapıda mimar olarak belirtilen Balyanların, aslında yapıların müteahhidi olduklarını, yapının inşasının hemen başlangıcındaki tasarım evresinde ortaya çıkan isimlerden elde ettik. O süreç içerisinde de yapılarda Balyanların yaptıkları harcamalarda kullandıkları cümlelerde “yapıların müteahhidiyim” şeklindeki ifadeler Balyanların taahhüt sahibi olduklarını bize açıkça ortaya koydu.

Malta Karakolu Koğuşları’nın Müteahhitliğini Üstlenen Serkis Balyan’ın Taahüt Senedi. 2

Osmanlı’da son Sermimaran-ı Hassa unvanının Seyyid Abdülhalîm Efendi’ye ait olduğunu ve onunla birlikte mimarbaşılığın bittiğini söylüyorsunuz. Bunun araştırma açısından önemi nedir?

Evet, bu da önemli bir nokta. Bizde bazı sorular bırakın sıradan vatandaşı bu alanda uzman kişilere bile sorulduğunda net verilemeyecek cevaplara sahiptirler. “Osmanlı’nın son başmimarı kimdir?” diye sanat tarihi hocalarına bile sorsanız, size net isim söyleyemezler. Çünkü son dönem çok fazla çalışılmamıştır. Özellikle 1790’lardan sonra Osmanlı mimarlığının bir değişim içerisinde olduğunu takip ediyoruz. III. Selim’le birlikte mimarların eğitiminin daha sağlıklı hale getirilmesi, Hassa Mimarlar Ocağı’nın yeniden bir düzene kavuşması, inşaat sektöründe dünyadaki gelişmelere paralel olarak kullanılacak malzemeler ve bilgi birikiminin günün şartlarına uygun hale getirilmesi gibi, kendi çağdaşlarıyla yarışabilecek mantaliteye sahip bir devlet idaresinin ve iradesinin olduğunu görüyoruz. Mühendishane-i Berr-i Hümâyun’da sadece askeri mühendis değil, mimar yetiştirmek için de eğitim verildiğini görüyoruz. Zaten mimar, mühendis ayrımı 19. yy sonlarında ortaya çıkacak bir ayrımdır. O döneme kadar ikisi hemen hemen aynı potada eritilmiştir. Yaptığım çalışmalarda 19. yy başında görev yapmış mimarların listesini arşiv belgelerinden çıkarmaya çalıştım. Bugüne kadar zikredilen bir iki ismin aksine, çok önemli son dönem başmimarlarına ulaştık ve onların atama azillerinin birkaç defa gerçekleştirildiğini gördük. Bunlar arasındaki en önemli isim Mühendishane’de eğitim almış Seyyid Abdülhalîm Efendi’dir. 1797-1852 yılları arasında, yaklaşık 55 yıl Hassa Mimarlar


Serkis Balyan’a “Sermimar-ı Devlet” Payesinin verilişine İlişkin İrade. 3

Ocağı’na hizmet etmiştir. Hassa Mimarlar Ocağı’na sermimar olarak ilk ataması 1824’te yapılır. II. Mahmud döneminin en uzun süre görev yapan bürokratlarından birisidir ki; padişahın hiddetinden ve değişim sürecinden dolayı o dönemde bürokratlar çok uzun görev yapamazlar. 1827-28 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Balkanlardaki istihkâmları, İstanbul’da da Beyazıt Kulesi, Ortaköy Camii, Bahriye Mektebi, Eski Çırağan Sarayı, Dolmabahçe Sarayı’nın ilk tasarımı ve Hırka-i Şerif Camii gibi yapıların mimarıdır. İşin ilginci; bu kadar önemli bir mimarın hakkında ne vardı diye sorsanız yarım sayfalık bir bilgi vardı. Biz Osmanlı arşivinden bir hayat hikâyesi çıkardık. İlk göreve atanışı, daha sonraki görevleri, yaptığı işler, inşaat kayıt defterleri, ailesine ilişkin bilgiler. Bir hayat hikâyesini çıkarırken şunu da gördük ki bu kadar önemli birinin eserleri neden bilinmemiş. Sebebi eserlerinin başka insanlara mâl edilmesi. İşin içine daha da girdiğimizde de bunun sadece bir bilgi eksikliği ve hatadan kaynaklanmadığını, bilinçli olarak bu işlerin gizlendiğini ve örtbas edildiğini de düşünmeye başladık. Çalışmalarınız sonucunda Balyanların mimarı olduğu düşünülen birçok yapının gerçek mimarlarını ortaya çıkardınız. Bunlardan biraz bahseder misiniz?

Balyanların teşkilât içerisinde müteahhit olarak görev yaptıklarını tespit ettik. Tespit ettikten sonra da hangi yapılarda neler yapılmış olabilir,

hangi mimar Balyanların eserlerinde görev almış olabilir diye baktığımızda, Abdülhalîm Efendi’nin eserleri Balyanlara mal ediliyor. Rami Kışlası Krikor Balyan’a, Ortaköy Camii Nikoğos Balyan’a mal ediliyor, Hırka-i Şerif Camii’nin Nikoğos Balyan’ın eseri olduğu tahmin ediliyormuş. Bunu söyleyenler daha sonra Ohannes Serveryan’a da ait olabilir diyerek tutarsızlıklarını gösteriyorlar. O dönemde İstanbul’da görev yapmış yabancı mimarların eserleri de Balyanlara mal edilmiş. Fossatti’nin Dolmabahçe Tiyatrosu Nikoğos Balyan’ın, J.W. Smith’in İTÜ Taşkışla Binası Sarkis Balyan’ın, Jasmund’un Sirkeci Antrepoları Balyanlar’a mâl edilmiştir. Bütün bunlara baktığımızda, tek tek yapılar üzerine yapılar üzerine yoğunlaşıp arşiv belgelerinin ortaya çıkarılması gerekiyor; fakat Osmanlı arşivlerinde çalışacak düzeyde Osmanlıcası olan sanat tarihçileri ve mimarlık tarihçilerinden mahrumuz ve bireysel olarak yaptığımız çalışmalar sınırlı sayıda kalıyor. Araştırmalarınız Balyan Ailesi’nin çeşitli dönemlerde yolsuzluklara da karıştığını ve aldıkları eğitim hakkında yalan beyan verdiklerini ortaya koydu. Bunu biraz açar mısınız?

II. Abdülhamid döneminde, 1880’li yılların başlarında, Balyanların inşaatlarında çalışan işçilerin ücretleri alamamaları ile ilgili şikâyetleri var. Bu şikâyetler üzerine yapılan bir araştırmada Çırağan Sarayı’nda çalışan işçilerin, inşaat biteli 10 yıl olmasına rağmen ücretlerini alamadıkları tespit edilmiş. Bu şikâyetlerden yola çıkarak Balyanların üzerine ihalelerini aldıkları diğer yapıları da inceleniyor. Sonuçta bakılıyor ki; sadece


Çırağan Sarayı’nda değil, pek çok yapıda yolsuzlukları var. O süreç içerisinde mahkeme birkaç yıl devam ediyor. O mahkeme kayıtlarına ulaştık. Mahkeme sonucunda Balyanların bütün mal varlığına el konulması kararı çıkıyor ve Balyanlar Abdülhamid döneminde, 1880’lerden sonra gözden düşüyorlar. Ermeni kökenli araştırmacıların bir kısmı diyor ki; bu bilinçli olarak yapılan haksız bir suçlamaydı. Hayır. O dönemin mahkeme kayıtlarında mahkemenin çok adilane yürütüldüğünü ve savunmaların cemaat içerisinde Türkçesi çok iyi olan, hukuki bilgisi iyi olan, Balyanların iddialarını savunabilecek durumda olan pek çok kişinin dinlendiğini gösteriyor. Hatta Sarkis Balyan dinlenmek istendiğinde Fransa’ya kaçıyor. Ortağı Kirkor Narsisyan’a gönderdiği ele geçirilen bir mektupta, ortağına açıkça, inşaatlarda tuttuğumuz defterlerin sahte birer nüshasını hazırla ben de imzalayayım dediğini görüyoruz. Bunun Osmanlıca metnini arşivlerde bulabilirsiniz. Arşivlerde başka pek çok noktada da yolsuzluklarının tespit edildiğini de görüyoruz. Araştırmaya bu konuyu özellikle seçerek mi başladınız? Sizi bu araştırmaya iten nedenler neler oldu?

Başlangıçta Abdülhalîm Efendi’yi çalışmayı düşünüyordum. Çırağan Sarayı’nı yüksek lisans tezi olarak yaparken, Abdülhalîm Efendi’nin ilk Çırağan Sarayı’nın tasarımlarını yaptığını tespit ettik.Abdülhalîm Efendi’nin üzerine yoğunlaşıp, “Bu kadar önemli birinin hiçbir yapısı neden tanınmıyor?” gibi sorular sormaya başlayınca Balyanlara doğru bir kayma oldu.Abdülhalîm Efendi bu noktadaysa, onun gibi eserleri Balyanlara mâl edilen diğer isimleri araştırmaya başladık ve bir 19. yüzyıl resmi o zaman ortaya çıktı. O zamanlar teşkilâtı daha iyi öğrenmemiz lazım dedik ve teşkilâtı ortaya çıkardık. Balyanlara ilişkin belgelerin hemen hemen tamamını Osmanlı arşivlerinden tespit edip, onları deşifre edip bugüne kadar Balyanlar üzerine yazı yazanların bu belgelerin ne kadarını kullandığını anlamaya çalıştık. Baktık ki bunların çoğu kullanılmamış, kullanılanlar da tahrif edilerek kullanılmış. Belgeler bilinçli olarak tam tersine çevrilerek kullanılmaya çalışılmış. Özellikle Pars Tuğlacı’nın eseri, bilinçli bir

mimarlık tarihimizi tahrif etme ve Osmanlı mimarlığını Ermenilere mâl etmeyi amaçlayan bir propaganda kitabıdır. Ama maalesef hâlâ o kitap pek çok yerde veri olarak kullanılmaktadır. Araştırmalarınızı arşiv belgeleriyle ortaya koymanıza rağmen sizce neden bunlar bazı kesimlerin sert tepkilerine yol açtı?

Ermeni meselesinin siyasi boyutları ve yurtiçinde bağlantıları var. İşin içine girenler bunu çok rahatlıkla anlıyorlar. Türkiye’de kendilerine gelecek vaad edilmiş olabilir, parasal bağlantılar olabilir veya mensubiyet hissediyor olabilir. Bütün bunları bir araya getirdiğinizde, Türkiye’de son dönemdeki siyasal ortamda, azınlıkların hakları meselesinde, Türk’ü dışlayan, Türk’ü göz ardı eden bir anlayış var. Öyle olunca da bütün bu ortam içerisinde Balyanlarla ilgili siz belgesel bir çalışma ortaya koysanız dahi sizi aşırı milliyetçi duygularla Ermenileri kötülemeye çalıştığınızı söyleyen ağızlar ortaya çıkıyor. Bu tepkilerin bilimsellikle bir alakası yok,karşı duranların bilimsel bir cevapları yok. Bizim çalışmalarımız tamamen belgeye ve bilgiye dayanmaktadır. Çürütemiyorlar ve sadece duygusal davranıyorlar. Yazdıklarınız ve söylediklerinizin tepkilere yol açmasına rağmen birçok destek aldığını ve ilgiyle karşılandığını da gördük. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Beklediğiniz ilgi ve desteği gördünüz mü?

İlgi ve destek meselesi zamana yayılan bir konu. Başlangıçta çok fazla destek olmadı açıkçası. Fakat bilimselliğini görenler bunun yadsınamaz bir gerçek olduğunu kabuletmeye başladılar. Sanat tarihi bölümlerinde artık bu veriler kullanılıyor, tezlerde atıfta bulunuluyor. Yeni çıkan son döneme ilişkin kitapların hemen hemen hepsi bizim çalışmalarımızı referans olarak kullanmakta. Hatta İstanbul’un kültür başkenti olarak ilan edildiği dönemde yapılan etkinliklerde, İstanbul’un Ermeni mimarları konulu bir proje vardı. O projede bizim bulunmadığımız platformlarda tartışılan tek şey bizim iddialarımızdı. Sanki o iddialara cevap vermek üzere hazırlanmış bir projeydi bu.


Medeni cesaret gösterip bu iddiaların sahibi olarak bizi çağıramadıkları için, bireysel olarak çıkan yayınlara baktığımda söylediklerimizi belgelerle çürüten hiçbir şey yok. Eskilerin tekrarından ibaret. Türkiye’de birkaç araştırmacı var onların söylediklerini temcit pilavı gibi tekrar edip duruyorlar. Bu konu hakkındaki araştırmalarınızın sık konuşulduğu ve tartışıldığı zamanlar birkaç sene önceye dayanıyor. Bu konu hakkındaki araştırmalarınız devam ediyor mu ve araştırmalarınızı bir sonuca bağlamayı düşünüyor musunuz?

Bu araştırmayla ilgili makaleler ve resmin genelini gösterecek bir kitap çıktı. Ama arşiv çalışmaları bir ömürle sınırlı olabilecek çalışmalar değil. Hele bu tür geniş alanlara yayılan konuların, bir kişinin tamamıyla altından kalkabileceği konular olmadığını kabul etmek gerekir. Çok sayıda iyi Osmanlıcaya sahip araştırmacının bu konuyla ilgili çalışmalar yapması gerekiyor. Ermeni meselesinin kültürel boyutu sadece mimarlık alanına ilişkin değil. Kültürel hayatımızın pek çok noktasında Ermenilere mal edilen unsurlar var. O alanda çalışan kişilerin bunun farkında olması ve ona yönelik çalışmalar yapması gerekiyor. Bizim işimiz öncelikle farkındalık yaratmak. Mimarlık alanında biz bunu başardık. Kültür hayatımızın

diğer alanlarında henüz böyle bir şey yok. Ama mimarlık alanında böyle bir farkındalığı oluşturmanın başarısını taşıyoruz. Araştırmalarınıza karşı çıkan bazı kişiler bu konunun akademik düzeyde bir sempozyumda bilim adamları tarafından tartışılması gerektiğini söylüyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bilimsel anlamda yapılacak ve bizim katkılarımızla olabilecek her türlü tartışma ortamları, gönül rahatlığıyla gidip kendi argümanlarımızı ortaya koyabileceğimiz alanlardır. Bizim istediğimiz de budur zaten. Buna yönelik bir sempozyumun, geniş bir panelin katılımcılarının çok iyi seçilerek yapılması taraftarıyım. Keşke bu konular medyada daha sık tartışılabilse. Özellikle bazı kültür programlarında, bu konuyu işleyebilecek seviyede moderatörlerle, alanlarında bu konuda

söyleyebilecek sözü olanların çağırılıp tartışması bizim de istediğimiz bir şey. Bunlar tartışıldığı sürece gerçekler ortaya çıkıyor. Bir de bize soru sorulacak ki o soruların cevabını vermek durumunda kalalım. Bize bir konu anlattırılmak istenildiğinde biz sadece belli noktalara değiniyoruz. Soru soruyu açıyor, kapılar sorularla açılmakta. Bize çok sayıda sorular gelmeli ki o sorulara doğru cevaplar verebilelim. Bizim de istediğimiz makul ve mantıklı platformlarda bunların tartışılmasıdır. Değerli bilgilerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Ben de teşekkür ediyorum böyle bir röportaj için. Özellikle yeni nesil okumaya hevesli ama bu hevesini tatmin ederken de doğru bilgiye ulaşmak zorunda.Doğru bilgi, üniversitelerde kendi alanlarında uzman kişilerin yıllarca emek vererek oluşturdukları yayınlarda gizli. Okurken mutlaka soru sormayı bilelim. Doğru soruyu sorup doğru cevabı nerede bulabileceğimiz konusunda bize fırsat verdiğiniz için ben teşekkür ediyorum. Bu alanda bizim makalelerimize, yayınlarımıza her türlü platformda zaten ulaşabilirler. Ama bu cevaplar okuyan kişiye bir ışık açabilirse bizim için en önemli faydası bu olacaktır. Bu faydada sizin de bir emeğiniz olmasından dolayı size teşekkür ediyorum.

