T.C. AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ
SOSYOLOJİ SEMİNERİ II KİTAP SUNUMU
DİNİ HAYATIN İLK ŞEKİLLERİ EMILE DURKHEIM
HAZIRLAYAN: 110110039 - MERVE SERT 110113028 - EBRU SAĞLAM
DANIŞMAN: Öğr. Gör. OSMAN METİN
Afyonkarahisar Bahar 2014
Kitabın Künyesi Kitabın Adı: Dini Hayatın İlk Şekilleri Yazar: Emıle Durkheım Yayınevi: Türkiye Diyanet Vakfı Yılı: 2009 Şehir: Ankara Sayfa: 470 Çeviren: İzzet Er 1-Yazarın Biyografisi / Yazar Hakkında Bilgi ve diğer eserleri 15 Nisan 1858 tarihinde Epinal, Loren'de bir Yahudi Hahambaşı'nın oğlu olarak
dünyaya
geldi. Felsefe öğretmenliği
yaptı. 1885 de
Almanya'da
bulundu. Fransa'ya dönüşte yayımladığı makaleler ilgi topladı. 1887 Bordeaux Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. 1902 yılında Sorbonne Edebiyat Fakültesi'nde çalışmalarını sürdürdü. 1906 yılında Buisson'un ölümü üzerine Sorbonne Eğitimbilim Profesörlüğüne getirildi. Durkheim toplumbilimi kendi olgularını kendi ön dayanaklarıyla işleyen bir bilim durumuna getirdi. Auguste Comte'un fiziği, Herbert Spencer'in biyolojiyi örnek alıp inceledikleri toplumsal olaylar ona göre yalnız kendi türünden olaylarla açıklanabilir, "toplumsal olay" bireye bağlı ve bireyle başlayıp biten bir süreç değildir.
Toplumsal olay bireyi aşkındır, birey ona katılır. Her birey için toplumsal olaya katılmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü toplumsal olaylar; genel zorunlu bireyi ve bireyler arası ilişkileri belirleyen din, ekonomi, hukuk, ahlak, siyaset, bilim, sanat türünden olaylardır. İnsan genel doğruları hazırca, tartışıp araştırmadan toplumdan alır. Toplum bir başka yanıyla da insana ilişkin her kurumun temeli olup doğal bir bileşimdir. Kurumlar örneğin din ve Tanrı anlayışı da topluma bağlıdır ve onunla birlikte gelişip evrimleşir. Durkheim bilgi anlayışında toplumun görüşünü örnek alır. Bilgide en genel kavramlar tek tek şeylerin tümünden bağımsız olmayıp tersine onlara uygulanabilen, topluma ilişkin kavramlar olduklarından en geçerli kavramlardır. Bunların mutlak, öncesiz sonrasızca doğru ve kesin kavramlar oldukları da söylenemez. Bilginin temel taşları olan genel kavramlar toplumla birlikte zaman ve uzam bağlamında değişip gelişen kavramlardır. Din sosyolojisi ile ciddi olarak ilgilenen Durkheim'in eserlerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Comte'un takipçisidir. Toplumu, Tanrı yerine koymuştur. Burada kasıt inançlı bir kimse davranışlarda bulunurken Tanrı'sını nasıl gözetirse "birey"inde davranışlarda bulunurken toplumu aynı şekilde gözettiğidir. 15 Kasım 1917'de Paris'te ölmüştür. Başlıca Eserleri •
Ahlaksal Terbiye
•
Ahlak ve Hukuk Kaideleri Hakkında Dersler
•
Meslek Ahlakı
•
Ceza Evriminin İki Kanunu
•
Dini Hayatın İlkel Biçimleri
•
Sosyolojik Yöntemin Kuralları
•
İntihar
2-Kitabın Ana hatlarına Göre Anlatımı DİNİ HAYATIN İLK ŞEKİLLERİ BİRİNCİ KİTAP HAZIRLIK MESELELERİ
BİRİNCİ BÖLÜM DİNİ HAYATIN VE DİNİN TARİFİ Öncelikler dinle ilgili araştırma yapmak için din denince neyi anlamamız gerektiğine bakmak gerekir. Eğer böyle yapmazsak din ile hiçbir ilişkisi olmayan bir düşünceler sistemine ve uygulamaya din demek, ya da gerçek yapılarını anlamadan dini olayların yanından geçip gitmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.
Dinle ilgili iyi bir araştırma sonucu elde etmek için, önceden yerleşmiş her türlü düşünceden zihnimizi kurtarmakla işe başlamak gerekir. Din bilimleri metodolojik karşılaştırmalarla işe başlamak gerekir. Din bilimleri metodolojik karşılaştırmalar yapmadan çok önce insanlar, dinin ne olduğuna dair bir temel bilgi ve kavram edinmeye mecbur kalmışlar. Dini bilimler metodolojik karşılaştırmalar yapmadan çok önce insanlar, dinin ne olduğuna dair bir temel bilgi ve kavram edinmeye mecbur kalmışlardır. Bu edinilen bilgiler ve kavramlar gelişigüzel oldukları gibi, hayatın tesadüf ve fırsatlarına bağlı oldukları için güven verici değildir ve yapılacak incelemeyi de tamamıyla bertaraf edecektir. Bize lazım olan lazım olan tarifin unsurlarını batıl düşüncelerimizde, alışkanlıklarımızda aramak değil, bunları tarifi söz konusu olan aynı gerçekten elde edeceğiz. Toplumdaki
itibarları
sebebiyle,
olayları
görmemizi
engelleyen
bu
anlayışlardan zihnimizi kurtarmaya yardımcı olmak içi, bu peşin hükümleri anlata en yaygın tariflerden bazılarını incelemek gerekir. Din kavramıyla duygularımızın dışında kalan, tabiatüstü, anlaşılmaz, bilinmez ve esrarlı şeyler dünyası demektir. Öyleyse din; ilmin ve daha genel olarak açık düşüncenin dışında kalan bütün şeyler hakkındaki bir çeşit açıklamadan ibarettir. Spencer, dinleri "zeka ile varlığa inanmak" tan ibaret olarak kabul etmiştir. Esrar kavramı dinler tarihinde çok geç ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu eser boyunca, tabi güçler kavramının büyük ihtimalle dini güçler kavramından çıkmış olduğu anlatılmaktadır. Dolayısıyla tabii güçler ile dini güçler ile dini güçler arasında rasyonel ve irrasyonel ayıran bir uçurum yoktur. Eski zamanlarda kişilerin ilahlarına yükledikleri o mucizevî müdahaleler, onların gözünde kelimenin modern manasıyla bir mucize değildi. Bu anlar için güzel, nadir veya müthiş manzaralardı, insanı hayrete bırakan sürpriz konulardı.
Bu noktada "determinizm" prensibi, her ne kadar fizik ve tabiat bilimlerinde bugün sağlam bir şekilde yerleşmişse de, sosyal bilimlere ancak bir asırdır girmeye başladı ve gücü hala tartışmalıdır. Toplumlarında tıpkı tabiat gibi bir takım kanunları olduğuna inanan çok az insan vardır. Bu nedenden sosyal olaylarla ilgili konularda hala ilkel bir zihniyete sahibiz. Bu zihniyet ise sosyoloji alanında gerçek mucizelerin mümkün olabildiğidir. Bununla beraber, sosyoloji alanında çağdaşların çoğu, zamanı geçmiş bu olaya hala takılıp kalıyorlarsa, deneyin sürekli olarak yalanladığı bu hayallerde ısrar ediyorsa, bu, sosyal olayların kendilerine dünyanın en açık hadisesi olarak görünmesinde ileri gelir;o husustaki gerçek anlaşılmazlığı fark etmemelerinden, bu koyu karanlıkları giderek ortadan kaldırmak için tabiat bilimlerinin çalışmalarına başvurma gereğini bilmemelerinden kaynaklanır. Birçok dini inançların kökünde de bu düşünüş biçimi vardır. Olayların karmaşık ve anlaşılması zor olduğunu insanlara öğreten din değil, ilimdir. Ayrıca, insanlar, deneyin ortaya koyduğu olağanlıkları ve yenilikleri hangi şekilde düşünürlerse düşünsünler, bu düşüncelerde dinin belirgin niteliği olabilecek bir şey yoktur. Çünkü dini anlayışlar anormalliklerden ziyade olayların düzenli ve değişmez yönlerini ifade ederler. Onun için dini bir şey kavramı olağanüstü ve beklenmedik şey kavramıyla uyumlu olmaktan çok uzaktır. Gerçekte, bildiğimiz en sade dinlerden bu yana kutsal varlıkların başlıca amacının, hayatın normal akışını pozitif bir şekilde sürdürmektir. Şu halde, esrar düşüncesi hiç de ilk değildir. İnsana doğuştanda verilmemiştir onu aynı zamanda zıt fikrini kendi elleriyle işleyen de yine insandır. Dini tarif etmek üzere çoğu defa kullanılan bir başka fikir de, uluhiyet fikridir. Bu bölümde tanrısız ibadetler de vardır, tanrıların kendilerinden türediği bazı ibadetlerde mevcuttur. Bütün dini nitelikler ilahi şahsiyetlerden doğmaz ve insanı bir uluhiyetle birleştirmekten başka gayesi olan bir takım ibadet ilişkileri de vardır. Onun için din, ruhlar veya tanrı düşüncesinin dışına taşar, buna göre, yalnız bu sonucunun bir fonksiyonu şeklinde tarif edilemez. Örneğin; bir Budist, içinde yaşadığı ve acı çektiği bu dünyanın nereden geldiğini bilme konusuyla hiç meşgul olmaz; onu bir olay olarak kabul eder ve bütün çabası, bilerek ondan uzaklaşmaktan ibarettir. İlahların var veya yok olduğunu öğrenme diye bir problemle hiç ilgilenmediğinden, bu manada tanrıya yer vermez.
Din bölünmez soyut bir yapıdaymış gibi hareket ediyor, hâlbuki o parçalardan oluşmuş bir bütündür; hurafelerden, inançlardan, ibadetlerden, ayinlerden meydana gelmiş az çok karmaşık bir sistemdir. Bir bütün, ancak kendisini meydana getiren parçalarla ilişkisine göre tarif edilebilir. Dini olaylar tabii olarak başlıca iki sınıfa ayrılırlar: İnançlar ve ibadetler. Birinciler bir takım fikri durumlardır, bazı düşünce şekillerinden ibarettirler; ikinciler ise belirli birtakım hareket tarzlarıdır. Bu iki sınıf olay arasında düşünceyi hareketten ayıran bütün farklar vardır. İbadetler diğer beşeri uygulamalardan ve özellikle ahlaki uygulamalardan ancak konularının özel yapısıyla ayırt edilebilir ve tanımlanabilir. Bir ahlaki kural, tıpkı bir ibadet gibi bizden bir takım hareket tarzları ister, ama o hareket tarzları başka bir alanın bazı konularıyla ilişkilidir. Onun için, bir harekete ibadet denilebilmesi için belirtilmesi gereken ibadetin amacıdır. Hâlbuki, amacın nasıl bir özellikte olduğunun anlatıldığı yer inançtır. O sebeple ibadet, ancak inancı tarif ettikten sonra tanımlanabilir. Dini inançlar, kutsal şeylerin yapısını, gerek birbirleriyle, gerek profan şeylerle olan ilişkilerini ifade eden birtakım düşünce tarzlarıdır. Kutsal şeyler yasakların koruduğu ve izole ettiği şeylerdir; profanlarsa, bu yasaklara uygun olanlar ve birincilere mesafeli durmak zorunda kalanlardır. İbadetlerde, insanın kutsal şeylere karşı nasıl hareket etmesini emreden birer davranışlardır. Birbirine yakın olmakla birlikte, birbirinden ayrılmak isteyen iki sınıf vardır. Bunlar sihir ve dindir. Sihir de birtakım inançlardan ve ayinlerden meydana gelmiştir. Din gibi, onun da efsaneleri ve inançları vardır; yalnız onlar daha tam oluşmamıştır, teknik ve faydacı sonuçlar elde etmeye çalıştığından soyut anlatımlarla uğraşmamışlardır. Onun da merasimleri, kurbanları, kutsal su yıkamaları, duaları, şarkıları ve raksları vardır. Sihirbazın müracaat ettiği varlıklar, dinin başvurduğu varlıklarla aynı olmakla kalmaz, çoğu defa aynıdır. Onun için, sihir kesin olarak dinden ayrılamaz; din sihirle dolu olduğu gibi, sihirde din ile doludur. Bu iddiayı savunmayı güçleştiren şey, dinin sihre belirgin bir antipatisinin bulunması ve buna karşılık sihrin de dine düşmanlık beslemesidir. Sihir kutsal şeylere saygısızlık göstermekten bir çeşit mesleki zevk duyar; ayinlerinde, dini merasimlerin zıddını yapar. Din de, sihre karşı düşmanlıkla bakmıştır. Din ile sihirbazın ayrıldığı noktaya bakacak olursak:
Büsbütün dini olan inançlar, daima, onları kabul ettiğini açıkça söyleyen ve o inançlara bağlı kuralları uygulayan belirli bir topluluğunun tamamına aittir. İnançlar tüm gruba aittir ve grubun birliğini sağlar. Kutsal ve profan dünya ile ilişkilerini aynı şekilde tasarladıkları ve bu ortak tasarılarını benzer davranışlar içinde dile getirdikleri için üyeleri birlik olmuş bir toplum, işte bunu Kilise/cemaat-ümmet denir. Cemaat bazen sıkı bir şekilde millidir, bazen de hudutların ötesine taşar; bazen bütün milleti içine kapsar (Roma, Atina, Yahudi milleti). Sihir daha başkadır. Sihirle ilgili inançlar, onları kabul eden insanları, birbirine bağlamak ve benzer hayatı süren bir grup halinde birleştirmekte etkili değildir. Sihir, kilise diye bir şey yoktur. Sihirbaz ile kendisine başvuran kişiler arasında devamlı bir ilişki yoktur. Sihirbazın müşterileri vardır, kilisesi yoktur ve müşterileri arasında birbirlerine tanımazlıktan gelecek kadar hiçbir ilişki olmayabilir. Sihirbaz ile müşteri arasındaki ilişki tesadüfî bile olabilir bu nedenle geçicidir. Tıpkı bir hasta ile doktoru arasındaki ilişkiye benzer. Sonuçta şu tarife ulaşıyoruz: "Bir din, kutsal, yani profandan ayrılmış, yasaklanmış şeylerle ilgili inanç ve uygulamalar, onları kabul eden herkesi, kilise diye isimlendirilmiş, manevi bir cemaat içinde birleştirir". İKİNCİ BÖLÜM BAŞLICA İLK DİN ANLAYIŞARI A.ANİMİZM Dini düşüncenin kaynaklarını rasyonel bir şekilde açıklamaya çalışan yalnız iki teori olmuştur. Onun için, dinler biliminin ortaya koyduğu esas mesele, bu iki çözüm yolundan hangisini seçmek gerektiğini veya esas mesele, bu iki çözüm yolundan hangisini seçmek gerektiği veya onları birleştirmek mi, birleştirmemek mi daha iyi olacağını ve birleştirmeleri durumunda, bu iki unsurdan her birine hangi yeri vereceğini bilmek olmuştur. Bu teorinin ikisini de kabul etmeyen bilim adamları bile, dayandıkları önermelerde bunlardan bahsetmişlerdir. Bu iki teori ise; biri tabii olayları, mesela rüzgârlar, nehirler, yıldızlar, sema vs. gibi ister büyük kozmik kuvvetleri, ister yeryüzünü dolduran bitkiler, hayvanlar, taşlar vs. gibi objeleri ilgilendirir; bu sebeple ona natürizm/ tabiatçılık denir. Diğerinin konusu, periler, şeytanlar gibi insan gözüyle görülemeyen manevi varlıklardır. Canlı ama görünmeyen bu varlıklar dinine "Animizm/ Ruhçuluk" denir. Animist teoriyi, temel özellikleri içinde oluşturan Tylor'dur. Sonra onu ele alan Spencer, bazı değişiklikler getirmenin dışında yeni bir şey ortaya koymamıştır.
Dini hayatın ilk şeklinin ruhçuluk inançlarında ve uygulamalarında görülür demek için üç eksikliğin giderilmesi şarttır: Öncelikle, ruh fikri sinin en temel kaynağıdır deniyorsa, daha önceki bir dinin unsurlarından hiç birini ödünç almaksızın nasıl oluştuğunu ispatlamak gerekir. İkinci olarak, ruhların bir ibadete nasıl konu oldukları ve manevi varlıklar haline nasıl dönüştükleri gösterilmelidir. Son olarak mademki hiçbir din perilere ibadetten ibaret değildir, öyleyse, tabiata ibadetin birinciden nasıl çıktığını açıklamak kalır. Ruh fikri insanda, biri uyanık iken, diğeri uyku esnasında normal olarak sürdüğü çifte hayatı iyi anlayamaması sonucu ortaya çıkmıştır. Ruh, bir manevi varlık değildir. Ancak istisnai olarak dışına çıkacağı bir bedene bağlıdır; fazladan hiçbir şey olmadığı müddetçe, hiçbir ibadetin konusu olmaz. Ruh ancak bir değişim geçirmek şartıyla manevi varlık olabilir. Mademki, ölülere ibadet ilk değildir, öyleyse animizmin temeli yoktur. Onun için bu sistemin üçüncü tezini, yani ecdat ibadetinin tabiata ibadete dönüşmesini tartışmak faydasız gibi görünebilir. Fakat bunu incelemekte yarar vardır. Ölülere ibadetin tabiatın bütününü içine alaca şekilde yayılması, hayalimizdeki her şeyi kendimiz gibi, yani canlı ve düşünen bir takım varlıklar olarak düşünmeye eğilimli olmamızdan ileri geliyordu. İçgüdü denilen böyle bir eğilimin gerçek olduğuna Spencer itiraz etmiştir. Spencer'e göre, hayvanın bütün melekeleri, içgüdüleri ve kabiliyetleri insana tamamıyla geçmiş olmalıdır; oysaki birçok hatalar, haksız yere apaçık bir gerçek kabul edilen bu prensipten kaynaklanıyor. Örneğin; çok gelişmiş hayvanlarda cinsi kıskançlığı genellikle çok olduğundan hareketle, tarihin başlangıcında da onun insanda da aynı yoğunlukta var olması gerektiği sonucuna varılmıştır. İnsan tabiatı, hayvan tabiatının yeni baştan elden geçirilmesinden oluşmuştur. Bunun nedeni, insanın yalnız fiziki bir çevre ile değil, fakat hayvanlarının tesirini hissettiklerine oranla son derece daha geniş, daha değişmez ve daha etkili bir sosyal çevre ile de ilişki içinde bulunmasıdır. Yaşamak için bulunduğu çevreye uyum sağlamak zorundadır.
