Kamusal insanın çöküşü richard sennett

Page 1

T.C. AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ

SOSYOLOJİ SEMİNERİ I KİTAP SUNUMU

KAMUSAL İNSANIN ÇÖKÜŞÜ RİCHARD SENNETT

ÖZGÜR ALTINDAL 110113021

Öğr. Gör. OSMAN METİN

Afyonkarahisar Güz 2013


KİTABIN KÜNYESİ KAMUSAL İNSANIN ÇÖKÜŞÜ Richard Sennett İngilizceden Çevirenler Serpil Durak-Abdullah Yılmaz Ayrıntı Yayınları 2010 3. Basım Syf: 480

YAZARIN BİYOGRAFİSİ 1943’te Chicago’da doğdu. 1964’te Chicago Üniversitesi’nden mezun oldu. 1969’da Harvard Üniversitesi’nde doktorasını verdi. New York Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü,

İnsan

Araştırmaları

Merkezi’nde yönetici

ve

Politika

Araştırmaları

Merkezi’nde baş araştırma görevlisi olarak çalıştı. Çocukluğunda viyolonsel(çello) çalmayı öğrendi; halen New York’ta bazı oda müziği topluluklarında çalmaktadır. The New York Times Book Review ve The New York Review of Books’a sık sık katkıda bulunmaktadır. Kentli ailelerin hayatı ve toplumsal psikoloji üzerine birçok kitap yazmıştır. Not:

Bu biyografi Richard Sennett’in ‘’Kamusal İnsanın Çöküşü’’ kitabından

alınmıştır.

ESERLERİ / YAYINLARI: •

Yeni Kapitalizmin Kültürü

Gözün Vicdanı

Kamusal Alanın Çöküşü

Karakter Aşınması

Otorite


Saygı

Ten ve Taş

İÇİNDEKİLER

Birinci Bölüm:

Kamusal Sorun

I. Kamusal Alan A. Kamusal Alan Dışında Aşk B. Ölü Kamusal Alan C. Kamusal Alanda Değişimler

II. Roller A. Roller B. Kamusal Roller C. Şehirde Kamusal Roller

İkinci Bölüm: Angien Regime’ in Kamusal Dünyası III. Seyirci: Bir Yabancı Topluluğu A. Şehre Gelenler B. Yaşadıkları Yerler C. Kent Burjuvazisindeki Değişimler

IV. Kamusal Roller A. Beden Bir Mankendir B. Konuşma Bir İşarettir C. Kişidışı Alan Duygu Yüklüdür.


V. Kamusal Ve Özel A. Kamusal İfadenin Sınırları Vardır B. Doğal İfade Kamusal Alanın Dışındadır

Üçüncü Bölüm: 19. Yüzyılda Kamusal Yaşam Kargaşası VI. Sanayi Kapitalizminin Kamusal Yaşam Üzerindeki Etkileri A. 19. Yüzyıl Kent Sakini Yeni Bir Kişilik miydi? B. Şehirde Yerleşme

VII. Kamusal Alanda Kişilik A. Kişilik Ve Özel Aile

Dördüncü Bölüm: Mahrem Toplum

KİTABIN ÖZETİ

Birinci Bölüm: Kamusal Sorun I.

Kamusal Alan

Bu kitapta kamusal alanın bozulma süreci ve bu sürecin tarihi açıdan incelenmesi yapılmaktadır. Öncelikle Kamusal alanın ne olduğunu açıklamakta fayda var; Kamusal alan, ev dışındaki alanlar bütünü, halkın karşılaştığı alan, ekonomik yönüyle ortaklaşa ekonominin merkezi öğesi, sosyal yönüyle ortak bir dünyanın ara bulucusu, demokrasinin meşrulaştığı alan olarak tanımlamak mümkündür. Günümüzde yığınla insan daha önce görülmemiş bir biçimde kendi yaşam öyküleri ve özel tutkularıyla ilgileniyor. Oysa bu ilginin özgürleşme değil bir tuzak olduğu ortaya çıkmıştır. Bu anlamda David Riesman ‘Yalnız Kalabalık’ eseri bize ışık tutmaktadır. Riesman, insanların kendi içlerinde hissettikleri amaçlara ve duygulara dayanan eylemlere giriştikleri ve taahhütlerde bulundukları iç-yönelimli bir toplumla karşılaşıldığını söylemektedir. İnsanların


tamamen kendilerine gömüldükleri bir ortamda iç dünyada neler olduğunu kimse bilemiyor. Sonuçta, kamu yaşamı ile mahrem yaşam arasında bir karışıklık ortaya çıkıyor. İnsanlar, yalnızca kişisel olmayan anlamlama kodlarıyla üstesinden gelinebilecek kamusal sorunlara, kişisel duyguları açısından yaklaşıyorlar. Yazar bu kitapta, tarih ile teori arasında etkileşim kurarak kamusal düzeyde davranışlar, konuşma, giyim ve inançlarla ilgili somut değişimler bu kitapta toplumsal ifade olgusunu açıklayan bir teori oluşturmak için kanıt olarak kullanmıştır. Modern toplumlarda geliştiği biçimiyle kamusal sorunun politik ve toplumsal boyutlarını incelemeye çalışılmıştır. A. Kamusal Alan Dışında Aşk

Çağdaş toplumun kamusal sorunu iki yönlüdür: Kişisel olmayan davranışlar ve meseleler güçlü bir heyecan uyandırmazlar; davranışlar ve konular ancak insanlar yanılıp da onları kişilik sorunlarıymış gibi ele aldıklarında heyecan uyandırırlar. Mahrem duygular dünyası sınırlarını yitirmektedir. Mahrem olan, insanların kendileri için alternatif ve dengeleyici yatırım sahası haline getirdiği kamusal dünya tarafından sınırlanmıyor artık. Son dört kuşak boyunca, bu bozulmanın en canlı örneği, kişisel ilişkiler içinde en mahremi olan fiziksel aşkta görüldü. Son dört kuşan boyunca, fiziksel aşk yeniden tanımlandı ve ağır erotizm terimlerinden cinsellik terimlerine kaydı. Cinsellik kişisel kimlikle ilişkili olmasına rağmen erotizm Viktorya döneminde toplumsal ilişkilerle ilgiliydi. 19. yüzyıl burjuvazisi erotizm terimlerini hemen hemen her zaman korkuyla telaffuz ediyordu. Bu nedenle de ifadeler önce bir tür baskı süzgecinden geçiriliyordu. Daha sonrası dönemde ele alınan cinsellik ise artık kamusal yaşamı etkilemiş benliğin ifşası haline gelmiştir. Cinsellik büyük bir alanı kaplamış ve bu büyük bir insani alana yayılmıştır. Tecavüz olayları, erotik filmler ve bu tür içerikler çoğalmış ve artık tüm toplumda kolayca ulaşılabilen konular haline gelmiştir. Örneğin, 19. Yüzyıla ait ‘baştan çıkarma’ sözcüğü ile modern bir terim olan ‘ ilişki ‘ sözcüğünün nasıl bir farklı anlamlarını olduğunu düşünün. Baştan çıkarma, bir kişi tarafından bir başkasında toplumsal kuralları ihlal eden bir duygunun uyarılmasıydı. Modern ‘ilişki’ terimi ise bu risklerden arınmıştır. Çünkü fiziksel aşkın toplumsal bir eylem olma görüşü tamamen ortadan kalkmış reddedilmiştir. ‘ İlişki ‘ sözcüğüyle beraber cinsel baskıya isyan ederken, cinselliğin toplumsal bir boyut taşıdığı görüşüne de isyan etmiş olduk. Kitapta kamusal alandan özele yoğunlaşmayı ele alırken özel bir boyut olan ‘ benlik ‘ kavramının gelişimini Narsisizm e dayandırmıştır. Narsisizm geniş bir anlamıyla kendine dönüklük ve merkeze sadece benliği alarak bir olayın benim üzerimde nasıl bir etki eder ifadesini kullanabiliriz. Bu bölümde narsisizmden bahsediliyor fakat son bölümlere doğru daha ayrıntılı


ele alınmıştır. Benlik duygusu artık ön plana çıkmakla beraber artık yeni toplumsal hayatta psişik karakter bozuklukları ortaya çıkmıştır ki bu da narsisizmle ilgili bir konudur. Bu karakter bozukluklarının ortaya çıkmasının nedeni, yeni bir tür toplumun bu rahatsızlığın psişik bileşenlerinin gelişmesini teşvik etmesi; onun kendi koşullarının ve tekil benliğin sınırları dışında, yani kamusal alanda anlamlı toplumsal ilişkilere girilebileceği anlayışını öldürmesidir. Artık modern dönemlerde asosyal kavramı çıkmıştır buda insanın kamusal alandan kendisini soyutlaması olarak da açıklayabileceğimizi düşünüyorum. 19. Yüzyıl burjuva ailesi, özel yaşam duygusu ile ev dışındaki kamusal dünyanın son derece farklı konuşları

