Pervasız Dahiler - Mark Lilla

Page 1

AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ

SEMİNER II ÖDEVİ

PERVASIZ DAHİLER Mark Lilla HAZIRLAYAN: NURCAN BOZKUŞ 090110061

DANIŞMANI: ÖGRETİM GÖREVLİSİ OSMAN METİN

AFYONKARAHİSAR 2012

1


İÇİNDEKİLER

Editörün Önsözü……………………………………………………... Önsöz 1.Bölüm

………………………………………………………………….. MARTIN HEIDEGGER HANNAH ARENDT KARL JASPERS …………………………………..1

2.Bölüm

CARL SCHMITT ……………………………….53

3.Bölüm

WALTER BENJAMİN ………………………….87

4.Bölüm

ALEXANDRE KOJEVE ……………………... 127

5.Bölüm

MICHEL FOUCAULT

6.Bölüm

JACQUES DERRIDA ………………………..181

Sonsöz

SIRAKUSA TUZAĞI ……................................217

İndeks

…………………………………………………...247

………………………155

2


PERVASIZ DAHİLER Filozof Entelektüeller Ve Politika EDİTÖRÜN ÖNSÖZÜ Kitabın editöründe belirttiği gibi ‘Martin Heidegger, Carl Schmitt, Walter Benjamin, Alexsandre Kojéve Michael Foucault ve Jacgues Derrida gibi 20.yüzyıl düşüncesine yön veren büyük filozofların düşüncelerini politika ile angaje oluşlarıyla ilişken dirilerek tartışıyor.’ Pervasız Dahiler entelektüeller ile politika ilişkisi üzerine yeniden düşünme adına iyi bir başlangıç eseridir. ÖNSÖZ Kitabın yazarı MARK LİLLA burada ele aldığı filozofları seçme nedenini şu şekilde açıklamaktadır:’felsefi-politik portreler hazırlamak için çok sayıda yirminci yüzyıl Avrupa düşünürü seçilebilirdi. Ben bu kitap için, okuyucuya burada değinilen sorunların 1989 yılında buharlaşıp yok olmadığına ikna etme ümidiyle, düşünceleri bu yüzyılda da hala canlılığını koruyan bazı düşünürleri seçtim… Temsil ettikleri fenomenin bir ulusla ya da politik bir eğilimle sınırlı olmadığını göstermek için ren nehrinin her iki yakasından hem sol hem de sağ politik kanattan düşünürleri seçtim.

1.BÖLÜM Yazar kitabın birinci bölümünde: Martin Heidegger Hannah Arendt ve Karl Jaspers olmak üzere üç önemli 20. Yüzyıl filozofunun görüşleri ve etkileşimlerini anlatarak başlamıştır. …”Martin Heidegger, Hannah Arendt ve Karl Jaspers arasındaki aşk ve arkadaşlık.”bu üç düşünür 1920’li yıllarda tanışmış ve felsefeye duydukları ortak tutkudan ötürü kısa sürede birbirlerinden etkilenmişlerdir. Önce Avrupa daha sonra bütün dünyayı sarsan politik kargaşanın içine sürüklendiklerinde bu tutku özel hayıtları ve politik bağlılıklarının her alanını aşan

bir

şeye

dönüşmüştür.

Heidegger ve Arendt gençlik yıllarında birbirlerine âşık olan iki filozoftur. Fakat M. Lilla bunu küçük bir ayrıntı olarak görüp önemli olan şeyin Heidegger, Arendt ve Jaspers in 3