İnsanın kendisine yüklenen yanılmaları başlangıçta elverişli olup olmadığını anlamak için, incelenecek olan, bugünkü hayvanlar değildir; bunlar il inançları ta kendileridir. Eğer tabiat tanrıları ve manevi varlıklar, gerçekten insan ruhu düşünülerek oluşturulmuşsa, modellerinin temel özelliklerine hatırlatması gerekir. Ruhun en iyi özelliği ise, organizmaya canlılık veren dâhili bir kaynak gibi anlaşılmasıdır; bu, onu hareket ettiren, onun hayatını yapandır, öyle ki bedenden çekildiği zaman hayat tamamen veya belirli bir süre için durur. Fakat tabiatın değişik nesnelerinde bulunan manevi varlıklar için durum böyle değildir. Güneş tanrısı zorunlu olarak güneşte bulunmadığı gibi şu taşın ruhu da kendisine ait başlıca ikametgâh olan taşın içinde değildir. Bir manevi varlık, şüphesiz, bağlı bulunduğu vücutla sıkı bir şekilde ilişkilerini sürdürür; fakat bu onun içindedir denildiği zaman çok yanlış bir ifade kullanılmış olur. Animizm, belki kendisini en iyi çürütecek bir sonucu da içinde barındırır. Teori doğru olsa idi, dini inançların, objektif hiçbir temeli olmadan, hayal ürünü bir takım düşünceler gibi olduklarını kabul etmek gerekecekti. Tanrılar ve manevi varlıklar ancak yüceltilmiş ruhlar gibi görüldüğünden gerçekte, dini inançların bütünüyle ruh kavramında çıktıkları düşünülür. Fakat Tylor ve öğrencilerine göre, ruh kavramı da, uykuda zihnimizi meşgul eden tamamen kapalı ve değişken hayallerden doğmuştur; zira ruh, eştir ve eş uykuda iken bizzat kişinin kendisine görünen bir insandan başkası değildir. Özet olarak, din, ancak yaşanmış ve sistemleştirilmiş, fakat gerçek hayatta temeli olmayan bir rüyada ibadet kalacaktı. Animizmin teorisyenlerinin, dini düşüncenin kökünü araştırdıkları zaman, sonuç olarak az bir şeyle yetinmeleri işte buradan kaynaklanmaktadır. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BAŞLICA İLK DİN ANLAYIŞLARI (DEVAM) B- NATÜRİZM
Natürist ekolün ilham aldığı düşünce tamamen başkadır. Ayrıca, o değişik çevrelerden oluşur. Animistlerin çoğu etnograf veya antropologlardır. İnceledikleri dinler insanlığı uygulama alanına koyduğu en ilkel dinler arasında sayılır. Ölülerin ruhlarına, manevi varlıklara, şeytanlara, yani ikinci derecede ruhani varlıklara verdileri esas önem de oradan geliyor: Bunun nedeni, sözü edilen dinlerin daha yüksek seviyede olan dinlere hemen hiç tanımamış olmalardır. Aksine, şimdi açıklanacak olan teori, özellikle Avrupa ve Asya'nın büyük medeniyetleriyle ilgilenmiş olan bilginlerin eseridir. Grimm kardeşlerden sonra, Hint- Avrupa kavimlerinin çeşitli efsanelerini birbiriyle kıyas etmenin faydası dikkate alınınca, onların sundukları dikkate değer bazı benzerlikleri çok çabuk ilgi çekti. Efsanevi bir takım şahısların, farklı isimler altında, aynı fikirleri sembolize eden ve görevleri yerine getirenle aynı olduğu görüldü. Karşılaştırmalı metotla, büyük dinlerin, büyük dinlerin ötesinde, çok daha eski bir fikirler sistemine, diğerlerinin kendisinden türemiş olacakları gerçekten ilk olan bir dine kadar çıkabilmek gerekecekti. Bu yüze arzunun daha çok uyandırılmasına katkıda bulunan şey Veda'ların bulunmasıdır. Şüphesiz bulunduğu zaman eskiliği çok abartılabilen, fakat HintAvrupa dilinde sahip olduklarımızın en eskisi olan Veda'larla, gerçekten, yazılı bir metne sahip olundu. Bu kadar kıymetli bir vesika, insanlığın dini başlangıcı hakkında açıkça yeni bir ışık ortaya koymaya çağırıyordu ve din bilimleri o konuda yenilik yapmaktan geri kalamazdı. Böylece ortaya çıkan anlayış, ilmin ilerlemesi anlamında gerekliydi, yaklaşık aynı zamanda iki değişik ülkede meydana çıkıverdi. 1856'da, Max Müller Oxford Essays adlı eserinde konuyla ilgili prensipleri açıkladı. Üç sene geçmeden Adalbert Kuhn'un, aynı ruhtan ilham alan Origine du feu et de la baisson divine kitabı yayınlandı. Zamanla bu teori daha çok dikkat çekti ve bilimsel çevrelerde çok çabuk gördü. Max Müller’e göre, dinin, tüm otoritesini aldığı bir tecrübeye dayanması açık bir gerçektir. O şöyle der:”Din, düşüncemizin meşru unsuru olarak hak ettiği yeri işgal etmek için, diğer bütün düşüncelerimiz gibi hissedilebilir bir tecrübe ile başlamalıdır”. Önceleri duyguda bulunmayan bir şeyin inançta asla bulunamayacağı iddia edilir. İşte bu defa, animizme yönelttiğimiz ciddi itirazlardan hiç korkusu yok gibi görünen bir teoridir.
Vedalarda tanrıların taşıdıkları isimler, genellikle, ya hala öyle kullanılmış bir takım cins isimlerdir. Hâlbuki bu isimlerin hepsi de başlıca tabii olayları ifade ederler. Genelleştirme yolunda bir adım daha atarak Max Müller, insanlığın dini gelişmesinin genel olarak aynı noktadan başladığı sonucuna varmakta haklı olduğunu zanneder. Bununla beraber onlar bu duygu içinde ancak tohum halindedirler. Bu tabii kuvvetler zihinlerde soyut form altında düşünülmüş olmaktan çıktıkları zaman, din gerçekten ancak meydana çıkmış olur. Max Müller’e göre ruh, rüyayı değil, yalnız ölümü açıklamaya yöneliktir. Sonra kısmen, kaza sonucu olan değişik şartların tesiriyle, insanların bir defa bedenden kurtulmuş ruhları, yavaş yavaş ilahi varlıklar dairesine çekilecek ve böylece onlar da sonunda ilahlaştırılmış bulunacaktır. Dini inançlar arasında ayrım yapmaktan, bize doğru ve sağlıklı gözüktükleri için birilerini tutmaktan, bize incittikleri ve bizi şaşırttıkları için dini denilmesi uygun değil diye diğerlerini atmaktan sakınmak gerekir. Bütün efsaneler, hatta en rasyonel olmayanlar bile iman konusu olmuşlardır. İnsan onlara, daha az olmamak üzere kendi duygularına inandı; davranışını onlara göre düzenledi. Onun için, bazı görüntülere rağmen, objektif ana ilkelerinin olmaması imkânsızdır. Bununla beraber, dinler ne şekilde açıklanırsa açıklansın, eşyanın gerçek tabiatı hakkında aldanmış olurlar. Bilimler bunu ispat etmiştir. Onun için, dinlerin insana tavsiye veya emrettikleri hareket tarzlarının, ancak çok nadir bir takım faydalı etkileri bulunabilir: Bu, ne hastaları iyileştirecek bir takım su serpmelerle, ne de ürünü çoğaltacak bir takım şarkılar veya kurbanlarla olur. Onun için, natürizme yapıla itiraz bütün açıklama sistemlerine de uygulanır. Bununla beraber bu itirazdan kurtulan bir açıklama bulunur. Dinin bizi duyularla algılanan şeylere adapte ettirmekten büsbütün başka bir ihtiyaca cevap verdiğini düşünürsek: o zaman din, bu ihtiyacı karşılamamak veya kötü karşılamakla zayıflamış olma tehlikesiyle karşılaşmayacaktır. Dini iman insanı maddi dünya ile uyumlu bir hale getirmek için doğmamışsa, dünya ile olan mücadelesinde ona yaptırabildiği hatalar, başka bir kaynaktan beslendiği için onun kaynağına zarar vermez.
Dünyayı keşfedeceği ölçüde insanların daha da şaşkınlık duyacaklarından söz edilir. Fakat tabii hayatı karakterize eden şey: öncelikle monotonluğa kadar varan bir düzenlilik içinde olmasıdır. Her sabah güneş ufukta yükselir, her akşam batar, mevsimler periyodik olarak aynı izlenimler doğurur. Şüphesiz hiç beklenmeyen olaylarda meydana gelir: güneş tutulur, nehirler taşar. Fakat bu geçici düzensizlikler insan hafızasında belli bir süre sonra silinir; onun için dinleri meydana getiren sabit devamlı fikirler ve uygulamalar sistemlerine temel hizmetini göremezler. Bu alışkanlıktan kurtulmak ve düzen içinde hayret uyandıran şeyleri keşfetmek için kültür ve düşünce gerekir. Bunlar bize dini gözüktüğü için, yani doğrudan doğruya kendisiyle bütün temaslar bir günah ve dini şeyleri bir hakaret gibi gösterilecek bu özellikle damgalanmak olmak için bir şeye hayran kalmamız yeterli değildir. Dini duyguyu bütün hayranlık izlenimleriyle karıştırmak, onda bulunan çok özel şeyin değerini bilmemek gerekir. Din gerçekten fiziki olaylara birtakım sebepler gösterme ihtiyacında doğmuş olsaydı, böyle düşünülecek kuvvetler bugün bilim adamlarının aynı olayları açıklamak için tasarladıklarından daha kutsal olmazlardı. Bu, ne kutsal varlıklar, ne de netice olarak din olabilirdi, demektir. İbadet edilen ilk varlıklar insana hiç değilse eşit şartlar altında bulunduğu birtakım basit hayvanlar ve bitkilerdir: bu ördektir, tavşandır, kangurudur, vs. bu hayvan ve bitkilerin nesnel özellikleri, şüphesiz telkin ettikleri birtakım dini duyguların kaynağı olamazdı. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM İLK DİN OLARAK TOTEMİZM MESELENİN TARİHÇESİ-İNCELEME METODU İncelenen iki sistem ulaştıkları sonuçlar itibariyle birbirlerine zıt gibi görünseler de, esas bir noktada anlaşıyorlar: ikisi de meseleye benzer terimler içinde ortaya koyuyorlar. Gerçekte her ikisi de. Tanrı kavramının ister fiziki ister biyolojik bazı tabii olayların bizde uyandırdığı duygularla inşa etmeye çalışıyorlar. Animistler için rüyadır, natüristler için ise, bunlar dini gelişimin hareket noktası olarak alacakları bazı kozmik belirtilerdir. Fakat her iki görüşte olanlara göre, dini olanı profandan ayıran büyük zıddiyetin tohumunun araştırılması gereken yer ya insanın, ya da kâinatın yapısıdır.
Fakat böyle bir teşebbüs imkânsızdır: Gerçek yoktan bir yaratmayı gerektiriyor. Sıradan bir tecrübe olayı özelliği itibariyle ortak tecrübe dünyasının dışında olan bir şey fikrini bize vermez. Ne
insanda,
ne
tabiatta
kendi
kendiliklerinde
hiçbir
dini
karakter
bulunmadığına göre, bu onlara başka bir kaynaktan geliyor demektir. Onun için insanı örnek ve fizik dünyanın dışında başka bir gerçeklik olmalıdır ki, ona göre, dinin büyük bir kısmı, bir manada bütünü kendisinde ibaret olan bu tür bir hezeyan bir anlam ve objektif bir değer kazanıyor. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, animizm ve natürizmin diye adlandırılmalarının ötesinde, öyle görünüyor ki ilkleri yalnız birtakım türedi şekiller veya özel görüntüler olan en temel ve en eski başka bir ibadet bulunması icap eder. Bu ibadet gerçekten vardır: bu etnografların totemizm adını verdikleri bir ibadettir. Totem kelimesi etnografya literatürü de on sekizinci asrın sonlarında görülmüştür. İlk defa olarak totem kelimesine, Amerika yerlilerinden bir tercüman olan J.Long’’un 1971 ‘de Londra’da yayımladığı kitabında rastlanır. Totemizm, yaklaşık yarım asır boyunca, özellikle bir Amerikan müessesesi olarak tanındı. Ancak Grey’in bir pasajında Avustralya’da tamamıyla benzer uygulamaların varlığına işaret etmesi, ancak 1841’de oldu. O zamandan itibaren belirli bir genellikle bir sistemle karşı karşıya bulunulduğu düşünülmeye başlandı. Totemizmi genel insanlık tarihine ilk defa bağlamaya çalışan Mac Lennan olmuştur. Bir makalesinde totemizmin yalnız bir din olmadığını, fakat çok daha gelişmiş dini sistemlerde tesadüf edilen pek çok inanç ve uygulamaların bu dinden türemiş olduğunu göstermeye çalışmıştır. Zaman içerisinde birçok düşünür ve filozof bu konuyu ele aldı ve kendi bünyesinde uygulamaya çalışmıştır. Fakat kendi bütünlüğü içinde işlevsel totemik bir din henüz görülmüyordu. Bu büyük boşluğun doldurulması, ancak şu son senelerde olmuştur. Üstün bir kavrayışa sahip iki gözlemci, Baldwin Spencer ve F.J Gillen Avustralya kıtasında temelini ve bütününü totemin inançların oluşturduğu tam bir dini sistemin uyguladığı görülen oldukça dikkate değer pek çok kabileyi kısmen keşfettiler.
Söz konusu buluşlar, ileride bahsedilecek olan zengin bir literatürün ortaya çıkmasına neden oldu. Sadece en eski oldukları için değil, bundan sonra yapılacak olan gözlemleri yönlendirecek ve spekülasyonları spekülasyonlara neden olacak bir yapıda bulunan sistematik bir form altında takdim edilmiş olmaları sebebiyle, özellikle Spencer ve Gillen’in çalışmaları dikkate değer bir tesir meydana getirdi. Bu tarihçeden Avustralya’nın totemizm incelemesine çok elverişli bir alan olduğu sonucu çıkıyor. Bu sebeple onu gözlemimizin en temel alanı yapacağız. Totemizm adlı eserinde Frazer, özellikle tarihte ve etnografyada bulunabilecek bütün totemizm izlerini çıkardı, yapısı ve kültür derecesi itibariyle çok farklı toplumları anlamaya yöneldi: Eski Mısır, Arabistan, Yunanistan ve Güney Slavları orada Avustralya ve Amerika kabileleri yanında yer aldı. Sosyolog için sosyal olaylar bağlı oldukları sosyal sistemin sonucudurlar; onlardan ayrıldıkları zaman anlaşılamazlar. İki değişik topluma ait iki olayın, yalnız birbirlerine benzedikleri için verimli bir şekilde kıyaslanamamaları bundan ileri gelir; fakat ilaveten bu toplumların da birbirlerine benzemeleri, yani ancak aynı türün birtakım çeşitlerinden olması gerekir. İKİNCİ KİTAP İLK İNANÇLAR BİRİNCİ BÖLÜM ESAS TOTEM İNANÇLARI A-İSİM VE AMBLEM OLARAK TOTEM Bütün dinler birtakım düşüncelerden ve ayin uygulamalardan meydana gelir. Bu nedenle totem dinine ait inançları ve ayinleri birbiri ardından eline almalıyız. Bunları birbirinde ayırmak mümkün olsa da dini hayatın bu iki unsuru çok sıkı bir dayanışma içindedir. Esasen, ibadet, inançlardan doğmuş olmasına rağmen, onları etkiler; efsane, özellikle ayinin manası olmadığı veya açık bulunmadığı zaman onu açıklasın diye genellikle ayine kendini uydurur. Bunun aksi olarak, kendilerini ifade eden ayinler arasında ancak açık bir şekilde ortaya çıkan birtakım inançlarda vardı. Fakat totem dininin dayandığı inançlar arasında en önemlileri tabii olarak totemi ilgilendirenlerdir. Onun için önce başlanması gereken totemler olması bundandır. Avustralya kabilelerinden çoğunun temeli olarak, kolektif hayatta üşütün yer tutan bir grubu buluyoruz: Bu, klan’dır.
Klanı oluşturan kişiler kendilerini bir yakınlık bağı ile birbirlerine bağlanmış gibi düşünürler, ama o çok özel bir yapıya sahiptir. Bu yakınlık, aynı kandan gelmek gibi değil, sadece aynı ismi taşıdıklarından dolayı akrabadırlar. Avustralya klanını diğerlerinden ayıran şey, taşıdığı ismi sıkı ve özel ilişkilerde bulunduğuna inandığı maddi şeylerle belirlenmiş bir cinsinde ismi olmasıdır, bunlar da birtakım akrabalık ilişkileridir. Klanı kolektif olarak ifadeye yarayan şeylerin türü onun totemi diye adlandırılır. Klanın totemi mensuplarından her birinin de totemidir. Her klanın kendisine ait bir totemi vardır, aynı kabilenin farklı iki klanı aynı toteme sahip olamazlar. Gerçekten, sadece belirli bir isim taşıdığından dolayı bir klana katılır. Totem, bir birey değil, cins veya cins içinde bir türdür. Kanguru veya karga gibi. Bununla beraber, bazen özel bir objedir. Güneş, ay, burç vs. fakat istisna olarak, doğrudan doğruya totem görevi yapan bir cet veya atalar grubu da olabilir. Totem isminin ne şekilde elde edildiğine gelince, o dinden daha çok klanın organizasyonu ve üyelerini ilgilendirir; onun için dini sosyolojiden daha çok aile sosyolojisine ait bir konudur. Totem önce isimdir, amblemdir. Totem sadece bir isim değildir; bir amblem, hanedan armasıyla benzerlikleri genellikle belirgin gerçek bir armadır. Feodal dönemin soyluları armalarını şatolarının duvarlarına, silahlarına, kendilerine ait türlü şeylere hep kazırlar ve resmini çizerlerdi. Avustralya zencileri, kuzey Amerika yerlileri de totemlerini böyle yaparlardı. Nerede toplum yerleşik hayata geçmişse, nerede çadır evler yer değiştirmişse, nerede plastik sanatlar biraz gelişmişse, orada totem ağaca ve duvarlara kazınmıştır. Fakat totem resimleri sadece duvarlarına, sandalların dışına, silahlara, aletlere, mezarlara çizilmez; insanların vücutlarında da onlara rastlanılır. İlkeller, armalarını yalnız sahip oldukları şeylere koymazlar, kendi şahısları üstünde de taşırlar; arma tenlerine basılmıştır. Böylece insanların kendisi ile birleşmiştir ve büyük farkla önemli olan da bu tarz görüntüdür. Her klanın özel saç şekli vardır. Mesela kaplumbağa klanında saçlar, hayvanın pençelerini, başını, kuyruğunu canlandıracak tarzda, başın yanlarında ikişer, önde ve arkada birer olmak üzere toplam altı bukle bırakılarak tıraş edilir. Bu totem dekorasyonları, totemin sadece bir isim ve amblem değildir. Dini merasim boyunca kullanılan dekorasyonlar, dini bir özelliği bulunan, aynı zamanda kolektif bir etiket olan totemdir. Gerçekle, eşyanın kutsal ve profan olarak sınıflandırılması totemle ilişkisinde ileri gelir. Totem kutsal şeylerin tıpkı bir örneğidir.
