Öktem Dergisi | Sayı:5 | 2015

Page 1



Başyazı YEREL SÜRELİ YAYIN SAYI:5 2015 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü HAKAN KARA Tasarım ve Mizanpaj TUĞRUL ŞEVİK Genel Yayın Yönetmeni CEYHUN TAŞKIRAN Yayın Kurulu BERK TESTEMEL BURAK EFE UMAY CAN MELIKE KILINBOZ MEHMET ALI TOR KAAN AYKUT KABAKÇI Sosyal Etkinlikler BURAK HAMURLUOĞLU DUHAN PORTAKAL Dergideki yazılar kaynak gösterilerek yayınlanabilir. Yazılardaki fikirler imza sahiplerine aittir. İletişim: oktemdergisi@gmail.com facebook.com/oktemdergi twitter.com/oktemdergisi Tel: 0505 382 01 42 Baskı: KUŞAK OFSET Himaye-i Etfal Sk. Yıldırım İş Hanı No: 1-2-3 Cağaloğlu/İSTANBUL Tel: 0212 527 41 03

Uzun bir aradan sonra yine okurumuzla buluşmanın mutluluğu içindeyiz. ‘Ara’ diyoruz, çünkü her ne olursa olsun Öktem’i yayınlamaya devam etmekten geri durmayacağız. Bu ‘ara’ zaman içinde geçen sene Nevruz’dan beri okulumuzun karışıklığı, terör yuvası haline getirilmek istenen üniversitemizde geçirdiğimiz sıkıntılı zamanlar yayın sürecimizi aksattı. Kampüs içinde ve dışında hedef gösterilen, ifade özgürlüğü engellenmek istenen Türk Milliyetçisi öğrencilerin sesi olmak için çıktığımız yolda bir sınav verdik. İmtihan her ne kadar zor olsa da ‘inanmış yürekler için başı zahmet olan her şeyin sonu rahmettir’ diyerek sabrettik. Bu süre boyunca bir yandan üniversite kampüsü içinde terör örgütünün uzantıları ile mücadele ederken, soruşturmalar geçirirken, bir yandan da Öktem Dergisi teşkilatını diri tutmaya çalıştık. Sosyal medya üzerinden, sanal ortamlardan sesimizi duyurmaya devam ettik. Dergi teşkilatını diri tutmakla birlikte daha da genişletmek ve okurlarımızla daha çok şehirde ve üniversitede buluşabilmek için temsilciliklerimizi artırdık. Şükürler olsun ki 5.sayımız itibariyle 26 şehirde 37 üniversite temsilciliğine eriştik. Bu yola çıkarken bir tohum attık toprağa. Bereketini Allah verdi. Fidan oldu, koruduk. Fırtına koptu, siper ettik gövdemizi. Sel vurdu da geçit vermedik, yangın sardı da ellerimizle söndürdük ateşi. Büyüyor, gürleşiyor, dalları memleketin doğusundan batısına uzanıp meyvelerini sunuyor asil Türk evlatlarına. Olmaz dedikleri ne varsa O’nun izniyle olduruyoruz. Sımsıkı sarıldık atlarımızın yelelerine, şanlı bir mâziden kutlu bir geleceğe doğru dörtnala sürüyoruz! Bu sayıda Kırım ve Doğu Türkistan konularında uzman kalemleri; Zafer KARATAY ve Ali AHMETBEYOĞLU hocalarımızı sizlerle buluşturuyoruz. İskender ÖKSÜZ hocamız ise ‘Siyasal İslam’ konusuna değindi. Türk Milliyetçisi öğrencinin sesi olmak için verdiğimiz sözün gereği olarak en geniş alanı ise üniversite konusuna ayırdık. Üniversite dosyasında Servet AVCI hocanın İTÜ’de gelişen olaylarla alakalı güncel bir değerlendirmesini de okura sunuyoruz. Bu sayıyı her türlü tehlikeyi göze alarak, boyun eğmeden mücadele eden dava erlerine, Milliyetçi Türk gençliğine armağan ediyor ve sizleri Atsız Ata’nın şiiriyle selamlıyoruz; Selam size! Üstünüzde bütün bakışlar, Bir gün olur, tarih sizi elbet alkışlar! Hakan KARA


ÜNİVERSİTE DOSYASI

İÇİNDEKİLER 1 4

Çadır, Oba, Memleket HAKAN KARA

Üniversitede Ülkücü, Ülkücünün Üniversitesi

ÜNİVERSİTE DOSYASI

1-14

TUĞRUL ŞEVİK

7 8 9 11 14 15

Onlar ve Yılmak BERK TESTEMEL

Ülkücü Şehit Fırat Çakıroğlu .

Üniversiteli Ülküdaşlarım! TARKAN BÜYÜKORAL

DOĞU TÜRKİSTAN

22-31

KIRIM - TATAR

35-42

Dârülfünûn Boykotu ÇAĞHAN SARI

İTÜ’de Neler Oluyor? SERVET AVCI

Siyasi İslamcılar: Dini Yalanlayanlar

PROF. DR. İSKENDER ÖKSÜZ

DOĞU TÜRKİSTAN

Dersim Nedir?

CEYHUN TAŞKIRAN

22

Doğu Türkistan Gerçeği-1

26 29

Osman Batur

YRD. DOÇ. DR. ALİ AHMETBEYOĞLU

MEHMET ALİ TOR

Doğu Türkistan Hilalini Bekliyor

Bildiri Çalışmalarımız

35

Rus İşgali Sonrası Kırım Türklerinin Durumu

36

Kazan’ın Çöküşündeki Efsane: Tatar Prensesi Süyün Bike

40

KIRIM’A SES VER İSTANBUL! BAYRAK NAMUSTUR, NAMUSUNA SAHİP ÇIK!

ZAFER KARATAY

FATİH ORTA

HASİBE AR

Türklerde Tebabet

TÜRKER DURGUN

32 34

Mustafa İnan

BURAK HAMURLUOĞLU

Türkmen’e - EYÜP DOĞAN Şehidine Ağlayan Yürek - EMİN BAŞ

Allah Davası Ölüyor Mustafaları Bilmem

43 44

RABİA UMAY CAN

İTÜSAK

46

KIRIM - TATAR

19


Üniversitede Terörle Mücadele HAKAN KARA

B

ir şeyleri düzeltmek istiyorsak evvela kendi sahiptir. Üniversiteye bu gayriresmî kimliği kampüs yaşam alanımızdan başlamak zorundayız ki içinde hâkimiyeti sağlayan öğrenci grupları sonra etrafımıza etki edebilelim. Önce kendi kazandırır. Gazi Üniversitesi, Selçuk Üniversitesi çadırını, sonra komşu çadırı, giderek bütün obayı, “ülkücü üniversite” olarak anılırken ODTÜ, İTÜ, şehri, ülkeyi ve sonunda dünyayı değiştirmek… Ege “solcu üniversite” etiketini taşır. Bilim yuvası Evet, böyle yazınca “hayalperest” diyorlar olması gereken üniversite ortamı siyaset batağına bize, varsın desinler. Hayal kurmayı bilmeseydi dönüşürse, ülke bilimsel çalışma yapamaz ve atam Oğuz, koca cihana nasıl teknoloji üretemez hale gelecektir hükmederdi milletim? Hayal Küçük Asya (Asia Minör) ki bunun sonunda geri kalmışlık etmeseydi Alparslan, nasıl kaçınılmaz olur. Burada ince bir dedikleri bu diyârı yurt tutardık Anadolu’yu? çizgi vardır. Üniversite ortamının Uzaklardan baktığı İstanbul’u siyasi çöplük olmasını istememek, yurt tuttuğumuzdan almak istemeseydi Sultan asla ‘üniversite gençliği apolitik beri isterler ki; Türk Mehmet, nasıl Fatih olurdu? olmalıdır’ anlamına gelmez. Aksine başını kaldıramasın, Bugün biz dünyaya düzen birey tam olarak bu yaşlarda fikir getirmeyi hayal edeceğiz, yarın nefes alamasın, rahat dünyasını zenginleştirmeli, fikri gerçek kılacağız! Aksi takdirde bulamasın ve geldiği yere altyapısını güçlendirmeli ve bir ne yaşamak bir amaç taşır, ne dünya görüşüne sahip olmalıdır. geri dönsün. ölmek bir mana… Dünyaya Fikri tartışmalar içine girerek düzen getireceksek evvela bu kendini geliştirmelidir. Ancak memleketten, memlekete düzen getirmek için ise bu tartışmalar boyut değiştirip fiziki çatışmaya kendi yaşam dairemizden başlayacağız. dönüşürse işte o zaman bahsettiğim siyaset bataklığında genç nesil ile birlikte ülkenin geleceği Bu memleketin bir terör gerçeği vardır. Küçük de boğulacaktır. Asya (Asia Minör) dedikleri bu diyârı yurt tuttuğumuzdan beri isterler ki; Türk başını Vatanına, milletine, geleneğine ihanet içinde kaldıramasın, nefes alamasın, rahat bulamasın olmayan her fikir sistemi üniversite ortamında ve geldiği yere geri dönsün. Düşman yüzyıllardır kendine yer bulmalıdır. Bu açık pazarda Türk’ü Anadolu’dan sürmek, hatta bununla temellerini sağlam oturtan, geleceğe uzanan fikir yetinmeyip Asya bozkırlarında yok etmek sistemi hangisi ise o rağbet görecek ve bu fikir arzusundadır. Türlü belaları üzerimize salarlar rekabetinden galip çıkacaktır. Olması gereken ki yorulalım, yılalım ve dönelim. Amma velakin budur. Ancak ithal fikirleri ile fitne tohumu saçan saldıkları her ateşi göğsümüzde söndürmüş, her emperyalizm uşaklarının bu pazarda tezgâh defasında misliyle cevabını vermişizdir. Yunus der kurmasına kesinlikle müsaade edilmemelidir. Aklı ki “Her dem yeniden doğarız. Bizden kim usanası”. olan kimse şerbet ile zehiri yan yana koymaz. Yılmazlığımızdan, yıkılmazlığımızdan usanmıştır Komünizm, maskesinin altında şiddetli bir düşman, lakin fitnesinin de arkasını kesmemiştir. emperyalizm barındırır aslında. Bunu görebilmek İşte bugün başımızı ağrıtan da terör fitnesidir. için Sovyet tarihini okumak yeterlidir. İnsanların Bir önceki sayıda ülke olarak terörü nasıl saf hakkını ve emeğini savunuyormuş gibi görünerek dışı bırakabileceğimize dair fikirlerimi kaleme kitleleri kendine köle eden bu sistemin, gören almıştım. Şimdi ise üniversitelerde, eğitim gözler için Amerikan emperyalizminden hiçbir kurumları temelinde terör konusuna eğilelim ve farkı yoktur. 1980 öncesi bu ülke bir komünizm çözümlemeler yapalım. sınavı vermiştir. Ülkücü hareket, ülkeye komünizmi sokmamak için beş bin şehit vermiştir Türkiye’de birçok üniversite belli siyasi kimliklere lakin komünizme geçit vermemiştir. Neticede SAYI: 5 | 2015

1


Üniversitede Terörle Mücadele devletin bir komünist rejim tehlikesi kalmamıştır. Ancak bugün hala anarşiyi sürdüren gruplar milleti ve özellikle de gençliği tehdit etmeye devam etmektedir. 80 artığı komünizm bugün PKK terörünü beslemektedir. Marksist-Leninist fikirler üzerine temeli oturtulan terör örgütünün

edilmelidir. Onlara karşı duranlar öldürülmeyi dahi hak ederler.

Üniversite ortamında anarşinin tırmandığı şu son döneme bakalım. Okul yerleşkesi içinde terör kamplarından fırlamış gibi dolaşan öğrenci grupları özellikle son yıllarda atağa geçmiş durumdadır. Görünürde hükümet karşıtı olan örgüt sempatizanları, aslında bu rahatlıklarını yine hükümetin yanlış politikalarına borçludur. “Çözüm süreci” safsatasının gölgesinde manevra kabiliyeti artan bu terörist gruplar devlete, millete, vatanın bölünmez bütünlüğüne kast etmekten geri durmamaktadırlar. Öyle ki; okul içinde bölücü başının resimlerini açıp saygı duruşuna geçebiliyor, Türk vatanının bir kısmını başka şekilde isimlendirebiliyor, canları istediğinde etrafı yakıp yıkabiliyorlar. Çünkü bütün bu eylemler onların demokratik haklarıdır ve onlara karşı duran her kişi/kanun/kurum faşisttir ve yok

Ülkede kargaşa ortamı yaratmak isteyenler, hedefledikleri üniversiteleri ‘kurtarılmış bölge’ haline getirmek için üniversiteye giriş sınavlarında sınav hileleri ile üniversitelere birer birer örgüt mensuplarını yerleştirmişlerdir. Beyinleri yıkanmış, mankurtlaştırılmış komünizm sevdalıları ise bunları kalabalıklarıyla beslemektedir. Birer iç dinamik olarak üniversitelere yerleştirdikleri bu terörist gruplara ihtiyaç duydukları anda düğmeye basarlar ve kargaşayı başlatırlar.

Vatanın ve geleceğin yegâne umudu olan Türk Milliyetçileri ise üniversite ortamında meydanı bu örgüt artıklarına bırakmamak için mücadele içindedir. Yegâne umut diyorum çünkü karşı tarafın saldırılarını, fiziksel müdahalelerini göze Bölücü başının posterlerinin açılıp saygı duruşuna geçildiği, devletin varlığından şüphe duyulacak hale gelen alabilenler sadece onlardır. Her yerde olduğu gibi üniversiteler Türk Milliyetçileri için birer cehennem haline kampüslerde de bu terörist getirilmek isteniyor. Örgütün uzantıları üniversitelerde uzantılarla mücadele edenler Türk Milliyetçileri olduğu Türk Milliyetçisi öğrencileri hedef gösteriyor, tehdit için, medyanın o iğrenç ediyor, darp ediyor ve hatta şehit ediyorlar. tabiriyle “karşıt görüşler” çatışmaktadır. Bölücü başının posterlerinin açılıp saygı duruşuna geçildiği, finansal destekçileri her ne kadar kapitalistdevletin varlığından şüphe duyulacak hale gelen emperyalist devletler ise de terör örgütüne üniversiteler Türk Milliyetçileri için birer cehennem “devrimci dayanışma”(!) gereği yakınlık gösteren, haline getirilmek isteniyor. Örgütün uzantıları destekleyen ve yandaş toplamasını sağlayan da üniversitelerde Türk Milliyetçisi öğrencileri hedef komünistlerdir. Bugün antiemperyalist olduğunu gösteriyor, tehdit ediyor, darp ediyor ve hatta iddia eden şuur yoksunu gürûh aslında küresel şehit ediyorlar. 9 Kasım 2010’da Kütahya’da emperyalizmin Türkiye üzerindeki oyununa Dumlupınar Üniversitesi öğrencisi Hasan ŞİMŞEK’i destek verdiğinin farkında değildir. Yandaşların bir şehit edenlerle, 20 Şubat 2015’de İzmir’de Ege yarısı saflığıyla ve ahmaklığıyla bu gruplara kapılır, Üniversitesi Teşkilat Başkanı Fırat ÇAKIROĞLU’nu diğer yarısı ise bilinçli bir şekilde kin ve nefretle şehit edenler aynı kişilerdir. vatana ihanet eder.

2

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

Hükümetler de bu iç dinamiklerden faydalanırlar. Bir torba yasa yahut bir paket oylamaya sunulacağında, yerel ya da genel seçimler öncesinde üniversitelerin bir anda karışması elbette tesadüf değildir. Halk televizyon karşısında bu haberlerle meşgul edilirken, genç beyinler bu kargaşada canını kurtarmaya çalışırken, atı alan


Üniversitede Terörle Mücadele Türk Milliyetçileri olacaktır, bundan hiç kimsenin şüphesi Kediyi ip yumağıyla oyalamak gibi gençliğin önüne olmasın. Osmanlı ordusunda atılan bu tuzağın amacı da onların düşünmelerini, en önde giden ‘deliler’ fikir sunmalarını engellemektir. Bu oyun çoğu zaman den hiçbir farkı yoktur bu hareketin çocuklarının. amacına ulaşır; gündem değişir, torba yasalar Rahmetli Başbuğ Türkeş meclisten geçer, sonra ortalık sakinleşir. bile “vatan için, millet için, memleket için her fedakârlığı çoktan Üsküdar’ı geçmiştir. Kediyi ip yumağıyla göze alan bir deliler topluluğu” oyalamak gibi gençliğin önüne atılan bu tuzağın olarak tanımlıyordu bizi. Atsız Ata “Buyursunlar… amacı da onların düşünmelerini, fikir sunmalarını Bizim için savaş düğündür!” derken bizi çok iyi engellemektir. Bu oyun çoğu zaman amacına tanıyordu. ulaşır; gündem değişir, torba yasalar meclisten Bizim ayaklarımız yere sağlam bastığı müddetçe geçer, sonra ortalık sakinleşir. zafere giden yolumuz aydınlanacaktır çünkü bizim Ancak Milliyetçi-Ülkücü gençlik bu oyunun perde köklerimiz toprağın altındadır. Doğru bildiğimiz arkasını görmek zorundadır. Kurt Kapanı bir Türk yolda, yüce ülkümüzün yolunda ilerlerken bizi harp taktiğidir ve biz bu kapana kısılanlardan engellemek isteyenler elbette olacaktır. Bize olamayız, olmamalıyız! Birlik içinde hareket “faşist, zorba” diyerek iftiralar atacaklar, kalleşçe etmeli, teşkilatlanmalı, kurumsallaşmalı ve sırtımızdan vurmaya çalışacaklardır. Ancak biz ihanete meydan vermemeliyiz. Emin olun ki bu hain seslere aldırmadan, dik duruşumuzu sağlam adımlarla ilerlediğimizde önümüzde kimse bozmadan ilerleyeceğiz. Onların birer birer duramayacaktır. Gönül birliği ilk adımdır. Bunu düştüğünü ve tutunamadıklarını göreceğiz. birlikte iş yapabilmek takip eder ki teşkilatlanma “Milliyetçi Türkiye’ye, Turan’a kadar” mücadele bu noktada başlar. Kendi tekâmülünü yemini etmiştik, mücadeleden vazgeçmeyeceğiz. sağladıktan sonra kurumsallaşmaya geçilmeli ve Ve bir gün mutlaka güzel Turan ülkesindeki kurt mücadeleye kurumsal tabanda devam edilmelidir. başlı sancağın altında, bütün soydaşlarımızla, Kurumsallaşmak ise ancak bir şeyler üretmekle bütün şehitlerimizle, Hasan Şimşek ile, Fırat mümkündür. Ortaya koyulan ürün bir yayın organı Çakıroğlu ile diz dize oturup toy kuracağız, yahut bir öğrenci topluluğu olabilir. İnsanlara türküler söyleyeceğiz, destanlar yazacağız! kendini ifade etmenin, tebliğin ve ardı sıra gelen TANRI TÜRK’Ü KORUSUN! telkinin Türk Milliyetçisi gence yakışan yöntemi budur. Atılan her adım akıl ve mantık çerçevesinde olmalı, her hareketin kutsal davamıza bir fayda sağlayıp sağlamayacağı iyi tartılmalı ve ona göre karar alınmalıdır. M. Necati Sepetçioğlu’nun ifadesiyle “Akılsız yiğitliğin eşşeklikten beter olduğu” unutulmamalıdır. Orduların bile silahlarla değil zekâ ile galip geldiğini bilerek, aklını kullanarak ihanet odakları saf dışı bırakılmalıdır. Harp farz olana kadar mücadele şekli ve yöntemi fikri zeminde olmak zorundadır. Evet zorundadır, çünkü bu hareket bir şehit daha vermemelidir. Zaten bir gün sözler tükendiğinde en önde gidecek olanlar yine

Ülkücü Şehit Fırat Çakıroğlu’nun Aziz Ruhuna..

SAYI: 5 | 2015

3


Üniversitede Ülkücü Ülkücünün Üniversitesi TUĞRUL ŞEVİK

Ü

niversitede ülkücü olmak ve zorlukları gibi klasik bir giriş yapmaktansa daha farklı bir açıdan bakarak giriş yapmak isterim. Özellikle Gezi Parkı olaylarıyla sıkça duymaya başladığımız ‘apolitik nesil’ söylemleri zihinlerimizi uzun süre meşgul etmişti. Eylemlerdeki kitlenin ajanlarla provoke edilen bir topluluk olduğundan, politize olmayı farklı yorumlayan yeni bir nesil olduklarına kadar birçok fikir ortaya atıldı.

Böyle bir kalabalıkta bir şeylere inanmak, bir ülkü sahibi olmak, daha ziyade bir lütuf gibidir. Belki de Y nesli olmanın getirdiği bir özellik olarak, farklılığa saygı duyuyorum. Bu amaçsız kalabalıkta, karşımda da olsa bir fikri olan, bir idealin peşinde olana… Üniversitede ülkücü olmak, işte böyle balon hedeflerin peşinde ömür harcayan savruk

5 senedir Gezi Parkı’nın hemen Üniversitede ülkücü olmak, işte böyle balon karşısındaki Taşkışla’da okuyan biri olarak, bu ilk mücadeleyi hedeflerin peşinde ömür harcayan savruk kalabalıklar haklı bulmuş, destek vermiş içinde kutlu bir ülküye inanmak, onun için bir şeyler ve katıldığım ortamlarda da yapmaya çalışmak, bunun üzerine düşünmek ve sürekli bir süre gözlem yapma fırsatı kendini idealinin süzgecinde sorgulamaktır. bulmuştum. Günümüzde politik olmanın ne ifade ettiğinin yeniden yorumlanması gerektiğine inanmama rağmen, kalabalıklar içinde kutlu bir ülküye inanmak, onun kitlenin neslimizin küçük bir resmi olduğunu için bir şeyler yapmaya çalışmak, bunun üzerine görmüştüm. Sürekli söylendiği gibi, farklı düşünmek ve sürekli kendini idealinin süzgecinde ideolojilere, farklı yaşam görüşlerine sahip insanlar sorgulamaktır. orada olsa da, genel itibariyle içi doldurulmamış Elbette ideal için yapılacak şeyler zamanına, bu politize tavırların, yaratıcı mizah ve insanların yerine ve şartlarına göre değişebilir. Mücadele takdir edilesi direnciyle üstü örtülemezdi. Elbette gerektiğinde yöntem değiştirebilir, yeni metotlar bu tespit sadece eylemlerdeki gözlemlerimle üretebilir. Biz de okula başlayıp bir avuç insanla değil, senelerdir çevremdeki insanlar nedeniyle de bilinmez bir mücadeleye girdiğimizde şartlar bizi şekillenmişti. yönlendirdi. Girişimizin birkaç sene öncesine kadar Burada daha vahim olan konuysa, apolitik olmanın ülkücülerin fotoğraflarının ‘faşist’ damgasıyla çok daha üzerinde bir sorun olarak, genel olarak okul duvarlarına asıldığını öğrendik. Başörtülü karşılaştığım idealsizlikti. İyi bir üniversiteye öğrenciyi derse almak istemeyen ve rencide eden girene kadar yarışmak, yapmak istediği işten öğretmenlere, inançlarımızı ve görüşlerimizi ziyade daha çok kazanacağını tercih etmek ve küçümsemeye kalkan öğrencilere tanık olduk. yine hayatı boyunca yapmak istediğinin peşinde Fakat esas üzücü olan bu insanların bunları, değil, daha çok kazanacağının peşinde olmak… bir ideale sahip olmayı kavrayamamalarından Ülkenin en iyi okullarından birinde, birlikte yapmalarıydı. Büyüklerimizin “İTÜ’de okuduğum insanların çoğuyla, birçok mesele başaramazsınız” destekleriyle (!) geçen 2 senenin hakkında konuşamayacak olmamız, daha acı ardından, yaptığımız onlarca toplantıyla birlikte verici olarak bu konular hakkında bir fikre sahip bir olduğumuz yürekli insanlarla, mücadelemizin olmamayı umursamamaları. Bu neslin Y nesli ürünü olması adına bu dergiyi çıkarmaya karar olarak adlandırılması bu genel idealsizliğe sebep verdik. Biz zamanına ve şartlarına göre bu yolu teşkil etmemelidir. seçtik ve diğer mücadele yollarına ulaşmak için bu

4

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ


Üniversitede Ülkücü, Ülkücünün Üniversitesi önemliydi. Ülkücü; düşünen, yazan, çizen, üreten insan… İşte üniversitede ülkücü olmanın, farklı mücadele kanallarının açılmasının yolu da ülkücünün üniversitesinden geçmektedir. Ülkücü başarılı olmak zorundadır. Unutmamalıdır ki bu seneler geçecektir, bize geriye mücadelemizden başka bir şeyler de kalmak zorundadır. Çok klasik bir söylemle ülkücü örnek olmalıdır. Yıllardır bu alanlarda kaybettiğimiz itibarı düzeltmek bizim görevimizdir. Arkadaşlarımızdan alanlarının en iyisi olmalarının beklenmesinin sebebi sadece üniversitede örnek olmak değil, aynı zamanda ülkücü hareketin kalitesini ve üretkenliğini arttıracak vasıflı bireylerin yetişmesi gerektiğindendir. Bugün hükümetin cemaati ‘paralel devlet yapılanması’ olarak hedef göstermesi, cemaatin, devletin birçok kademesinde çok önemli görevlerde insanlara sahip olmasındandır. Ülkücü harekete nispeten çok daha küçük bir topluluk olmasına rağmen cemaat, devlet için tehdit oluşturduğu iddia edilecek sayıda bürokrat, hukukçu ve yöneticiye, hatta iş adamına, ülkücü harekete nispeten çok daha fazla sahiptir. İşte biz de potansiyelimizi bu yöndeki verimliliği arttırmak için kullanmak zorundayız. Çünkü ülkücü hâkim olmak zorundadır, güçlü olmak zorundadır, varoluşu bunu gerektirir. Bu hâkimiyet iradesi bir son dönem ideolojisinin iktidar mücadelesi olarak değerlendirilemez. Türk’ün varoluşundan beri yanan bir egemenlik ateşinin tezahürü olarak görülebilir. Bu yüzdendir ki; ülkücü asla kendini yakın tarihle sınırlamaz. 80 öncesi mücadeleyi, Kürşad İhtilali’nden farksız görmesinin sebebi budur. Konuya dönecek olursak, maalesef bugün ülkücü gençlik, üniversitede başarı ve kendini geliştirme konusunda vahim durumdadır. Bunda elbette ki ülkücü hareketin, özellikle de üniversitede, sizi zorunda bıraktığı aktif mücadelenin payı da vardır. Ülkücü hareket tüm bileşenleriyle, kendini sorgulamalı, yanlışlarını bulmalı ve düzeltmeli, bir

bakıma evrimleşerek ayak uydurmalıdır. İşte burada ciddi bir sorunla karşılaşılır. Hareket, bu evrimi gençlikten başlayarak, o gençliğe yol gösterecek, el verecek büyükleriyle gerçekleştirmelidir. Fakat ne yazık ki gençlik kendini yalnız hissetmektedir. Sistem tüm bileşenleriyle ahenk halinde işlememektedir. Elbette buradaki büyüklerden kastımızı açmak gerekir.