tutkunun yerini nasıl zihin hayatına ve modern tiranlığın çekiciliğinde bulduklarıdır. Martin Heidegger 1889 yılında Baden-Württemberg’ de küçük bir kasaba olan Messkrich’te doğmuştur. Gençlik yıllarında papaz olma yoluna girmiş, yirmi yaşına geldiğinde Mesih Topluluğu’na yazılmaya karar vermiştir. Çiçeği burnunda olan bir Cizvit olarak kariyeri göğüs ağrısından eve gönderilmesine kadar iki hafta ile sınırlı kalıyor. Fakat onun dine duyduğu ilgi azalmamıştır.1911 yılında kalp rahatsızlığı artınca İlahiyat fakültesini bırakarak matematik bölümüne geçmişti ve kişisel okumalarında da kendini tamamen felsefeye vermiştir. Heidegger büyük fenomenolog Edmund Husserle birlikte çalışamaya 1916 yılında başlamış. E.Husserl Heidegger’i kendi özel asistanı yapmış bu 1923 yılına kadar böyle devam etmişti. Aralarındaki ilişki baba-oğul ilişkisine dönüşmüş ve Husserl Heidegger i kendi yerine almak üzere eğitiyordu. Eşine de onu “fenomolojik çocuğu” olarak tanıtmıştır. 1920 yılında ise Karl Jaspers ile tanışmıştır. Bu tanışma her ikisi içinde bir dönüm noktası olmuştur. Jaspers Alman entelektüellerinden tanınan tıp, hukuk eğitimi görmüş ve psikoloji alanında eğitmenlik diploması alıp Freiburg’da ders vermeye başlamıştır. Ününü 1919 yılında yayınladığı “Dünya Görüşlerinin Psikolojisi” adlı kitaba borçludur. Bu kitap sebebiyle kendisine bir felsefe kürsüsü verilmiştir. Jaspers ve Heidegger yazışmalardan anlaşılacağı üzere derin bir felsefi dostluk kurmuşlardır. Heidegger bilincin zorunlu olarak zaman içerisinde var olduğunu yani “tarihsel olduğunu kabul ederek işe başlamalıdır. Heidegger insan varoluşunun, objelerin “varlığından” farklı olan bir “ varlık” demek “o var” demekten tamamen farklı olan bir şeyi onaylamaktır. Bu içinde varlığına yönelik “kaygı ilgisi” yaşadığım bir tarihsel kendini gerçekleştirme sürecinde var olduğunum için böyledir.”der. Jaspers ile Heidegger arasındaki dostluk birkaç tatsız olaydan sonrada varlığını kurumuştur. Jaspers’in ölümünden sonra not defterinde Heidegger’e karşı hayranlık, kızgınlık, bağlılık gibi ifadeler arasında gidip gelen ruh halini yansıtmıştır. H.ARENDT Heidegger, ilk bağımsız konumuna ulaşmak için 1923 yılında Marburg’a taşınmış ve Avrupa’nın dört bir yanından öğrencisi olmuştur. Bunlardan bir tanesi de Hannah Aredent’tir. H. Aredent 1906 yılında Doğu Prusya, Königsberg’de doğmuş, Marbur’a gittiğinde 18 yaşındaydı daha. Kietegard’ın yanında Kant da okumuştur.