Merkezi Avustralya kabileleri, özellikle Arunta’lar, sürekli olarak ayinlerinde churingalar denilen bazı aletler kullanırlar. Bunlar çok değişik şekillerde, fakat genellikle oval ve uzun ağaç veya cilalanmış taş parçalarıdır. Her totem grubu bunlardan az çok önemli bir koleksiyona sahiptir. Hâlbuki her birinin üzerinde aynı grubun totemini gösteren çok önemli bir resim bulunur. Hangi amaçla kullanılırsa kullanılsın, bütün churingalar çok yüksek seviyede kutsal eşyalar arasında sayılır. Dini saygınlıkta onu geçen hiçbir şey yoktur. Her Arunta’nın taşıdığı isimler arasında bir yabancıya bildirilmesi yasaklanan çok kutsal bir churinga daha vardır; o, bir çeşit esrarengiz mırıltı içinde, alçak sesle, ancak nadiren telaffuz edilir. Churingalar, Arunta’larda ertnatulunga adı verilen özel bir yerde saygıyla korunur. Bu, ıssız bir yerde toprak altında yapılmış küçük bir çeşit çukurdur. Bu çukur etraftan kimsenin fark edemeyeceği bir şekildedir. Kadınlar ve dini hayata girmemiş olanlar oraya
yaklaşamazlar.
Delikanlılar
dini
merasim
sonucunda
yaklaşabilirler.
Churingaların bulunduğu yerin dini özelliği eski dönemlere kadar yayılır ve bütün çevreye geçer: Orada bulunan her şey aynı özelliği kazanır ve bu sebeple profanların vereceği zararlardan korunmuş olur. Churinganın dini değeri yüksektir ve kaybedilmesi durumunda cemaate ve fertlere çok büyük zararı olacaktır. Onun her çeşit olağanüstü özellikleri vardır: Dokunmak suretiyle yaraları ve özellikle sünnet yaralarını iyileştirir, sakal uzatmaya yarar, düşmanları güçten düşürür ve zayıflatır. Churingalar esasında ötekiler gibi taş ve ağaçtan yapılmış objelerdir; onlar aynı cinsten diğer profan şeylerden ancak özel bir durumuyla ayrılır: Bu da, üzerlerine totem işaretinin kazınmış veya reminin yapılmış olmasıdır. Onun için bu bir damgadır ve onlara kutsal karakteri veren de odur. İKİNCİ BÖLÜM ESAS TOTEM İNANÇLARI (DEVAM) B- TOTEMİK HAYVAN VE İNSAN Totemik resimler yegâne kutsal şeyler değildir. Totemle devam eden ilişkileri nedeniyle kendilerinin de ayin konusu oldukları gerçek bazı varlıklar da mevcuttur: Bunlar her şeyden önce, totemik türden olan varlıklar ve klanın mensubudur. İlk bakışta, totemi gösteren resimler insanda bir takım dini duygular uyandırdığından, bu resimlerin yansıttığı şeylerin de, bir dereceye kadar, aynı özelliğe sahip olması tabiidir.
Bunlar çoğunlukla, bir takım hayvan ve bitkilerdir. Bitkileri, hatta hayvanların profan rolü, her zaman olduğu gibi, beslenmeye yaramalarıdır; totemik hayvan veya bitkinin kutsal karakteri de, onu yemenin yasak olması ile anlaşılır. Şüphesiz, yüce şeyler oldukları için, bazı mistik yemeklerin yapılışına katılabilirler, fakat herkesin bildiği tüketim için kullanılamazlar. Bu yasağa uymayan kim olursa olsun, çok büyük tehlikelerle karşı karşıya kalır. Yasağa uymayanlara verilen cezada otomatik olarak ölümle cezalandırılır. Totemik hayvan veya bitkide, yapısını bozup harap etmeden profan bir organizmaya giremeyen korkunç bir gücün bulunduğu kabul edilir. Yalnız ihtiyarlar bu yasaktan muaftırlar. Mistik yemeklerde yenen gıda esnasında kutsaldır ve onun için profanlara yasaktır. İhtiyarlar, yüksek bir dini makama ulaştığından. Kendileri kutsal olduğundan, onlar kutsal şeylerden yiyebilirler. Zaten bu, yalnız totemimizde değil, çok farklı dinlerde de bulunan bir kaidedir. Bununla beraber, bu yasağın bir zaman tam olmuş olması ne gerçek, ne de gerçeğimsidir. Zaruri durumda, mesela yoksul aç kaldığında, yemek için başka hiçbir şey bulunmadığı zaman yasağın daima askıya alınmış olduğu görülür. Hele totem, insanın vazgeçemeyeceği bir gıda olduğu zaman, ondan yiyebilmek için çok kuvvetli bir sebep var demektir. Mesela, su totemine sahip pek çok kabile vardır; böyle bir durumda, sıkı bir yasağın imkânsızlığı besbellidir. Dini sistemler içinde insanın yerine bakmak gerekir. Klanın her üyesi, hayvanda var olduğu bilinen pek aşağı olmadığı hissedilen kutsal bir karaktere sahiptir. Şahsi kutsallığın sebebi, insanın, kelimenin alışılagelmiş manasıyla bir insan olmakla beraber aynı zamanda, totemik bir hayvan veya bir bitki olduğuna inanmasından ileri gelir. Bu totemde her ferdin çift tabiatı vardır: Kendisinde, biri insan, biri hayvan iki varlık birlikte mevcuttur. İnsanda kutsal bir şey vardır. Bütün organizmaya yayılmış olan bu karakter bazı ayrıcalıklı noktalarda özellikle çok bellidir. Bir takım organlar ve bütün kanlar ve saçlar gibi özellikle onun markasını taşıyan dokular vardır. Öncelikle, insan kanı, orta Avustralya kabilelerinde çoğu defa ibadetin en fazla hürmet edilen aletlerini kutsallaştıracak kadar mukaddes bir şeydir. Saçında benzer özellikleri vardır. Merkezdeki yerliler, bazı ibadet eşyalarını bağlamak için sargı görevi yapmak gibi dini fonksiyonlarına daha önce işaret ettiğimiz insan saçlarından yapılmış kuşaklar kullanırlar.
Erkekler kadınlara oranlara daha yüksek derecede bir saygınlığa sahiptir: Onlara göre kadınlar profan gibidirler. İster totemik grubun, ister kabilenin bir araya gelmesi söz konusu olduğu her zaman, erkekler kadınlarınkinden ayrı ve onlara kapalı bir tarafta toplanırlar, ayrıdırlar. İhtiyarlarda, son derece yoğundur. İhtiyarlar, sıradan kimselere yasak olan bazı şeyler kendilerine mubah olacak derecede kutsaldırlar: Onlar totemik olan hayvanın etini çok rahat yiyebilirler ve her türlü yasaktan muaftırlar. Onun için totemizmde bir çeşit hayvanın tapıcılığın bulunduğu düşünmekten sakınmak gerekir. İnsan, bizzat kutsal dünyanın mensubu olduğu için, ismini taşıdığı hayvanın veya bitkilerin karşında, hiçbir zaman bir müminin tanrısı huzurunda tavra sahip değildir. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ESAS TOTEM İNANÇLARI (DEVAM) C- TOTEMİZMİN KOZMOLOJİK SİSTEMİ VE CİNS KAVRAMI Totemizmin ilk bakışta göründüğünden daha karmaşık bir dindir. Daha önce totemizmin kutsal olarak çeşitli derecelerde, totem amblemi, bu amblemin yansıttığı görünümdeki bitki veya hayvan, klan üyeleri gibi üç sınıf şey tanıdığını gördük. Bununla beraber bu tablo tanımlanmış değil. Gerçekte bir din, sadece, hemen söz konusu şeyler edilecek olarak çok özel bir takım objelerle ilgili parça parça bir inançlar koleksiyonundan ibaret değildir. Bilinen bütün dinler, az çok, genel bir âlem fikri veren bir takım düşünce sistemleridir. Totemizmin diğerleriyle kıyaslanabilir bir din olabilmesi için, bize bir kâinat anlayışı sunması şarttır. Hâlbuki o bu şartı da yerine getiriyordu.
Totemizmin bu yönünün ihmal edilmesine sebep olan şey, klanla ilgili sınırlı bir fikir edinilmesidir. Klan, insanlardan oluşan sıradan bir grup olarak kabul edilir. Bir Avustralyalı için eşya, eşyalar, kâinatı dolduran her şey kabileye aittir, onun temel unsurlarıdır ve onun düzenli üyeleridir denilebilir; onun için hepsinin insanlar gibi toplumda belirli bir yeri vardır. Bütün kabile, iki fıratriye bölünmüştür ve bütün varlıklar fıratriler arasında yer alır. Eşyanın tanrıları, idare ettikleri eşyanın başka bir görünümünden ibarettir. Onun için bu efsanevi tasnif de ancak öncekilerin başka bir şeklidir. Dünyanın bu tarzda anlaşılmasının etnik veya coğrafi her türlü özellikten bağımsız olduğundan böylece eminiz; ama aynı zamanda totemik inançlar bütününe sıkı şekilde bağlı olduğu da açıkça görülüyordu. Olayların, insanlıkta cins veya sınıf kavramının oluşma tarzının ne şekilde aydınlattığını daha önceki bölümlerde görülmüştü. Bu sistematik sınıflandırmalar tesadüflerin ilkleridir. Cins fikri insanlar tarafından oluşturulmuş düşünce aletidir. Fakat onu oluşturmak için bize az çok bir model gerekir. Diğer bir tarafta bir sınıflandırma, parçaların hiyerarşik bir düzene göre yerleştirilmiş olduğu bir sistemdir. Bir takım hâkim karakterler ve onlara bağlı diğer özellikler vardır. Bu gelişmeler dini düşüncenin doğuşuyla doğrudan ilgilidir. Gerçekte aynı klana veya aynı fıratri içinde sınıflandırılmış bütün şeyler, birbiriyle ve bu fıratriye veya bu klana totem görevi yapan şeyle sıkı bir şekilde akraba, yakın demektir. Özet olarak bahsedecek olursak totemizm hakkında eksiksiz bir fikir edinmek için, klanın sınırları içinde kapanmayıp kabileyi kendi bütünlüğü dâhilinde düşünmek gerekir. Şüphesiz her klanın özel ibadeti çok büyük bir otonomiye sahiptir. O dini hayatın aktif mayasının klanda bulunduğu andan itibaren bile düşünülebilir. Fakat diğer taraftan, Yunan politeizmi tamamen çeşitli tanrılara yapılan özel ibadetlerin birleşmesinden meydana geldiği gibi, bütün bu ibadetler de birbirine bağlıdır ve totemik din de bu klan ibadetlerinin birleşmesiyle şekillenmiş karmaşık bir sistemdir. Böyle anlaşılan totemizmin kendisine ait bir kozmolojisinin olduğunu az önce gösterdik. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ESAS TOTEM İNANÇLARI (SON) D-KİŞİSEL TOTEM VE CİNSİ(KADIN-ERKEK) TOTEM
Bazı Avustralya kabilelerinde ve Kuzey Amerika yerlileri toplumlarının çoğunda, her fert belirli bir şeyle her klanın totemiyle arasındakine benzeyebilen bir takım münasebetlerde bulunur. Bu şey bazen cansız bir varlık; fakat genel olarak bir hayvandır. Birey ve adını veren hayvan arasında çok sıkı bağlar mevcuttur. İnsan hayvanın tabiatına ortak olur; onun hataları olduğu gibi zaten meziyetleri de vardır. Hayvan ölürse insanın da hayatı tehlike içine girer. Hem hayvan hem de insan birbirlerini korur, dayanışma içindedir. Kolektif totemizm ve kişisel totemizm arasında, her ikisine de benzeyen orta bir şekil vardır. Bu da cinsi (kadın-erkek) totemizmdir. Buna ancak Avustralya’da bir kaç kabilede rastlanır. Bu topluluklarda bir taraftan kabilenin bütün erkekleri, diğer taraftan bütün kadınları, hangi klanda olursa olsunlar ayrı iki topluluğu meydana getirirler. BEŞİNCİ BÖLÜM BU İNANÇLARIN KAYNAKLARI A-BAZI TEORİLERİN ELEŞTİREL İNCELEMESİ Bunca anlatılanlara karşı totemizmi bir din olarak görmeyen yazarlar bulunmaktadır. Bu din gözlemlenebilir ilk dindir. Bu bölümde dini duyguları ortaya çıkaran sebeplere bakılacak ve analiz edilecek inançların kaynakları bulunacaktır. Birçok düşünür totemizm hayvanlara ibadetin özel bir şeklinden başka bir şey değildir. Aksine, totemizmde hayvana tapmanın bir çeşidinden büsbütün farklı bir şey görmek gerektiğini biliyoruz. Totemizmde hayvana hiçbir zaman tapılmaz, insan onunla neredeyse eşittir. Biri kişisel, diğeri klan olmak üzere iki çeşit totemizm bulunmaktadır. Kişisel totemizm, totemik ibadetin ferdi görünümüdür. O nedenle kişisel totemizm ilk olay ise, dinin kişinin zihninde doğmuş olduğu her şeyden önce bireysel eğilimlere cevap verdiğini ve ancak ikinci derecede kolektif bir şekil aldığını söylemek gerekir. Kişisel totemizm, klan totemizmine doğurmak şöyle dursun, var olabilmek için bu sonuncuyu gerektirmesidir. Doğması ve dönüşmesi, kolektif totemizm sınırları içinde oluşmuştur: Onu tamamlayan bir parçasıdır.
Spencer ve Gillen’in kitaplarının kendisine ilham etmiş olduğu en son bir çalışmada Frazer, daha önce teklif edilen ve yeni tartışılan açıklamanın yerine yeni bir totemizm izahı koymaya teşebbüs eder. O izah, Aruntaların totemizminin bildiklerimizin en gelişmemişi olduğuna dayanır; Frazer onun gerçekten ve kesin olarak orijinal örnekten çok az farklı olduğunu söyleyecek kadar ileri gider. Andrew Long, Frazer gibi bütün totemizmi insan ve hayvanın bir çeşit aynı kökten oldukları inancına dayandırır. Fakat onu başka şekilde açıklar. Long totemizmi, bütünüyle totemin bir isim olmasından çıkarır. Bir takım insani gruplar oluşur oluşmaz, onların her biri kendileriyle ilişkide bulundukları diğer komşu grupları birbirinden ayırma ihtiyacı duymuştu ve bu amaçla onlara farklı isimler vermişti. Bu isimler hayvan ve bitki isimleridir. Natürizmin ve animizmin yetersizlikleri bu çalışmada yetersiz kalmaktadır. Onun için Tylor ve Jevos’un yaptıkları gibi aynı itirazlara maruz kalmaksızın onlara müracaat edilemez. Bununla beraber ne Frazer, ne Long başka bir hipotezin mümkün olacağını fark eder gibi görülmüşlerdir. Totemizmin dini yapısını tamamen kabul ederek onu kendisinden farklı bir dine indirgemekten kaçınmamız gerekir. Dini olmayan bir takım fikirlerin onun nedenleri olarak gösterilebilmesi söz konusu değildir. Fakat totemizmin kendisinden var oldukları içine giren düşünceler arasında, doğrudan doğruya ve kendiliklerinden dini karaktere sahip olanlar bulunabilir. Araştırılması gereken asıl şey de budur. ALTINCI BÖLÜM BU İNANÇLARIN KAYNAKLARI (DEVAM) B- TOTEMİK MANA VEYA ESAS KAVRAMI VE GÜÇ FİKRİ Mademki kişisel totemizm klan totemizminden daha sonradır, hatta ondan türemiş görünüyor, öyleyse öncelikle klan totemizmini ele almamız gerekir. Fakat onun hakkında yaptığımız analiz heterojen görünebilen bir çok inançlar halinde onu çözümlediği için, daha ileriye gitmeden önce, onların bütünlüğünü sağlayan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmamız gerekir.
Totemizm şu hayvanların veya bu insanların yahut falan resimlerin dini değil, fakat bu varlıkların hepsinde var olan ama hiçbirine karışmayan anonim ve gayri şahsi bir tür gücün dinidir. Hiç kimse ona tamamıyla sahip değildir ama hepsi onunla ortaktır. O güç kendisinde yeniden canlandığı özel şeylerde o kadar bağımsızdır ki onlardan sonra var olacağı gibi onlardan öncede vardır. Kişiler ölürler; nesiller geçer ve başkalarıyla yer değiştirebilirler; fakat bu güç daima hazır, canlı ve kendi kendine benzer bir halde kalır. Dünkü nesillere nasıl hayat vermişse bugünkülere veya yarınkilere de öyle hayat verecektir. Kelime çok geniş bir manaya alınacak olursa, her totemik ibadetin yapıldığı tanrı odur, denilebilir. Yalnız, bu tanrı, gayri şahsi, isimsiz, tarihsiz, dünyada kendiliğinden var olan, sayılamayacak pek çok şeyde yaygındır. En gelişmiş dinlerde bile, bu belirsiz olma durumunu korumayan ve hem kozmik hem manevi bir takım fonksiyonları ifade etmeyen hiçbir tanrı yoktur. Her din, manevi bir disiplin olmakla beraber aynı zamanda, tam bir güvenle insanın dünyaya meydan okumasına imkân veren bir çeşit tekniktir. Avustralya totemizminin anlamında ve ruhunda gayri şahsi bir dini güç kavramının var olduğu görülüyor. Arungquiltha'nın sırf sihri bir güç olduğu doğrudur. Fakat sihri güçler ve dini güçler arasında yapı farkı yoktur: Bazen aynı isim ile ifade edilirler: Melanezya'da sihirbaz ile yaptığı büyülerde, bütün ayin yapanlar ve düzenli ibadet ayinlerinde olduğu gibi mana vardır. İroquois'larda orenda kelimesi aynı şekilde kullanılır. Onun için sihri güçlerden birinin yapısına göre dini güçlerin tabiatı doğru olarak çıkarılabilir. Başlangıçta insana duygular ve duygusal düşünceler hâkim olduğu bahanesiyle, insanın tanrıyı belirli bir şahsiyeti olan varlıkların somut şekli altında düşünmekle işe başlamış olacağı genellikle savunulmuştur. Hâlbuki olaylar yüzeysel kanaati doğrulamaz. Çok ilkel olarak düşünmekle haklı olduğumuz dini ve sistematik bir şekilde birbirine bağlı bir inanç bütününü açıkladık ve yine de uluhiyet konusunda bir takım şahsiyetleştirmelere tesadüf etmedik. Asıl totemik ibadet ne belirli şu hayvanları veya bitkileri, ne de bir hayvan veya bitki türüne değil, eşya arasında dağılmış anlaşılmaz bir güç türüne yapılır. Totemizmden çıkmış daha yüksek dinlerde, mesela Kuzey Amerika yerlilerinde görülenlerden bile, bu fikir, silinmek şöyle dursun, kendi kendisinin daha da farkına varmıştır; önceleri sahip olmadığı bir netlikle ifade edildiği gibi, aynı zamanda daha yüksek bir yaygınlık derecesine ulaşmıştır. Bu da onun bütün dini sistemlere hâkim olmasından ileri gelir.