Gençliğin Sitemi Gençliğe kendini kullanılmış hissettiren bu el vermeyen, yol açmayan büyükler her yerdedir. Bu büyükler için genç, düzenleyeceği etkinlik için adamdır. Katılacağı seçim için oydur. Destekleyeceği miting veya yürüyüş için kalabalıktır. Gençlik asla işten kaçtığı için veya kendini büyük gördüğü için bundan şikâyetçi olmaz. Hatta gençlik bir şeyler başarabiliyorsa, söyleyebiliyorsa, üretebiliyorsa yine büyüklerinin tecrübelerinden aldıkları sayesindedir. ‘Tabula rasa’ olarak mı doğarız bilinmez ama dava insanın kanından gelen bir şey değildir. Bu yolda birçok şeyi okuyarak, dinleyerek ve bunları yorumlayarak birikim sağlarız. Büyüklerin yazdıklarının, söylediklerinin bu konudaki katkısı tartışılamaz. Fakat bu insanlığın doğası gereği olandır. Şikâyet, bahsedilen büyüklerin tutarsızlıklarındandır. Nasıl mı? Genç de ihtiyacı olduğunda doğal olarak büyüğüne gider. Ondan kendisi veya bir arkadaşı için yardım istediğinde, mesela bir iş istediğinde büyük ona kendini geliştirmediğini söyler. Oysa gençlik etkinlikte adam olmuş, seçimde oy olmuş, mitingde kalabalık olmuş, fakat kendini geliştirememiştir, zaten bu süreçte de büyüğünden samimi bir destek de görmemiştir. Yahut bir başka genç büyük olmaya adım atmak üzeredir, mezun olup kendi işini kurmak ister ve çevresinden destek sözleri alır, fakat ortada kalır. Ne söz kalmıştır ortada ne büyük. Elbette ki bunlar yakın çevremizden yaşanan birkaç örnektir, fakat sorun önemli bir sistem sorunudur. Davanın mekanizmalarında sorun vardır. İşte bu yüzden sistem evrimleşmelidir. Cemaat bu konuda da örnek teşkil eder. Türkiye’den bir SAYI: 5 | 2015

5


Üniversitede Ülkücü, Ülkücünün Üniversitesi genç yurtdışına eğitim veya başka bir amaçla kuvvetli bir varlık haline gelmesi için bu zaruridir. gitmek istediğinde dünyanın birçok yerinde Sonuç olarak, kendisini birer başarı hikâyesi ona el veren büyükleri hazırda beklemektedir. gibi gören büyük, bunun bir bayrak yarışı Üstelik Türkiye’nin en iyi olduğunu unutmaktadır. üniversitelerine, en iyi Sistemdeki bu kopukluklar Sistemdeki bu kopukluklar bölümlerine, derecelerle devam ettiği müddetçe, devam ettiği müddetçe, girmiş ve başarıyla mezun s ü r d ü r ü l e b i l irlikten sürdürülebilirlikten uzaklaşılır. olmuş bu öğrenciler, uzaklaşılır. Burada Afrika’da temiz su bile Burada kasıt ideolojik bir kasıt ideolojik bir bulunmayan yerlere sürdürülebilirlikten ziyade sürdürülebilirlikten gitmekte ve aslında ziyade teşkilatlanma ve teşkilatlanma ve örgütlenmeyle bahsedilen bu el verecek örgütlenmeyle alakalı bir büyükleri oluşturmaktadır. alakalı bir devamlılıktır. devamlılıktır. Her nesil, Bu elbette yıllar boyunca kendi neslini ‘altın nesil’ oturmuş bir düzenin gördükçe, yaptıklarıyla övünüp gençlerden de sonuçları olarak görülebilir. Fakat ülkücü genç kendi başlarına bir şeyler başarmalarını bekledikçe bazen kendi memleketinde, kendi çevresinde -ki bu beklenti zamanında yardımlarla bir bu yardımı görememektedir. Doğası gereği yerlere gelmiş büyüklerde olduğunda yeterince sahip olduğu en önemli özelliklerinden biri samimiyetsizdir- ülkücü hareket sürdürülebilirliğini teşkilatçılık olan ülkücü hareketin teşkilatçılığını sağlayamayacaktır. da sorgulaması gerektiği aşikârdır. Bu sorunların temelinde yatan ve değinilmesi gereken başka bir konu da ülkücü hareketin kapitalizm karşısındaki bugünkü durumudur. Komünizm ve PKK karşısında aslan kesilen ülkücü hareket, kapitalizm karşısında ilkelerine sahip çıkamamaktadır. Ülkücü, her fırsatta ettiği “kapitalizme ve her türlü emperyalizme karşı” olma yeminine sadık kalmak zorundadır. Fakat yozlaşmış düzenin bir sonucu olarak; kendini geliştiren, vasıflı olarak nitelendirebileceğimiz ülkücüler de kapitalizmin kirli çarklarına alet olmakta ve özüne ihanet etmektedir. Makam ve mevki sahibi olan yozlaşmış bu bireyler, kapitalizme karşı kendi evlatlarına sahip çıkamamaktadır. Bunda elbette ki sol grupların anti-emperyalist ve antikapitalist söylemlerinin ülkücü hareket tarafından sahiplenilmeme reflekslerinin payı olsa da, ülkücü hareket ilkelerine sahip çıkmak zorundadır. Bu noktada, ülkücü hareketin iktisat alanında özüne bağlı kalarak yeni sözler söylemesi gerekmektedir. Milli bir iktisat günümüzde mümkünse, nasıl ve ne şekilde olacağı ile ilgili teoriler geliştirilmelidir. Türk milletinin ileri bir medeniyete kavuşması ve

6

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

Maalesef bu bir sistem sorunudur. Değişmelidir. Bizim ellerimizde değişecektir. Bu değişim doğal sürecinde olacaktır. 5 senedir emek verdiğimiz bu oluşum kendi içindeki bayrak devirlerini sistemli bir şekilde başarmıştır. Şimdi İTÜ’de ve ülke çapında mezun olacak arkadaşlarımızın ülkücü hareket için bir şeyleri değiştirme zamanıdır. Bazı büyüklerin yaptığı yanlışları yapmama zamanıdır. Elbette büyüklerden kasıt yine bir kesim büyüklerdir ki, bu büyüklerin çoğunluk veya azınlık olmaları sistem kendi güçlü zincirlerini oluşturamadıkça bir şeyi değiştirmez. Hiçbir sistem mükemmel değildir. Mükemmeli hedefler. İnsanları onu mükemmel hale getirmek için uğraşır. İki seçenek vardır. Gidişata göz yummak ya da onu değiştirme sorumluluğu üstlenmek. Okumak ve bir yerlere gelmek zorundayız. Ve geldiğimizde de el vermek zorundayız. Ülkücü hareket için, ülkücü hareket memleketin sigortasıdır diyorsak ülkemiz için, en önemlisi de varoluşumuzu anlamı kılan ideallerimiz için… Allah yâr ve yardımcımız olsun…


Onlar ve Yılmak BERK TESTEMEL

H

ızlı hızlı adımladı merdivenleri. Bugün ilk dersiydi ve hayatının ilk dersi için geç kalmak istemezdi. Heyecanını bastırmak istiyordu, işte gelmişti beklediği gün, artık onun da öğrencileri olacak ve o da bir şeyler öğretecekti öğrencilerine, tıpkı o çok sevdiği lisedeki matematik öğretmeni gibi. Sınıfa yaklaştıkça bastırmak istediği heyecanı günün sıcağıyla birleşerek yüzünde damlacıklar halinde yerini alıyordu. Sınıfa girdiğinde ışıldayan gözlerle karşılaşacağını hayal etmişti ama hayata dair yılgınlık barındıran gözler buyur etmişti onu. Anlam verememişti bu duruma ama en azından hayatının ilk dersine nereden ve nasıl başlayacağını biliyordu ve kocaman harflerle tahtaya şu kelimeyi yazdı: "YILMAK". Sonra sınıfa dönerek ilk dersine başladı. Şimdi babalarınızı düşünün onlar size hiç “Oğlum ya da kızım ben artık çalışmaktan yıldım, sen git çalış eve para getir ben senin yerine okula gider derslerine de ben çalışırım.” dedi mi? Sınıftaki hayır diyen bakışları görünce sözlerine devam etti. Mesela anneleriniz size hiç “Oğlum ya da kızım her gün sofrayı hazırlamaktan yıldım bugünlük akşam yemeğini sen hazırla ödevini ben yaparım.” dediler mi? Tekrardan sınıftan onay aldıktan sonra devam etti sözlerine, peki çocuklar ya güneş aya hiç “Ay ben bu güne kadar hep gündüz vardiyasındayım yıldım artık insanların gürültüsünden, koşuşturmalarından, kavgalarından. Bu yüzden ben senin yerine geçip biraz dinlenmek istiyorum, biraz da sen uğraş onlarla.” diyebilir mi? Peki ya ay güneşe diyebilir mi “İnsanların suskunluğundan yıldım onun için ben senin yerine geçip onların sohbetine biraz da ben katılmak istiyorum” diye… Bu sefer onay bakışını beklemeden aldı yayını, gerdi boğazındaki tüm ses tellerini ve sadece bir ok aldı, tek bir söz yerleştirdi yayına. Bıraktı sözünü gerdiği yayından, ağzından çıktığında yarmıştı sınıftaki yılgın bakışları: "ONLAR". Bu sefer soru soran kendisi değil sınıftaki öğrencilerin yarılan bakışlarıydı. "Onlar da kim?". Onlar, diyerek sürdürdü cümlelerini. Onların her

biri Anadolu'nun farklı bir şehrini aşındırarak gelmişlerdi Şehr-i İstanbul'a. Hepsinin farklı birer hikâyesi ve de geleceğe dair farklı idealleri vardı. Ama hepsinin tek bir ortak amacı, gayesi vardı, bu yüzden bıraktılar valizlerini bir kenara ve toplandılar o gök kubbeli odaya. Buram buram çay kokusu yayılırken gök kubbeli odaya, sıklaşmıştı arkadaşlıkları, dostlukları ve de kardeşlikleri. Tıpkı yumrukları gibi meydanlarda omuz omuza. Semaya açıldı sonra yumruk olan eller birbirlerine ettikleri dualarda. Belki bir parmak sayabilirdi o zaman onları şimdiler de ise parmaklar bile sayamaz oldu onları. Üzüldüklerinde gözyaşı, sevindiklerinde ise mutluluk denizi oldular birbirlerine. Dara düştü umutları, sığındılar birbirlerinin limanlarına ve yelken açtılar ümit dolu ufuklara. Kimi zaman tuzu oldular sofraların, kimi zaman sevda oldular yetimlerin bakışlarında, kimi zaman paragraf paragraf okundular çekik gözlü balaların dudaklarından, kimi zaman Anadolu'nun saflığı oldular çamurlu eller tarafından atılan, üzerlerinde bırakılmak istenilen izleri temizlemek için, kimi zaman aktılar bayrağa oluk oluk. “Tamam” dedi çamurlu eller “bu sefer yılacaklar, yıkılacaklar ve bir daha karşımıza çıkma cesareti gösteremeyecekler.” Ama bilmeyeceklerdi hiç bir zaman o çamurlu eller, onlar gök kubbeli odaya girerken kapının dışında bırakmışlardı içinde ‘yılmak’ geçen her bir cümleyi. Belki düşmüşlerdi, yıkılmışlardı zaman zaman ama yılmamışlardı ve kalkmayı bilmişlerdi bir elif edasında. Çünkü onlar gecenin karanlığında etmişlerdi yeminlerini Allah’ın huzurunda, yıldızların şahitliğinde ve de davet ettikleri yağmurun önünde. “Yılmayacağız!” dedi göğü titreten bir ses, sizin ve diğer bütün çocukların geleceği için! “Yılmayacağız!” dedi aynı ses karanlıkları şafağa çıkaran, daha güzel ve güçlü bir Türkiye için! Her biri Kürşad'ın özgürlüğü ve de Ali’nin yiğitliğinde. Hala tanıyamadınız mı onları? O zaman ben yardımcı olayım sizlere. Onlar sizin arkadaşınız, dostunuz. Onlar sizin kardeşiniz, ağabeyiniz, ablanız… Onlar sizin çocuklarınız. Ders bittiğinde tahtaya yazılan kelimenin üstünde büyük bir çarpı işareti vardı... SAYI: 5 | 2015

7



Üniversiteli Ülküdaşlarım

TARKAN BÜYÜKORAL

“Ü

niversiteli seçkin bir yurttaş, en azından seçkin yurttaş adayıdır.” diyor bilge yolbaşçı Atsız. Şanlı bir mazinin sorumluluğu ve milletini tarihte olduğu kadar muktedir kılmak ülküsünün mehabetinde olan milliyetçi Türk gençliğinin göz bebeği, sancaktar neferleri üniversiteli gönüldaşlarıdır. Her cihetten örnek teşkil eden bu güruhun varlığı Türk milliyetçiliğinin, son vatanımızın ve soydaşlarımızın en büyük güvencesi, yegâne övünç kaynağıdır. Kanın en deli aktığı çağlarda davanın çetin yollarında yürüyen, memleket meselesiyle dertlenen ülküdaşlarıma selam olsun!

hiç bir olur mu? Peki ya ülküsünün mehabeti ile yolunu aydınlatan bir şanlı ordunun neferi ile fikrinin acziyeti içerisinde çırpınan vatansız serseri?

“Alemde şer Oğuzda er bitmez.” Bitmez elhamdülillah. Ancak ezelden ebede, yaşı ve hükmü tarihle müsavi Türkün nizam-ı âlem davasında olan evlatları taşıdıkları mesuliyetin ciddiyetine vakıf olmalıdırlar. Türk milliyetçisi yarınki sert çarpışmalara iyi hazırlanmalı, bileği bükülmemeli, fikri yenilmemelidir. Üniversite çağındaki Türk milliyetçisi ise camiasının kıymetlisidir. Ondan beklenen yüksek seciye, şuur, üstün Velhasıl kelam, Türkçü okur! Başbuğ ahlak ve yılmaz Atatürk’ün “fikrimin babası” dediği mücadele azmidir.

İlim ve irfan yuvası olmak, bilgi ve teknik üretmekle mükellef Ziya Gökalp’i, Gök bilge Atsız’ı, Bina inşası teferruatlı üniversitelerin özerk Başbuğ Türkeş’i, saymakla nihayete ve zahmetli bir yapısı, şuursuzluk hadisedir. En noktasına varan erdiremeyeceğimiz ulu yolbaşcıları okur. ehemmiyetli mevkisini özgürlük ortamı de temel teşkil eder. ve malumunuz bazı Türkçünün inşası da erklerin basiretsiz politikaları münasebetiyle teferruatlı ve zahmetlidir. En ehemmiyetli mevki muhtelif gruplarca istismar edilmektedir. yine temeldir. Türkçünün temelinde cehalet Şımarıklığın ve hadsizliğin son raddesinde dolanan bulunması abesle iştigaldir. Cahil, bağnaz kişinin bu gruplar hak, eşitlik, adalet, emek gibi son Türkçü olamayacağı, fezanın sınırsızlığı kabilinden derece muhterem kavramları suistimal ederek bir gerçektir. Üniversite çağı kimileri için bu Rus Emperyalizminin uşaklığını, Tanrı tanımazlığı, temelin atıldığı, kimileri için sağlamlaştığı pek Başbuğ Atatürk’çe “milletimize düşman bir mühim bir çağdır. Velhasıl kelam, Türkçü okur! meslek “ olarak tanımlanan komünist/sosyalist Evvela, hayatı Türklüğe hizmetle geçmiş, büyük düşüncelerini yayabilme fırsatı yakalamaktadır. Türk münevverlerini okur. Bizim yaşımızda, Adeta sinsi bir yılan gibi genç dimağlara sokulan Türklüğe hizmet aşkıyla yanıp tutuşmuş, üniversite sözde beynelmilel bu hastalıklı fikriyat; gelecek tahsili sonunda gülmeyi dahi unutan Rıza Nur’u nesilleri, insan fıtratının müsait olmadığı, temelde okur. Başbuğ Atatürk’ün “fikrimin babası” dediği materyalizme isnat eden, doğa dışı, şaşmış Ziya Gökalp’i, Gök bilge Atsız’ı, Başbuğ Türkeş’i, beşerin sapık hükümlerine köle ediyor. Geriye saymakla nihayete erdiremeyeceğimiz ulu milli mukaddesatı olmayan tam manasıyla bir yolbaşcıları okur. Ruhları şad, mekanları cennet hayvan kalıyor. Agresif, gerçek dünyadan ziyade olsun. kafalarında yarattıkları ütopyada yaşamaya başlayan iptidai hayvanlar. Biz Turan ülküsü Türkçü görev ahlakında olan kişidir. Üniversite peşindeyken bu kızılcıklar Şirinler köyü hayali çağında öncül görevinin kendini geliştirmek, kurar. Doğrusu fikren pek acziyet içerisindedirler. milleti ve mukaddesatı için vatan toprağına Turan ülküsünün asaleti ile Şirinler köyü hayalleri karışmak haricinde Hakk teâlânın sayıyla verdiği SAYI: 5 | 2015

9


Üniversiteli Ülküdaşlarım nefes tükenmeden, milletine en kaliteli hizmetini ihtisas gördüğü alanda en iyisi olmakla vereceğinin bilincindedir. Gökalp’in bahsettiği mesleki ahlak çerçevesinde yarının en kilit pozisyonlarını Türkçü fertlerin tutması davanın selâhı için zaruridir. Bu sebeple kaybedecek bir saniyesi dahi yoktur. Bilge yolbaşcının “Er kişiysen görevin neyse onu başar, zevke eğlenceye hayvan da koşar” düsturunu güder. Kültür emperyalizmi iliklerine kadar işlemiş, milli mukaddesattan günden güne kopan, mankurtlaştırılan topluma inat Rıza Nur misali nefsani duygularından ülkü hassasiyeti mertebesinde arınmış, davaya mutlak teslimiyet ve merbutiyetine vakıf birey olmak için karşılık beklemeksizin usanmadan çalışır. Üniversiteli Türkçü kendi kıymetini bilir. 1944’teki davada Türkçü yolbaşcılarının mahkemeye, Türklük düşmanlarına, memlekette önemli mevkiler işgal etmesine müsaade edilmiş kızıl uşaklara karşı sergilediği duruşu, eşitlik, özgürlük, kardeşlik maskesi altında kürtçülük yapmaktan geri durmayan; vicdanını Paris’e Moskova’ya satmış akranlarına ve memleket meselelerinden bihaber sadece kendi geleceğini düşünen güruha karşı yılmadan yıkılmadan sergiler. Ezcümle; Üniversiteli Türkçü 3 Mayısı yılda 365 gün yaşar! Türk ülküsü rahat döşeklerde değil, kanlı sınır boylarında varlığından sıyrılacak gönüldaşlarının fikrinde yükselecektir. Nacizane fikrimi kaleme alma cüretinde bulundum. Gönül meclisinizde kabul görürsem ne mutlu. TANRI TÜRKÜ KORUSUN VE YÜCELTSİN !

10

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ


Dârülfünûn Boykotu

ÇAĞHAN SARI

T

ürkiye tarihinde öğrenci olayları hakkında birçok çalışma yapılmıştır. Tarih şunu göstermiştir ki, üniversite gençliği karşısına çıkan meselelerde fedakârlığın ve 'elini taşın altına' koymanın hududunu yüreğiyle çizmiştir. Bu yazıda Milli Mücadele döneminde, Türklüğü aşağılayan, işgal güçleri ile yakın ilişkiler dairesinde kalan hocaların tutumları karşısında ciddi bir kamuoyu oluşturarak dersleri boykot eden Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) öğrencilerine eğileceğiz. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'ndeki belgelerde 'Hissiyat-ı Milliye'yi Rencide Edenler' şeklinde geçen, o dönem protestolara öğrenci olarak katılan Kazım İsmail Gürkan'ın eserinde Darülfünun Grevi başlığıyla aktarılan hadisenin ilk kıvılcımları Mütareke sonrası başladı. 1919 yılında işgallere karşı İstanbul'da tertip edilen mitinglerde Tıp Fakültesi ile Edebiyat Fakültesinin öğrencileri başı çekiyor, -tıpkı Balkan Harbi döneminde Türk Ocakları'nın kuruluş payandası olan Askeri Tıbbiye öğrencileri gibi- bildiriler kaleme alıyor, yürüyüşlere katılıyorlardı. 16 Mart 1920'de İstanbul'un resmen işgali sonrası işgal kuvvetleri üniversitenin de önemli bir kısmını işgal etti. Dersler yapılamadı. Kütüphanelerde, laboratuarda, dersliklerde fiziki çok fazla zarar olmamasına rağmen tedrisat aksadığı için bir sonraki yıl telafi edilmeliydi. 1921 yılında Edebiyat Fakültesinin İngilizce hocası Dikran Barsamyan, Azerbaycanlı bir bakanın Taşnak örgütü tetikçisi tarafından suikast edilmesi üzerine başlayan ve tetikçinin adıyla anılan Torlakyan davasında, sanığın avukatlığını üstlenmesi, Avrupa tarihi dersi hocası Ali Kemal'in malum yazılarıyla Milli Mücadele'yi yerden yere vurması, öğrencilerin asabiyetini arttırıyordu. Türk Edebiyatı Tarihi hocası Cenap Şahabettin, bir Fransız dergisine verdiği mülakatta, 'Türkler ilim ve sanatta hiç bir ürün ortaya koymamışlardır” derken İran edebiyatı hocası Hüseyin Daniş, iddialara göre Ertuğrul Gazi'den -bir iddiaya göre Osman Gazibahsederken 'Tatar yavrusu' ifadesi kullanıyordu. Bu hava içerisinde 1921-1922 eğitim öğretim yılı

devam ederken ilmeğin koptuğu yer üniversitenin konferans salonu oldu. 29 Mart 1922'de Felsefe hocası Rıza Tevfik, Fuzuli hakkında 'Acemdir' dedi. Süleyman Nazif ile sözlü münakaşaya giren Tevfik, 'Türk'ün asırlar boyunca bileğinde salladığı kılıcından başka övünülecek nesi var' deyince salonda olaylar çıktı. Ertesi gün Coğrafya bölümünde toplanan öğrenciler bir şikâyetname yazarak konuyu Dekanlığa götürme kararı aldılar. 31 Mart'ta ve 1 Nisan'da gazetelerde de yayınlanan bildiri şöyle idi; 1. Türk Darülfünunu, Türk Milletinin ahlâk ve ilim müessesesi Edebiyat Medresesi talebesi kendi samimi varlığı arasında manevi heyecanlarının zevkinden mahrum, istiklal, kutsiyet ve milliyet hislerine yabancı ve mühacim şahısları görmekle müteelllimdir. 2. Darülfünun gençliği memleketin vicdani ammesince esasen mahkûm edilmiş bulunan, fakat her nasılsa ahlâk ve irfan ocağına sokulmuş olan bu efendilere karşı nefret ve istikrahını beyan eder. 3. Kongrece müntehip bir heyetin Cenap Şahabettin, Barsamyan, Ali Kemal, Rıza Tevfik ve Hüseyin Daniş Beylere bu kararı tebliği ve kendilerini istifaya davet ettiğini ve talebenin ilim ve irfan namına değil, alelâde bir vatandaş sıfatı ile dahi kendileri ile münasebette bulunmayacaklarını ilan eder. Müderris ve muallimlere karşşı hürmet hisleri ile mütehassıs olan talebe kendisini en haklı ve bir takım kararlar almaya sevk eden mühim bir vaziyet karşısında kalmıştır. Almış olduğumuz kesin ve değişmez kararları Meclis-i Âlinize arz ederken bu serbest sözlerin mukaddes ve haklı galeyanımızın bir yansıması olarak telakki ve kabulünü istirham ederiz. Bu bildirinin basında yayınlanması üzerine adı geçen beş hocadan ikisi, Hüseyin Daniş ve Rıza Tevfik istifalarını idareye sundular. Ali Kemal, ertesi gün okulda dersliğe girdiğinde öğrenciler tarafından sınıfa sokulmadı. Bu hadiseyi Ali Kemal'in başyazarı olduğu gazete, 'sınıfta SAYI: 5 | 2015

11


Dârülfünûn Boykotu öğrenciler bulunmuyordu' şeklinde nakletti.