KAYNAKLAR Doğan Kuban, Osmanlı Mimarisi, 2007, İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi,Yıldız Perakende Evrakı, Hazine-i Hassa, Dosya No: 8, Gömlek No: 32 (aktaran; Bilinmeyen Aktörleri ve Olayları ile Osmanlı Mimarlığı, Selman Can, 2010, Erzurum İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü) 3 BOA. İrade Dâhiliye No: 62375 (aktaran; Bilinmeyen Aktörleri ve Olayları ile Osmanlı Mimarlığı, Selman Can, 2010, Erzurum İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü) 1 2


TÜRK’ÜZ! DOĞRUYUZ! TÜRK’ÜM DEMENİN SUÇ OLMAYA DOĞRU GİTTİĞİ BU İHANET SÜRECİNDE, BİZLER İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTELİ MİLLİYETÇİLER OLARAK “DEMOKRATİKLEŞME” ADI ALTINDAKİ BU HER TARAFIYLA İHANET KOKAN PAKETİ ASLA KABULLENMEYECEĞİZ! ÖNCE ORTAOKULLARDA ŞİMDİ DE İLKOKULLARDA ÖĞRENCİ ANDI’NIN KALDIRILMASININ TÜRK GENÇLİĞİNİN MİLLİ BİLİNCİNİ BALTALAMAK AMACIYLA PLANLANAN OYUNLAR OLDUĞUNU GÖRÜYOR VE SESSİZ KALAMIYORUZ! TÜRK GENÇLİĞİ, BU SİNDİREREK KABUL ETTİRME POLİTİKASININ FARKINDADIR. TUTTURMAYA ÇALIŞTIĞINIZ BU BOZUK MAYA, TÜRK KANINDA TUTMAZ, BUNU BÖYLE BİLİN! PASİF VE MİLLİ DUYGULARDAN YOKSUN BİR GENÇLİK İNŞA ETMEYE ÇALIŞAN TOPLUM MÜHENDİSLERİ ASLA KİRLİ EMELLERİNE ULAŞAMAYACAKLARDIR! OY ALMAK UĞRUNA VERİLEN TAVİZLERİN YENİ TAVİZLERİ DOĞURACAĞI, VE TERÖR ÖRGÜTÜNE VERİLEN HİÇ BİR TAVİZİN ÇÖZÜM GETİRMEYECEĞİ UNUTULMAMALIDIR. KANLA BESLENENLER TAVİZLERLE DOYMAZLAR. VE BİZ BİLİRİZ Kİ TÜRKÜK ŞEREFTİR VE ŞEREFİN TAVİZİ OLMAZ! TÜRK DEMEK TÜRKÇE DEMEKTİR. VE DİLİMİZE VURULAN HER DARBE TÜRKLÜĞÜMÜZE VURULAN BİR ZİNCİRDİR. FARKLI DİL VE LEHÇELERDE PROPAGANDANIN ÖNÜNÜ AÇMAK, ETNİSİTELERE MİLLİ KİMLİK KAZANDIRMA POLİTİKASIDIR. MİLLİ BÜTÜNLEŞMEYİ SAĞLAMAK YERİNE ETNİSİTELERİ ÖN PLANA ÇIKARARAK BÖLÜNMEYE ZEMİN OLUŞTURMAK HANGİ ZİHNİYETİN ESERİDİR?! TERÖR ÖRGÜTÜNÜN TEHDİDİ ALTINDA KALMIŞ HÜKÜMETİN BU AÇILIMLARININ DİYETİNİ HİÇ ŞÜPHESİZ Kİ YİNE MİLLETİMİZ ÖDEYECEKTİR. DEVLET YARDIMI İÇİN BARAJI %3’E ÇEKMENİN KİMLERE FAYDA SAĞLAYACAĞI AÇIKTIR. TERÖR ÖRGÜTÜNÜN SİYASİ KANADI OLAN PARTİLERE DEVLET YARDIMI YAPILMASI DEMEK, KENDİ VERGİLERİMİZLE KENDİ ASKERİMİZE KURŞUN SIKMAK DEMEKTİR. HADSİZLİK HAD SAFHADADIR! KÖY İSİMLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ, GAYRİRESMİ SINIRLARI ÇİZMEK DEĞİL DE NEDİR? ÖZEL OKULLARDA FARKLI DİL VE LEHÇELERDE EĞİTİMİN YOLUNUN AÇILMASI, BDP VE PKK’NIN KENDİ YETİŞMİŞ TERÖRİST KADROLARINI OLUŞTURMASINDA ETKİN ROL OYNAYACAKTIR! “BU BİR SON NOKTA DEĞİLDİR” DİYEN BAŞBAKANA SORUYORUZ: MİLLETİMİZ ÜZERİNDE OYNANAN BU KUMARIN SONU DAHA NEREYE VARACAKTIR? TÜRK MİLLETİ HENÜZ SON SÖZÜNÜ SÖYLEMEMİŞTİR. VE BU MİLLETİN SÖZCÜSÜ OLAN BİZ TÜRK GENÇLERİ BİR KEZ DAHA VE İNATLA HAYKIRIYORUZ: VARLIĞIMIZ TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN!

NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE! İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ MİLLİYETÇİLERİ (NOT: DEMOKRATİKLEŞME PAKETİNE İLİŞKİN YAYINLADIĞIMIZ BİLDİRİDİR.)


G

eçen sayımızda tasavvuftan söz etmiştik. Madem tasavvuf dedik o zaman hem tasavvufu daha iyi anlamak hem de tasavvufun ehli ve kaleleri olan zatlara bir bir uğrayarak onlara gönül borcumuzu ödemiş olalım. İlk fethedeceğimiz kale de içimizden, özümüzden biri olan Yunus Emre, diğer bir deyişle Emre’miz Yunus olsun. Çalmayın ozanlarım bugün sazınızı âşıklarınıza Çekmeyin yiğitlerim kınınızdan kılıçlarınızı namerde Öğretmeyin âlimlerim Elif’i gelecek olan talebelerinize Bugün Elif’imin gerçek güneşi doğuyor Anadolu’nun üzerine

Kâinatta her şey zıtlıkları ile birlikte yaratılmıştır. Yalnızca bir olan sonsuzluğun sahibinin zıttı yoktur. En basit olarak yaşadığınız şehirde zenginler akşam yemeklerini hangi lüks restoranda yiyeceklerini tartışırlarken, aynı şehirde hatta ve hatta zenginlerin gitmiş olduğu restoranların bulunmuş olduğu yollarda elleri üşüyen 8 yaşındaki mendil satan çocukları görmemeniz imkânsızdır. Olaya hem farklı bir pencereden bakabilmek hem de daha farklı örnekler vermek gerekirse en iyi örnek olarak peygamberleri, dervişleri, komutanları ve benzer insanları örnek olarak vermemiz mümkündür. Çünkü o insanlar öyle zamanlarda gelirler ki yaşadıkları dönemler içerisinde karanlıklar içinde kalmış olan insanları aydınlığa çıkarmayı hep başarmışlardır. Evet, o da güneş gibi doğmuştu Anadolu’nun üzerine. Öyle bir gelmişti ki Anadolu’ya ekilen nifak tohumlarını sevgiye barışa çevirmeye, yapılan zulümleri dindirmeye, yakılan yaralanan Anadolu’nun kalbine merhem olmaya, ağlayan Anadolu’nun gözyaşını silmeye gelmişti.Bununla birlikte gelişinin en büyük sebebi ise Anadolu’nun kalbine Elif’i yazabilmekti. Bahsettiğimiz kişi, bazen Âşık Yunus, bazen Garip Yunus, kimi zaman miskin, kimi zamansa Derviş

Yunus olmuştu ve günümüzde ise şeyhinin ona seslendiği gibi bizim Yunus’umuz olmuştu. Evet, Yunus bu sıfatlara bürünerek Anadolu’da yana yana dolaşarak yıllarca hasret çekilen sevgi, barış, kardeşlik tohumlarını dağıtmıştı. Peki, o dönemde Anadolu’da neler olmuştu da yürüyen sevgi pınarına ihtiyaç duyulmuştu? Bu soruya cevap vermeden önce, ilkin Anadolu’dan bahsetmek gerekir. Anadolu geçmişten günümüze kadar birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, taşıyla toprağıyla sahip olduğu zenginlikleri ile birçok devletin birbiriyle savaşlarına şahit olmuş ve bu savaşlar sonucunda birçok yara almış, ancak hiçbir zaman yıkılmayan, ayakta duran şerefli bir sancak olup son olarak da Türklere yâr olan nazlı bir sevgilidir. Türkler Alparslan’ın önderliğinde 1071 yılında Anadolu’nun kilitli kapılarını kırmışlar ve 1176 yılında Miryakefalon savaşı ile de Anadolu’ya tamamen yerleşmişlerdir. O günlerden itibaren Anadolu’nun uykularını kaçıracak, Anadolu’yu sefalete bataklığa sürükleyecek olan, tam da kurulmuş denilen düzeni yıkmayı amaçlayan ve Anadolu’nun huzurunu bozacak olan felaket saati yavaş yavaş işlemeye başlamıştı. Felaket bir zincirdi, zincirin ilk halkası haçlı seferleri, ikinci halkası Moğol istilaları, son halkası ise -aslında bu halkayı Moğol baskınları ile bir halka sayabiliriz- Bâbâ’i isyanlarıdır. Sözünü etmemiz gereken ilk önemli olay Türklerin bu coğrafyayı ikinci ve kalıcı yurt edinmeleridir. Çünkü sonradan meydana gelen haçlı seferleri ve Moğol akınları, yani Anadolu’yu Yunus Emre öncesinde bir felaket yurduna çeviren bu iki büyük olay Anadolu’nun Türkler tarafından fethiyle doğrudan ilgili olaylardır.1 Anadolu’da ve gittikleri birçok coğrafyada insanları siyah-beyaz veya mensup oldukları dine göre ayırmadan herkese eşit gözle bakmayı bilmişler ve


mükemmel düzenler kurmayı hep başarmışlardır. Bu söylediğimizi tarihin tozlu sayfalarını araladığımızda görmemiz mümkündür. Bahsettiğimiz kişiler başlarına Müslüman sıfatı alan Türklerdir. Ancak Müslüman Türkleri zararlı görmeye başlayan Avrupalılar Hıristiyan birliği adı altında haçlı seferleri diye adlandırdığımız 10961270 tarihleri arasında olmak üzere toplamda 8 tane haçlı seferi düzenlemişlerdir. Bunların üçü Anadolu’ya, geri kalanlar ise başta Kudüs olmak üzere diğer İslam bölgelerine yapılmıştır. Ancak Anadolu’nun yeni sahibi olan Müslüman Türkler bu gelenleri Anadolu’dan ve Kudüs’ten püskürtmeyi başarmışlardır. Avrupalıların Türkleri geldikleri yere, yani Orta Asya’ya kadar sürme planları suya düşmüş ve Anadolu’dan geri çekilmişlerdir. Ancak geride yanmış bir Anadolu, öldürülen, kılıçtan geçirilen bir sürü masum cansız beden bırakarak, Anadolu’nun güzelliklerini sömürerek, çalarak... İşte bu yaşanan olaylar Anadolu’nun hem maddiyatında hem de Anadolu insanının maneviyatında ağır yaralar açmıştır. Zincirin diğer kalan halkaları birbirini takip etti. Maneviyatı çöken Anadolu halkına kendilerini peygamber diye tanıtarak onların hem maddiyatını hem de maneviyatlarını sömüren Müslüman olan ancak Şamanist çizgilerinden kurtulamamış insanlar halkta haçlı seferlerinden sonra oluşan güvensizlik ortamını daha da arttırdı. İşte bu zinciri tarih Bâbâ’i isyanları olarak nitelendirir. Bu güvensizlik ortamından yararlanan sadece bunlar değildi. Zincirin son halkasını oluşturanlar ise Moğollardır. Belki de bu Anadolu’ya daha çok ağır gelmişti. Bunun nedeni ise geçtikleri her yerleri yakıp yıkan, çoluk çocuk demeden öldüren gözlerini kan bürümüş olan Moğolların eski akrabalarımız olmasıyla ilgilidir. İlerleyen satırlarda Yunus Emre ile Moğol zulümlerinin ilişkisinden uzunca bahsedeceğiz. İşte Anadolu böyle karanlık bir

devir yaşamıştı ve halk karanlıkların üzerine açacak olan güneşi bekliyordu. Anadolu da sevgi yurdunu kuracak olan kendi içinden kendi özünden olan Yunus’u... Yunus Emre’nin Hayatı

Anadolu’nun güneşi, yani Yunus Emre Anadolu Selçukluların çöküşüne, Osmanlı’nın ise kuruluş yıllarına doğru yaşamış olduğunu söyleyebiliriz. Eğer rakamlar ile ifade etmek gerekirse; Kesin olmamakla birlikte, Yunus Emre’nin genel olarak H.638 (M.1240-1241) yılında doğup, H.720 (M.1320-1321) yılında vefat ettiği kabul edilmektedir. Ancak biz Yunus Emre’nin 1320 yılında öldüğünü söylemiş olursak Yunus Emre’yi anlamamış oluruz. Sadece Yunus’u “Yunus Emre” olarak tanımlamış oluruz. Çünkü hem kendi sözünü hem de bugünlerde türkülere farklı bir hava katan şu sözü unutmuş oluruz: “Ne diyor Yunus Ata, Ölürse ten ölür canlar ölesi değil ana.” Evet, Yunus Emre’nin 1320 yılında bedeni ölmüştür ancak dün dedelerimizin okuduğu gibi bugün biz, yarın bizim çocuklarımız onun şiirlerini okudukça canı sonsuza dek yaşayacaktır. Yunus Emre’nin doğum ve ölüm yeri ile ilgili günümüzde de hala tartışmalar vardır. Aslında tartışma olması demek kesin bir yer bilinmiyor demek değil tam tersine birden fazla yer bilindiği için tartışmalar yaşanıyor. Ancak sözü Mustafa Özçelik’e bırakarak tartışmayı sonlandıralım. Yunusun doğum ve ölüm tarihi meselesi tartışmalara fazla konu olmaz; ama nerede doğduğu meselesi çok tartışılan bir konudur. Menkıbe, Yunus’u bir kıtlık yılında Sarıköy’den kaldırıp Sulucakarahöyük’teki Hacı Bektaş dergâhına götürür. Buna göre Yunus, bir Sakarya çocuğudur, Sarıköylüdür ve burada doğmuştur.2 Şimdi

Yunus

isminin

nereden

geldiğini


öğrenebilmek için sözü hem değerli kalemlerimizden olan Ahmet Hamdi Tanpınar’a hem de Mustafa Özçelik’e bırakalım. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre Yunus ismi ona doğduğunda kendine verilen ismi değildir. Yunus, sonradan Yunus peygamberin isminden mülhem olarak bu ismi benimsemiştir. Bilindiği gibi Yunus peygamber, putperest bir kavme elçi olarak gönderilir. Fakat kavmi onu dinlemez. O da bir an için nefsine kapılarak bir gemiye biner. Denize atılır. Onu bir balık yutar. Bu karanlık ortamda içine döner. Nefsinin kendisine oynadığı oyunu fark ederek tövbe edip pişmanlık gözyaşları döker. Sonunda İlâhi af gerçekleşir. Balık onu bir karaya bırakır. Karanlık safha biter ve aydınlığa ulaşır. Yunus Emre de şeyhinin “Sen hala dünya kokuyorsun” sözü üzerine dergahı terk edip dağlara düşmüş yani karanlık bir safhaya girmiştir. Bundan sonraki çilesi ise Yunus peygamberin yaşadıklarından farksızdır. Dergâhtan ayrılması, onu derin üzüntülere salar. O da pişmanlık gözyaşları döker. Sonunda oraya döner. Şeyhinin onu “Bizim Yunus mu?” diye karşılanması ise bağışlandığının bir ifadesidir. Yeniden Tanpınar’a dönecek olursak Yunus’un Tabduk Emre’ye intisabı, dergâhında kalışı oradan ayrılışı, tekrar gelişi ve nihayet izin alıp insanlar arasında bu defa irşat için yeniden girmesi, bütün bu kaybolma, kapanma, yeniden ve başka bir hüviyetle doğma hikâyesi, hep bu adın etrafında toplanabilecek vakıalardır.3 Tanpınar, sözün sonunu şöyle bağlar: “Çok muhtemeldir ki Yunus bu adı seçmiş olsun. Yahut da bu tesadüf bütün hayatına istikamet versin. Ben yine Peygamber Yunusun balığın karnına coşkun bir fırtına yüzünden düştüğünü göz önünde tutarak birinci şıkka ihtimal veriyorum”.4 Tanpınar, buradan daha ilginç bir sonuca daha ulaşır. Ona göre fırtınanın yerini burada Moğol istilasının hakiki bir cehennem yaptığı, doğduğu bu 13. asrın

ortası tutar.5 Şimdi de Yunus Emre’nin Tabduk Emre yanında hizmet etmeye başlamadan Tabduk Emre’ye derviş olmadan önceki sürecini anlatalım.