arasındaki ayrımı

korumaya çalıştı. İkisi arasındaki sınır belirsizleşmişti ,

çoğunlukla da ihlal ediliyordu. Bu sınır erotik alanda korkunun yönlendirdiği bir el tarafından çiziliyordu. Fakat hiç değilse, toplumsal gerçekliğin farklı alanlarının ayrılığını ve karmaşıklığını korumak için bir girişimde bulunmuştu. O dönemde burjuvazi ‘ saygınlığı ‘ korumaya çalışıyor, deneyim alanları arasında bir ayrım yapmak ve böylelikle alabildiğine düzensiz, acımasız, bir toplumdan bir üslup söküp çıkarabilmek için çaba gösteriyordu; kuşkusuz nafile bir çabaydı bu. Çünkü artık tüm toplum değişim sürecine girmiş ve geri dönülemez ve önüne geçilmesi imkansız bir şeydi. Bir şeylerin değişmesi söz konusuydu; benlik sorunlarına duyulan ilgi arttıkça, belli toplumsal amaçlar için yabancılarla bir araya geliş azaldı; yani psikolojik sorun katılımı yolundan saptırdı. Örneğin, cemaat gruplarında insanlar birlikte hareket edebilmek için birbirlerini kişisel olarak karşılıklı tanımaları gerektiğini düşünürler ama hemen sonra, kişisel olarak karşılıklı ifşaata dayanan eylemsizleştirici süreçlere kısılıp birlikte hareket etme arzularını giderek yitirirler. Benliğin meşruluğuna ilişkin saplantılı bu soruların öne sürülmesiyle oluşmaya başlayan kamusal ve özel ilgi alanları arasındaki yer değişimi, artık ne dine ne de maddi zenginliğin manevi sermayenin bir biçimi olduğuna inanan bir kültürde, Protestan ahlakının en aşındırıcı unsurlarını canlandırmıştır. B. Ölü Kamusal Alan Kamusal alan boşaltılıp terk edildiği oranda, mahrem ilişkileri temel alan bakış açısının çekim gücü artmaktadır. Çevre, en fiziksel düzeyde, insanları kamusal alanın anlamsız olduğunu düşünmeye iter. Şehirlerde mekan düzenlemesinde görülen bir durumdur bu. Gökdelenlerin ve diğer büyük ölçekli binaların planlarını çizen mimarlar, kamusal yaşamla ilintili güncel fikirleri dikkate alarak çalışmak zorunda olan ve bu yüzden de bu kodları ifade edip başkalarının gözleri önüne sermekle yükümlü az sayıda profesyonel arasındadırlar. Artık modern çağda binalar ve şehir tasarımı kamusal alanı zayıflatıcı şekilde


belirmeye başlamıştır. Post-modern tasarımlar yeni yerleşim yerleri oluşmaya başlamıştır. Bu konuda inşa edilmiş birkaç yapıdan söz etmek gerekirse; İnce çelik desteklerle çevrelenmiş olan hemen hemen tamamı camdan duvarlar, binanın içiyle dışı arasındaki farklılaşmayı en aza indirgemektedir.

Bu teknoloji, S.Giedion’ un görünürlüğün zirvesi, geçirgen duvarlar

ideali adını verdiği şeyin elde edilmesini sağlar. Ama bu duvarlar aynı zamanda hava sızdırmayan barikatlardır da. Lever House, geçirgen olmalarına rağmen, bina içindeki faaliyetleri sokaktaki yaşamdan soyutlayan duvarlarıyla yeni bir tasarım kavrayışına öncülük etti. Bu yeni tasarım kavrayışında estetiği ile toplumsal yalıtım iç içe geçer. Camdan duvarlar içerinin görülmesini sağlar ve kamusal alana dair bu alanlar dışarıdan gözlemlenmektedir. Kamusal yaşamın burada çöküşte olduğunu görmekteyiz, çalışan insanlar dışarıdan izlenebilmekte ve arada ki duvar kamusal alan ile özel arasında bir ayrımı ortadan kaldırmaktadır. Günümüzde bu böyledir örneğin, bir bankanın duvarları camla kaplıdır ve dışarıdan bir kişi tarafından görülmektedir. Bu sayede aslında özel hayatla iç içe geçen ve çökmekte olan kamusal alan içerisinde çalışanlar dışarıdan görüldüklerini bildiği için rahat davranışlarda bulunamaz ve işlerine konsantre olmaya çalışırlar. Bunun çalışanlar üzerinde kamusal alanın bir taktiği midir yoksa başka bir nedeni mi vardır bilinmez. Bu şekilde canlı kamusal alan yok edilmektedir. Geçirgen duvar fikri, pek çok mimar tarafından binaların dış yüzeyleri kadar iç yüzeyinde de uygulanmaktadır. Ofis planlamacıları hemen, duvarların yıkılmasının ofis verimliliğini artırdığını öne süreceklerdir. Çünkü onlara göre, insanlar gün boyu birbirlerinin gözü önünde olursa dedikodu yapma ve çene çalma ihtimali azalacak, kendilerine çeki düzen vereceklerdir. Herkes birbirinin gözetimi altında olunca, sosyalleşme azalır ve sessizlik tek savunma tarzı haline gelir. İnsanlar aralarında maddi engeller çoğaldıkça daha çok sosyalleşirler. Başka bir deyişle, insan sosyalliğini hissedebilmek için başkalarının yakın gözlemlerinden uzak olmaya gerek duymaktadır. Yakın temas arttığı anda sosyallikte düşüş başlar. Kişi kamusal alanda başkalarının gözetimine karşı sessiz kalarak kendini koruma gereği duyduğu oranda, doğan boşluğu, ilişki kurmak istediği insanlara kendini açarak doldurur. Kendini cinsel sınırlamalardan kurtardıkça içe dönen kuşak, İkinci Dünya Savaşı sonrası kuşağıdır; ayrıca kamusal alanın en yüksek fiziksel tahribatı yine bu kuşak zamanında ortaya çıkmıştır. C. Kamusal Alanda Değişimler

‘’Kamusal’’ sözcüğü herkesin denetimine açık olan anlamına gelirken ‘’özel’’ sözcüğü kişinin ailesi ve arkadaşları ile sınırlanan mahfuz bir yaşam bölgesi anlamındaydı. Butler da 1726 da Sermons adlı kitabında. ‘’ Her insan, kamusal ve özel olmak üzere iki tür


yetisine göre değerlendirilmelidir’’ diyordu.

18. Yüzyıl başlarında

‘’ kamu ‘’ sözcüğü

modern ve dolayısıyla artık yalnızca aile ve yakın arkadaş kesimlerinden farklı konumu olan bir toplumsal yaşam bölgesi değil, görece çok çeşitli insanları içine alan, tanıdıklar ve yabancıların oluşturduğu kamusal alan anlamına da geliyordu. Mantıksal olarak, çeşitlilik yaşayan şehir ahalisini çağrıştıran bir sözcük vardır: ‘’ kozmopolit’’. 1738’ deki kayıtlara göre Fransız dilinde ‘’ kozmopolit’’, her yere girip çıkabilen, aşina olduğu şeylere hiçbir alakası ya da benzerliği olmayan durumlarda da rahat hareket edebilen kimsedir. Modern çağda ortaya çıkmış bir kimsedir. Toplum içinde (kamuya) çıkan anlamında bu yeni ‘’kozmopolit’’ mükemmel bir kamusal insandı. ‘’Kamu’’, aile ve yakın arkadaşlar dışında geçen yaşam anlamına geliyordu: Bu kamu bölgesinde çok çeşitli, karmaşık toplumsal gruplar kaçınılmaz olarak bir araya gelecekti. Bu kamusal yaşamın odak noktası büyük şehirlerdi. Şehirler büyüdükçe krallığın doğrudan denetiminden bağımsız sosyallik ağları, yabancıların düzenli olarak buluşabilecekleri yerler de genişledi. Bu şehir içinde devasa parklar yapmaya, sokakları dinlenme amacıyla gezintiye çıkan yayalara uygun hale getirmeye yönelik ilk çabaların görüldüğü devirdi. Kahvehanelerin, ardından kafe ve hanların sosyal merkezlere dönüştüğü, tiyatro ve opera salonlarının eskiden olduğu gibi koltuklarını aristokrat hamilerin paylaştığı yerler olmaktan çıkıp yapılan bilet satışlarıyla geniş bir kamu kesimine açıldığı devirdi. Şehirler büyüdükçe kamusal alan büyür, fakat modern çağda bu böyle olmamıştır kamusal alan büyümüş fakat kendi içinde bozularak bir büyümedir bu. Artık eskisi gibi yani Angien Regime’ deki gibi bir kamusal alandan söz etmek mümkün değildir. İnsan kendini kamusal alanda yaparken, özel alanda, öncelikle de aile yaşantısı içinde doğasını gerçekleştiriyordu. 18. Yüzyıl şehrinde kamusal düzen için verilen mücadele, kamusal ve özel yaşamın talepleri arasındaki gerilim, her dönemde görülen istisnalar, sapmalar ve alternatif tarzlar o dönemde de olmasına karşın, bütünlüklü bir kültürün şartlarını oluşturuyordu. Ancak, Aydınlanma çağında kamusal ve özel coğrafya arasındaki mevcut dengenin karşısında 18. Yüzyıl sonu patlayan büyük devrimler ile daha modern zamanlardaki ulusal bir sanayi kapitalizminin yükselişinin ardından ufukta kamusal ve özel olana dair fikirlerde temel bir değişim belirir. Bu değişimde rol oynayan üç etken vardı. Birincisi, büyük şehirlerdeki kamusal yaşam ile 19. Yüzyıl sanayi kapitalizmi arasındaki ikili ilişkiydi. İkincisi, 19. Yüzyıldan başlayarak, insanların yabancıyı ve bilinmeyeni yorumlama tarzını etkileyen yeni bir sekülerizm anlayışının oluşturulmasıydı. Üçüncüsü ise ‘’ancien regime’’ de bizzat kamusal yaşamın yapısından gelen ve sonraları bir zayıflık haline dönüşmüş bir güçtü. Kamusal coğrafya görünürde sapasağlam, aslında içten değişime uğrayarak 19. Yüzyıla uzandı. Kamusal yaşamın dönüşümüyle özellikle güçlü atletlerin başına gelen çöküş arasında