Heidegger’in Arendtin’da 4


katıldığı derslerdeki amacı; Platon’un felsefe ve sözde felsefeye ilişkin diyalogu Sosift’e yeni bir yorum getirmekti. Heidegger ile Arendt arasındaki ilişki bu şekilde başlayıp yazışmalar ile daha sonraki yıllarda da devam etmiştir. Heidegger’in Aredt’e yazdığı mektuplar “felsefi akıl yürütmeler ve makul profesyonel tavsiyelerle harmanlaşmış romantik sıradanlıklarla doluydu” 1927 yılında Heidegger “Varlık ve Zaman’ı” yayınladığında Freiburg’da felsefe kürsüsünü devralmaya davet edilmiştir.1930 yılında da Alman hükümeti tarafından da en prestijli felsefe kürsüsü teklif edilmiş, bu unvan resmi olarak onaylanmış fakat Heidegger kabul etmemiştir. Derslerine “Varlık sorununun” daha da derinliklerine inmeye devam etmiştir. Jaspers Alman üniversitelerindeki felsefenin kaderinin Heidegger’in elinde olduğunu söylüyordu, zaten Heidegger de aynı görüşteydi. Heidegger 1933’te Freiburg Üniversitesine rektör olmuş ve Nazi Partisi’ne katılmıştır. Nazilere destek verip rektör olduktan sonra üniversitelerde “devrim” yapmak istemiş ve “Heil Hitler!”selamıyla propaganda konuşmaları yapmıştır. Hocası Husserl de olmak üzere bütün Yahudi meslektaşlarıyla ilişkisini kesmiştir. Naziler iktidara gelince Heidegger Jaspers’i ziyaret edip felsefi konular konuşulmuş, konu politikaya gelince de Heidegger “insan politikanın dışında kalmamalı “ demekle yetinmiştir. Eşi Yahudi olan Jaspers Naziler hakkında Heidegger ile aynı görüşte olmayacağını belirtip onu bu bataklıktan kurtarmaya çalışmıştır. Fakat başarılı olmadığını görünce oradan ayrıldı ve bu onların son görüşmesi oldu. Heidegger’in ontolojik çalışması olan “Varlık ve Zaman” da “dünya” terimi merkezi bir terimdir.” Dünya doğanın değil yazgının ürünüdür; bu dünya, varlığın (sein)kendini açtığı ve insani varlıkların ikamet ettiği bir yer bulduğunu daha sonra gizemli bir “olay” diye adlandıracağı şeyden ortaya çıkmıştır. Ona göre “ her uygarlık yada kültür bir ‘dünya’ dır. Batı dünyasının yanı sıra marangozun ya da çiftçinin dünyası diye bir şeyde vardır”. Ona göre insan kendi faniliğini hep ‘unutma’ eğilimine girer, varoluşuna ilişkin temel sorulardan kaçmak için boş gevezelikler yapar. “Biz hakiki olmayan yaratıklarız; herkes ötekidir ve hiç kimse kendisi değildir”.Ayrıca Heidegger’e göre modern insan bir uçurumun kıyısında, varlığı tamamen unutmakla, varlığın anlamının tekrar ortaya çıkacağı yani bir ‘dünya’ arasında asılı duran bir varlık olarak tanımlamış, ona göre insan harekete geçmeliydi, aksi taktirde kendisinden daha kuvvetli bir tarihsel güçle harekete geçirilecekti. Heidegger kendisini Nazizm’in kurbanı olarak görmüştür. Nazilerin kendilerinin Nasyonal Sosyalizmin ‘deruni hakikatini ve yüceliğini’ yok ettiklerine ve Heidegger’in sunduğu yolu izleyerek Almanları yazgılarıyla buluşmaktan alıkoydukları karar vermişti. 5


