T.C. AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ
SOSYOLOJİ SEMİNERİ II KİTAP SUNUMU
ŞEHİR MODERN KENTİN OLUŞUMU-MAX WEBER
MAŞALLAH ÇAKIR 110110054
DANIŞMAN: Öğr. Gör. OSMAN METİN
Afyonkarahisar Bahar 2014 1- Kitabın Künyesi
Kitabın Adı: Şehir Modern Kentin Oluşumu Yazar
: Max Weber
Yayınevi : Yarın Yayınevleri Tercüme :Musa Ceylan Yılı
: 2012
Şehir
: İstanbul
Sayfa
: 317
2-Yazarın Biyografisi / Yazar Hakkında Bilgi ve diğer eserleri Max Weber 1864-1920 yılları arasında yaşamış bir Alman düşünürüdür. Sosyolog ve ekonomi politik uzmanıdır. Modern antipozitivistik sosyoloji incelemesinin babası olduğu düşünülür. Sosyolojiyi metodolojik olgunluğa ulaştırmıştır. Weber siyaset sosyolojisi ve eğitim sosyolojisi alanında yaptığı araştırmalarıyla da tanınır. Marx’ın sınıf temelli çözümlemesinin yerine statü kavramını getirmiştir. Bürokrasi üzerine çalışmalarıyla tanınır. Weber Almanya’nın Erfurt kentinde doğmuştur. Sir Max Weber’in yedi çocuğunun en büyüğüdür. Babası seçkin bir liberal politikacı annesi Helene Fallenstein ise ılımlı bir protestandı. Sir Weber politikanın içinde bir figürdü ve aile hayatına da bunu yansıtmıştır. Weber’lerin salonunda birçok göze batan entelektüel ve siyasi ağırlanırdı. Genç Weber ve daha sonra kendisi gibi bir sosyolog ve ekonomist olan kardeşi Alfred, işte böyle bir entelektüel ortamda büyümüşlerdir. 1876’da Max henüz 12 yaşındayken ailesine noel hediyesi olarak iki tarihi metin kaleme almıştır: “Alman Tarihi Hakkında, İmparator ve Papaya Özel Atıflarla“ ve “Konstantin’den Kavimler Göçüne, Roma İmparatorluğu”. 14’üne geldiğinde Homer, Virgil, Çicero ve Livy atıflı mektuplar yazıyor ve henüz üniversiteye gitmeden evvel Goethe, Spinoza, Kant ve Schopenhauer’u genişçe biliniyordu. Weber’in üniversite çağında sosyal bilimler alanında uzmanlaşmak istediği açıkça belli idi. 1882’de Heideberg Üniversitesine hukuk öğrencisi olarak girdi. Hukuk dersleri ile birlikte ekonomi, Ortaçağ Tarihi ve teoloji derslerine de katıldı. 1884 sonlarında babasının evine Berlin Üniversitesine çalışmak için girdi. Baba evindeyken, stajyer avukat oldu ve nihayetinde Berlin Üniversitesine doçent olarak girdi. Meslek birliğinin sınavını kazandı. 1880’ler boyunca tarih dersleri almaya devam etti. 1889 yılında “Ortaçağ İşletme Organizasyonları Tarihi” isimli doktora tezini verdi. Doktora tezi sonrasında Weber’in ilgisi çağının sosyal politikalarına kaydı. 1888’de “Verein für Sozialpolitik” e katıldı. Bu birlik tarihçi ekole bağlı olan ekonomistlerin kurduğu yeni bir meslek örgütüydü. Orada, sosyal problemlerin birçoğunun ekonomi ile çözümlenebildiğini gösterdi ve ekonomik problemleri çözümlemede istatistik yöntemleri kullanmaya öncülük etti. Siyasete ilgisi devam ediyordu ve 2
sol görüşlü Protestan Sosyal Kongresi’ne katıldı. 1890, “Verein” Polonya sorunu “Ostflucht” diye bilinen yabancı çiftçilerin Doğu Almanya’ya girişleri ve yerli çiftçilerin ise hızla sanayileşen Alman şehirlerine göç etmeleri üzerine bir araştırma programı açtı. Bu araştırmanın bir kısmını yürüten Weber araştırmanın sonuç raporunu da kaleme aldı. Bu sonuç raporu, muhteşem bir empirik çalışma denilerek övüldü ve Weber’in tarım ekonomisi dalındaki uzmanlığını perçinledi. 1893’te kuzeni ve geleceğin feminist yazarı olan Marianne Schnitger ile evlendi. Schnitger, Weber’in ölümünden sonra onun gazete makalesini toplayıp kitaplaştıran insandı. Çift 1994’te Weber’in Freiburg Üniversitesi’ne Ekonomi Profesörü olarak atanması üzerine, Freiburg’a gittiler. Bundan iki yıl sonra, aynı görevle Heidelberg Üniversitesi’ne atandı. Bir yıl sonra oğluyla sert bir anlaşmazlığa düşmelerinden iki ay sonra baba Weber vefat etti. Bu olayın ardından, Weber artarak uyku problemine ve sinirliliğe düçar oldu. Bu durum Weber’in profesörlük görevini sürdürmesini zorlaştırdı. Bu durum daha az 1
ders vermesine neden oldu ve 1889’da son dersini verdi. 1890’larda ki engin üretkenliğinden sonra, 1898’den 1902 sonralarına kadar tek bir sayfa
bile yazmamış ve nihayetinde 1903’te profesörlükten istifa etmiştir. Bu sorumluluktan kurtulunca, “Archives for Social Science and Socail Welfare” den gelen ortak editörlük teklifini, meslektaşları Edgar Jaffe ve Werner Sombart’la birlikte kabul etti. 1904’te bazı makalelerini bu dergide basmaya başladı. “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlakı” da bunlardan en dikkate değer ve en ünlü olanıydı. Bu çalışması, daha sonraki, ekonomik sistemleri kültür ve dinle temellendirmek düşününe temel oluşturmuştur. Bu çalışması o hayattayken kitap olarak basılan tek eseridir. Bu başarılarına rağmen Weber sürekli hocalığa devam edemeyeceğini düşünüyor, sadece özel ders veriyordu, geçimini de kısmen bu yolla büyük ölçüde kendisine 1907’de kalan mirasla sağlıyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Heideberg’deki bir askeri hastanede müdürlük yaptı. 1915 ve 1916’da savaş sonrasında Belçika ve Polonya’daki Alman üstünlüğünün sürdürülmesi için görevlendirilen komisyonda görev aldı. 1918’de Heidelberg’deki “İşçi ve Asker Konseyi’ne katıldı. Weber önce Viyana Üniversitesi’nde 1919’da ise Münih Üniversitesinde ders vermeye yeniden başladı. Münih’te Almanya’nın ilk sosyoloji enstitüsünü kurdu ve başına getirildi. 1919 ve 1920’de Weber, sağcıların kışkırtmaları ile siyasetten ayrıldı. Birçok meslektaşı ve öğrencisi, 1918 ve 1919’daki Alman Devrimi boyunca solcuların davranışları ve konuşmaları hakkındaki görüşlerini protesto ettiler. Weber 14 Haziran 1920’de zatüreden öldü. 1 http://tr.m.wikipedia.org/wiki/Max _Weber
3
Başlıca Eserleri; Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu Meslek Olarak Siyaset Din Sosyolojisi Sosyolojinin Temel Kavramları Bürokrasi ve Otorite 3-Genel Hatları ile Kitabın İçindekileri Önsöz Amerikan Şehir Teorisinin İlk Biçimleri Ekolojik Şehir Teorisinin Yükselişi Sosyal-Psikolojik Bir Şehir Teorisine Dair Notlar Şehir Teorisi Konusunda Avrupa’daki Gelişmeler Max Weber ve Avrupa Şehir Teorisi Max Weber’in Amerikan Şehir Teorisi Açısından Geçerliliği 1.BÖLÜM ŞEHRİN DOĞASI Şehrin Ekonomik Karakteri: Pazar Yerleşimi Tüketici ve Üretici Şehir Tipleri Şehir İle Tarım Arasındaki İlişki Politik-İdari Şehir Konsepti Kale ve Garnizon Kale ve Pazarın Bir Kaynaşması Olarak Şehir Avrupa Şehirlerinin Birliğe ve Statüye Dair Özellikleri 2.BÖLÜM AVRUPA ŞEHRİ Mülkiyet Hakları ve Kişisel Hakların Durumu Kardeşlik İlişkilerinin Kurulması ve Şehrin Oluşumu Şark’ta Kentsel Gelişmenin Önündeki Esrarengiz Engeller Kardeşlik İlişkileri Kurmanın Önkoşulu Olarak Kuralların Bozulması Klanın Eski ve Ortaçağ Şehri İçin Önemi Avrupa’da Yeminli Konfederasyon Kentsel Birliğin Sosyolojik Önemi Cermenik Kuzey’de Kardeşlik Avrupa’daki Gelişmelerin Temel Bir Unsuru Olarak Yurttaşın Askeri Açıdan Yeterliliği 4
3.BÖLÜM ANTİK VE ORTAÇAĞLARDA ARİSTOKRATİK ŞEHİR Aristokratik Şehrin Doğası Venedik’te Tekelci-Kapalı Aristokratik Egemenlik Diğer İtalyan Topluluklarında Aristokratik Yönetimi Gelişmeleri Kuzey Avrupa’da Siyasi Seçkinlerin ve Loncaların Egemenliği Antikite’nin Karizmatik Klanları Savaşçıların Kıyı Yerleşimi Olarak Eski Aristokratik Şehir Ortaçağ Şehirleriyle Karşıtlıklar Aristokratik Şehrin Ekonomik Yapısı 4.BÖLÜM PLEPLER ŞEHRİ Bir Siyasi Birlik Olarak “Popolo” nun Devrimci Niteliği Ortaçağ İtalyan Şehrinde Toplumsal Sınıflar Arasında Güç Dağılımı Roma Tribün’leri İle Isparta Ephorları Arasındaki Paralellikler Antik Dönem ve Ortaçağ Demokrasisinin Karşılaştırmalı Yapısı Antik ve Ortaçağlarda Şehir Tiranlıkları Ortaçağ İtalyan Şehirlerinin Özel Konumu Ortaçağ Kentsel Topluluğunda Çeşitlilik Siyasi Özerklik Şehrin Özerk Hukuku ve Loncalar Özerk Yönetim: Özerk Bir Hukuki ve İdari Yargı Şehrin Vergilendirme Yetkisi ve Dışarıya Karşı Haraç ve Vergi Yükümlülüğünden Kurtulma Piyasa Düzenlenmesi: Ticaret ve Zanaat Politikası ve Tekelci Dışlanma Yetkileri Ortaçağ Kentinin Kentli Olmayan Katmanlarla İlişkisi Şehir ve Kilise 5.BÖLÜM ESKİ VE ORTAÇAĞLARDA DEMOKRASİ Avrupa’da Üç Ana Şehir Tipi Antikite’de ve Ortaçağ’da Sınıf Karşıtlıkları Antikite’de Küçük Köylü Demokrasisi; Ortaçağ’da Profesyonel Esnaf Demokrasisi Yunanistan ve Roma’daki Gelişmeler Arasındaki Farklılıklar Antik Şehirde Çıkarların Askeri Yönü Ortaçağ Şehrinde Barışçıl İktisadi Çıkarların Hakimiyeti
5
Antikite’de Rasyonel İktisadi Teknolojinin Taşıyıcıları Olarak Negatif Ayrıcalıklı Statü Grupları Köleler Borçlu Köleler Yanaşmalar Azat Edilenler Bir Savaşçılar Birliği Olarak Antik Şehrin, Ortaçağların Ticari İş Şehirleriyle Karşılaştırılması Yunan Demokrasisinden Farklı Olarak Demokrasisinin Özel Karakteri 4-Kitabın Ana Hatlarına Göre Anlatımı Önsöz Çağdaş Amerikan şehir teorisinin kriz içinde olduğunu görmek için fazla zeki olmaya gerek yok. Her sezon, şehir konusunda bir yığın yeni kitap yayınlanıyor. Bunlar çok da okunmaya değer kitaplar değildir. Bu durum, kendini, çoğu öğrencinin sınavlar öncesinde bu kitapları okuma zahmetinde bile bulunmamaları gerçeğinde de göstermektedir. Öğrenci öylesine sıkılmaktadır ki bir müddet sonra kendini dersten kaçmakla karşı karşıya bulur (syf:9). Şehir teorisi, her gazetecinin, şairin ve romancının bildiği bir şeyi, yani şehrin yaşayan bir şey olduğunu her nasılsa açıklayamıyor. Bir yaşam sistemi olarak şehir, bizzat biyolojik evrimin yapısına nüfus etmekte, yeni şehir haşeratı ve şehir hayvanları biçimleri yaratmaktadır. Onlar da şehrin diğer sakinleri gibi, aynı soğukkanlılıkla trafikten kaçınıyor, meydanlarda münakaşa ediyor, bina saçaklarında toplantılar yapıyor, ticaretin yan ürünlerinden rızıklarını kazanıyorlar. Şehrin üzerine yazılmış kitapları incelediğimizde yetersizliklerinin nerede olduğu hemen göze çarpmaz. Şehir nedir? Sorusuna şimdiye kadar Amerikan sosyolojisinde bu sorunun hala cevapsız kalması, yalnızca Amerikan sosyoloji teorisinin özel gelişme koşullarıyla açıklanabilir. Bu durum, Avrupa’da aralarında olağanüstü önemiyle Max Weber’in çalışmasının da bulunduğu şehir teorisinin başlangıç noktalarına özel bir bilgi gerektirmektedir. Weber’in sorumuzla alakası, Amerika’da şehir kavramının teorik gelişiminin aşamaları gözden geçirilmek suretiyle incelenebilir (syf:10-12). Amerikan Şehir Teorisinin İlk Biçimleri Modern Avrupa şehri, yüzyıllardır var; buna karşılık az sayıda Amerikan şehri 19. yüzyıl öncesine dayanır. Amerikan şehirleri Avrupa’da yalnızca Cermenik Doğu’nun yeni kurulan şehirleri için geçerli olduğu şekilde, uzun süreli yerel geleneklerinden ayrılmaktadır. Yeni
6
kurulan bir şehir, ana modelinin aksine, görece basitleştirilmiş bir yapıya sahiptir. Çünkü yeni şehir gelişmiş bir şehrin son aşamasının basitleştirilmiş bir versiyonudur (syf:12). Sanayi devriminin etkileri hissedildikçe batı dünyasındaki şehirlerin boyutlarındaki büyüme muazzamdı. Gerek Amerika gerek Avrupa kentlerindeki muazzam nüfus artışı, kırsal nüfusun mukayeseli olarak düşüşü ile ilişkiliydi. Amerika’da şehirler, aynı zamanda, yurt dışında doğmuş olan nüfustaki artış nedeniyle de büyüyordu. 1890’da Amerikan şehirlerinin tüm sakinlerinin beşte biri yurt dışında doğanlardan oluşuyordu. İnsanların küçük bir alana doluşması, uzmanlık konularına yönelik muazzam bir talep artışını da beraberinde getirmektedir. Çok sayıdaki nüfus iskan etme sorunu, gelişigüzel evler, ortaklaşa kullanılan evler, türlü türlü oteller ve kısa sürede kentlerin gecekondu bölgelerini oluşturan bitişin nizam kötü apartmanlar gibi icatlarla karşılanıyordu. Artan tüketici kitleleri, standartlaştırmalara ve kitlesel üretime yeni değerler katıyordu. Artan miktardaki ucuz iş gücü ihtiyacına tepki olarak bir yabancılar kitlesi meydana geldi (syf:13-17). Şehirdeki olgulara ilk tepkiler ve yorumlar gerçek bir şehir teorisine pek de katkıda bulunmamaktadır. Bu tepkiler ve yorumlar iki genel kategoriye girmektedir; şehrin konumu ve moral sonuçlarını açıklamak çabalarıdır. Charles H. Cooley, şehirlerin coğrafi konumlarını açıklamaya çalışmaktadır. Geçmişte şehirler dini bir mekana ya da bir kaleye yakınlığına göre kurulmuş ve bazı şehirler tarihte hep siyasal mülahazalarla konumlandırılmışsa da şehirlerin konumundaki temel nedenler ulaşım alanında yatmaktadır. Ulaşım da bir kesinti çok sayıda teçhizat ve tesis gerektirmektedir. Bu yüzden şehir oluşumları, nehir ağızlarında yahut kilit noktalarında, tepelerin ve ovaların buluşma noktalarında ve diğer benzer bölgelerde kurulmaktadır. Birleşik Amerika’nın büyük şehirlerinin önemli bir çoğunluğu, nehirler üzerinde kurulmuştur. Cooley’in ulaşım teorisi şehre ilişkin teorik ilgideki uyanışın bir kanıtı ve hiç değilse neden bulundukları yerde kurulduklarını açıklamaya yönelik bir çabadır. Adna Weber, insanların kentlerde yoğunlaşmasının nedenlerini sorgulamış ve bu sürecin temelde ekonomik güçlerin ürünü olduğunu, bu süreçlerin ise sanayi devrimi ile önem kazanan güçler olduğu sonucuna varıyordu. Adna Weber, ekonomik, sosyal, politik, nitelikli bir dizi ikincil nedenlerinde olduğunu düşünüyordu. Ona göre kentsel büyümenin siyasal ve toplumsal bir takım nedenleri bulunmaktadır. Adna Weber, şehrin insanoğlunun moral çöküntüsü anlamına geldiğine hiç de inanmıyordu. Adna Weber tüm olumsuzluklara karşılık, şehirlerin çok yanlı avantajlarını unutmamamız gerektiğini söylüyor. Strong modern medeniyetin, moral ve manevi özelliklerinin aksine maddi olanın tek yanlı bir gelişim gösterdiğine inanıyordu. Bu maddi büyüme kendini “materyalistik” şehrin gelişiminde göstermektedir. Strong’a göre, bir şehrin entelektüel ve moral gelişimi, fiziksel büyümesiyle orantılı değilse o şehir, 7