Tıbbiye öğrencilerinin dersleri de üniversitenin Tıp fakültesinde veriliyordu. Bu boykotla beraber Bildiri üzerine Dekan İsmail Hakkı Bey, öğrenciler derslerini tamamlayamadıklarından öğrencilerden suçlamaları için bir 'izahname' mezun olamama sorunu belirmiş idi. Hâlbuki istedi. Ona göre bir soruşturma açılarak hadisenin mezun olan öğrencilerin neredeyse tamamı inceleneceğini belirtti. Öğrenciler, istifa etmeyen üç Anadolu'ya geçerek Milli Mücadele'ye hocanın daha önce çeşitli gazete ve mecmualarda katılıyorlardı. Karışık bir hal almaya başlaması yayınladıkları yazıları delil mahiyetinde toplamaya üzerine Harbiye Nezareti, üniversiteye 16 başladı. İzahname 4 Nisan'da bir yazı yazarak derslerin devam Ankara hükümeti, Nisan'da Dekanlığa edilmesi hususunu bildirdi. 18 Nisan'da verildi. Dekan İsmail öğrencilerin arkasında Darülfünun Divanı - Üniversite SenatosuHakkı Bey, Barsamyan olduğunu belirterek toplandı. İstifa etmeyen üç hocanın izinli hakkındaki iddiaları sayılacağını Rıza Tevfik ve Hüseyin Daniş'in onların yasal hamisi tetkik etmek için istifalarının kabul edildiğini, 20 Nisan'da avukatlığını yaptığı Darülfünun'un açılacağını bildirdi. Açılması olduğu hakkında dava ile ilgili dosyanın gün yine olaylar oldu, Rektör ilgili kuruluşlara yazı duyurulan m a h k e m e d e n yuhalanırken, tavrını net belirtmemiş bazı istendiğini, diğer iki gönderdi. hocalar yumurtalı ve sözlü tacize uğradı. hoca hakkında bir işlem Kavga ortamının başlamasından sonra yapılamayacağını bildirdi. Bu kararı kabul etmeyen olayları yönlendirici konum Tıp öğrencilerine geçti. öğrenciler protestoya başlayarak dersleri boykot Eczacılık ve Hukuk Fakültelerinde dövüşmeler etmeye başladı. Kısa zamanda Edebiyat Fakültesi oldu. Dişçilik bölümü tahkim edildi. öğrencilerine Tıp ve Mühendislik Fakültesi, Ticaret, Basın olaylarda genel siyasette olduğu üzere ikiye Ziraat, Mülkiye, Veterinerlik Yüksekokulları da bölündü. Boykotu destekleyen gazeteler Anadolu boykota katıldı. Öğrenciler 'Talebe Derneği'ni hareketinin gazeteleri iken, işgal güçlerine karşı kurdu. Derneğe TBMM tarafından resmi telgraflar yumuşak diploması yapan ve Anadolu hareketine çekildi. Ankara hükümeti, öğrencilerin arkasında karşı çıkan gazeteler, boykotu küçümseyen olduğunu belirterek onların yasal hamisi olduğu ifadeler kullandı. Hadise sırasında Büyük hakkında ilgili kuruluşlara yazı gönderdi. Bu sırada Millet Meclisi'ne bağlı olan istihbarat subayları derslerin devam edilmesinden yana öğrencilerde İstanbul'da boykotçu öğrencileri kollamaya bulunuyordu. Boykotu sürdüren öğrenciler başladı. Nitekim boykota karşı olan gazeteler bu ile derslere devam edilmesinden yana olan öğrencileri hedef gösteriyor, bilahare yabancı öğrencilerin temelde siyasi ayrılık gösterdiği de basına şikâyet ediyordu. apaçık ortada iken fiziki sürtüşmeler yaşanmaya başladı. Sonunda -İstanbul Hükümeti- Maarif Nezareti, Hadisenin bütün üniversiteye yayılması sonucu son noktayı koydu. Maarif Nazırı Sait Bey, Anadolu Rektör Ömer Besim Bey olaya el attı. İnceleme hareketine ilgi duyan bir isimdi. Darülfünun için dosyaların kendilerine teslim edilmesini nizamnamesinin ilgili maddelerini değiştirdi. istedi. Dekanlık, Darülfünun nizamnamesince Dekanlık ve Rektörlük arasında ihtilaf durumunda son sözün Rektörlükte olduğunu açıkladı. 26 bunun mümkün olmadığını ve rektörlüğün yetki aşımına gittiğini bildirdi. Ömer Besim ciddi tepkiler Haziran'da üniversite şikâyet olunan beş hocayla çekmesine rağmen Milli Mücadele'ye karşı açık okul ilişiğini kesti. Ali Kemal ve Cenap Şahabettin izinli sayılacak, kadroları kaldırılmadan bir daha tavır almamış bir isimdi. Şimdi Rektörlük ile Dekanlık karşı karşıya gelirken olaylara bir üçüncü söz konusu olan dersleri vermeyecekti. İstifasını veren hocalar okulla tamamen ilişiği kesilecekti. olarak ta Harbiye Nezareti dâhil oldu. Askeri

12

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ


Dârülfünûn Boykotu 18 Temmuz'da Barsamyan Efendi de başka bir kanunname kapsamında okuldan uzaklaştırıldı. Bu hocalar yerine 1922-1923 eğitim yılında Yahya Kemal, Ali Muzaffer, Ahmet Naim ve Veled Çelebi, akademisyen olarak vazifeye başladılar.

Kemal, Mustafa Kemal bu harbi kazanırsa kalemimi kırarım diye köpekçe bir hüküm vermişti. Siz Cenap Şahabettin, Yunanlılar topraklarımızı işgal ettiği zaman talebelerinize (niçin müteessir oluyorsunuz efendiler; memnun olmalısınız, Yunanlılar bizim menfaatimize çalışıyor, memleketi yabancılardan temizlemeğe Milli Mücadele’nin kazanılması üzerine uğraşıyor) demek küstahlığını üniversitede bu dönemin hesaplaşması ilerleyen göstermiştiniz. Mazideki sefil hatanızı unutturabilmek, tashih yıllarda sürdü. Yıllar sonra yapılan üniversite edebilmek kaygı ve hevesiyle reformunda, Milli Mücadele dönemindeki safların kaleme sarıldınız. İnkılâp adlı makale yazdınız. Türk milleti tesiri olmadığı iddia edilemez. hükmünü vermiştir, sizi iyi tanırız, ,inanmadığınız bir imanın büyük eseri Milli Mücadele'nin kazanılması üzerine hakkında hüküm yürütemezsiniz. Buna hakkınız üniversitede bu dönemin hesaplaşması ilerleyen yok, susunuz Cenap Bey..'' yıllarda sürdü. Yıllar sonra yapılan üniversite reformunda, Milli Mücadele dönemindeki safların Türk Milliyetçiliğinin dinamizmi olan öğrencilere tesiri olmadığı iddia edilemez. Yine öğrencilerin ithaf edilmiştir. mücadelesi sonunda kazandıkları haklı dava tarihteki yerini aldı. Türklüğe yönelik saldırılarda bulunan bu isimlerden Ali Kemal, Büyük Taarruzun Kaynaklar hemen sonunda İstanbul'da tutuklandı. Ankara'ya götürülmekte iken Kocaeli'nde Nurettin Paşa Ali Yıldırım, Türk Üniversite Tarihi, Öteki Yayınevi, tarafından sorgulandı, halk tarafından linç edildi. Ankara 1998. Rıza Tevfik 150'likler kapsamında yurt dışına Emre Dölen, Türk Üniversite Tarihi, c.2, İstanbul çıkarıldı. 1943 yılında döndü Yine bu evrede iken Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2010. tepki çeken yazılar kaleme alan Cenap Şahabettin, 16-17 Mayıs 1933'te İnkılap başlıklı yazısında Muammer Taylak, Saltanat, 2. Meşrutiyet ve 1. Cumhuriyeti övünce yıllar önceki boykotun mimarı Cumhuriyet'te Öğrenci Olayları, Başnur Matbaası, olan öğrencileri Birlik Mecmuası'nda bir bildiri Ankara 1969. yayınlayarak adeta 'geçmişin' silinemeyeceğini Mustafa Selçuk, İstanbul Darülfünunu Edebiyat hatırlattı. O bildiri şöyledir; Fakültesi, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, ''Edebi şöhretiniz ne kadar yüksek olursa olsun. Ankara 2012. Siz her şeyden önce bu milletin kendisini duymağa Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, c.III/2, Bilgi başladığı günden itibaren onun büyük hamlelerine Yayınevi, Ankara 2001. daima muhalif ve biğane kalmış bir Cenap Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Gençliği, Kaynak Şahabettinsiniz. Bazı kimseler Rıza Tevfik'in ve Yayınları, İstanbul 2004. Refik Halit'in hudut dışında kalmalarına üzülüyorlar. Biz bu üzüntüleri izhar edenleri kendimizden Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, c.IV, TTK, saymıyoruz. Rıza Tevfik Venizelos'a kıyasen, Sevr Ankara 1996. Muahedesini imzaladığı kalemi Robert Koleje hediye edecek kadar duygusuzluk göstermişti. Hüseyin Daniş; derslerinde (Türk çapulcudur) demiş, Ali SAYI: 5 | 2015

13


İTÜ’de Neler Oluyor? SERVET AVCI

30.10.2014 tarihli Yeniçağ Gazetesi’ndeki yazısıdır.

N

e kahredici bir çelişki: Bölücü terörizm ülkenin bir ucunda mahalle mahalle ‘özerklik’ denemeleri yapar, ‘dokunulmaz’ alanlar meydana getirirken, ülkenin diğer bölgelerinde âdeta yol verilmiş terörizm, üniversitelerde şiddet estirir!.. Bu utanç tablosunu hangi namuslu sorumlu izah edebilir? Peşmergenin ülkeye ‘İkinci Habur’ görüntüleriyle girdiği saatlerde, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Türk milliyetçisi öğrenciler demokratik tepkileri dolayısıyla terörün hedefi hâline geliyorlar... Genelkurmay Başkanlığı, Mersin’de iki yerde indirilen ve yakılan Türk bayrağı haberleri yapadururken, PKK yandaşları üniversiteleri kuşatmaya devam ediyorlar... Üniversitelerde sabrın bütün sınırları zorlanıyor... Bunun tipik örneği İTÜ’de yaşanıyor... Düşünebiliyor musunuz, Yüksekova’da üç asker kahpece arkadan vurularak şehit ediliyor, bunu protesto için bildiri dağıtan vatansever öğrenciler, devletin ve güvenlik güçlerinin her şeyi ve bütün failleri bildiği ortamda saldırıya uğruyor... İTÜ’de yaşananlar, hem güvenlik birimlerinin, hem de üniversite yönetiminin zaafı ve ayıbıdır... ‘Bilim yuvası’ kimliğinden hızla uzaklaştırılan üniversiteler katillerin rahatlıkla savunulduğu, mazlumlara ise sahip çıkmanın zor olduğu ‘ihanet platformaları’na dönüşürken, bu ülkede kimse rahat uyumamalı, uyuyamamalı... Bu saldırıları hak etmek için ne yapmış İTÜ’lüler? Bildiri dağıtmaya kalkışmışlar üç şehit için!.. Silopi’de, Lice’de, Cizre’de değil, İstanbul’da!.. Genelkurmay Başkanlığı ‘ bölücü terör örgütü’nün saldırısını vurgularken, İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın titizlikle kelime seçmesine ve ‘yüzü maskeli iki kişi’ tanımına itiraz etmişler, yüzde yüz haklı olarak... Medyanın ‘anlamlı’ sessizliğine, yandaş medyanın sağır ve körlüğüne vurgu yapmışlar... Yönetenlerin gafleti ve ‘masa arkadaşlığı’ dolayısıyla sahipsiz kalmış memleket dâvâsının

14

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

altına hür ve bağımsız beyinlerini koyan bu öğrencilere bedel ödettirilmek isteniyor... İmralı’nın ‘kaygı ve düşünceleri’nin daha egemen olduğu ‘açılım süreci’ sayesinde taşlar bağlanmış durumda... Bu ortam teröre, teröriste ve öğrencimilitan karışımı tiplere hoyratça davranabilecekleri ‘doğal yaşam alanları’ kazandırıyor... Bugün ülke üniversitelerinin büyük çoğunluğu bu akıbete doğru sürükleniyor... İTÜ’de PKK saldırganlığı sonucu yaralanan, fakülte binalarına girmesi engellenmeye çalışılan öğrenciler var... Medyanın olaylara ‘kasıtlı’ ilgisizliği, ilgilense bile ‘karşıt görüşlü öğrencilerin çatışması’ şeklindeki çarpıtmacı ve hafifleştirici tarzı dolayısıyla öğrenciler sosyal medyadan seslerini duyurmaya çalışıyorlar... Hiç şüphe yok ki, bu saatten sonra İTÜ’de meydana gelebilecek her türlü saldırı ve eylemden sonra İstanbul Valiliği, emniyeti ve rektörlük sorumludur... Hukuk bu sorumluların yakasına bugün olmasa bile yarın mutlaka yapışacaktır... İTÜ gibi ülkenin kalburüstü üniversitesi, PKK sempatizanlarının bir nevi ‘Hyde Park’ı olacak, ama bu yetmeyecek, örgüt militanlarının PKK adına saldırılar gerçekleştirebildiği, milliyetçi öğrencilerin eğitim hakkına tecavüzde bulunduğu bir ‘dokunulmaz alan’ olacak!.. Bu kabul edilemez... Bunu kabul eden veya sorumluluk sahasında olduğu halde müdahale etmeyen elbette bunun hukukî karşılığını görecektir!.. Eğitim gibi en temel anayasal haklarını kullanan öğrencilerin, devletin ‘önleyici’ ve ‘caydırıcı’ tedbirlerini, hangi sebeple olursa olsun, tatile gönderenler yüzünden mağdur olması kabul edilemez... Çünkü ‘konjonktür’ gizlemeye çalışsa da ‘tarih’, İTÜ’de olanları gizlemeyecektir... Yaşıtlarının kendi geleceklerini her değerin önüne koyduğu bir dönemde, memleketin geleceğini baş tacı eden bu öğrencilerin meselesi hepimizin meselesidir...


Siyasi İslamcılar: Dini Yalanlayanlar

PROF. DR. İSKENDER ÖKSÜZ

K

endilerine “İslamcı” diyen Siyasî Ümmetçilere, Siyasî İslamcılara bakıyorsunuz; bir grubu toptan suçlamak her zaman yanlıştır, ama görünen şu ki hırsızlık, ahlâksızlık, yolsuzluk, yalancılık ve gıybette toplumda başı çekiyorlar. Bunu dünya çapında da gözlüyoruz. Yolsuzluk İndeksinde, İstikrarsızlık İndeksinde Müslüman ülkeler hep yukarılarda. Buna karşılık Güven, İnsan Kalitesi gibi ölçülerde aşağılarda dolaşıyorlar. Bunun sebebini aramak zorundayız. Her şeyden önce eğer Müslüman isek bu hal karşısında üzülmek, yerin dibine geçmek ve sormak zorundayız: Biz niçin ahlâksızız? Biz niçin hırsızız? Niçin yolsuzluk karşısında derimiz bu kadar kalın? Niçin bir birimize güvenmiyoruz? Niçin birbirimizin aleyhine konuşuyoruz? Yemin, niçin bize bir mânâ ifade etmiyor? Niçin utanmıyoruz? Bu hal genel bir kural mıdır? Dünyadaki dindarlar hep ahlâksız mı olur? Pedofil papaz bir stereo tiptir, ama dünyada dindarların ahlâksız olduğuna inanmamız için elimizde delil yok. Bir kere yukarıda bahsettiğim istatistikler dindar ülkelerde ahlâkın düşük, az dindarlarda yüksek olduğunu göstermiyor. Hatta Müslüman ülkelerin kendilerine açtıkları çukurda, yanlarında, aynı alçak yerlerde dine imana hiç de yakın olmayan ülkeler de var. Sahra Altı Afrikası’nın Müslüman olmayan ülkeleri, Kuzey Kore, Ukrayna gibi. Yukarıdaki istatistikler Müslüman ülkelerin genellikle Müslüman olmayanlardan daha ahlâksız olduğunu gösteriyor, o kadar...

Bu çok ağır ve utanç verici bir tespittir. Müslüman’ım diyen her ferdin, her şeyden önce bu tespitin kaynağına inmesi, bu hâlin sebebini bulması ve düzeltmek için, bu gidişi durdurmak için bulduğu bilgiye dayanarak harekete geçmesi gerekir. Çünkü Kur’an, “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” [13. Ra’d, 11] buyuruyor. “Kaldı ki, toplumu ilgilendiren yanlışlar, yalnız bu yanlışları yapanları değil, toplumun tamamını ilgilendirir. “Siz fitneden/aranızda kargaşa ve düzensizlik çıkarmaktan sakının. Çünkü fitnenin zararı sizinle sınırlı kalmaz (bütün topluma yayılır)…” [8. Enfâl, 25]” 1 Yani sorumluluk bendedir, bizdedir, sizdedir. Hâlbuki ahlâk ve hukuk dinle yükselir Genel olarak dindarların ahlâksız olduğuna dair elimizde bir delil yok dedim... Tam tersine, ilk modern sosyologlardan Weber’in meşhur teorisi, Protestan ahlâkının, Batı’nın zenginleşmesinin kök sebebi olduğunu söyler. O devri inceleyenler, Protestanlar arasında özellikle Kalvinistlerin bir birine —haklı olarak— güvendiklerini ve bu güvenle kıtalararası ticarette (İngiltere ile Amerika arasında) son derece verimli olduklarını gözlüyorlar. Bunu bugün birbirine katiyen güvenmeyen, “babam bile olsa güvenmem”ci Müslümanlarımızla karşılaştırın. Fukuyama, iki ciltlik Siyasi Düzen kitabında2 , günümüz siyasî teşkilatını üç sütuna dayandırır: Devlet, kanun hâkimiyeti ve demokrasi. Bunlar ta baştan beri mevcut değerler ve kavramlar değildir. İnsanoğlu bu değerlerin, zaman içinde, asırlar, bin yıllar geçtikçe farkına varmış ve onlara dayanmayı akıl etmiştir. Fukuyama, dinin güçlü olduğu toplumlarda kanun hâkimiyetinin daha rahat inşa edildiğini söylüyor. Çünkü semavî dinler de rütbe, asalet, sosyal konum farkı gözetmeksizin bütün insanlara aynı SAYI: 5 | 2015

15


Siyasi İslamcılar: Dini Yalanlayanlar değerleri telkin eden müesseselerdir. Kanun hâkimiyeti büyük çapta budur: Devlet büyük adamın, diktatörün, kralın, asillerin talimatlarıyla değil, herkesin üstünde ve herkese aynı şekilde uygulanan kurallarla yürütülür. Leks regis (kanun kraldır), regis leks (kral kanundur) değil. Asya Türk devletlerinde, Ed-Devletü't-Türkiyye (Mısır Memlukları) de, Osmanlı’da durum budur... Buna karşılık Çin’de devlet dünyanın geri kalanından binlerce yıl eski olduğu halde, kanun hâkimiyeti hâlâ yoktur. Fukuyama’ya göre sebep, Çin toplumunda dinin güçlü bir müessese olmayışıdır. 3

uygulanacağını da şöyle anlatır (Hakan Kün Togdı Han konuşmaktadır.): kerek oglum erse yakın ya yaguk kerek barkın erse keçigli konuk törüdi ikigü manga bir sanı keserde adın bulmagay ol mini

Bin yıl önceki Türk’te kanun hâkimiyeti

Yusuf Has Hacip bu mısraları 11. asırda, bundan tam bin yıl önce yazmıştı. Hukuk bugünkü yöneticilerimizin oğulları ve yakınları hakkında karar verirken de böyle işlemektedir; değil mi?

Türk töresinin toplum için ve hakan için anlamına daha önce verdiğim iki örneği tekrarlayayım:

Bu il tutguka köp er at sü kerek Er at tutguka neng tavar tü kerek

Bu neng alguka bir kerek bay budun Budun baylıkınga törü tüz kodun

Bularda biri kalsa törti kalur Bu törti yime kalsa beglik ulur

Günümüz Türkçe'si ile şöyle: Memleket tutmak için çok asker ve ordu lazımdır. Askeri beslemek için de çok mal(tavar) ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir. Halkın zengin olmasın için de, doğru kanunlar(töre) konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır Dördü birden ihmal edilirse, beylik çözülmeye yüz tutar. Töre’nin konulmadığı, doğru yürütülmediği devlet (il) çözülür!

kanunların

Yusuf Has Hacip, hukukun herkese aynı şekilde

16

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

(İster oğlum olsun, ister yakın çok, İster yolcu, ister geçici konuk Kanunda benim için birdir hepsi Hüküm verirken fark bulmaz birisi.)

Müslüman ülke ve yönetimlerde kanun hâkimiyeti niçin zayıf? Şimdi hem Fukuyama’ya hem de kendi kendimize soralım: Bugün dünyada en çok din vurgusu yapan rejimler, Müslüman devletlerin rejimleridir. Son dönem Türkiye’si de buna dâhildir. Bu durumda kanun hâkimiyetinin en üst seviyede yaşandığı yerlerin de Müslüman ülkeler olması gerekmez mi? Türkiye özelinde bu soruyu daha da şiddetle sorabiliriz. Mademki kanun hâkimiyeti dindarlığın sonucudur, son on iki yılın mütedeyyin iktidarı boyunca kanuna saygının, kanun hâkimiyetinin, hukuk devletinin zirvelere tırmanması beklenmez mi? Hâlbuki gerçek bunun tam tersidir. Müslüman ülkeler Fukuyama’nın devlet-kanun hâkimiyetidemokrasi üçlüsünün son ikisinde dökülmektedir. Yolsuzlukta, istikrarsızlıkta başı çekmektedirler. Tabi son ikisinde, bilhassa hukukta dökülünce “beğlik ulur”, devlet de dökülür sonunda egemenlik ve istiklal kaybedilir. Türkiye için çok şey söylenebilir, ama son on iki yılda kanun hâkimiyetinde, demokraside, yolsuzlukla mücadelede, istikrarda yükseldiğimiz söylenemez.


Siyasi İslamcıler: Dini Yalanlayanlar Niçin? Hani kanun hâkimiyeti ile dindarlık birlikte yükselecekti?

Çünkü onlar “dini yalanlayanlar”dır Bu niçinin cevabı, bizde de bugünün Müslüman dünyasında da “din” diye görünen şeyin din değil, içi boşaltılmış bir dizi merasim ve yasaktan ibaret oluşudur. Doğruyu söylemek, adalet, vicdan, içidışı bir olmak, hırsızlık yapmamak, kamu malını yememek, her eyleminde o eylemin hesabını verip veremeyeceğini düşünmek, Allah’tan başkasına tapmamak, Allah’a ortak koşmamak... Bunlar

almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır; hayra da mâni olurlar.” Namaz kıldıkları halde değerlere uygun hareket etmeyene “dini yalanlayanlar” dendiğine dikkat ediniz. Namaz kıldıkları halde namazdan gafil olmak da tam burada anlatmaya çalıştığımız kavramdır. Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in dini hep aynı dindir. Ama şeriatları farklıdır. İlmihalleri haydi haydi farklıdır. Ritüel, ilmihal, şeriat din değildir. Onlar din için konmuştur ama onlar din değildir. Onlar zamana göre değişir, ama din değişmez.

Namaz kıldıkları halde değerlere uygun hareket etmeyene “dini yalanlayanlar” dendiğine dikkat ediniz. Namaz kıldıkları halde namazdan gafil olmak da tam burada anlatmaya çalıştığımız kavramdır. dindir. Bugünün Siyasî Ümmetçileri, Neo-Haricileri için bunlar o kadar da önemli değildir. Önemli olan namazı göstere göstere kılmaktır. Kadınların saçını örtmektir. Aslında tırnaklarının görünmesinin de günah olup olmadığının münakaşasını yapmaktır. Müslümanlık, altın alyans yerine gümüş alyans takmaktır. Gümüş alyans taktığınız elinizin üstündeki bileğe rüşvet olarak aldığınız bilmem kaç yüz bin Euroluk saati takabilirsiniz! Altın alyans takmamanızın sebebi, Müslümanlığın israfı haram kılmasındandır. Ama milyonluk cipe binip beş bin liralık ithal marka kravat takabilirsiniz. Çünkü ilmihalde ve şeriatta cip ve kravat hakkında bir hüküm yoktur. Allah’ın indirdiğini anlamak önemli değildir, Allah’ın indirdiğini hiç anlamadan, Kuran okuduklarını zannederler.

Maun Suresi’ni hatırlamamak mümkün mü? “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakar; yoksulu doyurmaya teşvik etmez; yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye

Seks saplantısı din midir?