paralellik kurulabilir; öyle ki, bu atletler görünüşte güçlerinden bir şey yitirmeden gençliklerini korurlar, ama bir zaman sonra vücudu içeriden durmaksızın kemiren çöküş birden bire ortaya çıkar. 19. yüzyıl kapitalizminin yol açtığı sarsıntılar imkanı olanları, ne kazananların ne de kaybedenlerin anladığı bir ekonomik düzenin şoklarından kendilerini mümkün olan her biçimde koruma çabasına sürükledi. Zamanla kamu düzenini denetim altına alma ve biçimlendirme iradesi zayıfladı ve insanlar daha çok kendilerini koruma kaygısına düştüler. Aile korunma yollarından biri haline geldi. 19 yüzyıl boyunca aile tikel, kamusal olmayan bir alanın merkezi olmaktan giderek çıkarak, kamusal alandan daha yüksek ahlaki değerler taşıyan, salt kendi başına bir dünya, idealize edilmiş bir sığınak görüntüsü veriyordu. Aile toplumun saldığı dehşetten kaçışın bir sığınağı haline geldikçe, adım adım büyük şehirlerdeki kamusal alana değer biçmek için kullanılan bir ahlak kıstas haline geldi. İnsanlar bununla birlikte kamusal alanı sefil bir yaşam olarak görmeye başladılar. Mahremiyet ve istikrara ailede bütünleşmiş görünüyordu. Bu ideal düzen karşısında kamusal düzenin meşruluğu tartışma konusuydu. Kapitalizm ve kamusal coğrafya arasındaki etkileşim iki yönde gelişti: biri, kamudan aileye geri çekilme, öteki ise kamusal görünüş konusunda ortaya çıkan yeni bir kafa karışıklığıydı.19. yüzyılda insanlar kaçarak kendilerini özel ve ahlaki üstünlüğü olan bir alana kapatmak istemişlerdir. Kapitalizm ile birlikte artık nesnelere psikolojik bir anlam bir değer yüklenmeye de başlanmıştır. Marx tam bu konu üzerine çıkardığı kavram olan ‘metafetişizm’ kavramı bu durumu açıklamaktadır. Sanayi toplumu ile birlikte insanların üretilen nesnelere bakış açısı farklılaşmış, insanlar arasındaki ilişkiler çıkara dayanmış ve nesneler önem kazanmıştı. Bu durumda meta-fetişizmi ön plana çıkarak nesnelerin insanlar tarafından psikolojik bir anlam yüklenir hale gelmiştir. Sanayi kapitalizminin kamusal yaşama etkisi onun ahlaki anlamda meşru bir alan sayan anlayışı zayıflatmak olurken, yeni sekülerizmin etkisi bu alanı ters yönde zayıflatmak, yani insanların karşısına duygu, şaşkınlık ya da basitçe ilgi yaratan hiçbir şeyin kişinin özel yaşam alanından apriori dışlanamayacağı ve keşfedilmeye değer belli bir psikolojik niteliği hep taşıyacağı hükmünü koymak olmuştur. Allak dışı (immoral) bir alan olan kamu, kadınlar ve erkekler için çok farklı şeyler ifade ediyordu. Kadınlar için, kirlenerek ve ‘’ kargaşa dolu, almış başını giden bir girdap’’ içine sürüklenerek erdemlerini yitirme tehlikesine girdikleri bir yerdi. Kamu ile rezalet fikri yakından ilişkiliydi. Erkekler ise kamusal yaşamın ahlak dışı oluşunu, kadınlar gibi onun sadece bir rezalet alanı olduğu şeklinde değil, alttan alta bir özgürlük alanı sunduğu şeklinde yorumlanıyordu. Örneğin, 19 yüzyıl lokantalarında, saygın


bir kadının aralarında kocası bulunsa bile, bir grup erkekle birlikte yemek yemesi sansasyona yol açardı. Oysa bir burjuva erkeğin kendinden daha düşük seviyeden bir kadınla dışarıda yemek yemesi sessizce ama özenle geçiştirilirdi. Modern bir politik liderin, ‘’ Özel yaşamımı boş verin; benimle ilgili olarak bilmeniz gereken tek şey ne kadar iyi bir temsilci ve yönetici olduğum ve görevim esnasında neler yapmak istediğimdir’’ düşüncesinde ısrar etmesi intihar olurdu. Oysa, daha birkaç gün önce sanayi kesiminin ücretlerinden alınan vergileri arttırmış olsa bile, muhafazakar bir Fransız devlet başkanının işçi sınıfından bir aileyle yemek yemesi bizi heyecanlandırır ya da kahvaltısını kendisi hazırlıyor diye bir Amerikan başkanının bir öncekinden daha samimi ve güvenilir olduğuna inanırız. Burada özel hayata yönelmenin insanlar üzerinde ki önemini görmekteyiz. Özel hayatlara verilen ilgi güven artırıcı bir hale gelmiş ve böylece özel hayatın kamusal üzerindeki etkisi bariz görülmektedir.

II.

Roller

Kamusal ve özel yaşam arasındaki dengenin bu değişimi bir çok yazarında ilgisini çekmiştir. Şehirlerdeki kamusal mekanların erozyonu, siyasal söylemin psikolojik terimlere tercüme edilmesi, sahne sanatçılarının kamusal ilişkiler olarak özel bir statüye yükseltilmeleri, kişi dışılığın kendisinin ahlaki bir kötülük olarak yaftalanması gibi çok çeşitli meselelerdir. Sağduyu, toplumsal merkezler olarak şehir sokaklarının ve meydanlarının yerlerini banliyölerdeki oturma odalarının almasının, benlik sorunlarına giderek daha fazla gömülmemizle ilişkisi olabileceğini söylemektedir. Tavırlar, görenekler ve ritüel jestlerle oynama, kamusal ilişkileri oluşturan ve kamusal ilişkilerinin duygusal anlamlarının üretildiği kaynaktır. Toplumsal koşullar kamusal alanı aşındırdığı ölçüde, insanların oynama kapasitesini kullanımı da rutin olarak engellenir. Mahrem bir toplumun üyeleri, sanattan mahrum sanatçılar haline gelirler. Bu oynama tarzları ‘’roller’’dir. Şu halde modern kültürde kamusal ve özel arasındaki kaymayı anlamanın bir yöntemi, bu kamusal ‘’roller’’de ki tarihsel değişimleri araştırmak olacaktır. Kitabın yöntemi de budur. Kitapta gündelik hayatın tiyatro sahnesine benzetilmesi konusuna fazlaca gönderme bulunmaktadır. İnsanların kamuya açıldığı yerler olarak ele alınan tiyatro salonları üzerinden de yaklaşılan bu konu rol kavramının önemini artırmaktadır. Sennett rolle ilgili tanımlardan bazılarını şu şekilde sıralar:


* Bazı durumlar için uygun olurken, bazı durumlar için uygun olmayan davranış kalıbı olarak rol. * İnsanların kendi davranışlarını, başkalarının davranışlarını ve içinde bulundukları durumları hangi şartlarda ve ne kadar ciddiye aldıklarını belli etmeleri anlamında rol.

A. Roller

Ağlamak genelde ‘’rol’’ olarak tanımlanamayan bir davranıştır; ancak bir cenazede ağlamak ‘’rol’’ tanımına girebilir; yani söz konusu duruma has, uygun olan ve beklenen bir davranıştır. Rollere ilişkin incelemelerin bir çoğu, hangi tür davranışın hangi tür duruma uygun olduğunu sıralayan bir katalog iken, roller hakkındaki mevcut teoriler de toplumların uygunluk tanımlarını nasıl oluşturdukları üzerinedir. Roller aynı zamanda, insanların kendi davranışlarını, başkalarının davranışlarını ve içinde bulundukları durumları hangi şartlarda ve ne kadar ciddiye aldıkları gibi inanç kodlarının da parçasıdır. Roller insanların hareketlerinde eylemlerini anlatır. Bir düşüncenin eylemlere geçirilmesi rolle ilgilidir. Sosyologlara pek anımsanmasa bile rollerle ilgili çalışmaların Batı düşüncesinde de çok eski bir geçmişi vardır. Toplumla ilintili en eski Batı düşüncelerinden biri, bizatihi toplumun bir tiyatro sahnesi olarak görülmesidir. Bu anlayışa ‘’theatrum mundi’’ geleneği de denilmektedir. ‘’ Theatrum mundi’’: Dünya tek bir seyircisi olan kocaman bir tiyatrodur anlamına gelmektedir. Platon’un ‘’Yasalar’’ adlı eserinde insan yaşamı tanrılar tarafından sahneye konan bir kukla gösterisiydi. Hristiyanlık zamanında, genelde, dünya tiyatrosunun tek bir seyircisinin olduğu ve o seyircinin, yani Tanrı’nın, aşağıda caka satarak kılıktan kılığa giren çocuklarını göklerden kederle seyrettiği düşünülürdü. 18. Yüzyılda, dünyadan tiyatro sahnesi olarak söz edilmeye başlandığında, insanlar takındıkları tavırlar için yeni bir seyirci düşlemeye başladılar. Bu seyirci artık Tanrı değil birbirleriydi; o kutsal keder yerini günlük yaşamda oynanan rollerden, biraz kinik bir tarzda da olsa keyif almaya hazır bir seyirci topluluğu olduğu hissine bıraktı. İnsan oynadığı her hangi bir role bakarak bir aktörün doğasını çıkarabilmek olanaksızdır. Başla bir oyun sahnede tamamen farklı bir kılıkta ortaya çıkabilir. Balzac rolle ilgili; insanların farklı durumlarda takmak zorunda oldukları çeşitli maskeler demiştir. Modern sosyologlar ise daha kaba bir biçimde ‘’ duruma özgü davranış ‘’ olarak tanımlamaya başlamışlardır. B. Kamusal Roller


Kamusal ve mahrem yaşam arasındaki dengesizlik büyüdükçe insanlar kendilerini daha az ifade ederler. İnsanlar psikolojik sahiciliğe önem vererek günlük yaşamda sanatla bağlarını yitiriyorlar, çünkü aktörün temel yaratıcı gücünü kullanmakta, benliğin dışa dönük imgelerine duygu yükleyip onlarla oynamakta yetersiz kalıyorlar. Güçlü kamusal yaşam süren bir toplumda sahne ve sokaklar arasında benzerlikler olması gerektir, her iki alanda da insanların kendilerini ifade etme biçimlerinde karşılaştırılabilecek şeyler olmalıdır. Kamusal yaşam zayıfladıkça bu benzerliklerde silinecektir. Sahne ve sokak arasındaki bu ilişkiyi incelemek için en uygun mekan büyük şehirdir. Kamusal alan ya da silinmeye başlamış bir kamusal alandan şehir içerisinde söz etmek mümkün olabilmektedir. Şehrin büyüklüğü onun karakterindeki çeşitliliği göstermektedir. C. Şehirlerde Kamusal Roller

