T.C. AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ SOSYOLOJİ SEMİNERİ
İslam ve sınıfsal Yapı
Hazırlayan Berna IŞIK ( 100113073 )
Ders Hocası Öğr. Gör. Osman METİN
AFYONKARAHİSAR 2013
Künye Kategori
» Yayınlar \ Ali Şeriati Kitaplığı
Kitap
» İslam ve Sınıfsal Yapı
Yazar
» Dr. Ali Şeriati
Çevirmen
» Doğan ÖZLÜK
Yayınevi
» Fecr Yayınevi
Baskı
» 2. baskı
Basım Yeri ve Yılı
» Ankara 2010
Sayfa Adedi
» 160
İÇİNDEKİLER Ali Şeriati…………………………………………………………………………..…………..1 BİRİNCİ BÖLÜM Ebuzer’in Özellikle Üzerinde Durduğu………………………………………………………..4 İKİNCİ BÖLÜM Sokrat Gökten Yere Felsefeyi, Muhammed İse Din’i İndirdi…………………………………6 Özel Mülkiyet Felsefesi ve Sınırı………………………………………………………………7 İş………………………………………………………………………………………………..8 Çalışma Esasına Dayalı Mülkiyet……………………………………………………………...8 Kamu Malları……………………………………………………………………………….….9 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Bu Gün Bütün Sosyologlar…………………………………………………………………….9
SONUÇ……………………………………………………………………………………….10 KAYNAKÇA…………………………………………………………………………………11
Ali Şeriati
Ali Şeriati 1933 yılında İran’ın Horasan Eyaleti’nin Sebzivar ilçesine bağlı Kahek’te dünyaya gelir, ama Şeriati her zaman için çocukluğunun geçtiği aynı bölgedeki toprağının kuraklığı ile meşhur bir çöl yerleşkesi olan Mezinan adlı köyü, kendi ata toprağı olarak belirtir. Soy olarak bir molla zadedir. Ama bir din adamı sülalesinden gelmenin halk arasında saygınlığının ve maddi getirilerinin olacağı kaçınılmaz olan İran’da, hiçbir zaman bu soydan gelmesi ile böbürlenmemiş veya kendine bir rant sağlama yoluna gitmemiştir. Babası Muhammed Taki 1935 yılında Şah Rıza’nın yeniden yapılandırma sürecinde din adamı kimliğinden soyutlanır ve dönemin Eğitim Bakanlığı’nda çalışmaya başlar. 1941 yılına gelindiğinde İran Komünist Partisi (TUDEH) kurulduğunda babası bu parti ile dirsek temasına girmiştir. Bu gelişme Şeriati’nin siyasetle ilgilenmeye başlamasının başlangıcı olmuştur denebilir. Daha sonraları Tudeh ile anlaşmazlıklara düşer ve bu partiye karşı fikirsel bağlamda mücadeleye koyulur. 1950’li yıllarda Dr. Musaddık’ın sürdürdüğü Milli Hareket’e katılır. Ali Şeriati öncelikle 1939 yılında Meşhed’de İbn-i Yemin İlköğretim Okulu’na kayıt olur. İlköğretim süresince bir ara ülkedeki siyasi olaylardan dolayı köyüne dönüp öğrenime ara verir. Bu devreyi ailesi köyünde medrese öğrenimi ile değerlendirtecektir. İlkokulu bitirdikten sonra sırası ile ortaokul ve öğretmen lisesini bitirir. Ali Şeriati’nin özellikle ilk ve ortaokul süresince derslerine fazla önem vermeyen, geceleri sabahlara kadar kitaplar okuyan fakat okul ödevlerini ihmal eden bir yapısı vardır. Daha ortaokulda iken Mevlana’nın mesnevisi ile tanışır, ardından bunu Hallac, Cüneyd-i Bağdadi gibi irfan yolcuları takip eder. Lise döneminde Şeriati artık, felsefe ve irfan konularına odaklanmış haldedir. Kendisi bu halini; “Bu dönemde beynim felsefe ile genişliyor, kalbim irfan ile dağlanıyordu…” diye özetler. 1950’li yılların İran’ında Musaddık’ın başını çektiği milli hareket ülke petrollerinin millileştirilmesi için mücadele verecek ve iktidar olacak, fakat 1953 yılında bir ABD darbesi ile devrilecektir. Tüm bu kargaşanın içinde, henüz çiçeği burnunda bir öğretmen olan Ali Şeraiti de Milli Hareketi ve İran petrollerinin millileştirilmesini desteklemiştir. 1952 yılına gelindiğinde, Milli hareketi destekleyen bir gösteriye katıldığından dolayı Ali Şeriati ilk defa gözaltına alınır. Bu gözaltı Şeriati’yi artık toplumsal konularda daha duyarlı hale getirir ve kişisel olarak bir kırılma noktası kabul edilebilinir. Bu sosyal kargaşa ortamının içinde, 1