Misaller çoğaltılabilir. Özet şudur: rüşvette, hırsızlıkta, yalanda, güvensizlikte, istikrarsızlıkta lider konumundaki günümüz Müslümanlarının dini var mı? Varsa nedir demek gerekmez mi? Onlar, ilmihal ritüellerini, şeriat hükümlerini din sanmakta, bunlara uyunca dindar olacaklarını zannetmektedirler. Diğer taraftan yalan ve rüşveti siyaset ve iş hayatının gereği haline getirmişlerdir. Başlarındaki diktatörlere korku ile biat ederken, bu biat edişi şirk halini almaktadır. Hal böyle iken, bunlardan bir kısmının son günlerde siyaset sahnesinde rakiplerini dini bilmemekle suçladıklarını görüyoruz. Tenkit ettikleri ve dini bilmemek diye ilân ettikleri bu ritüellerden ibarettir. Bir de kendi cinsî sapıklıklarıdır. Birisi “Ona gusul abdestinin farzlarını sorsam cevap veremez” diyor. Anlıyoruz ki, bu ilmihal bilgisi o adama göre dinin temellerindendir. Ama rüşvet ve yolsuzluğa göz yummak imanına halel getirmez. Siyasetçi dürüst müdür? Yalan söyler mi? Haram yer mi? Bunların onun dini ile bir ilgisi yoktur. Din gusül abdestidir. Yusuf Has Hacip, gusul abdestini usulüne uygun alıyor muydu? Siz ondan haber verin. Neden bayağı abdest değil de gusül abdesti? Belki elli yıllık, klasikleşmiş bir Freud karikatürü SAYI: 5 | 2015

17


Siyasi İslamcılar: Dini Yalanlayanlar vardır. “Bir erkeğin aklındaki” başlığını taşır. Karikatürde Freud’un kafasını gösterir ama kafanın saçlar haricindeki tamamı çıplak bir kadından ibarettir. Freud siyasi İslamcı mıydı acaba? Onda da seks saplantı hâlindedir. Hani Viyana bize pek uzak değil de... Bir başkası bebek bekleyen kadın gördüğünde aklına cinsî temas gelmekte ve hamilelerin eve hapsini istemektedir. Onun dininde ve kültüründe erkekler de kadınlar da cinsî organlardan ibarettir; o yüzden meselâ “çalışan kadın fuhşa hazırlık yapmaktadır”. Hayatı boyunca kaç-göçle yaşanan bir çevre için, yani o zatın kendi çevresi ve ailesi için bu doğru olabilir. Böyle bir ayrım kültürü ile büyümüş bir insan aniden diğer cinsin de bulunduğu ortama girince tuhaflaşabilir. Öğrenciler merdivenlerden kızlı erkekli çıkıyorlar diye fenalık geçiren “eğitimci” de bu kültürün adamıdır. Fakat siz bu kadar muhafazakârsanız, söyler misiniz, hırsızlığa, yalana ses çıkarmamak dine uygun mudur? Yalan, dolan, hırsızlık sizin dininizde görmezden mi gelinecektir? Tek gördüğünüz şey kadınlar, sonra yine kadınlar ve nihayet kadınlar mıdır? Bu hatalara düşmeyen Müslümanlar yok mu? Var olmasına var, ama onların da günahı başka: Toplumlarının bu halini gördükleri halde

düzeltmek için davranmamaları. Biz kendi işimize bakarız, kendi dünya ve ahretimizle ilgileniriz, başkaları bizi alakadar etmez demeleridir. Hâlbuki yukarıda naklettiğimiz Din, toplumun her ferdini toplumdan sorumlu kılmıştır. Kötülüğü men etmek hepimizin vazifesidir.

Kaynaklar 1

Bakınız: Ethem Ruhi Fığlalı, “İslam, Laiklik ve Türk Laikliğindeki Uygulamalar” Berikan Yayınevi 2010.

“Origins of Political Order: From Pre-Human Times to the French Revolution” (Siyasî Düzenin Menşei: İnsan Öncesi Zamanlardan Fransız İhtilalına) 2012 ve “Political Order and Political Decay: From the Industrial Revolution to the Globalization of Democracy” (Siyasî Düzen ve Siyasî Çürüme: Fransız İhtilalından Demokrasinin Globalleşmesine) 2014 Farrar, Straus and Giroux. 2

Fukuyama’nın kritiği tarihçilere ve sosyologlara düşer. Türklerde Töre kavramı, Cengiz Yasa(ğ)’ının gücü İslâmiyet’ten önce de kanun hâkimiyetinin kuvvetli varlığına işaret etmektedir. Kutadgu Bilig’de kanun, devletin olmazsa olmaz temelidir ve Hakan’ın oğluna da geçici konuğa da tıpa tıp aynı şekilde uygulanır. Gerçi Kutadgu Bilig İslamî döneme aittir ama kanun hâkimiyeti anlatılırken hiçbir dinî referans verilmez. 3

18

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ


Dersim Meselesi CEYHUN TAŞKIRAN

S

ideolojisi olmayacak.” 3 Yani Seyit Rıza, AKP'ye göre haklıdır ve haklı davasında ipi göğüslerken şehit edilmiştir!

1. Dersim’in Önemi

2-a) Baytar Nuri(Dersimi) kelimenin tam anlamıyla Türk düşmanıdır. Hatta yazılarında Türkler için sık sık Moğol diyerek, Kürdistan diye adlandırılan bölgeden kovulmaları gerektiğini yazmıştır. Nuri Dersimi'nin Türk düşmanlığının boyutunu anlamak için dediklerine bir bakalım: ''Binlerce genç kadın ve kız Türk canavarlarına namuslarını teslim etmemek için kendilerini Munzur Suyu'na atarak intihar ediyor.'' İşte bu adam Seyit Rıza ile birlikte Dersim, Ağrı, Koçgiri İsyanları’nda başı çekmiş ve halkı isyana teşvik etmiştir.

on günlerde siyasi platformlarda tartışılan en belirgin konu Dersim Olayları oldu. Konunun başı 14 Ağustos 2010 tarihinde dönemin Başbakanı, şimdinin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın meclis konuşmasında CHP'yi, Dersim vilayetinde katliam yapmakla suçlamasına uzanır. Son günlerde de Başbakan Davutoğlu'nun ''75 yaşında bir yaşlının idama giderken feryadına sessiz kalıp, önce onun gözü önünde oğlunu öldüren zihniyet, kimi temsil ediyorsa etsin, o zihniyet zalimce bir zihniyettir. O zihniyeti savunanlar devleti savunmuş olmazlar, o zihniyet üzerinde devlet beka bulamaz. O zihniyetle yüzleşmeden de devlet, yeniden milletiyle buluşamaz. Biz yüzleşiyoruz." 1 sözleriyle tartışma daha farklı boyutlara ulaşarak adeta Dersim Operasyonu'nu savunanların devlete ihanet ettiği düşüncesi halkın zihnine iyiden iyiye pompalanmaya başlanmıştır. Peki, biz üniversite öğrencileri olarak Dersim hakkında neler biliyoruz?

Dersim ismi Farsça kökenlidir; 'der' (kapı) ve 'sim' (gümüş) sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur. Osmanlı döneminde bu vilayet devletin en önemli maden kaynaklarına sahipti ve buradan çıkarılanüretilen bakır, tunç, gümüş gibi madenler Osmanlı Devleti'nde silah sanayisinin sık sık işini görmekteydi. Bunun içindir ki ismi daha sonra Atatürk tarafından Türkçesine yani Tunçeli'ye çevrilmiştir.2 Ne yazık ki Tunceli'nin bu stratejik konumu bazı aşiret ağaları tarafından suistimal edilmiş ve 1700'lü yıllardan başlamak üzere 19378 tarihlerine kadar uzanan ayaklanmalar serisi başlamıştır.

2. 1937-1938 Dersim İsyanlarının Hazırlıkları Neden Dersim? Sorusunun cevabını 1. bölümde aldık. Başbakan konuşmasının devamında aynen şunları naklediyor, “İskilipli Atıf Hoca ile Seyit Rıza'nın idama yürüyüşlerindeki temel ortaklık, devletin resmi ideolojisinden farklı düşünmekti. Biz şunu diyoruz, bundan sonra devletin resmi

Seyit Rıza ismi devletin karşısına o dönemlerde ilk kez çıkmamıştır. Kendisi 1920-1921 Koçgiri İsyanı’nı ve Ağrı İsyanı’nda da devletin yakasına o zorlu dönemlerde yapışmıştır. Bu isyanların ortak noktaları o dönem kurulan Kürt Teali Cemiyeti ve Hoybun Cemiyeti'nin ileri gelenleri tarafından çıkarılmalarıdır. Elebaşları Alişer Bey, Baytar Nuri ve Seyit Rıza’dır. Bu isimlerin içerisinde ise en ilginci Baytar Nuri'dir ki kendisi günümüz Kürtçülüğünün bile babası sayılır. Şimdi biraz AKP'nin her dönem dilinden düşürmediği dava(!) adamı Seyit Rıza'nın dava(!) arkadaşlarına bakalım:

2-b) Fevzi Çakmak'a ve Kazım Karabekir'e göre Seyit Rıza, Davutoğlu’nun aksine dava adamlığından çok uzak olarak tam bir hınzırdır. Seyit Rıza, Osmanlı-Rusya savaşında önce Rusların yanında yer almış fakat Rusya ihtilal nedeniyle bölgeden askerlerini çekmeye başladığında bu sefer de Osmanlı saflarında Ruslara kurşun sıkmaya başlamıştır. İşte AKP'nin özür dilediği Seyit Rıza'nın ve Dersim'in tarihçesi en özet haliyle budur. Devlet elbette bu olayların hepsinden haberdardı ve bölgede bir isyan çıkacağının istihbaratını alıyordu. O dönem isyanın önüne geçmek için ve Dersimlilerin refah seviyesini arttırmak için okullar, hastaneler ve köprüler yapılmaya başlanmış, SAYI: 5 | 2015

19


Dersim Meselesi Dersim'in batıyla olan ilişkisinin kesilmemesi adına yollar yapılmış ve en önemlisi köylüyü milletin efendisi yapacak toprak reformu yürürlüğe girmeye başlamıştı. Elbette bu gelişmeler bazı feodal ağaların zoruna gitmesine, güçlerini kaybetmesine neden olmuştu. Bu kez de eskiden olduğu gibi köylünün yakasına yapışıp haraç bağlamaya başlamışlardı.

3. İsyan ve Sonrası Seyit Rıza tüm çabalarına ve baskılarına rağmen bölge halkın büyük bir kesiminin desteğini alamamıştır. Ona uyanlar da kendisi ve yol arkadaşları gibi Kürtçü ve düzen düşmanı aşiret ağalarıdır. 1937 yılında Atatürk, Singeç Köprüsü'nün açılışını yapmak üzere Dersim'e gelecekti. Bu köprünün bir ucunda güvenliği sağlamak amacıyla bir askeri karakol bulunuyordu. İsmail Hakkı adlı bir teğmenin komutasındaki karakola isyancılar tarafından saldırı düzenlendi. Karakol yakıldı ve 33 askerin tümü şehit edildi. 4 Bu son olayla beraber Türkiye Cumhuriyeti, Dersim'e operasyon kararı aldı ve 3 adet geniş çaplı operasyon gerçekleştirildi. İsyan başarıyla bastırıldı fakat bu operasyonlar sonucu ölenlerin sayısında hala etrafta bilgi kirliliği vardır. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan 14 Ağustos 2010 tarihinde ''20.000, 30.000, 40.000, 50.000 kişinin yargısız infaz ediliyor. İnsaf ya!'' demiştir. 5 Fakat resmi belgelere baktığımızda Dersim nüfusu 1935 yılında 101.099 iken 1940 yılında 94.639'dur. Yani toplamda Dersim'in kaybı 13.160 kişidir fakat bunların 11.818'i sürgün edilmiştir. 6 Sürgün edilenlerin çoğunun nedeni, zorlu savaş döneminde gerek tecavüz gerek hırsızlık gerekse terörist faaliyetlere yardım ve yataklık yapmaktandır. 1. Operasyondan sonra Seyit Rıza ve oğlu Resik Hüseyin devletin eline geçmiş ve idam edilmiştir. AKP ideolojisi tarafından din mazlumu olarak gösterilen Seyit Rıza esasen ziyaret ettiği evin bütün bireylerini cennetlik olarak gösterip, her ziyaret sonucu masumların parasını çalan bir din düşmanıdır. İdam edilmeden önce ''Düşmanlarım beni hükümete kötü bildirdi! Hükümet kovaladı,

20

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

ben kaçtım, fakat tek kurşun atmadım!'' demiştir.

7

bile

4. İsyanın Perde Arkası İsyanın bu dönemlerde(1936-1938) patlak vermesinin aslında temelinde farklı nedenler yatmaktadır. Yazılanlara baktığımızda kendi kendimize isyan için 'neden bu yıllar seçildi' veya 'niçin terörist ağalar hazırlıklarını tamamlamayı beklemedi' sorularını sormamız gerekir. Bunun en büyük sebebi o yıllarda devam eden Hatay sorunudur. İngiltere'nin ve Fransa'nın o dönemlerde doğuda kurulan Kürt Teali ve Hoybun Cemiyetlerine el altından ve el üstünden destek verdiği bilinmektedir. Hatta savaştan sonra da bölgedeki ağaları desteklemişler özerklik vaadleriyle ihanete ve terörizme teşvik etmişlerdir. Bunun en ağır sonucunu Türkiye, Şeyh Said isyanıyla Musul'u ve Kerkük'ü kaybederek yaşamıştır. Aynı yönteme Dersim İsyanında da başvurmak isteyen 'dış mihraklar' bu sefer istediklerini elde edememişlerdir. Hatta ve hatta Seyit Rıza, İngiltere'ye yardım talebinde bulunmak için bir mektup bile yazmıştır. O mektuba bir göz atalım: İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na


Dersim Meselesi Sayın Bakan, Yıllardan beri Türkiye Hükümeti, Kürt halkını asimile etmeye çalışmakta, gazete ve yayınlarını yasaklamakta, anadillerini konuşanlara eziyet ederek, Kürdistan’ın bereketli topraklarından gidenlerden büyük bir bölümünün telef olduğu Anadolu’nun çorak topraklarına zorunlu göçler düzenleyerek bu halka zulmetmektedir. Son olarak Türkiye hükümeti kendisiyle yapılan bir antlaşma sonucu bu baskılardan arındırılmış Dersim bölgesine de girmeye kalkışmıştır. Bu olay karşısında Kürtler göçün uzak yollarında can vermek yerine kendilerini korumak için 1930′da Ararat Tepesi’nde, Zilan ve Beyazıt Ovası’nda olduğu gibi silahlara sarıldılar. Üç aydan beri ülkemde tüyler ürpertici bir savaş sürüyor. Savaş olanaklarının eşitsizliğine, yangın bombalarının, boğucu gazların kullanılmasına rağmen ben ve yurttaşlarım Türkiye ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direnişimiz karşısında Türkiye ordusu kasabaları bombalıyor, yakıp yıkıyor. Zindanlar yumuşak başlı Kürt halkıyla dolup taşıyor, aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor ya da Türkiye’nin tecrit edilmiş bölgelerine sürülüyor. Üç milyon Kürt, sesimden ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı sizden istirham ediyor. Sayın Bakan en derin saygılarımın kabulünü rica ederim. Dersim Generali Seyid Rıza.

5. Kınıyoruz! Seyid Rıza ve yol arkadaşlarının macerası bundan ibarettir. Bizler Seyid Rıza'nın kim olduğunu ve o dönem hangi amaca hizmet ettiğini biliyoruz. Hatta şahidiyiz çünkü o dönem Seyit Rıza gerek Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti için ne ise bugün PKK odur. Aralarında hiçbir fark yoktur. Fakat Akp ideolojisine göre Terörist Seyid Rıza zavallı bir rejim kurbanıdır. Gerek AKP'yi gerekse Dersim Operasyonu için özür dileyen CHP'yi kınıyoruz!

savunanlar devleti savunmuş olmazlar, o zihniyet üzerinde devlet beka bulamaz.'' Bizler de soruyoruz hangi devlet beka bulamaz? Osmanlı Devleti bu zihniyetle 600 sene ayakta kalıp büyük bir coğrafyaya hükmetti, Türkiye Cumhuriyeti kendi devlet geleneği ile bugün 91 yıldır ayakta. Varsayalım beka bulamadı, tarih bize göstermedi mi Selçuklu'dan sonra Osmanlı'nın nasıl geldiğini veya biz bilmiyor muyuz Türklerin Anadolu’daki son devleti Türkiye Cumhuriyeti hangi şartlarda kuruldu? Evelallah bu millet yine kendi bağımsızlığı için yeni bir devlet kurar fakat ölür de 3-5 teröriste milletin hakkını yedirmez! Zira Davutoğlu'nun söylemlerinin aksine Devletçi olmak işte tam da bunu gerektirir.

Kaynaklar http://www.cnnturk.com/video/turkiye/ davutoglundan-onemli-aciklamalar 1

2

Sinan Meydan - El Cevap

http://www.cnnturk.com/video/turkiye/ davutoglundan-onemli-aciklamalar 3

İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, “Bölgedeki dönemin emniyet görevlisi İhsan Sabri Çağlayangil:’Atatürk Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. O tarihte Seyit Rıza Dersim’in lideri. Devlet, Fırat üzerine bir köprü yapmış. Köprünün başında da bir karakol. Karakolda 33 askerimiz, başlarında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen var. Köprüye Dersimliler saldırı düzenliyor. Karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyor. İşte bu olay isyanın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve kesin talimat veriyor: ‘Bu meseleyi kökünden hallediniz...” 4

http://www.milliyet.com.tr/ dersim-i-chp-bombaladi/siyaset/ siyasetdetay/15.08.2010/1276689/default.htm 5

Tunceli Valiliği Resmi Web Sitesi - http://www. tunceli.gov.tr/page.asp?id=42 6

Akşam Gazetesi 22 Eylül 1937 (Sinan Meydan El Cevap kitabından) 7

Başbakan Davutoğlu ne diyordu: ''O zihniyeti SAYI: 5 | 2015

21


Doğu Türkistan Gerçeği-1 YRD. DOÇ. DR. ALİ AHMETBEYOĞLU

D

ünyanın siyasi, askeri, ekonomik ve stratejik konjonktüründe hâkim güçlerin menfaatlerinin çizdiği politikalarına göre öne çıkan, sıcak veya soğuk çıkar çatışmalarına neden olan belirli coğrafyalar olmuştur. H.J. Mackinder; “Kim Doğu Avrupa’ya hükmederse Avrasya’ya hâkim olur, kim Avrasya’ya hâkim olursa dünya adasına hükmeder. Kim Dünya adasına hükmederse dünyaya “hâkim olur” ve Z. Brzezinski’nin “Avrasya, yerkürenin en küçük kıtasıdır ve jeopolitik olarak bir eksendir. Avrasya’ya egemen olan güç, dünyanın en ileri ve ekonomik olarak verimli üç bölgesinden ikisini kontrol edebilir” diyerek vurguladıkları gibi, ehemmiyetini hiç kaybetmeyen Avrasya her daim nüfuz mücadelelerinin esas hedef noktalarından birini teşkil etmiştir. Bunlara paralel olarak Avrasya’nın kalbi olan Doğu Türkistan’da neler oldu ve olmakta sorularına cevap verebilmek, gelişmeleri analiz edebilmek, ayrıca milli mücadelemizin sembol ve ateşleyici unsurlarından Kahramanmaraş’taki Sütçü İmam hadisesini hatırlatan ve Doğu Türkistan Türklüğü için dönüm noktası 5 Temmuz 2009’da Urumçi’de meydana gelen olayları ve sonrası yaşananları daha iyi anlamak için Doğu Türkistan coğrafyasının ehemmiyeti ve özellikle 1949 yılından bugüne kadar o coğrafyada Uygur Türklerinin dilleri başta olmak üzere dinî ve millî kimlikleri ile varlıklarına yönelik zulmün ana hatlarıyla bilinmesi gerekmektedir. Nitekim Uygur Türklerinin öz vatanı olan Doğu Türkistan; Çin Ulusal Savunma Üniversitesi Siyasal Komiseri Korgeneral Liu Yazhou’nun “Tanrı’nın modern Çinlilere hediye ettiği pastanın en kalın parçasıdır” dediği Türkistan’ın beş kısmından biri olup kuzeyde Rusya, batıda; Batı Türkistan’ı teşkil eden Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan, güneyde; Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Tibet, doğuda; Çin (Kansu, Çing-hai ve İç Moğolistan eyaletleri) ile kuzey-doğuda Moğolistan ile çevrilidir. Doğu Türkistan Türklüğün ana vatanı, Türk medeniyet ve kültürünün kaynağıdır. Orta

22

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

Asya’da oldukça stratejik konuma sahip olan Doğu Türkistan ‘Tarihi İpek Yolu’nun kavşak noktasındadır. Ayrıca denizlerden çok uzak olması, yüksek dağlarla ve çöllerle çevrili bulunması hasebiyle dünyada ender rastlanan ‘savunma ve saldırı’ merkezidir. Doğu Türkistan Çin için çıkış kapısı olup, Çin’in Avrasya’ya yönelik hâkimiyet tesis etme düşüncesinin kilit yeridir. Sahip olduğu özellikler dolayısıyla Doğu Türkistan’a Çin’in Ukrayna’sı denilmiştir. 1.828.418 kilometrekare yüz ölçüsüne sahip olan Doğu Türkistan günümüzde Kızıl Çin’in işgali altındadır. Doğu Türkistan’a 1876 Mançu istilasından sonra 1884 yılında Şin-ciang (yeni toprak) adı verilmiştir. 1949’da bölgenin komünist Çin tarafından işgalinden sonra yeni yönetim de bu adı kullanmaya devam etmiş, 1955 yılında ise Doğu Türkistan’ın resmi ismi “Şin-ciang Uygur Özerk Bölgesi” olarak ilan edilmiştir. Yakın zamanda Uygur ismi de çıkartılmıştır. Öyle ki, sadece uluslararası bazı yazışmalar ve toplantılar haricinde Uygur ismi neredeyse hiç zikredilmez hale gelmiştir. Siyasi, ekonomik ve askeri yönden oldukça ehemmiyetli olan Doğu Türkistan coğrafyası; petrol, volfram (silah sanayisinde kullanılan önemli bir maden), altın (mesela Çin’in Doğu Türkistan’dan yaptığı altın cevheri ithalatı 2012 yılının ilk 9 ayında 12 kat artarak, 16 bin 800 tona ulaştı), gümüş, platin, kömür (2,2 trilyon ton) ve uranyum gibi stratejik ham maddeler ve sayısız yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip bir ülkedir. Çin genelinde 148 çeşit madenin 124’ünün çıkarıldığı Doğu Türkistan, Çin’in petrol ve doğalgaz alanındaki en stratejik bölgesi haline gelmiştir. Nitekim Çin’in petrol rezervlerinin %25’ini, doğalgaz rezervlerinin ise % 28’ini barındırmaktadır. Bu oranlar Japonya’da


Doğu Türkistan Gerçeği-1

çıkan Fuji Sankei Business Gazetesi’nin 07.09.2004 tarihli sayısında açıklanmıştır. Doğu Türkistan’ın petrol rezervleri İran ve Irak’ın rezervlerinin 10 katıdır. 910 bin km²’lik alanda petrol tespit edilmiştir. Her yıl 10 milyon ton petrol Çin’e taşınmaktadır. Buna rağmen Petrol Çin’den daha pahalıdır. Tarım Havzası (petrol rezervi 74 milyar varil), Karamay Bölgesi (yılda 1.286.000 ton petrol çıkarılmakta), Kumul-Turfan Bölgesi (petrol rezervi 75 milyon ton) Taklamakan Çölü (petrol rezervi 50 milyar ton) önemli petrol sahalarıdır. Doğu Türkistan 17.4 trilyon metreküp doğalgaz rezervlerine sahip bulunmakta ve 30 bölgeden doğalgaz çıkarılmaktadır. Özellikle Cungarya ve Tarım havzaları doğalgaz bakımından oldukça zengindir. Hububat, pamuk, ipek, halı, el zanaatları ve özellikle hayvancılık Doğu Türkistan ekonomisinin temelini teşkil eder. Ekonomik imkânları yeterli olmasına rağmen Çin Devleti’nin sömürü politikaları ile uzun süredir devam eden ve son zamanlarda hızlandırılan göç ve asimile politikaları nedeniyle Çinli nüfusun hızla artması Doğu Türkistan’da açlık ve sefalete yol açmış, işsizlik çoğalmıştır. Komünist Çinli liderler halkın hayat standardını düzeltmek için kendi işlerini yürütmelerine kısmen izin vermiş ise de, yatırım

için sermayenin çok zor sağlanmasından dolayı çok az kimse bu imkândan faydalanabilmektedir. Bugün 900 çeşit ürünün yetiştiği Doğu Türkistan’da 195 milyon hektar ekilebilir toprak bulunmasına rağmen Türk çiftçilere her ailenin nüfusuna göre toprak dağıtılmıştır. Hatta bu uygulamadan da vazgeçilmeye başlanmıştır. Son zamanlarda hayata geçirilen politikalar neticesinde, çok sayıda Uygur her hangi bir hukuki neden gösterilmeksizin toprakları zorla ellerinden alınırken, yerleri göçmen Çinlilere (bunlar Çin’in değişik yerlerinden devlet eliyle getirtilen macera peşinde ipsiz-sapsız kişilerden oluşmaktadır) verilmekte ve Uygurlar da adeta kendi mülkünde köle olarak çalıştırılmaktadır. Topraklar çok verimli olduğundan bazı bölgelerde yılda üç kez ürün alınmaktadır. Ekilecek mahsul hükümet tarafından tayin edilmektedir. Her çiftçiden “yer parası” ve “su parası” adı altında çeşitli vergiler alınmaktadır. Bunun dışında çiftçiler elde ettikleri mahsulün %20 ’sini devlete teslim etmek ve geri kalanını da çok ucuza yine devlete satmak mecburiyetindedir. Kızıl Çin yıllık millî gelirinin %40’ını Doğu Türkistan’dan temin ettiği halde, Uygur Türkleri yoksulluğa mahkûm edilmiştir. % 80’i açlık sınırında SAYI: 5 | 2015