Ne kadar şehir varsa o şehrin ne olduğunu anlamanın da o kadar yolu vardır. Şehir, muhtemelen yabancıların bir araya geldikleri, insanı bir yerleşim yeridir. Bu tanımın doğru sayılabilmesi için yerleşimin geniş, heterojen bir nüfusu olmalı, nüfus yoğun olarak bir araya toplanmış olmalı, insanlar arası piyasa mübadelesi bu yoğun, heterojen yığının birbiriyle etkileşimini sağlamalıdır. Şehirde imkansız olan şey tiyatroda izin verilmez olan şeydir. Seyirci, oyuncunun özel yaşamı hakkında ne bilirse bilsin, bildikleri onun sahnede yaptığına inanması için yetersiz kalacaktır. Kente özgü durumlarda, genellikle bir yabancının davranışındaki gerçeklik payını ölçmemizi sağlayacak dışsal bilgiden yoksun oluruz; tiyatroda ise aktöre tamamen yabancısıymış gibi yaklaşırız ki, oynadığı rolde inandırıcı olsun. Şehirde zorunluluk tiyatroda ise kural gereği davranış vardır. İnsanların aktörlere, toplumun da tiyatro sahnesine benzediği görüşü geleneksel ‘’theatrum mundi’’ okulunca özenle korunmuştur. Sahnede olana inanma ile sokaktaki yabancılara inanma arasında köprü kuran kuralların doğasında toplumdan topluma çok büyük bir çeşitlilik vardır. Hiyerarşik statülerin çok keskin etiketlerle belirlendiği toplumlarda, örneğin bir yabancı, davranışları, jestleri ve konuşmalarından edilen ipuçlarıyla, toplum basamağında ait olduğu yere yerleştirilinceye kadar titizlikle incelenir. Balzac bir keresinde taşralı ile kozmopolit arasındaki farklardan şu şekilde bahsetmiştir: Bir kozmopolit yalnızca hayalini kurabildiği yaşam tarzlarına ve henüz karşılaşmamış olduğu insanlara inanmaya can atarken, bir taşralı yalnızca her gün görerek tanıdığı kişilerde gözlemlediği şeylere inanır. Kamusal alan çözüldükçe ifade araçları öznelleşir.


18. yüzyıl ortalarında Paris ve Londra’da görece güçlü bir varlık gösteren kamusal yaşamı oluştururlar. Seyirci sorununun şehirde tiyatrodakinden farklı kavranmaya başlanmasıyla, yabancıların karşısındaki inanç ve davranış kodları iki alanda birbirinden kopmaya başladı. Kamusal roller ayrılınca, anlamlı bir kamusal coğrafyanın gerektirdiği her iki koşul da bir karmaşaya ve nihayet modern çağda da, çözümsüzlüğe itildi. Kamusal alan giderek belirsizleştikçe, toplumun insan ifadesini kavrayış biçimi de takdimden temsile dönüştü. Bu kitapta kamusal yaşamın unsurları öncelikle, 1750’lerdeki Paris ve Londra’da görüldüğü haliyle inceleniyor. Bu iki şehrin seçilmesinin nedeni büyük bir şehrin kamusal yaşamında nelerin ulusal kültür farklılıklarını aştığını görmektir. 1750’ li yılların seçilme nedeni ise bu dönemin her iki şehrinde görece serpilmiş olduğu zamanlar olması ve deneyimleri bizim başlıca ilgi alanımızı oluşturacak olan burjuvazinin bu dönemde gelişmeye başlamasıdır. Kitapta incelenen konular; kamusal alandaki görsel ve sözel tezahürler, kamusal ve özel arasındaki farklılıklar, bu ayrılığın henüz belirmeye başlayan yeni bir politik harekette yol açtığı belirsizlikler, aktör olarak insan, tiyatro ve kent ilişkileri üzerine çağdaş teoriler ve son olarak da ‘’ancien regime’’ büyük kentlerinin maddi şartlarıdır. 1840’larda ve 1850’lerin başlarında, kamusal alanın görsel ve sözel tezahürleri üzerinde endüstriyel kapitalizmin etkisi iyice belirginleşmişti. 1890’larda ise 1840’lardaki kamusal yaşama ait ilişkilere karşı gerek konuşmalarda gerekse giyimde kendini açıkça belli eden isyankar tutumlar vardı. Bu değişimlerde ve kamusalın incelemelerinde gözlerimizin çok sık Paris’e çevrilmesine neden olacaktır, çünkü devrimin ve karşı devrimin bu şehirde yarattığı krizler, başka yerlerde daha uç örnekleriyle ve daha az belirgin olarak ortaya çıkan kamusal dünyadaki çatları iyice öne çıkarmıştır.

İkinci Bölüm Ancien Regime’ in Kamusal Dünyası III.

Seyirci: Bir yabancılar Topluluğu

Kamusal yaşamın çöküşünü anlamak için önce güçlü olduğu zamanları ve nasıl korunduğunu anlamak gerek. Gelecek dört bölüm 18. Yüzyıl ortalarında Paris ve Londra’da kamusal yaşamın oluşumu, etkisi, sıkıntıları ve sonuçlarını anlatmaktadır. Bu anlatımda kullanılacak iki terim hakkında bir şeyler söylemek yararlı olabilir: Birincisi, ‘’ancien regime’’, ikincisi de ‘’burjuvazi’’dir. Ancien Regime (Eski Rejim) Fransa’da 1.Francois’ in hükümdarlık dönemiyle (1515-1547) başladığı kabul edilen ve Fransız Devrimi’ne (17 Haziran 1789 ) kadar süren dönemi kapsayan siyasal, iktisadi ve toplumsal rejim dönemidir.


Ancien regime 18. Yüzyılda, özellikle de uluslar içinde ticari ve idari bürokrasinin ayak direyen feodal ayrıcalık sahipleriyle yan yana gelişmekte olduğu dönemi anlatır. Bu dönemde İngiltere’de Fransa gibi angien regime dönemi yaşamıştır. Kamusal yaşamın 18. Yüzyılda başlamadığı; o dönemde daha çok, modern bir versiyonunun, yani yükselen bir burjuvazi ve yok olmaya yüz tutan bir aristokrasi çevresinde odaklanmış bir kamusal yaşamın biçimlendiği unutulmamalıdır. Şehir, yabancıların karşılaştıkları bir ortamdır. Buna karşın ‘’yabancı’’, birbirinden çok farklı iki şahsiyet olarak görülebilir. İtalyanlar, çevrelerinde dolanan Çinlileri yabancı sayarlar, fakat bu davetsiz konuklar hakkında nasıl düşüneceklerini de iyi bilirler; bir Çinliyi tanıyabilir ve kendisine benzemeyen biri olarak onu bir yere koyabilir. Bu şehirlere örnek verecek olursak New York ya da Cape Town gibi ırk ve dil farklılıklarının hemen anlaşıldığı etnik şehirleri örnek gösterebiliriz. A. Şehre Gelenler

1750’de Batı dünyasının en büyük şehri Londra’ydı ve ardından da Paris geliyordu. Diğer Avrupa şehirlerinin hemen hepsi bu iki şehre göre gerilerdeydi. Londra’nın nüfusu 1595’de 150 bin iken 19. Yüzyılda bu sayı 5 milyona ulaşmıştır. Londra’nın nüfusu Paris’e oranla daha hızlı büyümekteydi. 1750 öncesi yüzyılda hem Londra’nın hem de Paris’in büyümesinin büyük ölçüde dışarıdan ve küçük kasabalardan göçe dayanmasıydı. Wrigley’in hesaplamalarına göre, Londra’nın sokaklarını doldurabilmesi için bu dönem boyunca her yıl kente 8.000 göçmenin gelmesi gerekirdi. Gelenler gençti, Wrigler’ e göre ortalama 20 yaşlarında ve genellikle bekardırlar. Londra’nın 50 mil ve daha uzak yerlerden geliyordu ve 50 mil o gün için en az iki günlük yolculuk demekti. Paris’e gelen göçmenlerde benzer nitelikteydi. Londra gibi Paris’in de nüfusunun kente en az iki günlük uzaklıktan gelen, genç ve bekar olan, ama İngiltere’deki gibi kıtlık ya da savaş nedenleriyle kente sürülmeyip kazançlarını arttırmak için kendi arzularıyla kasabalarını terk edenlerle beslendiğini ileri sürmek akla uygun görünüyordu. Londralılar ve Parisliler, 1720’lerde dışarıdan gelmiş bu insanlar için ‘’soytarı’’, ‘’kılıksız’’, ‘’kuşkulu’’ ve ‘’ geri’’ ifadelerini kullanıyorlardı. Bu şehirlerde yabancılar etnik önyargılara göre değerlendirilmiş ve haklarındaki olumsuz imajlar yüzünden ilişki kurmak için uygunsuz ya da tehlikeli görülmüşlerdir. Göçmenlerin büyük bölümünün aile gruplarıyla birlikte olmayıp tek başlarına olmaları, onları daha da ‘’meçhul yığınlar’’ haline getirmiştir. B. Yaşadıkları Yerler