hayatının bundan sonrasına etkileyeceği tartışılmaz olan Cevdet Es-Sahar’dan “Ebu Zer Gıffari” adlı eseri, babasının teşviki ve gözetimi altında, Arapça’dan Farsça’ya tercüme eder. Ebu Zer Gıffari adeta kendisi için yıllar evvelinde kalmış yitiğidir, ilerleyen yıllardaki birçok söylevsel çıkış noktalarına referans olarak Ebu Zer’i kullandığı görülecektir. Ahmetabad’da bir süre ilkokul öğretmenliği yapar. 1955 yılında açılan Meşhed Edebiyat Fakültesi kurulur ve ilk öğrencilerinden biri de Ali Şeriati’dir. Hem öğretmenliği hem de Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciliği beraber sürdürür. Bu arada daha sonraları ilkokullarda uzunca bir süre ders kitabı olarak kullanılacak olan “Dini Ahlak Eğitimi” kitabını kaleme alır ve 1956’da bu kitap yayımlanmaya başlar. Aynı süreç içinde Mekteb-i Vasıta ve Ebu Zer kitabını da yayımlar. Artık sayısı düzineleri bulan yazın hayatına çoktan başlayan bir Şeriati karşımıza çıkmıştır. 1950’li yıllardaki bir diğer önemli nokta da eşi Puran Şeriati ile Edebiyat Fakültesi’nde tanışmasıdır. 1958 yılında evlenirler ve daha sonraki yıllarda bu evlilikten üç kız (Sara, Susan, Muna ), bir erkek (İhsan) çocukları olur. Yine 1958 yılında Şeriati, Edebiyat Fakültesini birincilikle bitirir. 1959 yılında bu başarısının bir sonucu olarak o yıllarda kendi ülkesinde başarılı olmuş birçok İranlı öğrenci gibi o da burslu olarak Avrupa’da tercih edeceği bir ülkede ve bölümde yüksek öğrenim için gönderilir, Şeriati’nin tercihi Paris olacaktır. 1959’da Şeriati’nin kendi deyimiyle “Paris zindanındaki” günleri başlar. Paris’te önce Fransızca öğrenir ve henüz daha bu dili öğrenme aşamasında eline aldığı bir Fransızca- Farsça sözlükle odasına kapanıp Alexis Carrel’den “Dua” adlı eseri tercüme eder. Bu eseri tercüme etmesi ile Avrupa’da özellikle Paris’te o sıralar yoğun olarak bir fikirsel kabul görmüş olan varoluşçuluktan etkilenmeye başlamıştır. Bu sonraları onu etkileyen isimlerden biri olan Paul Satre ile doruk noktasına ulaşacaktır. Ali Şeriati Paris’te Sorbonne Üniversitesi’ne doktora öğrencisi olarak kayıt yaptırır ve Sayfuddin’den “Belh’in Faziletleri Tarihi” adlı eseri doktora tezi olarak hazırlar. Doktora öğrencisi olduğu yıllarda öğrenimi ve araştırmalarınsa üniversite ile sınırlı kalmaz; “College de France “ araştırma merkezinde Georges Gurvich ile sosyoloji, “Solciologie Religeuse” araştırma merkezinde ise Jaques Berque ile din sosyolojisi üzerine çalışmalarda bulunur. Hatta çoğu zaman asıl doktora programını ihmal edip, sosyoloji ve din üzerine yaptığı araştırmalara yoğunlaşır. Paris’te öğrenciliği sırasında o sıralarda ülke içinde de yoğun karışıklıklara sebep olan Cezayir Kurtuluş Hareketi ile temasa geçer. Cezayir’in bağımsızlığı için çalışan bu örgüt için
2