Bir nefes yeter mi nefsi köreltmeye Çıktı geldi bir Yunus derviş olmaya Pîrim gönlünün od’unu diledi Tabduk Sultan dergâhına odun istedi O bölge köylerinden birinde, Yunus adında, rençberlikle geçinir, çok fakir bir adam vardı. Bir yıl kıtlık oldu. Yunus’un fakirliği büsbütün arttı. Nihayet birçok keramet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş’a gelip yardım etmeyi düşündü. Sığırının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) koyup dergâha gitti. Pîrin ayağına yüz sürerken hediyesini verdi ve bir miktar buğday istedi. Hacı Bektaş ona lütufla muamele ederek bir kaç gün dergâhta misafir etti.Yunus geri dönmek için acele ediyordu. Dervişler Pîr’e Yunus’un acelesini anlattılar. O da: “Buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi?” diye haber gönderdi. O buğday istedi. Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi:“İsterse o alıcın her tanesince nefes edeyim!” dedi. Yunus buğdayda ısrar ediyordu. Hacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi: “İsterse her çekirdek sayısınca himmet edeyim” dedi. Yunus yine buğdayda ısrar edince Pîr emretti, buğdayı verdiler. Yunus dergâhtan uzaklaştı. Yolda yaptığı kusurun büyüklüğünü anladı. Pişman oldu. Geri dönerek kusurunu itiraf etti. O vakit Hacı Bektaş onun kilidi Tabduk Emre’ye verildiğini, isterse ona gitmesini söyledi. Yunus bu cevabı alır almaz hemen Tabduk dergâhına koşarak kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı(19). Yunus Tabduk Emre’nin dergâhına girdikten sonra dergâhın bütün işlerine koşturmuştur. Yunus’un


ilk işi dağdan odun toplamak oldu.Yunus Emre bu sayede şiirlerinde de yazmış olduğu aşk kitabını okumayı dağlardan öğrenmiştir. Çünkü zamanının birçoğunu dağda kendisiyle baş başa kalarak geçiren Yunus Emre’nin sürekli kendi içinde bir imtihan yaşaması ve bu imtihanlar sonucunda da dergâha sürekli düzgün odunlar götürerek nefsini terbiye etmesi onu benlik duygusundan vazgeçirerek ilahi aşka ulaşma yolunda iyice pişirmiştir. Yunus dizelerine bu anlattıklarımızı şöyle döker: “İlahi bir ışk vir bana kandalığum bilmeyeyin Yavukılayan ben beni isteyüben bulmayayın Şöyle hayran eyle beni bilmeyeyin dünden güni İsteyeyin daim seni ayruk nakşa kalmayayın Al gider benden benliği doldur içüme şenliği Dirlüğümde öldür beni varup anda ölmeyeyin” 6

Yunusun sürekli düzgün odunlar getirmesi Tabduk Emre’nin de dikkatini çekmiş ve bir gün Yunusa dağda hiç eğri odun yok mudur sorusuna karşılık Yunus “Şeyhim, burası öyle bir Hak ve doğruluk kapısı ki, buraya değil eğri adam, eğri odun bile giremez.” cevabını vermiştir. Yunus Emre’nin geleceğe, yani bizlere ve bizden sonraki nesillere bırakmış olduğu miras mesnevi tarzında yazmış olduğu 563 beyitten oluşan Risaletü’nNushiyye’dir. Söz saza girince değerlenirmiş Aşığa saz gerekli.. Bilgi okutulunca değerlenirmiş Alime bilgi gerekli.. Meydanlar mertlik ile değerlenirmiş Yiğide kılıç gerekli.. Toprak can ile değerlenirmiş Bundan gayrı Yunus’a toprak olmak gerekli.. Gönlünü Elif sevdasıyla od’un ateşinde yakıp tutuşturanlara selam olsun…

Işkın aldı benden beni,bana seni gerek seni Ben yanarım dünigüni bana seni gerek seni Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yerinürem Işkımıla avunurum bana seni gerek seni Işkunâşıkları öldürür ışk denizine taldurur Tecelliyle toldurur bana seni gerek seni Işkun şarabından içem mecnun olup tağadüşem Sensin dün ü gün endişem bana seni gerek seni Sufilere sohbet gerek ahilere ahret gerek Mecnunlara Leyli gerek bana seni gerek seni Eğer beni öldüreler külüm göğe savuralar Toprağım anda çağıra bana seni gerek seni Yunus’durur benim adum gün geldükçe artar oldum İki cihanda maksudum bana seni gerek seni. *** Ben yürürüm yana yana Aşk boyadı beni kana Ne akilem ne divane Gel gör beni aşk neyledi Gah eserim yeller gibi Gah tozarım yollar gibi Gah akarım seller gibi Gel gör beni aşk neyledi Akar suların çağlarım Dertli ciğerim dağlarım Şeyhim anuban ağlarım Gel gör beni aşk neyledi Ben yürürüm ilden ile Şeyh anarım dilden dile Gurbette halım kim bile Gel gör beni aşk neyledi Miskin Yunus biçareyim Baştan ayağa yareyim Dost elinde avareyim Gel gör beni aşk neyledi

KAYNAKLAR Mustafa Özçelik, Bizim Yunus, s.14 Mustafa Özçelik, Bizim Yunus, s.36 3 Mustafa Özçelik, Bizim Yunus, s.26-27 4 Mustafa Özçelik, Bizim Yunus, s.27, (Ahmet Hamdi Tanpınar,Edebiyat üzerine Makaleler, s.141) 5 Mustafa Özçelik, Bizim Yunus, s.27, (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat üzerine Makaleler, s.141) 6 Mehmet Bayrakdar, Yunus Emre ve aşk felsefesi, s.47 (A.g.y.:A.g.e.,s.58,87/4) 1 2


E

ski Türklerde aslen bir Gök Tanrı inancı bulunduğunu ve bolca Şamanî ögeler barındıran bu dine bağlı olarak gelişen çok sayıda ikincil kutsal varlık ve kavramların olduğunu dergimizin birinci sayısında söylemiştik. Bazı Türklerde zamanla bu ikincil ögelerin birincille eşit konuma gelmesi durumlarını düşündüğümüzde ise Türklerin zamanla farklı farklı inanç sistemlerine nasıl yatkınlık duyup kabul ettiklerini de biraz olsun anlayabiliyorduk. Bu ikincil tanrılar ve ruhlar hakkında çok ayrıntılı bilgi sahibi olamasak da, araştırmalarda çıkan sonuçlara değinecek olursak Orta Asya’da Altay ve Yakut Türklerinde evren algısına bakmak gerekir. Radloff’a göre AltayTürkleri evrenin birçok kattan oluştuğuna inanırlardı. Bu inanışı özetle şöyle anlatabiliriz: Yukarıda on yedi gök katı, aşağıda da yedi ya da dokuz yer katı bulunmaktadır. İnsanoğlu ise bu “ışık ve karanlık alemi” arasında yeryüzünde bulunur ve her iki alemin yani bir nevi cennet ve cehennemin etkisi altındadır. Tüm tanrılar, melekler ve iyi ruhlar ışık âleminde yaşar ve insanları korurlar. Karanlık aleminde ise insanlara zarar vermek isteyen tanrı ve kötü ruhlar bulunur. Gökteki bu tanrılar Kayra Han(17. Kat), Bay Ülgen(16. Kat), Kızagan Tanrı(9. Kat), Mergen Tanrı(7. kat), Gün Ana, Ay Ata, Kuday Yayuçi, Yayık (ya da May Ene-3. Kat), May Tere (3. Kat) şeklinde sıralanır. Bir de ‘yer-su’ denilen doğa tanrıları vardır ki bunlar on yedi tanedir. Yeryüzünde bulunurlar ve yer ile suyun koruyucularıdır. En güçlüsü, diğerlerinin babası sayılan

Ugan’dır(bazı kaynaklarda Yö-Kan (Han)). Diğerleri ise, Su Han, Demir Han,Talay Han, Adam Han, Mordo (Abakan) Han, Altay Han, Kırgız Han, Yabaş Han, Eder Han,Yabır Han, Kara Han, Puysan Han, Perbi Han, Mansar Han, Pırçu Han, Oktu Han şeklinde sıralanır. İsimler farklı Türk boylarına göre değişiklik gösterebilmektedir. Yeraltı aleminde ise insanlara zarar ziyan vermek isteyen kötü ruhlar bulunur ki Altaylılar bunlara Tümangi Tos (aşağı dünya) der. Bu kötü ruhların cinler, aynalar, körmösler, ötkerler ve yaman üzütler gibi türleri vardır. Başlarında ise Kayra Han tarafından yaratılan, ama -Yaratılış Destanı’na göre- kibrinden dolayı yeraltına mahkum edilen “Erlik Han” bulunur. Ziya Gökalp’e göre Erlik muhtemelen “yerlik” sözcüğünden gelir, bu sözcük de “yerli” anlamındadır. Erlik Han’dan daha aşağıda ise cehennem vardır ki günahkar insanlar öldüklerinde burada ceza çekerler. Ayrıca yeraltındaki tanrıya, kitabelerden anlaşıldığı üzere Göktürkler “Yağız Yer”, Oğuzlar ise “Kara Yer” derler. Yakutlar’da ise tanrılar ikiye ayrılırdı: Dokuz Ağa Uza ve Sekiz Ağa Uza. Dokuz Ağa Uza’ya göksel tanrılar girerdi. Buna göre, göğün katları dokuzdur ve bu katlarda bulunan tanrılar şöyle sıralanır: Aar Toyon Ağa, Yaradan Ak Han (Ürüng Ayıı Toyon), Tatlı Yaradan Anne (Nelbey Ayıı Kübey Hotun İye ya da Nelben Ayıısıt), Tatlı Doğurma Hanımı (Nalıgır Ayıısıt Hotun), Yer Hanımı, Cesegey Ayıı, Korkunç Balta Han (Sürdeeh Süge Toyon), Işık ve Şimşek Tanrısı (Han Caasın), Kader Tanrısı (Tanghasıt Cılga Han), Savaş Tanrısı (İlbis Han), Ruhların Öfkesinin Müjdecisi (Orduk Casabıl), Lütuflar Müjdecisi (Han İeyehsit Ecen Ayıı), Kuşlar Tanrısı (Süng Han), Davar Tanrısı (Mogol Toyon), Avcılık Tanrısı (Baay Bayanay), Kapıcı (Bosol Toyon), Buomça Hatun, Er Tanrısı (Bran Batır),


Alas Batır, Yoksullar Tanrısı (Muçera). Burada

sıklıkla kullanılan “toyon” sözcüğü tanrı, efendi anlamlarına gelmektedir, “han” sözcüğü de bu anlamda kullanılır. “Ayıı” sözcüğü ise yaratan anlamındadır. Sekiz Ağa Uza’ya ise yer-sular girer: Sonsuzun

Ulu Hanı (Ulu Teye-Ulu Toyon), Tunç Başlı Han (Altan Sabaray Toyon), Talıırdaah Taan Taralıı Toyon, Günah Han (Arah Toyon), Balçık Yürekli Han (Bour Malaahay Toyon), Yakutlar Hastalığı (Terad), Çinli Baksay Han (Kıtay Bahsı Toyon), Namık Hanım.

Yakutlar’a göre yeraltı âlemi ise yeryüzü ile aynıdır. Burada yaşayan kötü ruhların isimleri ve sayıları belirsizdir. Çünkü isimlerini söylemekten korkulur ve bu yüzden net olarak öğrenilememiştir. Bunlardan anladığımız kadarıyla Türklerde evren gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üç kısımda ele alınır diyebiliyoruz. Burada evren algısından bahsederken Yaratılış Destanı’na da değinmek gerekir ki Türklerin en eski destanlarındandır ve isminden de anlaşılacağı üzere yaratılışı konu alır. Farklı anlatımları da olan bu destana göre, başlangıçta sadece Tengere Kayra Han ve su vardı. Kayra Han bir gün yalnızlıktan bıktı ve kendisine benzer bir varlık yaratarak, ona kişi dedi. Başta Kayra Han ile kişi su üzerinde uçarlardı.Ancak kişi, sadece Kayra Han ile olmaktan memnun değildi ve kibirle Kayra Han’dan da fazla yükselmek istiyordu. Bu düşünce ve hareketlerinden dolayı kişi uçma yetisini kaybetti ve suyun derinliklerine düştü. Boğulacakken Tengere Kayra Han’dan (Kayırıcı Gök Han) yardım istedi ve Kayra Han, kişi artık uçamayacağı için ona “yer” yarattı. Ancak kişi yine nankörlük edince, Kayra Han ona “Erlik” adını taktı ve onu kovdu. Bunun üzerine yerden dokuz dalı olan bir ağaç büyüterek, her dalın altında bir kişi yarattı. Bunlar yeryüzünde yaşayan

dokuz boyun ataları oldular. Erlik bu insanları kendi himayesine almak istedi, Kayra Han izin vermedi. Bunun üzerine de Erlik, insanları yoldan çıkardı. Kayra Han ise Erlik’e bu kadar çabuk kanan insanoğluna kızdı ve onları kendi haline bırakmaya karar verdi. Bunun üzerine göğün katlarını ve sakinlerini yarattı, kendisi de en yüksek katına yerleşti. Erlik’i ise yeraltına sürdü. Bu göğü gören Erlik kendisi için yeraltında katlar yapmaya karar verdi ve oraya kendi emrindeki kötü ruhları, yani yoldan çıkardığı insanları yerleştirdi. Bu destan ikincil tanrılar ve ruhlar gibi ögelerin nasıl oluştuğu inanışını da bizlere gösteriyor. İnanıştaki bu gelişmeler ve değişimler, bir önceki yazıda bahsettiklerimizi hatırlatıyor: Türkler din ile iç içe bir hayat sürerlerdi ve toplum değişip geliştikçe din de değişip gelişirdi. Eski Türk Dininde toplumca otoritesi kabul edilen peygamberler ya da yazılı kurallar/temeller olmadığı için de inanış sürekli bir değişime uğramıştır. Ancak temeldeki Ulu Gök Tanrı kültünü bir şekilde korumayı başarmıştır. Peki halkın bu tanrılar ve ruhlar ile iletişimi nasıldı? Radloff’a göre bu ruhlar ve tanrılar insanlığı yaratan, koruyan kollayan ve yaşatan olarak görülürler. İnsanlar yeryüzünde yaşadıklarından dolayı en çok Yer-su tanrılarına yakındırlar ve onların iyiliğinden doğrudan doğruya yararlanmak için aracısız onlarla bağlantı kurarlardı. Öte yandan göğün yüksek katlarındaki tanrılar ile yeraltındaki tanrı ve ruhlara aracısız başvurmaya korkarlardı, bu yüzden aracılık yapması için cennette yaşayan atalarına başvururlardı. Fakat ataların aracılığına ve yardımına başvurmak da herkesin yapabileceği bir şey değildi, bu güç sadece belli bazı kamlara(şaman) verilmişti. Bu


güçleri ailelerinden alırlardı. Soylarından gelen bu güç ve şaman davulunun yardımı ile Yer-su ve ata ruhları çağrılır ve yardımları sağlanırdı. Ataların aracılığının nasıl sağlandığı ise Radloff’un Sibirya gezileri sırasında duyduğu, Töles boyundan (Orta Asya’da dağınık Türk boyları) olan bir kişinin ellerini göğe kaldırarak okuduğu duadan görülebilmektedir:

Bu zamana kadar konuştuklarımızdan, Eski Türkler’in Gök Tanrı temelli bir inanışa sahip oldukları, ancak bu inanışın bolca şamani öge barındırarak ikincil tanrı ve ruhlarla zenginleştiğini çıkartabiliriz. Aynı şekilde eski Türkler gök, yer, su ve atalarına derin bir saygı ile bağlıydılar ve kamlara da toplumda çok Dokuz dallı yaşam ağacı (Ulukayın) önem veriliyordu.

Kayra Kan! Kayra Kan! Alaş! Alaş! Alaş! Avuç içi kadar açık ver! Çuvaldız kadar deşik ver! Soylu kişinin torunuyum! Sedir ağacının köküyüm, Abu Tobu diye çağırdım, Ongustay Kuldurak diye çağırdım, Göğün göbeği yerde olsun! Yerin göbeği gökte olsun! Paştıgan dayımı çağırıyorum, Göğün yolunu aç! Avuç içi kadar açık ver! Çuvaldız kadar deşik ver! Yüksek dağın arkasından geç! Abakan dağının başından geç! Kayra Kan! Ey Kayra Kan! Alaş! Alaş! Alaş!

Ancak ne kadar araştırma yapıp bulduğumuz bilgileri süzgeçten geçirip toparlamaya çalışsak da bilgiler yeterli gelmemekte, kesin ve doyurucu bilgi elde edememekteyiz. Bu durumlar atalarımız hakkında daha çok araştırma yapılması gerektiğini bir kez daha kanıtlamaktadır. Yine de elde edeceğimiz bilgiler ve yorumlamaları ile ikincil varlıkların ayrıntılarına ve genel inanç içindeki totemist ve atalara tapınma gibi yorumlanabilecek diğer unsurlara da -destanlarımızı da işin içine katarakönümüzdeki yazılarda değinmeye çalışacağız.

KAYNAKLAR Ziya Gökalp - Türk Uygarlığı Tarihi Wilhelm Radloff - Sibirya’dan Harun Güngör - Türk Bodun Bilimi Araştırmaları İbrahim Kafesoğlu - Eski Türk Dini


T

ürkiye’deki eğitim öğretim sisteminde baş gösteren sıkıntılardan biri ve hatta en önemlisi yabancı dilde eğitim konusu. Daha çok üniversitelerde yaygın olan yabancı dilde eğitim Türkçe’nin gelişimini engellemekte ve kullanım alanlarını daraltmaktadır. Bu yazıda da bu konunun hem ülkemizin hem de dilimizin gelişimindeki yeri ve öneminden bahsedilecektir. Üniversitelerde her yıl gittikçe yaygınlaşan ve ülkemizin en önemli üniversitelerinde uzun zamandır bizlere ne kazandırdığı tartışılmaksızın yabancı dilde eğitim verilmeye devam etmektedir. Peki yabancı dilde eğitim ile amaçlanan nedir? Ülkemizin bilim dalında batılı ülkelerden geri kalmaması ve teknoloji alanında atılım yapması amaçlanmaktadır. Uygulamanın başladığı zamandan bugüne kadar baktığımızda amaçlanan hiçbir şey gerçekleşmemiş, aksine dilimiz zarar görmüştür. Türkçemizin gördüğü zararları şöyle açıklayabiliriz: Kendi ülkemizde dahi fen bilimleri, matematik gibi bilim alanındaki dersleri Türkçe olarak görmezken Türkçe’nin bu alanda gelişeceğini düşünmek biraz hayalcilik olur. Bir dilin bilimsel alanda gelişebilmesi için bu alanlarda kullanılmalı, makaleler yazılmalı veya literatüre kelime kazandırmalıdır. Türkçe’nin gelişimindeki en büyük engel de yabancı dilde eğitim olmaktadır. Eğer ki bu sistem değiştirilmezse; yeni nesil, bilim alanında araştırma yaparken yabancı dillere mahkum olacaktır. Kendi dilinden uzaklaşacaktır. İşin bir de ülke boyutu var ki; bu eğitim sisteminin Türkiye için sonuçları gözardı edilemez.Yabancı dille eğitilmiş nesilin herşeyden önce milli duyguları körelir! Eski nesil ile yeni nesil arası kültür çatışmaları yaşanır. Derdi, kederi paylaşamazlar. Yaşanan bu durumlar beyin göçüne de zemin hazırlar ve ülkemizde aydın nesil yetişmesinin önünü keser. Ayrıca başka bir açıdan baktığımızda da, Dünya’da yabancı dilde eğitimi geri kalmış Afrika ve Asya ülkeleri vermektedir.