Nüfusu artan şehirler bu sorunla mantıken ya kentin alanını genişleterek ya da aynı genişlikteki alana daha yüksek sayıda insanı sıkıştırarak baş edebildiler. 1640’larda Paris’te


ya da Londra’da bir gezinti yapacak olsaydık, modern standartlara göre pek küçük bir coğrafi alanda düpedüz sıkıştırılmış insanları görerek şaşkına dönerdik. Evler en fazla 3-4 m. Genişlikte sokaklara sıkıştırılmıştı ve aralarında hiç beklenmedik çok geniş açık alanlar vardı. Daha sonraki dönemde ise mimarların yeni bir şehir planı kurma çabaları vardı. Mimarların düşüncesi sokak, meydan yaşamına giriş yeri olmamalıydı. Bu meydanlar yeni dönemde tasarlanmaya çalışılırken, akıllara ortalıkta dolanan, toplaşan bir kalabalık yoktu. Bu yüzden tezgahları, akrobasi gruplarını ve diğer türden sokak ticaretini meydanlardan kovmaya çalıştı. Ayrıca meydanlardaki kafelerin bina içinde kalmalarına, postanelerin ise tümüyle meydanlardan uzaklaştırılmasına çalışıldı. Sonuç, hem Ortaçağ hem de Rönesans Paris’inde mevcut olan meydan yaşamının zayıflatılması oldu. Arnold Zucker’in tek bir yerde gerçekleştirilen tüm şehir etkinliklerinin ‘’örtüsü’’ dediği meydanlar bir zamanlar çok çeşitli işlevleri yerine getirirken, şehrin kalabalık yaşamı artık parçalanmış ve dağılmıştı. Gerçekten de, bu boş alanları temizlemesi beklenen yıkma ve yeniden yapma faaliyetleri Parisli geniş kitleleri 1660’ın merkezlerinden çıkararak şehir dışındaki alanlara sürdü. Yeni şehir planlamalarında genel olarak kullanılan tarz Londra’ da kendini göstermiştir, meydanların esas

özelliği,

sokak

satıcılarıyla,

akrobatların,

çiçekçilerle

ve

benzerleriyle

doldurulmamasıydı. Küçük korular ve ağaçlarla donatılması gerektiği düşünülüyordu. Bu doğrultuda sokak ticareti yapanların, işportacılar ve seyyar satıcıların sokaktan kaldırılması için hükümete bile başvuru olmuştur, nitekim bu başvuru ilerleyen zamanlarda onaylanmıştır. Defoe bu dönemin canlı bir tablosunu çiziyor: ‘’ Her aklına esen istediği yere ev diktiği, insanların da buna ses çıkarmadığı için güzelim Londra bir bina yığını haline geldi. Bütün bunlar öylesine bir kargaşa içinde gerçekleşti ki şehrin çehresi yamru yumru, şekilsiz bir yer olup çıktı’’ bu o dönemki şehir yapısını anlatmaya çalışmıştır. C. Kent Burjuvazisindeki Değişimler

18. yüzyılın ilk yarısında İngiliz ve Fransız ekonomileri uluslararası ticarette önemli bir büyüme yaşadılar. Ticaretteki bu artık her iki ülkenin başkentlerinde büyük bir etki yarattı. Ticaretteki bu güçlü atılımın hem fiziksel hem de toplumsal sonuçları oldu. Paris’te de Seine Nehri üzerindeki gelişme kenti batıya doğru genişletti. Toplumsal bakımdan ise ticaretin gelişmesi şehir toplumunun finansal, ticari ve bürokratik sektörlerinde iş olanakları yarattı. Her iki şehirde de ‘’burjuvazinin gelişmesinden’’ söz ederken, üretimden çok dağıtım faaliyetleri ile uğraşan bir sınıf kastedilir. Şehre gelen genç insanlar tüm bu merkantil ve ticari faaliyet içinde işlerini buldular. Bu tür kentsel büyümenin rekabetin baskısından kurtulmak için sürekli satacak yeni tür mallar ve hizmetlerin ve rekabetin henüz girmediği yeni


bölgelerin aranmasına yol açtığını iddia etmektedir. 18. Yüzyılda Londra ve Paris’te ticaretin yaygınlaşması aile içindeki iş sürekliliğini parçaladı. Sonuçta, bir yabancının ‘’kim’’ olduğunu basit olarak aile geçmişine dayanarak belirlemek güçleşti. Orta sınıflar içinde mal satma rekabeti nasıl yayıldıysa, ,işçi sınıfının alt kesimleri arasında da hizmet satma rekabeti yaygınlaştı. Daha önce hiç karşılaşmamış olan iki yabancı için sosyalleşmenin ilk adımında bu toplumsal incelik, sorular, selamlaşmalar, tanışmalar ve dedikodularla ilgili kurallardan oluşur.

IV.

Kamusal Roller

18 yüzyıl ortasında hem Paris hem de Londra’da insanlar yüz yıllık theatrum mundi imgesine özgü temel özelliklerden sıyrılmış bir şehirden bahsediyorlardı. Böylece de ‘’kamusal alanı’’na ilişkin bir coğrafya yaratma yoluyla ikinci bir adım atılmış oldu. Geçmişe dönüp baktığımızda, sahnede inanılır olanla sokakta inanılır olan arasında bir köprü kurulduğunu söylemek daha yerinde olacaktır. Kurulan bağ, sokaktaki yaşama bir biçim kazandırmıştır. A. Beden Bir Mankendir

1750’lerin Paris ya da Londra’sına ansızın geri dönen modern bir kent sakininden bahsedebiliriz. Sokağa çıkan bir kişi artık görünüşüne bakarak orta sınıftan bir yoksulu, orta sınıftan bir zenginden az çok ayırt edebilirdi. İki asır önceki Paris ve Londra sokaklarında dış görünüşe bakarak orta sınıftan bir yoksulu, orta sınıftan bir zenginden az çok ayırt edebilirdi. İki asır önceki Paris ve Londra sokaklarında dış görünüşler sosyal konumun kesin göstergeleri olacak şekilde güdümleniyordu. Hizmetkarlar işçilerden kolaylıkla ayırt edilebilirdi. Yapılan işin türünün her mesleğe ait özel giysilerden anlaşılabilmesinin yanında, giysilerdeki düğme ve şeritler yoluyla kişinin kendi meslek alanında hangi mevkide olduğu da dışarıdan bakılarak çıkarılabilirdi. Elit kesimin ve daha varlıklı burjuvazinin kostümleri modern bir izleyiciyi şaşırtabilirdi. Burunlarına, alınlarına ve çene etrafına allıklar sürüyorlardı. Peruklar fazla büyük ve özenliydi. Kadınların saç modelleri de aynı özenle yapılırdı. Hem kadınların hem de erkeklerin tenleri soluk kırmızı ya da mat beyaza boyanırdı. Beden oynanacak hoş bir oyuncak haline gelmişti sanki. Paris hem İnsanların yaptığı yalnızca yasaya uymaktı. Çünkü hem Paris hem de Londra’daki nizamnamelerde, toplumsal hiyerarşideki her mevki için, kılık kıyafet kanununa ‘’uygun’’ bir takım giysi belirlenmişti ve bir mevkiye ait olanların başka bir mevkidekilerin kostümünü kullanmaları yasaklanmıştı. Bu ihlali kayıtlara göre anca alt sınıftaki insanlar gerçekleştiriyordu. Bu durumda bazı cezalarda uygulanmıştı. Evdeki giyim


kişinin bedenine ve ihtiyaçlarına yanıt verirken, sokakta ötekilere sizin kim olduğunuzu biliyormuş gibi davranma fırsatı tanıma amacı taşıyordu. B. Konuşma Bir İşarettir

Şimdi Fransa ve İngiltere’ deki tiyatro salonlarından konuşacağız. 1781’den öce Fransa’da eski salonların kapasitesi 1500 ila 2000 arasında değişiyordu şimdiki döneme bakacak olursak bu biraz daha azdır. Gerek Paris’te gerekse Londra’da bu salonlardaki seyircileri emekçi grubu olarak nitelendirmek mümkün değildi. Çünkü salonlara daha üst sınıflardan ve elit kesim katılmaktaydı. Bilet fiyatları çok yüksek olduğu için alt sınıflardan insanlar bu salonlarda görünmezlerdi. Bu salonlarda sahnede sadece oyuncular görünmezdi elit kısma ait gelen bu insanlar yanındakiyle konuşmaktan yada sahneye çıkıp aktörlerle iç içe geçmekten çekinmezlerdi hatta bu hoşlarına giderdi. Bu dönemde salonda gösterilen gösteri karşısında seyirciler karakterin acılarıyla içli dışlı olmuşlar göz yaşlarına boğulmuşlar ve kendilerini o olaylara kaptırmışlardı. Ayılıp bayılanlar olduğu gibi çığlık atanlarda oluyordu. Kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki oyun sırasında gülünç bir şey söylendiği zaman gülmezlerdi. O dönemlerde bu salonlarda yapılan gösteriyle içli dışlı olunmak ve kendini o gösteriye verebilmek için gidilirdi. Şimdi ise insani ilişkiler daha resmi bir şekilde vakit geçirmek bir aktivite olarak gidilmekle beraber gündelik sıradan bir şey haline gelmiştir. Ailesiyle eylenme veya sevgilisiyle eylenme olarak görülmeye başlanmıştır. O dönemlerde bu gösteriler canlı bir performans şeklinde yapılıyordu ve aktör yanlış bir şey söylediği zaman seyirci tarafından yuhalanıyor ve aşağılanıyordu. Günümüzde ise canlı gösteriler azalmış yerini sinema ve teknolojinin gelişimiyle önceden çekilmiş bir vaziyet almıştır. Londra ve Paris’te tiyatro daha ayrıcalıklı kuruluşlar haline gelmesiyle aktörlerin oyunlarını daha önemsemesi ve daha iyi hazırlanması gündeme gelmiştir. Tiyatrolardan biraz daha sonra ortaya çıkan kahvehaneler özel yaşamın daha samimi olduğu yerler olarak ortaya çıkmıştır. Buralar doğallıkla sohbet edilen insani ilişkilerin daha sıcak olduğu ve kamusalın uğramadığı bir yer haline gelmiştir. Burada ki insanların hepsi konuşmalara katılması ve diğer insanlarla muhatap olmaya hakkı vardı. 18. Yüzyılda kahvehaneler dışında toplumsal mevkii son derece önem taşıyan bir durumdaydı. Kahvehaneler bu zamanda toplumsal mevkiinin kamusal alanın daha dışında kalmış sıcak bir ilişki ortamıydı. İnsanlar sınırsız ve özgürce konuşma hakkına sahiplerdi. Daha sonraları ise Londra ve Paris’te kahvehaneler büyük bir düşüşe geçmiştir. Bunun nedeni ekonomik bir şeydi. O dönemde kahveden daha fazla kar getiren çay üretilmişti ve artık çay moda olmuştu. Kahvehane sahipleri ise ellerinde kraliyet çay lisansı olmadığından silinip gittiler. Daha