materyalistiktir. Cooley ve Adna Weber, şehrin varlığını önceden kabul ederek yalnızca boyutları, büyümesi ve konumunu açıklamaya çalışıyorlar. Onların teorileri, şehrin sadece fiziksel ve dışsal boyutlarını açıklıyordu. Son olarak kentsel yozlaşmadan dehşete düşen ve siyasette yozlaşmayı araştıranlar ile mağdur kamuoyu, sorununun kaynağını yönelimde, çözümlemelerini de kentsel formda göstermektedir (syf:18-24). Ekolojik Şehir Teorisinin Yükselişi Amerikan düşünürleri tarafından şehirlerin doğası ve sorunlarına daha fazla dikkat sarf edildiği dönemde sosyolojinin kendisi de daha belirgin bir şekil alıyordu. Yeni sosyoloji bilimi için doğal bir inceleme nesnesi olarak şehir üç tür koşula tabi idi: 1- Kent olgusunu iki boyutuna yaklaşımı mümkün kılacak bir bakış açısı arayışı. Bu iki boyut: a) objektif boyutlar olan konum, büyüklük ve büyüme, b) Toplumsal boyutlar; 2-Objektif bir bakış açısı. 3Kentsel ortamın gerçeklerini birinci elden incelenmesine imkan veren bir bakış açısı. Robert E.Park, Ernest W.Burgess ve Roderick D.McKenzie’nin şehre dair teorileri bulunmaktadır (syf:24-25). Park, şehir olgusuna dair ekolojik teorinin genel çerçevesini çiziyordu. Park, özel kültürel tipleri ile bir kültürel alanı temsil etmesi anlamında şehrin medeni insanın doğal yaşama alanı olduğu görüşünü benimsiyordu. Ona göre doğal bir yapı olarak şehir, kendine ait yasalara uymaktadır ve şehrin fiziksel yapısına ve moral düzeninde yapılması mümkün keyfi değişikliklerin de bir sınırı vardır. Park’ın şehir anlayışını bir cümlede özetleyebiliriz: Şehir uzayda dışsal olarak örgütlenmiş ve kendine ait yasaların ürettiği bir birimi temsil etmektedir. Şehrin iç yasalarının sistematik bir biçimde ifadelendirilmesi Roderick McKenzie’nin işiydi. Şehrin büyümesi, Burgess tarafından, uzayda fiziksel gelişmesi ve farklılaşması açısından ele alınıyor. Ona göre şehrin genişlemesi, genellikle art arda gelen kentsel uzantıları temsil eden bir dizi ortak merkezli dairenin gelişimi biçiminde olmaktadır. Park ve Burgerss, şehrin, tipik bölge ve kesimlerin karakterize ettiği fiziksel bir portre sunduğunu varsaymışlardır. Yasalar ve süreçler denen şeylerin tam bir açıklaması onların meslekdaşı McKenzie tarafından yapıldı (syf:25-30). Sosyal ekolojinin ilk kullanımı toplumları dört türde sınıflandırmaktadır: 1- Temel hizmet toplulukları, dağıtım süreçlerinin ilk adımı olarak işlev gören tarım şehirleri, balıkçılık, madencilik ve kerestecilik topluluklarından oluşmaktadır. 2- İkinci tür, dağıtım işlevi görmekte civar bölgelerden temel madenleri toplamakta ve bunları dünya pazarlarında dağıtmaktadır. Bunlar ticaret topluluklarıdır. 3- Üçüncü topluluk türü sanayi şehrindedir. 4Dördüncü türün ekonomik bir temeli yoktur. Dinlenme / Eğlence yerleri, siyasi veya eğitimsel
8
merkezler, savunma toplulukları, mahkumların sürgün yerleri veya hayır işleri toplulukları, bu türün örnekleridir (syf:30-31). Şehri oluşturan temel süreçler, önem sırasına göre; rekabet, yoğunlaşma, merkezileşme, ayrışma, istila ve birbirini izleme sürecidir. 20. yüzyılın ikinci yarısında Amerikan sosyolojisine ekolojik şehir teorisinin egemen olduğunu açıkça görüyoruz. Bu teorinin ana mimarları Park, Burgerss ve McKenzie idi. Carpenter kentsel nüfusun kompozisyonu ele alınıyor ve şehrin kişiliğe etkilerine bir miktar değiniyordu. Carpenter’in çalışması ekolojik teoriyi sorgulamadan almakta, kurumlara biraz daha dikkat sarf ederek oldukça küçük biçimlerde bu teoriyi yalnızca güçlendirmektedir. Bergel’in çalışmasında geleneksel formül büyük ölçüde korunuyor. Ona göre şehir sakinlerinin çoğunun tarımsal faaliyet dışındaki işlerle uğraştığı her yerleşim birimidir. Rose Hum Lee’nin şehir tanımı ise şehirler temel olarak, geniş, heterojen ve sınırlı bir toprak alanı üzerinde yoğun olarak yerleşen nüfus topluluklarıdır (syf:32-36). Temel olarak, ekolojik şehir teorisine ilişkin üç ana güçlük söz konusudur. İlki; teori, analizi, şehrin sosyal yaşamı yerine jeofizik boyutlarına yönlendirmekle yanlış bir zeminde başlatmıştır. Sosyal yaşam, bir etkileşim yapısıdır. Ekolojik şehir teorisi, kısmen, bilimi özerk, bağımsız ve tam kılma yönündeki talebin ihanetine uğramıştır. Ekolojik şehir teorisine dair ikinci bir güçlük, hayati kavramlarının “pozitivizmi”dir. İlk iki sorundan kaynaklanan üçüncü güçlük ise bir gün ekolojik şehir teorisinin tam da en geleneksel anlamda sosyoloji nitelikleri kavramları ihmal etmiş olmasıydı. Pozitif anlamda, ekolojik şehir teorisi önemli ilerlemeleri temsil ediyordu. Teori kent olgusunun gerek dışsal fiziki gerekse içsel sosyal boyutlarının incelenmesini kolaylaştırıyordu. Daha da önemlisi; ekolojik teori birinci el araştırma ve özerk bir bilimin kurulmasını talep ediyordu (syf:37-40). Sosyal-Psikolojik Bir Şehir Teorisine Dair Notlar İnsanoğlunun şehirlerde, şehirlerin dışında olduğundan farklı düşündüğü, hissettiği, tepki verdiği gözlemi, şehrin kendisi kadar eskidir. Geleneksel kalıntılar, eski insanların kendi şehirlerini özel niteliklerini idrak ettiklerini, değer verdiklerini gösteriyor (syf:40). Simmel’e göre sosyal bilimlerin görevi, insanın interaktif yaşamının tüm boyutlarını araştırmaktır. Ona göre modern yaşamın en derin sorunları, muazzam sosyal güçler olan tarihsel bir miras, dış kültür ve yaşam tekniği karşısında bireyin kendi özerkliğini ve bireyselliğini koruma çabasından doğmaktadır. Şehirde; sosyal hayat, dakiklik, kestirebilirlik ve kesinlik tam da yaşamın karmaşıklığının gerektirdiği şeylerdir. Simmel’e göre bu aynı zamanda, Ruskin ve Nietzsche gibi hayatın değerini şematize olmayan varoluşta bulan orijinal şahsiyetlerin metropolün dakikliğinden ve kesinliğinden sadece nefret etmekle kalmayıp, aynı 9
nefreti neden para ekonomisine ve modern varoluş ve bilimin entelektüelizmine de teşkil ettiklerini açıklamaktadır. Metropoliten insanın başkalarına yönelik davranışı, genellikle resmiyet ve çekingenlik göstermektedir. Simmel, bu çekingenliğin içsel boyutunun sadece kayıtsız olmadığını, aynı zamanda hafif bir nefret veya en azından karşılıklı yabancılık duygusu ve iğrenme olduğuna inanıyordu. Simmel eski Atina’nın büyük yaratıcılığının küçük bir kasabanın birtakım özelliklerini muhafaza etmesinden kaynaklandığını düşünmektedir. Oswald Spengler’de şehir kendi kültürüne sahiptir. Spengler’ın kentsel mantaliteyi tanımlayışı esasen Simmel’in ki ise de kentsel mantaliteyi yorumlama çerçevesi farklıdır. Spengler, Simmel’in şehir tanımını alarak kırsal mistisizm çerçevesinde yeniden kurguladı. Savaş sonrasında Spengler’in çalışmasının sahip olduğu muazzam popularite, kırsal mistisizm ile şehrin reddinin kombinasyonunun, mağlup edilmiş bir ulusun yaşadığı büyük hayal kırıklığına uygun düşmesiyle açıklanıyor. İnsan yaşamının düzenindeki temel çelişki, Spengler’a göre kırsal kesim ile şehir arasında bulunmaktadır. Spengler devamla topraktan tedricen kopmasıyla şehrin sonunda ülkeyi batırdığını görmediğimiz müddetçe siyasal ve ekonomik tarihi kavrayamayacağımızı söylüyor (syf:41-49). Louis Wirth, Spengler’in şehir karşıtlığında ve kırsal mistisizminde kendine bir sığınak bulamayacak derecede kentli bir tip idi. Ona göre kentleşme, şehre özgü yaşam biçimini kümülatif vurgusuna işaret etmektedir. Wirth’e göre etkileşim içerisinde kişilerin sayısındaki artış, kişilerin tam olarak temas kurmalarını imkansız kılar. Simmel, Spengler ve Wirth’in kentsellik anlayışlarına bir araya getiren özellik, “Kentsel mantalite üzerine araştırmaların toplanma noktasıdır”. Simmel’in araştırma analizi hiç değilse teorik açıdan, kendisinin insanlar arası yaşamdaki içeriği olmayan ruhsal boyutlar arası biçimlerin kentleşmesi şeklinde tanımladığı sosyolojinin göreviyle uygunluk arz etmektedir. Sonuç olarak her ne kadar Simmel kentselliği bir kırsal mistisizm çerçevesinde sunma hatasını yapmıyorsa da, kendi malzemelerini ampirik incelemenin dışına koyar şekilde tanımlama eğilimindedir (syf:50-55). Şehir Teorisi Konusunda Avrupa’daki Gelişmeler 19.yüzyılın son çeyreği ile 20.yüzyılın ilk yirmi yılında şehir teorisi, çok büyük bir iç evrim geçirmektedir. Amerikan şehir teorisinin kendine özgü bir takım özellikleri, Amerikan teorisyenlerinin Avrupa’daki bu başlangıç gelişmelerinden kendilerini çok büyük bir ölçüde koparmış olmalarını açıklamaktadır. Avrupalı şehir araştırmaları tarihsel araştırma materyallerine yönelikken, Amerikalı araştırmacılar şimdiki zamana yönelikti. Avrupalı araştırmacılar bin yıldır ilgi çeken şehirlerden materyallere sahipken Amerikan şehirleri çoğu durumda birkaç on yıllık ömrü vardır. Amerikalı bir araştırmacı, Avrupalı bir teorisyeninin çalışmalarına daldığında, genellikle o çalışmaya sadece bir eski tarih gibi bakma 10
eğilimindeydi. Amerikalı şehir araştırmacıları, kendilerini büyük ölçüde Avrupa’nın şehir teorisinin akıntısından uzak tuttular. Amerikan şehir teorisyenlerinin kendilerine şehrin tarihsel geçmişine ilişkin araştırmalardan uzak tutmalarının sonuçları arasında bilimsel anlayışlarının diğer alanlarında yasaklanmış olan sınırlı bir tolerans vardır (syf:56-57). Şehir zaman içerisinde ekonomik bir işlevle tedricen ortaya çıkmış özgün bir kurumlar sistemiydi. Strong, yönetimde ademi merkezileşmenin bazen yozlaşmanın merkezileşmesine ortam hazırladığı gerçeğini tamamen görmezden geliyordu. 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan şehir teorilerinin aralarındaki pek çok farka rağmen iki genel özelliği vardır. Bu teorilerin hepsi, sosyal hayatın her biriminin karakteristiklerini kurumlarca belirlendiğini varsayıyor. İkinci olarak, genellikle hepsi, insan toplumunun evrimsel ve tarihsel bir ürünü olduğunu, bu yüzden toplumsal olayların açıklamalarının kökenlerin keşfini içerdiğini varsayıyor (syf:58-61). Şehir teorisine öncülük eden Fustel de Goulanges, şehrin önemli bir kurumu olarak dini alıyordu. Şehir öncesi toplumun ilk çeyreğinin aile olduğunu savunuyordu. Şehrin kurulmasında kritik nokta, dini birlik ve şehrin kalbinin kırılmasıydı. Şehri, ortak ibadet için yeni bir sığınak biçimini aldı. Kadim şehir, dini bir topluluktu. Glotz, farklı aile ve şehir ilişkileri bakımından mümkün olan şehir tipleri anlayışıyla Fustel de Goulanges’in teorisini hayli geliştirdi. Goulanges gibi Glotz’da aileyi gerek devlet gücünün gerekse bireyselliğin içinden çıkabileceği çekirdek yapı olarak ele alıyordu. Henry Sumner Maine karşılaştırmalı hukukun, insan ırkının ilk durumunun ataerkil ailenin egemen olduğu bir durum olduğunu kanıtladığını öne sürüyordu. Maine’a göre, daha karmaşık tüm sosyal biçimler içinde önemli mesele, ülkesellik ilkesinin yerine akrabalığın konulmasında ve bireyin ailedeki statüsünden soyutlayan, hukuk düzeninde gerçekleşen ve bireye çoklu sözleşme ilişkilerine girme özgürlüğü kazandıracak dönüşümünde yatmaktaydı. Maine’ın analizinde şehir akrabalık ve aile yerine sözleşme ve toprağa dayanan bir hukuki yapıdır. Onun analizinin etkisi akrabalık ve toprak ilişkilerini kurumsal açıdan merkezi odak altına tutmak ve dikkatleri kentsel teoriden hukukun evrimine çekmek oldu. Maitland, kısmen Maine ile hemfikirdi. En azından, “ilçe topluluğunun birlik oluşturduğu; köy topluluğunun ise böyle olmadığını” öne sürüyordu. Keutgen’in geliştirdiği askeri şehir teorisidir. Buna göre şehirler acil durum amaçlı kullanılan ve civar sakinlerinin korunmak için sığındıkları kalelerdir. Pirenne, bir şehri oluşturmada iki özelliğin gerekli olduğunu, bunlardan bir orta sınıf nüfusu ile bir topluluk örgütlenmesi olduğunu öne sürüyordu. Pirenne’e göre hayati nokta kendini kırsal bölgelerle ve kurumlarıyla çelişki içinde bulan yeni bir tüccar sınıfının gelişmesiydi. Pirenne’e göre şehir tüccarlar topluluğudur (syf:62-67). 11
Max Weber ve Avrupa Şehir Teorisi Avrupa şehir teorisinin bakış açılarının çeşitliliğinin ve özel noktalarla belli alanlarda birikmiş bir tarihsel araştırma yığının varlığına işaret etmektedir. Simmel ve Weber aynı soruna eğiliyorlardı. Simmel, şehir meselesini neo-Kantiyen formelizm çerçevesinde uzmanlaşma ile çözmeye çalıştı. Weber’de şehir çoğu kere, büyük bir kalabalığın yoğun bir şekilde yerleştiği ve sakinlerinin birbirleriyle karşılıklı kişisel tanışıklıklarının olmadığı kadar geniş bir koloni olarak oluşturdukları bir alan olarak düşünülür. Weber’in teorik kalkış noktası farklıydı ve prensip olarak Simmel’in şehir konseptini tümüyle yeterli bulmazdı. Weber’in teorik bakış açısı en iyi şekilde, bir sosyal davranışçılık biçimi olarak tanımlanabilir. Simmel gibi Weber’de, sosyolojik analizi, ruhsal boyutlar arası biçimlerin nitelendirilmesiyle sınırlandırmak
istemiyordu.