Almanya, Fransa gibi gelişmiş ülkelerde böyle bir sistem söz konusu değildir. Bu da eğitim sisteminin ne kadar yanlış olduğunu gözler önüne seriyor. Yabancı dilde eğitimi verirken uygulama konusunda da çok eksiklikler vardır. En önemli eksiklik hocaların yabancı dil bakımından yetersiz olmasıdır. Her öğretim görevlisi dersi anadilde anlatmak ister. Nedeni ise kendi dilinin tüm inceliklerini bilir ve ne anlatmak istediğini daha iyi ifade eder.Yabancı dil için bu durum geçerli değildir, ancak kalıp cümlelerle dersi anlatabilir. Ama ne yazık ki onların elinde olan bir durum değildir. Bir başka eksiklik de öğrenciler de oluşacak algı yetersizliği. Hiçbir öğrenci konuya tümüyle hâkim olamayacaktır. Bu da onları araştırma kısmında zor durumda bırakacak ve kişisel gelişimlerinin önünü tıkayacaktır. Peki dilimizi ve ülkemizi geliştirmek için ne yapılmalıdır? Yapılacak şey çok basittir: Anadilde eğitim vermek ve dilimizi hakettiği yerlere çıkarmak. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun da belirttiği gibi: ‘’Kurtuluşumuz Türkçe ile olacak. Biz bunu tarihe bakarak söylüyoruz. Türk tarihi bilime yön vermiş bilim adamlarıyla dolu. Harezmi, Gazali, İbni Sina, Biruni, Farabi ve daha binlercesi...’’ İlle de yabancı dil öğrenmek ve o alanda gelişmek isteyen varsa da yabancı dil kursuna gitsin! Her köşe başında başka bir kursun broşürü dağıtılıyor, gitsin bir tanesinde öğrensin yabancı dili! Cümlelerimizi toparlamak gerekirse; bu güzel Türkçe’nin kıymetini iyi bilmeliyiz ve Türk dilinde eğitilmeliyiz ki dilimizi ve kendimizi geliştirelim. Yazımı Atatürk’ün bir sözüyle bitirmek istiyorum: ‘’Türk demek, dil demektir. Millet olmanın en belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk milletindenim diyen kişi her şeyden önce Türkçe konuşmalıdır. Amacımız, Türk Dili’nin öz zenginliğini ortaya çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmektir.’’




D

il insanlar arasındaki iletişimi sağlayan bir araçtır. Bu araç seslerden örülmüş bir duvar gibidir. Bu sesler milletin, kültürün bağrından kopup gelen seslerdir. Dil bir milleti bir arada tutan en önemli öğelerden de biridir. Bu durumun olması için toplumun dili bir, sesi bir olmalıdır. Böylece dil toplumsal olarak çok önemli bir konumdadır. ‘’Bizim milliyetçiliğimizin esası dil birliğinin korunmasıyla mümkün olacaktır’’(1938) demiş Mustafa Kemal Atatürk. Ülkü olarak belirlemiş dil birliğini. Gel gelelim günümüz siyasi atmosferine. Adeta dilimizi parçalamak için yapılan sayısız çalışma ve bunun maskesi de demokratikleşme. Bu insanlar milliyetçiliğin sırası geldiğinde Atatürk’ün izindeyiz demeyi, İslamcılığın sırası geldiğindeyse ne hikmetse Atatürk’ü yerin dibine sokmayı alışkanlık haline getirmişler. Bununla birlikte hedef aldıkları kitleyi, başka bir ifadeyle sözde %50’yi tutarsız siyasi savlarla aptal yerine koymaktalar. Düşünce dilin en içten halidir. Dile kan getirir. Düşünülmeden kullanılan dil de değersizdir. Diğer taraftan insanın düşünmesi de dil sayesinde olur. Türk Türkçe düşünür, Acem Farsça. Düşüncenin en mühim insan eylemi olduğunu ele alırsak dili sağlam olanın düşüncesi de kuvvetli ve sağlam olacaktır. Düşüncesi tutarlı olanın ise ilerlemesi kolay olacaktır. Bundan dolayıdır ki dilimize sahip çıktığımız zamanlarda altın çağlar yaşamışızdır. Dilimiz ne kadar zengin olduysa kültürümüz ve medeniyetimiz de o kadar göz kamaştırıcı olmuştur. Üzülerek ifade ediyorum ki günümüzde tablo hiç de iç açıcı gözükmüyor. Turistik mekânları söylemiyorum bile, hayatımızın her yerinde yozlaşmış bir Türkçe ya da tamamen ecnebi

özentisiyle yazılmış abuk sabuk tabelalar.Yalnız bu durum bile gidişatın habercisi. Neden bir İngiliz 16. yüzyılda yazılan Romeo ve Juliet’i rahatlıkla anlarken biz bırakın 16. yy Fuzûlî’sini Bâki’sini, 1950lerdeki daha dün denilebilecek tarihteki Yahya Kemal’i anlayamıyoruz? Neden yabancı memleketlerde insanlar bizim kullandığımız kelime sayısından iki kat fazla kelime kullanıyor; beynindeki fazla kelimeyle üretiyor gelişiyor? Almanca ve İngilizce Türkçeden daha fazla kelimeye mi sahip yahut daha kadim daha ileriki bir medeniyete mi dayanıyor? Bireysel tembellik had safhada. Hatanın asıl kaynağı da bu. Gördüğümüz yanlışı düzeltmek bir yana yanlışı ısrarla kullanıyoruz. Dil bizim her şeyimiz, evimiz, ocağımız, ekmeğimiz, atamız, ağzımızda annemizin ak sütü. Dil hem millete kan pompalayan kalp hem geçmişi hatırlatıp geleceğe yürüyen zihindir. Kalbi duran ölür; zihni yiten delirir. KAYNAKLAR Müdafaa-i Hukuk Dergisi, 2003 Ağustos Yavuz Bülent Bakiler Mülakatları Türk Dili Dergisi Sayı:737, Mayıs 2013


“Bırak eşkıya bilsinler” bizi, ‘Faşist’ desinler bilmeden düşüncemizi, Ezberlesinler onlara miras sloganları, Ve devrimci sansınlar en kapitalist dinozorları.. Biz yine kavgada olacağız.. Son barikat yıkılsa da siper olacak göğsümüz, Biz ölsek de biliriz söylenecek türkümüz! Grup Orhun

B

öyle bir başlığı atmamın sebebi bazı grupların haksız ve önyargılı suçlamalarıdır. Biz üniversiteli Türk Milliyetçileri olarak 60 senedir aynı sloganları atan, kendini aydınlanmış gibi gören fikir acizi grupları kendimize muhattap etmiyoruz ve sükûtumuzdan anlamayanların kelâmımızdan da anlamayacaklarını iyi biliyoruz. Ama muallâkta kalmış Anadolu insanına kendimizi bizzat biz anlatmak isteriz. Birincisi biz faşist değiliz. Faşist demek bir devrin İtalyan milliyetçisi demektir.1 Biz kendimizi Türk Milliyetçisi olarak tanımlıyoruz. Türk Milliyetçisi kelimesini biraz daha açmak için Türk ve milliyetçilik kelimelerini tanımlamak gerekir. H.Nihal Atsız’ın dediği gibi “Türkler, Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğudur”.2 Bu gruplar eğer at gözlüklerini çıkarabilirlerse en büyük kafatasçı olarak gördükleri Nihal Atsız’ın ifadelerinin içtimaî olduğunu göreceklerdir. Milliyetçilik ise en kısa tabiriyle milletini sevmektir. Bu bağlamda biz Türk Milletini seven insanlarız. Yalnız milletimi seviyorum diyen bir kimse, bu sevgisini yine milleti zulüm için göze almaya hazır olduğu fedakârlıklarla

ispatlayabilir. Yalnızca menfaatten ibaret olan bir milli histen söz edilemez. Sadece “hüloğ!” (hurra!) diye bağırmakla vatanperver olunamaz. Biz bu millet için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırız. Bundan 2000 sene önce de böyleydi, 30 sene öncede. 30 sene önce silahlı mücadele etmemiz gerekiyordu ettik. Şimdi de derslerimize önem vermemiz gerekiyor veriyoruz. Türk Milletini yüce dinimiz İslam’ın ışığında da yükseltmeyi ülkü edindik, başaracağız. Bizim düşüncemizin başka milletleri aşağıladığını düşünenler olabilir. Ama Türk Milliyetçiliği hiç bir zaman başka milleti küçük görmek, yok etmek veyahut o millete etmek fikri ve duygusu ile alakalı olmamıştır.3 En başta belirttiğim gibi bizi kendine karşı (onların tabiriyle ‘kontra’) gören aciz insanları kendimize rakip görmüyoruz. Kendi düşüncemizi anlattık, susuyor ve yolumuza, davamıza devam ediyoruz. Varlığımız Türk varlığına armağan olsun. KAYNAKLAR

1.H.Nihal ATSIZ, ÖTÜKEN, Sayı:4 2.H.Nihal ATSIZ, Türkçülük ve Siyaset 3.Alparslan Türkeş, Dokuz Işık S.Ahmet Arvasi, Türk İslam Ülküsü


D

emircilik, Hz. Davut peygamberin de piri olduğu eski bir meslektir. Bu mesleği sanat yapan şey, alın terini sermaye edinmiş ustaların çekiçleriyle medeniyete şekil vermesidir. Demircilik, Türk tarihinde çok eskilere dayanır. Birçok Türk destanında bu sanatın önemini görebiliriz. Türkler, demircilerine toplum içinde saygın bir yer vermişlerdir. Bunun en güzel örneği Manas Destanı’ndadır. Manas’ın Nogay Han’ının kızını demircisine hediye vermesi, bu önemi kanıtlar niteliktedir. Ayrıca Türk kültüründe demir; mertlik, doğruluk ve cesareti simgeler. Bazı destanlardan da anlaşıldığı üzere demirci, Türk toplumlarında bilge kabul edilir. Hatta doğaüstü güçleri olduğuna bile inanılmıştır. Demircilik, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde en önemli zamanlarını yaşamıştır. Demir, usta ellerin çekiç darbeleriyle mimari, süsleme, tarım araçları, silahlar, mutfak eşyaları, müzik aletleri ve daha sayamadığımız birçok nesnenin yapımında kullanılmıştır. Türk tarihine bakarsak, demirciler daha çok kesici, delici silah yapımıyla ün kazanmışlardır. Türk ustaları, kılıç, bıçak, mızrak ve ok temreni yapma konusunda dünyanın saygısını kazanmıştır. Türk demircilerinden ve ürünlerinden birçok yabancı tarih kaynağında övgü ile söz edilmiştir. Kılıç, süvari bir ulus olan Türkler için kutsal bir silahtır. Yeminlerini bile kılıç üstüne yapmışlardır. Osmanlı zamanında Türk kılıçları, tasarımları ile dünya uluslarının beğenisini kazanmıştır. Fakat kılıç, Osmanlı zamanında sayıca en çok kullanılan silah olduğu halde yapım aşamaları ve yapım yerleri ile ilgili bilgi yok denecek kadar azdır. Türk kılıçlarının en büyük özellikleri; tasarımları,

namlu çelikleri ve dönemine göre namlu üzerinde oldukça ileri süsleme teknikleridir. Kılıçların uzunlukları ve genişlikleri hakkında kalıplaşmış ölçüler olmasa da birbirine yakınlık göstermektedir. Bu hususlar, ustalara göre değişmiştir. Fakat tarihte iki tip kılıç öne çıkmıştır. Bunlardan birincisi Türk devletlerinin savaştığı sırada birçok ülkeye yayılmış ve daha sonra yaygın kılıç kavramı kazanmış olan Türk kılıcıdır. Türk kılıçlarının çoğunda ağırlık, namlunun ucunda toplanmıştır. Bu sayede darbe gücü arttırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet’inde kullandığı Türk kılıcı, eğri kılıç ismiyle de anılır. Bu kılıcın uç kısmında dışa doğru bir kavis vardır. Kavisin başladığı yere mahmuz, devamına ise yalman denir. Yalman bölümünün çift tarafı da keskindir. Saptan itibaren keskin olmayan üst kısmına sırt denilir. Sırtın altındaki uzun keskin bölümün ismi ise yalımdır. Sap bölümü ise alttan kısa bir çıkıntı ve sapın namlu ile buluştuğu noktada ise iki yana uzanan balçağa sahiptir. Bu sap yapısı, kılıcın elden kaymaması ve ele iyi oturması için tasarlanmıştır. Namlusunda kan oluğu denilen ince ve uzun bir oluk vardır. Bu kılıç, çok hafiftir. Süvariler için tasarlanmış denilebilir. Çapraz vuruş teknikleriyle birden fazla düşmanı etkisiz hale getirebilir. Ayrıca tek hamleyle arkadan gelen düşmanı da etkisiz hale getirmeye olanak sağlar. Bu kılıç tamamen çeliktir.

1- YALMAN 4- NAMLU 7- BALÇAK 10- KABZA

2- MAHMUZ 5- SIRT 8- BALÇAK KOLU 11- KABZA BAŞI

3- KAN OLUĞU 6- AĞIZ 9- PERÇİNLER


İkinci tip kılıcımız, yine dünya Mızrak ve ok temrenleri de aynı ulusları arasında kabul görmüş, şekilde karbon çeliğinden dövülerek genelde yeniçeriler ile özdeşleşen yapılır. Ok temrenleri için (kemik yatağan kılıcıdır. Bu kılıcın tasarımı gibi) farklı maddelerin kullanıldığı çok farklıdır. Genelde yerde ve da olmuştur. Mızraklara ve ok yakın savaşlar verilirken kullanılan temrenlerine atılacağı uzaklığa veya bir kılıçtır. Darbe etkisi en üst darbe etkisine göre değişik şekiller düzeydedir ve bu özelliği onu verilir. önemli kılmıştır. Bu kılıç içe dönük bir kavise sahiptir. Tek tarafı Kılıç yapım aşamaları, eski keskindir. Keskin ağzı çelik, sırt kısmı Türk dönemlerinde gerekli alet ise esnek olması için demirdendir. eksikliğinden dolayı oldukça Sırt tarafı silahsız kişilere müdahale zahmetliydi. Fakat bu zahmet, edilirken kullanılır. Saplarında ise özeni, el emeğini ve kaliteyi sağladı. Yatağan Kılıcıyla Atatürk kulakçıklar bulunur. Bu kulakçıklar, Kılıçlar, fırınlarda ısıtılan demirlerin savrulması zor olan yatağan için ustalıkla dövülmesiyle şekillenirdi. Dövme işlemi uzun ve tasarlanmıştır. Sap malzemesi olarak sert ve yorucu olduğu için birkaç kişi tarafından yapılırdı. sağlam malzemeler kullanılır. Türk kılıçlarında Şekillenen kılıcın sap taslağı çıkarılırdı. Daha sonra çoğunlukla sap yapımında kemik, boynuz ve şimşir sağlamlık için en önemli kısım olan su verme kullanılmıştır. Sapların başındaki bilezik ise başta işlemi yapılırdı. Su vermek, ham çeliğin istenilen pirinç olmak üzere farklı madenlerden yapılır sertliğe ulaşması için belli bir renge kadar ısıtılıp ve kılıcın sırt kısmına desteklik sağlar. Yatağan su, yağ ya da hava ile aniden soğutulması demektir. kılıçlarının özel bir kılıç kullanma tekniği vardır. O zamanlar bu işlemi ölçecek ya da belirleyecek Osmanlı dönemi yatağanları kabza ve namlu bir standart olmadığı için ustanın hüneri burada süslemeleriyle de dikkat çeker. ortaya çıkardı. Son aşamalarda sap takılır, imza atılır, süslemeler yapılır ve çelik parlatılırdı. Daha Osmanlı kılıçları kullanılan çeliğin sağlamlığı sonra biley taşlarıyla son keskinlik kazandırılırdı. ve yapısıyla da ünlüdür. Görsel açıdan çok Ok temrenleri ve mızrak uçları da benzer güzel olan şam çeliği (dımışkı), yöneticiler ve aşamalardan geçerek yapılırdı. koleksiyonerler için kullanılırdı. Bu çelik beş yüz kat tekrar tekrar dövülür ve farklı kimyasallarla Türk demirciliği, eski yöntemleriyle, tamamen el hazırlanan bu çeliğin üzerinde bazı desenler emeğiyle sadece birkaç ilimizde yaşatılan bir sanat oluşur. Bu desenler keskin ağızda farklı sertliklere olarak günümüze ulaşmıştır.Yatağan kılıcını yabancı neden olduğu için pek kullanışlı değildir. Dönemin ustaların kendi sergilerinde tanıtması rahatsız padişahı Fatih Sultan Mehmet, dımışkı için olmamız gereken bir gerçektir. En büyük sanat özel bir atölye bile yaptırmıştır. Genel olarak el emeğidir. Kültürümüzü, tarihimizi yaşatmak bu çelik dışında karbon oranı yüksek çelikler için fabrikasyon ürünler almak yerine el emeği, kullanılmıştır. Karbon oranının yüksekliği sertliğin göz nuru ürünler üreten ustalarımızdan alışveriş bir göstergesidir ve bu oran paslanmayı arttırır. yapalım. Kültürümüzü yansıtan tüm el sanatlarını Bu nedenle eski kılıçların sürekli bakıma ihtiyacı yaşatalım. Çünkü kültür, tarihin en canlı parçasıdır. vardır. Bu tip kılıçlar kolay bilenir, zor körelir.


Kursunlanan Bir Bozkurt, Çıkarılan Göz Menem! AHMET AVLAMAZ 25.5.1978 Konya’nın Ereğli ilçesindendi. İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi öğrencisiydi. İstanbul Maçka’da oturuyordu. Çok kuvvetli bir sezgiye sahip olduğu için arkadaşları arasında „Evliya Ahmet“ diye tanınırdı. Birkaç arkadaşıyla beraber imtihanlara girmek için okula giderken komünistlerin saldırısına uğrayarak şehit edildi. Cenazesi memleketinde toprağa verildi.