sonraları ise kafeler ortaya çıktı. Kafeler özel konuşmanın olduğu sıradan insanların girebildiği ve özgürce her şeyin konuşulabildiği fakat içkinin de içilebildiği mekanlardı. Buralar artık kızlı erkekli gelinebilecek yerler haline gelmiş rezervasyon yapılabilen yerler haline gelmiştir. Gençler için özel bölmeler yapılmıştır. 18. Yüzyıl ortasında ise kulüpler daha moda olmaya başlamıştır. Bu kulüpler burjuvazi ve elit kısma hitap eden bir ortamdı. Üye sayısında sınırlama ve üye alınırken diğer üyelerin fikirlerinin sorulduğu daha dar bir kısma hitap eden bir yerdi. Bu ortamda ne konuşulduğu değil kimin konuştuğu önemliydi. Yoğun toplumsal sürecin yaşandığı bu çağda kulüpler giderek sıkıcı olmaya başlamış ve üye sayılarını artırma yoluna gitmişlerdir. C. Kişidışı Alan Duygu Yüklüdür

‘’Kamusal’’ davranış deyince akla öncelikle, benlikten, benliğin doğrudan tarihinden, şartlarından ve ihtiyaçlarından belli bir uzaklıkta gerçekleştirilen eylem gelir. Fakat tarihsel olarak kamusalın modern anlamı bu iki inanç koduyla manken olarak beden ve işaret olarak konuşma aynı zamanda oluşmuştur. V.

Kamusal ve Özel

Kamusal yaşamın maddi motivasyonları ve duygusal ifade araçları, modern gözlemci için kamusalın karşıtı olan özel alana ilişkin belli nitelikler akla getirir. Benliğe daha yakın olan bu aile ve arkadaşlar alanında, insanların daha çok özgün yanlarını, ayrı kişiliklerini ve bireyselliklerini ifade etmekle ilgileneceklerini düşünmek akla uygun düşer. 19. Yüzyıl öncesinde, benliğe yakın olan alan biricik ya da ayrı kişiliğin ifade edildiği bir alan olarak düşünülmüyordu. Özel olan ile bireyin evliliği henüz gerçekleşmemişti. Ailenin, dolayısıyla da sokağa alternatif olan sosyal bir ortamın keşfedilmesi, yavaş seyreden başka bir içsel buluşa bağlıydı: Bu buluş insan yaşamının ancak bir aile ortamında gelişebilen çok özel, doğal bir evresi olan çocukluktu. A. Kamusal İfadenin Sınırları Vardır

Ailenin giderek çok özel bir yeri olan varlıkları –çocukları- barındıran doğal bir yapı olarak algılanması kamusal ifadeye daha kapsamlı sınırlar getirdi. Çocukluk özel ve nazik bir alan olarak tanımlanırken yetişkinlik zıt bir anlamda tanımlanıyordu. Kamusal alandan bahsederken çocukluğu bu alanın içine alamayız. Çünkü çocukluk ailevi bir şeydir kamusal alanda kendini ifade edip dayanacak durumda değildir. 17. Yüzyılın son dönemlerine kadar çocukları ve yetişkinleri eğlendiren oyunlar arasında pek fark yoktu, yani çocuklara ait, yetişkinlerin kendi ilgi alanları dışında gördükleri oyunlar çok azdı. Zengin kostümlerle


giydirilmiş oyuncak bebekler her yaşta insanın ilgisini çekiyordu. Aynı şekilde oyuncak askerlerde. 18. Yüzyıl ortalarına gelindiğinde oyuncaklarla yetişkinler arasında keskin bir çizgi çekilmeye başlanmıştır. Artık yetişkinlerin oyuncaklarla oynaması utanç verici bir şeydi. Kafeler kulüpler ve gruplar yetişkinlerin alanıydı buralara çocuklar giremezdi. Çocukluğun özel konumuna duyulan ilgi giderek artması kamusal ifadeye işte bu şekilde belirli sınırlar getirmiştir.

B. Doğal İfade Kamusal Alanın Dışındadır

Turgot’un ‘’İnsan çocuklarından utanç duyar’’ yada Vandermonde’ in ‘’ İnsan Türünü Mükemmelleştirme Araçları Üzerine Deneme’’ adlı yazısında, ‘’Çocuklarını sevdiğini düşünen birinin yüzü kızarır’’ sözleri, iki yüzyıl önce aile duygusunun ne denli zayıf olduğunu ele vermektedir. Hem Paris hem de Londra’ da orta ve yukarı orta sınıflarda çocuklar dadının elinden doğruca koleje, yani 7-12 yaş arasındakilere bakan bir kuruluşa geçmeye başladılar. Çocukların benzer şekilde ihmali Batı Avrupa’da da yüzyıllarca sürmüştür. Çocuğun savunmasızlığının giderek daha iyi algılanması 18. Yüzyıl başında doğa durumunun ne olduğuna ilişkin daha somut, deneye dayalı bir anlayış doğurdu. Çocuk bağımlılığının farkına varılması korunma hakları anlayışını getird. Bu hem Fransa’da hem de İngiltere’de 1750’lerde ve 1760’larda sütanneliği düzenleyen ve kolejlerdeki kötü muameleyi engelleyen yasalarla yaşama geçti. Çocuğa olan ilgi arttı, aile ilişkileri mercek altına alınıyordu. Böylece aile içindeki insanların önemi artıyordu. Ailenin yerine getirebileceği görev, yani aciz olanların bakımı görevi artık ailenin doğal işlevi olarak görülmeye başlamıştı. Bakım işi aileyi sosyal düzenlemelerden uzaklaştırdı. Dünya çoğu zaman tiyatro ile karşılaştırılmıştır. Bu düşünce bugüne ulaşarak o denli genelleşti ki, başlangıçta sadece tiyatroya uygun olan ve dünyaya uyarlanan bazı sözcükler artık ayrım gözetilmeksizin ve harfi harfine her iki tarafta kullanılıyordu; böylelikle ister yalnızca dramatik bir oyundan isterse genel olarak yaşamdan söz edelim, bu ortak dil sayesinde, sahne ve görüntü bizim için alışıldık haline geldi. Bu bölümde ‘’Theatrum Mundi’’ den bahsedebiliriz bu anlayışa göre dünya kocaman bir tiyatro sahnesi ve tek bir izleyiciden oluşur. O izleyicide tanrıdır. Bu görüş eskilere dayanan bir görüştü buna göre tanrı kederlice dünyadaki çocuklarının düştüğü kötü durumları izlemektedir. Bireysel kişiliğin kamusal yaşama girmesinin güçlükler yarattığına ilişkin bu dört sinyal şudur: 1- Duyguların iradedışı olarak açığa vurulmasından korkma, 2- özel tahayyülü


uygunsuz bir biçimde kamusal durumlara dayatma, 3- kamusal alan içinde gizlenmek için kişinin duygularını bastırma arzusu, 4- sessizliğin özünde var olan pasifliği kamusal düzenin bir ilkesi olarak benimseme çabası Üçüncü Bölüm Sanayi Kapitalizminin Kamusal Yaşam Üzerindeki Etkileri

VI.

Sanayi kapitalizmi ile nüfus hızla büyümektedir. Artık şehirler inanılmaz bir şekilde göç alıyor üretim artıyor ve nüfus canlı bir şekilde büyüyor. Kuşkusuz bu büyümeyle beraber bu nüfus bakımı ve ekonomik açıdan ayakta kalabilmesi için kullanılan eski yöntemler artık işlevsiz hale gelmeye başlamıştır. Fabrikalar çoğalmaya başlamış ve toprağa aç bir hale gelmişlerdi, toprağın daha ucuz olduğu şehir etraflarına dağılmaktadır. Nüfusun büyümesi ve sanayinin de artması ticareti hiç olmadığı kadar karlı hale getirdi. Alıcı kitlesi, klasik açık hava pazarları ve küçük dükkanlar yerine satış mağazalarında odaklanan yeni türde bir kamusal ticareti başlattı. Ticaretin gelişmesiyle beraber 19. Yüzyılda kamusal yaşamda da kargaşalar ortaya çıktı. Bu ticaret, kamusal alanda oluşacak değişimlerin bir paradigmasıydı. A. 19. Yüzyıl Kent Sakini Yeni Bir Kişilik miydi?

Bu dönemlerde Londra ve Paris’in nüfusu hızlı bir şekilde artmaya başlamıştır. Paris’in 1841’de 935 bin nüfusu varken 1896 yılında bu sayı 2 milyon 536 bine ulaşmıştır. Aynı şekilde Londra’da da 1801 de 864 bin nüfus varken 1891 yılında 4 milyon 232 bin nüfusa ulaşmıştır. Londra’nın nüfusu gördüğümüz gibi Paris’ ten daha fazladır.