Totemi kavramının esas önemi, sadece dini fikirlerin gelişmesinde oynadığı rolden değil, bilimsel düşünce tarihini ilgilendirmesi nedeniyle laik bir görünüme de sahip olmasından kaynaklanır. Kuvvet kavramı dini kaynaklıdır. Önce felsefe, sonra bilimler onu dinden almışlardır. YEDİNCİ BÖLÜM BU İNANÇLARIN KAYNAKLARI (SON) C-TOTEMİK MANA VEYA ESAS KAVRAMININ DOĞUŞU Totem farklı şeylerin iki ürünü ifade ve sembolize eder. Bir taraftan, totemik esas veya tanrı dediğimiz şeyin duyulabilir ve harici bir şekli bulunur. Fakat diğer taraftan da, klan denilen bu belirli toplumun sembolü vardır. O yüzden bu bayraktır; her klanın diğerlerinden onunla ayrıldığı işarettir, klan şahsiyetinin görülebilen nişanıdır, herhangi bir sıfatla klana katılan bütün insan, hayvan veya eşyanın taşıdığı nişandır. Onun için totem, aynı zamanda hem tanrının, hem toplumun sembolü olursa, tanrı ve toplum bir olmuştur. Klanın tanrısı, totemik esas, o yüzden klanın kendisinden başka bir şey olamaz, fakat bu tanrı klandan ayrılmış, zihinlerde totem görevi yapan bitkisel veya hayvani bir tür şeklinde düşünülmüştür. Bir toplumun, sadece üzerlerinde gerçekleştirdiği tesir ile zihinlerde tanrı duygusunu uyandırmak için gereken her şeye sahip olduğu gerçektir; zira bir tanrının müminleri olduğu gibi, toplumunda üyeleri vardır. Gerçekte, bir tanrı, öncelikle insanın onu bazı noktalarda kendisinin üstünde olarak düşündüğü ve kendisine tabi olduğuna inandığı bir varlıktır. Toplumun bizim kişisel yapımızdan farklı ve kendisine ait bir tabiatı olduğu için, aynı zamanda kendisine özel bir takım gayeler takip eder: fakat onlara ancak bizim aracılığımızla ulaşılabileceği için, emredercesine yardımımızı ister. Menfaatimizi unutarak kendisine kul olmamızı emreder, onlar olmadan sosyal hayat imkânsız olacağından bizi her türlü sıkıntıya, mahrumiyetlere, fedakârlıklara zorlar. Böylece her an, ne yaptığımız ne de istediğimiz veya bazen en temel eğilimlerimize ve içgüdülerimize aykırı olan bir hareket ve düşünce kurallarına boyun eğmekle yükümlüyüz.
Bununla birlikte, toplum bu tavizleri, bu fedakârlıkları bizden yalnız bir maddi baskıyla elde ettiyse, biz de, dinlerin yaptıkları gibi manevi bir güç fikrine değil sadece zorla itaat gösterilmesini gerektiren bir fiziki kuvvet fikri uyandırabilirdi. Fakat gerçekte toplumun şuurlar üzerinde uyguladığı güç, sahip olduğu ayrıcalıktan ileri gelen fiziki üstünlükten daha çok kendisinin verdiği moral otoriteden kaynaklanır. Onun emirlerine uyuyorsak bu sadece dayanma gücümüzü aşacak şekilde silahlı olmasından değil her şeyden önce, hakiki bir saygı konusu olmasındandır. Toplumun aynı zamanda kuvvetlendirici ve canlandırıcı bir etkisi vardır. Bunun belirgin olduğu birtakım durumlarda vardır. Ortak bir tutku ile hareketlenen bir mecliste,
sadece
kuvvetlerimizle
kalmak
zorunla
olduğumuz
zaman,
elde
edemeyeceğimiz bir takım duygularımızı ve hareketlerimiz olur. Meclis dağılınca, yalnız kendimizle baş başa kaldığımızda, tekrar olağan seviyemize düşeriz, o zaman üstümüzde kat etmiş olduğumuz yüksekliği ölçebiliriz. Bununla birlikte hem tarihte hem günümüzde toplumun sürekli olarak birtakım kutsi şeylerin bütün parçalarını meydana getirdiğini görüyoruz. Toplum bir insana tutuldu mu, onda toplumu tahrik eden başlıca özlemleri ve onları tatmin edece çareleri bulduğuna inandı mı, atık bu insan çok üstün bir yere konmuş olacak ve adeta ilahlaştırılacaktır. Bütün bu olaylar, klanın, üyelerinde kendileri dışında, kendilerine hakim ve aynı zamanda onları destekleyen bir takım kuvvetlerin yani kısaca dini kuvvetlerin var olduğu fikrine nasıl uyandırmış olacağını tahmin etmeye imkan verir. Bu, gelişimini tamamlamamış insanın doğrudan doğruya ve çok sıkı olarak dayanışma içinde olduğu bir toplum bulunmamasından kaynaklanır. Avustralya toplumlarının hayatı peş peşe iki farklı safhadan geçer. Bazen halk, birbirlerinden bağımsız olarak işleriyle meşgul olan küçük gruplara ayrılmıştır; o vakit her aile kendi tarafından avlanarak, balık tutarak, kısaca sahip oldukları her vasıtayla hayatı için gerekli gıdayı elde etmeyi araştırarak yaşar. Bazen de aksine halk, birkaç günden birkaç aya kadar değişen bir zaman için belirli noktalarda toplanır, yoğunlaşır. Bu toplanma, bir klan veya kabilenin bir kısmı oturumlarına davet edildiği ve bu vesileyle dini bir merasim veya etnografya dilindeki ifadesiyle, bir corrobori yapıldığı zaman olur.
Bu iki safha çok belirgin bir şekilde birbirinin tam tersidir. Birincide ekonomik faaliyet ön plandadır ve genellikle daha az bir yoğunluktadır. Beslenme için gerekli kuru gıda maddelerinin veya otların toplanması, ava çıkma veya balık tutma çok şiddetli tutkular sonunda hayatı tek düze, durgun ve sıkıcı hale sokar. Fakat ne var ki, bir corrobori olur ve her şey değişir. Gelişimini tamamlamamış insanların heyecan ve tutku yetenekleri aklının ve iradesinin kontrolüne ancak tam olarak boyun eğmediği için, üstünlüğünü kolaylıkla kendiliğinden kaybeder. Dini kuvvet klanın müşterek ve anonim kuvvetinden başka bir şey değildir ve zihinlerde ancak totem şekli altında düşünebilir, öyleyse totemik amblem tanrının görülebilir vücudu gibidir. Onun için teşvik etmek veya engel olmak amacıyla ibadet konusu olan hayırlı veya hayırsız hareketler ondan çıkar gibi görünür; sonuç olarak, ayinler yalnız onun için yapılır. Kutsal şeyler serisi içinde birinci sırayı işgal etmesi böyle açıklanır. İlk din anlayışlar genellikle, dünya ile ilişki içine girdiğinde insanın duyduğu bir zayıflık ve bağımlılık, bir korku ve kaygı hissine mal edilir. Bizzat sebep olduğu bir çeşit kâbusa maruz kalan insan, yatıştırmak amacıyla ayinler yapılan bir takım düşman ve korkunç kuvvetlerle kendisini kuşatılmış zannedecekti. İlk insanlar tanrılarını dost, akraba, tabii güven koruyucu olarak görmüşlerdir. Totemizmin kökünde olan şey, korku ve baskıdan çok sevinç veren bir takım güven duygularıdır. Her dinin acıklı tarafı olan cenaze ayinleri göz önüne alınmazsa, totemik ibadet ilahiler, danslar, dramatik oyunlar arasında yapılır. Kıskanç ve korkunç tanrılar, ancak dini gelişmenin daha geç döneminde görünürler. Çünkü gelişmemiş toplumların, çok güçlü olmalarıyla insanı ezen ve onu sıkı bir disiplin altına alan bir çeşit Leviathan değildirlerdir.
SEKİZİNCİ BÖLÜM RUH KAVRAM Dinsiz bilinen hiçbir toplum bulunmadığı gibi, ne kadar kaba organizasyon olursa olsun, kaynağı ve akıbetiyle büsbütün kolektif bir düşünceler sistemi bulunmayan bir dinde yoktur. Bütün Avustralya toplumları, gerçekte her insan
bedeninin, ruh denen, ona can veren bir hayat kaynağını, bir dahili varlığı içerdiğini kabul ederler. Kadınların bu genel kuralın istisnasını oluşturdukları da doğrudur, gerçektir. Kadınların asla ruhu olmadığını düşünen bir takım kabileler vardır. Bu konuda Dawson’a inanmak gerekirse, incelediği kabilelerde küçük yaştaki çocukların bile ruhu yoktur. Avustralya’nın ruh hakkında ne düşündüğünü belirlemek hem güçtür, bir o kadar da anlaşılmaz ve değişkendir. İnsanların, hakkında açık bir bilgiye sahip olmadıkları için iyi analiz edilmemiş birçok izlenimlerin içine girdiği çok karmaşık bir kavram söz konusu demektir. Bununla beraber ruhun kendisiyle tanımlandığı en temel ve ayrıca genellikle birbirine zıt karakterleri işte şöyle sıralanabilir. Bazı durumlarda, bize ruh, bedenin dış görüntüsüne sahiptir denilir. Fakat bir kum tanesi büyüklüğünde düşünüldüğünde olmuştur. Aynı zaman da, ruhun bir takım hayvan türleri şeklinde tasavvur edildiğini de göreceğiz. Esasen onun şekli tam oluşmamış ve belirsizdir demektir; bir takım şartlara bağlı olarak bir zamandan diğerine, ayin ve efsanenin icaplarına göre değişir. Gerçekte, bu hayat boyunca bile bir takım fiziki ihtiyaçları vardır: Yer buna karşılık yenilebilir. Bedenden çıktığı da olur ve seyahatleri esnasında bazı defa yabancı ruhları da yer. Aynı zamanda halka görünmez bir varlık olarak düşünülür. Sihirbazlar ve ihtiyarların ruhları görmek melekesi olduğu gerçektir, fakat bu, duyularımızın algılayamadığı şeyleri düşünmeleri, yaşları veya özel kültürleri ile edindikleri hususi bir güç sayesinde olur. Ruh geçici olarak vücuttan çıkabildiğine göre, bedende ayrı ve bağımsızdır. Uykuda, baygınlık esnasında, vs. bedeni terk eder. Her totemik grubun kendisine ait bir ruhlar ülkesi vardır. Klanın kurucuları, ilk ecdadın bilinen bir zamanda toprağa gömüldüğü, ölümlerinden sonra yaşamaya geldiği yer burasıdır. Spencer ve Gillen’in Arunta, Warramunga vs. merkezdeki kabilelere mal ettiği anlayış işte böyledir. Başka kabilelerde, bütün ölüler, totemleri ne olursa olsun, benzer bir yerde denizin ötesinde, bir adada veya bir göl kıyısında birlikte yaşıyor kabul edilir. Son olarak bazıları, ruhların semada, bulutların ötesine gittiklerine inanırlar. Genellikle, bütün ruhların kaderi aynıdır ve hepsi aynı hayatı yaşar. Bununla beraber dünyadaki hareket tarzlarına göre onlara çeşitli bir muamele yapılır ve ahiret ile dünyanın arasını ayıracak farklı, hatta zıt bu bölümlerin bir ilk örneğinin çok geçmeden görünür gibi olduğu düşünülür. Hayatları boyunca, avcı savaşçı, dansçı vs. gibi çok başarılı kimselerin ruhları diğer kimselerinkilerle karıştırılma; onlara ayrı bir yer tahsis edilir. Spencer ve Gillen’e göre, her nesilde yeni doğmuşların vücutlarına can veren ruhlar, yeni ve özel bir yaratma ürünü değildir; bütün bu kabileler miktarları bir birim
artamayan ve geçici olarak yeni bedenlere giren belirli bir ruh stoku bulunduğunu kabul ederler. Bir kişi öldüğü zaman, ruhu barındığı vücudu terk eder, cenaze merasimi yapıldıktan sonra ruhların ülkesine gider; fakat belirli bir süre sonra yeni bedenlere girer ve gebe kalmalara ve doğumlara neden olan da işte bu yeni bedenlere girmelerdir. Bu dünya hayatının son bulduğunda teker teker ya da gruplar halinde toprağa gömülürler. Vücutları, toprağın altında gözden kayboldukları kabul edilen yerlerde görülen ağaçlara veya kayalara dönüşür. Fakat ruhları halen hayatını devam ettirmektedirler, ölmüş değillerdir. İlk ev sahiplerinin hayatının sona erdiği yerlerde dolaşmaya devam ederler. Bu tapınakların etrafında dolaşan ruhlardan biri, bir kadının vücuduna girdiği zaman bundan dolayı bir gebelik, sonrada doğum olur. Onun için her fert belirli bir ceddin yeni bir değişimi gibi sayılır. İnsanların ruhları insani vücutlara tekrar girmiş bu ecdat ruhları olduğuna göre, onlarda bizzat kutsal varlıklardandır. Bu ecdat, tam anlamıyla insan değildir, fakat bitki veya hayvan veyahut da bitkisel veya hayvani unsuru ağır basan karışık varlıklardır. Spencer ve Gillen şöyle der: Bu efsanevi zamanlarda yaşayan ecdat, yerlilerin kanaatine göre, ismini taşıdıkları bitki veya hayvanlarla o kadar sıkı bir şekilde birleşmişlerdi ki, mesela kanguru totemine mensup bir Alcheringa dönemi insanı, çoğu defa efsanelerde daima bir insan, kanguru veya bir kanguru insan gibi takdim edilmiştir. İnsani kişiliği, soyundan geldiği kabul edilen hayvan ve bitkininki içinde kaybolmuştur. Strehlow’ a göre, ruh, yas ayinleriyle vücuttan bir kere kesin olarak kurtulunca artık yeniden bir başka bedene girmeyecekti. Yağmur yağıncaya kadar gündüzlerini uykuyla ve gecelerini dans etmekle geçireceği ölüler adasına gider. Onun için yeni bir vücuda giremez; gebe kalmalar doğumlar geçici olarak yeni varlıkların yeni vücutlarında tekrar başlayacak olan ruhların bir vücuda girmelerinden kaynaklanmış olmayacaktı. Ceddin toprağa gömülmüş kabul edildiği her yer yerde, onun vücudunu temsil eden ya bir kaya ya bir ağaç bulunduğunu söylemiştik. Bu ağaçlardan, kayalıklardan her biri üzerinde, tamamen ilgili ceddin totemine ait ratapa denilen çocuk tohumları yaşar. Mesela kanguru klanının bir ceddini temsil eden bir zamk ağacı üzerinde, hep kanguru totemine sahip bir takım ratapalar bulunur. Oradan bir kadın geçtiği zaman bu ratapalar annelerin usulen mensup olmaları icap eden evlilik sınıfından ise ratapalardan biri kadının içine girecektir. Başka bir olayda, kullanılan usul biraz farklıdır. İşi bizzat yapan ceddin kendisidir. Bu iki çeşit hamileliğin ikisinin de çok sık olduğu kabul edilir. Hangi şekilde hamile kalındığını gösterecek olan çocuğun yüzünün şeklidir. Strehlow’un anlatımı böyledir. Bu yazarın düşüncesine
göre, anlatımı Spencer ve Gillen’inkiler köklü olarak birbirine tezat oluşturmaktadır. Öncelikle bu gözlemcilerin hepsi bütün hamile kalmaları bir reenkarnasyon (ruhun yeni bir vücuda girmesi) sonucu olduğunu tespitte birleşirler. Amerika yerli kabilelerinde ölülerin ruhlarının tekrar yeryüzüne döneceğine ve ailelerinden hamile kadınların gireceğine inanılır. Bir kadın hamileliği esnasında, vefat etmiş herhangi bir akrabayı rüya da gördüğü zaman, onun ruhunun vücuduna girmiş olduğuna inanılır. Ruhun doğrudan doğruya totem görevi yapan hayvan veya bitkiden derhal doğduğu düşünülen bir takım olaylar bile vardır. Strehlow’a göre bir kadın, bir meyveden çok yerse bir gün bu meyvenin totemi olacağı bir çocuk doğuracağına inanılır. Kadın, karnında çocuğun ilk hareketini hissettiği zaman bir kanguruya bakarsa, bir kanguru ratapasının bedenine girdiği ve onu telkih ettiği zan olur. Totemizmin zayıfladığı veya kaybolduğu toplumlarda, ruh yinede hayvan şekli altında düşünülmeye devam eder. Bedford burnu yerlileri, çocuk annesinin vücuduna girdiği zaman, kız ise kervançulluğu, oğlan ise yılan şeklinde olduğuna inanılır. Ancak sonradan insan şeklini alır. DOKUZUNCU BÖLÜM MANEVİ VARLIK VE TANRILAR KAVRAMI Bir ruh bir manevi varlık değildir. Gerçekte, o belirli bir organizma içinde tutukludur; bazı anlarda ondan dışarı çıkabilirse de, normal olarak, yine onun içinde hapistir. Kesin bir şekilde ondan ölümle kurtulur. Aksine manevi varlık, sıkı bir takım bağlarla özel bir objeye, bir kaynağa, bir kayaya, bir ağaca, bir yıldıza, vs. bağlanmış, tercihen orada yaşamış olsa da, uzayda bağımsız bir varlık sürdürmek için, istediği zaman ondan uzaklaşabilir. Bu yüzden çok geniş bir tesir alanı vardır. Ona yaklaşan veya onun yaklaştığı bütün kişilere tesir edebilir. Aksine ruh, ancak can verdiği beden üzerinde bir tesire sahiptir; dünyevi hayatı boyunca, bazı farklı kimselere etkide bulunması çok istisnadır. Bununla beraber etrafta dolaşan bir ruh gerçek bir manevi varlık değildir. Öncelikle, ruh genellikle sınırlı bir etki gücüne sahiptir; sonra belirli bir özelliği de yoktur. Kendisinden belirli hiçbir iş beklenmeyen başıboş bir varlıktır; zira ölümün tam olarak onu bütün düzenli kadroların dışına çıkarma etkisi vardır; bu, yaşayanlara göre, bir çeşit mevkiinden düşmedir. Aksine bir manevi varlığın daima belirli cinsten bir etkinliği vardır ve onu tarif eden de budur; kozmik veya sosyal olaylara belirli bir düzen vermekle görevlidir; dünya düzeni içinde yerine getireceği az çok belirli bir fonksiyona sahiptir. Fakat bu şartı taşıyan ve sonuç itibariyle kelimenin
tam anlamıyla manevi varlıklar denebilecek bir takım ruhlarda vardır. Bunlar, halk düşüncesinin evvel zaman içine yerleştirdiği bu efsanevi şahısların ruhlarıdır. Bu anlamda bunlar yine o ruhlardır, çünkü daha önce belirli bir zaman sonra ayrıldıkları vücuda can vermiş kabul edilirler. Ayrıca belirli görevlerlede yükümlüdürler. İlk olarak ister Spencer ve Gillen’in, ister Strehlow’un anlattıkları kabul edilsin, klanın periyodik olarak toplanmasını sağlama görevi onlara aittir. Doğum olayıyla da onlar görevlendirilmiştir. Doğum işlemi bir defa sona erince ceddin görevi bitmez. Cet yalnız şahıslara göre belirli bir şekilde yer alan bir varlık değildir; o eşyaya göre de bir yer elde eder. Asıl barınağı yeraltında olduğu kabul edilmiş olsa da, birinci varlığını sona erdirdikten sonra, toprak içinde kaybolduğu noktada kendiliğinden meydana gelen su kaynağı veya nanja kayasının veya hut ağacının bulunduğu yerde sürekli düşüp kalktığına inanılır. Bu ağaç veya bu kaya, kahramanın vücudunu temsil eder diye zannedildiğinden, ruhunun da sürekli oraya geldiği ev az çok devamlı olarak arda kaldığı düşünülür; bu yerlerin, insanda uyandırdığı dini saygıyı açıklayan şey, işte bu ruhun varlığıdır. Hiç kimse hasta düşme tehlikesi ile karşı karşıya kalmadan nanja ağacının bir dalın koparamaz. Eskiden o ağacı kesmek veya ona zarar vermek ölümle cezalandırılırdı. Oraya sığının bir hayvan veya kuş öldürülemez. Çevresindeki koruluklara bile hürmet edilmelidir. Kayalara dahi saygıyla muamele edilmelidir. Onların yerini değiştirme, parçalamak yasaktır. Bu kutsal özellik cedde mal edildiğinden, o bu ağacın, bu kayanın, bu su gözünün, bu kaynağın ruhu gibi gözüküyordu. Eğer kaynağın yağmurla bir takım ilişkilerinin var olduğu düşünülürse, o da yağmur perisi olacaktır. Aynı şekilde, bir taraftan insanları koruyucu varlıklar hizmeti gören bu aynı ruhlar, aynı zamanda bazı kozmik fonksiyonlarda yaparlar. Bir takım manevi varlıklar, belirli etkisi olmayan ve başıboş ruhlardan başkadırlar. Strehlow onları tanrılar diye adlandırır; fakat ifade yanlış kullanılmıştır, en azından pek çok duruma uygun değildir. Gerçekte, herkesin koruyucu bir cedde sahip olduğu Arunta’lardakiler gibi bir toplumda, ne kadar fert varsa, o kadar veya daha fazla tanrı olacaktı. Ancak tek bir inananı bulunan bir kutsal varlığa tanrı adını vermek terminolojide karışıklık meydana getirecektir. Ceddin önemi, gerçekten bir tanrının önemini hatırlatacak derecede büyürse, böyle bir adlandırma doğrudur, yapılabilir. Özellikle Wollunqua yılanına olan işte böyledir. Aynı isimdeki klanı doğurmuş kabul edilen bu efsanevi hayvanın, oldukça dini bir saygı gösterilen bir su deliğinde yaşamaya devam ettiğine inanılır. Böylece o yılan, kalın toplu olarak yaptığı bir ibadet konusu olur: Bir takım ayinler münasebetiyle hoşnut edilmeye, sevgisi kazanılmaya
çalışılır, kendisine bir takım niyazlarda bulunulur, vs. Onun için klanın tanrısı gibidir denilebilir. Ceddin sadece insanlarla değil, eşya ile nasıl bir ilişkide olduğunu bilme meselesi, çok zor gibi görünebilir; zira bu tür bir kişi ile bir ağaç veya bir kaya arasında hangi ilişkinin var olabileceği ilk bakışta görülemez. Strehlow en azından bu meselenin muhtemel bir çözümünü bize temin eder. Bu ağaçlar bu kayalar kabile toprağının gelişigüzel noktalarında bulunmazlar. Sadece en değerli ibadetin aletlerinin oralarda korunması sebebiyle bu yerlere ne kadar saygı gösterildiği bilinir. Bunların her biri bütün çevresine kutsallık yayar. Bu sebepledir ki, çevredeki ağaçlar, kayalar kutsal olarak görünür, onları yıkmak veya harap etmek yasaktır, onlara uygulanacak her türlü şiddet kutsal bir şeye tecavüz demektir. Bu kutsal karakter, gerçekte, basit bir geçme, sirayet olayına bağlıdır, fakat yerliler bunu kendilerine açıklamak için, bu farklı objelerin, içinde bütün dini güçlerin kaynağını gördükleri varlıklar ile yani Alcheringa dönemindeki ecdatla ilişki içinde bulunduklarını kabule mecbur hissetmişlerdir.