Öte
yandan
son
derece
nominalistti
ve
Spengler’in
somutlaştırılmış sosyal psikolojisi gibi, “üst-ruhlar” benzeri yapay varlıklar icat etmek durumda kalan her sosyolojik yaklaşıma şüpheyle bakıyordu. Weber sosyolojisinin görevini insanın etkileşimlerini sadece dışsal olarak değil anlamlı boyutlarıyla da olduğu görüşündeydi. Max Weber’in kavramlarıyla Avrupa şehir teorisi “kurumsal” şehir teorileridir. Simmel ve Weber’e göre de toplum, sonunda sosyal etkileşime ya da insanlar arası anlamlı davranışa indirgenmektedir. Ancak Simmel bunu biçim ve içerik olarak analiz ediyor ve sosyolojiyi de biçiminin incelenmesiyle sınırlandırıyordu. Max Weber ise biçim ve içerik arasındaki ayrımı önemsiyor, sosyolojinin görevini sosyal eylemin nedensel yorumu olarak düşünüyordu. Simmel gibi Weber’de, şehirde her işin bir meslek olma eğilimi taşıdığını kabul ediyordu. Weber’in şehir teorisinde sosyal eylemler, sosyal ilişkiler, sosyal kurumlar ve topluluk gibi kavramlar bulunmaktadır. Weber’in genel yaklaşımı şehir kavramının dünya tarihinden kanıtlar açısından gözden geçirmekti. Bu temelde kentsel topluluk kavramını geliştirmiştir. Özel bir güçler sistemi olarak kentsel topluluk her yerde ortaya çıkamazdı. Özel bir güçler sistemi olarak şehir yalnızca özel koşullar altında ve zaman içerisinde ortaya çıkıyor. Weber’in çalışmasının önemli bir kısmı, farklı koşullar altındaki çeşitli bölgelerde şehrin tedricen doğuşu ve güç kompozisyonunun yapılanmasına ve giderek özgün bir biçimde istikrar kazanmasına ayrılmıştır (syf:67-74). Max Weber’in Amerikan Şehir Teorisi Açısından Geçerliliği Siyaset bilinci ele aldığı konulara bir kurumun bakış açısından bakmak durumundadır. Şehri ele aldığı zamanda kalkış noktası şehir yönetimi olur. Siyaset bilimcilerin kentsel topluluk araştırmalarını Weber’in kine yaklaşan bir biçim alma yolundaki eğilimi vardır. Wilcox, Amerikan şehir meselesini hayli sosyolojik bir yaklaşımla formüle ediyordu. Onun gözlemi, şehirlerde bireyin tabi olduğu dürtünün büyüklüğünü, kaçınılmaz olarak demokrasi 12
üzerine bir baskı uyguladığı idi. Sonuçta çarpıcı bir anlamda şehre onun kurumları açısından ve bünyesindeki çeşitli sosyal süreçler açısından yaklaşım Max Weber’in çalışmasında gördüğümüz türden bir teorik oluşuma yol açar. Wilcox’un kuvvetle sosyolojik karakterli eğilimlerinin tesadüfi olmaması, aksine şehrin kurumlarından biri yoluyla yapıldığında şehir analizinin bir ürünü olması, Munroe’nun çalışması ile görülebilir. Munroe, Amerikan şehrinin yozlaşmasının büyük ölçüde, 19. Yüzyıl başının kentsel yönetim yapısının aşırı hantal idari aygıtı sayesinde mümkün olduğunu görmüştür. Şehrin daha geleneksel bir yapıya dönüşü, doğru biçimde, demokrasinin başarısızlığı olarak değil, demokrasinin yasalarının normal işleyişinin bir ürünü olarak yorumlamıştır. Munroe, bir nüfus kitlesi olarak bile şehrin özel bir sosyal yapısı olduğunu düşünüyordu. Weber, tümüyle gelişmiş bir toplumsal topluluğun elzem parçalarından birinin, şehir istihdamının ve şehir ordusunun varlığı idi. Weber, şehir konusunda bu tür açıklamaları vardır (syf:75-80). 1.BÖLÜM Şehrin Doğası Şehrin Ekonomik Karakteri: Pazar Yerleşimi Şehir, bir veya daha fazla ayrı evler kümesinden oluşur ama görece kapalı bir yerleşim bölgesidir. Geleneksel olarak şehirlerde evler birbirlerine yakın inşa edilir. Bugün olduğu gibi çoğu zamanda duvarları birbirlerine bitişik yapılır. Yapıların bu şekilde kümelenmesi bizi niceliksel olarak büyük bir mahal olarak düşündürtmektedir. Oysa çağdaş Rusya'da bile nüfusu binleri bulan ve bu özelliği ile pek çok eski şehirden daha büyük köyler vardır. Demek ki şehri tanımlamak için büyüklük tek başına yeterli olmaz (syf:87-88). İktisadi bir tanımlamayla şehir, sakinlerinin hayatlarını tarımdan değil, esas itibariyle ticaret ve alış verişle kazandıkları bir yerleşim yeridir. Ancak ticaret ve alış verişin hakim olduğu tüm mahalleri “şehir” saymak da tümüyle uygun olmaz. Bu durumda, Asya ve Rusya'daki “ticaret köyleri” gibi aile üyeleriyle hemen hemen babadan oğula geçen bir tek ticari yapıdan oluşan kolonileri de “şehir” kavramına dahil etmek olur. Şehrin özellikleri arasına, pratikteki ticaretin yanı sıra kesin bir “çok yönlülük” boyutu da eklemek gerekir. Ancak bunun da tek başına şehrin ayırt edici özelliği olmaya uygun olmadığı görülür. Ekonomik çok yönlülük, en azından iki şekilde kazanılabilir: feodal bir toplumsal yapı ve bir pazarın varlığı. Feodal ya da prensliğe dayalı bir yapının ekonomik ve politik ihtiyaçları, ticaret ürünlerinde uzmanlaşmayı teşvik edebilir. Ekonomik çok yönlülük kurmanın diğer yöntemi, şehir için daha genel manada önemlidir: Buda, yerleşim mahallinde, geçici değil düzenli bir mal mübadelesinin varlığıdır. Pazar sakinlerinin hayatlarını kazanmalarında elzem bir unsur haline gelmiştir. Her pazar içinde bulunduğu mahalli bir şehre dönüştürmemiştir. 13
Periyodik panayırlar ve gezgin tüccarların belli zamanlarda mallarını birbirlerine ve müşterilere toptan veya perakende olarak satmak için buluştukları yıllık dış ticaret pazarları, çoğu kere, bizim köy diyebileceğimiz yerlerde gerçekleşiyordu. Sonuçta, “şehir”den bahsederken, yalnızca yerel nüfusun günlük ihtiyaçlarının ekonomik olarak önemlice bir kısmını yerel pazardan ve önemli ölçüde de yerel nüfusun veya hinterlandın çok yakın kısımlarındaki ahalinin pazarda satmak üzere ürettikleri ya da başka yollarla elde ettikleri mallardan temin ettikleri durumlardan söz edilebilir (syf:88-89). Çoğu kere bir pazarın varlığı bir lord veya prensin vereceği tavizlere ve koruma garantisine bağlıydı. Onları da genellikle, yabancı ticaret mallarının düzenli olarak sağlanması, geçiş ücretleri, mihmandarlık paraları ve diğer koruma ücretleri, pazar vergileri ve adli davalardan gelen vergiler ilgilendiriyordu. Böyle fırsatlar, lord veya prens için özel önem taşıyordu, çünkü parasal gelirinde ve değerli sikkeler hazinesinde artış demekti. Bununla birlikte şehrin, bir lordun veya prensin varlığına fiziksel ya da başka türlü bir bağlılığı olmayabiliyordu. Bu, şehrin uygun bir kavşak noktasında katıksız bir pazar yerleşimi olarak doğduğu durumlarda geçerliydi. Bu durum bilhassa Doğu, Kuzey ve Orta Avrupa'da görülüyordu. Şehrin, prensin saray halkına herhangi bir bağlılık veya taviz olmadan yabancı işgalcilerin, deniz savaşçılarının, ticari amaçla yerleşenlerin ve de ticareti yürütmeye ilgi duyan yerli unsurların birlikteliği ile doğabilmekte idi. Bu Ortaçağın başlarında sık sık görüldü. Sonuçta ortaya çıkan şehir, katıksız bir pazar şehri olabiliyordu (syf:90-91). Tüketici ve Üretici Şehir Tipleri Sakinlerinin ekonomik açıdan soyluların hane halklarının satın alma gücüne bağımlı olduğu prensin şehri gibi, daha fazla sayıdaki tüketicinin satın alma gücünün yerleşik esnaf ve tüccarların ekonomik fırsatlarını belirlediği şehirler de vardır. Gelirlerinin türü ve kaynağı bakımından daha büyük tüketici kitlesi, hayli farklı tiplerde olabilir. Legal ve illegal gelirlerini şehirde harcayan memurlar olabilir veya şehir dışından elde ettikleri kira gelirlerini veya siyasetin belirlediği gelirlerini şehirde harcayan lordlar yahut siyasal güç sahipleri olabilir. Örnek olarak Pekin bir memurlar şehri idi. Bunun tersi bir biçimde ise, üretici şehri tarafından sunulmaktadır. Şehirde nüfus ve satın alma gücündeki artış, Essen ve Bochum'da olduğu gibi fabrikaların, imalatçıların ve yabancı ülkelere arz edilen hazırlık endüstrilerinin söz konusu şehirde konumlanmış olmasına bağlanabilir. Ya da Asyatik, Eski ve Ortaçağ tipi şehirlerde olduğu gibi, mahallin zanaatkar ve tüccarları, mallarını uzaklara gönderebilirler. Ticaret şehri ve tüccar şehri, tüketici şehriyle yüz yüze gelmektedir. Ticaret şehrinin satın alma gücü ve vergi kapasitesi, üretici şehrinde olduğu gibi, yerel ekonomik yapıya bağlıydı (syf:91-94). Şehir İle Tarım Arasındaki İlişki 14
Şehrin tarımla ilişkisi, çok net olmamıştır. Geçmişte yarı kırsal şehirler vardı, halen de var, bunlar bir yandan pazar trafiğinin geçtiği mekanlar ve tipik kentsel ticaret merkezleri olarak işlev görürken, bir yandan da ortalama bir şehirden, yiyecek ihtiyaçlarının büyük bir bölümünü kendisi yetiştiren ve hatta satmak için üretim yapan büyükçe bir şehirli kitlesinin varlığı ile ayrılmaktadır. Normal koşularda, şehir ne kadar büyük olursa, şehir sakinlerinin yiyecek ihtiyaçları için topraktan faydalanma ve de köylerdeki gibi kendilerine yeterli bir otlak ve koruluğa sahip olma imkanları o derece azalır. Antik dönem şehirlerinin büyük çoğunluğunda başlangıçta bunun tam tersi durum hakimdi. Antik çağların tam şehirlisi, bir yarı köylü idi. Ortaçağda, Antikite de olduğu gibi, tarımsal mülkiyet, tüccar sınıfın elinde toplanmıştı. Bu durum Avrupa'nın güneyinde, kuzeyinden daha fazla geçerliydi (syf:95-96). Politik -İdari Şehir Konsepti Bir evler topluluğuna sahip olmasının yanı sıra şehir, kendisine ait toprağa dayalı mülkiyeti ve gelir ve giderlerinden oluşan bir bütçesiyle aynı zamanda iktisadi bir birliğe de sahiptir. Şehrin analizi için gerekli ek konseptler, siyasal niteliklidir. Bu da kendini, bizatihi kentsel ekonomik politikanın, sakinleriyle beraber şehrin siyasi egemenliğinin sahibi olan bir prensin işi olabileceği gerçeğinde göstermektedir. Bir kentsel ekonomik politikanın var olduğu böyle bir durumda bu politika, şehrin sakinleri için belirlenmektedir. Ancak bu durumda bile şehir, yine de, kısmen özerk bir birlik, özel siyasi ve idari düzenlemelere sahip bir topluluk sayılmalıdır (syf:97-100). Kale ve Garnizon Şehrin geçmişte, aynı zamanda bir kale yahut garnizon olması çok önemlidir. Şimdilerde şehrin bu özelliği tamamen kaybolmuştur; fakat geçmişte de tümüyle evrensel değildi. Sözgelimi Japonya'da bu bir kural değildi. Buna karşılık Çin'de her şehir devasa bir sur çemberi ile çevrilmişti. Sicilya gibi pek çok Akdeniz bölgesinde, şehir surları dışında bir kırsal kesim çalışanı ve sakini olarak yaşayan bir kişi, nerede ise bilinmemektedir. Bu yüzyıllar süren bir güvensizliğin sonucudur. Buna karşılık Eski Yunan'da Isparta şehri, surların yokluğuna rağmen bir garnizon şehri özelliğini taşıyordu. Kale veya sur, normal olarak, şark şehirlerine ve eski Akdeniz ve sıradan Ortaçağ şehirlerine ait bir özellikti (syf:101-102). Anglo-sakson döneminde İngiltere'de garnizon-şehir, bir idari bölge olan bir vilayete aitti. Spesifik olarak en eski kentsel yükümlülükler olarak bekçilik ve garnizon görevi, belli kişilere veya toprak parçalarına bağlıydı. Normal zamanlarda kaleler işgal edildiğinde, daimi bir garnizon olarak bekçiler ve vasallar bulundurulur, bunlara maaş ödenir veya topraktan ödeme yapılırdı. Askeri kale yapımı çok eskidir. Eski Çin'de Vedaların Hindistan'ında, Mısır ve 15
Mezopotamya'da, Kenan'da, İsrail'de, Homer epikleri döneminin Yunanistan'ında, Etrüskler, Keltler ve İrlandalılar arasında kale yapımı ve kale-prenslikleri son derece yaygındı. Kale yapımının, siyasal çözümleme döneminde Kuzey Hindistan'da Ganj Nehri üzerinde son derece yaygın, hakim uygulama olduğu kesindir. Hıristiyanlaşma döneminde Rusya'da kale yapımı hızlanmıştı. Aynı şey, İsrail konfederasyon zamanında Suriye'de Tutmosis'in hükümranlığında da kendini göstermiştir. Helen ve küçük Asya dünyasının deniz kaleleri, korsanlık kadar çok yaygındı. Ortaçağda siyasal olarak bağımsız bir yüksek sınıfın gelişmesi, İtalya'da Castelli ile başladı. Modern zamanlarda bile, Almanya'da bireysel milletvekilliği, ailenin bir kaleye sahip olmasına bağlı olmuştur (syf:102-104). Kale ve Pazarın Bir Kaynaşması Olarak Şehir Özel bir siyasal biçime dönüşmesinin ilk aşamasında kaleli şehir, bir kalede, yani bir kralın, soyluların veya şövalyeler birliğinin kalesinde şekilleniyordu veya o kaleye bağımlıydı. Bu soylu zevat, ya kendileri kalede yaşıyordu ya da orada paralı askerlerden, vasallardan ve hizmetkarlardan oluşan bir garnizon bulunduruyordu. Brugh'un evleri, istihkamını sürdürme görevini yerine getiren insanların mülkiyetinde idi. Kralın ve aristokrasinin garantisi altındaki pazar hukukunun yanında askeri hukuk kendini gösteriyordu. Şehirlerin pazar alanları, bazen aynı anda her iki fonksiyonu da icra ederken, siyasal yönelimli kale ile ekonomik yönelimli pazar, çoğu kere yan yana uyumlu bir birliktelik oluşturuyordu. Askeri talim alanı ve ekonomik pazar, mekan olarak her yerde aynı değillerdi. Mesela Eski Atina'da, öte yandan eski zamanlarda Roma'da comitium ile campus maritus, ekonomik nitelikli fora'dan ayrıydı. Benzer biçimde İslam şehirlerinde de savaşçıların tahkim edilmiş kampı olan kasbah (kale, hisar) mekan olarak pazardan ayrı idi (syf:105-106). Siyasi nitelikli kalenin garnizonu ile iktisadi nitelikli sivil nüfusun arasındaki ilişki karmaşık, fakat şehrin kompozisyonu için her zaman son derece önemlidir. Nerede bir kale vardıysa, savaşçıların malikhanelerindeki talep ve ihtiyaçları karşılamak üzere zanaatkarlar gelip oraya yerleşmiştir. Bir prensin askeri hane halkının tüketme gücü ve bunun garanti ettiği koruma, tüccarları cezp ediyordu. Bundan başka lord, bu sınıfları çekmeye ilgi gösteriyordu, çünkü ya alışveriş ve ticareti vergilendirerek ya da sermaye koyarak sürece katılıp kendi parasal gelirini arttırma durumundaydı. Zaman zamanda lord, kendisi ticari girişim içerisinde bulunuyor, hatta tekeline alıyordu. Bireysel durumlar, lordun hane halkından bağımsız ama onun vergilendirmesine tabi biçimde ticaret ve imalat yapma ayrıcalıkları vermede prensin parasal gelirlere ilgisinin ne derece hakim olduğuna bağlı olarak değişiyordu. Diğer yandan lord, kendi ihtiyaçlarını kendisi gidermeye ve ticareti kendi tekeline almaya yönelebilirdi. Özel ayrıcalıklar vererek yabancıları cezp ederken lord aynı zamanda halen yerleşik durumda 16