B. Şehirde Yerleşme

Chicago’da yapılan bir araştırmada, yerleşmeler uzun vadeli ikamet eden orta sınıf insanları şehrin çevresine taşınırken daha kısa süreli ikamet eden işçiler şehrin içinde yaşıyordu. 19. Yüzyılın ilk yarısında Paris’te nüfus artışının nasıl yaşandığını tasavvur edebilmek için cam parçalarıyla dolu bir kutu düşünülmelidir, kutuya tıkılan cam parçaları o kadar artar ki, bu basınç ile cam parçaları kendiliğinden kırılmaya başlarlar, fakat kutunun duvarları yerinde durur. 1850’de şehir artık hiçbir ek kabul edemez duruma gelmiştir; kutu parçalanmamıştır; ama daha geniş aynı oranda da sık hatlar boyunca yeniden şekillenmiştir. Böylece büyük şehirlerde nüfus üst üste yığılmaya başlamıştır. Bu büyüyen şehirlerde artık Pazar faaliyetleri büyük bir yer kaplamaya başlamıştır üretim çoğalmış ürünler çeşitlenerek yayılmaya başlamıştır. Bununla birlikte bu nesnelere insanlar tarafından psikolojik bir anlam


yüklenmeye başlamıştır. Karl Marx bu durumu ‘’meta-fetişizmi’’ olarak açıklamıştır. Artık Pazar faaliyetleri geliştikçe üreticiler ürünlerini pazarlamak için insan psikolojisine vurgu yapan reklamlar yapmaya başladılar. Buda meta-fetişizmi desteklemektedir. VII.

Kamusal Alanda Kişilik

19. yüzyıla gelindiğinde yeni giyim tarzları söz konusu olmaya başladı. Dikiş makinesi 1825’te yapıldı. Bununla beraber seri kıyafet üretimine geçildi çeşitlilik çoğaldı ve ‘’moda’’ ortaya çıktı. Artık insanlar moda denilen şeyi takip etmekte ve buna göre giyimlerine yön vermeye başladılar. Daha sonra ‘’moda dergileri’’ çıktı ve modayı anında dünyaya yayabilecek bir düzen ortaya çıkmıştır. Canlı bir satıcıya gerek yoktu artık insanlar kataloglardan bakabilirdi. Marx bu dönemin giyim tarzı için ‘’ sosyal hiyeroglif ‘’ terimini kullanmıştır. Bayanlarda belden sıkmalı kolları kabarık elbiseler yerini daha düz bir tarza almaya başlarken erkekler ise süslü yerine daha koyu renkli elbiseler tercih etmeye başlamıştır. A.

Kişilik ve Özel Aile

19. yüzyılda şehirde meydana gelen değişimlerin ailedeki temel değişimlerle bağını ilk kez sosyolog P.I Sorokin fark etti. Kentsel büyümenin aile biçiminin ‘’geniş’’ aileden ‘’çekirdek’’ aileye dönüşmesine yol açtığına inanıyordu. Sorokin kozmopolit kültürün karmaşıklığının geniş ailenin bir arada tutulmasını güçleştirdiği, kendi deyimiyle, parçalanmış geniş ailelerin ‘’serpintisi’’ olan basit çekirdek ailenin hayatta kaldığını düşünüyordu. Çekirdek aile gelişen ve büyüyen toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir nitelikteydi. Çekirdek ailenin yeni dünyada çok daha etkin olması bekleniyordu. Aile gerçek huzurun bulunduğu yerdir her türlü korkuya kuşkuya ve anlaşılmazlığa karşı sığınılabilecek bir yerdir. Değişen dünya sanayinin gelişimi kapitalizmin doğuşu ve endüstrinin gelişimi aileyi bozmamakla beraber onun önemini artırmış biricik bir kurum haline getirmiştir. İnsanlar kamusal alandaki bozukluktan aile sayesinde korunmaktadır. Kişi kendini ailesine adamış ve huzuru burada bulur olmuştur. . Aydınlanma sürecinde düşünürler doğa ve kültür arasında seküler bağlamda yapılmaya çalışılan ayrımı somutlaştırabilmek adına doğayı özel alanla, kültürü ise kamuyla özdeşleştirdiler. Bu

durum ailenin doğal bir kurum olduğu algısını

pekiştirdi. Bu anlamda özel alan kişinin hem karşının etkisine açık olduğu hem de kendisi olduğu ve bu yüzden muhakkak gizlenmesi gereken bir alana dönüştü. Çekirdek aile, toplumun ekonomik ve demografik değişimlerine katılım sağlamak için değil, karşı koyabilmek için kullanılan bir araçtı. 19. Yüzyılda çekirdek ailenin işlevi konusunda yaklaşımları aynıydı; çekirdek aile kadın ve çocukların aynı anda hem bastırılarak hem de korunarak toplumun


bütününden koparıldıkları mekandı. ‘’Ancien Regimede’’ durum farklıydı toplumda kamusal yaşam ile aile yaşamı arasında belirgin bir çizgi çizilmişti. Geçen yüzyılda bunun altını çizme isteği daha da güçlendi, fakat sınırı çizmenin araçları da giderek karmaşıklaştı. VIII.

Kolektif Kişilik

19. yüzyılda kişiliğin kamusal alana girmesi bu mahrem topluma zemin hazırladı. Bunu, toplumsal etkileşimin kişiliklerin açığa vurulmasına yol açtığına insanları inandırarak gerçekleştirdi. Bunu kişiliğin algılanışını öyle bir şekilde biçimlendirerek yaptı ki, kişiliğin içeriği asla billurlaşmadı ve böylece insanları kendilerinin ve ötekilerin, ‘’gerçekten’’ nasıl olduğu konusunda ipuçları elde etmek için takıntılı ve sonsuz bir arayışa itti. Bir önceki yüzyıl ile çağımız arasındaki fark, önceki yüzyılda kişiliğin belirli görevlerinin, her şeyden önce kendiliğinden duyguların uyanmasının yalnızca kişi dışı bir alanda ortaya çıktığına inanılmasıydı. Kamusal olanın kendisi zihinlerimizden ve davranışlarımızdan silinince aile de giderek daha çok ilgi ve çaba gerektirir oldu. Aile, duygusal anlamda ‘’gerçek’’ ilişkilerin neye benzediğini tanımlayabilmemizi sağlayan biricik modelimizdir. Mahrem toplum iki ilke temeline kuruluyor. Birincisi; Narsisizm, İkincisi; Yıkıcı gemeinschaft. A. Narsisizm

Narsisizm benliğin tatmini arayışıdır. Kişinin kendisini beğenmesi, sevmesi, değerli, önemli hissetmesi, kendisinden memnun olması ile yakından ilişkili bir kavramdır. Özsaygı, öz değer, benlik saygısı ya da kendilik değeri olarak tanımlanan bu duygular insanın kendi değeri ve değerliliği konusunda hissettikleridir. Doğal olarak en çok diğer insanlarla ilişkilerde ortaya çıkar. narsisizm, kişinin kendisi ile ilgili hissettiği değerlilik, beğeni, benzersizlik, üstünlük duygularıdır. Kişinin kendisini değerli, benzersiz, önemli, üstün, farklı bir kişi olarak hissetmesi, psikolojik doyum yaratan yaşantılardır. İnsanın kendini sevmesi bütün insanlara yabancı olmayan bir duygudur. Ancak kişiden kişiye kendini sevme biçiminin büyük farklılıklar gösterdiği günlük yaşamda kolayca fark edilebilen bir durumdur. Kendini seven bazı insanlarla (kendilerini, başkalarını, yaşamı seven kişiler) birlikte olmak istenenaranan bir durum iken, bazıları (“burnundan kıl aldırmayan” kişiler) ile birlikte olmak itici bir durumdur. B. Yıkıcı Gemeinschaft

Toplum bilimci R. Sennett tarafından geliştirilen bu kavram "gemeinschaft" üyelerinin ortak bir bilince nasıl sahip olduklarını ve bu bilincin bireylerin dış dünyada kendilerini ifade aracına dönüşümü sürecini tanımlamak üzere kullanılmıştır. İnsan yaşamının çok yönlü, çok amaçlı ve çok ilişkili yanları zorunlukla insanları belli basmakalıp davranışlara


iter.

Her insan her gün hiç düşünmeden, farkında bile olmaksızın yüzlerce bilinçsiz,

basmakalıp, koşullu hareket yapar. geçmemiş

insanların

holiganlarının

çoğunda

Belirli düşünce kalıpları, özel düşünsel eğitimden

ortaktır.

Yıkıcı

gemeinschaft'ın

eylemlerinde somut olarak görmek olanaklı.

sonuçlarını

futbol

Bir holiganın bir insanı

öldüresiye dövmesi/hırpalaması, hatta öldürmesi için o insanla bir sorunu olması gerekmez; o insanın rakip takımın bayrağını ya da formasını üzerinde taşıması yeterlidir. bu simgesel ayrıntılar holiganın kendisini dile getirmesini sağlayan başvuru noktalarıdır. Holiganın futbolla ya da sporla, spor sevgisiyle ya da eğlence aracı olarak sporla pek bir ilgisi yoktur. O özdeşleştiği futbol takımı kimliği ile başka şeylerin peşindedir. Richard Sennett’in ‘kamusal insanın çöküşünü’ tespit ederken kullandığı ‘yıkıcı gemeinschaft’ (cemaat/topluluk) kavramı, kişinin kendisini bir topluluğa bağlı hissetmesi uğruna katılık ve dışlayıcılığa başvurmasını ifade eder. Sennett’e göre günümüzde kamusal alandan çekilen insanlar, kendilerini çatışma üzerinde temellenmiş toplulukların kolektif kimliklerinde ifade eder. Sennet’in kavramını açıklarken çözümlediği Yüzbaşı Dreyfus davası hakkındaki karşıt irrasyonel kamusal tartışmaların bir benzeri, Türkiye’nin gündemini etkileyen Albay Dursun Çiçek olayında yaşanmıştır.