İşte
anlattığımız
efsanevi
sistem
bundan
doğmuştur.
Her
ertnatulunga’nın ecdattan bir grubun toprağa daldığı yeri gösterdiği düşünüldü. Toprağı örten taş yığınları ve ağaçların ecdadın vücutlarını temsil ettiği kabul edildi. Fakat ruh, genel bir tarzda, bir zamanlar içinde yaşadığı vücutla bir tür ilişkisini koruduğu için, bu ecdat ruhlarının, maddi örtülerini meydana getiren bu yerlere tercihen sık sık uğramayı sürdüreceklerine inanmaya gidildi. Bu neden onlar bu ağaçlara, bu kayalara, bu su gözlerine yerleştirildi. İşte bunun içindir ki, ecdat ruhlarının her biri, tamamen belirli bir şahsı koruma görevini sürdürmek suretiyle, bir çeşit genius loci(özel yer) haline dönüşmüş oldu ve o fonksiyonu yerine getirdi. Böyle açıklanmış bu anlayışlar, bizi, günümüze kadar açıklanmamış bırakmak zorunda olduğumuz totemizmin bir şeklini anlayacak hale getirdi: Bu da kişisel ferdi totemizmdir. Kişisel bir totem, esasen şu iki özellikte tarif edilir: 1. Kişisel totem, bir kişiyi korumakla görevli olan hayvan veya bitki şeklinde bir varlıktır; 2. Bu kişinin kaderi ile koruyucusunun kaderi sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. İkincinin maruz kalacağı her şey aralarındaki candanlık nedeniyle birinciyi de etkiler. Hâlbuki söz konusu ecdat ruhları da, aynı şekilde tarif edilebilir. Cet ruhları, kutsal olarak düşünülen bir takım ağaçlar da veya kayalarda yaşarlar. Gerçekte ikisi de ruhun ikiye ayrılmasından ibarettir. Totem de, cet gibi kişinin ruhudur, fakat dışa vurmuş, organizmada bulunduğu kabul edilen güçlerinden daha yüceleri kendisine verilmiş bir ruhtur.
Şüphesiz insan onlara karşı gerektiği gibi davranmayacak olursa, sert davranmaya başlarlar; fakat onların görevi arasında fenalık yapmak yoktur. Bununla beraber manevi varlık, özelliği icabı iyiliğe de kötülüğe de yarayabilir. İşte bu sebepledir ki, yardımcı ve koruyucu bir takım manevi varlıklar karşısında, çekilen daimi sıkıntıları, kâbusları, hastalıkları, kasırgaları, fırtınaları vs. insanların onların etkisine yordukları kötü varlıklardan bir sınıf tamamen tabii olarak ortaya çıktı. Şüphesiz bunun nedeni, bir takım tabiatüstü kuvvetlerden başka şeylerle açıklanabilmesi için, bütün insanların çektiği bu sefaletlerin çok anormal şeyler görünmesi değil; fakat, bütün kuvvetlerin o zaman dini şekil altında düşünülmüş olmasıdır. Bu, hayatın kaynağı olarak düşünülen dini bir esastır; o nedenle hayatı karıştıran veya yıkan bütün olayları aynı cinsten bir esasa bağlamak çok normaldir. Bu zararlı manevi varlıklar, daha çok sözünü ettiğimiz hayırlı varlıkların modeline göre düşünülmüş gibi görünüyor. Onlar hayvan veya yarı hayvan ve yarı insan şeklinde tahayyül edilirler. ÜÇÜNCÜ KİTAP AYİNLERLE İLGİLİ BELLİ BAŞLI DAVRANIŞLARI BİRİNCİ BÖLÜM NAGATİF
İBADETLER
VE
FONKSİYONLARI
ZÜHT,
ÇİLE
AYİNLERİ Her ibadet, biri negatif, diğeri pozitif olmak üzere ikili bir görünüm sergiler. Böyle iki çeşit diye isimlendirdiğimiz ibadetler, realitede sıkı olarak birleşiktirler; birbirini gerektirdiklerini göreceğiz. Fakat farklı olmaktan geri kalmazlar, yalnız ilişkilerini anlamak içinde olsa onları ayırmak şarttır. İbadetlerin hepsinin amacı, bu esas olan ayrılma durumunu gerçekleştirmektir. Görevleri olağan dışı karıştırmalara ve yakınlaşmalara engel olmak, bu iki alanın birinden diğerine olacak müdahaleye meydan vermemek olduğundan, ancak bir takım çekinceler, yani yapılmaması istenen bazı hareketler ilan edebilirler. Bu sebeple, bu özel kurallarla oluşmuş bulunan bütüne negatif
ibadet
demeyi
düşünüyoruz.
Onlar
müminlerden
bir
takım
fiili
yükümlülüklerin yerine getirilmesini istemezler, fakat belirli tarzda hareket etmelerini ona yasaklamakla yetinirler; onun için hepsi yasak, haram veya etnografya da genel olarak söylendiği gibi tabu şeklini alırlar. Çeşitli türde ve birbirinden ayrılması gereken yasaklar vardır; ancak burada hepsinden söz etmeyeceğiz. Öncelikle, dine ait yasakların dışında sihirle ilgili
olanlarda vardır. Din ve sihirle ilgili yasaklar, bazı şeyler arasında uyumsuzluk bulunduğunu ilan etmekte ve böyle oldukları ilan olunan şeylerin birbirlerinden ayrılmalarını istemekte ortak bir görünüm sergilerler. Önce cezalar her iki olayda da farklıdır. Kutsal bir şeye hakaret, yapanın hastalanması veya ölmesi suretiyle cezalandırılmış bulunsa bile, ilaveten dağlanır; aksi tesir gösteren kamuoyunun onurunu zedeler; o da onu günah işleyen kimse kabul eder. Aksine sihir yasaklarını çiğneme, fiziki bir çeşit zorunlulukla yasak davranışın meydana getirdiği kabul edilen ancak maddi sonuçlarla cezalandırılır. Muhtelif türden kutsal şeyleri birbirinden ayırma gayesini taşıyan bazı dini yasaklarda vardır. Mesela Wakelbura’larda cenazenin üzerine bırakıldığı iskelenin nasıl özellikle ölünün fıratrisini ait malzemelerden inşa edilmesi gerektiği hatırlanabilir; bu kutsal olan ölü ile diğer fıratrinin aynı şekilde kutsal, fakat değişik gruplardaki şeylerinin teması yasaktır demektir. Fakat bu yasakların en önemlileri: Onlar temiz kutsi ile temiz olmayan kutsi, uğur getiren kutsi ile uğur getirmeyen kutsi arasında her türlü iletişimi engellemeye hazırdırlar. Bütün bu yasakların ortak bir özelliği vardır: Onlar, kutsi ve kutsi olmayan şeylerin var olmasından değil, kutsi şeyler arasında uyumsuzluk ve bağdaşmazlık bulunmasından ileri gelir. Bu kutsi şeylerin çeşitli türlerini değil, ama kutsi olan her şeyle kutsi olmayan bütün şeyleri ayıran yasaktır. Onun için yasak doğrudan doğruya kendisini ifade ve realize etmekle yetinen kutsal kavramından doğar. Böylece gerçek bir ibadet konusu ve hatta diğer bütün ibadetlerin temeli olacak bir ibadet meydana getiri; zira dini yasağın gerektirdiği davranış müminin kutsal şeylerle ilişkilerinde asla vazgeçemeyeceği davranıştır. Negatif ibadet diye adlandırılan budur. Temasa ait yasaklar vardır. Son derece samimi bir temas bir gıdanın yenmesinden doğan temastır. Kutsal hayvanların veya bitkilerin, özellikle totem görevi yapanları yemenin yasaklanması ondan ileri gelir. Bazı besinler, kutsal oldukları için profanlara yasaklanmışsa, diğer bazıları da, profan olduklarından kutsal bir özellik gösteren kimselere haramdırlar. Mesela belirli bazı hayvanların, bilhassa kadınların beslenmesi için ayrılması çok sık olur; bu sebepten dolayı, kadınların yapısına katıldıklarına ve sonuçta profanlaştıklarına inanılır. Dini hayata ait hareketler devam ederken normal hayatın karakteristik hareketlerini yapmak genellikle yasaktır. Yemek yeme esasında dini yönü olmayan bir davranıştır; zira her gün olur, esasen maddi ve faydalı bir takım besin ihtiyaçlarını karşılar, bizim herkesçe bilinen varlığımızın bir kısmını oluşturur. Dini zamanlarda yemek yemenin yasaklanması bundandır.
Ne kadar karışık olursa olsun, sonuç olarak hepsini içine alan ve özetleyen iki temel yasakta karar kılınır. İlk önce, dini hayat ile profan hayat aynı mekânda birlikte var olamazlar. Birincinin gelişebilmesi için, ona ikincinin bulunmadığı özel bir yer hazırlamak gerekir. İşte mabetler, mihrap yapma düşüncesi bundan çıkmıştır: Bunlar, kutsal olaylara ve varlıklara ayrılmış, onların barınmalarına yarayan mekânın bazı kısımlarıdır; zira onlar, bir yerde, ancak orasını belirli bir etkinlik alanı dâhilin de tamamıyla kendi mülkü yapmak şartıyla kurulabilirler. Her türlü dini hayat için bu çeşit düzenlemeler o kadar zorunludur ki, henüz gelişmesini tamamlamamış dinler bile ondan vazgeçemezler. Churingaların korunduğu bu yer, yani Ertnatulunga hakiki bir ibadet yeridir, mabettir. Dini hayata girmemiş kimselerin oralara yaklaşması dahi yasaktır. Ne olursa olsun, oralarda profan bir işe girişmek bile yasaklanmıştır. Önemli bir takım merasimler yapılan başka kutsal yerler de olduğunu ileride göreceğiz. Aynı şekilde, dini hayat ile profan hayat aynı zaman diliminde de birlikte mevcut olamazlar. Onun için birinciye, her türlü profan işten el etek çekildiği bazı günler veya belirli periyotlar ayırmak lazımdır. Bayramların doğuşu işte böyledir.Topluluklara ve medeniyetlere göre değişen bir kanuna uygun olarak zamanı bir biriyle nöbetleşe gelen iki kesin kısma ayırmayı bilmeyen ve uygulamayan hiçbir din ve sonuç olarak hiçbir toplum yoktur; bunun, söylediğimiz gibi, zamanın homojenitesi ve devamlılığı içinde, insanları, tabii olarak kapsamadığı bir takım farklar ve ayrılıklar oluşturmaya sevk etmiş olan bu nöbetleşme zaruretinden ileri gelmesi bile çok muhtemeldir. Negatif ibadet, şimdiye kadar bize ancak bir sakınma, çekinme sistemi olarak kendini gösterdi. Onun için, negatif ibadet, faaliyet teşvik ve kuvvetlendirmeğe ancak yasaklamaya yarayabilir gibi görünüyor. Negatif ibadet, bir anlamda, bir amacı gerçekleştirmeye yarayan bir vasıtadır. Pozitif ibadete kabul edilme şartıdır. Negatif ayinler, tıpkı pozitif ayinler gibi etkili güçler kazandırır. Avustralya’da, dini hayata giriş merasimi sırasında olan böyledir. Dini hayata yeni katılan kişi birçok negatif ayine katlanmaya mecburdur. O zamana kadar hayatını geçirdiği toplumdan, nerdeyse bütün insan toplumundan çekilmek zorundadır. Artık ona sadece kadınları ve dini hayata henüz girmemiş kimseleri görmek yasak değildir, ayrıca, çalılık içinde, hemcinslerinden uzakta, kendisine rehberlik, babalık yapan ihtiyarların yönetiminde yaşayacaklardır. Bu yüzden orman, ona tabii bir çevre olarak o kadar iyi düşünülmüştür ki, bazı kabilelerde dini hayata giriş merasimini belirten kelime ormanlı, ormandan olan anlamına da gelir. Yine bu sebeple, gittiği merasim boyunca çoğu defa ağaç yapraklarıyla süslenir. Ara sıra katılmak zorunda bulunduğu ayinlerle kesilse de uzun
ayları hep böyle geçirir. Bu süre, onun için pek çok şeyden bir çekinme periyodudur. Birçok besin ona yasaktır; ona ancak, hayatını sürdürmesi için çok zaruri olduğu kadar beslenmeye müsaade edilir; genellikle şiddetli bir oruca bile zorlanırlar veya pis bir besin yedirilir. Beslendiği zaman, besinleri eline süremez; onları ağzına verenler kendisine rehberlik, babalık yapanlardır. İKİNCİ BÖLÜM POZİTİF İBADET A.KURBAN’IN UNSURLARI Negatif ibadetin önemi ne olursa olsun ve dolaylı olarak ne kadar pozitif bir takım sonuçları çıkarsa çıksın, kendisinde var olmasını gerektiren bir nedeni bulunmaz; o insanı dini hayata sokar, fakat dini hayatı oluşturmaktan daha çok onu gerekli kılar. Mümine profan dünyadan kaçmayı emrederse, bu, onu kutsal dünyaya yakınlaştırmak içindir. İnsan, dini güçlere karşı görevlerinin, her türlü ilişkiden basit bir çekinmeye indirgenebileceğini hiçbir zaman düşünmedi, onlara, bir ayin pratikleri akımının kurallaştırma ve düzenleme görevini üslendiği pozitif ve karşılıklı bir takım ilişkileri sürdürmeyi daima düşündü. Bu özel ayinler sistemine pozitif ibadet adını veriyoruz. Uzun zamandır, genel olarak totem dininin pozitif ibadetinin neden ibaret olduğunu aşağı yukarı bilmiyorduk. Yalnız dini hayata giriş ayinleri biliyorduk ve onları da tam bilmiyorduk. Fakat Schulze tarafından hazırlanan, Strehlow tarafından doğrulanan Spencer ile Gillen’in merkezi Avustralya kabileleri hakkındaki gözlemleri bilgilerimizdeki boşlukları kısmen doldurmuştur. Bu gözlemcilerin onu özellikle bize anlatmaya çalıştıkları ve ayrıca bütün totem ibadetine çok hâkim gibi görünen bilhassa bir bayram vardır: Spencer ve Gillen’e göre, Arunta’lar, bu bayrama Intichiuma adını veriyorlardı. Strehlow, bu kelimenin manasının şöyle olduğunu tespit eder: Ona göre, Intichiuma(veya yazıldığı gibi Intijiuma) öğrenmek demekti ve kabilenin geleneklerini öğrenmek için delikanlının önünde yapılan merasimleri gösterecekti. Anlatacağımız bayram, döllemek, verimli kılmak, iyi duruma getirmek demek olan mbatjalkatiuma ismini taşır. Söz konusu ayinler aynı zamanda dini hayata giriş merasimi boyunca yapıldıklarından temelde hiç eşyayı ilgilendirmeyen bu sözlük meselesini çözmeye çalışacak değiliz. Diğer taraftan, Intichiuma kelimesi bugün etnografya dilinde göründüğü gibi, aşağı yukarı ortak bir isim olduğundan, yerine bir başkasını koymak bize faydasız gibi görünüyor. Intichiuma’nın meydana geldiği tarihi büyük ölçüde mevsime bağlıdır. Orta Avustralya’da, birbirinden net olarak ayrı iki mevsim vardır.