olan ve kendisinin siyasi korumasına ve malikanesinin sağladıklarına bağımlı olanların çıkarlarını ve yerleşmiş kabiliyetlerini hesaba katmak zorundaydı (syf:106-109). Avrupa Şehrinin Birliğe ve Statüye Dair Özellikleri Tam anlamıyla kentsel topluluk, genel bir olgu olarak yalnızca Avrupa'da ortaya çıkmıştır. İstisnalara zaman zaman Yakın Doğu'da rastlanabiliyordu ama bunlar da çok azdı ve sadece ilkel biçimleriyle vardı. Tam bir kentsel topluluk oluşturabilmek için bir kentsel topluluk, alışveriş ve ticaret ilişkilerinin görece hakimiyetine sahip olmalı, bir bütün olarak yerleşim alanı da şu özellikleri sergileyebilmelidir: 1- kale 2- pazar 3- kendine ait bir mahkeme ve hiç değilse özerk bir hukuk 4- ilgili bir birlik biçimi 5- en azından kısmi bir özerklik ve kendi kendini yönetebilme ve sonuçta seçilmelerinde şehir sakinlerinin katılımının gerçekleştiği yetkililerce yönetilme. Geçmişte bu haklar normal olarak yüksek sınıfların ayrıcalıklarıydı. 18. yüzyılın şehirleri bile çok az ölçüde gerçek birer kentsel topluluktular. İstisnalar dışında Asya şehirleri, hepsinin pazarları ve kaleleri olmasına rağmen, hiçbir şekilde kentsel topluluk değildi. Çin'deki tüm büyük ticaret ve alışveriş merkezleri ve küçük olanlarında çoğunluğu, kalesi olan şehirlerdi. Bu Mısır Yakın Doğu ve Hindistan'daki ticaret merkezleri içinde geçerliydi. Ancak, şehir sakinleri tarafından özerk bir şekilde seçilen özel hukuk mahkemelerine sahip olmak, Asya şehirlerinin bilmedikleri bir şeydi. Yalnızca, loncalar ve kastların şehirlerde olmaları ölçüsünde mahkemeler ve özel hukuk geliştirebildiler. Çin'deki şehir sakini, yasal açıdan, ailesine ve atalarının tapınağının bulunduğu, kendisinin de bilinçli olarak ilişkisini sürdürdüğü köyüne aitti. Bu Rus köylüsünün statüsüne benzemektedir. Rus köylüsü, geçimini şehirde kazanır ama yasal olarak köylü kalır. Hindistan'daki şehir sakinleri, kastın bir üyesi olmayı sürdürmüştür. Şehirliler şehirde hukuk polisi tarafından bölümlenen semtler ve sokak bölmeleri gibi idari bölgelere aittiler. Şehrin idari birimleri olan semt ve sokak bölgeleri içerisinde şehir sakinleri kesin görevlere ve hatta bazen de haklara sahiptiler. Kimi zaman da kendi kendilerini yöneten bir veya daha fazla sivil-idari organ, kendi kendini yöneten sokak topluluklarından daha üst bir birlik olarak kurulurdu. Bununla birlikte, Antikite yahut Ortaçağ’dakine benzer bir şehir hukuku yoktu (syf:109-111). Köyde pek çok meselede, ihtiyar heyeti pratikte çok güçlüydü ve Pao-Chia onlara bağımlıydı. Hindistan'da da köy topluluğu, çok önemli durumlarda nerede ise tam özerkliğe sahipti. Bu durum Asya'da gerçekleşmedi, çünkü bu şehirler genellikle yüksek bir memurun veya prensin makamıydı, bu niteliğiyle de onun korumalarının gözetimindeydi. Ancak şehir, bir prenslik kalesiydi ve hukuki yetkileri elinde bulunduran kraliyet görevlileri tarafından yönetiliyordu. Çinli memur, özel bir durumda bir araya geldiklerinde klan ve mesleki birlikler gibi yerel birliklere karşı oldukça güçsüzdü. Klanların ve yerel birliklerin her birleşik ciddi 17
muhalefetinde Çinli memur görevini kaybetmiştir. Çin ve Hindistan'da loncalar ve diğer mesleki kuruluşlar, memurların kabullenmek zorunda kaldıkları yetkilere sahipti. Çin'de, Japonya'da ve Hindistan'da ne kentsel topluluk ne de yurttaşlık bulunmamaktadır. Japonya'da sınıfların örgütlenmesi tamamen feodal nitelikteydi. Samurai (atlı) ve kasi (atsız) yönetici memurlar, köylülerle ve kısmen mesleki kuruluşlarda birleşen tüccarlar ve esnaf ile karşı karşıyaydı. Ayrıca, köyler kendi kendilerini yönetirken, şehirler böyle değildi. Çin'de şehir, Japonya'da hiç bilinmeyen bir şekilde, bir kale ve kraliyet yetkilerinin resmi makamıydı. Hint şehirleri, kale ve pazar yeri olmalarının yanı sıra, kraliyete ait merkezler yahut kraliyet yönetimin resmi merkezleri idiler. Yakın Doğu'da ve Eski Mısır'da da durum benzerlik arz ediyordu. Eski Mısır’da yurttaşlık kavramı hiç var olmamasının tersi, Mezopotamya, Suriye ve özellikle de Fenike'de gelişmişti. Sermayesiyle ticaretle uğraşan toprak sahibi soylular, yalnızca Fenike'de egemenliklerini şehir devlet üzerinde sürdürmeyi başardılar. Sonuçta gerçek yurttaşlık ancak kısmen gelişti (syf:111-116). Akdeniz kıyılarında ve Fırat havzasında, Roma'da bir kentsel gelişmenin gerçek örneklerinin kendini gösterdiğine işaret etmektedir. Şehir, orada meskun olan bir aristokrat tarafından yönetiliyordu. Yetkileri esasen ticaretten elde edilen ve ikincil olarak toprak mülkiyetine, borçlu kölelere ve savaş esirlerine yatırılan parasal refahla ilgiliydi. Şehir aristokrasisinin gücü, şövalye savaşı için aldığı eğitimin bir ürünüydü. Roma asilleri gibi konsülleri olan bir aristokrasi, devşirme korumalarına güvenen karizmatik savaş kralının tiranlığınca tehdit ediliyordu. Yerleşik şehirli aileler, şehirdeki ekonomik fırsatlardan, toprak ve köleciliğe yatırımdan elde edilen servete dayanan bir güç pozisyonuna sahipti. Resmi ve hukuki bir kabulü olmamakla beraber prensler ve memurları, aristokrasinin gücünü hesaba katmak zorunda olması gibi. Bununla birlikte şehir, burada mutlaka bağımsız bir birliğe dönüştürülmüyordu. Sık sık bunun tersi görüldü. Mekke gibi Arap şehirleri, Ortaçağda tipik olan ve günümüze kadar da bu özelliğini sürdüren klanların yerleşimleriydi. 20. yüzyılın başlarında Mekke şehri şu resmi görevlileri tanımıştır: 1- Kağıt üzerinde, Türklerin ihdas ettiği yüksek idari konsey(meclis), otorite olarak görünüyor. 2- Gerçekte Türk vali, etkili otoritedir. Ve eski zamanlarda genellikle Mısır'ın yöneticisi gibi muhafız konumdadır. 3Otorite, onaylanmış haklara sahip dört kadı ile paylaşılmaktadır. Kadılar hep Mekke'nin asilleridir. 4- Şerif, aynı zamanda, soyluların şehir birliğinin de başıdır. 5- Loncalar, özellikle kılavuzlar ve ardından kasaplar, mısır tacirleri ve diğerleri 6- Şehir semtleri, kendi ihtiyarlarıyla birlikte kısmen özerktir. Bu otoriteler pek çok açıdan kesin yetkiler olmaksızın birbirleriyle rekabet ediyorlardı. Soylular arasındaki işbirliği otoritenin etkili olmasında
18
belirleyici rol oynuyordu. Meskun şehirli aileleri, esirler topluluğu sayesinde elde ettikler kar payıyla sürekli olarak gücü elde tutuyorlardı (syf:116-119). Sağlam bilgilerin erişebildiği kadarıyla, kentsel bir ekonomik karaktere sahip ve normalde sadece aileleri ve mesleki birlikleri yaygınlaştıran Asya'nın ve Avrupa'nın yerleşim yerleri, topluluk eylemlerinin araçlarıydılar. Topluluk eylemi bir kentli sınıfın ürünü değildi. Geçişler elbette ki akıcıdır ama aslında, kimi zamanda yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca nüfusu barındıran en büyük yerleşimler bu olguyu sergilemektedir (syf:120). 2.BÖLÜM Avrupa Şehri Mülkiyet Hakları ve Kişisel Hakların Durumu Ortaçağ Avrupa şehri, Asya'daki benzerleriyle çarpıcı bir karşıtlık arz etmektedir. Asya ve Şark şehri gibi Avrupa şehri de bir pazar yeri, bir alışveriş ve ticaret merkezi ve kale idi. Tüccar ve zanaatkar loncaları, her iki bölgede de bulunabilir. Şehirde yaşayanlar için özerk anayasaların yapılması bile ortak bir özelliktir ve sadece derece farkları vardır. Bundan başka hem Antik hem de Ortaçağ Avrupa şehri, bünyesinde, kiraya verilmiş çiftliklerle şehir dışında malikhaneli topraklara sahip olan ailelerin şehirdeki evlerini barındırıyordu. Bunların yanında, şehirde ekonomik faaliyetlere katılımdan gelen kazançlar sayesinde genellikle büyük ölçekli şehir arazileri de vardı. Dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi, şehirdeki toprak mülkiyetine uygulanan hukuk tarım toprağına uygulanandan farklıydı. Prensip olarak kentsel toprak mülkiyeti her zaman devredilebilir, engelleme olmadan miras bırakılabilir. Oysa şehir dışında malikhaneli araziler ve köylü toprakları çok çeşitli biçimlerde köyün, pazar topluluğunun veya her ikisinin lehinde sınırlamalara tabidir. Asya'da ve eski dünyada bu Ortaçağ Avrupa'sında olduğu kadar sıklıkla meydana gelmedi (syf:123-124). Meydana çıktığı her yerde şehir, dışarıdan güçlerle ortak bir yerleşim şeklinde ortaya çıkmıştır. Şehir, çok değişik toplumsal ortamlardan her zaman unsurlar barındırmıştır. Sınavlarla belirlenen memur adayları ve memurlar, ayak takımı olarak ve Doğu Asya'daki çirkin işleri yapanlar olarak küçümsenen okuma yazma bilmeyenlerle bir arada bulunurlar. Hindistan'da çok çeşitli kastlar, faaliyetlerini yan yana sürdürür. Klanlarda örgütlenen kan bağı olan akrabalar, Yakın Doğu'da topraksız zanaatkarla birlikte görülür. Antikite'de hür insanlar, köleler ve esirler, soylu toprak sahipleriyle, onların saray erkanı ve hizmetçileriyle birlikte vardır. Sonuçta şehirde, tamirat işleri ve surların korunması gibi faaliyetler bile kalenin vasallarına bırakılabiliyor ya da kalenin yönetimi hukuken ayrıcalıklı başka kişilere emanet edilebiliyordu. Bu durum Akdeniz Antikitesinde özellikle belirgindi. Şurası bir gerçektir ki her ne kadar başlangıçta yasal olmasa da şehir sakinlerinin büyük kesimi sadece 19
lorda vergi veriyorlardı. Lord özgürlük bedeli olarak şehir de ve belli alanda çalışmalarına izin veriyordu. Bir insanın özgürlüğünü satın alabilme fırsatı, özgür olmayan küçük şehir sakinlerinin ekonomik faaliyetini canlandırmaktaydı. Rusya'da olduğu gibi Antikite Avrupa şehri, parasal kazanım yoluyla kölelikten özgürlüğe yükselmenin çoktan mümkün olduğu bir yerdi. Orta ve Kuzey Avrupa şehirlerinde, şu ilke ortaya çıkmıştı: “Şehrin havası insanı özgürleştirir”. Sonuçta, şehirlerde sınıf temelli farklılıklar ortadan kalktı (syf:124-127). Ortaçağ sınıfları açısından bir ayrım azalırken, sonuçta yeni bir statü farklılaşması kendini göstermekte, diğer şehir halkına göre ekonomik bağımsızlıkları ve güçleri sayesinde memuriyet makamlarını tekellerine alan aristokratik ailelerin doğuşuna tanıklık etmekteydi. Şövalyeler ya da muhafızlar genel şehir halkı ile birlikte bir şehir aristokrasisini oluşturmaktaydı. Statüye göre sınıflandırma ortadan kalkmıştır. Bu da şehrin dışındaki soylular sınıfı için artan gerilim demekti. Ortaçağın sonunda, modern zamanların başında neredeyse tüm şehirlerde bir kentsel aristokratik konsey ya da kentliler konseyi egemendi. Antik dönem şehri ve daha az ölçüde de Ortaçağ şehri, Asya ve Kuzey Avrupa şehirleri arasında bir geçiş aşamasını oluşturmaktadır (syf:128-129). Kardeşlik İlişkilerinin Kurulması ve Şehrin Oluşumu Eski ve Ortaçağların tam olarak ortaya çıkmış şehri, kardeşliğe dayalı bir birlik olarak oluştu ve öyle de yorumlandı. Bu nedenle kural olarak bu şehirler sakinlerinin birlik kültünü yansıtan uygun dini sembole sahipti. Genellikle, münhasıran şehirliler için bir şehir tanrısı ve bir şehir azizi vardı. Avrupa'da şehir birliği mülkiyete sahipti ve mülkiyeti kontrol ediyordu. Akdeniz şehirlerinde kentlilerin özel özgürlüklerinin nedenleri ardında en önemlisi, sihirli ve animistik kast ile akrabalık kısıtlamalarının yokluğudur. Şehir insanının homojen bir statü grubuna dönüşmesini engelleyen toplumsal oluşumlar değişiklik göstermektedir. Çin'de bu engelleyici faktör dışarıdan evlilik ve aşiret içi akrabalıktı. Hindistan'da ise patrimonyal kralların ve Brahmanların zaferinden bu yana şehir sakinlerinin toplumsal ve yasal eşitliğe sahip bir statü grubunda kaynaşmalarını engellemiş olan özel tabularıyla topluluk içi evliliğe dayalı kast sistemi olmuştur (syf:130-131). Çinlilerin atalar kültü gibi ailenin sosyal seremonilerinin aile üyesi olmayanlara kapalı olması Antikite'de de geçerli bir durumdu. Antik dönem şehri, başlangıçta resmi olarak bir aileler örgütlenmesine, dayanıyordu. Bunlardan bazıları tamamen yerel nedenlerle diğerlerinden daha üstündü. Böyle soy toplulukları dışsal olarak katı, dışlayıcı kült birlikleri oluşturuyordu. Şehirler kısmen soydaş gruplar federasyonlardı, kısmen de askeri bir karakter taşıyordu. Sonuçta Antikite şehirleri yalnızca dışarıya kapalı kutsal yapılar olmakla kalıyordu; içeride de konfederasyon ailelerden olmayan herkese yani pleblere de kapalıydı. Kadim şehir 20
sakinlerinin gözünde giderek bir kurumsallaşma topluluk haline gelme eğilimi taşıdığını belirtmiş bulunuyoruz (syf:132-134). Şarkta Kentsel Gelişmenin Önündeki Esrarengiz Engeller Avrupa'da, Hindistan'ın ekvator bölgesindekiler türünden engeller yoktu. Aynı şekilde kardeşlik ilişkilerinin Asya'da kentsel bir birliğe yol açmasını engelleyen klan örgütlenmesinin, totemizm, atalar kültü ve kast sistemi gibi esrarengiz engeller yoktu. Ortaçağ şehrinin politik-idari örgütlenmesinde kilise camiasının oynadığı rol klan birliklerini bozmakta Hıristiyanlığın karakteristik etkisinin pek çok belirtisinden sadece bir tanesidir. Buna karşılık hilafet konusundaki iç çatışmaların tüm bir tarihi İslam’ın Arap kabile ve klan birliklerinin kırsal bağlarından hiçbir zaman kurtulamadığını, fakat kabile ve klan koşullarında yapılanan fetihçi bir kolun dini olarak kaldığını göstermektedir (syf:134-136). Kardeşlik İlişkileri Kurmanın Önkoşulu Olarak Klanların Bozulması Ortaya çıktığı her yerde şehir, esas itibariyle o mekana daha önceden yabancı olan insanların yerleşimiydi. Çinli, Mezopotamyalı, Mısırlı, hatta ara sıra Yunanlı savaş prensleri şehirler kurarak buralara yalnızca gönüllü yerleşimciler değil, kaçırılmış insanları da talep ve imkanlar ölçüsünde yerleştirirdi. Bu en sık biçimde Mezopotamya'da gerçekleşmiştir. Buraya zorla yerleştirilenler öncelikle çölde şehrin doğusunu mümkün kılan sulama kanallarını kazmak zorundaydı. Resmi aygıtı ve idari memurlarıyla prens şehrin mutlak hakimi olarak kaldı. Bu da genellikle herhangi bir toplumsal birliğin ortaya çıkmasını tümüyle engelliyor ya da en iyi ihtimalle bu tür birliklerin başlangıç aşamalarının oluşumuna izin veriyordu. Çin'de şehri mesken tutanlar normal olarak kendi yerli kırsal topluluğuna bağlıydı. Rus köylülerinin durumu da buna benzerdi, hem topraktaki haklarını hem de köy işlerine katılma görevlerini korudular. Ortaçağ şehrinde özellikle de Kuzey Avrupa'da. Burada yeni kentsel oluşumlarda şehirliler yurttaşlığa tek tek kişiler olarak katıldılar. Yeni kentsel kurumlar kentsel ayrıcalıkları yeni gelenlere bir cazibe unsuru olarak sunuyordu. Avrupa şehirlerinin tipik özellikleri; şehir kilisesi, şehir azizi, kent sakinlerinin Aşai Rabbani ayinine katılmaları ve şehir tarafından kilisede resmi kutlamalar yapılması idi. Bunların içerisinde Hıristiyanlık klanı son ritüelistik önemden yoksun bıraktı. Çünkü tanım gereği Hıristiyan topluluğu klanların ritüelistik birliği değil, inançlı bireylerin günah çıkarmaya dayalı birliği idi. Ortaçağ şehrinde bireyin yurttaşlık sıfatını kazanabilmesi, Antikite de olduğu gibi uygun klana üyelikten çok toplumun dini açıdan eşitliğinde görülmekteydi (syf:136-140). Klanın Eski ve Ortaçağ Şehri İçin Önemi Ortaçağ Avrupa şehri, ekonomik açıdan bir ticaret ve alışveriş merkezi, politik ve ekonomik açıdan bir kale ve garnizon, idari açıdan bir mahkeme bölgesi, sosyal açıdan 21
yeminli bir konfederasyondu. Ortaçağ kentsel topluluğunun doğuşu ancak aşamalarla gerçekleşti. I. Edward zamanına kadar şehirler tüzel kişiliğe sahip değildi. Ancak bu zamanda şehirler şirketlerin statüsüne kavuştular. Sadece İngiltere'de değil tüm Avrupa'da doğmakta olan kentlerin yurttaşları, başlangıçta politik olarak ele alınıyordu. Üyelik sıfatı kentte toprak mülkiyetine spesifik görev ve ayrıcalıklara sahip olmakla kazanılan pasif bir tapınma birliği olarak şehir destekleniyordu. Aslında doğrudan ekonomik yollarla kentli insana fayda sağlayan o önemli hakları resmen elde edenler, şehirde yaşayanlar değil, koruyucularıydı (syf:142-143). Kent mahkemesi, başlangıçta ya kraliyet mahkemesiydi ya da malikhaneninki. Şehir değişik ölçülerde özerk ve kendi kendini yöneten bir kurumsal birliğe dönüştü. Şehir aktif bir bölgesel şirkete dönüşme eğilimi taşıyordu. Ortaçağ şehrinin ortaya çıkışında şu nokta merkezi önemdeydi: Kentlilerin ekonomik çıkarları onları kurumsal bir birliğin oluşumuna doğru ittiğinde, onlara ne esrarengiz/dini engellerin varlığı ne de siyasi üst bir birliğin rasyonel yönetimi mani olabildi. Ortaçağda özerk ve kendi kendini yöneten şehir birliğinin doğuşu, gerek Asya'daki gerekse eski çağlardaki kentsel gelişmeden ayıran bir gelişmedir. Şehrin ilk önce karakteristik özelliklerini geliştirdiği yerlerde kent anayasası, bir yandan şehir kralının, ihtiyarlarının, iktidarının, askerlik hizmetine tam olarak ehil olan ailelerden gelen soyluların egemenliğine dönüşümünü temsil etmektedir (syf:143-145). Avrupa’da Yeminli Konfederasyon Kentsel hakların kökeni her yerde aynı değildir. Yurttaşlar birliği genellikle ferman veren otoriteyle ve değişen derecelerde özerklik ve öz yönetim içeren sözleşmeler yoluyla ortaya çıkmıştır (syf:146). Kentsel Birliğin Sosyolojik Önemi İtalyan Conjuratio'nun(yeminli birliğin) gerçek vatanıydı. Örneklerin ezici bir çoğunluğunda İtalyan kent anayasası, Conjuratio ile başlıyordu. Topluluğun ortaklığı olarak, daha sonra gelen şehirlerin siyasi birliğinin temelini hazırlayan Conjuratio, somut amaçlar için sınırlı süre ile geçerli olacak şekilde hazırlanıyordu. Bu nedenle de sona erdirilebilir nitelikteydi. İlk dönemlerde aynı surlar içerisinde zaman zaman birkaç tane conjuratio bulunabilirdi. Ancak yalnızca tüm topluluğun yeminli birliği daimi önem kazandı (syf:147149). Yeminli kardeşliğin başlangıçtaki gayesi, orada ikamet eden toprak sahiplerinin saldırı ve savunma amaçlı, anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümü ve adaletin şehir sakinlerinin çıkarına olacak şekilde yönetilmesi için birliği idi. Unutulmaması gereken bir başka amacı da şehrin ekonomik fırsatlarını tekelleştirmekti. Sadece birlik üyesi olanların kentsel ticarete 22