çalışır, aynı zamanda Paris’te faaliyet gösteren diğer Afrikalı kurtuluş örgütleri ile de irtibata geçer. Paris’te kaldığı süre boyunca bu örgütler ile irtibatını devam ettirecektir. 1963 yılında Şeriati Sorbonne Üniversitesi’ndeki doktorasını tamamlar ve o yıl İran’a dönüş yapar. Fakat İran istihbarat servisi (SAVAK) Şeriati’yi ülkeye giriş yapar yapmaz sınırda tutuklar. Uzun süren sorgulama döneminden sonra zaman zaman yazılarında da belirttiği Kızıl kale Hapishanesi’ne gönderilir. Burada 6 ay kadar alıkonulduktan sonra suçlanacak somut bir şey bulamadıklarından, Şeriati serbest bırakılır. Şeriati daha sonra bir ilkokulda ardından da Eğitim Bakanlığı’nda ders kitapların hazırlama komisyonunda çalışır. Ardından Meşhed Üniversitesi’ne tarih hocası olarak dersler vermeye başlar. Tüm bu eğitim hayatının arta kalan vakitlerinde kitap tercümeleri yapıyor, yakın çevresinin düzenlediği ev toplantılarına katılıyordu. Bu çalışmalarından rahatsız olan SAVAK fakülte yönetimine baskıda bulunarak Şeriati’nin önce ders saatleri azaltılır, ardından 1971 yılında üniversite ile ilişkisi kesilir. Yüksek Öğrenim Bakanlığı’nda onu oyalayabilmek için kendisine bir oda verilir. Şeriati’nin İran’daki okuryazar kesim ve özellikle üniversite gençliği arasında tanınmasının sıçrama noktalarından biri de 1967 yılında kurulmuş olan Hüseyniye-i İrşad’da verdiği dersler olmuştur denebilir. Bugün dahi deşifreleri kitap halinde yayınlanan, bir çok dile tercüme edilen bu konferanslar ayrıca ses kayıtları olarak internet üzerinden çok geniş bir kesime ulaşabilmektedir. Şeriati’nin aynı zamanda iyi bir hatip olduğu İrşad’daki konuşmalarından
ve
bu
konuşmalardan
etkilenen
gençlerin
düşün
hayatlarındaki
değişikliklerden anlaşılmaktadır. Fakat Hüseyniye-i İrşad’da her zaman kurumu da kendi içinde geliştirmeye çalışmış, orada bir kütüphane oluşturmuş ve konuşmalarının hiçbir zaman dini bir konuşmayla sınırlı kalmasını istememiştir. İrşad’daki konuşmalarının birer vaaz olmadığını, kendisinin de bir din görevlisi gibi görülmememsi gerektiğini vurgulamıştır. 1972 yılına gelindiğinde ise Hüseyniye-i İrşad SAVAK tarafından kapatılır. Artık Şeriatiüzerindeki baskı giderek artmaktadır. Çoğu zaman gizli ev toplantıları düzenler, bir arkadaşının dediği gibi artık o bir “kültür gerillası” dır. Monarşiye karşı olan özgürlük mücadelesini yarı gizli bir biçimde sürdürmeye devam eder. 1973 yılında AliŞeriati’yi bulamayan SAVAK, babasını ve bazı akrabalarını gözaltına alır, bunun üzerine Ali Şeriati kendisi SAVAK’a teslim olur ve 18 ay sürecek zorlu işkencelere uğradığı zindan hayatı başlar. Çoğu zaman karanlık bir hücrede tek başına tutulur ve her gün periyodik olarak işkencelere tabi tutulur. 1974 yılının Mart’ında İran Şah’ı OPEC üyesi ülkelerin toplantısına katılmak üzere Cezayir’e gider. Dönemin 3
Cezayir Dışişleri Bakanı, zamanında Şeriati ile birlikte Paris’te okumuş ve beraber Cezayir Kurtuluş Hareketi’nde bulunmuş olduğu Abdullatif Humeyseti’dir. Humeyseti Şah’tan OPEC toplantısı esnasında, eski sınıf arkadaşı Ali Şeriati’yi serbest bırakmasını rica eder. Şah ülkesine döndükten sonra bu rica üzerine Şeriati’yi serbest bırakır. Şeriati artık mahkum değildir ama sürekli gözetim altında tutulur, bedeni zindanda uğradığı işkencelerden bitkindir ve ışığa karşı aşırı derece duyarlılık göstermektedir. Ama Şeriati bu işkenceler karşısında dahi husumete hiçbir zaman kapılmadı. Çevresine sürekli bütün konuşmalarında monarşiye karşı mücadelenin silahla olmaması gerektiğini, bütün çalışmalarının fikirsel ve düşünsel boyutta sürmesini söylüyordu. SAVAK’ın göz hapsi, ailesinin normal yaşantısını dahi engeller hale gelir. 