Biri, uzun süre devam eden kurak; diğeri, aksine çok kısa ve genellikle düzensiz yağmurludur. Yağmurlar gelir gelmez, bitkiler hiç beklemedik bir biçimde yerden çıkarlar, hayvanlar çoğalır ve bir gün önce, ancak verimsiz bir çöl olan yerler çabucak gür bir bitki örtüsü ve pek çok hayvanla dolar. Intichiuma’nın kutlanması, iyi mevsimin yaklaşıyor gibi göründüğü tam bu zamandadır. Gerçekte, her totem grubunun Intichiuma’sı vardır. Fakat ayin, merkez toplumlarında genel ise de, her tarafta aynı değildir; Warramunga’larda olan Arunta’larda yoktur; yalnız kabilelere göre değil, fakat aynı kabilede, klanlara göre değişir. Bayram birbirini izleyen iki safhayı içine alır. Birinci safhada birbirini izleyen ayinlerin amacı, klanda totem görevi yapan hayvani ve bitkisel türlerin gelişmesini sağlamaktır. Bu amaç için kullanılan vasıtalar başlıca birkaç tipe indirgenebilir. Her kabileyi meydana getirmiş olan efsanevi ecdadın eskiden yeryüzünde yaşadıkları ve orada hayatlarının izlerini bıraktıklarına inanıldığı hatırlardadır. Bu şekillenmiş taşlar ve kayalardan oluşur. Alice Springs’de witchetty tırtıl klanının Intichiuma ayinine nasıl yaptığına işte örnek: Reis tarafından tespit edilen günde, totem grubunun bütün üyeleri esas toplantı yerinde bir araya gelirler. Başka totemlere mensup kimseler biraz uzağa çekilirler; zira Arunta’larda, gizli bir merasimin bütün özelliklerini taşıyan ayinin yapılmasında hazır bulunmak yabancılara yasaktır. Başka bir totemden, fakat aynı fıratriden olan bir kişi, nezaketen, belki ayine davet edilebilir; fakat bu da, seyirci sıfatıyla olur. Hiçbir durumda, orada aktif bir göreve katılamaz. O toteme mensup kimseler bir defa toplanınca, toplanma yerinde iki üç kişi bırakarak yola koyulurlar. Çırçıplak, silahsız, kullana geldikleri süs eşyalarından hiçbir olmaksızın birbirlerinin arkası sıra, derin bir sessizlik içinde ilerlerler. Tutumlarında, hareketlerinde dini bir ciddiyet gösterirler: Bu, katıldıkları hareketin, onların gözünde, istisnai bir önemi olmasından ileri gelir. Onun için, merasimin sonuna kadar çok sıkı bir oruç tutulur. Geçtikleri yerler o şerefli ecdadın bıraktıkları hatıralarla doludur. Böylece sonunda, etrafında bir takım yuvarlak küçük taşlarla beraber kocaman bir kuarsit kitlesinin toprağa gömülmüş olduğu bir yere gelirler. Kitle witchetty tırtılının yetişkinlik durumunu temsil eder. Alatunja, apmara denilen ağaçtan bir çeşit küçük tekne ile o kayaya vurur, aynı zamanda, hayvanı yumurtlamaya sevk etmek amacıyla, bir ilahi söyler. Hayvanın yumurtalarını temsil eden taşlara da böyle davranılır ve bu taşlardan biriyle toplantıya katılanların hepsinin midelerine sürter. Bunu yaptıktan sonra, hepsi, aynı şekilde Alcheringa efsanelerinde tanınmış biraz daha aşağıda, dibinde Witchetty tırtılını temsil eden başka bir taş bulunan kayanın yanına iner. Alatunja, apmarasıyla
ona da vurur; kendisine arkadaşlık edenler, biraz önce hayvanı yumurtlatmak için yapılan davetin tekrarlandığı koro halinde söylenen şarkılar arasında yolda kopardıkları zamk dallarıyla aynı hareketi yaparlar. Ayinin manası açıktır. Alatunja kutsal taşlara vurursa, bu onlardaki onardaki tozu gidermek içindir. Çok kutsal olan bu tozun taneleri hep birer hayat tohumları olarak kabul edilmiştir; onların her birinde, aynı cinsin bir organizmasına girerek orada yeni bir varlığın doğmasına neden olan bir manevi ortam vardır. Toplantıya katılanların toplanmış oldukları ağaç dalları bu değerli tozu her tarafa dağıtmaya yarar; toz her yöne gider, dölleme işi başlar, Bu vasıtayla, sanki klanı koruyan ve bağlı bulunulan hayvan türünün bol olarak çoğalmasını sağlayacağına inanılır. Bazı değişik biçimleriyle, başka tohumlarda da aynı ayine rastlanır. Urabunna’larda, kertenkele klanının bir ceddini temsil eden bir kaya vardır; bol bir kertenkele üretimi elde etmek için her yöne atılacak bir takım taş parçaları koparılır. Yine bu kabilede, mitolojik bir takım hatıraların bit totemini sıkı şekilde ona bağladığı bir kum yığını vardır. Aynı yerde, birine basit bir ağacı, ötekine yengeç biti ağacı denen bir ağaç bulunur. Bu kumlardan alınır, bu ağaçlara sürülür, sonra her tarafa atılır ve bunu vasıtayla pek çok bitin doğacağına inandırılmışlardır. Belirli sayıdaki kabilelerde, ayini daha etkili kılmak için, insanlar taşın özünden kendi özünden bir şey karıştırırlar. Arunta’larda bir adam hastalandığı veya yorulduğu zaman, çok kere onu yeniden canlandırmak için, genç arkadaşlarından biri damarlarını keser ve onu kanla sular. Kan bir insana böyle yeniden canlılık verirse, klan mensubu kişilerin karıştıkları hayvan veya bitki türlerine de canlılık vermeye yaraması şaşırtıcı değildir. Yerlilere göre, bu ayinlerin etkinliği hiç şüphe götürmez: Bekledikleri sonuçların, gerekli olduğu bir şekilde, zaruri olarak elde edileceğine inanmışlardır. Eğer olay ümitlerini boşa çıkarırsa, bazı düşman grupların büyülerle engel oldukları sonucunu çıkarılır. Bayramın birinci aşaması şöyledir. Hemen bunu izleyen aşamada gerçek anlamda merasim denecek bir şey yoktur. Bununla beraber, dini hayatta yoğunluk devam eder: Yasakların her zamanki sisteminin ağırlaşmasıyla kendisini gösterir. Totemin dini özelliği artmış gibidir: Ona dokumaya daha az cesaret edilir. Normal zamanlarda Arunta’lar kendilerine totemlik eden hayvan veya bitkileri aşırı gitmemek şartıyla yiyebilirler, ancak Intichiuma’nın ertesi gün bu hak askıya alınır. Gıda yasakları katıdır ve rezervsizdir. Bu haramı çiğneme ayinin hayırlı etkilerini boşa çıkardığı ve o tür hayvanın veya bitkini armasını durduracağına inanılır. Aynı yerde bulunan başka totem mensuplarının aynı yasaklara uymak zorunda oldukları bir
gerçektir. Bununla beraber, bu esnada hürriyetleri her zamankine göre biraz kısılır. Herhangi bir yerde, mesela çalılıkta, totem hayvanının etini yiyemezler; fakat onu toplantı yerine getirmek ve yalnız orada pişirmekle sorumludurlar. Tırtılların iyice olgunlaşıp bollaştıkları zaman, gerek totem mensupları, gerek yabancılar, onlardan mümkün olduğu kadar çok toplamaya giderler; sonra herkes bulduklarını toplama yerine getirir ve sertleşip kırılamaz duruma gelinceye kadar onları pişirirler. Pişmiş tırtıllar Pitchi denilen ağaç küplerde korunur. Tırtılların toplanması ancak kısa bir zaman için mümkündür, zira ancak yağmurdan sonra dışarı çıkarlar. Sayıları azalmaya başladığı zaman, Alatunja herkesi erkeklerin toplantı yerine toplar; onun daveti üzerine herkes sakladığını getirir. Yabancılar kendilerindekini totem mensuplarının önüne koyarlar. Alajunta bu Pitchi’lerden birini alır, arkadaşlarının yardımıyla iki taş arasında öğütür. Sonra, böyle elde edilen tozdan biraz yer, yardım edenler de onun gibi yaparlar ve kalan diğer kabile mensuplarına bırakılır ki, o andan itibaren onlar artık onu serbestçe kullanırlar. Alatunja’nın biriktirdikleri için de tamamıyla aynı şekilde hareket edilir. Bu andan itibaren, totemin kadınları ve erkekleri ondan yiyebilirler, fakat sadece biraz; zira müsaade edilen sınırları geçerlerse, Intichiuma’yı kutlamak için gerekli güçlerini kaybederler ve artık tür çoğalamaz. Yalnız, ondan hiç yemezlerse ve özellikle de, az önce söylediğimiz şartlarda, Alatunja tamamen yemekten vazgeçerse, aynı yetersizliğe yine uğrayacaklardır. Undiara’nın merkezinde olan kanguru grubunda olan merasimin belirli bazı özellikleri çok belirgin bir tarzda kendisin, gösterir. Anlattığımız ayinler kutsal kayanın üzerinde yerine getirildikten sonra, delikanlı mensuplar kanguru avına giderler ve yaptıkları avları erkeklerin toplandıkları yere getirirler. Orada, yaşlılar, aralarında bulunan Alatunja, hayvanın etinden bir parça yer ve Intichiuma’ya katılanların vücudunu yağlarlar. Kalan, toplanan erkekler arasında paylaşılır. Ardından, totem mensupları totem resimleriyle üzerlerini dekore ederler ve geceyi, Alcheringa zamanında kanguru insanlar ve hayvanlar tarafından gerçekleştirilen kahramanlıkları hatırlatan şarkılar söyleyerek geçirirler. Ertesi gün delikanlılar avlanmak için tekrar ormana dönerler, ilk defakinden daha çok kanguru getirirler ve bir gün önceki merasim yeniden başlar. Klan reisinin hiçbir zaman ayin gereği ve zorunlu olarak totemden yemediği bir gerçektir. Yüksek dinlerde pozitif ibadetin temellerinden biri olmakla nitelendirilecek büyük bir dini kurumudur, bütün esas prensiplerinin, bugün için bilinen en ilk şekiller altında onlarda bulunması, az önce anlatılan ayinle sisteminin önemli olan tarafıdır.
Robertson Smith’in çalışmalarının, kurbanla ilgili geleneksel teoride hangi inkılâba yol açtığı bilinir. Ona gelinceye kadar, kurban, insanların hükümdarlarına karşı borçlu olduğuna benzer zorunlu veya karşılıksız bir saygı veya haraç çeşidi olarak görülüyordu. Başlangıçta Robertson Smith, bu klasik açıklamanın ayinin asli iki temek özelliğini hiç dikkate almadığını gösterdi. Her şeyden önce, bu bir yemektir; bunların konusu olan şeyler bir takım gıdalardır. Üstelik bu, bağışta bulunan müminlerin kendisine takdim edilen tanrı ile aynı zamanda birlikte katıldıkları bir yemektir. Kurbanın bazı kısımları tanrıya saklanır; diğer kısımları, onu tüketecek kurban sahiplerine verilir; bunun içindir ki, Tevrat’ta, kurban bazı kere Yahve huzurunda yapılmış bir yemek yeme, orada hazır bulunanlar arasında suni bir yakınlık bağı meydana getirmek amacıyla yapılır. Gerçekten yakınlar tabii olarak aynı etten ve aynı kandan yapılmış kimselerdir. Fakat beslenme organizmanın özünü sürekli yeniler. Onun için birlikte beslenme orijinde ortak olmadan daha fazla benzer sonuçlar meydana getirebilir. Smith’e göre, kurban ziyafetlerinin gayesi, aralarında bir yakınlık bağı kurmak için tanrısı ile mümini büyük bir özenle aynı ette birleştirmek olacaktır. Bu noktadan bakılınca, kurban tamamen yeni bir manzara altında görünüyordu. Esas itibariyle kurbanı oluşturan şey, o kadar uzun zamandan beri zan olunduğu gibi, kurban kelimesinin her zaman ifade ettiği feragat hareketi asla değildi; her şeyden önce, bir besin ziyafeti hareketiydi. Kurban ziyafetlerinin etkinliğini bu tarzda açıklama hakkında, detaylı, şüphesiz yapılacak bazı rezervler olacaktı. Bu, yalnız sofra arkadaşı olmanın sonucu değildir. İnsan, sadece, tanrı ile adeta aynı masada oturduğu için değil, fakat dini bir özelliğe sahip bu ayin yemeğinde aldığı besinden dolayı kutsallık kazanır. Gerçekte, kurbanda, kutsal suyla yıkama, yağlama, dua vs. gibi hazırlık işlemleri kurban edilecek hayvanı nasıl kutsal bir şey haline getirdiği gösterilmişti ki, ziyafet toplantısı, kurbanın esas unsurlarından biridir. Hâlbuki Intichiuma merasimlerini sona erdiren ayin hatırlansın, o da bu tür bir hareketten ibarettir. Fakat yararlandığımız yeni olaylar, Smith’in teorilerinin bir başka noktada çürütüyor. Smith, gerçekten, tanrıya kurban adama kavramında bile, kurban gibi büyük bir kurumun esas nedeninin söz konusu sunmada bulunduğunu düşündürtecek insanı son derece çileden çıkaran bir akıl almazlık gördüğüne inanıyordu. Tanrılığa düşen en önemli görevlerden biri, insanlara yaşamaları için gerekli gıdaları sağlamaktır; onun için, kurbanın, yapısı gereği tanrı katına bir gıdalar sunmaktan ibaret olası imkânsız görünüyor. İnsanları besleyen kendileri olduğu halde, tanrıların
gıdalarını insanlardan beklemeleri çelişkili gibi görünüyor. Fakat bu yeni yorum, gerçekte, ilk anlayışının değiştirilmiş, hatta bozulmuş bir şekilde idi. Zira ‘mülkiyet fikri dokunduğu bütün şeyleri maddileştirir ‘; kurbana bu fikir girince, onun yapısını değiştirdi, insan ile tanrı arasında bir pazarlık çeşidine dönüştürdü. Onun için Smith gibi ibadetin özellikle insanların yararına olduğuna ve tanrıların onlara ihtiyacı bulunmadığına inanmaktan kaçınmak gerekir: Onların da müminleri kadar ibadete ihtiyaçları vardır. Şüphesiz, tanrılar olamadan, insanlar yaşayamazlardı. Fakat diğer taraftan, kendilerine ibadet edilmezse tanrılar ölürlerdi. Onun için, ibadetin amacı sadece profan kimseleri dini varlıklarla birleştirmek değil, fakat aynı zamanda bu sonuncuları hayatta tutmak, düzeltmek ve sürekli yeniden canlandırmaktır. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM POZİTİF İBADET (DEVAM) B.TAKLİT AYİNLERİ VE NEDENSELLİK PRENSİBİ Açıkladığımız merasimlerde bile, kanlı veya diğer sunumların yanı sıra, genellikle, birincileri tamamlamaya veya etkilerini artırmaya yönelik bir takım ayinler de yapılır. Bu ayinler, çeşit davranışlar içindeki veya farklı görünümler altındaki çoğalması istenen hayvanı taklit etmek için yapılan bir takım hareketlerden ve çığlıklardan oluşur; bu sebeple onlara taklit ayinleri adını veriyoruz. Mesela, Arunta’lardaki viçitti(witchetty) tırtılı Intichiuma’sı, sadece önce sözünü ettiğimiz ve kutsal kayalar üzerinde yapılan ayinlerini kapsamaz. Bu ayinler sona erdiği zaman, toplanma yerine dönmek için yola çıkarlar; fakat yaklaşık bir mil mesafe kaldığı vakit, mola verilir ve herkes ayin gereği süslenir; bundan sonra, tekrar hareket edilir, böylece hızlanan dekorasyon önemli bir merasimin yapıldığını haber verir. Gerçekten toplantı grubu bulunmadığı esnada, kampı korumak için bırakılan ihtiyarlardan biri, ağaç dallarından Umbana isminde uzun, dar ve böceğin çıktığı kozayı temsil eden bir barınak yapmıştır. Önceki merasimlere katılmış olanların hepsi bu barınağın yapıldığı yerin yakınında toplanır; sonra yavaşça ilerlerler, içine girecekleri Umbana’ya gelinceye kadar arada sırada dururlar. Viçitti tırtılı toteminin çıktığı fıratridenolmayan ve fakat sahneyi uzaktan görenler, derhal yüzükoyun yere yatarlar; ayağa kalkmalarına müsaade edininceye kadar, hiç kıpırdamadan bu vaziyette kalmak zorundadırlar. Bu esnada, Umbana’nın içinden, hayvanın gelişmesi esnasında geçtiği çeşitli aşamaları ve kutsal kayaları konu alan efsaneleri anlatan bir şarkı yükselir. Bu şarkı durduğu zaman,