katılmalarına izin veriliyordu. Sonuçta bu toplu pazarlık, keyfi vergilendirmenin yerine toptan ya da sabit vergiyi yerleştirdi. Daha 11. yüzyılın son on yıllarında, yıllık olarak seçilen ve sayıları her şehirde zaman zaman bir düzineyi bulan konsüller kendini göstermeye başlamıştı. Bu konsüller ya kent halkının tamamı tarafından doğrudan resmi olarak ya da bir seçim delege birliği biçimindeki bir soylular heyeti tarafından seçiliyordu. Kent halkının seçtiği ve her zaman oybirliğiyle onaylanan bu soylular kurulu, gerçekte oy kullanma hakkını gasp etmişlerdi. Maaşlı olan ve önkoşullara tabi olan konsüller, yargı ve üst komuta görevlerinin önemli bir kısmını ele geçirerek devrim niteliğindeki bu zorla el koymayı tamamladılar. İlk yeminli konfederasyonlar, sınıfların şu şekilde ayrılmalarını temin ediyordu: asıl vasallar, düşük vasallar, papazlar, kale lordları ve cives miliores. Bu gruplara resmi görevler ve mecliste orantısal temsil imkanı tanınmaktaydı. Ancak çok geçmeden toplumsal devrim hız kazanacak, feodalizmin iç kalıntılarına karşı direniş gelişecektir. Şehir devrimleri sürecinde, yasal yollarla kazanılan mevzilerden biri de, özel bir kent hukukunun kurulmasıydı. Kentlilerin yasal kazanımlarından bir diğeri de, şehir otlaklarının şehirli olmayanlarca kullanımının yasaklanmasıydı. Sonuç olarak, kentsel hukuk eski feodal hukuk ile bölgesel birimlerin hukuku arasında bir yerde yer almaktaydı. Bu bir sınıf hukuku, yani yeminli bir konfederasyonun üyelerinin hukukuydu (syf:149-152). Cermenik Kuzey’de Kardeşlik Kuzeyde kentsel topluluğun kökeninde önemli rolü olmayan birlikler, güneydeki conjuratio’ya benzemiyordu. Fransa’nın kuzeyindeki şehir birlikleri şirketlere has diğer özellikleri olmaksızın, esas itibari ile barış amacı ile yeminli birlikler olarak kurulmuşken, kuzey ülkeleriyle İngiltere’deki şehir birlikleri, düzenli biçimde bir şirket karakterine sahiptir. Halen geçerli inancın aksine şehirler lonca şirketlerinden kaynaklanmamış; loncalar, protoşehirde sağlanan ortamda doğmuştur. Toplumsal-dini kardeşlikler, genellikle resmi mesleki birliklerle, yani tüccar birlikleriyle zanaatkar loncalarıyla yakın kişisel birlikle beraber yürüyordu. Çeşitli birliklerin özel durumda tezahür etme sırası önemli değildi. Genelde yanıldığının aksine mesleki birlikler kentsel topluluktan koparak doğmadı. Karlı işlerde çalışan şehirlerin oluşturdukları birliklerin kentsel topluluğun özerkliğini kurma hareketine katıldıkları her yerde genellikle yalnızca tüccar şirketlerinin müdahil olduklarını da belirtmek gerekir. Sonuçta bu türden kendiliğinden haklar verilmesi büyük ölçüde değişiklik gösteriyordu. Almanya’daki kent meclisi gibi idari bir organın başını çektiği bir şirket yapısı olarak yurttaşlığın kurulması prensler ve malikane lordların tarafından şehirlerin kuruluşunda veya daha sonra verilen şeyler arasındaydı. Meclis kurma hakkı, üyelerini özerk biçimde atama imtiyazı talep eden kentlerin özellikle önemli bir özgürlüğüdür. Başlangıçta şehir 23
birliğine aktif üyelik, miras bırakabilir, satılabilir, mecburi hizmetlerden muaf veya kiradan muaf ya da sadece sabit bir miktarda tabi olan kent toprağına sahip olmaya bağlıydı (syf:155162). Avrupa’daki Gelişmelerin Temel Bir Unsuru Olarak Yurttaşın Askeri Açıdan Yeterliliği Avrupa’da kentsel topluluğun kökenini açıklamak için bir başka faktörler dizisi daha göz önünde bulundurulmalıdır. Bu faktörler, kentin askeri yapısının, özelliklede bu yapının sosyoekonomik temelinin karakteristikleridir. Kendinden teçhizatlı askerlerin kurduğu askeri birlikler, Avrupa’da lordun onlara yeni ekonomik taleplerle yaklaştığı her durumda şekillenmiştir. Yalnızca Avrupa’da sınıflar bu birliklerden çıkmıştır. Bu birlikler ortaklığa dayalı, özerk kentsel toplulukların kökeninde yer alan temel unsurlardan biriydi. Avrupa’da Antikite’nin ilk dönemlerinden başlayan conjuratio’lar ve birlikler, askeri hizmetine ehil kentli tabakaların ittifaklarıydı (syf:163-164). 3.BÖLÜM Antik ve Ortaçağlarda Aristokratik Şehir Aristokratik Şehrin Doğası Çoğu kentsel oluşumda, yurttaş meclisi, topluluğun en yüksek resmi ve egemen organıydı, zira gerek ileri gelenler gerekse kentli toprak sahipleri yeminli şehir birliğine katılmaktaydı. Bu durum, çoğu kere resmi olarak da kurala bağlanıyordu. İlk zamanlar, ileri gelenler aslında tamamen baskındı ama çok geçmeden memuriyet ve meclis üyeliği, resmi olarak bile sınırlı sayıdaki aristokratik aile için ayrıldı. Kural olarak, ancak bu niteliğe haiz ve ekonomik faaliyetlerinde zaman ayırabilen kimseler meclise katılabiliyordu ve ortak yönetim sorunlarını tartışabiliyordu. İngiltere'de açıkça görülmekteydi. Spesifik siyasi çıkarları olmayan yurttaşlar ise, planlı toplantılardan uzak duruyordu. Ortak işlerin yönetimi, doğal olarak, servetleri ve askerlik için liyakat sahibi olmaları nedeniyle saygı duyulan kimselere devrediliyordu (syf:167-168). Her ne kadar resmi hukukla her zaman uyumlu olmasa da, özgür kent halkı, özel bir önde gelenler kliğinin öncülüğünde bir statü grubu olarak ortaya çıkmıştır. Bu ileri gelenlerin merkezi konumunun iki mümkün sonucu vardı: bunlar, ya kent yönetiminde katı ve yasal bir tekelleşme oluşturabilir ya da güçleri, bir devrimler silsilesiyle zayıflatılabilir veya yıkılabilirdi. Kent yönetimini tekeline almayı başarabilmiş ileri gelenlere “aristokratlar” onların etkili oldukları döneme de aristokratik yönetim denebilir. Çeşitli aristokratik yönetimlerin tek ortak unsuru, toprak mülkiyetine ve kendi ticaret kuruluşlarından
24
kazanılmayan bir gelire dayanan sosyo-politik güç idi. Aristokratik yönetim, bir kentsel asalet etrafında gelişmiştir (syf:168-169). Venedik’te Tekelci-Kapalı Aristokratik Egemenlik Venedik'in gelişmesi başlangıçta son dönem Roma ve Bizans kamu ekonomisinin taşıdığı toplu dua özelliğinin ortaya çıkardığı artan yerelleşme tarafından belirlenmişti. Bu yerelleşme politikası, Hadrian'ın hükümranlığı ile başlayarak, askere alımların yerelleşmesine yol açtı. Yerel garnizonların askerleri, giderek orada oturan nüfustan devşiriliyordu. Pratikte bu askerler, mülk sahiplerince kendilerine bağımlı nüfustan sağlanıyordu. Askeri birliklerin komutanları olarak tribune'ler, dux'a (lider) bağımlıydı. Tribune sağlayan ailelerin bir askeri soylular sınıfı oluşturduğu görülebilir. Venedik docası tribunal soylular ve din adamları tarafından seçildi. Doca, aynı zamanda büyük bir malikhanenin lordu ve bir tüccardı, posta trafiğini tekeline almıştı. Doca, yargıdan tutun her türlü yetkiyi tekelinde toplamaya başladı. Zanaatkarlar docaya karşı isyan başlattı ve bu da en çok fırsat kollayan soylulara hizmet etti. Sonuçta soyluların egemenliği oldukça demokratik hukuki biçimlerde başladı. Doca, resmi olarak sınırlayıcı formalitelerle katı bir şekilde kontrol edile maaşlı bir memur rütbesine indirildi. Venedik docası Dandalonun emirleri uyarınca tüm sömürge fetihleri, docanın adına değil, topluluk ve onun memurları adına meşrulaştırıldı. Docanın gücünün ortadan kaldırılması süreci bu şekilde tamamlanmış oldu. Daha sonra memuriyete kısa süreli atamalar yapıldı. Engizisyon mahkemeleri kuruldu (syf:169-173). Diğer İtalyan Topluluklarında Aristokratik Yönetim Gelişmeleri Venedik'te soyluların yönetimi zamanında bile diğer İtalyan topluluklarındaki gelişme farklı bir seyir izledi. Soyluların dışarıya kapalı tutulma ve içerde pasifizasyonu ihtiyacı, Venedik dışında aynı yoğunlukla hissedilmiyordu. Soylular arasında her yerde kesintisiz iktidarları döneminde bile, şiddetle cereyan eden kan davalarının sonucu olarak soylular, seçkinleri dışındaki tabakaları da hesaba katmaya mecbur kaldılar. Toprak ve bağımlı insanlar bakımında zengin aileler yüzyıllarca daha az zengin sayısız aile ile ittifaklar yaparak birbirlerine karşı durdular. Bu partiler rakip aileler ve onların müttefiklerini resmi görevlerden ve şehir yönetiminin sunduğu fırsatlardan dışlamaya çalıştılar. Çoğu kere rakiplerini yasa dışı ilan ettiler ve mallarına el koydular. İtalya'da ve bir takım civar bölgelerde, bir yandan onların adaletin rasyonel yönetilmesine ilgisi, diğer yandan da soyluların partilerinin karşılıklı kıskançlığı, bir anlamda soylulardan oluşan profesyonel memuriyetin partilerin rekabetin yarattığı boşlukta özel bir şekilde doğmasın imkan tanıdı. Podesta yönetimi, yerel aristokrasiden devşirilen ve resmi olarak seçilen ama gerçekte birkaç ailenin tekeline aldığı ilk zamanların tartışmalı “konsüller” yönetiminin yerini aldı (syf:177-179). 25
Podestanın kökeni, tam da toplulukların Staufic imparatorlar ile yoğun çatışmaları döneminde gerçekleşti. Podesta genellikle çekişmelerin parçaladığı bir toplulukta, kısa bir süre ile en yüksek yargı yetkileri ile atanmaktaydı. Podesta seçilmiş bir memurdu ve konsüllerinki ile karşılaştırıldığında yüksek sabit bir maaşı vardı. Atama amacına uygun olarak podestanın temel görevi kamu güvenliği ve düzenin özelliklede şehrin huzurunun korunmasıydı. Yargının kontrolüne sahipti. Zaman zamanda askeri güçten de sorumlu oluyordu. Podesta, kurumunun tek başına en önemli özelliği onun temsil ettiği ve soyluluğa dayanan bir profesyonel memuriyetin doğuşudur. Adaletin yönetilmesinin yabancı bir podesta için mümkün olabilmesi amacıyla hukuk kodifiye edilmeli, rasyonel bir şekilde ayrıntılandırılmalı ve yerel bir dengeye kovuşturulmalıydı. İlkeler için duyulan bu kaygıyla hukukun yerel bir bölge içinde uygulanması imkanı doğdu. Bu durumda hukukun rasyonel bir kodifikasyonuna özellikle de Roma hukukunun yayılmasına yol açtı (syf:179-181). İngiltere’de Kentsel Oligarşiye Kraliyetin Koyduğu Sınırlamalar Podesta büyük ölçüde Akdeniz bölgesiyle sınırlı bir olguydu. İngiltere'deki gelişmeler açısından kralın gücü önemlidir. Fatih William Londra'yı güç kullanarak almaya çalışmadı. Bu kente sahip olmanın İngiliz monarşisi için çok önemli olduğunun farkında olduğu için şehir sakinlerine tavizler vererek ve sözleşmeler yaparak onların saygısını kazanmayı başardı. İngiltere'de, Noman döneminde ve imparatorluğun birleşmesinin sonucunda şehirleri askeri önemi azaldı. Bu dönemin özellikleri, dışarıdan yönelen tehditlerin azalması ve şehirlerin dışında kendi istihkam kalelerini inşa eden büyük feodal baronların yükselişiydi. Bu uygulamayla baronlar, İtalya dışında Avrupa'da karakteristik bir model çerçevesinde feodal askeri gücü şehir halkından ayırma sürecini başlattılar. Şehir halkının krala veya soylularına karşı savaştığına dair bir bilgi yoktur. Kralın veya başka soyluların kalesinin kralı zorlamak amacıyla güç kullanarak ortadan kaldırılmaya çalıştığına dair bir bilgiye de rastlamıyoruz. Hukukun oluşturulması işi kralın ve kraliyet mahkemelerinin elinde kaldı (syf:182-184). Tudorlar zamanına kadar şehir, bir vergi kaynağı olarak önemliydi. Şehir halkının ayrıcalıkları ve trafik tekelleri karşılığında, kent halkına özgü vergi sorumluluğu söz konusuydu. Vergi, toplama işi başka kimselere verildiği için en zengin kraliyet memurları doğal olarak bu rantı alan en önemli girişimciler olan kentliler konumundaydı. İngiliz şehrinin oluşumunda tamamen ekonomik ve finansal çıkarlar belirleyiciydi. Kıta Avrupa’sı kentlilerinin conjuratio'suna İngiltere'de de rastlanıyordu ama burada tekelci bir loncanın oluşum modelini izlemiştir. Ayrıca İngiltere'de her yerde görülmemektedir. Sözgelimi, Londra'da yoktur. Neredeyse her yerde lonca, hukuken olmasa bile fiilen şehrin yönetici birliğiydi. Londra, kraliyetin ve bürokrasinin merkeziydi. Yasal bir sınıf olarak kentlilerin özel 26
konumu bünyesinde yarı feodal ve yarı-patrimonyal karakterdeki ulus ile sınıflar federasyonundan kopardıkları bir ayrıcalıklar yığınını barındırıyordu. Başlangıçta şehirler, köydekilerden farklı olarak krala karşı kutsal yükümlülüklerle dolu zorunlu birliklerdi. Sonunda şehrin kedisinin bir şirket kurma hakkı kazanmasıyla gelişme tamamlandı (syf:184186). Kral toplulukla ilişkisini topluluğun başında bulunanlar ile şerif ve jüri üyeleri gibi seçilen belediye başkanı yoluyla koruyordu. Finansal açıdan krallar yönetimlerini yerine getirebilmek için, ayrıcalıklı tabakalara son derece bağımlıydılar. Bu yüzden de kralların siyasi stratejisi, merkezi parlamentonun kontrol altına alınmasını hedefliyordu. Merkezi bir bürokratik aygıtın yokluğunda ve kraliyet gücünün merkezileşmesinin sonucunda, krallar seçkinlerin sürekli desteği olmadan ülkede daimi egemenliği devam ettirememeleriydi. Bu seçkinler de ancak, karşı güç oluşturularak kontrol altına tutulabilirdi. Siyasi birliğin temelini oluşturan şey, kent sakinlerinin yerel çıkarları değil, yerel ötesi çıkarlarıydı. Şehir meclisi üyeliği gibi başlangıçta yıllık seçilmelere dayanan makamlar giderek ömür boyu işgal edilmeye başladı (syf:187-189). Kuzey Avrupa’da Siyasi Seçkinlerin ve Loncaların Egemenliği Kuzey Avrupa'daki kentsel gelişme, İngiltere'ninkinden de, İtalya'nınkinden de farklıydı. Bu bölgede aristoratik yönetimin gelişimi, kalkış noktasını ekonomideki farklılıklardan ve kentli birliklerin kuruluş zamanındaki sınıflardan almıştır. Lonca yönetiminin gerçek başarıyı yakaladığı her yerde şehir buna uygun olarak dışsal gücünü en üst seviyede geliştirmeye, iç politika bağımsızlığını da azamiye çıkarmaya başladı (syf:190-191). Antikite’nin Karizmatik Klanları Krallık, klan karizmasına dayanıyordu. Krallık bir mülkiyet olmaktan çok görev gibi bir onur olarak algılanıyordu. Kral ordunun önderi idi ve soylularla birlikte mahkeme üyelerini oluşturuyordu. Krallık sıfatına haiz olduğu içinde tanrıların ve insanların temsilcileri olduğu düşünülürdü. Kralın gücü düzenli otoriteden ziyade kişisel nüfuza bağlanmaktadır. Isparta ve bir başka şehir örneği dışında klasik Yunan döneminde klan karizmasına dayanan krallık, yalnızca bölük pörçük ve benzerlikler çerçevesinde bulunmaktadır. Ortaya çıktığı zaman da hep bireysel olarak bir şehir üzerindeki krallık biçimindedir. Yunanistan'a ait örnekler kralın bu gücünü, aracı ticaretten biriktirdiği servet yığınına borçlu olduğunu gösteriyor. O döneme egemen olan şövalye savaşları, kendi savaş arabalarına, gemilerine ve takipçilerine sahip soyluların askeri bağımsızlığına dayanıyordu. Şövalyeler savaşı kralın savaş tekelini kırdı (syf:193-196).