İsmail TIĞLI 21.11.1975 İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği bölümü 3. sınıf öğrencisiydi. 21 Kasım 1975’te 23 yaşındayken İstanbul Beyazıt Meydanı’nda, Marmara Kıraathanesi’nin önünde, üstünde “Türkiye Bölünmez Bir Bütündür.” yazılı bir afişi asarken, komünist militanlar tarafından binlerce kişinin gözleri önünde kurşunlanarak şehit edildi.

Mehmet SARIASLAN 31.1.1977 İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi olup 23 yaşındaydı. Olay günü, İstanbul’da bir arkadaşı ile beraber okula giderken, Karaköy İskelesi yakınlarında komünist militanların saldırısına uğrayarak şehit edildi.

“Taşıdığım bayrak, temsil ettiğim mukaddes Türk milliyetçiliği davası uğrunda, komünist ve bölücü hainlerin kurşunlarıyla toprağa düşerek şehitler ordusuna katılmış olan Ruhi Kılıçkıran’dan Gün Sazak’a kadar şehit evlât ve kardeşlerimin rûhâniyetlerinin de şu anda bizimle beraber olduklarını biliyorum. Onlar da beni dinliyorlar. Onların tekzip etmeyecekleri şekilde konuşmaya, yalnız hak bildiğimi söylemeye mecburum. Çünkü onlar, o üç bin altı yüz can, bu hak bildiğimiz yolda ‘vatan, millet, din ve devlet’ uğrunda şehit oldular. Onlar hem şehitlerimiz, hem de şahitlerimizdir.Yarın huzur-ı ilâhîde de bana şahitlik edecek olanlar, onlardır... Onların huzurunda, onlar için konuşacağım.! Ebed-müdded olan Türk devletine; kıyamete kadar hür, müstakil, mes’ut ve müreffeh yaşamasını, her gayeden aziz bildiğimiz Büyük Türk Milletine bugüne kadar hizmet etmiş ve etmekte olanlar için; yarın aynı yolda, aynı heyecan ve şuurla bu kutsal hizmetin bayrağını taşıyacak olanlar için konuşacağım.! Milletim aldatılmasın, şaşırtılmasın, milletim gerçeği bilsin diye konuşacağım.!” (Alparslan Türkeş’in 12 Eylül savunmasına başlarken yaptığı konuşma)


YETİK OZAN’A Sırtımızı yasladık tozpembe hayallere, Yarınlar yakın derken dünümüzü kaybettik.. Bilmiyorum üstadım nerden geldik bu yere, Pusulamız nerede, yönümüzü kaybettik! Hangi bahtlı adam ki muradına erecek? Kim bu devrana ait kim bu yolu sürecek? Bir gök kaldı uçacak, bir toprak var girecek! Sağı, solu, arkayı, önümüzü kaybettik.. Leke değmiş meclisin sohbetine sazına, Çakmak tutar olduk ya kahpelerin nazına, Yazıklar olsun, düştük üç beş piçin ağzına! Şerefimizi soyduk, şanımızı kaybettik! Hasret iken dudaklar sevda buselerine, Biz götürüp kondurduk içki şişelerine, Şuurumuzu kustuk şehrin köşelerine, Yaktırdık takvimleri, anımızı kaybettik! Unuttuk, unutturduk kutlu rehberimizi, Yağız’ım soldurdular solmayan benzimizi, Yatak odalarında öldürdük kendimizi, Neslimizi harcadık kanımızı kaybettik!

ARİF İNAN YILDIRIM ‘Yağız Ozan’

ANCAK BU YOLDA ÖLÜRSEN Tez yok ola kâfirler, vurun gâvurun üstüne, Tekbîrlerle yürüyelim küffarın üzerine, İslâmla büyüyelim, şanımız artık göklere, Türk’ün büyüklüğü artsın, çıksın arşın tepesine! Bile kılıcını kargını, çıkacağız uzun yola, Unutma! Ardından ağlayacak binlerce ana baba! Mukaddes bir dava bu, üzülme, sakın ağlama. Vallahi ecdâdın hakkını helâl etmez sana... Tanrı’ya duâ edelim, açalım elleri semâya, Helâk etme bizi Ya Rab, bağışla bizi bu orduya, Tekbîr, tekbîr Türk evlâdı ne durursun, yürü sen! Kurtulur bu vatan, ancak bu yolda dövüşürsen...

EYÜP DOĞAN ‘Kum’


“Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan; Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan...” Ziya Gökalp ‘’Osmanlı İmparatorluğunun ümmet politikasiyle ayakta duramayacağı anlaşılınca vicdanlarda bir vatan olarak (Turan) yolunu gösteren ve bütün yazılarında Pan Turanizm’i hatta Pan Türkizm’i savunan Hüseyinzâde Ali Bey Tıbbıye’de cildiye hocamızdı. Umumi bilgisi çok kuvvetli idi. Rusça,Yunanca, Latince, Almanca, Farsca ve Çağataycayı edebiyatiyle biliyordu. Din bilgisi,tasavvuf, felsefe, mitoloji, filoloji, tarih, matematik ve astronomi sahalarında derin bilgisi vardı. Ressamdı, kalem çalardı, şairdi. Goethe, Schiller gibi garp mütefekkir ve ediplerini onun kalemiyle tanımıştık. Ali bey kuvvetli bir tahsil görmüştü... ...Ali Bey ‘Ben Türküm, ben Müslümanım. Türkiye bir Türk ve Müslüman devletidir. Bu sebeple Türkiye her diğer vatandan ziyade vatanımdır. Bu vatandaşları, bu vatanı pek çok iyi tanımalıyım’ diyordu.’’ Dr.Veli Behçet Kurdoğlu

H

üseyinzâde Ali Bey (Hüseyinzâde Ali Turan) 1864 yılın da Azerbaycan’ın Salyan şehrinde doğmuştur. İlköğrenimini Tiflis Müslüman Mektebi’nde tamamladıktan sonra, Petersburg Üniversitesi’nde doğa bilimleri, matematik, doğu ve İslam tarihi okudu. 1895 senesinde İstanbul’da Askeri Tıbbiye’yi (Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane) tabip yüzbaşı olarak bitirmiş ve Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde deri hastalıkları uzmanlığına başlamıştır. II. Abdülhamid döneminde İttihat ve Terakki’nin kurucuları arasında yer alan veTerakki Cemiyeti’yle ilişkisi nedeniyle karşılaştığı siyasi baskı dolayısıyla Türkiye’den 1903 senesinde ayrılmak zorunda kaldı. Bakü’de, Rusya’da yayımlanan ilk günlük Türkçe gazete olan Hayat’ın kurucularından biri oldu. İki yıl bu gazetenin başyazarlığını ve müdürlüğünü yaptı. Gazete kapandıktan sonra “Füyûzat” adlı haftalık bir dergide yine müdürlük ve başyazarlık yaptı, Rusça “Kaspi” gazetesine başyazılar yazdı. II. Meşrutiyet’ten sonra 1909’da

Türkiye’ye dönerek Tıbbiye’deki görevini sürdürdü ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez yönetiminde görev aldı. Türkçülük ve Turancılık hareketlerinin öncülerinden, Türk Yurdu (1911) ve Türk Ocağı’nın (1912) kurucularından oldu. I. Dünya Savaşı (1914-18) sırasında Yusuf Akçura ile birlikte Turan Heyeti adlı kurulda yer aldı ve Orta Avrupa’da propaganda gezilerine katıldı. Bu geziler kapsamında Azerbaycan’a giderek burada bağımsız bir devlet kurulması çalışmalarında rol aldı. 1926’da İstanbul Darülfünûnu’nda tıp profesörü oldu. 1931’de emekliye ayrıldıktan sonra da Üniversite Reformu’na kadar ders verdi. Siyaset-i Fürüset Ali Bey’in 1908’den önce “İrşad”, “Terakki” ve “Hakikat” gazetelerinde yayımlanan geniş kapsamlı ve hiciv dolu bir eseridir. “Olivver Swift” ile “Doroşevch”in Kazak atlarına ait bir kitabından etkilenerek yazılan bu eser, bütün doğu tarihinin çözümlenmemiş problemlerini ele almıştır. “Hayat” ve “Fütuhat” dergileri ile Türk gazetesinde makaleleri yayımlanmıştır. Hüseyinzâde Ali beyin fikirlerini net olarak görebileceğimiz eserleri makaleleridir. “Hayat”


gazetesinde yayımlanan makalelerinde Türklerin ırk ve dilleri üzerindeki incelemelerini, Türklerin büyük bir birlik oluşturduklarını açıklamaktadır. Ayrıca “Bize çağdaş ilimler lazımdır” der ve “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Avrupalılaşmak” gerektiğini savunur. Bu ilke bütün Türkler içinde benimsenmiş ve Meşrutiyetten sonra, Ziya Gökalp tarafından da Türkiye’de ele alınmıştır. “Füyûzat” dergisindeki bütün yazılarında Türkçü olduğunu ortaya koymuştur. Bütün Türkler içinde edebi dil olarak Osmanlı Türkçesinin kullanılması gerektiğini savunmuş, bunu eserleriyle uygulamaya çalışmıştır. Kafkaslarda Türkler içinde düşmanlığa yol açan mezhep (Sünni-Şii) tartışmasıyla ortaya çıkan İraniliğe ve son zamanlarda çıkan Ruslaştırma politikasına karşı,Türk milliyetçiliğinin savunulmasına ve geliştirilmesine hizmet etmiştir. Merkez Osmanlı olmak üzere,Türk Milliyetçiliğini, Türkçülüğü hatta Panturanizm’i savunmuştur. Hüseyinzâde Ali Bey “Turan” kavramını, Türk kavimleri birliğinin siyasi hedefi olarak, ilk defa tartışma alanına çıkardı.

“ ...Sizlersiniz ey kavm-i Macar bizlere ihvân Ecdâdımızın müşterek menşei Turan, Bir dindeyiz, hepimiz hakperestân. Mümkün mü ayırsın bizi İncil ile Kur’an? Cengizleri titretti şu âfâkı serâser Timurları hükmetti şehin şahlara yekser Fatihlerine geçti bütün kişver-i kayser.. ” “Turan” şiire göre Hüseyinzâde Ali Bey yalnız Türkçülük taraftarı değil Turancılık taraftarıdır. Zaten kullandığı (A. Turanî) takma adı da bunu göstermektedir. O Müslüman Türkler arasında ilk Turanî yani “Panturanist”tir denilse hata edilmemiş olur. Türkçülük fikrinin tarihi gelişimine bakıldığında ilk dikkati çeken şahsiyet tabii ki Ziya Gökalp’tir.

Hüseyinzâde Ali Bey ve Ziya Gökalp arasında 1896 yılında başlayan dostluk. 1924 yılında Ziya Gökalp’in vefatına kadar devam etti. Hüseyinzâde Ali Bey ve Ziya Gökalp akademik çalışmalarından çok siyasi çalışmalara zaman ayırdılar ve İttihat ve Terakki cemiyeti içerisinde aktif rol oynadılar. Hüseyinzâde Ali Bey’in etkisinde kalan Ziya Gökalp, daha önce Hüseyinzâde Ali Bey tarafından gündeme getirilen Türkçülük ve Turancılık fikrinin, iyice zayıflamış olan Osmanlıcılık ve İttihâd-ı İslam fikirlerinin yerini alacak bir mefkûre haline gelmesi için çalıştı. Hüseyinzâde Ali Bey, ulusal ve toplumsal görüşleriyle Ziya Gökalp üzerinde etkili oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin beşinci kurucusu olarak kabul edilen Hüseyinzâde Ali Bey ile İstanbul’da görüşen Ziya Gökalp, ileride fikir sisteminin temelini teşkil edecek olan “Türklük” meselesi ile tanıştı. İstanbul’a geldiğinde ilk okuduğu eserlerinden biri Leon Cahon’un “Asya Tarihine Medhal” adlı eseri oldu. Büyük bir ihtimalle Hüseyinzâde Ali Bey’in tavsiyesi ile okuduğu bu eser, o zamanın gençleri arasında ilgiyle karşılanmış ve “Türkçülüğün ikinci Devresi”nde önemli tesirleri olmuştur.


Uriel Heyd ise Hüseyinzâde Ali Bey’in Ziya Gökalp üzerindeki etkisini şöyle dile getirmektedir: “...Ziya Gökalp de dâhil olmak üzere genç aydınları daha dolaysız biçimde etkileyen diğer bir dürtü de Hüseyinzâde Ali’den gelmiştir. Hüseyinzâde Ali, yakın arkadaşları arasında Gökalp’in gençliğinde zevkle okuduğu Türk-Azeri güldürülerinin yazarı Ahundzâde Feth Ali de bulunan Kafkasyalı değerli bir Müslüman düşünürün torunudur...” Ziya Gökalp’in Hüseyinzâde Ali Bey’den nasıl etkilendiğini göstermesi bakımından aşağıdaki ifadeleri oldukça ilginçtir: “...Gerçi Ziya Bey için meçhul değildir ama, “Turan” fikrinin birdenbire ortaya atılmasında hangi sâikler vardır? Bunlardan birincisi, kendisinin de izah ettiği gibi, Ömer Seyfettin ve Ali Canib’in “Sade Lisan” denemeleri ve buna bağlı olarak ittihatçı liderlerin tecrübelerinden çıkardıkları neticeler idi. Ama en kuvvetli amil, aynı zamanda Merkez-i Umumi azası olan (İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin) ve İttihad-ı Osmani’nin de kurucuları arasında yer alan ve o günlerden itibaren Türkçülük-Turancılık fikirlerini yaymağa çalışan Hüseyinzâde Ali (Turan) Bey’dir’’ Mehmet Ali Tevfik ise, Hüseyinzâde Ali Bey’in ve dolayısiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik’teki faaliyetlerine açıklık getirebilecek ifadeleri: “1911 kışında, üstadım Hüseyinzâde Ali Bey, can atarak bir heyet önünde altı asırdan beri beklediğimiz sözleri söylüyor, Türklere yeni bir ufuk gösteriyor, onlardan kahredici kaderi alarak, yerine zinde bir umut kaidesi dikiyordu. Yeni bir fikir getirerek büyük kitleleri ümitsizlikten kurtaran, onlara parmağıyla yemyeşil ve feyizli bir iklim gösteren dava adamlarının telkin ettikleri yerler, bunu dava edinenler için ne kadar kıymetliyse, Hüseyinzâde’nin unutulmaz nutuklarından heyecanlanan ve titreşen Selanik Türkleri nazarında o kadar kıymetlidir.”

Bunun yanı sıra Hüseyinzâde Ali Bey ve Ziya Gökalp hakkında, Amerikalı yazar Tadeusz Swietoclıowski ise şunları söylemektedir:

“...Pantürkizm’in kültürel çevresinin ötesinde ilk adım atan Azerbaycan’lı Hüseyinzâde Ali Bey’dir...‘Ali Bey’in bir şiirinin başlığı olan,Turan imzası ile yazdığı yazılar bir avuç da olsa bazı aydınları etkilemekte daha başarılı olmuştu. Bunlar arasında Mehmet Emin ve Ziya Gökalp, O’na çok şey borçludurlar.” Ziya Gökalp tarafından sembolleştirilen ve Türkçülerin faaliyetlerinde önemli yeri olan “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muâsırlaşmak” şeklinde sloganlaştırılan üç prensibi ilk defa ortaya atan Hüseyinzâde Ali Bey’dir. Ziya Gökalp ise bu prensipleri Türkçülere benimsetmiş, araştırma, inceleme ve telkinleriyle değer kazanmalarını sağlamıştır. 3. Türk Dil Kurultayı’nın çalışmalarına katılan Ali Bey’in dil konusunda 1905’lerde savunduğu, kelime üretme ihtiyacı duyulduğu zaman kelimeleri batı dillerinden olduğu gibi alıp, dilimizi yabancı kelimelerle doldurmaktansa, dilimizdeki eksiklikleri tamamlamak için bu dille, tarihi, dini ve edebi ilişiği olan Arapça ve Farsça’ya başvurmanın daha akıllıca olacağı fikrini, 1911 ve 1912 yıllarında Ziya Gökalp, çok az bir değişiklikle benimsemiştir. Millet anlayışı konusunda da Hüseyinzâde Ali Bey ile Ziya Gökalp aynı çizgide birleştiler. Çünkü, Ali Bey de dili Türkçe, dini İslam ve kendisi Türk’üm diyen herkesi Türk Milleti’nin içinde kabul ediyor, milletin tanımında ırkî özelliklere yer veren anlayışa rağbet etmiyordu. Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğunda ise, bu iki aydın insan Atatürk’ün yanında yer aldılar ve onu gönülden benimsediler. Milliyetçilik cereyanının Türkçülük mahiyetini alarak gelişmeğe başladığı tarihlerde, Türkçülük felsefesini yapan ve onun tarihini ciddi ve ilmi metodlarla meydana koyan mütefekkir ve alimler arasında bulunan bu idealist bilgin -Hüseyinzâde Ali Bey (TURANİ)- 1941 yılında vefat etmiş, Karacaahmet mezarlığına defnedilmiştir.


KOSOVA’M Ey kalemi kırılan soylu şehir!

İnanırsan üstünsün,

Ey ulu çınarın mazlum dalı!

İnanırsan güçlüsün.

Neden haykırmazsın benliğini?

Ey acıma kezzap olan

Neden duyulmaz kanla yazılan sesin!

Bahtı kara, gönlü açık şehir!

Ey kinini devasa eden şehir!

Sesin billur ırmaklarda çağlasın,

Kinin gücündür senin!