Alatunja, tamamen çömelmiş bir halde Umbana’dan dışarı çıkan, önünde uzanan toprağa doğru yavaş yavaş ilerler: Amacı kabuğunu kırıp çıkan böceğin simgesi olduğu açık olan hareketlerini taklit eden bütün arkadaşları onu takip ederler. Zaten aynı zamanda işitilen ve ayinin adeta sözlü bir açıklaması olan bir şarkı, hayvanın gelişim aşamasında yaptığı hareketlerin açık tasvirinden ibarettir. Totem bir bitki olduğunda, onlar toplanıyor veya yeniliyor vs. hareket edilir. Warramunga’larda, Intichiuma, genel olarak şimdiye kadar, incelenmiş bulunduğumuzdan farklı çok özel bir şekle girer. Bununla beraber bu toplulukta büsbütün taklit Intichiuma’sının bir örneği bulunur; bu da beyaz kakatoes Intichiumasıdır. Spencer ile Gillen’in anlattığı merasim akşam saat onda başlamıştır. Bütün gece klan reisi, ümitsiz bir monotonluk içinde kuşun ötüşünü taklit etmiştir. Yalnız gücü kalmadığı zaman duruyor ve yeri oğlu ile dolduruluyordu; sonra biraz dinlendiğini hissedince, yeniden başlıyordu. Bu yorucu egzersizler durmaksızın sabaha kadar devam edecektir. Taklit edilmek istenilenler yalnız canlı varlıklar değildir. Kabilelerin büyük bir kısmında, yağmur Intichiuması esas itibariyle taklit ayinlerden ibarettir. En sadelerinden biri Urabunla’larda kutlanandır. Kabilenin reisi tamamen beyaz tüylerle süslenmiş ve elinde bir mızrak tutar vaziyete yere oturmuştur. Şüphesiz vücuduna sabitlenmiş tüyler kotsun ve havaya dağılınca bulutları temsil etsin diye çeşitli şekillerde hareket eder durur. Böylece o, efsaneye göre, semaya çıkıp orada bulutları oluşturarak sonra da yağmur olarak tekrar inmeyi alışkanlık haline getiren Alcheringa devrindeki bulut-insanları taklit eder. Kısaca, bütün ayinler yağmur yüklü olan bulutların oluşması ve yükselmesini canlandırmak amacındadır. Yağmurun oğlu olduğu, onu dindirmek amacıyla görünmesi için sürekli sıkıştırıldığı söylenir. Yağmur yağabilmesi için, gök kuşağının görünmemesi icap eder; bu sonucun aşağıdaki usul takip edilir elde edildiğine inanılır. Bir kalkanın üzerine gök kuşağını temsil eden bir resim yaparlar. Bu kalkanı herkesin gözünden uzak tutmaya çalışarak toplantı yerine götürürler. Gök kuşağının bu resmini kimseye göstermemekle, gök kuşağının görünmesine engel olacaklarını zannederler. Bu arada, yanında su dolu bir fıçı duran klan şefi bulutları temsil eden beyaz tüy yumaklarını her tarafa atar. Yağmur kuşunun ötmesi tekrar edilerek, tamamıyla özel bir ciddiyete sahip gibi görünen merasim sona erdirilir; zira devam ettik müddetçe, gerek aktör, gerek seyirci olarak katılanların hepsi hanımlarıyla hiçbir ilişkide bulunamazlar, hatta onlarla konuşamazlar. Bu ayinlerin hepsi aynı örneğe aittir. Dayandıkları prensip, genellikle ve yanlış olarak sevimli sihir denilen şeyin temelindeki esaslardan biridir. Bu esaslar,
alışılageldiği gibi ikiye indirgenebilir. Birincisi şöyle açıklanabilir: Bir objeyi etkileyen şey, bu objeyle herhangi bir yakınlık veya dayanışma ilişkisine sahip olan her şeyi de etkiler. Parçaya yapılan etkinin bütünü etkilemesi de böyledir; bir kişiye yapılan bütün etkiler komşularına, akrabalarına, onunla her ne şekilde olursa olsun dayanışma içinde bulunanlara da intikal eder. İkinci prensip, genellikle aşağıdaki şu formülle özetlenir: Benzer şey benzer bir şeyi meydana getirir. Anlatılan ayinlerde kullanılan işte bu özdeyiştir ve onun sahip olduğu özelliğin çok iyi anlaşılabilmesi işte o ayinler münasebetiyle olur. Taklit ayinlerini açıklamak o nedenle bu prensiplerden ikincisini açıklamaktır veya bu prensiplerden ikincisini anlatmak aynı zamanda taklit ayinlerini de anlatmaktır. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM POZİTİF İBADET (DEVAM) C.ANMA TÖRENLERİ VEYA TEMSİLİ AYİNLER İster adaklar isterse taklidi eylemlerden oluşsunlar, onları oluşturan el kol hareketleri, görünürde bütünüyle maddi hedeflere sahiptir; tek hedefleri, totem türlerini yeniden üretmektir ya da öyle görünürler. En çok tekrarlanan hareket, bütün bedenin kendi etrafından ritmik ve şiddetli bir şekilde döndürülmesinden ibarettir. Oyunların ve sanatın temel şekillerinin dinden doğdukları ve uzun bir müddet bu dini özelliklerini devam ettirdikleri çok iyi bilinen bir gerçektir. Bunun sebebinin ne olduğunu şimdi görebiliriz: Doğrudan başka hedefler takip ederken ibadet, aynı zamanda insanlar için bir tür eğlence de olmuştur. Din, bu rolü yalnızca bir şans yada mutlu bir tesadüf eseri değil fakat doğasının bir gereği olarak da oynamıştır. Eğer ayinleri açıklarken her bir hareketin kesin bir hedefi ve var olmak için belli bir sebebi olduğuna inanacak olursak yanlış anlamalara maruz kalabiliriz. Bazı ayinler vardır ki, hiçbir işe yaramazlar; yalnızca ibadet edenler tarafından eylem, hareket, jestler yapmaya yönelik hissedilen ihtiyacı tatmin ederler. İbadet edenler, zıplıyor, dönüyor, dans ediyor, bağırıyor ve şarkı söylüyor gibi görünürler ve her zaman bu kargaşaya bir anlam vermek mümkün olmayabilir. Bu yüzden din, eğer kendisinde düşüncenin ve eylemin
özgür
birleşimlerine,
oyunlara,
sanata,
gündelik
çalışmanın
aşırı
yorgunluklarının aşındırdığı bir ruhu canlandıran her şeye yer vermezse din olamaz. Yalnızca dinin bu yönünü görmek ya da onun önemini abartmanın büyük bir hata
olduğu ortadadır. Bir ayin yalnızca eğlence olarak hizmet gördüğünde, o artık bir ayin değildir. ... Gıdanın maddi hayatımızın beslenmesi için zorunlu olması gibi onlar da, manevi hayatımızın düzenli çalışması için zorunludurlar. Onlar sayesindedir ki, grup varlığını teyit eder ve onu sürdürür ve biz grubun birey için ne kadar vazgeçilmez bir şey olduğunu biliyoruz. Bu yüzden bir ayin, bir oyundan başka bir şeydir; o, hayatın ciddi yanına aittir. Ayinle ilgili görevlerimizi yerine getirdikten sonra, daha fazla enerji ve daha fazla güçle din dışı hayata geri döneriz. Bunun sebebi, yalnızca çok üstün bir güç kaynağı ilişkiye girmemiz değil fakat aynı zamanda güçlerinizin, bir müddet daha az gergin, daha özgür ve daha rahat bir hayat yaşayarak kemale erdirilmiş olmasıdır. Bununla din, azımsanmayacak şekilde bir çekicilik elde eder. Her bayram, saf dini olmayan bir temele sahip olduğunda bile, dini törenin bir takım karakteristik özelliklerine sahiptir. Çünkü her durumda onun işi insanları bir araya getirmek, yığınları harekete geçirmek ve böylece de bir coşkunluk ve hatta dini durumla belli bir benzerliğe sahip olan hezeyan durumu meydana getirmektir. İnsan, kendinden geçer, günlük meşguliyetlerini ve düşüncelerini terk eder. İster dini isterse dini olmasın her iki durumda da aynı tezahürleri gözlemleriz: Bağırmalar, şarkılar, müzik, şiddetli hareketler, danslar, canlılık düzeyini arttıracak tahrik edici şeyler arama vs. BEŞİNCİ BÖLÜM KEFARET
AYİNLER
VEKUTSAL
KAVRAMININ
ÇEŞİTLİ
ANLAMLARA GELMESİ KEFARET AYİNİNİN TARİFİ İçerdikleri eylemleri birbirlerinden ne kadar çok farklı olursa olsun, bütün ayinler, güven, mutluluk ve hatta şevk durumunda icra edilirler. Gelecekte ve olumsal bir olaya yönelik beklenti hususunda belli bir belirsizlik olsa da, genel olarak yağmur mevsimi geldiğinde yağar; hayvan ve bitki türleri, düzenli olarak çoğalırlar. Tekrar tekrar yaşanan tecrübe, ayinlerin genel olarak varlık sebepleri olan beklenen etkiyi yerine getirdiklerini göstermiştir. İnsanlar ayinleri güvenle icra ederler. Hazırladıkları ve ilan ettikleri mutlu olayları daha gerçekleşmeden keyif ve neşe duyarlar. Tabii ki, her zaman dini bir törene eşlik eden ciddilik onlarda mevcuttur, ancak bu ciddilik, ne yüce ruhları ne de mutluluğu dışlamaz.
Bu törenler, neşeli bayramlarıdır. Ancak kötü törenler de vardır. Onların maksadı; ya bir felakete karşı koymak ya da yalnızca onu hatırlatmak ve üzülmektir. Bu tip törenleri, “kefaret edici” olarak isimlendirmeyi teklif ediyorum. Matem, kefaret edici ayinlerin ilk ve önemli bir örneğini bize sunmaktadır. Bu adetlerin, kan davasındaki adetlerle benzerliği karşısında bir kimsenin şaşırmaması mümkün değildir. İkisi de aynı prensipten kaynaklanır: Ölüm kan ister. Aralarındaki tek fark; birinde kurbanların akraba diğerinde ise yabancı olmasıdır. Yas, acı bir kaybın yaraladığı özel bir duyarlılığın doğal bir sonucu değildir; grubun empoze ettiği bir yükümlülüktür; Bir kimse, başka biri hasta olduğu için değil fakat, feryat etme yükümlülüğünden dolayı ağlar, feryat eder. Bu, geleneğe saygıdan dolayı yerine getirilmesi gereken ayinsel bir tutumdur. Yerliler, ölü adamın yas tutulmasını istediğini, onun acı karşısındaki bu haklı isteği reddedilecek olursa hakarete uğramış olacağını ve onun bu kızgınlığını engellemenin tek yolunun isteklerini yerine getirmek olduğunu söylerler.
Bazıları öldüğünde, ait olduğu aile grubu, azalmış olduğunu
hisseder ve bu kayba mukabele etmek için toplanırlar. Ortak bir talihsizlik, mutlu bir olayın yaklaşımıyla aynı etkiye sahiptir; sonra fertleri birbirlerini arayıp bulmaya ve bir araya gelmeye götüren müşterek hisler yenilenir. Eğer toplum, kendisine çarpan ve sayısını azaltan darbe karşısında onların ilgisiz kalmalarına izin verirse, bu onun üyelerin kalplerinde hak ettiği yere sahip olmadığını ilan etmek olur. Gerçekte ise, bu kendi kendini reddetme anlamına gelir. Aile için, üyelerinden birinin yas tutulmaksızın ölmesini izin vermek, manevi birliğini ve bütünlüğünü kaybettiği, bunlardan vazgeçtiği ve kendi varlığını reddetmesi demektir. Öte yandan, eğer bir birey, üyesi olduğu topluma güçlü bir şekilde bağlı ise, manevi olarak toplumun acılarına ve mutluluklarına katılıyor olarak kabul edilir; onlara karşı ilgisiz olmak, onu topluma bağlayan bağları koparmak, toplumdan ümidini kesmek ve kendini yalanlamak anlamına gelir. Mutluluk gibi üzüntü de, zihinden zihne atladığında gittikçe kuvvetlenir ve büyür; bu yüzden de kendini, zahiri olarak taşkın ve sert hareketlerle ifade eder. İnsanlar, ölenlerden korktukları için onlara ağlamazlar; onlar için ağladıklarından onlardan korkarlar. Şahsiyeti olan varlıklara hitap ettikleri tasavvur edildiklerinde, ayinler daha kolay bir şekilde açıklanabilirler; bu şekilde insanlar, dini hayattaki mitsel varlıkların etkisini genişletmeye teşvik edilirler. Yası açıklamak için, ruhun varlığını mezarın ötesinde de devam ettiğine inandılar. İşte bu ayinlerin, inançlar illerindeki etkileme biçimimin en açık örneklerinden biridir.
Aruntalılar arasında, her yerel grubun, kendi curunga koleksiyonlarına olağanüstü bir önem atfettikleri hatırlanacaktır: Bu ortak bir güvenlik unsudur ve cemaatin kaderi onun kaderine bağlı olduğuna inanılır. Bu yüzden, düşmanlar ya da beyaz insanlar bu dini hazinelerin bir tanesini çalmayı başardıklarında, bu kayıp genel bir felaket olarak kabul edilir. Bu talihsizlik, yasın bütün ayırt edici özelliklerine sahip bir ayinin yapılması için bir vesiledir. Aynı tabiata sahip törenlerin yapılmasına sebep olan bir diğer şey ise, toplumun yetersiz bir hasat mevsiminden sonra kendisini içinde hissettiği zaruret ve ihtiyaç durumudur. Bu davranışlar, özellikle kuraklığa karşı savaşmak için kullanılır. Bunun sebebi, su kıtlığının genel bir fakirliğe yol açacak olmasıdır. Bu kötülüğe çare olabilecek şiddetli vasıtalara müracaat edilir. Sık sık kullanılanlardan biri, bir dişin çıkarılmasıdır. Dini güçlerin bireysel bir şahsiyet kazandığı daha gelişmiş dinlerde kefaret edici ayinleri incelediğimizde, onların antropomorfik düşüncelerle yakından ilişki oldukları ortaya çıkmaktadır. Eğer inananlar kendilerini sıkıntıya sokuyor ve işkencelere maruz bırakıyorsalar, bunu kendilerinin tabi bulunduklarını düşündükleri kutsal varlıklara atfettikleri kötü niyeti yatıştırmak, zararsız hale getirmek için yaparlar. Bu varlıkların düşmanlıklarını ya da hiddetlerini yatıştırmak için inanan, onların isteklerine itaat eder; onlar tarafından dövülmemesi için kendi kendini döver. Bu yüzden, söz konusu uygulamalar, tanrılar ve espritlerin insanların ihtiraslarına benzer ihtiraslara sahip manevi varlıklar olarak düşünüldükten sonrasına kadar ortaya çıkmamışlardır. Her zaman olduğu gibi, bu hisleri paylaşma, söz konusu hislerin şiddetlendirilmesiyle sonuçlanır. Teyit edilen bu hisler, uyandırılır ve galeyana getirilir. Böylece, onları ifade eden eylemlerin şiddetine denk bir şekilde ifade edilen bir şiddete ulaşırlar. Smith şöyle der: "Zor zamanlarda, insanların düşünceleri genellikle kasvetli olduğunda, günümüz insanlarının şaraba sığındıkları gibi dinin fiziki aşırılıklarına müracaat ederler. ”Özetle, dini törenler huzur kaçıncı ya da hüzünlendirici bir olayla başladıklarında bile, grubun ve bireylerin hissi durumu üzerindeki uyancı güçlerini muhafaza ederler. Müşterek olmaları sebebiyle, dini törenler, dirimsel gücü arttırırlar. Bir kimse, kendi içinde hayatı, ister acı veren bir öfke isterse neşeli bir heyecan şeklinde olsun, hissettiğinde ölüme inanmaz; bu yüzden, rahatlar kuvvetlenir ve öznel olarak her şey, aynı korkulan tehlikeyi gerçekten ortadan kaldırmış gibi devam eder. Bundan dolayıdır ki, iyileştirici ya da önleyici özellikler ayinde yapılan hareketlere, atılan çığlıklara,
dökülen kanlara, bir kimsenin kendisi ya da başkaları üzerinde meydana getirdikleri yaralara atfedilmeye başlanır. Ve söz konusu farklı işkenceler, zorunlu olarak acıyı sebep olduğu gibi, sonunda bizatihi acının kendisi de, kötülüğe engel olan ve hastalığı iyileştiren bir şey olarak kabul edilir. Daha sonra, dini kuvvetlerin büyük bir kısmı, manevi şahsiyetler şeklini aldığında, bu uygulamaların etkisi, onların hedefinin kötü niyetli ya öfkeli tanrıyı teskin etmek olduğu tasavvur edilerek açıklanmıştır. Ancak bu tasavvurlar, yalnızca onun yol açtığı ayini ve hisleri açıklamaktadır; bunlar yalnızca, onun yorumlarından ibarettirler, onun belirleyici sebebi değildirler. Dini kuvvetler, iki türlüdür. Bir kısmı, faydalı maddi ve manevi düzenin koruyucusu, hayatın, sağlığın ve insanların kıymet verdikleri her şeyin yöneticisi, dağıtıcısıdırlar. ... Bunlar kutsal, şeyler ve şahsiyetlerdir: İbadet için kutsanmış yerler, düzenli ayinlerde hizmet gören nesneler, rahipler, asketikler vs. Diğer tarafta ise kötü, pis, düzensizliği yaratan, ölümün ve hastalığın sebepleri, kutsala saygısızlığı kışkırtan güçler yer alırlar. Bunlar hakkında insanların sahip oldukları yegâne his, genellikle nefretin de bir unsuru olduğu korkudur. Bu iki tür güç ve varlık kategorisi arasında, muhtemel en keskin ve hatta en radikal muhalefeti içeren bir zıtlık vardır. Dini hayatın tamamı, aralarında, temiz ve pis, aziz ve günahkârı ilahi olan ve şeytani olan arasında var olan zıtlığın aynısının bulunduğu bu iki kutup arasında gider gelir. Ancak, dini hayatın bu iki yönü, birbirine muhalif olsa da, yine de aralarında çok sıkı bir yakınlık vardır. Birincisi, ikincisinden daha az yasak değildir: Her ikisi de, aynı şekilde dolaşımdan çekilirler. Bu, onların ikisinin de kutsal olduğunu gösterir. Tabii ki, ikisinin sebep olduğu hisler, özdeş değildir; sevgi bir şey, nefret ve korku başka bir şeydir. Ancak, davranışlar her iki durumda da aynı olacaksa, ifade edilen hisler, tabiat itibariyle birbirinden farklı olmamaları gerekir Ve gerçekte, kötü güçlerin uyandırdığı, sebep olduğu korku; genel olarak saygı içeren belli bir yönü olduğu gibi, yoğun olduğu zaman, dini saygıda özellikle bir korku da vardır. Belli sami halkları arasında, domuz yasaktır; ancak onun pis bir şey olduğu için mi yoksu kutsal bir şey olduğu için mi yasak olduğunu her zaman kesin olarak bilmek mümkün değildir. Pis bir şey ya da kötü bir gücün doğasında hiç değişiklik olmaksızın kutsal bir şey ya da koruyucu bir güç haline gelişi çok sık meydana gelen olgulardan biridir. ... Avustralya, toplumlarında yaygın biçimde uygulanan ceset yeme, bu dönüşümün bir kanıtıdır.
Gerçekte, kötü güçlerin bu ayinlerin ürünü olduklarını ve onları sembolize ettiklerini gördük. Bir toplum keyfini kaçıran, ıstırap çektiren ya da kızdıran olaylara maruz kaldığında, üyelerini üzüntülerini, ıstıraplarını ya da kızgınlıklarını anlamlı eylemlerle ifade etmeye zorlar. Onlara, ağlama, bağırma ya da birbirlerini yaralama görevini
yükler.