1976 yılında Şeriati ailesi ile birlikte Avrupa’ya göç etmenin yollarının düşünür. Zorlu bir sürecin ardından SAVAK’ı da atlatarak Mayıs 1977’de, İran’dan havayolu ile Belçika’ya oradan da İngiltere’ye geçer. İngiltere’de bir tanıdığının yanına yerleşir, fakat çocukları (ABD ‘de eğitime gönderdiği İhsan hariç) ve eşi Puran hala İran‘dadır. Puran Hanım sadece iki kızını (Susan ve Sara’yı) İngiltere’ye babalarının yanına gönderebilir, kendisine ve Muna’ya havaalanında yurtdışına çıkış için izin verilmez. İngiltere’deki arkadaşının evinde Susan ve Sara ile birlikte kalıp Puran Hanım’ı ve Muna’yı bekleyeceklerdir. Tarihler 19 Haziran 1977 günün sabahında Şeriati evde, tek başına kaldığı odanın kapı eşiğinde cansız vaziyette bulunur. Bu ani ve genç yaştaki vefatı hakkında SAVAK’dan şüphelenilmektedir. Çünkü o sırada bedensel bir rahatsızlığı yoktu. Ayrıca vefatın üzerinden daha 1–2 saat geçmeden ev İran Konsolosluğu tarafından aranır ve cenazenin resmi işlemlerinin yapılmasını istenir. Vefatın ardından ceset üzerinde otopsiye dahi izin verilmez. Ayrıca İran devleti diri halde türlü oyunlarla kullanamadıkları Şeriati’nin cesedi üzerinden bir meşruluk çıkarmaya kalkmış, naaşı İran’da devlet töreni ile defnetmeyi ve sanki Şeriati’yi monarşiye destek çıkan bir aydın gibi sunma telaşına düşmüştür. Bunun üzerine Şeriati’nin ailesi ve yakın çevresinin gayretleri ile naaşı Şam’da Hz. Zeynep’in türbesine defnedilir. (Fecr Yayınları) BİRİNCİ BÖLÜM Ebuzer’in Özellikle Üzerinde Durduğu Birinci bölümde, Ali Şeriati para ve mal yığma konusu üzerinde durmuş ve bunun üzerine Ali’nin çalışmalarını ve düşüncelerini öne sunmuş ve kendi görüşlerini bu doğrultuda 4
ortaya koymuştur. İslam’ın bu içine girdiği keşmekeş ve ganimet arzusu İslam’ın özünden ayrılmasına ve batıya karşı olan üstünlüğün kaybedilmesine neden olmuştur. Bu üstünlük her manada dile getirilebilir ve anlatılabilir. Ali’nin dünyadan el etek çekmesi ve dünyaya meyletmemesi, görkemli ve aristokratik bir hayat tarzına karşı çıkması, para ve mal yığma ile mücadele etmesi, bütün bunlar Peygamberden sonraki dönemi ile ilgilidir. Yani sahabenin yeni “sınıf” halini aldığı bir dönemdir. Bu sınıf zorba makamlar tarafından sahabelere sunulan ve bol miktarda paradan nasibini alanlardır. Bu para cihat, zekat, ganimet vs. adıyla devlet ve devlet kademesindeki şahıslara peşkeş çekilen paralardır. (Şeriati, 2010: 13) İslamiyet’in yükseliş döneminde İslamiyet ilim ve bilim olarak ilerideydi. Batının yükselmesi ve İslami bilimin gerilemesiyle özde bizim olan kelimeler kabul edilmemeye başlamıştır. Fakat dönüp baktığımızda batının bize verdiği kelimeler aslında bize ait olan kelimelerdir. Buna örnek verecek olursak; cüppe kelimesini verebiliriz. İslami ülkelerde cüppe giydiğiniz zaman gerici gözüyle bakılırken, kabul edilmezken batıdan bize geri dönen bu kelimeyi ilk defa tanımlıyormuşuz gibi şaşırıp büyük bir beğeni ile kabul ederiz. Bu gün hepimiz “sarıklı, cübbeli” adamlarla alay ediyoruz. Oysa en çağdaş ve en sosyetik adamlarımız, modern kulüp ve düğünlerde iftiharla üniversite hocasının giydiği elbiseleri giyiyorlar hatta aynı cüppe için yetmiş defa provaya gidiyorlar. Halbuki bu cüppe, İbn-i Sina’nın, İbni Heysem’in ve Razi’nin giydiği elbisenin ta kendisidir. (Şeriati, 2010: 17) İslam’ın içine düştüğü bu durum