27
Savaşçıların Kıyı Yerleşimi Olarak Eski Aristokratik Şehir Erken dönem tarih yazılarında Antikitenin tipik aristokratik şehrinin yapısı ayırt edilebilir. Temelde kıyı şehriydi. Şehir alanı dışında yaşam, kabilelerin sözlü siyasi birliklerine dayanan köylerde örgütlenmişti. Eski aristokratik şehrin kült sofra-topluluğu üyelik açısından nerede ise Hindistan kültleri kadar katı sınırlamalara tabi idi (syf:197-199). Ortaçağ Şehirleriyle Karşıtlıklar Tümü ile dışsal açıdan bile Antikitenin aristokratik şehir yapısı içerisindeki soylar, aşiretler ve soylu ailelerin sitereotip çokluğu Ortaçağların aristokratik şehri ile zıtlık arz etmektedir. Antik aristokratik yapının özelliklerinin içinden doğduğu çevrede ortamda da farklılıklar söz konusu idi. Ortaçağ aristokratik şehri, Avrupa kıtasındaki patrimonyal nitelikle büyük imparatorluklar içerisinde ve onların siyasal gücüne muhalefet çerçevesinde doğdu. Antikitenin aristokratik şehirleri, deniz kıyısında köylüler ve barbarların semtinde ortaya çıktı. Karşılıklı rekabet içinde bulunan birkaç soylu aile hep vardı. Zaman zaman da tek bir aile iktidarı elinde bulundurmuş, memuriyetleri de üyeleri arasında dönüşümlü olarak dağıtmıştır. Ortaçağdakiler de dahil tüm aristokratik yönetimlerdeki gibi, klana dayanan şehir memurlarının sayısı da azdı. Roma'da olduğu gibi soyluluğun zamanla süreklilik kazandığı yerlerde bu gerekli olmaya devam etti. Seçkinler yönetimi bir kere gelişince Ortaçağdakilerle Antikiteninkiler arasında başka benzerliklerde ortaya çıkmaktadır. Klanlar arası kan davaları, mağlup edilen klanların sürgüne gönderilmesi ve onlarında kuvvetle karşı saldırıya geçmeleri, şehirde yaşayan şövalyelerin birbirlerine karşı savaşları kendini göstermektedir. Yapabildikleri her durumda Ortaçağ ve Antikite şehirler başka şehirleri kendi uydularına dönüştürdüler. Uydu şehirler ana şehre tabi idi ve onunla memurları tarafından yönetiliyordu (syf:206-209). Aristokratik Şehrin Ekonomik Yapısı İktisadi açıdan Antikite ve Ortaçağ klanları kendi kendilerine yeterli ve bağımsız araçlarla yaşayan birimlerdi. Her iki dönemde de şövalye yaşam tarzı ve soy tek başlarına klan üyeliğini belirlemiyordu. Ortaçağ klanları eski devlet memurlarını ve özgür vasalları, şövalyeleri ve şövalye yaşam tarzını sürdürebilecek serveti biriktirebilmiş toprak sahiplerini kapsıyordu. Almanya ve İtalya'da klanların bir kısmı şehrin dışında kalelere sahipti. Loncalarla çatışmalar patlak verince taşradaki kalelerden çekilirlerdi (syf:209). İtalya'da feodal ve idari birlik içerisinde bir şövalye yaşam tarzı sürdüren tabakalar “Magnatez” ve “ Nobili ” olarak bilinirdi. Daha sonra loncalar kent yönetimi ele geçirdiğinde kaleleri olmayan şövalye aileler, genellikle şehirde kalmaya, yeni yönetime tabi olmaya hatta magnateze (Zengin ve güçlü insanlar) karşı askerlik hizmetine katılmaya zorlandılar. Ya şövalye olmayan aileler şehir dışındaki ikametgahlarını satışı ve transferi yoluyla soyluluğa 28
girebilirler ya da soylu aileler rantiyecilik şeklindeki yaşam tarzlarını terk ederek kapitalistik bir temelde kendi ticari faaliyetlerini üstlenebilirdi. Antikitede bile gerçek ticaret seçkinleri görülebilirdi. Yani seçkinlerin iktisadi karakteri geçiş-kendi ve yalnızca ağırlık noktası yönünden tanımlanabilird. Erken dönem Antikitenin ve Ortaçağın ilk dönemlerinin tüm önemli işletme biçimleri özellikle de komandit ve deniz kredileri, söz konusu para kreditörlerinin varlığına göre şekilleniyordu. Bu kreditörler, servetlerini somut bireysel girişimlere ve riski yaymak için genellikle çok sayıda girişimciye yatırırdı. Her girişim ayrı bir hesap ile yapılırdı (syf:209-211). Soylu ve tüccar arasındaki çizginin bulanıklaşması, sürecin özel önem taşıyan bir ürünüdür. Lonca yönetimi sırasında soylular kent yönetimine katılabilmek amacıyla loncalara katılmaya zorlanırken artık aktif bir girişimci olmamasına rağmen şehir sakini, lonca üyesi olmaya devam etti. Loncalarda örgütlenen üretici kentlerin öz yönetim mücadelesi kendini topluluk temsilcileri ile memurların seçim işlemlerine muhalefetinde göstermektedir. Seçim işlemleri yerel şehir semtleri ile onların temsilcilerinin elinde olduğu müddetçe şehirde ikamet eden soyluların iktidar konumu değişmedi. Mücadele giderek seçim işlemlerini loncaların eline geçmesine yol açtı. Teorik açıdan lonca üyeliği, yalnızca çıraklık ve üyeliğe kabul töreni yoluyla elde edilirdi. Gerçekte ise üyelik, giderek miras ve satın alma yoluyla kazanılıyordu. Ekonomik ve sosyal gerilimler loncaları tarumar ederken, loncalar toplumun memuriyet görevlerine ulaşabilen centilmenlerin seçim birliğine indirgendi. Tüm sosyolojik olgular için geçerli olduğu üzere, seçkin tipler her yerde büyük geçişkenlik sergilemekte idi. Bu tipik unsurların saptanmasına engel teşkil etmemelidir. Gerek Antikitede, gerekse Ortaçağda seçkinlerin ağırlık noktası, profesyonel bir girişimci olarak faaliyette değil, rantiyeci ve rastgele tüccar olmakta idi (syf:212-213). 4.BÖLÜM Plepler Şehri Bir Siyasi Birlik Olarak “Popolo”nun Devrimci Niteliği Soylu ailelerin yönetiminin yıkılma biçimi, Ortaçağ ve Antikitede büyük benzerlikler göstermektedir. İtalyan kentlerinde aristokratik yönetimin yıkılması, bu kentlerin kendine özgü doğasından kaynaklanan bir gelişme idi. Yani şehir dışı güçlerin müdahalesi olmaksızın gerçekleşmişti. İtalyan şehirlerinde podestanın doğuşundan sonra kentsel gelişme alanından bir sonraki önemli aşama popolonun (halk) ortaya çıkışıydı. Alman loncaları gibi popoladan ekonomik açıdan zanaatlardan girişimcilere kadar uzanan değişik unsurlardan oluşmaktaydı. Başlangıçta soylu ailelere mücadele ile girişimciler öncülük etmişti. Girişimciler soylulara karşı yeminli kardeşlikleri yaratıp finanse ederken, zanaatkar loncaları da mücadelede gerekli 29
insan gücünü sağlamıştır. Devrim bir kere başarıya ulaşınca lonca kazanımlarını pekiştirmek amacıyla çoğu kere topluluğun başına kendi temsilcisini koymuştur. Kentin oluşumu, ya lonca temsilcilerinin meclise kabul edilmeleri ile ya da soylular dahil kent halkının loncaya alınması ile dönüştürüldü (syf:219-220). Ortaçağ İtalyan Şehrinde Toplumsal Sınıflar Arasındaki Güç Dağılımı İtalyan popolosu hem siyasi hem de ekonomik bir olguydu. Bir siyasi alt-topluluk olarak kendi resmi, mali ve askeri yapısına sahipti. Başlangıçta bilinçli, gayrimeşru ve devrimci bir siyasi birlikti. Şehirlerde yerleşerek bir kent soyluluğu oluşturan, ekonomik ve politik gücün aşırı gelişimine dayanan şövalye yaşam tarzı sergileyen ailelerin varlığına karşıt bir durum oluşturuyordu. İtalya'daki böyle bir siyasi alt-topluluğun en yüksek görevlisine genellikle capitano popoli (halkın kaptanı) denirdi. Bu kısa bir süre için genelde bir yıl süre ile seçilen maaşlı bir görevli idi. Podestadaki gibi sıklıkla, bir başka topluluktan çağrılır kendi memur kadrolarını da beraberinde getirirdi. Popolo, bu göreviyle şehrin semtlerinden veya loncalardan toplanan bir militia verirdi. Loncaların bu seçilmiş görevlileri topluluğun kararına doğrudan katılıyordu. Halkı mahkemeler önünde koruma, kararlara itiraz etme, topluluk yetkilerine başvuruları düzenleme ve hatta doğrudan yasama sürecine katılma hakkını kendilerinde görüyorlardı. Popolo, tam gelişmesine ulaştığında kendi yasalarına ve mali kanunlarına sahipti. Popolonun yasal kurumları bir kere şekillenince, yürürlüğe girebilmeleri için yasaların, hem popolonun hem de topluluğun yasalarında kabul görmesi gerekirdi. 14. yüzyılda Pisa podesta’sı kendisinin ve yargıçlarının halkın ihtilaflarına asla karışmayacağına dair yemin etmeye zorlandı. Kimi zaman kaptan, podestanınkine rakip bir yargı yetkisi elde etti. Hatta kimi örneklerden podestanın kararlarını geçersiz kılmayı başardı. Kimi zaman sadece popolonun kararları tüm yurttaşları ilgilendiriyordu. Soylular çoğu kere, topluluk idaresine katılmadan geçici ve sürekli olarak açıkça dışlanıyordu. Lonca milislerinin başkomutanı olan kaptanın yanı sıra, gonfapnieredella guistizia, kısa süreler için atanan tümü ile siyasi bir görevliydi. Gonfaloniere halkı koruyor, soylulara yönelik mahkemeleri soruşturup sonuçlandırıyor, hukuki düzenlemelere uyulmasını kontrol ediyor ve çekilişte belirlenen bin kişiden oluşan derhal celbe tabi özel bir halk milis kuvvetine komuta ediyordu (syf:220-223). Objektif yönden popolo sisteminin özellikleri şunlardı: Şövalye yaşam tarzına sahip ailelerinin tüm üyelerinin dışlanması; seçkinlerin iyi davranışlarda bulunma taahhüdüne zorlanması; seçkinlerin ailelerinin tüm üyeler için kefalet altına sokulması; nüfuslu kimselerin siyasi suçları için özel bir ceza yasasının oluşturulması; bir soylunun, halktan birinin mülküne bitişik bir mülkü o kişinin mutabakatı olmadan elde etmesinin yasaklanması. Küçük 30
plütokratik gruplar sürekli olarak iktidarı ellerinde tuttular. Bizatihi popolonun makamları bile nerede ise hep soylularca işgal ediliyordu. Çünkü soylu aileler açıkça halkın bir parçası sayılabilirlerdi. Herhangi bir resmi görev işgal etmeyen Medici, sosyal nüfus ve seçkinlerin sistematik manipülasyonu yoluyla kente hakim oldu. Popolo bunlara karşı ancak şiddetli ve sürekli kanlı mücadelelerle başarı kazandı. Hiçbir şey işe yaramadığında da soylular şehirden çekilerek kalelerden şehirlere saldırdılar. Şehir ordusu kaleleri yağlamadı (syf:223-226). Popolo, loncalarda soyluları ezmek için gerekli iktidar araçlarını elde etti. Loncalar başından beri idari amaçlarla kullanıldı. Esnaflar tarafından kalede nöbet tutmak üzere ve giderek de saha hizmetine sıradan asker olarak göreve çağrıldı. Loncaların organize ettiği, entelektüel tabakalar popolo arasında ileri konumdaydılar. Popolonun gelişiminin kalkış noktası soylu olmayanların yasal haklarının sık sık çiğnenmesiydi. Burada soylular, satıcı ve zanaatkarların paralarını ödemek yerine onlara dayak atıyordu ve bu zayıf insanlarında başvuracakları bir yer yoktu. Popolonun yükselmesine, kent halkının ekonomik çıkarlarına zararla sonuçlanan ve popolo görevlilerinin kentsel meselelere müdahalesine ilk vesileyi sağlayan soylular arasında kan davaları da katkıda bulunmuştur. Yükselindeki diğer faktörde popolonun katkısıyla bir tiranlık kurmaya çalışan bazı soyluların kişisel hırsıydı (syf:227228). Roma Tribün’leri İle Isparta Ephorları Arasındaki Paralellikler Antikitedeki demos’un gelişimi, görünüşte plebler’inkine benzer. Roma'da popolonun memurlarına ve özel topluluğuna oldukça benzer bir özel halk (pleb) topluluğu gelişmişti. Köken olarak Roma tribünleri, şehrin dört bölgesinin seçilmiş amirleriydi. Soylular, ortak kült tapınağının yöneticileri idi. Tapınak hazine olduğundan, soylular aynı zamanda pleblerin de haznedarıydılar. Halkın kendisi ise, yeminli bir kardeşlik olarak yapılanmış, halkı ilgilendiren konuların yürütülmesinde tribünlere muhalefet eden herkes ile mücadele etmeye yemin etmişlerdi. Tribün, meşru resmi otoriteden ve bununla bağlantılı topluluk tanrıları ile iletişim kurma hakkından veya yönetimi alma ve meşru otoritenin en önemli hakkı olan cezalandırma hakkından yoksundu. Ancak pleblerin başı olarak tribün, kendi resmi görevlilerinin yerine getirilmesine muhalefet eden herkese karşı hakkında bir işlem ve karar almaksızın bir tür linç kanunu uygulama gücüne sahipti. Bu kişiler tutuklanabilir ve tarpeian kayalıklarından aşağıya atılarak idam edilebilirdi. Roma tribününün resmi otoritesi yargıçların toplantılarında halkın lehine olacak şekilde araya girme onların kararlarını veto etme hakkının tedricen gelişmesinden ibaretti. Aynı ve daha düşük makamdaki her yetkiliye karşın Roma memurlarının negatif gücünü temsil eden bu araya girme hakkı Roma tribününün temel özelliğiydi. Tribünlerin politik başarıları belki de yalnızca veto yetkilerinin kapsamı içinde şu 31
haklarda yer alıyordu; Cezai kararlara meydan okuma, borç yönetimi ile ilgili mevzuatı yumuşatma, pazar kurulan günlerde adalet yönetimine köylülerin çıkarları lehinde müdahalede bulunmak, papazlık ve meclis görevleri de dahil tüm görevlere eşit katılımın sağlanması (syf:229-230). Ortaçağ İtalya'sı ile eski Roma gelişmeleri arasındaki paralellikler, bir şehirde sınıflar arasındaki ilişkileri düzenlemede kullanılan teknik yönetim biçimleri istenildiği gibi değiştirilemez. Roma'daki tribün ile Ortaçağ İtalya'sındaki kaptanın gelişimi arasındaki paralellik konusunda hiç kuşku yoktur. Meşru kralların aksine ephorlar (amirler) bir yıl için seçilen memurlardı. Tribünler gibi, Ispartalıların beş bölge kabilesi tarafından seçilirdi. Ephorlar, kentliler meclisini toplantıya çağırırdı sivil ve cezai işlerde yetkiye sahipti. Ephorlar, kralları bile kendi ayaklarına getirtirlerdi. Faaliyetlerin sorumluluğunu taşıyan memurları vardı ve onları memuriyetten atma yetkisine de haizdiler. Yönetim onların etlerinde toplanmıştı. Seçilmiş gerusia meclisi ile beraber ephorlar, Isparta'nın semtlerinde temelde en yüksek siyasi gücü ellerinde tutuyordu. Ephorların halk ve krallar arasına girme yetkisi yoktu. Krallar araya girmeyi istemeye yetecek dahili güce sahip değildi. Ispartalıların ilk yaptıkları şeylerden biri soyların kıyafetleri ile kendilerini gösteren ve geleneksel olarak aynı yaşam tarzlarının ortadan kaldırılması oldu. Krallarla, ephorlar arasında karşılıklı teati edilen ve periyodik olarak yenilenen bir tür anayasal sözleşme anlamına gelen yemin, kralın iktidarına konulan katı sınırlamaların mücadele ve uzlaşmaların sonucu gerçekleştirildiğinde inandırıcı bir kanıtı olarak görünüyor. Romanın tersine özgün insanların bazıları kentli birliklerine mensup değillerdi. Demokrasinin ilk aşaması, demos’a mensup ve aşiretin askeri birliğine kayıtlı tüm toprak sahiplerine oy kullanma hakkının verilmesinden oluşuyordu (syf:231-234). Antik çağda soylu olmayanlar tam ve kısmi zaferinin siyasi yönetimin yapısı açısından en önemli sonucu artan kurumsallaşma idi. Hukukun doğmasına ilişkin anlayış değişti. Hukuk kent halkına ve bu niteliği ile kentsel bölgenin sakinlerine uygulanan kurumsallaşmış bir biçime dönüştü. Eş zamanlı olarak hukuk irrasyonel bir karizmatik yargılama hakkından ziyade giderek rasyonel ve yazılı bir hukuka dönüştü. Demokratik gelişme, beraberinde idari bir devrimi de getirdi. Demosun memurları veya kısa süreler için kura ile seçilen alt birimleri, klan ve memuriyet karizması sayesinde yönetim gösteren seçkinlerin yerini aldı. Yeni memurlar, hizmetleri için yalnızca mütevazi örnekler veya yine kura ile seçilen juri üyelerinde olduğu gibi günlük harcırahlar alıyordu. Memuriyet makamlarının bu şekilde kısa dönemli işgal edilmesi ve yeniden seçilmeye sık sık konulan yasaklar, çağdaş devlet memuriyetindeki gibi bir profesyonel memuriyetin ortaya çıkışını engelledi (syf:236-238). Antik Dönem ve Ortaçağ Demokrasisinin Karşılaştırılmalı Yapısı 32