23


Doğu Türkistan Gerçeği-1 bulunmaktadır. Doğu Türkistan dünyada emsali görülmemiş şekilde sömürülmektedir. Çin Anayasası’nda, mevcut merkezi ve Özerk Bölge yasaları ile Doğu Türkistan Türklerinin kendi dilleri ile eğitim görmeleri, anadilleri ile kültürlerinin korunması ve geliştirilmesi belirtilmiş olmasına rağmen Uygur Türkçesi, eğitim dilinden çıkarılmaktadır. Özerklik Yasasında Özerk Bölge’de resmi dil halkın ana dili olarak belirtilmiştir. Ama eğitimde ve istihdamda Çince bilmeyenlere bu hak verilmemektedir. Çince bilmeyen Türk öğrenciler kontenjan açığı olmasına rağmen, üniversite ve yüksekokullara kayıt olamamaktadır. Türk okullarında Türklük ve İslamiyet’e karşı temalar ders programlarında okutulmakta ve Büyük Han Şovenizmine dayalı bir eğitim programı uygulanmaktadır. Türk ahali sağlık hizmetlerinden de mahrum bırakılmıştır. Çinli nüfusun %95’i devletin ücretsiz sağlık hizmetlerinden yararlanmasına karşılık, bu oran Müslüman Türkler için ancak %12 civarındadır. Kalanlar ise ücret ödemek zorundadırlar. Türk bilim adamları ve yazarların millî, dinî ve tarihî konularda eser yazmaları “bölücülük ve milliyetçilik yapmak ve bu suretle Çin’i parçalamaya çalışmak” suçlaması ile engellenmektedir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Doğu Türkistanlı ünlü bir tarihçi olan Prof. Dr. Turgun Almas’ın başına gelenlerdir. Türk örf ve adetleri, gelenek ve görenekleri, Türk mitolojisi, Nevruz bayramı Meşrep, düğün törenleri, binlerce yıllık ata sporumuz oğlak vb. gibi Türk kültür ve medeniyetinin temel öğeleri olan etkinlikler, “Millî bölücülüğü çağrıştıran faaliyet” olarak kabul edilerek yasaklanmıştır. Doğu Türkistan’da halkın siyasî hürriyeti yoktur, Türk olan sözde Özerk Hükümet Reisi’nin yetkisi olmadığından bütün güç Çinli Doğu Türkistan Komünist Parti Sekreteri’nin elindedir. Önemli mevkilerin hemen hemen tamamında Çinliler bulunmaktadır. Akrabalarını görmek, vatanı ziyaret etmek maksadıyla Doğu Türkistan’a giden Türkler çeşitli zorluklarla karşı karşıya bırakılmaktadır. Hatta turistik geziler için Doğu Türkistan’a giden yabancılara da kara yolculuğu kısıtlanmakta

24

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

ve yabancılar takip altına alınmaktadırlar. Yapılan telefon görüşmeleri dinlenmekte, sakıncalı gördükleri internet sitelerine ulaşımları engellenmektedir. Dinî, millî, kültürel köklerinden kopartılmak ve etnik soykırıma tabi tutulmak istenen Uygur Türkleri bir nevi Çinlileştirme demek olan asimilasyona maruz bırakılmaktadır. Türk tarihi, kültür ve medeniyeti çarpıtılarak özellikle Uygur Türklerinin zorla Şin-cianglı (Sincanlı) olduklarına inandırılmaya çalışılmış, bu gaye ile birçok şehir ve kasabanın Türk isimleri değiştirilip Çince isimler verilmiştir. Çin’in başka eyaletlerinden yüz binlerce Çinli göçmen getirilip Türk unsuru kontrol ve baskı altında tutularak eritilmek istenmiştir. Böylece 1949 yılından itibaren Doğu Türkistan’ın demografik yapısı hızla değişmeye başlamıştır. Doğu Türkistan’a yerleştirilen Çinlilere en verimli topraklar verilerek, müteşebbisler için de her türlü kolaylık ve teşvik sağlanmıştır. Çin Hükümeti, “Kuzey Batı Bölgesi’ni İskâna Açmak” projesi çerçevesinde Tibet’ten doğan ve güneye akıp giden Jin Sha-jiang Nehri’nin yönünü değiştirerek nehir sularını tünellerle Doğu Türkistan’ın Taklamakan Bölgesi’ne akıtma projesi üzerinde çalışmaktadır ve bu iş için Dünya Bankası’ndan kredi temin etmek gayesiyle teşebbüslere başlamıştır. Taklamakan Çölü’nün sulanması projesiyle Doğu Türkistan’a milyonlarca Çinli göçmenin yerleştirilmesi hedeflenmiştir. Çin İşgal Yönetimi son zamanlarda aldığı bir karar ile Çinli nüfusun az olduğu Tarım Havzası’nın büyük yerleşim bölgelerinden Hoten ve civarına altı yüz bin Çinli göçmen getirip yerleştirmeye başlamıştır. Çinli göçmenler Türklerden gasp edilen verimli arazilere ve sanayi merkezlerine yerleştirilmektedir. Buralardan zorla göç ettirilen Türkler ise, suyu ve alt yapısı olmayan elverişsiz bölgelere sürülmektedir. Bütün bunlara ilaveten Doğu Türkistan’ın tarihi merkezi Kaşgar’ın mahalleleri, modernize edilme bahanesiyle yıkılmaya başlanmıştır. Eski Kaşgar’ı yıkmak Uygur kimliğini yok etmek demektir. Nüfus artışına mani olmak için şehirde yaşayanlara bir, kırsal kesimdekilere ise iki çocuktan fazla çocuk sahibi olmaya müsaade edilmeyen Doğu Türkistan


Doğu Türkistan Gerçeği-1 Türklerine, kısırlaştırma başta olmak üzere çeşitli doğum kontrol yöntemleri uygulanmakta ve bir insanlık suçu olan zorla kürtaj yaptırılmaktadırlar. Doğum merkezlerinde hamile kadınların 7–8 aylık bebekleri iğne ile öldürmekte ve sonra tıbbi olmayan usullerle kadınların karınları kesilerek çocukları dışarı çıkarılmaktadır. Bunun sonucunda bebeğin yanı sıra anne ölümleri de olmaktadır. Uygur Türkleri, bugünleri ve gelecekleri açısından tehlikeli sonuçlara yol açan nükleer tehdit ve çevre meseleleri ile karşı karşıya bulunmaktadır. Nitekim Çin’in en büyük nükleer merkezi ve deneme alanı Doğu Türkistan’dır. Hükümet hiçbir koruyucu tedbir almaksızın bölgede 1964 yılından günümüze kadar elliye yakın nükleer deneme yapmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası’nın 36. maddesindeki “Her Çin vatandaşı dinî inanç ve hürriyete sahiptir. Devlet normal vatandaşların dini faaliyetlerini korur.” şartına rağmen, Çin idaresi tarafından Uygur Türklerinin İslam dinini öğrenme ve ibadet haklarına zorbalıkla kısıtlamalar getirilerek, Uygur gençleri arasında dinsizliğin yaygınlaştırılması için özel gayretler sarf edilmektedir. Ailelerin çocuklara dinî eğitim vermeleri yasaktır. Hac ibadetine kısıtlamalar getirilmiştir. Hacca giden devlet memurlarının işine son verilmektedir. Nitekim okullara 200 metreden yakın olan camiler, Kur’ân kursları, medreseler kapatılarak dinî kitaplar yakılmış, âlimler ve Uygur aydınları tutuklanarak öldürülmüşlerdir. Bugün dahi 18 yaşından küçüklerin, devlet memurlarının, işçilerin, emeklilerin, kadınların, öğrencilerin camilere girmesinin yasak olduğu Doğu Türkistan’da, yetişkinlerin de gruplar halinde ibadet etmelerine, vaaz verilmesine, uzun dua ve Kur’ân-ı Kerim’deki bazı ayetlerin okunmasına, başörtüsüne, sakala da kısıtlamalar getirilmiştir. Yasaklara uymayanlar ise sorgusuz sualsiz en ağır şekilde cezalandırılmışlardır ve halen de cezalandırılmaktadırlar. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra Müslümanlar üzerindeki dinî baskılar büyük oranda artmış, sahte patlama ve şiddet olayları bahane edilerek milliyetçi Uygur gruplarına terörist damgası vurularak gençler yargısız infaz edilmişlerdir. Bunların yanında

Doğu Türkistan’da alkollü maddeler başta olmak üzere eroin, esrar, uyuşturucu haplar vb. keyif veren maddelerin satılması idarece adeta teşvik edilmektedir. Ayrıca yaşları 15 ile 25 arasında olan ve sayıları dörtyüz bini bulan bekar kızlar başta olmak üzere, Uygur gençleri zorla ailelerinden kopartılarak Çin’in içlerine sürülmektedirler. Akıbetleri meçhul bu gençler az bir ücretle sosyal güvenceden mahrum olarak fabrikalarda çalıştırılarak modern köle haline getirilmektedirler. Son zamanlarda vuku bulan olaylarla yıllardır devlet terörü ile karşı karşıya kalan ve dilini, dinini, millî kimliğini muhafazaya çalışan Uygur Türklerinin tahammül hududu zorlanmıştır. Nitekim Haziran başlarında Yarkent’te Çinli bir öğretmen 23 Uygur Türkü kız çocuğuna cinsel tacizde bulunmuştur. Olayın ortaya çıkması üzerine aileler kanuni yollara başvurarak öğretmenin cezalandırılmasını istemişlerdir. Okul müdürü başta olmak üzere yetkililer failin raporlu hasta olduğunu ileri sürerek meseleyi kapatmaya çalışmışlardır. Tepkilerin artması üzerine öğretmene on yıl ceza verilmiş fakat bu ceza uygulanmamıştır. Bu hadise sıcaklığını korurken 23 Haziran 2009’da Guan-dong Eyaleti Şao-guan şehrinde bir oyuncak fabrikasında çalışan Çinli işçiler Uygur genç kızlarına sarkıntılık etmişlerdir. Üç gün sonra dışarıdan takviyeli ve karanlık devlet güçleri tarafından oldukça iyi organize edilmiş binlerce Çinli işçi, fabrikadaki altı yüzden fazla Uygur işçisinin bulunduğu (bu işçiler iki aydır ücret alamamaktalar ve bütün başvurulara rağmen evli olanlara ev tahsis edilmemektedir) yatakhaneyi basarak sabahın ilk ışıklarına kadar Uygur Türklerine vahşice dayak atmışlardır. Maruz kaldıkları şiddet neticesinde yirmiden fazla Uygur Türkü hayatını kaybetmiştir. Katliamın duyulması ve yaşanılanların tahammül noktasını aşması üzerine Urumçi başta olmak üzere bütün Doğu Türkistan’da 5 Temmuz 2009 olayları patlak vermiştir. “Tavşan gibi bin yıl yaşamaktansa aslan gibi bir gün yaşamak daha iyidir”, ”Hakaretli yaşamdan sadakatli ölüm yeğdir” noktasına gelen Uygur Türkleri zulme başkaldırmıştır.

DEVAMI GELECEK... SAYI: 5 | 2015

25


Osman Batur MEHMET ALİ TOR

G

üzel Türkistan’ın doğusu, ebedi Türk yurdu Doğu Türkistan, uzun zamandır Çin zulmü altındadır. Acılardan yiğitler doğuran, yüce Altaylardan kardeşlerini çağıran Uyguların artık sesini duymalıyız, duyurmalıyız. İnsani niteliklerini yitirmiş Çinlilerin işkenceleri altında katledilmekteler. Doğu Türkistan’da günümüzde olan baskılar, İslam’a ve Türklüğe yöneliktir. Ayrıca bu bölge, büyük yeraltı zenginliklerine sahiptir. Komünist Çin’in gözlerini kamaştıran bir bölgedir. Günümüzde, Doğu Türkistan’a “çelik darbe” yapılmaya başlanmıştır. Urumçi abluka altındadır. Türklerin dünya ile tüm bağlantısı kesilmiş ve dünyadan gizli olarak katledilip, o bölgeden silinmeye çalışılmaktadırlar. Kandaşının katlinden utanmayan, kalbinde Altay’a özlem duymayan bilinç sahibi bir Türk düşünemiyorum. Hükümetlerin çıkar ilişkileri, araya giren sınırlar Türk devletlerinin birliğini bozmamalı. Bugün adını bilmediğimiz, hiç bir haber kanalında adı anılmayan birçok kardeşimiz can verirken, duyduğumuz acıyı içimizde yaşamamalı ve tepkimizi göstermeliyiz. Doğu Türkistan’da yaşanan acılara boyun eğmeyen yiğitler, her dönem olmuştur. Kanlarıyla suladıkları memleketlerinin özgürlüğü için şehit düşmüşlerdir. Fakat bir kişi vardır ki; cesaretiyle, haksızlığa karşı duruşuyla, savaşçılığıyla bir Türk Han’ına yaraşacak kişilikte can bulmuştur. Tarih sahnesinde efsaneleşmiş birçok kahramanı olan yüce Türk milletinin son yüzyıldaki en büyük kahramanlarından biri, Altay Kartalı Osman Batur’dur. Osman Batur, asıl adıyla Osman İslamoğlu, 1899 yılında Altay’ın Köktogay bölgesinde doğdu. Çiftçi bir ailenin çocuğuydu. Dedesi bir İslam âlimiydi. Bunun etkisiyle Osman Batur, İslam ahlakı ile büyütülmüştür. Babası İslam Bey, Kazak Türklerindendir. Annesi Ayça Hanım, Osman Bey’i Türk örf ve adetleriyle yetiştirmiştir. Doğa ve toprakla iç içe büyüyen Osman, daha küçük yaşında usta bir avcı ve binici olarak yaşıtlarından farkını göstermiştir. Her şeyi çabuk kavrayan Osman, dayısı sayesinde dövüşmeyi çok iyi öğrenmiştir. Osman Batur, genç yaşlarından

26

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

itibaren ağır tarım işlerinde çalışması ve doğayla iç içe olmasının etkisiyle bileği bükülmez, heybetli bir yiğit olmuştur. 1930’lu yıllara gelindiğinde, Osman Batur, başına gelen bazı olaylarda gösterdiği güçlü ve yiğit tavırları ile tanınmaya başlanmıştı. Molki aşireti reisi “Kuliy Teyci” ve o dönemin önemli isimlerinden “Zuvka Batur’un” övgüsünü kazanmıştır. 1930’u takip eden yıllarda iç savaşla uğraşan Çin, Doğu Türkistan’da merkezi Kaşgar olmak üzere Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasına engel olamadı. Bu durumdan Rusya çok rahatsız oldu. Çünkü Rus baskısı altındaki Türklere örnek teşkil edebilirdi. Rusya ve Çin komünist kesimi, iş birliği yaparak Doğu Türkistan’a saldırdılar. 1934’te Çin’de komünizmin hâkim olmasıyla, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin de sonu geldi. Tek tipçiliğin ve Türk düşmanlığının hâkim olduğu bu düzende baskılar ve işkenceler arttı. 1935 yılında bu zulme başkaldırmak için Köysu’da bir kurultay toplandı. Bu kurultaydaki kararları öğrenen Çinliler baskılarını dayanılmayacak ölçüde arttırdı. Türkler nedensiz yere kurşunlanıyor veya tutuklanıyor, canlı hedef olarak üzerlerinde atış talimi yapılıyordu. 1940 yılına gelindiğinde, Köktogay’ın Çinli kaymakamı camiye çizmesiyle girip konuşmak isteyince, isyan fitili ateşlenmiş oldu. 37 Çinli öldürüldü. Bunun üzerine Çin, tedbir olarak tutuklama sayısını arttırdı ve Türklerden silahlarını toplamaya başladı. Osman Batur, burada efsaneleşiyordu. Silahını vermedi. “Bu gün silahımızı alanlar, yarın her şeyimizi alırlar” diyerek silahını alıp dağa çıktı. Ardından büyük oğlu Şerdiman ve can arkadaşı Çakabey Süleyman da ona katıldılar. Bir yiğit isyana başladı mı ona katılmamak olmazdı. Kısa zamanda sayıları arttı. Osman Bey’in annesi Ayça Hanım’ın şu sözleri Doğu Türkistan ruhunu anlatıyor; “Biz oğullarımızı bu zor günlerde mazlumları korusunlar diye doğurduk. Çinli katiller asırlardır biz Türklere saldırarak evlerimizi yakıp, yıktılar. Bizim canımız, bizden önce hayatını bu dava uğruna feda edenlerin canından daha kıymetli değildir. Bizden sonrakilerin yaşaması için biz de canımızı vermeye hazırız.”


Osman Batur Osman Batur’un yanında yer alan savaşçılar kısa zamanda artmış ve aralarına birçok usta savaşçı katılmıştı. Osman Batur, tam bir gerilla ustasıydı. Muhtemelen gençlik yıllarında bu konularda usta biri tarafından eğitilmişti. Ayrıca usta bir nişancıydı. Osman Batur ve arkadaşları, coğrafyayı bilmelerinin avantajıyla, Çinlilere baskınlar yapıyor ve ağır kayıplar verdiriyorlardı. Direnişin başarısını gören kitleler cesaretleniyor ve Osman Batur’a katılıyorlardı. Çinlilerden aldıkları ve kendi el yapımı silahlarıyla savaşan kahramanlar, yüreklerindeki imanla 1943 senesine gelinceye kadar Altay dağlarını, aşağılık Çinlilerden temizlemişlerdir. Osman Batur ve savaşçıları, efsaneleri gerçek kılacak kabiliyetle ve güçle bu başarıyı kazanmışlardı. Bu başarılarını Sertogay’daki iyi korunumlu bir Çin kalesini alarak taçlandırdılar. Fakat alçak Çinliler, bu durumun üzerine sayılarını arttırarak geldiler ve Osman Batur’un ikinci hanımı Memiy Hatun’dan olma çocuk yaştaki üç kız ve iki erkek evladını annelerinin gözü önünde katlettiler. Memiy Hatun, bunun üzerine kendisini İrtiş nehrine attı. Osman Batur ise yüreğine taş bastı ve kutsal savaşından dönmedi. Çünkü o kutsal bir amaç uğruna savaşan, yürekli bir kahramandı. Çin-Japon savaşından doğan boşlukta, binlerce Türk ayaklanmış ve Osman Batur’la birlikte Doğu Türkistan’ı özgürlüğe kavuşturmuştur. 1943 yılında, Altay Geçici Halk Hükümeti kurulmuştur. Osman Batur, hükümet başkanı ilan edilmiştir. Bu hükümetle birlikte eşkıyayı şehirlerden de temizleme çalışmaları hız kazanmıştır. Güçlü bir halk ordusu kurulmuştur. Osman Bey’e tamamıyla güvenen halk ona yaptıklarının karşılığı olarak “Batur” unvanını layık görmüştür. Daha sonra Altay Han’ı ilan edilerek şereflendirilmiştir. Bu olaylar üzerine Çin saldırıları artmıştır. Osman Batur, Çin saldırılarına karşı siyasi ilişkileri sayesinde

Moğolistan’dan yardım alarak Çinlileri dağıtmıştır. Osman Batur’un bu başarıları diğer Türkleri de cesaretlendirmiş ve harekete geçirmiştir. Bunun sonunda “Kulca İsyanı” olmuştur. 1945 yılında Altayların aşağı kısımlarındaki Türkler “Ali Han Töre” liderliğinde “ Doğu Türkistan Cumhuriyeti” kurdu. Osman Batur, Altay vilayeti valisi, ayrıca ordu komutanı ilan edildi. Osman Batur, hiçbir zaman siyasi faaliyetler yüzünden savaşmayı bırakmadı. Devam eden Çin baskınlarında yine fiilen savaştı. 1947 yılına gelindiğinde, Osman Batur, Doğu Türkistan Cumhuriyeti koalisyon hükümetinin, asli üyesi olarak 1949 yılına kadar görev yapmıştır. Bu dönemde Urumçi’de Türkler en üst mevkilere getirilmiştir. 1948 yılında Urumçi’ye giden Osman Batur, coşkuyla karşılanmış ve beyaz atıyla girdiği şehirde kahramanlara yaraşır bir ilgi görmüştür. Urumçi’de onu “İsa Yusuf Alptekin” karşılamıştır. İki Türk başı, hasret ve sevgiyle sarılmışlardır. Daha sonra “Alibek Hakim” ve “Ali İhsan Töre” gibi Türk önderleriyle de buluşmuştur. Bu üç Türk önderi, kurtuluş mücadelesinde çok önemli şahsiyetlerdir. Her biri için sayfalarca yazı yazılsa, anlatmaya yetmez. Osman Batur, Urumçi’den moralle ayrılarak savaş meydanlarına geri dönmüştür. Bu gelişmelerle çalkalanan Çin, bu gidişatı durdurmak için iyi eğitilmiş, modern silahlara sahip, sayıları Doğu Türkistan ordusunun belki on katından fazla bir ordu kurmuştur. Bu karınca sürüsü gibi gelen kuvvetler karşısında, kısıtlı olanaklarla dayanmak çok zor görünüyordu. 1949 yılına gelindiğinde, Osman Batur ve yanındakiler bir dağ bölgesinde sıkıştılar. 30 bin askerden sadece 3-4 bin kişi kalmıştı. Kalanların çoğu kadın ve çocuktu. Gez Kurt bölgesinde kış çetin geçiyor ve tehlikeli bölgelere gitmeleri gerekiyordu. 10 SAYI: 5 | 2015

27


Osman Batur Şubat 1951 günü özel birlikler Osman Batur’u hedef almışlardı. Savunma savaşı Osman Batur’un zayıf noktasıydı. Çünkü bu güne kadar savunma savaşı yapacak bir durumla karşılaşmamıştı. Çin saldırdığında, Osman Batur’un askerleri ustaca gizlenmişlerdi. Her yerden üstlerine ateş edilen Çin ordusu, ilk başlarda bozguna uğrasa da, karınca sürüsü gibi geldikleri için bu durumu toparladılar. Cephanesi yetersiz kalan Osman Batur ve askerleri

şükredercesine önce diz çökmüş, sonra başı yere secde etmiştir. Daha sonra adi Çinliler Osman Batur’un cenazesini rahat bırakmadı ve iç organlarını Doğu Türkistan’ın her yerine dağıtarak teşhir etti.

Osman Batur’un idamına yapılacak olan baskın, çaresiz yapılamamıştı. Osman Batur’un ruhuyla direniş daha da güçlenmişti ve Çinlilere Osman Batur’un oğulları darbe üstüne darbe indiriyorlardı. 1952 yılına gelindiğinde Osman Batur ise her yerde “Ben ölebilirim ama Çin, bir anlaşma yapmak zorunda dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam kalmıştır. Bu kısıtlı olanaklarla, Çin edecektir” diye haykırmıştır. Daha sonra göstermelik hükümetini bu duruma düşürmek, ancak Türk tarihinde görülebilir bir mahkemeyle “devrim düşmanlığı” suçundan niteliktedir. Çin hükümetine Osman kurşunlanarak idamına karar verilir. Batur’un oğulları Şerdiman, Nimetullah ve Nebi şartlarını sunmuştur:

18 Şubat 1951 sabahı uğradıkları saldırı karşısında yetersiz kalmışlardır. Osman Batur’un kızı da dâhil olmak üzere birçok esir verilmiştir. Bunun üzerine Osman Batur hemen atına atlar ve düşmanı yararak ilerler. Bu ani hareketinden oğullarının haberi yoktur. Kızını atına alarak kurtarmayı başarsa da atı tökezler ve düşerler. Osman Batur, bir süre Çinli avı yaptıktan sonra cephanesi biter. Osman Batur’u canlı ele geçirmeleri gereken Çinliler saldırmaya başlar. Osman Batur için atındaki yedek tüfeğine uzanması zaman alacaktır. Bu yüzden kamasını çıkartır ve üstüne gelen Çinliye bir vuruş yaparak yüzünde unutulmaz bir iz bırakır. Daha sonra bu Çinli sahte bir kahraman ilan edilecektir. Osman Batur yakalandıktan sonra elleri ayakları zincirli olarak zindana atıldı. Türlü işkenceler gördükten sonra, meydanlarda “Doğu Türkistan’ı Çinlilerden kurtaracağım diyen adamın haline bakın” denilerek dolaştırılır. Osman Batur ise her yerde “ Ben ölebilirim ama dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam edecektir” diye haykırmıştır. Daha sonra göstermelik bir mahkemeyle “devrim düşmanlığı” suçundan kurşunlanarak idamına karar verilir. 29 Nisan 1951 tarihinde Urumçi’de kulakları ve kolları kesilmiş vaziyette “Allahû Ekber” derken kurşunlar bedenine yağmaya başlar. Şehitlik mertebesine

28

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

1-Osman Batur’un naaşı geri verilecek. 2-Cezalı Türkler serbest kalacak. 3-Sürülen Türkler Altay’a geri ulaştırılacak. 4-Devlet katında kendi topraklarında Türklere yüksek makamlar verilecek. Çin devleti bu şartları kabul etmek zorunda kalır. Bu komünist Çin için askeri ve siyasi bir yenilgi demektir. Osman Batur, şehit olmuştu fakat yenilmemişti. Kutsal bir ülkü uğruna kahramanca savaşmış bir yiğitti. Ne yazık ki markalaşmış, kültürümüzden uzak sahte kahramanları kıyafetlerinde taşımaktan gurur duyan bir nesil içindeyiz. Küçücük Küba’da devrim yapan Che’nin ezbere bilinip de, milyarlarca insanın(!) yaşadığı Çin’de ihtilal yapan, Kürşad ruhlu, Osman Batur’un tanınmadığı bir zamandayız. Hüseyin Nihal Atsız’ın şu sözü durumu özetliyor; “Milliyetçilik; Bolivya dağlarında öldürülen Arjantinli maceracı serseri Che Quevara için zırlayıp da, sıra kazak kahramanı Osman Batur’a gelince susmak hiç değildir.”. Altay Kartalı Osman Batur, Çin zulmü altındaki Doğu Türkistan halkı için asla ölmeyecek bir ruhtur. Doğu Türkistan’da yaşananlara kayıtsız kalmak, kahramanlarımızın kanına ihanettir.