Artık her şey kaybedilmişti, varlık tamamen geri çekilmişti ve artık hiçbir yerde bulunamazdı.1960’lı yıllarda verdiği röportajda şöyle demişti; bizi artık sadece bir tanrı kurtarabilir”. Arendt ile yazışmalar devam eden Heidegger ellili yıllarda, felsefi itibarı tekrar yükselişe geçmişti. Arendt 1964 yılında yaptığı bir röportajda “filozof” olarak takdim edildiğinde buna karşı çıkıp benim ilgi alanım politik teoridir demiştir. Arendt ‘felsefenin bulanıklaştırmadığı bir bakış açısıyla’ politika üzerine çalışmak istiyordu. 2.BÖLÜM CARL SCHMİTT Carl Schmitt Plettenberg’e bağlı West falya kasabasında doğmuş1985 yılında 96 yaşında iken yine burada vefat etmiştir.20.yüzyılın en önemli siyaset teorisyenlerinden biri olarak görülmektedir. Schmitt Nazi rejimine dâhil olup onlarla işbirliği yapan bir isimdir. Diğer entelektüellerden daha ileri gidip Nazi rejiminin sadık, resmi bir savunucusu olmuştur. Nazi hukukçularının saldırılarına uğrayan Schmitt 1939-1941 yılları arasında Grossraum ya da coğrafi nüfuz alanı adında bir teori ortaya atıp itibarını tekrar kazanmak ister. Fakat rejim içerisindeki ününü kurtarmayı başaramamıştır. Savaş ile beraber neredeyse tamamen unutuluyor, savaş sona erene kadar Berlin de ders vermeye devam ediyor Schmitt. Hitlerin “baş hukukçusu” olarak ün saldığı için, Berlin’i işgal eden Müttefik güçlerin sorgulanacak şüpheliler listesinin başında yer almasına neden oldu. Tutuklanılan Schmitt, onu sorgulayanlara kendisini Hitlerden üstün gördüğünü ve ona Nasyonal Sosyalizm yorumunu dayatmak istediğini, soykırım konusunda da “Hıristiyanlık içinde milyonlarca insan öldürülmüştü” deyip kendisini savunmuş ve serbest bırakılmıştır. R.Aron, Kojéve gibi filozoflardan övgüler almıştır.1970’li yıllarda politik radikalizmin popüler olması ile alman öğrencileri Schmitt’in eserleriyle yeniden tanıştırılmış ve Avrupa entelektüel tarihinin tuhaf fenomenlerinden biri olan “sol-kanat Schmittizm” ortaya çıkmasına yol açmıştır. Avrupa da önem kazanıyor ve “Schmittiana” adında onunla ilgili yazılar olan düzenli bir dergi bile çıkmıştır. Schmitt’in politik yazıları çok geniş alanı kapsıyor ve birçok alanda da eseri bulunmaktadır. Onun “politik olan kavramı” adlı makalesi E.Jünger’e göre ‘sessizce patlayan mayın’dır. Schmitt politik teorilerinde ilk önce “politika nedir?” sorusunun sorulması gerektiğini, bunu alıp yeniden formüle ediyor Schmitt’in politikten kastı bir hayat tarzı yada kurumlar kümesi değil belirli bir kararı alma kriteridir.”politikaya uygun olan kiriter nedir?” sorusuna Schmitt; politik eylem ve güdülerin, dost ve düşman arasındaki ayrıma indirgenebileceği spesifik bir 6


politik ayrım” cevabını vermiştir. Schmitt e göre “bir kolektif ancak düşmanların olduğu ölçüde politik bir yapıdır”.burada ki düşman özel bir düşmanı değil kamusal düşmanı işaret eder. Yazara göre “düşmanlık basitçe insan hayatının özel unsurudur. Schmitt de “insanın bütün hayatı bir mücadeledir”.Schmitt kesinlikle liberal politika diye bir şey yoktur sadece politikanın liberal eleştirisi vardır diyor. Schmitt liberalizmin politik olduğunu onaylıyor, fakat bunun başarısız bir politika olduğunu savunuyor. Liberalizm onun için aşağılık bir durumdur ve böyle olmaya da devam ediyor. M.Lilla ya göre Schmitt’in politik eserlerinin incelenip

tartışılmaya

devam

etmesinin

iki

nedeni

vardır.

1. Schmitt’in politik meşguliyetlerinin bir kez daha “Avrupa siyasetinin merkezi temaları haline

gelmesi.