Popolo tarafından yönetimin kurulması Ortaçağ şehirlerinde benzer sonuçlar doğurdu. Bu yönetimde şehir yasalarında büyük gelişmeler üretmiş, örfi hukuk ve muhakeme hukukunu kodifiye etmiş, her konuda bir yığın yasa çıkarmış ve memur sayısında da aşırı bir artışa yol açmıştır. Küçük Alman şehirlerinde dört ile beş düzüne kategoriden memura rastlanmaktadır. Antik ve Ortaçağ şehirlerinde yaygın bir şekilde pek çok mesele, üyeleri kura ile belirlenen kurullarca halledilirdi (syf:239-240). Gerek Antik gerekse Ortaçağ şehirlerinde tiranlıklar ortaya çıkmıştır. Atina dahil bir dizi büyük şehirde şehir tiranlıkları kuruldu. Bunlar ancak birkaç kuşak sürebildi. Tiran, sınıfların mücadelesinin bir ürünü idi. Yunanistan'ın ve Roma’nın sınıfsal karşıtlıkları birbirine benziyordu. Bir kere iktidara geçince etrafı soylulardan oluşan bir zümre ile çevrili olan tiran, köylüler ile kentli orta sınıflar tarafından destekleniyordu. Gerçekte tiran çoğu kere sınıfları birbirine karşı dengeleme politikası izledi. Tiranlar kendilerini gayri meşru efendiler olarak görüyorlardı. İktidardan düşmeleri sonucunda tiranlıklar, genellikle zayıflamış bir soylu sınıf bırakarak, onları sıradan halkla işbirliği yapmaya ve demosa geniş kapsamlı tavizler vermeye zorladı. Tiranlık çoğu kere demokrasinin öncüsü idi. Şark yönetimlerini kullanan tiranlılar bölgesel askeri monarşiler yarattılar. Eski cumhuriyetçi dönem Roma'sında tiranlık başarısız olurken, yönetim bu yapı içerisinden çıkan bir askeri monarkın eline geçti (syf:240-244). Antik ve Ortaçağlarda Şehir Tiranlıkları Ortaçağların şehir tiranlıkları esas olarak İtalya ile sınırlı idi. İtalya'daki signoria, ernst mayer tarafından kadim tiranlığa benzetilmişti. Tiranlık gibi signoria'da büyük ölçüde sınıfın diğer üyelerinin karşısında yer alan bir zengin ailenin ellerinde yükselmiştir. Tiranlık ve signoria arasında önemli farklılıklarda vardır. Signoria ilk önce gelişmenin sonunda popolonun zaferi ile ve önemli ölçüde de bundan sonra ortaya çıkmıştır. Bundan başka signoria genellikle popolonun yasal resmi görevlerinden doğmuşken, Helenik Antikite de şehir tiranlıkları normal olarak yalnızca, aristokratik yönetim ile timokrasi veya demokrasi arasında bir geçiş olgusunun temsil ediyordu (syf:244). Tümüyle keyfi nitelikteki bir siyasi cezalandırma gücü ile başlayarak, signoria dilediği emirleri çıkaran, meclis ve toplumla rekabet içerisinde olan genel bir iktidara dönüştü. Sonunda da şehri dilediği gibi yönetmeye, memuriyetleri elde tutma ve yasal yaptırımlar taşıyan emirler çıkarma yetkisi içeren egemenlik kurdu. Kimi zaman, siyasi ve ekonomik rakipleri tarafından tehdit edildiklerinde, soylular ya da tüccarlar başlangıçta monarşinin daimi bir kuruluşu olarak görülmeyen signoria'yı ele geçirdiler. Signoria paralı askerlere ve aynı zamanda giderek de meşru otoritelerle ittifaklara dayanıyordu. Signoria miras yoluyla geçen patrimonyal krallığa dönüşmeye başladı. Kendi başına önem taşıyan özel bir açıdan, 33
signoria siyaseti, kadim tiranlığınkine benzerlik sergilemektedir. O da kentin taşra karşısındaki politik ve ekonomik güç pozisyonunu kırma eğilimidir. Antikite’dekine benzer bir tarz da diktatörlükler kent yönetimini çoğu kere kırsal nüfusun yardımı ile teslime zorladı. Bir lordun yönetimi altında birleşen farklı şehirler, birbirleri ile yarı özerk bir tarzda büyükelçiler kanalıyla iletişim kurma hakkına ve ortama sahipti (syf:245-249). Ortaçağ İtalyan Şehrinin Özel Konumu İtalyan şehirlerinin patrimonyal yahut feodal bir birliğinin bağımlı parçası olmaktan, bağımsız yönetim ve devrimci hareketleri müteakip kendi seçkinlerince yönetilmeye, ardından loncalar rejimi ve signoria ve nihayet görece rasyonel bir konuma doğru döngüsel bir gelişimi olmuştur. Bu döngünün Avrupa'nın başka hiçbir yerinde tam bir muadili yoktur. Başka yerlerdeki kentsel gelişmeden özellikle signoriaya rastlanmaz. Halk kaptanına paralel bir gelişme, Alplerin kuzeyindeki bölgelerden, yalnızca daha güçlü bir takım belediye başkanlarında görüldü (syf:250-251). Ortaçağ Kentsel Topluluğunda Çeşitlilik Siyasi Özerklik Ortaçağ kentsel toplulukları, değişen derecelerden siyasi özerkliğe sahipti. Hatta kimi zaman emperyalist dış politikalar izlediler. Şehrin kendi askerlerinden oluşan daimi kentsel garnizonların ortaya çıkışı da bununla bağlantılı idi. Askeri olarak desteklenen bu kent yönetimleri, anlaşmalara imza atmış büyük savaşlar yapmış, büyük toprak parçalarını fethetmiş, diğer şehirleri tam bir teslimiyette tutmuş ve hatta deniz aşırı sömürgeler kazanmıştır. Şehirlerin büyük çoğunluğu, civardaki kırsal hinterlandı ve birkaç küçük uydu şehir dışında hiçbir siyasi önem kazanamamıştır (syf:251-252). Şehirlerin pek çoğu daimi şehir garnizonlarına ya da kural olarak, devşirme bir kentsel milis kuvvetine sahipti. Garnizon ve milis kuvvet şehrin sınırlarını savunurdu ve diğer şehirlerle ortaklaşa olarak ülkenin huzurunu sağlama, haydut kalelerini yok etme ve imparatorluktaki grupların kan davalarına müdahale etme yetkisine sahipti. Ama hiçbir zaman İtalyan ve Hansa şehirleri gibi sürekli uluslar arası politika yürütmeyi istemediler. Kıta Avrupa'sındaki modern patrimonyal bürokratik devletler, şehirlerin çoğunun siyasi özerklikten ve askeri güçten yoksun bıraktı. İngiliz kentsel gelişmesi ile patrimonyal bürokrasinin ortaya çıkmaması yüzünden özel bir biçim almıştır. Merkezi yönetimin katı çerçevesi içerisinde bireysel İngiliz şehirleri, tamda parlamentoda temsil ediliyor olmaları nedeniyle hiçbir zaman özerk siyasi arzular geliştirmediler (syf:252-253). Şehrin Özerk Hukuku ve Loncalar Siyasi açıdan bağımsız İtalyan şehirleri açık bir kesinliği olmayan bir hukuku uygulamıştır. Toprak sahiplerini, pazar trafiğini ve ticareti ilgilendiren sorunlarda kent 34
mahkemeleri mutat bir şekilde, yurttaşlarının jüri üyeliği yaptığı özerk bir hukuk uygulamıştır. Kent mahkemeleri, giderek irrasyonel ve sihre dayalı kanıt araçlarına karşı çıktı. Bunun yerine rasyonel kanıtlamanın kullanılmasını tercih ettiler (syf:254). Genellikle kıta kapitalizme uyum sağlayabilen hukuk kurumları şehir hukukunda kendini gösterdi. Bunların kökeni de Roma örfi hukukundan değil, ilgili grupların özelliğinde yatmaktadır. Şehir yönetimi kendi adına, loncaların ve şirketlerin kendi onayı olmaksızın imtiyaz elde etmelerini önlemeye çalıştı. Bunun mümkün olmaması durumunda şehirler en azından loncaların ve şirketlerin imtiyazlarını hiç değilse faaliyetlerini sürekli olarak belirli alanda tutacak şekilde sınırlamaya çalıştı. Yasal yetkiler meclis ile loncalar arasında bölünmesi değişkendi ve bir güç meselesi idi (syf:254-255). Özerk Yönetim: Özerk Bir Hukuki ve İdari Yargı İtalya dışındaki şehirlerin çok azı tam özerk yönetimi başarabildi. Ancak kısmen başarıldı. Şehir, yurttaşlar ile şehir lordu arasında ekonomik gücün dağılımı açısından da kısmen farklı özerk yönetim derecelerine sahipti. Ara sıra lordun parasal ihtiyaçları nedeniyle ondan adalet satın almak mümkündü. Yine şehirlilerin finansal gücü nedeniyle bunun terside mümkündü. Kralın şehirler üzerindeki iktidarı kralın görevlendirdiği bir amirin şehir meclisine başkanlık ettiği 15. yüzyıla kadar artmaya devam etti. Ludovika dönemine kadar şehirlerin resmi daireleri tümü ile kralın idari memurunun elinde idi ve devletin finansal gereksinimleri, şehir ve devlet memuriyetlerinin satın alınmasına yol açtı. Parlamento için seçmen deposu olması nedeniyle şehirlerin kendi kendini yönetme özerkliğine imkan tanımak zorunda kalan İngiliz devleti, çağdaş topluluk birliklerinin yerel topluluklar kanalıyla yerine getirdiği görevleri yapmak istediğinde de şehirleri acımasızca bir kenara itti. Patrimonyal bürokrasi, esas itibariyle yargıyı diğerlerinin yanında egemen bir otoriyete dönüştürdü (syf:255-257). Şehrin Vergilendirme Yetkisi ve Dışarıya Karşı Haraç ve Vergi Yükümlülüğünden Kurtulma Şehirlerin vergilendirme yetkisi, şehir lordlarının kontrolünün etkinliğine bağlı olarak değişiyordu. Tüm yeni vergiler için kralın onayı gerekiyordu. Dışarıya karşı haraç ve vergi yükümlülüğünden özgür olmada ancak kısmen başarıldı. Normal patrimonyal bürokrasi elde ettiği zaferden sonra, şehir ve taşrayı tümüyle teknik bir bakış açısından vergilendirdi. Özel bir şehir vergisi olan tüketme vergisi yoluyla üretim ve tüketimi aynı anda vergilendiremeye çalıştı. Tüm pratik nedenlerle şehirler kendi özerk vergi yetkilerinden yoksun bırakıldılar (syf:258). Piyasa Düzenlemesi: Ticaret ve Zanaat Politikası ve Tekelci Dışlanma Yetkileri
35
Her Ortaçağ şehrinin düzenlenmesi için her yerde büyük ölçüde şehir meclisi tarafından şehir lordunun elinden alınmış olan bir pazar vardı. Yerel güç bileşimine bağlı olarak ticaret ve üretim üzerindeki polis denetimi ya şehir yetkililerinin ya da şehir lordundan bağımsız geniş yetkilere sahip profesyonel bir şirketin eline geçti. Zanaat polisi, üretimde kalite kontrolü yapmak yetkisine haizdi. Bu kontrol kısmen de ihracat ve şehirdeki tüketicinin çıkarı için yapılırdı. Zanaat polisi aynı zamanda küçük zanaatkarların geçim imkanlarını da savunurdu. Çırak ve vb. bazen de ustaların sayısını sınırlandırırdı. Diğer yandan loncalar polis yetkilerini ellerine geçirebildiği ölçüde hariçten kimselerin veya büyük ölçekli teşebbüslerin kapitalist girişimler kurmalarını yasaklamaya çalıştı. Şehir kendi egemenliği altına giren taşradan yönelen rekabeti ortadan kaldırmaya çalıştı. Taşranın ticaretle uğraşmasını engellemeye çalıştı. Köylülerin ihtiyaçlarını şehirden gidermeye zorladı. Son olarak şehir tüccarlarının yararına nakliye ve aracılık tekelleri elde etmeye ve aynı zamanda da serbest dış ticaret ayrıcalıkları kazanmaya çalıştı. Genel olarak her şehir özgü bir rekabette ve çıkar çatışmasının belirlediği kendi politikasına sahipti (syf:259-260). Ortaçağ Kentinin, Kentli Olmayan Katmanlarla İlişkisi Gücünü yaymak amacıyla şehrin siyaseten bağımlı veya malikaneye uyumlu kişilerin ne zaman bünyesine aldıysa böyle bir mücadele doğal olarak ortaya çıkmıştır. Bu kişiler ya şehir surları içine kabul edildiler ya da kentli birliğin hariçten üyeleri olarak tanındılar. Her yerde efendinin ekonomik çıkarları, kentlerin ticaret politikaları ve tekelci eğilimleri ile çatışma içine girdi. Yerel ve bölgeler arası ticaret geliştikçe siyasi ve malikhane lordlarının bu ticaretin mümkün kıldığı farklı vergi biçimlerinden parasal gelirlerini arttırmaları imkanı da artıyordu.Yoğun kentsel gelişmelerin olduğu bölgelerde siyasi lordun ve toprak sahibinin geliri giderek köylülerin pazardaki satışlarından oluşabiliyordu. Hane halkı ekonomisinden para ekonomisine geçiş, malikhane topraklarının kent sakinlerine satılması yoluyla iyi duruma getirildi. Siyasi veya feodal lordlarla şehirlerarasında tümüyle para ekonomisine dayalı hiçbir çatışma yaşanmadı. Tümüyle ekonomik bir çatışma, sadece gelirini arttırmak amacıyla lordların kendilerinin iktisadi üretime girmeye çalıştıkları yerlerde oldu. Modern zamanlarda bu çatışmaların çok büyük yoğunlukla gelişmesi tamda bu patrimonyal bürokratik devlet içinde oldu. Patrimonyal bürokratik devlet, soylularla şehirlilerin çıkar karşıtlıklarını dengelemeye çalıştı (syf:263-266). Şehir ve Kilise Ruhani sınıflar olarak papazların mülkleri geniş bir vergi muafiyetine sahipti. Bu nedenle de resmi eylemlerin ve kentsel yargının dışında kalıyordu. Yine bir sınıf olarak papazlar, kent 36
halkının tabi olduğu askeri ve başka görevlerden azledilmişlerdi. Manastırlar parasal gelir kaynaklarının mülkiyetini almıştı. Bunlar vergiden muaf olmakla kalmayıp, şehrin ekonomik politikasından da bağımsızdı. Manastırlar çoğu kere bu rant kaynaklarının tekelci kontrolüne de sahipti. Antikitedeki gelişmeler Ortaçağlara benzer bir seyir izlemedi. Tam tersine şehirdeki soylu aileler papazlığı bir gelir ve güç kaynağı olarak elde ediyor. Kadim demokrasi papazları tümüyle politize ederek, papazlık görevlerini açık arttırmayla elde edilen makamlara dönüştürdü. Papazlığın siyasi nüfuzunu yok edip ekonomik yönetimi topluluğun elerine verdi (syf:266-269). 5.BÖLÜM Eski ve Ortaçağlarda Demokrasi Avrupa’da Üç Ana Şehir Tipi Ortaçağ şehrine özelliklerin kazandıran şehrin genel Ortaçağ siyasi ve toplumsal örgütlenmesindeki yeriydi. Tipik Ortaçağ şehri bu açılardan çok kesin bir biçimde kadim şehirlerden ayrılıyordu. Ortaçağ şehri de, aralarında sürekli geçişler olan ama en saf halleriyle değişen derecelerde Antik şehre yaklaşan iki alt biçime ayrılabilir. Güney Avrupa şehri, tüm farklılıklara rağmen özellikle de İtalya ve Fransa'dakiler, kadim şehre, Kuzey Avrupa şehrinden yani Kuzey Fransa, Almanya ve İngiltere şehrinden daha fazla benzerdi. Güney Avrupa şehirlerinin aristokratik şövalyeleri, Antiketede Miltiades'inkine oldukça benzer bir tarzda, şehrin dışında kale ve toprağa sahipti. Kuzeyde ise bu daha nadir bir durumdu ve daha sonraki dönemlerin tipik Orta ve Kuzey Avrupa şehrinde de yoktu (syf:273-274). Antikite’de ve Ortaçağ’da Sınıf Karşıtlıkları Alt sınıfların diğerlerine karşıtlığı çok keskindi ve kadim şehir, buna neden olan ekonomik farklılaşmayı çok önemli bir tehlike olarak görüyordu. Ortaçağın tipik muhtaç insanı yoksul zanaatkarlardı. Yani işi olmayan zanaatkar. Antikitenin tipik muhtaçları olan proleterler artık mülk sahibi olmadığı için siyaseten sınıf tenziline uğramış kişilerdi. Ortaçağ Avrupa'sının tipik şehrinde kölecilik ekonomisi, tüm önemini yitirinceye kadar gerileme gösterdi. Güçlü loncalar, hür zanaatkarlarla rekabet içerisinde bir efendiye şahsi vergi veren kölelerin yaptığı işlere hoşgörülü bakmıyordu. Antikite‘de bunun tam tersi söz konusuydu ve servetteki bir artış değişmez bir şekilde köle sahipliğindeki bir artışa işaret etmekteydi. Antikite'de köle sahipliği tam yurttaşın yaşam biçiminin asli gereklerinden biriydi. Roma soyluluğuna mensup seçkin hane halkları kişisel hizmetler için çok sayıda köle işçi kullanmıştır. Kalelerin rekabeti kendini çalışma kalıplarında, gerek toplumsal gerekse ekonomik olarak hissettirdi. Helen ülkesinde kölelerin tam kullanımı, demokrasinin baharında geriledi (syf:274-278). Anakiti’de Küçük Köylü Demokrasisi; Ortaçağ’da Profesyonel Esnaf Demokrasisi 37
Antikite’de demokrasinin siyasi hedefleri ve araçları, çok çeşitli yapısal farklılıkların da ortaya koyduğu gibi, Ortaçağ yurttaşlığınkilerden esaslı biçimde farklıydı. Ortaçağlarda başından itibaren ticaret sınıfı, demokrasinin taşıyıcılarıydı. Antikite'de clersthenes döneminde köylüler demokrasisinin temeliydi (syf:284-285). Yunanistan ve Roma’daki Gelişmeler Arasındaki Farklılıklar Gelişmelerin doğası itibariyle, köylü sınıfı, yalnızca Roma'da hep önemliydi. Atina'da insanların ait bulunduğu demeye üyelik, ikametten toprak sahipliğinden ve meslekten bağımsız kalıtsal bir nitelikti. Atina ile Roma'daki temel bir fark Roma'da şehirde oturan toprak sahibi soyluların; Atina'da ise demagogların egemen olmasıydı. Roma plebleri, bir popolo, bir zanaat ve ticaret loncası değildi. Ağırlık noktası, piyade niteliğine haiz kırsal toprak sahiplerinin malikane arazilerindeydi. Plebler ne modern anlamla ne de Ortaçağ bağlamında köylü idiler. Askerlik hizmetine ehil toprak sahipleriydiler. Roma'daki memuriyet soyluluğu bu durumu hep katı bir şekilde muhafaza etti. Şehirde oturan büyük senatör aileler egemenken, Helen demokrasisi yürütme kurulunu kurayla atıyor. Diğer yandan Roma senatosu kentin esas organı olarak kaldı ve bunu değiştirmek için hiçbir girişimde bulunulmadı. Büyük genişleme döneminde birliklerin komutası hep, şehir soylularına mensup subayların elinde kaldı (syf:285-287). Antik Şehirde Çıkarların Askeri Yönü Antik şehir siyasetinin temel yönelimi, şehrin tüketim ihtiyaçları etrafında dönmekteydi. Bununla birlikte politikanın katılığı Antikite'de çok daha fazlaydı, çünkü Atina ve Roma gibi şehirlerin tahıl ihtiyaçlarını yalnızca özel tüccarlar yoluyla sağlamaları imkansızdı. Eski deniz şehirlerinde politika, toprak sahipleriyle şövalyelerin deniz ticareti ve korsanlıktaki çıkarları tarafından belirleniyordu. Daha sonraları politika, Akdeniz Antikitesi’nin ilk demokrasisinde gelişmiş olan piyade sahipleri sınıfının çıkarınca belirlendi. Son olarak, kadim şehir politikası, bir yandan para ve köle sahiplerinin, diğer yanda da küçük kentli tabakaların çıkarlarınca belirlendi. Her iki tabakada başka biçimlerde de olsa devlet ihtiyaçlarına ve ganimetlere ilgi duymaktaydı. Kuruluş zamanında Akdeniz şehri teknik açıdan ileri şehir dışı askeri ve siyasi güçlerin etkisinde kalmadı. Antik şehrin bizatihi kendisi en üst düzeyde gelişmiş askeri tekniklerin taşıyıcısıydı (syf:288-289). Orta ve Kuzey Avrupa'da şehirler, bir malikane ve feodal askeri ve resmi güçlerin verdiği tavizlerle kurulmuştur. Şehrin kuruluşu giderek politik ve askeri kaygının bir ürünü değildi. Şehrin kuruluşu, askeri olmaktan çok ekonomik bir meseleydi. Ortaçağ da şehir özerkliği, Antikitedekilerden farklı koşullara dayanmaktaydı. Antik şehir ne kadar tipik idiyse, onun yönetici sınıfı kapitalistleri ve hatta sakinleri o derece politik ve askeri yönelime sahipti. 38