sadece kelimeler, düzenler vs. ile olmamıştır aynı zamanda İslam’ın ekonomik normları da gün geçtikçe kaybolur bir aşamaya gelmiştir ve batının ürettiği kapitalizm İslam ülkelerine de sıçramıştır. Kapitalizmin sömürüsü altına da olan insanlar karınca gibi gece gündüz çalışıp hayatını tamamen para biriktirme üzerine kurmuşlardır. Yani kendi doğalarından kopuk şekilde yaşamaya başlamışlardır. Böyle insanlar kapitalizmin ağırlığı altında ezildiçe bundan uzaklaşıp kendi durumlarına, doğalarına dönme isteğine girmişlerdir. Tasavvufi eğlimlere yöneldiğini görüyoruz. Fakat yetmiş yaşındaki bir insanın eğitim hayatına başlamak isteğinde ne kadar başarısız olursa buradaki insanlarında bu eğilimi bir o kadar geç kalınmıştır. Bütün ensesi kalınlar, emekli cellatlar, para çalanlar, kılıç sallayanlar ve savurganlar sonunda sufi oluyorlar. Bu hadise, insan psikolojisi açısından bir tür ruhsal eğilimi ifade eder. Nitekim gecesini gündüzünü dünyevi hayatın içinde geçiren adam bazen, tasavvufi 5
eğilimlere yöneliyor. Max Weber der ki; “İşte burada kapitalist, kapitalizmden intikam alıyor.” Bu bir çeşit kapitalist psikolojik bir analiz sayılır. (Şeriati, 2010: 24) Bu kapitalizmin ekmeğine yağ süren insanlar ise din yolu ile insanları sömürenlerdir. Yani Kuran’ı incelediğimizde önemli detayların saklı olduğunu görüyoruz. Mesela bir Ayet’te kişinin ismini belirtmeden o kişiye hitaben olay anlatılmaktadır. Kuran’ı yorumlanma kapısı açıktır. İşte bu açıklığı aydın diye kendini belirten fakat kapitalizmin kölesi olan insanlar kullanmaktadır. O Ayet’e öyle bir açıklama getiriyor ki yürüdüğü çizgiden sapıyor ne dediğini bilmiyor. Bu nedenle anlıyoruz ki; bireysel ahlaki değerlerden ve tasavvufi zühtten söz ettiğini sandığımız kavramlar, aslında sınıfsal yapılaşmaya karşı olan bakışı yansıtmaktadır. İKİNCİ BÖLÜM Sokrat Gökten Yere Felsefeyi, Muhammed İse Din’i İndirdi İslam dini ekonomiyi refah düzeyi yüksek bir şekilde yaşamayı bizlere helal kılmıştır. Allah bu dünyada rahat yaşamayı bize bir sonuç olarak vermiştir. Buna örnek olarak; “ eğer o ülkelerin hakları iman edip kötülüklerden sakınsalardı göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine açardık …” (7 / Araf Suresi, 96). Yani burada ekonominin bir hedef değil bir sonuç olduğunu açıkça görebiliyoruz. İslam’ın ekonomiye olan vurgusu maddeci sosyalistlerin ve hatta ekonomistlerin vurgusu ile aynıdır. Ancak bakış açıları birbirinden farklıdır. Çünkü sosyalistler ekonomiyi hedef olarak alırken İslamiyet bir esas olarak alıyor. Buna rağmen Allah, imanlı ve takvalı olursanız dünyanın bereketine nail olursunuz demiyor. Olsalardı yeryüzünün ve gökyüzünün bereketini onlara açardık diyor. İslamiyet’te fikir yerine iman zikredilmiştir. İman iki boyutlu bir kavramdır. Onun bir boyutu fikirdir ki terimsel tabirle “ideoloji” ya da “düşünce ekolü” olarak ifade edilir. İmanın diğer boyutu, bu fikre sahip olan insanın varlığının yine bu fikirle ilişkisidir. Olumlu, ihlaslı, vefakar, bilinçli ve sorumluluğa dayalı bir ilişki… Bu yolla fikir bir ekol veya ideolojik sözler formatından çıkıp amellere dönüşmektedir (Şeriati, 2010: 79). Kuran’da aslında şu denmek istiyor, düşünce ne kadar doğru olursa olsun, ilahi olursa olsun tek başına hidayete ermenin etkeni değildir. Bu ideolojiyi yükseltmesi pratik değerini oluşturması gerekir.