2. Schmill’in Almanya’nın bu yüzyılda karşılaştığı türden sorunları ele alan az sayıda politik teorisyenlerden biri ve savaş sonrası aktif kalan en önemli isim olmasıdır. Teoloji ile ilgilide birçok eser ve çalışma ortaya koyan Schmitt kilisenin kendisini bazı bireyleri değil bütün inananları temsil eden bir şey olarak görüyor. Schmitt kilisenin iyi politik düzene ilişkin anlayışını modern çağda saldırıya uğradığını politik bireyciliğin ve çıkar hesaplarının sosyal amaçlarının üzerinde tutan kapitalist ekonominin tehdidi altında olduğunu düşünüyordu.Ona göre dünyanın yaratılışı ilahi mücadeleden doğan bir şeydir ve insani çatışma bizi politik olmaya mahkum eder .tanrının arzuladığı bu mücadelenin yeniden canlandırılmasıdır.ayrıca Schmitt’in yerden yere vurduğu bir insan tipi vardır oda ROMANTİK

dır. Tanrı ve yöneticilerin hükmünden özgürleşen burjuva bir hayatın

rahatlığına sırtını dayayan romantik, fırsat talepleri olarak bağlılıktan bağlılığa kanat çırpan, bütün inançlara aşina olmasına rağmen hiçbirine inanmayan, içi tamamen boşaltılmış bir insandır. Schmitt kendisine “hukuk bilimi teologu” demiştir ve kendisini kendi ifadesiyle belirttiği gibi “tarafsızlaştırıcılara estetik dekadanlara, kürtajcılara, ceset yakıcılara ve pasifistlere karşı gerçek bir Katolik kuvvetlenmeye adamıştır.

3.BÖLÜM W.Benjamin 1892 yılında doğmuş, Berlin de yaşayan zengin bir Yahudi ailenin çocuğudur. 1940 yılında Nazilerden kaçarken intihar eden yetenekli ve özgün bir edebiyat eleştirmeni olduğunun dışında pek bilinmiyor. Frankfurt okulunun 1930’lu yıllarda destekleyip yazılarını yayınladığı bir filozoftur. Aslında sıradan bir Marksist olarak görülmesine rağmen

7


Benjamin’in hayatı boyunca teolojik sorular ile meşgul olmuştur. Benjamin’in arkadaşı Strauss’a yazdığı mektupla Yahudiliğin üç Siyonist türü olduğunu düşündüğünü; 1. Fransız Siyonizm’i 2. Yarım yamalak alman Siyonizm’i 3. Yahudi değerlerini her yerde gören ve bunlar için çalışan kültürel Siyonizm şeklinde ifade etmiştir. Kendisinin ise bunlardan üçüncüsünün içinde kalacağını ve kalması gerektiğine inandığını ifade ediyor. Bunu Benjamin hayatı boyunca böyle koruyacaktır. W . Benjamin Lilla’nın deyimiyle “karşımıza ilk defa politik olmayan bir adam” olarak çıkıyordu. Benjamin savaşı görmezden gelmesine rağmen savaş her yandan sıkıştırıyordu. Ağustos 1914’te en yakın arkadaşlarından ikisi yaklaştığı felaketin üzerlerine saldığı ümitsizlikten dolayı bir dairede Berlin de beraber intihar etmeleridir. Akıl hastası rolü yaparak askeri hizmetten muaf tutulmuş olan yeni arkadaşı Gershom Scholem ile çok verimli olacak yoğun bir entelektüel alışveriş içerisine girmişlerdir. Scholem, Yahudi mistisizmi ve Mesihçi gelenekleri inceledikçe, Benjamin’i “dünyevi olana terk edilmiş bir teolog” olarak kabul etmeye başlamıştır. Benjamin, romantiklerin yolu üzerinde yürüdüğünün farkındaydı ve bunu takip eden birkaç yıl onlarla doğrudan yüzleşmeye girişmişti. Kendisini materyalist olarak tanımlıyor. Benjamin aşırı dozda morfin alarak intihar etmişti. 4.BÖLÜM ALEXSANDRE

KOJEVE

20. yüzyıl da Fransa’nın en etkili politika filozoflarından ve devlet adamlarından biri olan Alexsadre Vladimirovitch Kojévnikov kendisine “kojéve” denilmesini tercih etmiştir. Kojéve bütün hayatını hegel’in felsefesini yeniden yürürlüğe sokup izah etmeye adamıştır. Yurttaşlarının aksine kendisini dünyevi politik meselelerin orta yerine fırlatmış ve savaş sonrası yeniden yapılandırılan Avrupa’nın mimarlarından biri olmuştur. Kojéve’in 1968 yılında ölümünden bu yana hayranları yayınlanmamış eserlerini gün ışığına çıkarmış şimdi ise bunlar büyük bir felsefi külliyat teşkil etmektedir.