Ruhun asi Avrupa’yı dağlasın,

Sabık bir düş mü yaşadıkların?

Ey sabrın mihenk taşı!

Yoksa medeniyetin kanlı eli mi?

Seherde güller açacak pencerende,

Seni düşündüren…

Bülbüller ötecek yanan sinende…

Hakim tepelerinde kimler avlanır şimdi?

Ey Anadolu’nun büyülü dünü,

Vurulan yürekler dirilmez mi sanırsın?

Kanla büyütüyorsun bugünü,

Matem yüklü bulutlar dağılmaz mı bir gün?

Göreceksin yakında kutlu düğünü

Bir gün ulu çınar ulaşmaz mı sana?

Göreceksin mazide yeşeren soylu gülü!

Şahitlik ederken yüce dine minare,

Ey sevdam, Kosova’m!

Ve yol verirken Mostar köprüsü,

Ebedi uykusundan uyanıp ulu çınar

Yeşiline kurban olam Kosova,

Kollarıyla saracak yüreğini,

Sevdamı gökkuşağı duyursun sana!

Dört nala akıncılar koşacak imdadına,

Ey mazlumlar kampına dönen,

Maziyi kurtaran mavi ruh

Atamdan yadigâr Kosova!

Sevdasını salacak Kosova’ya!

Ölüm bilmez misin diriliştir,

Direnen tüm zalimler

Ve her diriliş bir yükseliştir.

Zillet ve kan kuyusuna gömülecek!

Sana kalkan hançer

Ve yemin olsun Kosova!

Paslı yürekleri de vurur,

Yemin olsun, mahzun şehir!

Sana inen yumruk

Yeniden dirilecek,

Zalimlere de düşer,

Yeniden!

Bilmez misin?

Göreceksin!

İHSAN ÖZETCİ


T

ürk Milliyetçileri Cumhuriyet tarihi boyunca yobazlara karşı, komünistlere karşı, darbelere karşı, iç ve dıştan gelen her türlü tehlikeye karşı milleti için fiili ve fikri mücadeleye girmekten hiçbir zaman kaçmamış, aksine millet mücadelesi söz konusu olduğunda en ön safta bulunmuştur. 21. yüzyılda Türk’e, Türklüğe, devletimize karşı tehditler devam etmektedir. Bu tehlikeler karşısında mücadele etmek, Türk’ün şanını korumak görevi her zaman olduğu gibi yine Türk Milliyetçileri’nindir. Türk Milleti devlet kurup idare etmeyi bir sanat olarak görmüş ve bu sanatı olağanüstü şekilde meydana getirmiştir. Tarih boyunca devletsiz kalmamış olan Türk Milleti, devletlerini belirli düzenler içinde teşkilatlı olarak idare etmişlerdir. Dünya üzerinde birçok medeniyet Türk’ün teşkilatçılığını kendine örnek almış, kendi devletlerinde uygulamaya çalışmıştır. Türk tarihindeki ilk teşkilatlanma örneklerinden biri orduda uygulanan onlu sistemdir. “Asya Hun İmparatorluğu’nda İmparator Mete tarafından

MÖ 209 yılında ilk defa teşkilatlı bir ordu kurulmuş olup bu tarih Türk ordusunun ve Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir. Mete Han tarafından kurulan ilk daimi Türk ordusu 10’lu teşkilat sistemine göre oluşturulmuştur. Bu teşkilatta en büyük birlik 10.000 kişilikti ve bu birliğe “tümen” adı veriliyordu. Tümenler de 1000’li, 100’lü ve 10’lu olmak üzere kademeli olarak küçülen birliklere ayrılıyordu. Söz konusu bu teşkilat, ufak değişikliklerle bütün Türk devletlerinde varlığını sürdürmüştür.” MÖ 209 yılında İmparator Mete teşkilatlanmanın önemini görmüş ve bu şekilde orduda Türk tarihindeki ilk teşkilatlanmayı gerçekleştirmiştir. Bu askeri sistem günümüzde ve tarih boyunca bir çok devlet tarafından ordularında uygulanmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerindeki teşkilatlanma örneklerinden biri de Teşkilât-ı Mahsusa’dır. Osmanlı İmparatorluğu’nun önde gelen vatanseverleri tarafından kurulan teşkilat, casusluk ve gerektiğinde silahlı olarak örgütlenme vb. eylemler içinde bulunmuştur. “Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla başarısızlığa uğrayan teşkilat asıl yararlılıklarını Milli Mücadele’nin örgütlenmesinde gösterdi.”


Avrupa ve Amerika’da 1990’lı yıllarla başlayan, Türkiye’nin ise 2000’li yıllarda dahil olduğu ve günümüzde de içinde bulunduğumuz dönem ‘Bilişim Çağı’ olarak adlandırılmaktadır. Bu dönemde toplumsal ve ekonomik hareketleri etkisi altına alan en önemli etken şüphesiz ki internet olmuştur. Özellikle toplumsal değişimler ve gelişmeler üzerinde internet çok büyük bir etkiye sahiptir. Ortadoğu ülkelerinde gerçekleşen ve Arap Baharı olarak nitelendirilen büyük toplumsal olaylar sosyal medya üzerinden geniş kitlelere ulaşılarak sağlanmıştır. İktidarlarını kaybetmekte olan devlet başkanları bütün bu kaos içinde ilk olarak halkın bu sosyal medyaya erişimini engellemeye çalışmıştır. Ülkemizde vuku bulan ‘Gezi Parkı Olayları’ yine sosyal medya üzerinden ülkenin dört bir yanına ulaşmıştır. Basına güvenmeyen insanlar olayları kamuoyuna doğru aktarmak için bizzat olay yerinden bu sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla olup bitenleri yayınlamaya çalışmıştır. Türk Milliyetçileri de bugün ödev ve haklarının bilinciyle bilişim çağına ayak uydurmak zorundadır. Bugüne kadar Türk Milliyetçileri üniversitelerde, siyasi alanda, sivil toplum örgütlerinde ve daha birçok sahada teşkilatlar kurmuş, bulundukları alanlarda mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Yukarıda bahsettiğimiz teşkilatçılık ve sosyal medya arasında bağ kurmalı ve teşkilatlanmayı sosyal medya üzerinde de uygulamalıyız. Bugün sokağa hâkim olmanın, siyaset sahalarına hâkim olmanın yanında sosyal medyaya hâkim olmak da gereklidir. Başta sosyal paylaşım siteleri, sözlükler ve forumlar olmak üzere Türk Milliyetçileri bütün sosyal medyada ülküdaşlarıyla etkileşim içinde olmalı; bu etkileşimin sonucunda da sosyal medya üzerinde teşkilatlanmalarını gerçekleştirmek durumundadır.

Kutlu ve çetin davamızın düşmanlarına karşı her yerde mücadeleye devam etmeli, davayı sürdürebilmek için teşkilatlanmalı ve aktif olarak mücadelenin içinde yer almalıyız. Bütün bu teşkilatlanma sürecinde kimsenin önder olmasını beklemek bizlere fayda getirmeyecektir. Teşkilatlanmalara önder olmak, birlik ve beraberliği sağlayan kişi olmak gereklidir. Türk Milliyetçiliği içinde rekabetimiz isim için, reklam için değil dava için olmalıdır. Peygamber efendimiz (s.a.v)’in “Ayrılıkta azap, birlikte rahmet vardır” hadis-i şerifini unutmayarak, kutlu davada bütün engellere karşı mücadele etmeliyiz.


Y

Çağ kapatıp çağ açan, 3 Kıt’ada at koşturup iz bırakan Kuşanıp pusatları cihana hükmeden ecdâda es-selâm!

eryüzünde Türk’ün ilk var oluşundan bu yana tarihin tozlu raflarına inat er meydanının tozunu attıran atalarımızdan bize miras kalan gen ve kan dışında bir de somut eserleri bulunuyor. Bunlardan birisi de günümüzde de sıkça kullanılan “Tuğra”. Tuğra; Türkçe kelime anlamı olarak padişahın ismini barındıran özel bir işaret, padişahın imzası gibi anlamlara gelmektedir. Aslı Divan-ı Lügat-it Türk’te belirtildiği gibi Oğuz lehçesinde “Tuğrağ” olup hükümdarın basılmış imzası demektir. Anadolu lehçesinde kelimenin sonundaki “-ğ” harfi okunmadığından tuğra ifadesi yaygınlaşmıştır. Günümüzde tuğra ifadesi Osmanlı İmparatorluğu ile bağdaşmışsa da Osmanlı döneminden önce de tuğranın var olduğu kaynaklarca belirtilmektedir. Yazılı ifadelerden öğreneceğimiz üzere kavisli tuğraların Anadolu Selçuklu Devleti ve Büyük Selçuklu Devleti’nde de bulunduğunu söylüyoruz; ancak şekilli olarak Anadolu Beylikleri’nde ve Osmanlı Devleti’nde karşımıza çıkıyor. Tuğra’nın kullanıldığı devletlerden diğer hükümdarlıklara geçiş hikâyesine bakacak olursak: Büyük Selçuklular’dan Eyyûbiler aracılığı ile Memlûklere geçmiştir. Ancak Memlûklerdeki tuğralarda da hükümdarın ve babasının ismi tuğrada var olmakla beraber kavisler yerine, bir satıra yazılan yazıda abartılı miktarda keşidelere (harf uzantısı dikey çizgiler) ağırlık verilmiştir. Memlûklerde tuğra, ilgili belgeler üzerine yazılmaz; önceden yazılıp kesilmiş tuğralar belgenin üzerine yapıştırılırdı.

Osmanlı Devletinin var oluş süresi boyunca 36 padişah olmasına rağmen 35 tuğranın varlığını görmekteyiz. Birinci sultan Osman Gazi’nin kullandığı tuğraya günümüze dek hiçbir yerde rastlanamamıştır. Bilinen en eski Osmanlı hükümdarı tuğrası 1324 ve 1348 tarihli Orhan Gazi’nin kullandığı tuğradır. Beyliklerde ise bilinen en eski tuğra resmi Saruhanoğlu İshak Bey’in 1374 tarihli gümüş parasında vardır. Osmanlı döneminde tuğra, sultanların göz alıcı kaligrafik nişan, alamet, arması ve bir çeşit imzasıdır. Tuğrada en çok dikkat edilen şey ise sanatsal bir estetiğe ve ihtişama sahip olması gerektiğidir. “Tevki-i hümayun”, “ tevki-i refi”, “Tevki-i refi-i hümayun”, “Nişan-ı hümayun” gibi çeşitli isimlerle de anılmıştır. İçeriğinde padişahın adını, padişahın babasının adını ve “el-muzaffer daima” duasını barındırır. Sultanlar dışında şehzadeler de isimleri ile tuğra çektirirler, emirler yazdırırlar ve bu suretle kendi idareleri altındaki bölgelerde bir padişah gibi hüküm sürerlerdi; yalnız kendi adlarına para bastıramaz ve namlarına hutbe okutamazlardı. Bu iki imtiyaz yalnız padişahlara aittir. Tuğra, sultan tarafından yazılmaz ve bu sanat için özel kişiler görevlendirilirdi. Bu sanatçılara nişancı, tuğrakeş, tuğrai, tuğranüvis ve tevkii denirdi. Yetkisiz kişilerin ise tuğra yazması yasaktı.Yazımın haricinde tuğralar bazı sultanların mühürlerine de kazınmıştır. Sultanların dışında gereği halinde sınır boylarındaki eyaletlerde bulunan vezirlerin aradaki mesafe ve siyasi nedenlere bağlı olarak tuğra çekmesine


izin verilmiştir. Bu düzen bir süre devam ettikten sonra Kemankeş Kara Mustafa Paşanın son zamanlarında 1640 yılında kaldırılmıştır. Hünkâr ve şehzade tuğralarından başka vezîr-i âzamın ve eyaletlerdeki vezir, beylerbeyi ve sancak beylerinin hükümet ve eyalet işlerine ait belgelerde imza yerine geçmek üzere tuğrayı andıran; fakat tuğralardan farklı olarak tek kavisli olarak yazılan “pençe”leri kullandıkları görülmektedir. Çift kavis yalnızca tuğralarda bulunur ve sultan ile şehzadeden başka hiçbir devlet görevlisi çift kavis çekemezdi. İhtişamın ve gösterişin bir ürünü olan bu imza, sanatsal ve tarihi açıdan büyük önem arz etmektedir. Fatih Sultan Mehmet Han’ın tuğrası ve Kanuni Sultan Süleyman’ın tuğrası kendilerinden sonra gelecek hükümdarlara ışık tutacak nitelikte güzel ve gösterişlidir; fakat öyle bir tuğra vardır ki tarihe adını “Tuğraların Padişahı” olarak yazdıracak kadar güzel ve estetik sahibidir. Bu tuğranın sahibi ise Gök Sultan ikinci Abdülhamid’dir. Tuğrakeşler tarafından bu isimle nitelendirilmiştir. Tuğrayı daha iyi anlayabilmek için teknik açıdan bölümlerini incelemek gerekir. Dört bölümden oluşmaktadır:

1) Sere (Kürsü): Tuğranın en altında bulunan ve asıl metnin yani padişahın adının, babasının adının ve “ el-muzaffer daima” duasının bulunduğu yazılı kısımdır. 2) Beyzeler (Yumurta): Tuğranın sol tarafında bulunan iç içe iki kavisli kısımdır. 3) Tuğ’lar: Tuğranın üstüne doğru uzanan “Elif” harfi şeklindeki uzantılarıdır. Bu kısım her zaman “Elif” harfinden olmayabilir. Yanlarında yer alan flama şeklindeki kavislere ise “zülfe” denir. 4) Kollar (Hançere): Beyzenin devamı olarak sağa doğru uzanan kollardır. Bazı tuğlarda sağ üst boşlukta padişahın mahlası da bulunabilir. Olgunlaşmış bir tuğrada iki beyze ve üç tuğ yer alır. İçerik metni bunları karşılamazsa bazı tuğralarda esas metinle ilgili olmayan şekiller de yer alır ki, bunlar klasikleşmiş tuğra şeklini korumak ve kendinden önceki tuğraya benzetebilmek için eklenmişlerdir. Bir anlam ifade etmezler. Sanatsal anlamda en usta tuğrakeş hattatlar Mustafa Rakım, Sami Efendi ve İsmail Hakkı Altunbezer olarak sayılabilir. Tuğraların Kaldırılması ise 15 Haziran 1927 tarihinde çıkartılan kanun ile gerçekleşmiştir. Günümüzde tuğra, hat sanatı ve Osmanlı desenli nesnelerde kullanılmaktadır.

Günümüze dair bir not: Eski paraların değerini gösteren kısmına yazı, tuğralı yüzlerine de tura denerek kolay kura çekimi için kullandığımız “yazı mı tura mı?” deyimi buradan çıkmıştır.


E

nerji ihtiyacımızın günden güne artıyor olması birincil derece enerji kaynaklarında %70 oranında dışarıya bağımlı olmamız sebebiyle cari açığımızın büyümesine neden olmaktadır. Elektrik üretiminin %43 oranında doğalgazdan sağlanması ve 2012 yılında 45 milyar metreküpün üstünde gerçekleşen doğalgaz tüketimimizin %98 oranında ithal ediliyor olması enerji hammadde ithalatımızı 60.1 milyar dolara yükselterek ekonominin üzerindeki en büyük yükü oluşturmaktadır. 2012 yılı itibariyle 239.101 GWh (gigawatt saat) elektrik üretimine, 241.974 GWh elektrik tüketimine ve 57.058 MWh (megawaat saat) kurulu güce sahip olmamız ve enerji tüketim hızı Çin’den sonra en çok artan ülke konumunda olmamız sıkıntının boyutunu gözler önüne seriyor. Türkiye’nin enerji talebi ve büyümesini karşılayabilmek için her yıl 3.500 MW’lık bir kurulu gücün sisteme dâhil olması gerekiyor. Bu artışlar sonucunda enerji ihtiyacımızın 2023’e kadar 2 katına çıkacağı öngörülüyor. Mevcut enerji tüketimimiz ise günümüzde yaklaşık 242 terewatt/saat iken 2023’te 481 terewatt/saat’e ulaşacak. Bu sebeple 2023 öngörüsüne göre yıllık 12 milyar dolarlık enerji yatırımına ihtiyaç duymaktayız. Bu kapsamda yerli kaynaklara, yenilenebilir enerjiye ve nükleer enerjiye ağırlık verilmesi ile doğalgazın payı %43’ten %30’a düşürülmesi hedefleniyor. Bu hedefe ulaşabilmek için piyasa yatırımlarının artması gerekiyor. Özel sektör bu yatırımlara teşvik ediliyor. Enerji yatırımında 2001’de %70 olan kamu payı 2012’de %43’e gerilemiştir bunun ise %25’e kadar düşürmeyi amaç ediniyoruz. Yıldan yıla artan yatırım ihtiyacımız yerli ve yabancı yatırımcıları cezbetmektedir. Özellikle yabancı yatırımcıların proje tabanlı veya şirket satın alma yoluyla Türkiye piyasasına girmelerine