Doğu Türkistan Hilalini Bekliyor HASİBE AR

K

erkük, Karabağ, Doğu Türkistan hilalini bekliyor. Yıldızlar göklerde şanlı şanlı parlıyor, lakin buralara sadece mehtap vuruyor, güneş doğmuyor. Dünya unutmasın ki bu hilal, hürriyetine kavuşmuş Türk devletleri ile özerk yaşayan Türk devletleri ile ve hala ne hürriyetini ne de özerkliğini elde edememiş olan, esaret zincirlerine bağlı olan Türkler ile beraber. Kanayan yaramız Doğu Türkistan bunların içinden özerkliğini elde etmiş ama Çin’in sahtekârlığı ile hakları sözde kalmış bir parçamız. Bizler uluslararası hukuka uygun şekilde bunun bütün gereklerinin yerine getirilmesini istiyoruz. Ama bırakın özerkliğinin uygulamaya konmasını, burada katliam yaşanıyor. Ata yurdumuz Türksüzleştiriliyor. Komünist Çin hükümeti bize günümüz hümanizmasında meşruiyetini ahlakla değil çıkar ilişkileri ile hareket ettirdiğini ve bunu yaparken de milyonlarca Uygur Türkü’nün katledilmesini nasıl örtbas edebilecek cambazlığa sahip olduğunu öğretiyor. Çin için sözde güvenlik gibi vazgeçilmez temel konular devletin ahlaksızlığını geçerli kılıyor. Çinin tek yaptığı güvenliğini sağlamak, dünya televizyonlarında dönen senaryo bu ve tüm dünya buna sorgulamadan inanmaya zaten gönüllü. Fakat Türk milletinin kaderini omuzlayacak olan nesil, bu sahtekârlığı duyurabilmek için, gerçek olan senaryoları yazmalı. İşte burada bizlere Türk’lere iş düşüyor. Doğu Türkistan da neler oluyor niçin hiç kimse müdahale etmiyor? Barzani’nin elini kolunu sallayarak girdiği ülkemize Rabia Kadir’in girişi niçin yasak? Ve daha pek çok cevabını verirken yürek sızlatan sorular silsilesi. İnandıklarımızı kalbimiz ile bir hasbihale tabi tutmalıyız. Bilgi olmadan amel olmaz evet ama bilmek de vicdan terazisinde sorumluluğu, ameli gerektirir. Yaşanmış hayatların aynası olan tarih bize sesleniyor. Bizler Türk’ün kaderinin ortak çizgide buluşturduğu dostlarız. Zalimin şakşakçıları çok, hümanizmin sözde kitabını yazan ama sıra Türk’e gelince yapılan katliama görmedim, duymadım, bilmiyorum, oyunu oynayan insanlığın içindeki şeytanlar. Gözünü kulağını vicdanını söküp atıp, çıkarları için insanlığı

satan hümanistler. Bir de yetmezmiş gibi bunların yanında, yakalarında fiyat etiketleri sallanırken bize insanlık dersi verenleri de var. Buna karşı bizler Türk dünyasını kucaklamak zorundayız. Bizler daha 100 yıl öncesine kadar oralarda idik, o topraklar bizim ebedi vatanımız. Sömürgeci dünya düzeninde öz yurdumuz işgal altında. Hepimize yeni bir kimlik biçildi. Evet ama hangi kimlik ‘Ana Yurt’tan, ‘Ata Yurdu’ ayırabilir? Sorarım size kim hem anasından hem atasından vazgeçebilir? Zihnimizde Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi, mısralarımızda Kızıl Elma, yüreğimizde Turan baki ise kim iddia edebilir ki Türklük gönderine bayrağın dikilemeyeceğini? Bu topraklar ecdadımızın ocağı. Cenge doğru Turana doğru çağırılıyor, inanan tüm kalpler.’’Nereye gitmişse hilal orası Turandır, onu geri al.’’dememiş mi idi Ziya Gökalp? O halde yolumuz zaten belli değil mi? Hilalin İslam ile birleşmesi bu coğrafya da olmadı mı? Vatan Yahut Silistre eserinde İslam Bey Zekiye’ye “Vatan yolunda ölmeyi bin yıl yaşamaktan hayırlı bilen çocuklar bırakacağız.” dememiş miydi? O çocuklar bizler değilse kimler olacak? Memleketine hizmet etmiyorsa şayet, içindeki gençlik ateşi küle delalet… Küllerinden doğan bir Anka kuşu olmadığına göre var düşün gerçekten yaşıyor musun? Biz ne yapabiliriz psikolojisi değil, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştayız bilinci ile büyük rüyalar görmek lazım gelir. Evet şuan için sadece oradaki zulmü anlatmak ile yetinebiliriz. Yapılan yürüyüşler ile insanlara yolumuzun kutluluğunu anlatabiliriz. Ama 3 Mayıs nümayişi de böyle ufak bir kitle ile başlayıp 10 binleri peşinden sürüklemedi mi? Reha Oğuz Türkkan bu nümayişi tertipler iken kaç yaşında idi? Türk’ün kalbi yalnızca Türkiye’de atmıyor. Doğu Türkistan Çin’in devlet soykırımına tabi tutuluyor. Camide namaz kılmak, ramazan ayında oruç tutmak yasak. Camiye girebilmek için bir Müslüman’ın Çin komünist partisine üye olması gerekiyor. Uygur Türklerine milli günleri ve bayramlarını kutlama yasağı uygulanıyor. Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine ait tarihi SAYI: 5 | 2015

29


Doğu Türkistan Hilalini Bekliyor eserlerin restore edilmesine izin verilmiyor. Uygur kadınlarının zorunlu kürtaja tabi tutuluyor ve anne karnında katledilen binlerce bebek ve bu esnada ölen pek çok anneye kayıtsız kalmak hangi İslam ruhuna yakışıyor?15 ila 22 yaş arası Uygur kızlarını zorunlu olarak alıp Çin’in içlerine yerleştirilmesi. Bunu da meşru kılabilmek için meslek edindirme bahanesine sığınıp kızlara ahlak dışı işler yaptırmaları, bazılarını zorunlu olarak fabrikalarda ağır şartlarda çalışmaya tabi tutmaları. Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı pek çok yer altı ve yer üstü nükleer denemeleri ve bunun sonucunda pek çok hastalık ve sakatlıklar bir milleti soykırıma tabi tutmak değildir de nedir? Lop Nor’da yapılan 20’yi aşkın atom denemeleri bilimin, ilimin bir sahasına giriyor da biz mi bilmiyoruz? Bu politikaya, şair ve yazarları sürekli baskı altında tutularak, milli konularda eser vermelerinin engellenmesi ve “milli ayrılıkçı”, “pantürkist” denilerek hapsedilmeleri, öldürülmeleri de dâhildir. Peki, bu Çin’in dediği gibi bir kültür ihtilali midir? Bu uğurda şehit olan Abdulhalik Uygur, 13 Mart 1932’de Yaşasın azaldık yaşasın hürriyet diyerek şehitliği ile beraber ölümsüzleşmedi mi? Lütpulla Metellip’in 18 Eylül 1845’de idam edilmeden önce bulunduğu hücrenin duvarlarına kanıyla yazdığı iki mısrayı, bu insanlara hangi kültür ihtilali vahşeti ile unutturabilirsin ki? “Ben için bu geniş cihan oldu cehennem. Genç gülümü hazan etti hunhar düşman”. Kulaklarda bu şairlerin özgürlük şiirleri ve mahpusluğun yaşanmış ıstırabı içinde, göğe yükselen özgürlük güvercini umutlara da işkence yapamazsın ki. Bu siyasi ırkçılığın ortasında, bir yanda Uygur halkının isyanları ve bir yanda kanlı şekilde bunların bastırılması… Uygur halkını bir azınlık olarak göstermeye çalışan Çin medya basın aracılığı ile yaptığını tarih ile de yapmaya çalışıyor. Günümüzün Çinli tarihçileri Ch’inglerin Zungarya ve Doğu Türkistan’ı işgalini daha önce kaybettikleri Çin topraklarının ülkeyle yeniden birleştirilmesini amaçlayan “ülke içi bir mesele” olarak sunmaktadırlar. Güya bu bir devletin diğer devleti işgali değilmiş. Minareyi çalan kılıfını hazırlar evet ama senin kılıfın tarihe hiç uymuyor be komünist Çin. Madem Doğu Türkistan senin idi

30

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

neden Türklerden korktuğun vakit, Çin Seddini inşa ederken Doğu Türkistan’ı dışarıda bıraktın? Orası senin toprağın idi ise taşın, kumun mu yetmedi Çin Seddini tamamlamaya? Diğer bir abesle iştigal durum ise Çin hükümetinin üslubu; 1955’de Doğu Türkistan’a Şinciang adını veren sen idin. Şinciang yani yeni eyalet, yeni toprak dedin, özerklik verdiğin, sözde sesin topraklarına. O halde biz de sana sormaz mıyız; bu topraklar senin idi ise 1955’de yeni toprak diyerek tarihin tozlu raflarından kaç sayfa çıkardın acep? Madem Doğu Türkistan senin idi neden 1955’de yeni toprak dedin? Bölgede yaşayan Uygur Türkleri, Şinciang yani Sincan adını kullanmıyor çünkü burası yeni bir toprak değil, Uygurların atalarının mirası. Uygurlar tarihin akışı içerisinde kendi topraklarında Hun, Göktürk, Avar, Hazar imparatorlukları, Uygur, Karahanlı, İdikut, Gazneli, Harzemşahlar, Altınordu, Saidiye, Timurlular, Babür, Kaşgariye devletleri ile Doğu Türkistan Cumhuriyeti vb. pek çok devlet kurmuş veya kurulmasında önemli rol oynamışlardır. O halde bu kadar beylik, imparatorluk, devlet tarihin hangi köşesinde gizlendi de Çin sobeleyemedi acep? Türk dilinin en temel ve önemli eserleri Kutadgu Bilig, Divan-ü Lügatit Türk ve Atabetül Hakayık gibi eserler bu sahada vücut bulurken esin kaynağımız Çin toprakları mı idi? Doğu Türkistan Türklerindir ve Türkler özgürlüğünü er geç elde edeceklerdir. Doğu Türkistan halkı Çin’i hiçbir zaman kendi devleti, komünist parti hükümetini de hükümeti olarak tanımadı. Doğu Türkistan halkının mücadelesi Çin’in çizdiği senaryonun çok dışındadır. Bu olaylar bir etnik çatışma değil hak hukuk mücadelesi, özgürlük hakkını savunmadır. Mutlak ölümü göze alamayanların özgür ve onurlu yaşama hakkı yoktur. Osman Batur bunu


Doğu Türkistan Hilalini Bekliyor şiar edinerek bu uğurda şehit olmadı mı? Doğu Türkistan da ölüme koşan kahramanlar bitmiyor. Ölüm en çok kahramanlara yakındır, tıpkı şehitliğin en çok Kürşad yüreklilere yakışması gibi. Sadece kahramanları değil idi, ölümü göze alan. Baskılardan ve katliamlardan yılan 18 bin Uygur

çığırından çıkmıştı. 2000 insanı katlettiği tahmin ediliyor. Urumçi sokakları cesetlerle doldu. Bu katliamın gözükmesini istemeyen yönetmen Çin kendi seçtiği görüntüleri ayıklayarak güya taşkınlık yapan Uygurlara müdahalede bulunmayan Çinli polislerin görüntülerini dünya ajanslarına servis etti. Bütün olayı yurt dışında Nihayet 1950’li yıllarda şartlar olgunlaştı ve Türkiye’ye geldiler. 18 bin faaliyet göstermekte olan Doğu Türkistanlı örgütlere olarak yola çıkan bu insanlardan sadece 800 kişi hayatta kalmıştı. atmaya çalıştı. Uygurların sesini dünyaya duyurmak Türkü Türkiye’ye gelmek için yola düşmüştü. hedefiyle yola çıkan örgüt Çin Halk Cumhuriyeti Çöllerde yanarak Himalayalar da donarak pek tarafından terör örgütü olarak kabul ediliyor. çoğu öldü. Nihayet azala azala da olsa Hindistan’a Doğu Türkistan halkı hala kendi öz vatanında ulaştılar ama bu seferde 2. Dünya Savaşı patlak esir tutulan bir halk. Bilindiği üzere Uygurlar verdi ve Hindistan ile Pakistan ayrıldı. Bu siyasi ilki Göktürklerden hemen sonra olmak üzere karışıklıklar Doğu Türkistanlıların Türkiye’ye pek çok devlet kurmuşlardır. Diğer Türkistan gelişini geciktirdi. Nihayet 1950’li yıllarda şartlar coğrafyalarında olduğu üzere çoğu şehir olgunlaştı ve Türkiye’ye geldiler. 18 bin olarak hanlıklarıdır. Çin’e karşı mücadele sonucu en son yola çıkan bu insanlardan sadece 800 kişi hayatta 1944’de kurulmak üzere pek çok devletin banisi kalmıştı. Yol güzergâhını düşünecek olursak bir olan Uygurlardır. 1949’dan bu yana komünist Çin kişinin bile kurtulması mucize olduğu görülür. zulmü devam ediyor, tabi bunun öncesinde 250 Tibet yaylalarının yüksekliği, o kadar yükseklere yıllık tarihi bir zulüm var. Çinin bütün dünyaya tırmanıp, yüksek basınç yüzünden ölen insanlar. Sincan olarak tanıttığı ama asıl adı Doğu Türkistan Zulüm ve göç iki büyük yıkım bu insanların olan ve Çin’in istilacı olarak gösterdiği insanların anılarında hep taze. yani Uygur Türklerinin Doğu Türkistan’ın asıl sahibi Pek çok kez Uygur Türkleri ayaklanmıştır buna olduğu asla unutulmamalıdır. Türkiye uluslararası günümüzden de bir örnek 2009 olaylarıdır.2009 ilişkilerde cesur adımlar atmalı ve Uygur Türklerine yılında 5 bine yakın Çinli işçi 800 Uygur işçinin hakları teslim edilmeden her türlü ilişkiyi komünist odalarına demirler ile gece saldırılmıştı. Bu olaya Çin hükümeti ile kesmeli midir? Enselerinde Çinli polisler anında haberdar olmalarına rağmen Türkiye’nin olduğunu ve gölgesini bu topraklardan olay bittikten 4 saat sonra müdahale etti. Resmen çekmeyeceğini göstermeli midir? Elbette evet insanların ölmesi beklendi. Bölgeye geldiğinde ama yapılmamaktadır ya da yapılamamaktadır. ise yaptıkları bu kadarı da olmaz dedirtecek Bu cesur diplomatik adımlar atılmasa bile Türkiye cinsten. Çin’in ilk yaptığı şey temizlik işçilerine insanlık namına soydaşına, ırkdaşına, dindaşına başvurup hemen ortalıktaki kanın temizlenmesi yardımı kendine borç bilmelidir. Yıldızların idi. Sokaklardaki kanlar yıkanınca günah çıkarmış parladığı Doğu Türkistan hilalini bekliyor. İsa Yusuf oluyor sanırım komünist Çin Hükümeti. Bu Alptekin, Mehmet Emin Buğra, Dr. Mesut Sabri gelişmelere sessiz kalmayan Doğu Türkistanlı Baykuzu, Osman Batur ve pek çok kahraman öğrenci ve öğretim üyeleri, 5 Temmuz Pazar gök bayrağın üzerindeki yıldızda parlıyorlar, günü Türkistan’ın başkenti Urumçi sokaklarına bağımsızlık çok yakın inşallah. dökülmüştü. Bu yasal yürüyüşe Çinin tepkisi Artık Türk’e sadece Türkiye gözü ile bakmamalı üzerlerine ateş açmak ve tankları insanların üzerine ve derin uykumuzdan uyanmalıyız. Turan bizi sürmek oldu. Sakin bir şekil de başlayan yürüyüş Çin çağırıyor, haydi sesini ulaştıralım Türk’ün Türk’e... hükümetinin insan dışı bir güç kullanması sonucu SAYI: 5 | 2015

31


Mustafa İnan BURAK HAMURLUOĞLU

M

ustafa İnan, 1911 yılında yıllarca şivesini bir miras gibi üzerinde taşıdığı Adana’da seyyar posta memuru Hüseyin Avni Bey ve Rabia Hanımın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Doktora çalışmasının önsözünde doğum tarihini 2 Nisan 1911 olarak belirtmiştir ancak kesin tarih belirtmesinin nedeninin ülkemizdeki nüfus kaydının yetersizliğini gizlemek için olduğu söylenir.1 Küçük yaşta Fransızların Adana’yı işgali üzerine Konya’ya göç etmiş ve ancak savaş sonrası okula başlayabilmiştir. İlkokul ve ortaokulu Adana’da okuyan İnan, ortaokulu leyli meccani olarak okumuştur. Matematiğe olan sevgisi ve ilgisi onu okulun riyaziyeci Mustafa’sı yapmıştı. Riyaziyeci Mustafa 1931 yılında Yüksek Mühendis Mektebine (İTÜ’ye) birinci olarak girip 1937 yılında birincilikle mezun olmuştur.2 Doktora tezini tamamlamak için Mustafa İnan, Eidgenössische Technische (ETH)’e devlet bursu ile gönderildi ve çalışmalarını fotoelastisite üzerinde yaptı. 1944 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Teknik Mekanik ve Genel Mukavemet Kürsüsü kürsü şefliğine getirildi. 1945’te profesör olan İnan 1950’li yıllarda fotoelastisite laboratuvarını kurdu. 1954’de İnşaat Fakültesi dekanı olarak, 1957 ve 1959 yılları arasında ise rektör olarak Teknik Üniversite’ye hizmet verdi. TÜBİTAK’ın kurulmasında önemli rol oynayan İnan, Mart 1967’de TÜBİTAK başkanlığına seçildi. 1967 yılında rahatsızlıkları iyice artan Mustafa İnan ailesinin ve dönemin İTÜ rektörünün ısrarı üzerine tedavi olmak için Almanya’nın Freiburg şehrine götürülmüştür ve 05 Ağustos 1967 tarihinde sabaha karşı vefat etmiştir. Geride yayınlanmış 18 makale, Türkçe’ye çevrilmiş 4 teknik kitap, ders notları ve kitap şeklinde 5 orijinal eser bırakmıştır. Eserlerinden en önemlisi sayılabilecek “Cisimlerin Mukavemeti” kitabı yıllarca ders kitabı olarak okutulmuştur. Eski İTÜ Rektörü İlhan Kayan bu kitap için şu sözleri söylemiştir.

32

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

“Şunu rahatlıkla söylemek kabildir ki Türk öğrenci ve mühendisleri Mukavemet konusunda diğer pek çok memleket öğrenci ve mühendislerinin sahip olamadıkları çok mükemmel esere sahiptirler.”

Mustafa İnan’ı Önemli Kılan Mustafa İnan’ı önemli kılan nedenler aslında biyografisindeki ilk ve son cümlede saklıdır. Özenle koruduğu Adana şivesi ve ölüm döşeğindeyken bile ailesinin ısrarı üzerine Almanya’ya gitmesi, Sayın hocamızı Türk bilim dünyası ve ülkemiz için önemli kılan kilit noktalardır. Mustafa İnan’ın İsviçre’de doktora yaparken almış olduğu teklifler o günün şartlarında ülkemizde olmayan belki olması bile tahmin edilemeyen şartlardı. Fakat o, o günkü şartlarda ülkemizde tahmin bile edilemeyecek olan şartları tahmin edip, (bu olanakları ileriki yıllarda yapacağı yurtdışı gezilerinde olgunlaştıracak ve öncelikle kendi alanında sonra da çağdaşlaşan bir Türkiye’de ekol oluşturacak) ülkemize aşılamak için ülkesine dönmeyi tercih etmiştir. “Çağdaş kurumlar Türk'ün elinde kendi kişiliğini kazanacaktır.’’ M. Kemal Atatürk Ulu Önder’in bu sözü bilim dünyasında Mustafa İnan ile hayat bulmuştur. Hesap makinesi icat olduğunda birçok üniversitede olduğu gibi Teknik Üniversite de bir kaygı havası oluşmuştur. O güne kadar mühendislik öğrencisini bir ‘hesap makinesi’ olarak gören ve sınavları sadece kuru hesap üzerine olan bazı hocalar hesap makinesinin bulunuşunu mühendisliğin sonu olarak görüyorlardı. Fakat bu Mustafa İnan için bir fırsattı, çünkü bir mühendis hesaplarla değil mantıkla, düşünme yetisi ve yaratıcılığı ile problemleri çözebilirdi. Hesap makinesi ile mühendis hesaplara vakit ayırmaktan kurtulmuş olacaktı. Teknik Üniversite’ye hesap makinesinin girmesi Mustafa İnan ekolünü oluşturmada önemli bir adımdır. Batı’dan getirilen bu yenilik Mustafa İnan’ın öğrencilerini


Mustafa İnan daha fazla düşünmeye daha fazla yorumlamaya daha fazla kavramaya götürmüştür ve bunun şekillenmesi ile bir ekol oluşmuştur. 1950’li yıllarda onun öncülüğünde kurulan fotoelastisite laboratuvarı ve TÜBİTAK için attığı önemli adımlar Türk Biliminin çağdaşlaşmasında önemli adımlardır ve başka dallardaki bilimsel gelişmelere ön ayak olmuştur.

Ayrıca; Bilim dünyası ile harmanlanmış bu hayat, içinde edebiyattan musikiye, dil bilgisinden tarihe uzanan engin bir genel kültürü de barındırıyordu, her gün okula giderken ona eşlik eden Fuzuli, Yahya Kemal, Yunus Emre’nin şiirleri idi. Mustafa İnan’ın bu konular hakkındaki görüşleri bile adeta bir bilimsel nitelik taşıyordu. Mustafa İnan Dil ve Matematik adlı makalesinde incelediği kelimelerin hece sayıları her dilde farklı özellik gösteriyor. Mesela Türkçe’de bir kelimedeki ortalama hece sayısı 2.45 (Y.Kemal’in Süleymaniye’de Bayram sabahı ortalama 2.43 hece içerir), İngilizcede 1.35dir ve o dildeki bütün metinlerde bu ortalamalar yaklaşık değerlik alır. 3

Sona doğru… ‘’Beni Türk hekimlerine emanet ediniz’’ sözünü hepimiz biliriz. Mustafa İnan yoğun geçen bir ömrün son zamanlarını yaşarken, bilime yorgun düşen bedeni iyice artan hastalıklara dayanamaz ve ciddi bir şekilde hastalanır. Zamanın Türkiye şartlarında yeterli olmayan tıbbi imkânlar Almanya’da mevcuttur ve eşi Jale İnan ve etrafındakiler onu orada tedavi ettirmek isterler. Mustafa İnan bunun üzerine Türk hekimlerine güvendiğini, bütün ömrünü Türk mühendis yetiştirmeye adadığını ve bu konuda en az dış ülkelerdekiler kadar mühendislerimizin yetenekli olduğunu, yine bu konuda Türk mühendislere olduğu kadar Türk doktoruna da güvendiğini

belirtir. Ancak ailesinin ısrarı, dönemin İTÜ rektörünün ön ayak olması ile Almanya’ya götürülür. Ölümünden sonra Mustafa İnan maddi imkânsızlıklardan dolayı 5 gün hastanede kalır ve 5 gün sonra nihayet Türk hükümetinin devreye girmesi ile cenazesi ülkesine getirilebilir. Bugün Mustafa İnan adına İTÜ’de Merkezi Kütüphane, TÜBİTAK Ankara’da Mustafa İnan salonu, Adapazarı’nda da bir köprüyol vardır. Fakat şivesini kültürünü özenle koruduğu Adana, Mustafa İnan’ı futbolcular, siyasiler kadar sevememiş olsa gerek. 4

Kaynaklar Bir bilim adamının romanı: Mustafa İnan, Oğuz Atay, İletişim yayınları, s22 1

Prof. Dr. Mustafa İnan: konferansları, makaleleri ve konuşmaları / İstanbul Teknik Üniversitesi 2

Bir bilim adamının romanı: Mustafa İnan, Oğuz Atay, İletişim yayınları, s156 3

Mustafa İnan, Özer Mustafa Onar, blog.milliyet. com.tr 4

SAYI: 5 | 2015

33


TÜRKMEN’E...