6
İslam kelimelere, ideolojiye, terimlere ve başlıklara çok önem verir ve çok titiz bir şekilde kullanır. Bunu takva kelimesi ile açıklayacak olursak; Genel olarak takvayı, sakınma olarak tercüme ederler (Şeriati, 2010: 82). Burada ki sakınma anlamı kötülüklerden kirliliklerden uzak durmaktır. Yani kalmak ve yapmak kelimeleri ile takvayı açıklamaya çalışmışlardır. Halbuki dinimiz ilerlemeyi aydınlığa çıkmayı tavsiye eder. Kalmak kelimesine tam zıt bir anlam içerir. Ne ilginçtir ki sözcük kökeni açısından da “takva” sözcüğü bir şeyi ispatlama, kanıtlama anlamı taşır; reddetme, olumsuzlama değil (Şeriati, 2010: 83). Marx ekonomiyi üst yapıyı belirleyen alt yapı olarak açıklamıştır. Geçmişte ekonomi böyle değildi. Kapitalizm ile bu anlama ulaşmıştır. Kapitalizm sistemi yok edildiğinde bu anlamda yok olacaktır. Şeriati, burjuva konusu ile bunu açıklamıştır burjuvayı sevmememizin nedeni; insanın özünü, cevherini yok etmemesi ve bütün değerleri, fıtratı paraya çevirmesi insanı vahşi kurt haline getirmesi dünyaperest fareye dönüştürmesidir. Halkı koyun haline getirerek bundan yararlanmaya çalışmıştır. İslam’ın ifadesi ile insan; hayattaki temel misyonu, kendi varlığını tekamüle erdirmek ve benliğini kapitalist sistemin ekonomik köleliğinden, sömürgeci mülkiyet zindanından ve burjuvazi bataklığından kurtarmaktır. Aynı zamanda toplumu ve hayatı; hakka tapan ruhun, varlıksal yüceliğin, toplumsal tekamülün ve sosyal gelişimin tecelli edeceği bir yapıya kavuşturmaktır (Şeriati, 2010: 86). İslam dini kapitalizmin ruhundan çok farklıdır. Kapitalizm sadece kazanan bireyi savunur ve onu desteklerken, İslam dini kazanılanın paylaşılmasını da teşvik eder ve hatta birçok durumda zorunlu kılar. Örnek verecek olursak İslam zekat, fitre gibi aracılıklarla fakirin düşünülmesini ve hatırlanmasını sağlar. Birçok hadis ve ayet yardım etme üzerinedir. Peygamber’imizin hayatına baktığımızda yırtık ayakkabı ile gezerken fakire yenilerini bağışlardır. Özel Mülkiyet Felsefesi ve Sınırı İslam mal ve üretim kaynağını hapsetmez onu insanların ihtiyaçları doğrultuda kullanmalarını yönünde teşvik eder. Bazı fakihler dediler ki: Toprağı işleyenin, insanları sıkıntıya sokmamak için ondan ancak ihtiyacı kadar faydalanması gerekir der. 7
Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Her ümmetin bir peygamberi vardır. Onlara Peygamberleri geldiğinde aralarında adaletle hüküm verilir. Onların hakları yenmez (10 / Yunus Suresi, 47). İslam dininin devrimci özelliği gittiği ve kazandığı yerleri sadece siyasi olarak değiştirmek istemez veya onların adil olmayan siyasi yapılarını düzeltmekten yetinmez. Bunun yanında ekonomik özgürlükte götürür ve ekonomik olarak insanların rahat yaşamasını da sağlamak ister. Yani insana yetecek olanı vermek ister bu şekilde insanın alan ele (mal sahibi) muhtaç olmanın, kul olmanın ötesine geçip yaratana olan kulağa gitmelerini sağlamaya çalışır. Yani dünyaya değil ahrete yöneltir. İŞ Allah rızık aramayı bütün yarattıklarına farz kıldı. Çalışanlar ve düşünenler en iyi tasarruf ve sakınma yollarıyla ararlar. Aciz ve temler kimseler ise en kötü yollar olan dilencilik, asalaklık, aldatma ve hile ile ararlar (Şeriati, 2010: 116). Sözü açıklarsak eğer fikir ve iş gücü ile kazanılan kazanç hem helal olan kazançtır hem de temiz olan bir kazançtır. Burada da kendi kendine yeten bir sınıf oluşur. Diğer tarafta ise çirkin bir şekilde dilencilik ve hilebazlık durumu ortaya çıkmaktadır. Böylece fakir görünüp sürekli haksız bir kazanç arama peşine düşülür. Peygamber buyurdu: “Kim kendi eliyle alıp verdiği şeyle