Kendi donanımına sahip ve disiplinli piyade askerleri, soylulara karşı mücadelenin en ağır yükünü taşıdı ve onları askeri ve siyasi açıdan yerinden etti. Bu yerinden etmenin sonuçları çok genişti. Kimi zaman Isparta'da olduğu gibi soyluluğun tamamen yok olmasına yol açtı. Kimi zaman da soyluların resmen yerinden olmasına ve statü sınırlamasına tabi olmasına rasyonel ve daha ulaşılabilir bir adalet, kişisel ve hukuki koruma ve katı olan borçlar kanununun hafifletilmesi taleplerini açığa çıkardı. Piyade demokrasisi, askeri gücün ağırlık noktasının deniz gücüne kaydığı her yerde ortadan kalktı. O zamandan itibaren de katı askeri eğitim gerilemeye başladı. Bunun yanında yetkin kurumlar ve şehir, demos'un egemenliği altına girdi (syf:290-293). Ortaçağ Şehrinde Barışçıl İktisadi Çıkarların Hakimiyeti Ortaçağ şehri tümüyle askeri açıdan şekillenmiş bir felsefe nedir bilmezdi. Popolo'nun zaferi esas itibariyle ekonomik temellere dayanıyordu. Ortaçağın ilk şehirleri, iktisadi bir nitelik taşıyordu. Feodal ortaçağların güçleri esas itibariyle şehir kralları veya soylular değildi. Donanmalarına sahip deniz şehirleri dışında ortaçağların şehirleri, özel bir askeri teknolojinin taşıyıcıları değillerdi. Ekonomik açıdan kent halkı, giderek ticaret ve sanayiden elde edilen barışçıl gelirle ilgileniyordu (syf:293-294). Antikite’de Rasyonel İktisadi Teknolojinin Taşıyıcıları Olarak Negatif Ayrıcalıklı Statü Grupları Kadim şehir bir dizi toplumsal tabakayı bünyesinde barındırıyordu.1. köleler 2. Borçlu köleler 3. Yanaşmalar 4. Azat edilen bireyler (syf:294-295). Köleler Toplumsal bir oluşum olarak patrimonyal köleler esas itibariyle kadim şehrin tarihsel dönemlerde fethettiği topraklarda ortaya çıkmıştır. Köleler esas olarak ekonomik amaçla kullanılmışlardır. Tam gelişim zamanında kentsel gelişimin ileri götürülemediği Helen bölgelerinde bir köle sınıfı muhafaza edildi. İtalya'da ve olağanüstü katı bir askeri örgütlenmeye sahip olan şehirlerde köleler, bireysel efendilerin malı olmaktan çok, devletin bir parçasını temsil ediyorlardı. Piyade egemenliği zamanında bu bölgelerin dışında köle sınıfı neredeyse ortadan kalktı (syf:295). Borçlu Köleler İşgücü kaynağı olarak borçlu köleler, kadim zamanlarda çok önemli bir rol oynadılar. Bu kimseler, sınıf tenziline uğramış kentlilerdi. Onların durumu şehirde yaşayan soylular ile taşrada yaşayan piyadeler arasındaki eski statü mücadelesi şeklindeki özel toplumsal sorununu oluşturmaktaydı. Borçlu köleler, toprağa bağlı köle değildi, ancak aileleri ve
39
topraklarıyla beraber kalıcı bir kölelikle cezalandırılan eski özgür toprak sahipleriydi. Yahut da açıktan haraç mezat satılmamak için bu statüyü gönüllü olarak seçmiş olabilirler (syf:296). Yanaşmalar Onlar köle gibi küçümsenen tebaalar değillerdi. Bir lordun sadık takipçilerini oluşturuyorlardı. Yanaşmalar efendi için, kişisel ve sosyal bir araçtı; ekonomik araç değildi. Lordla ilişkileri bir sadakat ilişkisiydi. Bunun içeriği konusunda da kanunlar değil, örfi kurallar geçerliydi. Şövalyelik mücadeleleri ve soyluların egemenliği dönemlerinden kaynaklanmaktaydı ve başlangıçta mücadeleye giren lordun kişisel takipçisini temsil ediyordu. Roma'da yanaşmaların askeri mecliste oy kullanma hakları vardı ve geleneğe göre de soylular için önemli bir destek kaynağıydılar. Yasal yanaşmalık sistemi, soyluların egemenliğiyle birlikte ortadan kayboldu (syf:296-298). Azat Edilenler Kadim dönemlerin şehrinde, azat edilen kimselerden oluşan bir tabakada vardı. Onların sayısı ve rolü önemliydi. İktisadi açıdan da önemliydiler. Azat edilenlerin özellikle büyük bir kısmı, ev hizmetçileriydi ve özgürlüklerini kişisel bir lütfa borçluydular. Önceleri azat edilenler, kuşaklar boyu lordun ailesiyle patrimonyal bir ilişki içinde kaldılar (syf:298-299). Bir Savaşçılar Birliği Olarak Antik Şehrin, Ortaçağların Ticari İç Şehirleriyle Karşılaştırılması Piyade disiplinin oluşturulduğu dönemden itibaren kadim şehir bir savaşçılar birliğiydi. Roma'nın şövalye tabakasında gelişen türden saf ulusal bir kapitalist sınıf Yunanistan'da ortaya çıkmadı. Yunan şehirlerin çoğu bunun tam tersini hedefliyordu ve şehir toprakları yeterli kazanç fırsatları için çok küçük olduğundan yabancı tüccarların rekabetini taviz ve teşvikler yoluyla arttırmak istediler. Toprak ve insan sahipliği, kent halkının ekonomik durumunda belirleyici rolü oynadı. Ortaçağ yurttaşlığı gelişiminin ilk dönemlerinden itibaren başka bir plantasyon veya malikane türü bir mülkte, diğer yandan da ticari ayrıcalıklar ve ticari yerleşimlerdeydi. Ortaçağ şehrinde toprağa bağlı mülkiyetin anlamı, çevreleyen dünyaya karşı zaferi ve şehir içerisinde parti hakimiyetinin dönüşmesinden sonra dönüşüm geçirdi. Lonca hakimiyetindeki Ortaçağ şehri tüm bir bağımsız kent dönemi boyunca Antikite'nin yabancısı olduğu bir tarzda, rasyonel bir temele dayalı endüstri yönünde zorlandı. Atina dönem şehri tarafından dört büyük güç oluşumunu gerçekleştirdi: Atina konfederasyonu, Sicilya'nın Dionisus Ülkesi, Kartaca'nın güç alanı, Roma-İtalyan imparatorluğu. Dionysus'un gücü saf bir askeri monarşiyi sürdüren bir yurttaşlar ordusunun askerlerine dayanıyordu. Atina konfederasyonu, kendiside şehir birliği olan demokrasinin yatağıydı (syf:303-309). 40
Yunan Demokrasisinde Farklı Olarak Roma Demokrasisinin Farklı Olarak Roma Demokrasisinin Özel Karakteri Roma'da egemenlik, başka herhangi bir kadim şehirde olduğundan daha fazla, güçlü bir feodal karakter taşıyan soyluların elindeydi. Geçici kesintilere rağmen onların topluluk üzerindeki egemenlikleri tekrar tekrar yenilendi. Soylular vazgeçilebilirliğe ve senato için ehliyete sahipti. Aynı tabaka şehrin önemli idari memuriyetleri içinde aşağı yukarı tekelci bir ehliyete sahipti ve bu sayede bir memur soyluluğu oluşturuyordu. Eski askeri özelliği azalma gösterse de Roma'da yanaşmalık kurumu en son zamanlara kadar önemli bir rol oynadı. Dahası, gördüğümüz üzere, azat edilenler de, neredeyse köle benzeri bir yasal esaret ilişkisi içinde görülüyor. Yunanistan'daki hiçbir soylu tabaka, geç cumhuriyet döneminin Roma soylularının ekonomik ve sosyal seviyesiyle karşılaştırılamaz. Roma soylularının artan toprak sahipliğiyle birlikte alt-çiftliklerin sayısı da arttı. Bunlar lord tarafından teçhiz edilirdi. Çiftliklerin lorda tam bağımlılıkları kutsaldı. Bir yanaşma ilişkisi içinde görülenler, yalnızca bireysel kişiler değildi, muzaffer saha komutanı, tebaa şehirleri ve bölgeleri kendi şahsi koruması altına alırdı ve bu patronaj onun ailesinde kalırdı (syf:311-313). Demokrasi yanaşmalığa dayalı memur soyluluğunun gücünü kıramadı. Akrabalıkların deme'lerde toplumsallaştırılması ve aristokratik örgütlenmenin gücü parçaları konumuna indirgenmesi, Roma'da mümkün değildi. Roma'da memur soyluları temsil eden ve Areopagus'a en çok benzeyen kurumu senatoydu. Daimi bir organ olarak, idari açıdan muzaffer askeri monarklar tarafından kontrol edilen atanmış memurların büyüyen yapısına karşı gelindiğinde, ilk başta bir kenara itilmedi ama yalnızca silahsızlaştırıldı ve barış yapılmış vilayetlerin yönetimiyle sınırlandılar. Roma siyasi hayatında hitabetin önemi ve Agora ve Ecclesia'nın karşılıklı atışmaları, oyun alanlarının ayak yarışları gibi tümüyle geçip gitti. Hitabet daha sonra canlandı. Ancak Atina'lı demogogların retorik sanatından tamamen farklı bir karaktere büründüğü senatoda eski memurların gelenek ve tecrübesi, siyasetin tonunu belirledi. Retoriğin ateşlediği demos'un ganimet düşkünlüğü değil, rasyonel değerlendirmeler ve genç insanların duygusal heyecanı siyasete rengini verdi. Roma tecrübesinin değerlendirmenin ve soylular tabakasının feodal gücünün rehberliği altında kaldı (syf:314-317). 5- Yazarın Yöntemi / Tekniği ve Kavramları ve açıklaması Max Weber içinde yaşadığımız şehirlerin nasıl bir seyir izlediğini tarihi ve sosyolojik bakış açısı ile yetkin bir biçimde bu eserinde şehre dair teorilerini açıklamaktadır. Max Weber şehirlerin oluşumunun birden olmadığını bunun çeşitli aşamalardan geçtiğini söylemektedir. Bunları açıklarken şehir hakkında betimlemelere, açıklamalara başvurmaktadır. Şehir 41
teorisinde şehirleri açıklarken farklı şehirleri karşılaştırarak açıklamaktadır. Yani karşılaştırma yöntemini kullanmaktadır. Mesela çoğu zaman doğu ve batı şehirlerinin oluşum seyrini karşılaştırarak açıklamaktadır. Açıklamalara daha sonra kendi yorumlarını katarak şehir teorisini ortaya koymaktadır. Eserinde sadece kendi şehir teorisini değil birçok sosyolog ve düşünürün şehir hakkındaki açıklamalarına da yer vermektedir. Max Weber eserinde kimi zaman kentlerin oluşumuna dair nitelik yönlerini kimi zamanda nicelik yönlerini ele almıştır. Yani araştırma yöntemlerinden olan nicelik ve nitelik tekniklerini de kullanmaktadır. Böylelikle şehir teorisini daha anlaşılır kılmıştır. Ayrıca eserinde her ne kadar çok az da olsa bazı anlaşılmaz kelimelere yer vermiş olsa da kullandığı üslup son derece açık ve anlaşılırdır. Eserinde akıcı bir dil kullanmaktadır. Böylelikle eserini sıkıcı olmaktan kurtarmıştır. Sinisizm: Dürüstlükten şüphe Seleksiyon: Biyolojide bitki ıslağında kullanılan bir terimdir, kelime anlamı seçmektir. Garnizon: İçinde ve civarında yerleşmiş kıta, karargah veya askeri kurum bulunan meskun yerlere garnizon denir. Fragmanter: Parça, kırıntı, bölüm Mantalite: Düşünme yapısı, akıl gücü Mistisizm: Gizemcilik Spesifik: Yalnızca bir türe özgü olan, o türün kendine özgü yanlarını oluşturan şey anlamındadır. Ampirik: Deneye dayalı. Patrimonyal: Devletin bir üst unsur / birim olarak halkın dışarıdan yönetilmesi. Manipüle Etmek: İnsanların kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme. Tiran: Eski Yunan’da siyasal gücü zorla ele geçiren onu kötüye kullanan kimse. Emperyalizm: Bir devletin veya ulusun başka devlet veya uluslar üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunma çalışmasıdır. Konfederasyon: Bağımsız kuruluşlar ve kurumlar tarafından, egemenliklerini muhafaza etmek şartıyla, ortak ve sınırlı menfaatlerini sağlamak için kurulan topluluk. Müttefik: Aralarında antlaşma ya da sözleşme sağlamış olan. Millitarizm: Bir ülkede ordu gücünün aşırı derecede ağır basması, her tür sorunun askeri yöntemlere başvurarak çözme, bundan dolayı silahlı kuvvetlere öncelik tanıma eğilimi ve savaşı yüceltmekte. Sküler: Toplumsal hayatın, idari ve hukuki işleyişin dinden bağımsız hale gelmesi. Lonca: Aynı bölgede yaşayan esnaf ve zanaatkarların örgütlenerek kurduğu meslek organizasyonuna verdiği isimdir. 42
Patronaj: Yönetim, gözetim İltizam: Osmanlı devlet gelirlerinin bir bölümünün belli bir bedel karşılığında devlet tarafından kişilere devredilerek toplanması yöntemi. Plütokrasi: Yönetme erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşi bir yönetim biçimidir. İkonolast: Sanat eserlerini, dini imgeleri harap eden, yok eden kimse. Magnatez: Nüfuslu veya mesşhur kimse Komandit: Komandit şirkette sınırsız sorumlu olan ortak Podesta: Ortaçağ İtalyan şehirlerinde vali veya hakim. Monark: Bir monarşinin başı, kral, hükumdar. Agora: Yunan klasik devrinde, sitenin yönetim, politika ve ticaret işlerini konuşmak için halkın toplandığı alan, halk meydenı. 6-Sonuç Şehir denince, birden fazla ev veya evler kümesinin meydana getirdiği bir topluluk aklımıza gelmektedir. Çoğu zaman birbirini tanımayan, birbirlerinden haberi olmayan veya doğrudan birbirleri ile ilişki kurmayan bir toplumsal yapı olarak algılarız. Genel olarak nicelik olarak değerlendirilir, şehrin niteliği pek göz önüne alınmaz. Oysa şehirde toplumu bir arada tutan gizli anlaşmalar bulunmaktadır. Şehir detaylı incelendiği zaman hiç de zannedildiği gibi başıboş, amaçsız toplumsal birlik değildir, bunun aksine sistemler bütündür. Belirli hedeflere varmak için uzmanlaşmış iş bölümü bulunmaktadır. Hiçbir şey rastgele meydana gelmemektedir. Şehir bugünkü modern halini alabilmesi için çeşitli aşamalardan geçmiştir. Şehir konusunda çok çeşitli tanımlar yapılmış, çok farklı teoriler ortaya atılmış, değişik bakış açıları ortaya konulmuş, ama bunların çoğu, çoğu zaman şehri meydana getiren bir veya birkaç unsuru ele almışlardır veya belli açılardan incelemişlerdir. Şehrin oluşumu üzerine, şu zamana kadar yapılan incelemelerden en kapsamlısı veya an detaylı ortaya konan bakış açısı Max Weber'in şehir teorisidir. Max Weber'e göre, bir yerleşim yerinin şehir olarak kabul edilebilmesi için bazı zorunlu unsurların olması gerekmektedir. Öncelikle şehir, sakinlerinin hayatlarını tarımdan değil, esas olarak ticaret ve alış verişten kazandıkları bir yerleşim yeridir. Yani pazar yerinin olması gerekmektedir. Tabi ki her ticaret ve alışverişin hakim olduğu mekanları da şehir saymak yanlış olur. Şehre ekonomik çok yönlülüğün eklenmesi gerekmektedir. Yani ticaret ve alış verişin birden fazla alanda yapılması gerekmektedir. Yalnız bu pazarın düzenli olması gerekir çünkü şehir tarihi incelendiği zaman periyodik panayırların gezici pazarların olduğu göze çarpacaktır. Bu pazarların çoğu kurulduğu mekanları şehir haline dönüştürememiştir. Şehirler 43
kimi zaman çeşitli şekillerde kazandıkları gelirlerini harcadıkları mekan olabilmekteydi. Kimi zaman ise fabrikaların, imalatçıların ve yabancı ülkelere arz edilen hazırlık endüstrilerinin söz konusu şehirde konumlanmış olabilir. Şehrin kendine has hukuki yapısı olması gerekmektedir. Hakların belirlenmesi ve bilinmesi için gerekli unsur; şehrin kendine ait bir mahkemesi ve hiç değilse özerk hukuk. Şimdi pek bir önemi kalmamış olmasa da, şehrin oluşumunda kalenin ve garnizonun önemi büyüktür. Genellikle şehirler bir kalenin etrafında kurulmaktadır. Nerede bir kale veya malikhane varsa, çevresine, orada yaşayan kişilerin ihtiyaçlarını karşılamak için esnaf gelir yerleşirdi. Kimi zaman kale ve pazar kaynaşırdı. Tabi bu evrensel değildi. Kale ve surlar güveni temsil ederdi. Ayrıca şehrin kısmen de olsa özerk olması gerekmektedir. Yani kendi karalarını alabilmeli, kendini yönetenleri kendisi seçebilmeli. Şehir sakinlerinin kendi yönetimine kısmen de olsa katkısı olmalıdır. Max Weber şehri genel olarak doğu ve batı şehirleri olarak ele almaktadır. Özellikle doğu şehirlerinde özerklik hemen hemen hiç yok olsa da çok zayıf belirtileri olmuştur. Avrupa şehri ise, çoğu zaman özerkliklerin yaşandığı, patrimonyal bir yapı arz etmektedir. Batı şehri ve doğu şehirlerinin oluşumunda din önemli bir yer tutmaktadır. Avrupa'da klanların bozulması Hristiyanlığın etkisiyle hız kazanmıştır. Doğu şehirlerinin pek kalesi olmamakla beraber olsa da merkezi yönetimin resmi bir makamı gibiydi. Doğu şehrinde yurttaşlık bilinci bulunmamaktaydı, çok geç gelişme gösterdi. Doğu şehrinde toplum tabakalara bölünmüş ve bu tabakalar arasında geçiş katı kurallara bağlanmış, kimse bir sınıftan bir başka sınıfa geçememektedir. Başka sınıftan insanlarla evlenememektedir vb. birçok kural. Doğu şehrinde hak ve hukuk merkez tarafından dağıtılmaktadır. Daha çok ferman şeklinde sunulmaktadır. Doğu şehrinde mülkiyet sahibi olmak pek mümkün değildir. Avrupa'da ise mülkiyet çoktan şahsileşmişti. Örnek olarak Mekke'yi ele alırsak, tüm kararlar merkez tarafından verilmekte, idarecileri merkezi otorite tarafından atanmakta, adaletin sağlayıcıları da merkezi otorite tarafından belirlenmektedir. Yerel herhangi güçlü bir guruba rastlanmamaktadır. Yerel temsil pek mümkün olmamaktadır. Özellikle sanayi devriminden sonra çok hızlı bir şehirleşme başlamış bulunmaktadır. Şehirler çok hızlı bir şekilde büyümektedir bununla bağlantılı olarak da ilişkiler ikincil hal almaktadır. Şehir birden fazla unsuru, grupları bir arada tutmaktadır. Zaten şehir her nerede ortaya çıkmış ise yabancı insanlar tarafından oluşturulan bir yapı olmuştur. Her zaman çekiciliğini korumuştur ve korumaya devam etmektedir. Fertlerine sunduğu fırsatlar her geçen gün daha çok çeşitlilik kazanmaktadır. Artan tüketici kitleleri kitlesel üretimi mecbur kılmaktadır. Şehir nüfusunun artması kırsal nüfusun azalmasıyla orantılıdır. Şehirlerin böyle 44
hızlı büyümesi, beraberinde birçok ihtiyacı ve birçok sorunu beraberinde getirmektedir. İlişkiler birincil olmaktan çıkmış ikincil olmaya başlamıştır. Şehir her ne kadar özgürlüklerin ve güvenin merkezi olsa da, aynı oranda da risklerin, sınırlılıkların ve korkuların merkezidir.
45
46