Şehidine Ağlayan Yürek

Kör mü ki bu dünyânın gözü, Görmez mi bağrımdaki közü, Vermedik mi kardeşlik sözü, Türkmen’e bu söz geçmez mi?

Bir isyan çöreklendi yüreğimin başına. Kara haberi aldım, kan karıştı yaşıma.

Suriye’ye musallat o şeytan, Yer siyah, kararmıştır tan. Medet eyle bize ya Rahman. Türkmen’e refah haram mı? Cihân’ın yükü binmiş sırtıma, Soy kardeşim el vermez bana, Yazık etme, bin yıllık nâmına, Türkmen’e bunlar revâ mı? Sükût ettin ya Musul’a, Kerkük’e, Susma, yazık etme güzel Halep’e, Yıkılmış yurdum, olmuş hârâbe, Türkmen’e Halep mezar mı? Dergâhımda döner kutlu semahlar, Lâl olsun diller, kılınsın namazlar. Rakka’nın dağında şehit yatanlar, Türkmen’e cenaze hak mı?

Bu hüzün deryasında boğuldu hülyalarım. Vatan için can veren, şehidime ağlarım. Bir ananın kuzusu yıkıldı kör kurşunla. Hangi yürek dayanır, yaşanır mı bununla? Kan kokuyor mısralar, öfkemse son haddinde. Bebeğinin resmini saklamış sol cebinde. Yüreğimin yangını sığmaz cümlelerime. Yirmi dört fidan verdim, al bayrağın rengine. Her bucağa bir ateş, dört bir yanım yangında. Hep gururla taşırsın şehidini bağrında. Vatan, illâ vatan, son sözüm de seninle. Doğumum senle oldu, ölümüm de seninle. Not: Hakkari Çukurca’da şehit olan vatan evlatlarına ithafen... Emin Baş

Camiiler yıkıldı, minareler harap, Yuvam yıkıldı, şehirlerim bitap. Susan her nefere, sorulacak hesap, Türkmen’e zulüm yaraşır mı? Kimimiz gâzi olur, Humus dağında, Kînimiz büyür, cehennem tavında, Hepimiz yürürüz, Hakk yolunda, Türkmen’e harp oyun mu? Bu feryâdı haykıranın adıdır Selâmi, Türkiye’nin değil, ulu milletin şehidi, O susmadı, Suriye’ye yönü çevirdi, Türkmen’e yardım zor mu? Eyüp Doğan Kum

Giresun Ülkü Ocakları eski başkanı Selami Aynur, 24 Mart 2014 tarihinde, Suriyeli Türkmenlere yardım için gittiği Halep’te şehit düşmüştür.


SOYDAŞIN İÇİN HAYKIR! KIRIM’DA İŞGALE HAYIR! Ukrayna’daki siyasi krizin iç çatışmaya dönüşmesi ve son günlerde Kırım’da yaşanan olumsuz gelişmeler, güzel TÜRK VATANI KIRIM’ın geleceği konusunda hepimizi endişelendirmektedir. 27 Şubat gecesi Kırım parlamento binasına Rus bayrağı dikenler, havalimanı ve kamu binalarını da işgal ettiler. Hemen ardından oldu bittiye getirerek Kırım’da referandum yapılmasına karar verildi. Kırım’da Rusların da yaşıyor olması, Rusya’ya Kırım’ı işgal etme hakkını tanımaz! Kırım’ın gerçek sahipleri, 1944’de tren vagonlarına doldurulup insanlık dışı bir muamele ile topraklarından sürülmüş Kırım Türkleridir. Onları topraklarından sürüp bölgedeki Türk nüfus oranını yüzde 12’ye kadar düşüren Sovyet zihniyetinin referandum kararı alması demek, sonucu baştan belli olan bir oylama yapmak demektir. Bu yüzden KIRIM’DA REFERANDUMA HAYIR diyoruz! Kırım’ın Rusya Federasyonu’na bağlanması şeklinde yasadışı bir karar alan Kırım Parlamentosu, Kırım halkının taleplerini yok saymaktadır. Kırım Türklerinin gerçek temsilcisi olan Kırım Tatar Milli Meclisi ile görüşme yapılmadan alınan bu yasadışı karar asla kabul edilemez. Rusya’nın Kırım’ı işgalinin meşru bir yanı yoktur! Bu sebeple işgale kılıf uydurmak isteyenlerin aldığı bu karar Türk Milleti için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Biz, Öktem Dergisi olarak Türk Milliyetçisi gençlerin sesini, emeğini, gayretini Kırım’daki soydaşlarımıza selamlarımızla birlikte iletiyor ve onlara her türlü desteği vermeye hazır olduğumuzu ilan ediyoruz! Ve vicdani sorumluluk hisseden herkesi sesimize ses vermeye davet ediyoruz. Soydaşlarımız için haykırıyor; KIRIM’DA İŞGALE HAYIR diyoruz! ERİMİZ

İL

BİLDİR

Bizler bir avuç TÜRK EVLADI olarak TÜRK MİLLETİ’ne sesleniyoruz!.. 7 Haziran 2014 tarihinde Diyarbakır Lice’de, şanlı bayrağımızın bölücüler tarafından indirilmesi, Türk Milleti’nin şeref ve haysiyetine ve dahi namusuna apaçık bir saldırıdır. Türk Silahları Kuvvetleri tarihinde ilk kez yaşanılan bu olayın vebâli doğrudan doğruya dönemin Cumhurbaşkanı, dönemin Genelkurmay Başkanı ve dönemin hükümetinin boynundadır. Yüce milletimizin iradesiyle bu makamlara gelmiş olan siyasiler ne yazık ki bu milletin şeref ve haysiyetinin ayaklar altına alınmasına göz yummuşlardır. Bayrağa uzanan eli kırmakla vazifeli olan ordu mensupları bu çirkin saldırıya yalnızca kınama mesajı yayınlarken acaba kendilerini herhangi bir Sivil Toplum Kuruluşu mu sanmaktadırlar? Çözüm süreci adı altında gerçekleştirilen müzakerelerin sonuç vermeyip, aksine terör faaliyetlerinin tırmanarak devam etmesi ve nihayetinde aziz şehitlerimizin kanından rengini alan şanlı bayrağımızın indirilmesi, bu taviz siyasetinin çözüm oluşturmadığının apaçık delilidir. Yalnızca terör örgütünün şımarmasına sebep olan bu taviz siyasetinden derhal vazgeçilmelidir! Biz Türk Gençleri olarak sizleri toplumsal bir tepki vermeye, bayrağımıza ve namusumuza sahip çıkmaya, bu rezalete tepki olarak evlerimizi, dükkânlarımızı ve caddelerimizi şanlı Türk Bayrağıyla donatmaya çağırıyoruz. BAYRAK NAMUSTUR. NAMUSUNA SAHİP ÇIK!


Rus İşgali Sonrası Kırım Türklerinin Durumu ZAFER KARATAY

T

arihi Türk yurdu Kırım Rusya tarafından tarihte 3 defa işgal edildi. Maalesef bu son işgal, bütün dünyanın ve Türk Dünyasının gözü önünde, televizyonlardan canlı yayınlanarak adımı adım gerçekleştirildi. İşgal sonrasında da Kırım Türklerine karşı büyük baskılar uygulanmaktadır. Kırım’ın 27 Şubat 2014 tarihinde işgal edilmesi ile Kırım Tatarlarına karşı yapılan insan hakları ihlallerinden bazıları 22 Ekim 2014 tarihinde Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Genel Merkezi tarafından, derneği ziyaret eden Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks’e de verilmişti. Nils Muižnieks’de bu konuları da içine alan geniş bir insan hakları raporunu İngilizce olarak Avrupa Konseyi’ne sundu.

Toplantısını Kırım dışında yapmak zorunda kalan Kırım Tatar Millî Meclisi’nin Başkanı Refat Çubarov’a da 5 yıl süre ile karşılamaya Kırım’a giriş yasağı getirdiler.

Liderlerini giden Kırım Tatarlarına 750 dolardan başlayan para cezaları uyguladılar. Bir memur maaşının 200 dolar civarında olduğu bir ülkede, bir çoğu işsiz olan Kırım Tatarlarına bu cezanın uygulanması yıldırma amaçlıdır ve insan haklarına aykırıdır.

27 Şubat 2014 gününden bu zamana kadar Kırım Türklerine yapılan haksızlıkları genel olarak şöyle değerlendirebiliriz.

Kırım Tatarının Meşru Organlarını ve Liderlerini Etkisizleştirme Kırım Tatarlarının lideri Mustafa A. Kırımoğlu’nu itibarsızlaştırmak için yürüttükleri kampanyalar sonuç vermeyince, Mustafa A. Kırımoğlu’nu vatanına sokmadılar ve 5 yıl süre ile giriş yasağı getirdiler. Liderlerini karşılamaya giden Kırım Tatarlarına 750 dolardan başlayan para cezaları uyguladılar. Bir memur maaşının 200 dolar

36

civarında olduğu bir ülkede, bir çoğu işsiz olan Kırım Tatarlarına bu cezanın uygulanması yıldırma amaçlıdır ve insan haklarına aykırıdır.

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

Kırım’da 14 Eylül 2014 tarihinde yapılan seçimlere katılımın azlığının sorumlusu olarak gördükleri Kırım Tatar Millî Meclisi’nin binasına 15 Eylül 2014 tarihinde silahlı saldırı düzenlediler, 16 Eylül sabahı silahlı kişilerce kuşatma altına aldılar ve ertesi gün Meclis binasını mühürlediler. Binanın sahibi olan Kırım Fonunun bütün malvarlığına el koyduklarını açıkladılar. Bahçesaray’daki Mahalli Meclisi bulunduğu binadan çıkardılar.

Kırım Tatar Millî Meclisi’ne alternatif sözde Kırım Tatar kuruluşları kurdular. Bu sözde Kırım Tatar kuruluşları eliyle Kırım Tatarlarının Millî Kurultayını yeniden şekillendirmek için planlar yapmaya başladılar. Kırım Tatar Millî Kurultayı, Kırım Tatar halkının kendi arasında demokratik yöntem ve kurallar kapsamında seçtiği delegelerden oluşan öz yönetim ve karar kurumudur. Kırım Tatar Millî Meclisi ise Kurultayca seçilen 33 kişiden oluşan icra ve idare organıdır.


Rus İşgali Sonrası Kırım Türklerinin Durumu

Son olarak, 23 Ocak 2015 günü İstanbul’a gelmek üzere yola çıkan Kırım Tatar Haklarını Koruma Kurulu Koordinatörleri, Sinaver Kadir, Eskender Bari ve Abmecit Süleyman, sınırda uzun süre bekletildi. Sinaver Kadir mahkemeye çıkarılarak Kırım’dan sınır dışı edilmesine karar verildi. Kırım’dan Ukrayna’ya gidip gelen Kırım Türkleri, özellikle de aktif mücadele içinde olanlara karşı sınırda keyfi uygulama, bekletme, sorgulama, tehdit ve sindirme işlemleri sürekli uygulanmaktadır.

Kırım Tatar Basınını Etkisizleştirme Kırım Fonunun malvarlığına el konulması nedeniyle, bu fonun binalarında yayın hayatını sürdüren Avdet Gazetesi ve Yıldız Dergisi de idare binalarını terk etmek zorunda kaldı. Kırım Tatar gazeteleri olan Kırım, Yanı Dünya ve Golos Kırıma gazetelerine yapılan devlet yardımları durduruldu. İşgalden bu yana personelinin dahi maaşlarını ödeyemeyen bu gazetelerin personeli gönüllü olarak devam etmesine rağmen, her an kapanma durumu ile karşı karşıya bulunuyor.

Kırım Haber Ajansı’nın (QHA) koordinatörü İsmet Yüksel’e 5 yıl süre ile Kırım’a giriş yasağı getirildi. QHA Genel Müdürü Gayana Yüksel Kırım’a girişte FSB tarafından saatlerce sorguya alındı. Kırım Tatar TV kanalı ATR yöneticilerine kanaldaki yayınlar için sürekli baskı altında tutulmaktaydılar. Nihayet 26 Ocak 2015 günü maskeli Rus özel birlikleri ATR televizyonu ve Meydan Radyosu’na baskın düzenleyerek, saatler süren aramalar yaptılar, yöneticilerini tehdit ettiler. Özellikle, 27 Şubat 2014 günü Kırım Parlamentosu önünde yapılan gösteriler ile 3 Mayıs 2014 günü efsane liderleri Kırımoğlu’nu karşılamaya giden ve onun vatanına alınmamasını protesto edenlerin görüntülerinin alınacağı haberleriyle, Kırım Türkleri korkutulmaya, sindirilmeye çalışılmıştır. Basın ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir kez daha teyit edilmiştir.

İşten Çıkarmalar Ukrayna Pasaportunu teslim etmeyen kamu çalışanlarını işten çıkarıyorlar. Pasaportunu teslim edenleri, Rusya vatandaşlığını SAYI: 5 | 2015

37


Rus İşgali Sonrası Kırım Türklerinin Durumu kabul etmeleri ve Rusya’ya sadakatle hizmet edeceklerine dair yemin etmeleri kaydıyla işlerine devam etmesine izin veriyorlar.

Ev Baskınları Sadece Kırım Tatar evlerine baskın düzenliyorlar. Daha gün ağarmadan saat 5.00 civarlarında otomatik silahlı tam teçhizatlı askerlerle düzenledikleri baskınlarla sanki 1944 Sürgününü hatırlatan korku ortamını yaratıyorlar. Ukrayna’da yasak olmayan ancak Rusya’da yasak olduğu belirtilen dini yayınları arıyorlar. Bazı baskınlardaki evlere aramayı yapanlarca silah ve narkotik bırakılarak suç yaratmaya çalışıyorlar.

Cami ve Medrese Baskınları Kırım Tatarlarının ibadetlerini yaptığı camilere ve dini eğitimlerin verildiği kurslara silahlı baskınlar düzenleniyor. Münferit birkaç hadise dışında Kırım Tatarları arasında radikal İslami hareketler tarih boyunca hiç itibar görmemiştir. Ama Rusya’nın FSB eliyle kurulmuş tezgahları kullanarak Kırım Tatarlarını bu hareketlerin içindeymiş gibi göstererek dünyanın gözünde marjinalleştirme çabası vardır. Camii ve medrese baskınlarında bıraktıkları izlerle de bu amaçlanmaktadır.

Engellemeler Kırım Tatarlarının yapacakları toplumsal organizasyonları engellediler. Her yıl Akmescit’te 35-40 bin kişinin katılımı ile yapılan 18 Mayıs Matem Mitingine Büyük Sürgün’ün 70. Yılı olmasına rağmen izin vermediler. Başka yerlerde yapılan 18 Mayıs Matem Mitinglerinde sürekli helikopterler uçurarak tacizde bulundular.

Adam Kaçırmalar İşgalden bu yana 18 genç Kırım Tatarı kaçırıldı. 3 Mart 2014 tarihinde kaçırılan Reşat Ametov’un işkence edildiği açıkça anlaşılan cesedi 15 Mart 2014 tarihinde boş bir arsada bulundu. Kezlev şehrinde 29 Eylül 2014 tarihinde kaybolan 25 yaşındaki Edem Asanov’un cesedi 6 Ekim 2014 tarihinde bulundu.

38

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

Edem Asanov’un intihar ettiğine dair açıklamalar ailesine yaptırıldı. Aileler korku içerisinde yaşamaya başladı ve akşam olunca kimse sokağa çıkamıyor.

Rusya Vatandaşlığına Kırım’dan Çıkarma Planları

Geçmeyenleri

Rusya Federasyonu tarafından Kırım’da oturum izni alabilecek yabancı statüsündeki kişi limiti 5400 olarak belirlendi. Bu durumda Rusya vatandaşlığına geçmeyen Kırım Tatarları ile Kırım’da bugüne kadar kayıtsız yaşayan on binlerce Kırım Tatarının Kırım dışına çıkarılmaları söz konusu olabilecek.

Adil Yargılanma Hakkı İhlalleri Kırım yarımadası çeyrek yüzyıl boyunca Ukrayna hukukuna tabi kalmıştır. Kırım Özerk Cumhuriyeti vatandaşları bu dönemde Ukrayna yargılama usulleri ve kanunlarına bağlı olarak yaşamışlardır. Kırım’ın işgali ile ülkede bu vatandaşların


Rus İşgali Sonrası Kırım Türklerinin Durumu tamamen yabancı olduğu Rusya Federasyonu kanunları uygulanmaya başlanmıştır. Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin Kırım Tatarı olsun olmasın tüm vatandaşları işgalci devlet hukukunun kanunları ve uygulamaları ile karşı karşıyadır. Rusya Federasyonu’nun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki sicili dikkate alındığında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan Adil Yargılanma İlkesi’nin Kırım’da da Rusya tarafından dikkate alınmadığı örnekler artacaktır. Kırım Tatarları, gerek vatandaşlık ve oturma izni ile ilgili davalarda, gerekse yapmış oldukları demokratik eylemler sonrası kendilerine verilen idari para cezaları ile ilgili davalarda Adil Yargılanma İlkesi’nin ihlal edildiği mahkeme kararları ile karşı karşıya kalmaya başlamışlardır. Bu durum, Kırım Tatarları ve/veya işgale karşı olan Kırım Özerk Cumhuriyeti vatandaşlarının demokratik eylem ve talep haklarını da engelleyici niteliktedir. Kişiler, şimdilik idari para cezaları ile caydırılmaya çalışılmaktadır. Kırım Savcılığının uygulama ve açıklamalarından hürriyeti bağlayıcı cezalarla da kişilerin cezalandırılacağı anlaşılmaktadır.

Eğitimin Ruslaştırılması Yasal olarak Kırım Tatar dilinde eğitim mümkün gibi görünse de pratik olarak Kırım Tatar dilinde eğitimi imkânsız hale getiren uygulamalar bulunmaktadır. Önceden Kırım Tatar dilli sınıflar açılan pek çok okulda bu sınıflar iptal edilmiştir. Ayrıca, okullarda Rusya kaynaklı müfredat uygulamaları başlatılmıştır.

Kitap Yasakları Kırım’da Ukraince yasaklı dil haline gelmiştir. Kütüphanelerde bulunan Ukraince kitaplar yakılarak imha edilmeye başlanmıştır.

Mülteciler İşgalden sonra Kırım’dan ayrılarak başka ülkelere göç eden mültecilerin sayısı 19.000’i bulmuştur. Özellikle yukarıda anlatılan vatandaşlık ve oturma izni konusunda karar ve baskılar arttıkça mülteci

sayısı kat be kat artacaktır.

İşgali Kınayanlara Yaptırımlar Rusya Federasyonu Kırım’ın işgalini kınayan kendi vatandaşlarına karşı da yaptırımlar uygulamaktadır. Tataristan Federe Cumhuriyetine kayıtlı aktivistler Fevziye Bayramova ve Nail Nabiulla Kırım’ın işgaline karşı açıklama yaptıkları gerekçesi ile mahkemelerce para cezasına çarptırılmıştır. Fevziye Bayramova’nın evinde arama yapılmış, bilgisayar ve belgelerine el konulmuştur. Moskova’da işgale karşı gösteri yapanlardan tutuklananlar olmuştur. Son olarak da Türkiye’den döndükten sonra 28 Aralık 2014 günü Tataristan’ın Yarçallı ili Tatar Millî Merkezi Başkanı, Tatar Millî hareket liderlerinden Rafis Kaşapov’un evinde arama yapıldı. O tutuklanarak Kazan’a götürüldü. Kaşapov, muhalif tutumu ile biliniyor. Tataristan Cumhurbaşkanı makamını korumaya çalışan Kaşapov, Kırım Tatarlarına destek ve Rusya’nın Ukrayna’ya yaptığı saldırılara karşı eylemler düzenliyordu. Türkiye’de iken 2 Aralık 2014 günü Putin’in Ankara’yı ziyaretini protesto gösterilerine de iştirak etmişti. 19 Ocak saat 09.00’da açlık grevine başlayan 56 yaşındaki Rafis Kaşapov, Kazan’ın No:1 hapishanesinde tutuluyor. Hukukçu Renat Nurali, Kaşapov’un, açlık grevini, ülke yönetiminin zorbalığına, tutuklamaya ve kendi aleyhine yasadışı olarak açılan davaya karşı başlattığını kaydetti. Kaşapov’un 2014 yılında sosyal ağlarda ‘Ukrayna ve tüm Türk dünyasını savunalım’, ‘Rusya’nın olduğu yerde gözyaşı ve ölüm’, ‘Kırım ve Ukrayna işgalcilerden serbest olacak’ ifadeleri kullanmakla suçlandığı için tutuklandığı bildirildi. Bütün bunlar dikkate alındığında hala Rusya ve Putin’e sempatiyle bakanların olması, hele bunların Türk Dünyası sevdalısı olduklarını söyleyenler arasından da çıkması düşündürücüdür.

SAYI: 5 | 2015

39


Kazan’ın Çöküşündeki Efsane: Tatar Prensesi Süyün Bike FATİH ORTA

A

ltın Orda hanlığının varislerinden birisi olan Kazan Hanlığı, bilhassa kurucu Uluğ Muhammed Han zamanında güçlü olarak Ruslara karşı başarılı mücadeleler yapmışlardır. Fakat XVI. asırda eski gücünden düşmüş, içeride ve dışarıda hâkimiyetini tesis edememiştir. Kazan’ın Rus işgaline uğraması ile doğudaki Türk illerinin işgali hızlandırılmıştır. İşte burada yani Kazan’ın Rus baskısı altında bulunduğu sırada cefakâr, samimi ve üstün bir mücadele azmi sergileyen merhum Safa Giray Han’ın eşi Süyün Bike yaptıkları ve yaşadıklarıyla Kazan Tatarlarının milli kahramanı olmuştur.