akşama kavuşur ise, affedilmiş olarak akşam etmiş olur” (Şeriati, 2010: 116). Yani helal kazanç ve doğru çalışma yöntemi günahlarımıza kefaret olur. Buda İslamiyet’in bir güzelliğidir. İslam da iyinin karşılığı sevaptır kötünün karşılığı ise günah. Allah yarattığı kullarına o kadar merhametlidir ki onun rızık peşinde olmasını bile günahlarına örtü yapar. Çalışma Esasına Dayalı Mülkiyet Allahın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır (4 / Nisa Suresi, 32). Burada şu noktaya değinmektedir; kendi elleriyle kazanılan kazançta herkesin nasibi kendi hakkına göre ayrılmıştır. Yani kazandıklarının tamamı kendilerine ayit değildir. Bir kısmını infak etmeleri gerekir. Zekat, sadaka buna örnektir. 8
Kamu Malları Kural “İnsanlar üç şeyde ortaktır: Suda, kendiliğinden yetişen bitkide ve ateşte” (Şeriati, 2010: 120). Sanayinin olmadığı dönemden önce hayvancılık ve tarım ön plandaydı. Peygamber döneminde üretim kaynakları sadece bu üç etkenden oluşmaktadır. Ama kapitalizm ve sanayi dönemiyle birlikte bu kurallara yeni kurallarda eklenmiştir. Aksi halde zekat durumu ortaya çıkar ki buda kapitalizme ters bir durumdur. Allahın yarattığı doğal kaynaklar ve madenler kamu malıdır. Dolayısı ile mülkiyet ancak çalışma sonucunda gerçekleşir. Bu nedenle ancak çalışan insanlar malik olma hakkına sahiptir ve isdihtam yaratmak için bir sermayeye malik olmanın anlamı yoktur. O zaman şu sonuca varılır: Malik eşittir işçi. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Bu Gün Bütün Sosyologlar… Bu gün bütün sosyologlar, insanın kendinden uzaklaşmasının ve kendine yabancılaşmasının etkenlerinden birinin “uzmanlaşma” olduğunu kabul ederler. İhtisas, çok boyutlu insan – ki bütün insanlar çok boyutludur – tek boyutlu yapar (Şeriati, 2010: 129). Sosyologların çoğu uzmanlaşmayı yabancılaşmanın ana temeli olarak kabul eder. Çünkü insanlar çok boyutlu özelliğini bir kenara bırakıp sadece bir boyutunu kullanmakta. Mesela bir doktor hastasını hatırlamadan önce onun içindeki rahatsızlıkları hatırlar. Yani hastasını gördüğünde dikkatini yoğunlaştığı ilk yer hastasının rahatsızlığıdır. Yada bir ayakkabıcı size bakmadan önce ayağınızdaki ayakkabıya bakıp sonra size yoğunlaşır. İnsanlar ihtisas dediğimiz kavramlarla tek boyutlu hale gelmişlerdir. Medeniyet, ihtisas temeline dayanır. Yani İhtisas olmadan medeniyet olmaz. Birisi doktorluk alanında uzmanken bir diğeri resim alanında uzmandır. Filozoflardan birinin dediği gibi: “Medeniyetin temeli, insanın kendine yabancılaştığı saatlerde atılmıştır (Şeriati, 2010: 129). Kitapta hareket ve birliktende bahsetmektedir. Yani hareketler nasıl ortadan kalkar? Başlığı altında ele almıştır. Meydana gelen bir hareket, milletin tamamını gönüllü yapar ve “ milli birlik” icat eder. Farklı sınıflardan, farklı statülerden, farklı ırklardan olması hiçbir önem 9
taşımaz. Mesela bir savaş anında o toprak parçasında yaşayan zengini, fakiri, farklı ırklarda olan insanlar bir bütün haline gelip birlikte vatanı korumaya çalışırlar. Hindistan’da İngilizlere karşı “vahdet” ihtiyacı öyle bir dereceye varmıştı ki; Hindular, en içten iyi niyetlerini göstermek amacıyla ve Müslümanların hatırı için inekleri keserlerdi yani daha yüce, daha yüksek bir “vahdet” ulaşmak için, kendi fırkalarının mukaddesatından fedakarlığın ve feragatin zirvesini ortaya koyarlardı. Bir hareket bu dereceye ulaşabiliyor (Şeriati, 2010: 130). Fakat bu birlik devam etmez uzun bir süre. Çünkü insanlar kendi işleri hallolduktan sonra uzmanlaşmaya geri dönerler yani yabancılaşmaya devam ederler. Bazı sosyologlar ihtisası
kabul
eder.