imkân tanınmaktadır. Yüksek maliyet gerektiren bu sektöre yatırımcının girmesi için piyasadan bir takım beklentileri olmaktadır. Yatırımcının finansman bulabilme, büyüme gösterebilme, getiri oranı, piyasadan çıkabilme ve yaptığı yatırımların geleceğe olan yansımasını görebilme gibi beklentilerinin karşılanması ile devletin yükünün hafifletilmesi sağlanabilecektir. Bu doğrultuda yenilenebilir enerji kaynaklarında yatırım teşviki, yerli kömür santralleri için ekstra teşvikler gibi hamleler atılmıştır.Türk Bankacılık sektörü ise son yıllarda 20 milyar doları aşkın bir krediyi sadece enerji sektörü yatırımcılarının hizmetine sundu. Elektrik satış fiyatının geleceğine dair öngörüde bulunulmasının mümkün olmaması, meydana gelen maliyet artışlarının fiyatlara tam olarak yansıtılmaması, yeni projelerin gerçekleştirilmesi ile ilgili bürokratik konuların çok zaman alması yatırımdan uzak durmaya neden olan etkenlerdir. “Özel sektör, özellikle de yabancı yatırımcıların, ne zaman ne olacağı belli olmayan bir sektörde büyük yatırımlar yapıp zarar etmek istemiyorlar. Daha doğrusu, siyasi iktidara bağlı olmayan bir sistemin kurulmasını, ileriye dönük hesap yapıp, siyasi müdahalelerle bu hesapların değişmemesini


istiyorlar. Yani çağdaş, kurallı oluşturulmasını istiyorlar.”1

bir

sistem

Hem kamunun hem de özel sektörün çıkarlarını ve varlığını koruyabilecek, vatandaşın cebine ve ülke ekonomisine olumlu yansıyacak bir sisteme ihtiyaç duyulmaktadır. Uzun yıllardır üzerinde çalışılan ve tartışılan “Enerji Borsası” hayata geçirilmeye hazırlanılıyor. Enerji borsaları, toptan elektrik enerji ticaretinin yapılmasına olanak sağlayan piyasalardır. Enerji borsasının arz güvenliğini artırması, piyasa fiyatı oluşturması ve risk yönetimini etkinleştirmesi onu cazip hale getirmiştir. Uzun vadeli yatırımlar için sinyal gönderebilmesi özellikle elektrik üretimi yapmayı planlayan yatırımcıya bir öngörü sunabilmektedir. Hükümet kanadından bakınca “küresel ortamdan çekmesi gereken enerji yatırımları da gelmezse, hem elektrik ve toplam enerji arz sıkıntısıyla karşılaşacağını, hem de özelleştirmeler yoluyla beklenen geliri sağlayamayacağını, bütçede ve toplama mali dengede sıkıntılar başlayacağını görmesi”2 bu yapıyı cazip hale getirmektedir. Piyasa katılımcılarının sayısı arttıkça piyasadaki işlem hacmi de artacaktır. Arz ve talep faktörü ile belirlenecek piyasa fiyatı diğer finansal piyasalara göre daha oynak bir yapıda olacaktır. Çünkü elektrik depolanamaz ve üretildiği anda tüketilmesi gerekir. Bu sistem ile rekabetin doruk noktasına çıkacağı düşünülüyor. “..Rekabetin oluştu bir pazar kuramadığımız taktirde bütün varlıklar özel sektörün, hatta çok sayıda oyuncunun elinde olsa bile liberalizasyondan söz edemeyebilirsiniz. Enerjide liberalizasyon çalışmalarının zirve yaptığı ya da yapacağı yer, hiç kuşkusuz Enerji Borsası olacaktır.”3 Enerji borsası konusunda Avrupa bizden yaklaşık 20 yıl önce yola çıktı. İngiltere’de (Galler) 1980’lerde başlayan liberalleşme rüzgârı 1993’te

Nordpool-İskandinav ve 1996’da European Power Exchange (EPEX) borsaları ile temellendirildi. Enerji piyasalarında şeffaflaşmayı ve piyasa liberalizasyonunu amaçlayan Avrupa günümüzde 10 civarında enerji borsasına sahiptir. Türkiye’nin eneri borsasını kurulduğunda Almanya ve Fransa’dan sonra üçüncü büyük enerji borsası olacağı öngörülmektedir. 30 Mart 2013 günü yürürlüğe giren kanun ile enerji borsası (EPİAŞ – Elektrik Piyasaları İşletme Anonim Şirketi) kurulması kararı alındı. Son yıllarda liberal piyasaya geçiş için atılan adımlarda piyasanın şeffaf olamaması, üretimde kamu payının yüksek olması ve elektrik fiyatlarının serbest şekilde oluşmasının mümkün olmaması sebebiyle istenilen ortam sağlanamadı. EPİAŞ’ın bu sorunun çözümünde önemli bir adım olduğu, enerjinin sürekli ve güvenilir olarak uygun maliyetle tedarik edilmesine imkân tanıyacağı dile getiriliyor. Borsa İstanbul çatısı altında işlem yapacak olan Enerji Borsası’nın 2014 yılında faaliyete geçeceği bildirildi. Enerji Bakanlığı Müsteşarı Metin Kilci; “EPİAŞ’ta özel sektörün etkin olduğu bir yapı kurmak istiyoruz” dedi. Uzmanlar şirketin %30 hissesinin TEİAŞ’ın, %30’unun Borsa İstanbul’un


(BİST), %30’unun özel sektörde ve kalan %10’luk kısmın yabancı stratejik ortağa ait olacağını dile getirmektedir. Yönetim kurulunda temsil hakkı kazanacak olan özel sektör böylece katılımcısı olduğu piyasanın yönetiminde ve denetiminde etkin bir rol oynayacaktır. Borsa İstanbul Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Kemal Yılmaz; “Enerji borsasıyla etkin, sürdürülebilir ve sağlıklı bir fiyat mekanizması oluşacağı için, bu üreticiye de tüketiciye de avantaj olarak yansıyacak. Tabi bir derinleşmesi için bir zaman gerekir. 2014’ün Mart’ında alım satım devreye alındıktan sonra hemen bunu beklemek rasyonel değil. Dolayısıyla 2015 yılının başından itibaren bu etkinin görülmesini beklemek daha sağlıklı” ifadelerini kullandı. Yılmaz; “Nasıl Borsa İstanbul organize bir borsa, buna benzer bir şekilde EPİAŞ’da organize bir borsa olacak ve burada elektrik sözleşmeleri alıcı ve satıcı arasında hisse senetlerinde olduğu gibi işlem görecek” değerlendirmesinde bulundu. All Energy Türkiye Konferanslarında Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Christina Sternitzke ise “EPİAŞ Türkiye’nin Avrupa ile Ortadoğu arasında enerji

köprüsü ve ticaret merkezi olacağı anlamına gelmekte” ifadesini kullandı. Türkiye’nin enerjide transit ülke olması ve doğu ile batıyı birleştirmesi nedeniyle yatırıma elverişli bölge olması özellikle enerji borsası ile güvenli ve şeffaf fiyatlandırmanın sağlanması ile daha bir cazip hale gelecektir. Pazara giren yatırımcı sayısındaki artış ile beraber orta vadede beklenen tüketici fiyatlarındaki azalma toplumun her kesimini yakından ilgilendirmektedir. Sağlam bir yapı ile güvenilir fiyat oluşturabilecek bu şirketin politik sebeplerle fiyatlarının manipüle edilmesine izin verilmeyeceğini umuyorum. BİST(İMKB) ve VOB’dan (Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası) sonra üçüncü borsamız olan EPİAŞ’ın vatana ve millete hayırlı uğurlu olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim. KAYNAKLAR Seta Analiz, Türkiye’de Enerji Borsası, Erdal Tanas Karagöl, Ülkü İstiklal Mıhçıokur Enerji Ticareti Derneği Başkanı Mustafa Karahan 1 Erdal Sağlam 2-3 Mehmet Kara


Y

aklaşık on bin yıllık tarihini net olarak bildiğimiz veya öğrenme şansımızın yüksek olduğu Türkler, cihanın kaderini değiştirebilecek birçok hamlede bulunmuşlardır. Kore’den Polonya’ya kadar olan Avrasya1, Anadolu, Afrika ve bilhassa Asya sahalarında yüzlerce yıl iktidarı ellerinde bulundurmaya muktedir ve muvaffak olan Türkler acaba bunu hangi sıfatla yapmışlardır? Türk mü?, Türük mü? Veya başka bir imza ile mi? Tarihin derinliklerinden kopup gelen fırtına misali Türk’ün kendini nasıl tarif ettiğini açıkça on yıllardır çözmeye muvaffak olamadık. Türk adı ne ifade eder, kimlerce ve ne zaman bu şeklini almıştır? 1.Türk Adının Zuhuru ve Kaynaklarda Türk Adı:

Her toplum gibi Türk adını taşıyan toplum da, kendi geçmişini belirtecek herhangi bir belgeyi yanında taşımadan, bir gün tarih sahnesine çıkıverdi.2 Bir milletin tarihi ve kültürü hakkında yapılacak araştırmaların ilk başlangıcı, elbette ki onun adıyla olmalıdır.3 Türklerin kadim bir millet oluşu, araştırıcıları Türk adını en eski tarih kaynaklarında aramaya sevketmiştir. Bu yola sarf-ı mesai edenler, mevzunun zor bir iş olduğunu çok geçmeden fark ettiler. Türk’ün kendini yazı ile erken devirlerde ifade etmemesi bizleri Türk’ü –erken dönem içinyabancı kaynaklara bakmayı mecbur kılmaktadır. Türk’ü yazı ile dünyaya, tarihe tanıtanlar bilhassa Çin, İran (Pers, Fars), Grek ve Lâtin dünyasıdır. Şuan için Türk ile ilgili en eski bilgiler en yakın komşusu Çin kaynaklarına aittir. Çin kaynaklarında Türk lâfzının imlâsı ise Chü-ch veya T’u-chüeh şeklindedir. Bu Çince imlâsı olan Türk lâfzının karşılığının manası ise yargıçlık makamını ifade ettiği gibi eski bir Hun unvanıdır. Diğer taraftan Çin yıllıklarında M.Ö. 2. bin ortalarından itibaren

göründüğü söylenen Tik kavim adının telâffuz bakımından Türk’e yakınlığı sebebi ile, Türk kelimesinin Çincedeki ilk şekli olabileceği ileri sürülmüştür.4 Türk kavramının Çince şekli, Lâtin harfleri ile bilginler tarafından farklı şekillerde kaydedilmiştir: Fransızca imlâ ile E.Chavannes; Tou-kiou, P.Pelliot; T’ou-kiue olarak Türkçe Lâtin harfleri ile W.Eberhard; Tu-cue şeklinde Çin-Lâtin imlâsıyla P.A. Boodberg ve B.Ögel; T’u-chüeh biçiminde A. Von Gabain; T’u kiu ve Liu-mau Tsai ise T’u küe biçiminde Türk lâfzını kaydetmiştir5 Liu-mau Tsai’nin belirttiği T’u küe şeklinin iki heceli gibi durması ile Gök Türk yazıtlarındaki Türük biçiminin hece sayısı, telâffuz benzerliği gibi yönlerden benzer olması Türk adının Çin kaynaklarında ki karşılığının T’u küe olabileceği ihtimalini gösterir. Türk adının peşinden Ön Asya sahasına bir el atalım. En eski yazılı belgelere sahip Ön Asya kavimlerinin, okunulabilen kayıtlarında, Sümer, Akad, Hitit ve Urartularda Türk adını çağrıştıran Turci, Turki ve Turukku gibi dikkati çeken özel adlar bulunmaktadır.6 Bu isimler Türk adına pek yakın dursalar da ilim adamlarınca pek kabul edilmemektedir. Fakat burada dikkati celbeden diğer bir hususta şudur ki Sümer dili ile Türk dili arasındaki yakınlık veya daha ileri götürecek olursak olası bir akrabalık durumu bu adların Türk lâfzı ve Türk ırkı ile bağlantısını güçlü kılmaktadır. Tükler ile sadece Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ilişki kurmamış ve daha eski zamanlarda kuzeyden Avrupa’ya ulaşan Türk boyları ile sıkı münasebetlerde bulunan Roma ve Bizans kaynaklarında daTürk lâfzına rastlamaktayız. Fakat Roma-Bizans veya daha kapsamlı ifade ile Lâtin kaynaklarında Türkler İskit etnonimi ile belirtilirler, tanımlanırlar. Bundan farklı olarak Türk lâfzı da kaynaklarda yer işgal edecek


seviyededir. M.S. 43 yılında Pomponius Mela bir coğrafya kitabı yazar ve Azak denizi çevresine yaşayanlar arasında “Turcae”leri de gösterir. İsmin Türk’e olan benzerliği yadsınamaz. Bizans literatüründe ise, Türklerin eski Troyalılarla münasebete getirilmiştir. XV. Asır Türkleri eski Troyalıların neslinden sayılmaktadır: Türkler Bizans başkentini zaptetmek suretiyle,Troya’yı hile ile ele geçiren Greklerin torunlarından, atalarının intikamını almışlardır. Bu gibi telâkkiler ile şüphesiz Türk adının en eski şeklinin Troia olduğu zannını ortaya çıkarmıştır. Bizans müellifleri arasında Türk adı ilk defa, Göktürkler dolayısıyla, Aghatias tarafından zikredilir.7 Bizans İmparatorluğu tarafından Macar Kralı I.Geza’ya gönderilen bir taçta şöyle bir ifade vardır: “Geovitsas pistos krales tourkias” yani Türklerin sadık kralı Geza. Burada dikkati iki şey çekmektedir: Birincisi Macarların LâtinGrek kaynaklarınca Türk olarak adlandırıldıkları ama konumuz dışında olduğu için buna giriş yapamayacağız. İkincisi ise Bizanslılar Türkleri, “Tourkias” diyerek kaydetmişlerdir.8 Araplar, Türkler ile gerek İslâm öncesi gerekse de İslâm sonrası zamanlarda ilgilenmişlerdir. Cahiliye devri Arap kaynaklarında Türk adının geçtiği ilk eser Nabigat el-Zubeyni’nin Divanı’dır.9 Arap kaynaklarında Türk ismi VI. Yüzyıl sonlarından itibaren görünmekle birlikte T.r.k ünsüzleri arasında, o,u,ö veya ü seslerini açık olarak belirtmek güçtür. Ünlülerin e,a,i,ı olmadığı kesinlikle açıktır. Arapçadaki telâffuz belki de kalın olarak Turk şeklindedir.10 Fakat Göktürk yazıtlarında T harfinden sonra ü veya ö harflerinin kesin olarak yer alması Türk’ü geç devirlerde tanıyanlar da T harfinden sonra muhakkak ö veya ü harflerinden birisi ile kaydetmişlerdir. Bu yüzden Arap alfabesi ile T.r.k. imlâsı kesinlikle Türk olarak

okunmalıdır.

İran-Turan savaşlarının bir ayağını teşkil eden İran’da ise Türk adı ile ilgili olan kaynaklar epey eskidir. Fakat Pers=İran kaynaklarındaki en mühim sıkıntı doğrudan Türk adı bu kaynaklarda mevcut değildir. Hepimizin ucundan kıyısından bildiği İran milli destanı Şehname’de Afrasiyab adındaki Turan savaşçısının ve diğer isimlerin Turanî olduğunun bilinmesi dışında başka hiçbir malûmat yoktur Türk adı ile ilgili. VI. yüzyılın ikinci yarısında Soğdca yazılmış Bugut yazılı taşında Türk adı Twrk olarak yazılmıştır.11 Rus dilinde ve kaynaklarında Türkler Tork ve Torki şekillerinde yazılmaktadır. Erken devirlerde Türk ile akraba olduğu veya bir Türk boyu olduğu sezilen Macarların dilinde ise Türkler Török şeklinde kaydedilmiştir.12 Türk ile ilişkilerde bulunmuş kavimlerin aktardığı malûmatların yanı sıra kutsal kitaplarda da Türk adı ile ilgili malûmatlar mevcuttur. Tevrat’ta doğrudan Türk adı bu şekli geçmese de onu andıran Togharma adı Türk ile alâkalı olduğu belirtilmektedir. Türk adı en net hali ile ancak M.S.VI.Yüzyılda tarih sahnesinde kesin şekilde yer almış olup tarihte ilk kez Köktürkler (=Göktürkler) ile bir devletin ismi olmuştur. Nitekim bu kavmi Çinliler Tu-kiu, Bizanslılar da Tur-koi adı ile tanıyorlardı.13 Tu-kiu imlası bazen T’u-küe şeklinde de gösterilmektedir. Burada Çince –r sesinin bulunmamasından sarfı nazar dikkati çeken nokta Türk adının çift heceli olarak tespit edilmiş olmasıdır.14 Yapılan tetkikatlarda bu isimlerin Göktürk kitabelerinde geçen Türk ve Türük kelimelerinin Çin ve Bizans kaynaklarındaki kaydedilmiş halleriydi.