Çünkü
bu
müşterek
tezahürler,
onların
gösterdikleri
ve
güçlendirdikleri manevi komünyon, şartların ondan alıp götürmekle tehdit ettiği enerjiyi ona geri verir; böylece de dengesini yeniden kazanmasına imkân sağlar. Dini hayatın dış tezahürleri ne kadar karmaşık olursa olsun, esas olarak o, bir ve aynı şeydir. Her yerde bir ve aynı ihtiyaca karşılık verir ve her yerde, bir ve aynı zihni durumdan kaynaklanır. Bütün şekillerinde dinin hedefi, insanı kendisinin üzerine yükseltmek ve onu bireysel itkilerini takip ettiğinde yaşadığı hayattan daha üstün bir hayata yöneltmektir: İnançlar bu hayatı tasavvurlarda ifade eder; ayinler onu, organize eder ve işleyişini düzenler.
3-KAVRAMLAR Rasyonel; usa dayanan, ölçülü, ussal, hesaplı İrrasyonel; us dışı Determinizm; evrenin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların çeşitli bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile, belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğretidir. Yani öğretiye göre her şey belirlenmiştir ve değişmesi mümkün değildir. Etnografya; budun betimi, kavmiyat, kavimleri karşılaştırarak inceleyen, kültür oluşumlarını araştıran ırk bilimidir. Natürizm; her türlü gücü tabiata atfeden doktrinlerin genel adıdır. Raks; oynamak, dans etmektir. Uluhiyet; zatında, sıfatlarında ve isimlerinde, mükemmelliğin ve güzelliğin bütün mertebelerini, sınırsız derecede bulundurma vasfı demektir. Budist; budizmin kurucusu Buda(MÖ.563-483) Kuzey Hindistan'da doğmuş bir filozoftur. Budizm'e inananlara Budist denir. Hurafe; Kuran da bulunmayan, ancak farklı yollarla sonradan Müslüman hayatına katılan ve dini inançmış gibi kabul edilen söz, düşünce ve davranışların tümüdür. Profan; dini olmayan yapılar. Animizm; felsefe de her nesnenin bir ruhi varlık veya ruh tarafından yönetildiğini kabul eden sistemdir. Ecdat; dede, cet Veda; bilgi manasına gelir. Aryan din edebiyatının tamamını içine alan bir terimdir. Hinduizm dinine inananlar için kutsaldır ve yine bu dine inananlar için açığa çıkmış bilgilerdir. Totem; bazı ilkel klan ve kabilelerden, onların atası sayılan hayvan veya bitkiye verilen isimdir. Totemizm; totemleri kutsal sayan dini/felsefi görüştür. Klan; ortak bir atadan geldiklerine inanan, kendi aralarında evlenmeyen, hem ana hem de baba çizgisine göre düzenlenmiş, birbiriyle akraba, birden çok büyük ailenin bir araya gelmesi sonucu oluşan toplumsal birliktir. Churinga; Avustralya Aborjinler tarafından kutsal sayılan kutsal tılsım veya diğer obje. Politeizm; sözlük anlamıyla birden çok tanrıya inanmak, tapınmak anlamına gelir. Ngarra: Ezeli ve ebediliği ifade eder.
Kinderkeime: Çocuk tohumları. Erathipa: Kaya ismi. Churinga: Ceddin ruhunun barındığı obje. Altjira: Aranda kabilesinde gök tanrısı. Cet: Ata, soy demek. Geniusloci: Özel yer. 4-SONUÇ Kendi Tanrısına katılan inanan, yalnızca inanmayanının göremediği bir takım hakikatleri gören bir adam değildir; o daha güçlü olan bir adamdır. Kendisinde, varlığın zorluklarına tahammül edecek ve onların üstesinden gelecek daha çok güç hisseder. İmanın birinci maddesi, imanla kurtuluşa imandır. İbadet yalnızca, inananın dışsal olarak ifade ettiği bir işaretler sistemi değildir; imanın yaratıldığı ve dönemsel olarak yeniden yaratıldığı vasıtaların bütündür. İster maddi davranışlardan isterse zihni faaliyetlerden oluşmuş olsun, her zaman etkili olan ibadetin kendisidir. Evrimdeki nispi gelişme anına kadar, ahlak ve yasa kurallarının ayinsel emirlerden farklı olmadığı uzun bir süredir biliniyordu. Öyleyse özetle, hemen hemen bütün büyük toplumsal kurumların dinden doğduğunu söyleyebiliriz. Müşterek hayatın yalnızca dini hayatın farklılaşmış yönleri olarak başlayabilmesi için, dini hayatın, zorunlu olarak müşterek hayatın seçkin bir biçimi ve adeta bir özeti olması gerektiği açıktır. Eğer din, toplumda temel olan her şeyi doğurduysa, bunun sebebi toplum düşüncesinin dinin ruhu olmasıdır. Bu yüzden dini güçler, beşeri güçler, manevi güçlerdir. Bireysel ibadetlerin varlığı, dinin sosyolojik yorumunu dışlayan ya da ona mani olan hiçbir şeyi ima etmez; çünkü onun yöneldiği dini güçler, yalnızca müşterek güçlerin müstakil bir hale gelmiş şekillerinden başka bir şey değildir. Bu yüzden de din, bütünüyle ferdi bilincin içinde olarak görüldüğünde bile, onu besleyen hayat kaynağı toplumda bulunur. Gerçekte sahih bir imana sahip olan bir insan, onu yayma hususunda karşı konulamaz bir ihtiyaç hisseder. Bunu gerçekleştirmek için, münzeviliği terk eder, başkalarına yaklaşır, onları ikna etmenin yollarını araştırır ve sebep olduğu kanaatlerin gayreti, onun kanaatlerini güçlendirir. Bu coşku eğer tek başına bırakılırsa hızla zayıflar.
Bütünlüğünü ve şahsiyetini meydana getiren müşterek hisler ve müşterek düşünceleri düzenli aralıklarla onaylama ve yeniden teyit etme ihtiyacı hissetmeyen hiçbir toplum olamaz. Manevi olarak bu yeniden meydana getirilme, yeniden birleşmeler, toplantılar ve bir araya gelen fertlerin, genel olarak ortak hislerini teyit ve ilan ettikleri dini bir örgüt olmaksızın gerçekleştirilemez. Bayramlar ve ayinler bir başka ifade ile, ibadet dinin tamamı değildir. Bu yalnızca davranışlar sistemi değil fakat aynı zamanda hedefi bu dünyayı açıklamak olan bir düşünceler sistemidir; en basit toplumların bile bir kozmolojiye sahip olduklarını görmüştük. Biri eyleme yöneliktir; birtakım hareketleri gerektirir ve bu hareketleri düzenler. Diğeri düşünce alanına yöneliktir, onları zenginleştirir ve organize eder. Dini spekülasyonların uygulandığı gerçeklikler, daha sonra felsefecilerin düşünce nesnesi olarak hizmet görenlerle aynı gerçeklikler olduğuna işaret etmiştik: Bunlar, tabiat, insan ve toplumdur. Her ikisi de, aynı hedefe ulaşmaya çalışırlar; bilimsel düşünce, dini düşüncenin yalnızca daha mükemmel bir şeklinden ibarettir. Bundan dolayı, bilimin bu görevi yerine getirmek için gittikçe daha uygun bir hale gelindiğinde, dinin zeminini kaybetmesi normal gibi görünmektedir. Gerçekte, bu gerileyişin tarih akışı sırasında meydana geldiği hususunda bir şüphe yoktur. Dinin bir ürünü olmakla birlikte, bilim bilişsel ve entelektüel fonksiyonlar da dahil her yerde dinin yerini alma eğilimindedir. Maddeyi mükemmel din dışı bir şey olarak kabul eden Hıristiyanlık, bilgiyi kolaylıkla ona yabancı bir disipline bıraktı. Bu yüzden, tabiat bilimleri nispeten kolay bir şekilde otoritesine tesis etmede ve onu kabul ettirmede başarılı olmuştur. Ancak Hıristiyanlık, ruhlar dünyasının kendi hakimiyetinden çıkmasına kolay bir şekilde izin vermedi. Çünkü özellikle, Hıristiyanların tanrısı özellikle hakim olmak istediği ruhlardır. Bunun içindir ki, psişik hayatı bilime tabi kılmak uzun bir süre, bir tür din dışılaştırma anlamına geldi. Bugün, deneysel ve karşılaştırmalı psikoloji, yaratıldı ve hesaba katıldı. Ancak, dini ve ahlaki dünya, hala psikolojinin ele alması yasak olan alanlardır. Ancak bu çabalar, muhalefete rağmen devam etmektedir ve bu ısrar, nihai engelin de sonunda kalkacağını ve bilimin dine ayrılmış bu alanda bile bilimin hâkim olacağını önceden görebiliriz. Bilim ve din arasındaki çatışma bundan ibarettir. İnsanlar, çoğunlukla bu çatışma hakkında yanlış bir kanaate sahiptirler. Bilimin prensip olarak dini reddettiği söylenir. Ancak din, vardır; o verili bir olgular sistemidir; bir başka ifadeyle, o bir
gerçekliktir. Bilim bu gerçekliği nasıl reddedebilir? Dahası din, bir eylem olduğu ve insana hayat veren bir vasıta olduğu müddetçe, muhtemelen bilim onun yerini alamaz. Sınırlı bir nokta dışında, din ile bilim arasında bir çatışma yoktur. Dinin esasında yerine getirdiği iki işlevden yalnızca bir tanesi vardır ki, gittikçe daha çok dinden ayrılmaktadır: Bu, onun spekülatif işlevidir. Bilimin dinde tartışma konusu yaptığı şey, onun var olma hakkı değil fakat eşyanın tabiatı hakkında tartışmaya meydan vermeyecek şeyler söyleme hakkı ve insanı ve dünyayı açıklamaya yönelik hususi uzmanlık iddialarıdır. Gerçekte din, kendi kendisini bilemez. O, ne neden meydana geldiğini ne de hangi ihtiyaca karşılık verdiğini bilemez. Bilimin ne yaptığını anlatması bir yana, dinin kendisi bilimin bir konusudur. Bu yüzden, bilim hakkında bir yasa meydana getirebilmekten çok uzaktır! Bir başka bakış açısından, bilimin sakındığı bir gerçeklik dışında dini spekülasyonun kendisine has bir konusu yoktur. Bu yüzden, din geçmişte oynadığı rolü açıkça gelecekte de oynayamaz. Ancak din ortadan kalkmak yerine, kendini değiştirmeye yönelmiş gibi görünmektedir. Dinde ebedi olan bir şeyin bulunduğunu söylemiştik: Bu ibadet ve imandır. Ancak insanlar ne makul olarak görmedikleri şey için törenler icra ederler ne de hiçbir şekilde anlamadıkları bir imanı kabul ederler. Dini yaymak ve devam ettirmek için, bir kimse onu meşrulaştırmalı yani, onun hakkında bir teori tasarlaması gerekir. Bu türden bir teori, şüphesiz, var oldukları andan itibaren farklı bilimlere dayanmış olması gerekir; her şeyden önce dini imanın kökeni, toplumda olduğu için sosyal bilimlere; sonra toplum, beşeri bilincin bir sentezi olduğu için psikolojiye ve son olarak da, insan ve toplum evrenin bir parçası oldukları ve yalnızca suni bir şekilde ondan ayrılabilecekleri için tabi bilimlere dayanmalıdırlar. İman, her şeyden önce eylem için bir tahrik vasıtasıdır, oysa bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, her zaman eylemden uzak durur. Bilim, parçacıdır ve tamamlanmamıştır; ancak yavaş bir şekilde ilerler ve asla sona ermez; ancak hayat, bekleyemez. Dinler, en rasyonel ve en çok laikleşmiş olanlar da dahil, bilimle aynı konuya sahip olsalar bile, gerçekte bilimsel olmayan hususi bir tür spekülasyon olmaksızın yapamaz ve asla yapamayacaktır: Duyu ye hissin belirsiz sezgileri, çoğunlukla mantıksal sebeplerin yerini alırlar. Bir şeyi kavramsallaştırmak, onun en temel unsurlarını daha iyi kavramak ve onu ait olduğu grup içine koymaktır. Her medeniyet, kendisini karakterize eden kendisine has düzenlenmiş bir kavramlar sistemine sahiptir. Mantıksal olarak düşünmek, gerçekte her zaman bir dereceye kadar, gayri şahsi olarak düşünmek demektir. Gayri şahsilik ve daimilik: Bunlar, hakikatin iki ayırt edici özelliğidir. Gayri
şahsi düşünce kendisini ilk kez, insanlığa müşterek düşünce biçiminde arz etmiştir. Ve bu ilhamın başka bir yolla gelmesi ise çok zordur. Müşterek bir tasavvur, kolektif olduğu için her zaman nesnellik güveni verir. Onun genelleştirilebilmesi ve kendisini bu tür bir sebatla devam ettirebilmesi sebepsiz değildir. Eşyanın doğasına uygun olmasaydı, zihinler üzerinde sınırsız ve uzun bir hâkimiyet elde etmede başarılı olamazdı. Esas itibariyle, bilimsel kavramların güven telkin etmesine sebep olan şey, onların metodik olarak kontrol edilebilmeleridir. Müşterek bir tasavvur, zorunlu olarak sonsuz derecede tekrar edilen bir kontrole / teste maruz kalır. Müşterek bir tasavvura bağlı olan bir kimse, kendi tecrübeleriyle onu tasdik eder. İnanılmış olmak, doğru olmak için yeterli değildir. Eğer onlar, diğer inançlar ve kanaatlerle ya da kısaca, diğer müşterek tasavvurlarla uyumlu değillerse, reddedileceklerdir; zihinler onlara kapalı olacaktır; sonuç olarak da, onlar var olmamış gibi olacaklardır. Bugün, bilime inandığımız için, bilimin damgasını taşıma, genel olarak, bir tür ayrıcalıklı bir itimat elde etmek için yeterlidir. Ancak bu inanç, dini inanç zorunlu olarak farklıdır. Ancak genel kanaatler hakkındaki bilim, kanaatler oluşturmaz; yalnızca onları gözlemler ve onları kendileri hakkında daha bilinçli bir hale getirir. Kavramlarla düşünmeyen bir insan, insan olamaz; çünkü o, toplumsal bir varlık değildir. Ancak kavramlarımızın büyük bir kısmı, aynı şekilde açık bir tanımdan mahrumdurlar; yalnızca tartışmalarda ya da dikkatli bir çalışma yaparken onları tanımlamak için kendimizi zorlarız. Kavramsal olarak düşünmek, basit bir şekilde ele aldığımız belirli sayıdaki nesneyi başkalarından ayırmak ve onların ortak özelliklerini bir araya getirerek gruplandırmak değildir; değişebileni sürekli olanla, bireysel olanı toplumsal olanla ilişkilendirmektir. Bir şeyin daha tanıdık olduğumuz başka şeylere benzediğini kabul etmek için, bu şeyleri cins ve tür şeklinde düzenleme ihtiyacı hissetmeyiz: Benzer imgelerin birbirlerini hatırlama ve birleşmeleri, benzerlik hissini vermek için yeterlidir. Bilge adam, ne yapması gerektiğini çok açık bir şekilde bilen fakat genel olarak onu genel bir yasa halinde ifade etmeye güç yetiremeyen kişidir. Toplum için mesele tamamen başka türlüdür. Toplum, yalnızca onu meydana getiren fertler ve eşya, farklı gruplara ayrıldığında yani, tasnif edildiğinde ve bu gruplar, birbirlerine göre sınıflandırıldıklarında mümkündür. Son olarak, birçok kimsenin görünüşte aynı hedef için birlikte faaliyet göstermeleri, yalnızca bu hedef ve
ona ulaşmak için kullanılan vasıtalar arasındaki ilişki hususunda bir uzlaşı olduğu zaman, yani aynı illiyet ilişkisi teşebbüse katılanların tamamı tarafından kabul edildiği zaman mümkündür. Bir taraftan bilim ve öte yandan ahlak kuralları ve din arasında var olduğu çok sık olarak kabul edilen zıtlık, beşeri eylemin iki biçiminin gerçekten, tek ve ayrı kaynaktan gelmiş olmasından dolayı hiçbir zaman doğru değildir. Kant bunu çok iyi anlamış ve bu yüzden de, spekülatif akıl ve pratik aklı aynı yeteneğin iki farklı görünüşü olarak kabul etmiştir. Rasyonel olarak düşünmek; akıllı olan bütün varlıklar için aşikâr olan yasalara göre düşünmektir; ahlaki olarak davranmak, çelişmeksizin bütün istekleri kapsayabilecek olan kurallara göre davranmaktır. Bir diğer ifade ile hem bilim hem de ahlak, bireyin kendi kişisel bakış açısının üstüne yükseltme ve gayri şahsi bir hayata katılma yeteneğinde olduğunu ima ederler. Birbirine zıt görünen bu iki dünya, niçin birbirlerinden ayrı devam edemezler ve zıtlıklarına rağmen birbirlerine nüfuz etmek zorundadırlar? Bu benzersiz zorunluluğa verilebilen tek cevap, ima ettiği bütün zorluklarla birlikte ve burada açıklama ihtiyacı duyulmayan düşüş varsayımıdır. Öte yandan, gayri şahsi aklın, müşterek düşünceye verilen bir başka isim olduğunu kabul ettiğimizde bütün sır dağılır. Müşterek düşünce, yalnızca fertlerin bir araya gelmesiyle mümkündür; bundan dolayı, fertlerin varlığını varsayar ve öyleyse toplum, fertleri varsayar ve onlar da fertleri varsayarlar; çünkü onlar, bir araya gelmeksizin varlıklarını devam ettiremezler. Gayri şahsi hedefler ve hakikatler alanı, bireysel arzular ve duyarlılıkların işbirliği olmaksızın tasavvur edilemez. Kısaca, bizde toplumsal bir şey olduğu için gayri şahsi bir unsur da vardır ve toplumsal hayat, hem tasavvurları hem de pratikleri ihtiva ettiğinden bu gayri şahsilik, oldukça doğal bir şekilde, eylemler kadar düşünceleri de kapsar. Bir toplum, tabiatta örneğini gözlemleyebileceğimiz maddi ve manevi kuvvetlerin en güçlü bir birleşimidir. Bu kadar yoğunluğa ulaştırılmış farklı maddelerin zenginliği, başka hiçbir yerde bulunmaz. Ancak bireyin üstünde toplumun bulunduğunu ve toplumun isimden ibaret bir şey olmayıp faal güçler sistemi olduğunu ve zihnin ürettiği bir şey olmadığını kabul eder etmez, insanı açıklamanın yeni bir yolu mümkün hale gelmektedir.
5-KAYNAKÇA Bu kitap anlatımında E.Durkheım'ın Dini Hayatın İlk Şekilleri kitabı esas kaynakçıyı oluşturmaktadır. Bunun yanında aşağıdaki internet sitelerinden de yarar sağlanmıştır. www.turkcebilgi.com www.nedirnedemek.com tr.wikipedia.org www.filozof.net www.turkceciler.com