Toplumunun
medeniyete
ulaşmasını
ve
ilerlemesini
isterler.
Yabacılaşmaya da bir çözüm bulmuşlardır. Bir memurun fabrikada bir günde bir saat çalışmasıyla fabrikada çalışan ise aynı şekilde memurun yerine bir saat geçmesiyle tek boyutluluğu ortadan kaldıracaklarını düşünmüşlerdir. Ne kadar böyle olursa olsun tek boyutluluk kaybolmaz çünkü insanlar asıl işlerinin neler olduğunu biliyorlar ve geri dönüyorlar. Hakiki anlamda tarihte uzmanlaşmanın olmadığı tek dönem efendimizin yaşadığı dönemdir. Burada sosyal uzmanlık göremezsiniz. Yani bütün Müslümanlar hep birlikte işin ehli, fikir adamı, iman ehli, mücadele adamı, çalışma adamı, ziraat ehli, sosyal adam, hukuk adamı, mescit ve ibadet ehli ve siyaset adamı idiler. Efendimiz buna en güzel örnektir. İnsanlar birçok şeye ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için çalışırken zaaflarını unuturlar ve farkına varmazlar. Mesela bir konuşmacı beni dinleyen birçok kimseden daha zayıfım demez. Onun yerine herkesten daha iyi konuştuğunu düşünür, bu düşünce sapmanın ilk adımıdır. SONUÇ İslam dini geldiği dönemde ve yayıldığı coğrafyada sadece bir siyasi durum olarak yayılmadı oralara ekonomik kurallarda götürdü. İslam dini kendi içinde hayatın her alanına girebilecek kurallara sahiptir. Yani çok boyutlu bir dindi İslam dini ama Efendimizden sonra İslam dini açıklanmasında ve yorumlanmasındaki farklılıkların artması ve batı kapitalizmini vurgusuyla da İslam dinini arkaya atarak gerici olarak göstermişlerdir.
10
Kapitalizmin kuralları ve yayılması İslam’ın ekonomik kuralları ve yayılmasından farklıdır. Kapitalizm İslam ülkelerine girdikçe insanlar hem yaşadıkları çağa hem de yaşadıkları dine yabancılaşmadan öteye geçemezler. Züht: Hz. Ali’nin bahsettiği yemek, içmek yani dünyevi zevklerden arınıp fizikini ve ruhunu daha sağlıklı bir duruma getirme düşüncesini insanlar saptırmış bu düşünceye şu düşünce ile değiştirmişlerdir: “ Yemek, içmekten kaçınmalıyız. Bunları yapmamalıyız.” Halbuki Hz. Ali bunu kastetmemektedir. İşte Ali Şeraiti bu durumu züht kavramıyla açıklamaktadır. KAYNAKÇA Şeriati, A. (2010). “İslam ve Sınıfsal Yapı” Ankara: Fecr Yayıncılık “http://www.hinishaber.net/dr-ali-seriati-biyografi,9.html” 06.05.2013 “http://www.aliseriati.com/kitaplar.php?Makale_id=360&Kat_id=40” 18.05.2013
11