Göktürklerden yadigâr kalan yazıtlarda Türk lâfzı hem Türk hem de Türük biçiminde olmak üzere iki farklı şekilde de geçmektedir. Bazin, Macarların eski boydaşları olan Türklere

Török dediğini hatırlatarak, sözcüğün iki heceden kurulmuş olduğunu ve şu gelişme aşamalarından geçtiğini göstermiştir: Türk<Török<Türük.15 Tük adının telâffuzu üzerindeki bu mütalâalarla ulaşılan neticeler bizi tarih yönünden şu mühim hükümlere götürmektedir: 1.”Türk” adının Göktürk çağından eski devirlerdeki telâffuzu iki heceli ve Törük şeklinde olduğuna göre, türlü kaynaklarda ve çeşitli vesikalarda Türk ile ilgili gösterilen, yukarıda sıraladığımız isimlerin, Türk adının çok muahhar telâffuzu ile sadece dıştan benzerlikler gösteren yabancı kelimeler olması icap eder. 2.Çincedeki T’u-küe kitabelerdeki iki heceli aksettirse bile bu, nihayet Türük’e tekabül etmekte, yani daha eski şekil olan Törük’e nazaran muahhar bir telâffuz durumunda olduğundan, Türk adının ilk defa VI. Yüzyılda meydana çıktığı ve önce Çin kaynaklarında göründüğü fikri kabule şayan olmamak gerekir. 3.Bir kelimenin bünye değişikliğine uğramasının uzun zaman isteyen husus olduğu, bilhassa özel adların gelişmesinde bu zaman payının daha uzun olacağı dikkate alınırsa, Türk adının şimdiye kadar sanıldığından belki asırlarca önce mevcut bulunduğu düşünülebilir. Türk kelimesinin cins ismi olarak mevcudiyetinin ise daha eski olacağı aşikârdır. 16

2.Türk Adının Anlamı:

Tarihte Türk adı kadar üzerine birçok mana yüklenmiş başka bir kelime daha acaba var mıdır? Türk adına her kavimce farklı anlamalar yüklenmiş ve Türkler dahi Türk adına farklı vakitlerde muhtelif anlamlar yüklemişlerdir. Türk ile ilgili en eski yazılı bilgileri kaydedip günümüze kadar saklayan Çin’de haliyle Türk adı ile ilgili bilgilerde mevcuttur. Çin kaynaklarına göre Türk (=T’uküe/Tu-chueh) “miğfer-tulga” anlamında imiş. Türkler bu adı, oturdukları yöredeki miğfer=tolga biçimindeki dağın şeklinden almışlardır. Nitekim tulganın Çincesi Pekin telâffuzu ile T’o-K’uei ‘dir.17 Araplar, Türkleri, Türk adını terk ile aynı imlâya gelen T.r.k ile yazıyorlardı. Buda Türk lâfzına farklı bir anlam yüklemelerine sebebiyet vermiştir. Anlatılan odur ki Türkler, Yecüc-Mecüc seddinin ötesindeki terkedilmiş alanlara yerleştiği için Türk adı da Arap kaynaklarınca terkedilmiş anlamında kullanılmıştır. Türk inanışına göre, Türk her şeyden önce bir kişi-oğlunun adıdır. Göktürk metinlerinde Türk Bilge Kağan, ”kişi-oğlu” özelliğinin vurgulamıştır. Türk’ün Gök-Türk devri Türkçesindeki anlamı belirsiz ise de yinede güçlü, kuvvetli anlamı seziliyor. Türk’ün sonraki Uygur çağı metinlerde ”erk” yani güç, kuvvet anlamıyla yan yana kullanılması önemlidir. Selçuklu Devletinden sonra İran etkisiyle, Türklerin yaşadığı bazı yörelerde Türk’ün anlamı biraz değişmiştir. Türkiye Selçuklarından başlayarak Türk’ün ”saf, sade-dil ve bahadır” hatta ”kaba” gibi bir anlamı belirmeye başlamıştır. Ayrıca eğitim görmemiş, Farsça bilmeyen kimselere de deniyordu. Türk kelimesi Babür çağında “mert, yiğit, kahraman ve cesur asker”gibi anlamlarda idi.18


Kaşgarlı Mahmut’a göre Türk’ün adını Tanrı vermiştir ve kemal/olgunluk çağı manasındadır. Yine Kaşgarlı Mahmut’un aktardığı bilgiye göre: Türk, Yafes’in oğlu olup Nuh Peygamberinde torunudur. Bununla birlikte Ulu Tanrı “dünya üzerinde kızdığı kavimlere musibet olarak Türk milletini musallat kılarım çünkü onlar benim ordumdur” demek suretiyle Türkleri kendinden saymıştır.

Hunlar ve Türkler hakkında bir eser neşreden Fransız menşeli De Guignes’ten beridir Orta Asya ile meşgul olan Batılı bilim adamlarının ekseriyeti Türk lâfzının kelime anlamı olarak -Çin kaynaklarına dayanarak- miğfer anlamında olduğunu beyan etmişlerdir. W. Thomsen ve G.Nemeth gibi meşhur Türkologlar Uygurca kuvvetli manasında ve sıfat olarak kullanılan Türk veya Türük kelimesinin isim haline gelip Türk milletini ifade ettiğini ileri sürmüşlerdir. Munkacsi ve Vambery gibi âlimler Türk adının türemek kökünden gelmiş olduğu düşüncesinde idiler. Türk tarihine ait tetkikleri ile meşhur W. Barthold da: “Türk kelimesinin Orhun kitabelerinde birçok defa kullanılan “törü”(adet, kanun, birlik kazanmış halk) kelimesi ile münasebettar olduğunu farz etmek mümkündür” demiştir. W. Koelle Türk kelimesinin kökünü tur, tir addederek bunu çekmek, cezbetmek manasına bağlamıştır. Kelimenin Törük>Türük>Türk şeklinde gelişmesini mümkün görmeyen ve bir kabile adı da olmadığını belirten G. Doerfer’e göre, Orhun kitabesindeki “Türk” tabiri daha ziyade “devletin esas halkını teşkil eden millet” (“Staatsvolk”) manasına gelmektedir.19

Orhun kitabelerinin keşfedilip çözümlenmesi

ile Türklerin kendileri de Türk’ü yani kedisini irdelemeye başlamıştır. Tarihinden edebiyatına, coğrafyasına kadar Türk ile ilgili pek çok kitap yazmışlardır. Ve tabidir ki Türk adı ile de ilgilenmişlerdir. XIX. yüzyılın insanı Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanisi’ne göre Türk, “sahra-nişin olup Şehristana dâhil olmayanlara Türk ve Oğuz ism-i umumîsi kalmağla ileride Türk tabiri kaba, köylü, Oğuz sade, safdil manasına sarf olunmuştur. Ziya Gökalp’a göre Türk adının manası türeli yani töre sahibi demektir. Ziya Gökalp’ın bu savını W.Barthold da destekler mahiyette sarfettiği sözler üst kısımda mevcuttur. Necip Asım ve M. Arif şöyle derler: Türk lâfzının türemek veya örf ve kanun manasında olan töre kelimelerinden müştak/ çıkmış olması muhtemeldir. H.Namık Orkun’a göre Türk lâfzı kuvvet ve kudretmanasındadır. Yılmaz Öztuna’ya göre de Türk lâfzı kuvvetli manasındadır. İbrahim Kafesoğlu ise bilinenleri şöyle özetlemiştir:Türk adı ilk şekli ile var olmuş, şekil kazanmış manasında iken sonra gelişmiş daha sonra tamamıyla gelişmişnihayet telâffuz Türk şeklini aldığı zaman kuvvet, güç manasını kazanmıştır.20 Netice:

Türk dünya tarihine adım attığı vakit kendisine isim olarak ne demiş olduğunu tam anlamıyla bilmesekte, VI. Yüzyıldan sonra ortaya çıkan Köktürk yazıtları ile Türk lâfzının cihanı doldurduğu pek aşikârdır. Türk kelimesinin şu an dahi manası net değildir. Yani bilinmemekten ziyade sürekli değişime açıktır. Bununla ilgili kanaatimiz ise şudur: Türk lâfzı doğuşundan itibaren tek bir anlama malik olmamış süreç içerisinde yeni anlamlar kazanmış ve kazanmaya da devam edecektir.


Kuvvet manasında iken töre sahibi anlamında daha sonra olgun/olgunluk çağı anlamında olmuştur. Türk ne vakit güçlü ise o vakit Türk lâfzı da güçlenmiş yani kuvvet, erk manalarını kazanmıştır. Türkler İslâmiyet’i din olarak benimsemiş işte o zaman kemal/olgun anlamını kazanmıştır. Fakat bazı zamanlarda Türkler pek sevilmemiş ve Türk lâfzına da fena anlamlar yüklenmiştir: Selçuklular devrinde kaba manasında olup Farsça bilmeyenlere dahi Türk demişlerdir. Babür zamanında ise kelime kaba manasında kullanılmıştır. Bununla birlikte kelimenin temelinin ne olduğu meselesi de çözüm kavuşturulamamıştır. Kanaatimiz ise şöyledir: Günümüzdeki Türk lâfzı tek hecelidir ve hem bu hali ile hem de çift heceli Türük/Törük hali Köktürk yazıtlarında yer almaktadır. Bunu Çin kaynaklarında çift heceli hali ile yer alan T’u-kueh/Tu-chueh kelimesi de doğrulamaktadır. Nihayetiyle kelime çift heceli halinden tek haline doğru geçiş yapmıştır.

Genellikle Avrasya tabirinin Avrupa ve Asya’yı birlikte ifade ettiği kullanıldığına dair bir görüş mevcuttur. Oysaki Avrasya Macar Ovasından Mançurya sınırlarına kadarki jeopolitik alanı ifade eder. (O.Karatay, Türklerin Kökeni, 5.Baskı, 2012, s.31) 2 Sencer Divitçioğlu, Orta-Asya Türk İmparatorluğu, 3.Baskı, 2005, s.21 3 Saadettin Gömeç, Türk-Hun Tarihi, Ankara, 2012, s.11 4 İbrahim Kafesoğlu, “Tarihte Türk Adı”, Türkler, C. I, s.308 5 Tuncer Baykara, Türk, Türklük ve Türkler, İstanbul, 2.Basım, 2006, s.121 6 Tuncer Baykara, a.g.e. , s.117 7 İ.Kafesoğlu, a.g.m. , s.310 8 Osman Karatay, Türklerin Kökeni, s.132 9 Tuncer Baykara, a.g.e. , s.127 1

Tuncer Baykara, “Türklüğün En Eski Zamanları”, Türkler I, s.280 11 Sencer Divitçioğlu, a.g.e. , s.21 12 T.Baykara, a.g.e. , s.130 13 Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, 20. Basım, 2011, s.42 14 Kafesoğlu, “Tarihte Türk Adı”, s.310 15 S. Divitçioğlu, a.g.e. , s.22 16 İ.Kafesoğlu, a.g.m. , s.311 17 Tuncer Baykara, “Türklüğün En Eski Zamanları” , s.282; Tuncer Baykara, Türk, Türklük ve Türkler, s.139 18 Tuncer Baykara, Türk, Türklük ve Türkler, s.136–138 19 Osman Turan, a.g.e. , s.42–43; İbrahim Kafesoğlu, “Tarihte Türk Adı”, s.311–312; İ.Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 17.Basım, İstanbul, 1998, s.44 20 Tuncer Baykara, “Türklüğün En Eski Zamanları”, s.282; T. Baykara, Türk, Türklük ve Türkler, s.143– 144;Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, 2.Baskı, İstanbul, 1983, s.49; İ.Kafesoğlu, “Tarihte Türk Adı”, s.312 10


MHP Genel Merkez Ziyaretimiz Bir yandan dergimizin ikinci sayısının hazırlıklarını sürdürüp diğer yandan Van Ulupamir Kırgız Türk çocukları için düzenlediğimiz kitap-kırtasiye kampanyası ile meşgul olduğumuz sıralardı. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezi’nden bizleri arayan Resul ÇAKIR ağabeyimiz Genel Başkan Yardımcısı Sayın Ruhsar DEMİREL’in dergimizden sosyal medya aracılığıyla haberdar olduğunu ve bizlerle tanışmak istediğini belirterek dergi ekibimizi Ankara’ya davet etti. 29 Ağustos Perşembe günü 7 kişilik bir ekiple MHP Genel Merkez’i ziyaret ettik. Resul ÇAKIR ağabeyimizin hoş sohbetinin ardından Ali EKBER ağabeyin rehberliğinde Genel Merkez binasını gezdik. Bizleri misafir eden Genel Başkan Yardımcısı Ruhsar DEMİREL Hanımefendi ile yaklaşık 2 saat süren sohbetimizde kendisine dergimizi tanıttık. Dergi ekibinin ilk tanıştığı zamanlardan bugün geldiğimiz noktaya kadar bütün hikâyemizi ilgiyle dinleyen Ruhsar Hanım ile üniversitelerde Ülkücü Hareket’in etkinliği, üniversite yıllarında yayıncılığın önemi üzerine de uzun ve samimi bir sohbet ettik. Dergimize olan ilgi ve hassasiyetlerinden dolayı kendisine bir kez daha teşekkür ediyoruz. MHP ziyaretinin ardından Anıtkabir’i, Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ’in, Şehit Muhsin YAZICIOĞLU’nun kabirlerini ziyaret ettik ve yeminlerimizi tekrarladık: “Yolunuz yolumuz, davanız davamız, emanetiniz namusumuzdur!” Hamamönü’nde içilen çaylar ile günün yorgunluğunu atıp yola çıktık. Ankara bizi güzel ağırladı vesselam…



B

ir meraklı tutum, bir farklı ifade, hafif üzgünlük ve bir tutam kızgınlıkla başladıysan yazının satırlarını okumaya ben bu yazıyı sana yazdım alperen yürekli, vatan sevdalısı, Hakk ve halk aşığı ülküdaşım. Yazı ve başlığı bir sitemi anlatıyor belki de, belki de bir umudu... Kim bilir belki birkaç cümlesi önemlidir ve tüm yazı onun içindir, belki de yazı tamamıyla bizedir birkaç cümle ötesi... Anlatacaklarım ya da anlatmaya çalışacaklarım ne milliyetçiliği öğretmek üzerinedir ne de bunu tartışmak. Buna ne tecrübem ne de bilgim ve hakkım izin verir. Benim ki biraz sitem, biraz hüzün, biraz umuttur. Yazıma Ozan Arif’in şu güzel dizeleriyle başlamak istiyorum; “Ülküdaşım dinleyin sitemim var sizlere Siz biz diye bir şey yok hepimize bizlere Çünkü ben de dâhilim söylediğim sözlere Ülkücü davasını yaşamalı, bilmeli İktidara gelirse hak ederek gelmeli.” Vaktiyle çekilen çileler, gelen ağır suçlamalar, kurum ve bireylerin milliyetçiliği benimserken yaptığı hatalar ve davranışlar Türk Milliyetçiliği’nin özellikle 21. yüzyıl gençleri arasında farklı algılanmasına ve yorumlanmasına neden olmuştur. Kurum ya da bireylerin hatası asla ve asla davaya veya anlayışa mâl edilemez. Fakat bu yanlışlardan dolayı oluşan algıyı da düzeltmek yine milliyetçilerin üzerine düşer. Hızla değişen ve gelişen dünyada her bireyden önce Türk Milliyetçileri, özellikle bu dönemde hızla kendini geliştirmeli ve yenilemelidir. Davasını, sevdasını, fikriyatını konuşmaktan çekinmemeli, konuşmanın verimliliği için okumalı, bilgilenmeli ve sürekli kendini yenilemelidir. Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere Ziya Gökalp’i, Alparslan Türkeş’i, Hüseyin Nihal Atsız’ı, Seyyid Ahmed Arvâsî’yi, Muhsin Yazıcıoğlu’nu ve nice Türk Milliyetçisi fikriyatları benimsemeli, onların fikirleri çizgisinde kendine yol çizmelidir. Liderleri, özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ü yeteri

kadar anlamaması, milliyetçiliği sokak davasına dönüştürmesi, okumamaması, özellikle okutturmaması, milliyetçiliğin karşısında duran görüşleri bilmemesi, yorumlamaması, yanlışlarını bulmaması, her alanda kendine yeni ufuklar açmaması, davasının bir güzel parçası olan İslam’ı ahlakıyla yaşamaması ve kendi güvenini kendine verememesi milliyetçi gencin en büyük problemleri arasındadır. Seyyid Ahmed Arvâsî hocamızın şu 2 güzel sözü günümüzde milliyetçiliği nasıl yaşamamız gerektiğini en iyi şekilde açıklamaktadır; “Türk Milliyetçiliği, sadece sosyal bir vâkıâ olarak kalamaz; tezlerini ve antitezlerini ortaya koyarak, şartların gerektirdiği tarzda teşkilâtlanmak ve kadrolaşmak zorundadır. Bu kadro ve teşkilat, devletin ve milletin bütünlüğünü kavrama hedefine yönelik bir ‘çekirdek’ etrafında gittikçe genişleyen bir oluş halinde bulunmak demektir.”, “Türk Milliyetçiliği; gâye, prensip, strateji ve programı itibarıyla âhenkli bir bütünlük içindedir. Aksiyon bu bütünlüğü bozamaz. Ancak zamana zemine ve şartlara göre esneklik gösterebilir.” Türk Milliyetçileri olarak bu ahengi en güzel şekilde anlamalı, anlatmalıyız. Ahengin değişen zamana ayak uydurması gerektiğini de unutmamalıyız. Bir hayalimiz olmalı, bu hayal peşinde güzel işler yapmalıyız.Yıldızlara dokunamayız belki ama onlar bize karanlık gecelerde yol gösterir. Bizim davamız bir yıldız, biz onu düşünelim onun yolunda güzel işler yapalım. Yazımı başlığa ithafen birkaç cümle ile bitirmek istiyorum. Cuma namazında binlercesiyken, sabah namazında milliyetçi gençler nerede? Spor sayfalarında binlercesiyken; Nutuk’larda, Dokuz Işık’larda milliyetçi gençler nerede? Ülkemiz üniversitelerinde binlercesiyken; yurt dışında, doktoralarda milliyetçi gençler nerede? Mutlulukta, rahatlıkta binlercesiyken; sıkıntılarda, hüzünlerde milliyetçi gençler nerede?


VATAN ŞARKISI Âmâlimiz efkârımız ikbâl-i vatandır Serhaddimize kal’a bizim hâk-i bedendir Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz Osmanlılarız! Can veririz nâm alırız biz! Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda Can korkusu geçmez ovamızda dağımızda Her gûşede bir şîr yatar toprağımızda Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz Osmanlılarız! Can veririz nâm alırız biz! Osmanlı adı her duyana lerze-resândır Ecdâdımızın heybeti ma’rûf-i cihandır Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır Gavgâda şehadetle bütün kâm alırız biz Osmanlılarız! Can veririz nâm alırız biz! Top patlasın ateşleri etrafa saçılsın Cennet kapusu can veren ihvâna açılsın Dünyada ne bulduk ki ölümden de kaçılsın Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz Osmanlılarız! Can veririz nâm alırız biz! NAMIK KEMAL





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.