Dördüncü Bölüm Mahrem Toplum Günümüzdeki etkin olan görüş, kişiler arasındaki yakınlığın ahlaki bir değer olduğudur. Yine günümüzde en önemli özlemi başkalarıyla yakınlaşma ve samimi deneyimlerle bireysel kişiliğin geliştirilmesidir. Her türden toplumsal ilişki her bir kişinin i.sel psikolojik kaygılarına ne denli yaklaşırsa o denli gerçektir, inandırıcıdır ve sahicidir. Mahremiyet ideolojisi tanrısız bir toplumun insancıl maneviyatını tanımlar: İçtenliktir, sıcaklıktır bizim tanrımız. Kamusal kültürün yükseliş ve çöküş tarihi bu insancıl maneviyatı en azından sorgulamayı gerektiriyor. Ahlaki bir değer olarak kişiler arasındaki yakınlığa duyulan inanç kapitalizm ve seküler inancın geçen yüzyılda ürettiği derin sarsıntının sonucudur. Bu sarsıntı nedeniyle insanlar kişidışı durumlarda, nesnelerde ve toplumun kendisinin nesnel koşullarında kişisel anlamlar aradılar. Dünya Psikomorfikleştikçe gizemlileşmekteydi; aradıkları anlamları bulamadılar. Bu yüzden toplumsal yaşamdan kaçarak özel yaşam alanlarında ve özellikle de aile içinde kişiliğin algılanışında belli bir düzen ilkesi elde etmeye çalıştılar. Mahrem duygusunun gelişimi kamusalın çöküşüyle doğru orantılıdır.


Özele ve aileye vurgulanan önem artmış, mahrem bir toplum oluşmaya başlamıştır. Ve bu kaçınılmaz olmuştur. İnsanlar politik alanı, ortak kolektif bir kişiliğin paylaşılması yoluyla birbirlerine açılma fırsatı olarak gördükçe, toplumsal koşulların değiştirilmesi için kendi kardeşlik duygularını kullanmaktan giderek uzaklaşmaya başlamışlardır. Mahrem toplumda cemaatin varlığını sürdürmesi kendi içinde bir amaç olmaya başlamıştır. Cemaate ait olmayanların temizlenmesi cemaatin işidir artık. Toplumsal ilişkilerde kişidışılığı silmeye yönelik insancıl arzudan, müzakereyi reddetme ve yabancıları sürekli temizleme gerekçeleri doğar. Ortak çıkarların gözetilmesi ortak bir kimlik arayışı içinde tahrip edilir. Kamusal alanın yokluğunda, insancıl oldukları varsayılan bu ideallerin hükmü geçerlidir. İnsanların duygularını başkalarına iradedışı açığa vurmakla korkutulmalarıyla kamusal alandaki kişilik, kamusalı yıktı. Sonuç olarak ötekilerle temastan kaçınma, suskunluğa sığınma ve hatta duygularını belli etme kaygısıyla hiçbir şey hissetmemekti. Böylece ifade şartları bir maskenin takdiminden, kişinin dünyada taktığı maskesi altındaki kişiliğin yani yüzünün ortaya serilmesine doğru kaydıkça, kamu içinde ifade edici olmayı isteyen insanlar kamusal alanı boşalttı. Mahrem toplum iki yanlıdır; Narsisizm ve Yıkıcı Gemeinschaft. Bunlardan yukarıdaki bölümlerde bahsetmiştik. YAZARIN YÖNTEMİ Sennett Kamusal İnsanın Çöküşü eserinde sanayileşme öncesi ve sonrası dönemde kamusallık ve mahremiyet kavramlarının ve bu kavramlara yönelik algıların geçirdiği dönüşümü o dönemin Paris ve Londra’sında ki gündelik yaşam, davranış kalıpları, giyim alışkanlıkları, ticaret ve sekülerleşme bağlamında ele alıyor. Kavramları nasıl ele aldığına geçmeden önce Sennett’in metoda dair görüşleriyle ilgili bazı belirlemeler yapmak yerinde olacaktır. Sennett nicel yaklaşımın temelinde yer alan ve yanlış anlaşıldığını söylediği “kanıt” lar hususunda son derece nettir. Ona göre tek bir doğrunun kanıtlandığı ve diğer alternatiflerin yok sayıldığı nicel analizler entelektüel yaklaşıma aykırıdır. Nitel araştırmada ise “kanıt” kavramı mantıksal bir bütünlüğe gönderme yapar ve incelenen nesne ya da olgunun sürekli genişleyen bir yapı arz etmesi araştırmacıya daha ağır bir yük yükler. Sennett bu çerçevede kendi kitabında okura konuyla ilgili yeni alternatifler düşündürebildiği takdirde daha verimli bir çalışma yapmış olabileceğini belirtmektedir. Ayrıca Sennett kamusallık mahremiyet ekseninde bireyin ele alınışı hususunda son dönem Frankfurt Okulu temsilcilerini de eleştirir. Sennett, Habermas ve Plessner gibi düşünürlerin Horkheimer ve Adorno’nun es geçmediği psikolojik süreçleri büyük ölçüde ihmal ederek konuyu ekonomik düzleme


taşıdıklarını, bunun da bireyi fazlasıyla yabancılaşmış ve sistem içerisinde çaresizce kıvranan edilgen bir konuma getirdiğini belirtmektedir. Çözüm olarak da hem teoriyi hem de pratiği kapsayan bir süreci öneren Sennett, konuya hem tarihsel yaklaşabilmek, hem de tarihsel sonuçların karmaşıklığına duyarlı olabilmek gerektiğini vurgular. Araştırılan nesne ya da olgulara dair bir diğer tavsiye de yaklaşım ve konu seçimiyle ilgilidir. Paris’teki gündelik giyim alışkanlıklarıyla o dönemin tiyatro kostümleri arasındaki benzerlik inceleneceği zaman hangisinin diğerini belirlediğini araştırmak Sennett’e göre son derece anlamsız bir çabadır. Onun yerine bu kıyafetlerin beden imgesiyle ilgili algılar hakkında bize nasıl bir bilgi verebileceğine odaklanmak daha yerinde olacaktır. Kendisi de kitabında bu çabayı göstermektedir. SONUÇ Yazar kitabı oluştururken eski dönemle yeni dönemi karşılaştırmalı bir tarz ele almıştır, böylelikle konunun daha iyi açıklamasını yapmayı amaçlamıştır. Konu ile ilgili örnekler vermiş, yabancı terimler ve alıntılar bol miktarda yapılmıştır. Diğer sosyologlardan çokça bahsedilmiştir. Daha iyi anlaşılabilmesi için kitaba ek bir bölüm getirmiş ve sonuç olarak da konuyu toparlamaya çalışmıştır. Dili bazı bölümlerde hafif fakat genel olarak ağırdır. Kitapta anlatılanlar ayrıntılı bir biçimde ele alınmış eksik bir yer olduğunu düşünmüyorum bilgiler ayrıntılı işlenmiş. Bu kitabı hazırlarken özellikle dikkatimi çeken şey, insan psikolojisi üzerine çok değinmiştir. Narsisizm, gemeinschaft, beden mankendir konularında hep insan psikolojisinin yaşamları üzerindeki etkisinden bahsetmiştir. En derindeki konudan genele ulaşmayı hedeflediğini düşünüyorum. İnsanın biricik dünyasını ele alarak sanayi devrimi kapitalizm devrimler ve bu dönemlerden önceki yaşantılara değinmiştir. Sennett bu kitabı araştırırken sadece ekonomi yada sosyal olana dem vurmamıştır diğer dallardan da etkilenerek bir bilgi şölenine imza atmaktadır. Sennett bu araştırmasında nicel verilerden de büyük miktarda faydalandığını görüyoruz. Londra ve Paris’in nüfuslarının tarihi olarak incelenmesinde nicel verilere başvurmuştur.

KAVRAMLAR Res Publica: Kamunun malı demektir. Ancien Regime:

Eski rejim demektir. I. François (1515) zamanından, Fransız

Devrimine(1789) kadar olan süreyi kaplar.


Theatrum Mundi: Dünya tek bir seyircisi olan kocaman bir tiyatro sahnesidir anlayışıdır. Burada tek seyirci tanrıdır. Metafor: Bir şeyi başka bir şeye benzetmek için kullanılan bir mecazdır. İfşa etmek: Bir şeyi açığa çıkarmak. Narsisizm: Kişinin kendini sevmesi beğenmesi ve tanıması olarak tanımlayabiliriz. Kişinin kendini değerli kılması amiyane bir tabirle kendine aşık olmasıdır. Meta-Fetişizm: Nesnelere duygusal bir anlam yüklenmesidir. Bu terimde nesnelere psikolojik bir anlam yüklenir. Püritenlik: 17. Yüzyıl başlarında İngiltere’de ortaya çıkan ve İngiltere Kilisesini Katolikliğin kalıntılarından arındırmayı amaçlayan, yeni bir gözle okumaktan yana oldukları kitabı Mukaddes’e bağlılığı ve ilk Hristiyanlık ilkelerine dönüşü savunan dinsel hareket. Psişik: Ruhla ilgili olan ruhsal demektir. Psikolojide kullanılan bir terimdir. Kozmopolit: Bir çok ırktan insanı içinde barındıran bir yapı demektir. Kitapta genel olarak ‘’kozmopolit insan’’ olarak kullanılmıştır buda mükemmel şekilde sosyalleşebilen istediği ortama girip çıkabilen kişi olarak tanımlanmıştır. İmmoral: Ahlak dışı demektir. Sekülerizm: Laikliğin daha gelişmiş bir modelidir. Din devlet içinde daha özerk bir yapıya sahiptir ve dinden devlete gelen bir tehlike yoktur yani din ve devlet barışıktır. Dramatis Personae: Oyunda rol alan karakterdir. La Ville: Şehir demektir. Kitapta şehirlere büyük önem verilmiştir bunun için çok kullanılmıştır. Ampirizm: Bilginin tek kaynağının deney olduğunu düşünen öğreti. İdeogram: Bir fikri veya düşünceyi anlatmaya çalışan işarettir. Pouf au sentiment: 18. Yüzyılda Fransa’da popüler olan bir bayan kıyafetidir. Commedia dell arte: 18.. yüzyılda kullanılan bu terim o dönemde popüler olan bir halk tiyatrosudur. Pub: Meyhane veya birahane olarak tanımlanır. Viktoryen Dönem: Büyük Britanya kraliçesi Viktorya’nın 19. Yüzyılda ki hükümdarlık dönemidir. Bu dönemde bilimsel gelişmeler ardı ardına yapılmaktadır fakat tutucu bir dönemdir. Quartier: Pariste yoğun olarak öğrenci ve ressamların oturduğu yerdir.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.