Süyün Bike’nin Hayatı ve Siyasetle İlişkisi Nogay mirzası Yusuf’un kızı olan Süyün Bike kaderin bir cilvesi veya bir talih olarak üç tane Kazan hanına ardı ardına eş olmuştur. Güzelliği dillere destan olan Süyün Bike ayrıca yüksek bir karaktere ve milli şuura da malikti. Babasından aldığı terbiye ve ikinci kocası Safagerey Han’ın tesiri ile Rus düşmanı olarak tanınmıştı. Buna ilaveten ilk eşi olan Can Ali Rus tesirindeyken Süyün Bike sayesinde bundan kurtulmaya çalışmıştır. Süyün Bike ilk olarak Kasım sülalesinden olan ancak Kazan Hanı olan Can Ali ile evlendi. Esasında Süyün Bike Can Ali Hanı hiç sevmemiştir. Süyün Bike’nin Can Ali Han’dan hoşlanmadığı hatta nefret ettiği, dönemin Rus diplomatik belgelerinde de kayıtlıdır. Ayrıca Kazanlılar Süyün Bike’yi sevdikleri kadar eşi Can Ali Han’dan da hiç hoşlanmazlardı. 1531 yılında Kazan Hanı olan Can Ali 1535 yılında düzenlenen bir darbe sonucu tahttan indirildi ve Süyün Bike dul kaldı. Bu darbe Kazan tahtında ilk defa gerçekleşen bir olaydı. Ardından aynı yıl Kazan tahtına Kırım hanedanından Safa Giray Han geçti. Bu Safa Giray Han’ın Kazan tahtına ikinci kez geçişiydi. Kazan tahtına yeniden oturan Safa Giray Han, Nogay mirzalarından Mamay’ın kızıyla evli olmasına rağmen Can Ali’den dul kalan Süyün Bike’yi de nikâhına almak istedi. Safa Giray ile bu Türk-Tatar hatun pek çok yönden birbirine denk idiler. Dolayısıyla Can Ali’den hoşlanmayan Süyün Bike de bu izdivaca herhangi bir itirazda bulunmadı. Süyün Bike, Safa Giray Han’la

40

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

çok güzel bir hayat yaşadı ve onun eşleri arasında en sevileni ve en itibarlısı oldu. Safa Giray Han’ın bu evlilik haricinden iki çocuğu olmasına rağmen onlar Kırım’daydılar. Bu evlilikten ise Ötemiş Giray doğdu. Bu çocuk Safa Giray Han ölünce çocuk yaşta tahta çıkmıştır. Safa Giray Han döneminde Moskova Kazan’ı rahat bırakmadı ve sürekli Kazan’a askeri harekâtlarda bulundu. Ancak bu harekâtlar başarısız girişimler olarak kalmıştır. Ayrıca bu dönemde Kırım Hanı Sahib Giray da Kazan ile müşterek hareket edeceğini beyan etmiştir. Ancak Kazanlılar Safa Giray Han’a karşı içeride bir muhalefet başlattılar. Sebebi açıkça bilinmemekle beraber, bunun Kazan’ın dahili bünyesinin, bilhassa arazi mülkiyetinin yeni ihtiyaçlara göre tanzim edilmemiş olmasından ileri geldiği anlaşılmaktadır. Ardından Safa Giray Han Kazan tahtından çekilmek zorunda kaldı ve yerine Rusların desteklediği Kasım sülalesinden Şah Ali geçti. Ancak Şah Ali’nin saltanatı bir ay kadar sürdü, Safa Giray Han tahtını tekrardan aldı. Bu dönemde Rus muhipleri cezalandırıldı. Safa Giray Han ülkede Rus tahakkümünü kırmaya çaba sarf etmiştir. Safa Giray Han 1549 yılında Kazan’daki üçüncü hanlık döneminde, 42 yaşında vefat etmiştir. Safa Giray Han’ın yerine kimin geçeceğinin müzakeresi yapılmıştır. Müzakerelerden sonra Ötemiş (15491551) han ilan edilmiş ve henüz çocuk olan hanın yerine, annesi Süyün Bike memleketin idaresini eline almış idi. Kazanlılar Ötemiş Giray’ın han olduğunu Kırım’a ve Moskova’ya iletilmişti. Rus Çarı IV. İvan Ötemiş Giray’ın hanlığını Moskova’nın muvafakati olmadığı için tanımadığını ilan etti. Safa Giray zamanında Kazan Hanlığına çok sayıda Kırımlı yerleşmişti ki Han’ın ordusu ile Kırımlılardan oluşuyordu. Süyün Bike de hükümeti oluşturduğunda Kırımlıların yardımına başvurarak hükümetin başına Kırımlı komutan olan Kuçek’i getirdi. Kuçek Süyün Bike’nin sağ kolu olup devlet işlerini de üstlenerek Kazan’da birlik ve beraberliği sağlamaya çalıştı. Kuçek’in çalışmaları ve devlet idaresinde yer alması Kazanlı elitleri rahatsız etmekteydi. Bunlar Süyün Bike’nin Kuçek ile yasak aşk yaşadıkları iddia etmişler ancak bunlar asılsız iftiralardan ibaret kalmıştır. Kısa


Kazan’ın Çöküşündeki Efsane: Tatar Prensesi Süyün Bike bir süre sonra da Kazan’da çıkan bir silahlı çatışmada Kuçek ve arkadaşları ele geçirilmiş ve öldürülmüştür. Böylece Kazan Hanlığı büyük bir değerini kaybetmiş oldu. Kuçek’in ölümünden sonra Huday-Kul ile Nur Ali Bey iktidarda etkin oldular. Onlar Ruslarla barış yanlısıydılar. Kuçek’in ölümünden sonra siyaset rüzgârı Kazan’ın aleyhine esmeye başlamış ve gelişen olaylar neticesinde Kazan ahalisi Moskova’nın soğuk nefesin enselerinde hissetmeye başlamışlardır. Ruslar Kazan’a 30 kilometre mesafedeki bir alan Zeya (Sviyajsk) kalesini inşa ettiler. Böylece Kazan üzerinde daha çok baskı kurabileceklerdi. Başarısız birçok seferden sonra İvan 16 Mayıs 1551 tarihinde bir ordusunu daha Kazan’a gönderdi fakat bu ordu diğerlerine göre başarılı oldu. 18 Mayıs’ta Kazan kuşatıldı. Çuvaş ve Mari halkları çara bağlılıklarını bildirdiler. Kazan Hanlığı kurulduğu günden beri Ruslar karşısında ilk kez bu kadar aciz duruma düşmüştü. Kazanlı beyler Rusların askeri müdahalesi ile karşı karşıya kalmak istemeyerek barış anlaşması yapmayı kabul ettiler. Kazanlı beyler ile Çarlık arasında yapılan anlaşmaya göre; Çar Kazanlıları bağışlayacak, Kazan’daki Rus esirler serbest bırakılacak, Moskova’daki Türk-Tatar esirler ise Şah Ali tahta geçince serbest olacak, Moskova’nın himayesini kabul eden Mari, Mordva, Çuvaşlar ve onların toprakları Moskova mülkü sayılacak, Süyün Bike, Ötemiş Girey Han ve taraftarları esir olarak Moskova’ya gönderilecek. Ayrıca, İdil’in sol yani ova tarafı Kazanlılara tabi kalacak, dağlık tarafı yani Hanlık arazisinin yarısı ise Moskova’ya bırakılacaktı. İşte burada Tatarların milli karakteri Süyün Bike’nin hazin başlar. O ve oğlu Ötemiş Giray sanki savaş esiri veya vatan haini imiş gibi tutuklanır ve Ruslara edilir. Süyün Bike’nin Kazan’dan ayrılışı çok acı ve hüzünlüdür. O, şehirden ayrılırken merhum eşi Safa Giray’ın kabri başında şu sözleri sarf etmiştir: “Ey Padişahım, görmüyor musun? Senin sevgili hatunun ile oğlunu düşmanlar tutsak sıfatıyla alıp götürüyorlar. Niçin sen bizi yeryüzünde bıraktın da kendin yer altına gittin? Bizi Moskova padişahına tutsaklığa veriyorlar. Benim onunla mücadele etmek için gücüm kuvvetim yetmiyor, yardımcım da yoktur. Ey Sultanım, aç bana mezarını, bu kabirde her ikimize de yer bulunsun, genç karını yanına kabul et! Hatununun sabrından başka dindekiler istifade etmesinler! Kaygılarımı kime devredeyim? Oğlum

ise gençtir, babam da uzakta, karşımdaki Kazan ahalisi ise yeminlerini bozdular. Ey Padişahım, sen bana cevap vermiyorsun. Katı gönüllü askerler beni tutup almak için hazır duruyorlar. Şimdiye kadar ben bir kraliçe idim, şimdi ise kaygı dolu fakir bir cariye olacağım. Benim artık ağlayacak halim kalmadı, gözyaşlarım hep aktı bitti, gözlerim kör oldu, sesim kısıldı.” Süyün Bike bu kabir ziyareti ve vedalaşmasının ardından Kazan Irmağı kenarına vardı. Süyün Bike’nin İdil üzerindeki gemiden Kazan şehrine bakarak son hitabının da şöyle olduğu naklediliyor: “Keder ve kan dolu şehir, sana kaygı ve hasret olsun. Başından tacın düştü; efendi iken köleliğe indin, şöhretin biti, halsiz kaldın ve yere serildin. Nerede senin sultanların ve onların meclis bayramları? Nerede senin hatun ve kızlarının rahat ettiği günler? Şehrin içinde o zaman bal nehirleri akardı, şimdi ise kan su gibi akıyor, nereden bulayım sivri kanatlı, güçlü kuvvetli bir kuşu babama göndermek için?” Sahile toplanan bütün Kazan halkına, Süyün Bike vedalaşmak için elini sallayınca halk aynı anda ağlamaya başladı. Böylece Knez Obolenskiy başkanlığında tekne Kazan’dan ayrılmıştır. Tekne Moskova’ya 5 Eylül 1551 tarihinde varmıştır. SAYI: 5 | 2015

41


Kazan’ın Çöküşündeki Efsane: Tatar Prensesi Süyün Bike Oğlu birlikte Moskova’ya götürülen Süyün Bike bir süre sonra IV. İvan yönetiminin zorlaması sonucu, Nogayların muhalefetine rağmen Şah Ali’ye nikâhlandı. Böylece Süyün Bike, Şah Ali’nin kardeşi Can Ali ve Safa Giray Han’dan sonra üçüncü kez bir Kazan hanı ile evlenmiş oldu. Oğlu Ötemiş Giray ise 8 Ocak 1553 tarihinde zorla vaftiz edilerek Hristiyanlaştırıldı. Kendisine Aleksandr ismi verilerek Korkunç İvan’ın sarayında terbiye edilmiştir. Ötemiş Giray 1566 yılında 20 yaşında ölmüş ve Arhangel Katedrali’nde toprağa verilmiştir. Süyün Bike ise Çar İvan’ın zorlamasıyla Kazan tahtına oturtulan Şah Ali evlenmek mecburiyetinde kalmıştır. Babası Yusuf Mirza kızı ve torununun yanına gönderilmesi istemişse de Çar İvan Süyün Bike’nin kendi rızasıyla Şah Ali Han ile evlendiğinin belirtmiştir. Süyün Bike hiçbir zaman Şah Ali ile evlenmesinden mutlu olmamıştır. Şah Ali’nin kaba ve özensiz bir insan oluşu bunda etkilidir. Süyün Bike 1557 yılında 38 yaşındayken vefat etmiştir. Süyün Bike’nin nerede hangi şekilde öldüğü ve kabrinin yeri de bilinmemektedir.

kadınlar ve çocuklar da öldürülmüş ancak küçük bir grup savaşçı şehirden çıkarak, mücadeleyi devam ettirmek üzere ormanlara sığınmış, bir kısım ahali de esir edilmiştir. Kazan’ın bütün serveti yağma edilmiş, camiler, mescitler, evler yıkılıp yakılmıştır. Şehrin içinde Türklerin yaşaması yasaklanmıştır. IV. İvan hanın yaşadığı sarayı görünce buradaki bütün mallara kendi damgasını vurdurtmuştur. Kazan’ın düşmesiyle elbette Türkler içinde belli başlı sonuçları olmuştur. Özellikle Ruslar için Türk illerinin işgal kapıları açılmıştır. Osmanlı Devleti, kendinden istenilen yardımı sağlayamamış ve ileride güçlenen Ruslarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Kazan’ın düşmesi Türk ülkeleri tarihi bakımından bir dönüm noktası teşkil eder: Bu hadiseden sonra İdil Nehri Rusların eline geçmiş, o zamana kadar 1000 yıl müddetle bir “Türk nehri” sayılan İdil bundan sonra bir “Rus nehri” olmuş ve Rusya’nın ekonomisi için can damarı vazifesi görmeye başlamıştır.

Kaynaklar

Rus Çarı IV. İvan (Korkunç) Kazan hanbikesi Süyün Bike hakkında övgü dolu sözle sarf etmiş ve şöyle bir cümle ile hanbikeyi methetmiştir: “Ruh mertliğiyle orduya komuta eden kadın.” Süyün Bike halkın zihninde güzel, akıllı ve cefakeş biri olarak kalmaktadır çünkü o, halkını kurtarmak için kendisini feda ederek bile bile esir olmuştur. Süyün Bike’nin dünyada eşine rastlanmamış bir simge haline gelmesinin nedenlerinden biri belki de tarih boyunca İdil Bulgar Devlet, Altın Orda ve Kazan Hanlığı gibi büyük devletlere sahip olan Tatarların o tarihte kaybettikleri devlet tekrar bağımsız hale getirememelerinden kaynaklanmaktadır.

Ahmet Temir, “Kazan Hanlığı”, Türk Dünyası El Kitabı, TKAE, İstanbul, 1976

Kazan Düşünce Neler Oldu?

Reşit Rahmeti Arat, “Kazan”, İslam Ansiklopedisi, C.6, İstanbul, 1955

Süyün Bike Kazan tarihinin en önemli simalarından biridir ve onun Moskova’ya gidişi ile Kazan ahalisi büyük bir hata işlediklerini anladılar. Artık bundan sonra Kazan için cansiperane çalışacak bir değer yoktu. Hal böyle olunca Ruslar için elzem olan Kazan’ın işgali kolaylaşmış oldu. 1552 yılında Kazan Ruslarca işgal edildi. Şehir ele geçirilince Rus tarihinin en karanlık sayfalarını teşkil eden korkunç bir katliam başlamış, erkeklerden kimse sağ bırakılmamış,

42

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ

Akdes Nimet Kurat, “Kazan Hanlığı”, DTCF Dergisi, XII/3-4, 1954 Akdes Nimet Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, 3.Baskı, Ankara, 2002 İlyas Kamalov, “Tatar Prensesi Süyün Bike ve Kazan’ın Ele Geçirilmesi”, Avrasya Fatihi Tatarlar, İstanbul, 2007 Nadir Devlet, “Kazan Hanlığı”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C.9, İstanbul, 1989

Rızaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan Hanları, Çev: İlyas Kamalov, İstanbul, 2003 Serkan Acar, “Kazan Hanlığı (1437-1552)”, Doğu Avrupa Türk Tarihi, Ed: O.Karatay, S.Acar, İstanbul, 2013 Serkan Acar, Kazan Hanlığı-Moskova Knezliği Siyasi İlişkileri, TTK, Ankara, 2013


Türklerde Tebabet TÜRKER DURGUN

T

ürk, beş bin yıllık tarihi olan bir millettir. Türkler savaş stratejilerinden dile, elçi ağırlama kültüründen tıbbi sanatlara kadar her alanda tam bir medeniyet inşasında bulunmuştur bu süreçte. Kimi zaman diğer milletlerden geriye düşülse de birçok alanda Türk ismini başarıyla temsil eden üstün isimler yetiştirilmiş, çığır açan yöntemler, icatlar bulunmuş, ilerletilmiş insanlığın kullanımına sunmuştur. Türklerde hekimlik ilk olarak ‘’Kam’’ ve ‘’Baksı’’ isimleriyle görülür. Kam ve baksılar mistik yöntemlerle hastaları tedavi etmeye çalışmışlardır. Sonraki dönemlerde ‘’Otacı’’ ve ‘’Emi’’ isimleriyle bu görevi sürdüren hekimler mistik yöntemlerin yerine bitki, hayvan ve mineral kökenli tedaviler kullanmışlar. Otacı kelimesinin kökü ottan gelmektedir. Türklerde ot tıbbi bitki, ilaç, zehir ve kendiliğinden yetişen bitki anlamlarına gelir. Otacı otamak fiilinin ‘’-cı’’ ‘’-cu’’ ekleriyle isimleşmesinin sonucunda olmuştur. Otamak ilaç yapmak anlamına geldiğinden, otacıların o zamanın eczacıları olduğu da söylenebilir. Divan-ı Lügat-ı Türk‘te Atasagun da hekim manasına gelmektedir. Ayrıca Divan-ı Lügat-ı Türk‘te çok fazla tıbbi kelimenin olması Türklerin bu alanda ne kadar ileride olduğunu göstermektedir. Selçuklu döneminde kurumsallaşmaya gidilmiş, şehirlerin hemen hemen hepsine sağlık kuruluşları inşa edilmiştir. Selçuklu döneminde tıp alanında büyük ilerlemeler kaydedilmiş ayrıca o dönem Avrupası’nın yaktığı akıl hastalarını tedavi eden Bimarhaneler kurulmuş. Osmanlı döneminde insanlığın önüne hala ışık tutan hekimler yetişmiştir. O dönemde yaptıkları çalışmaları kitaplaştırmayı da başarmışlardır. Bu kitaplar çok uzun süre Avrupa da tıp kitapları olarak eğitimde kullanılmıştır. Osmanlı döneminin ünlü cerrahlarından Sabuncuoğlu Şerafettin kendi teknik ve aletleriyle imkânsız denen işler başarmıştır. Altunizade’nin yazdığı Şakaik-i

Bir tedavi minyatürü, Sabuncuoğlu Şerafettin Numaniye isimli eser birçok cerrahi yöntem konusunda bilgi içermektedir. Cumhuriyet döneminde ilk olarak koruyucu hekimlik uygulamalarına önem verilmiştir. İlk yıllarda sıtma tedavisine ağırlık verilmiş tedavide kullanılan kimyasalların teminine öncelik sağlanmıştır. İlk sağlık bakanlığı ise 1923’te kurulmuştur. İlk sağlık bakanı Dr. Adnan Adıvar‘dır. Milli mücadele döneminde kayıtlı hekim sayısı 57‘dir. Günümüz Türkiye’sinde Milli Eğitim Bakanlığından sonra en fazla personeli buluna bakanlık Sağlık Bakanlığıdır. 1937 yılında Hulusi Behçet, Behçet hastalığını keşfederek Türk ismini bir kez daha tüm dünyaya duyurmuştur. Yüzeysel bir incelemede dahi Türk milletinin sağlık alanındaki macerasında ne kadar yol kat edildiği bu alanda adının altın harflerle yazılması gereken hekimler yetiştirdiği hemen ortaya çıkıyor. Bu millet ilelebet var olacak ve her alanda ileri gidecek. Milletimizin içinden çıkan İbn-i Sina’lar, Sabuncuoğlu Şerafettin’ler, Hulusi Behçet’ler hiç tükenmeyecek…

SAYI: 5 | 2015

43


Allah Davası Ölüyor Mustafaları Bilmem RABİA UMAY CAN

A

llah bizleri ülküye zarar veren ülkücülerden eylemesin. Nasıl olur da bir ülkücü ülküsüne zarar verir demeyin, ülküye en büyük zarar veren, Turan’a giden yollara dikenler döken yine ülkücülerin kendisi. Kendine ülkücü sıfatını layık görenlerle, ülkücü demeyi “Türkçülüğüne” zûl görenler bugünkü vaziyetin sorumlusu. Oysa hakiki bir ülkücü, ülküsüne zarar verecek en ufak davranışta bulunmaz. Bundandır ki dava yolunda can verenlerin mekânı cennettir. Yetiştiğim aile kültüründe benim öğrendiklerim bunlardı lakin yaş büyüyüp de çevremi biraz gözlemlemeye

etmeyecektir. Biz doğru olmadığımız sürece Allah bizi gazanferlerden kılmayacaktır. Allah ona kulluk etmedikçe yolumuzu açmayacaktır. Ülkücü gibi olmalıyız. Günahtan doludizgin kaçmalıyız. Mustafa Pehlivanoğlu’nun mektubundaki imanı ve ölüme karşı dimdik duruşu, ahirete inancı, küfre karşı mücadeleyi bizzat biz de yaşamımıza tatbike muhtacız. Yoksa Mustafaların şehitliğinden şefaat hakkımız olmaz. Yoksa Mustafalar, Umaylar, Ahmetler, Ayşeler ölür ve Allah davası da ölür. Namazlarımızı kılmalıyız ki aynı secdeye baş koyduğumuz, aynı Rabbe teslim olduğumuz Sultan Alparslanlar, Fatih Sultanlar bizimle olsun. Oruçlarımızı İslam ve Türklük bize nerede bozulmuşluk varsa tutmalıyız, yetimleri doyurmalıyız nerede fitne nerede fesat varsa el ile dil ile hiç ki Cemil Meriç’in deyimiyle aynı kitaba boyun eğdiğimiz Ahmed olmazsa kalp ile reddetmeyi emrederken bizler Arvâsiler, Erol Güngörlerin fikir kalben bile reddetmiyor, siyaset bunu gerektiriyor çeşmesinden bir tas su da bizlere diye öz davamızın boynunu sıkıyoruz. nasip olsun. Fitneden, fesattan, dedikodudan, iftiradan uzak duralım ki yüreğimiz temiz kalsın, başladığımda gördüm ki, vaziyet bambaşka, biziz aklımız billurlaşan düşünceleri damıtıp Turan’a yine kendi ayağımıza dolanan. Kalenin içinden yol açsın. Ve kardeşimizi bilmeliyiz. Ülkücüler çürütüyoruz savunmamızı hem de “davaya ülkücüleri kollasın, kardeş bilsin ki namaz safları hizmet” süsü vererek ihanetimize. gibi gönüllerde yan yana olsun, düşecek gibi olundu mu yanındakiler tutsun. Ülkücülük bugünlerde milletinin hak ve menfaatini savunmaktan çıkmış, kendi öz nefsini Biz kendimize partilerde, vakıflarda, derneklerde besleme sahası haline gelmiş. “Siyaset, siyaset” koltuk bulmaya çalışmak yerine öte dünyada bir deyip sayıkladıkları şey ise sadece bir yozlaşma. yer bulmaya çalıştığımız vakit, kitaplara, dergilere, “Ee siyaset bunu gerektiriyor” serzenişleri ise gazetelere, tezlere, üniversitelere adımızı müdafaaların en ahmak hali. İslam ve Türklük yazdırdığımız vakit zaten bireysel tatmin de bize nerede bozulmuşluk varsa nerede fitne kendiliğinden gelecektir. Oysa bizler birbirimizin nerede fesat varsa el ile dil ile hiç olmazsa kalp sırtına basarak, arkasından konuşarak, kulis ile reddetmeyi emrederken bizler kalben bile yaparak, önümüzdekini çekip yere düşürerek reddetmiyor, siyaset bunu gerektiriyor diye ilerlemeye çalışıyoruz. Bizler burçlara bayrağımızı öz davamızın boynunu sıkıyoruz. Biz diyorsam dikmek için canını vermekten çekinmeyen bir bilinsin ki sözüm meclisten içeri. ‘Ben olayım millettik. Batı bizim maneviyatımızı yok ederek millet olmasın’ diyorlar. İftira, dedikodu, fitne, bizleri milletler yarışında geri bırakma taktiğini fesat... Bunlar yüreklerimizde oldukça Allah yıllarca uyguladı ve şu an en güçlü ülkelerden bizlere Türk İslam davasını muvaffak etmeyi nasib birinin Türkiye olduğu Türk Dünyasında bu

44

ÖKTEM - FİKİR, KÜLTÜR DERGİSİ


Allah Davası Ölüyor Mustafaları Bilmem uygulamanın sonuçlarını gözlemlemek mümkün. diken dolu olmasa. Keşke gerçek din âlimlerimiz Sovyet Rusya’sı Orta Asya Türk devletlerinde nasıl olsa, ilahiyat okumanın yeterliliği YGS’de baraj İslamiyet’i yok ederek Türklüğü yozlaştırmaya geçmek olmasa. Bu Ramazanda Ramazan çalıştıysa Batılı güçler Türkiye üzerinde de parayı, programlarında şahit olduğumuz sorular bizleri gücü ve hırsları kullanarak bizleri erenlerin, uç gerçeklerle yüzleştirdi. Bizler ne gerçekten beylerinin hikmetlerinden ve kabiliyetlerden Müslüman ne de ceddine yakışır Türk olamıyoruz. sıyırmaya çalışıyor. Yıllarca uygulanan ve bizleri Pehlivanoğlu’na yakışır bir ülkü devi olmanın yozlaştıran bu programlarla hayvanlaşmış kitlelere yakınında bile değiliz. İbadet etmeyeni ise İslam’a dönüşüyoruz. Cuma vakitlerinde dükkân açmayan yakınlaştırmak, yüreğine Allah aşkını koymak dedelerin torunları şimdi devlet dairelerinde, yerine iteliyor kakalıyor, ötekileştiriyoruz. “Ben alışveriş merkezlerinde Cuma Müslümanım elhamdülillah” vaktini belki de farkında diyor, kapı komşumuzu Bizler ne gerçekten olmadan hatta daha da vahimi düşünmüyoruz. Oysa sahabe Müslüman ne de ceddine böyle miydi? Bizlere tebliğ farz önemsemeden kaçırıyor. Çalışıp da kazanıyorum yakışır Türk olamıyoruz. değil mi? İşte Peygamberimizin diyenlerin kaçı bu günahı yaymak için katlandığı Pehlivanoğlu’na yakışır İslam’ı helal parasına karıştırıp haram zorlukları hatırlamalıyız bir ülkü devi olmanın kılıyor, çocuğunun yediği ve gerekirse kapı kapı yemeği mundar ediyor. dolaşarak kovulduğumuz yakınında bile değiliz. yerleri aşındırarak Türk İslam Halkı Müslüman olan ve Ülküsünü insanlara anlatmalıyız. Bu yapıldığında, Müslümanlığını reddedip laik olma iddiasını, Müslüman Kur’an’ı anladığında ise, Müslüman savunduğunun aksine kara bir çarşaf gibi üzerine emrolunduğu gibi dosdoğru olduğu vakit bizler geçiren fakat ne yaparsa yapsın yine de köküne gazânın en büyüğünü yapmış olacağız. Ve iki kadar Müslüman olan devlet halkına ibadetini cihad olandan ikincisi; fetihten önce öz nefsimizi yaptırmıyor. Müslümanlığıyla övünen iktidar yenmemiz şart. Çünkü gazamızın ilkinde muzaffer döneminde halk içinde ahlaksızlık yürüyüp gidiyor, olmazsak ikincisinde de zafer tadamayız. İlk gaza imanı yerinde insanları ise kötü davranışları zor olandır. Bırakalım isimlerimizin önündeki ile Müslümanlıktan ve inançtan uzaklaştırıyor. sıfatları. Üstünlük takvadadır. Bırakalım, siyasette Müslüman Türk’e kurşun sıkan ateist pkk’lının birbirimizin önüne geçmeye çalışmayı. Allah’ın karnı doyuruluyor, cebi dolduruluyor, “Buyurun sevdiği kul olmaya çalışalım, ibadette, iyilikte, bir kurşun da bizim için sıkın” deniliyor. Müslüman sevapta yarışalım. Haksızlığa karşı dik duralım. geçinen iktidar halkına gösteriyor ki haram Ebubekir gibi sadık, Ömer gibi yaman olalım. para yenir, hem de afiyetle, üstüne de bir güzel İslam’ın vaadedilen zaferinde sancağı diken biz şekerlemeye yatılır. Uykusunda ses yapanınsa olalım. Bizler ‘Olmak’ mı ‘Ölmek’ mi derdine elleri arkasından kelepçelenir. “Aman ha ses düşmek yerine önce olup sonra ölelim. yapmayın, haramımı yedim, ey Müslümanlar siz de bizimle yiyin yahut ses çıkarmayın, Kadın, kadın olsun ve erkek de erkek. Talebe bizler size haram parayla camiiler yaptıracağız. talep etsin, muallim ilim versin. Cahil haddini Sizler sobalarınızdaki kömürle cehennemdeki bilsin. Âlim ilim yapsın, dehâlar tefekkür etsin. ateşlerinizi körükleyeceksiniz.” Keşke diyorum Ve hepsi Müslümanlık bakımında takvasında keşke Müslümanım diyenlerin göğsü gerçek bir yarışsın. İşte böyle. İşte zaferin formülü ve Arvâsi Müslüman hassasiyetiyle dolu olsa, keşke esnaf hocanın uzman kadrolarının temel hali. İşte eski esnaf, öğretmen eski öğretmen, talebe eski batıdaki sınıfların çatışması yerine Müslümanların talebe olsa. Keşke Kur’an okumayı öğrenmek için, uzlaşması. Kur’an’ı anlayabilmek için aşmamız gereken yollar SAYI: 5 | 2015

45





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.