8


Hali vakti iyi olan Kojevnikovlar’ın dünyaları Ekim Devrimi ile kararmıştı, onlar gibi daha birçok aileyi mahrum bırakma uygulamalarına tabi tutmuştu. Kojéve’de karaborsa sabun sattığı için “Çeka” tarafından tutuklanmış, infazdan son anda kurtulmuştur. Kojev komünist olmasına rağmen Rusya’dan kaçmış, bunu da “Komünizm’in kurulmasının otuz korkunç yıl anlamına geleceğini öngörmesinden kaynaklandığını” söylemiştir. Kaçak olarak Almanya’ya yerleşmiş din ve felsefe alanında yüksek lisans yapmıştır. Entelektüel ve akademik çevreyle tanışmıştır. Bundan sonra Kojéve’in üst üste bindirilmiş iki hayatı olmuştu; münzevi bir filozof olarak Kojéve ve üst düzey bir bürokratik yetkili olarak Kojéve. Hegel’i defalarca okuyup anlamamsına rağmen Geist’in fenomolojisini tekrar okumaya karar vermiş bu onun için bir dönüm noktası olmuştur. Hegel’in efendi-köle diyalektiğinin fenomolojiin mimarisinde en belirleyici nokta olduğunu ve bunun bilinçliliğin analizinden tarihin analizine genişletebileceğini öne sürüyordu. Ayrıca Kojéve 30’lu yıllarda verdiği derslerde Hegel’in insanın tanınma mücadelesinin bütün tarihin motoru olduğunu dikkatle izah etmiştir. Lilla Kojéve’in vurgu yaptığı en önemli ima tarihin sona ermesi olduğunu söyler. Fransız Devrimi ile birlikte karşılıklı tanınma fikri tesis edilmiş ve insan zihnindeki efendi-köle ayrımı ortadan kaldırılmıştır. Modern devlet ve ekonominin post-Napolyonik gelişimiyle birlikte insanlar Kojéve’in “evrensel ve homojen devlet” dediği bizimse bu gün “uluslar arası topluluk” ve “global ekonomi” dediğimiz şey içerisinde eşit, tatmin olmuş yurttaşlar ve tüketiciler olmaya yaklaştıkları son sınıra ulaşmışlardı. Kojéve’in ilk hayatı fenomonolojiyi okumayı bitirmiş olduğu ve Almanların da neredeyse eş zamanlı olarak Çekoslovakya’yı işgal ettikleri 1939 yılında ani bir değişime uğramıştı. Savaşı Marsilya’da geçiren Kojéve özgür kaldıktan sonra Paris’e dönmüştü bu andan sonra mutlu bir tesadüfle Kojéve’in ikinci hayatı başlamıştı. Kojéve dinle ilgili çalışmalarda da bulunmuştur “felsefenin sonuna” ilişkin şahsi düşüncelerine sır ortağı ve onunla ilgilenmeye istekli olan tek kişi Alman-Yahudi düşünür Leo Strauss’tu. İkisi 1920’li yıllarda Berlin’de tanışmışlardı. İkisi de o sırada dinle ilgili çalışmalarını sürdürüyorlardı Bölümün girişinde M.Lilla Foucault’un ölümünden 20 yıl geçmesine rağmen neden hala kitapları, fikirleri tutkuyla tartışılıyor sorusu ile başlıyor. Bunun sebeplerinden biri Lilla’ya göre Foucault’nun daima kitaplarının yazarı olmaktan daha fazla anlam taşımasıydı.1960 ve 70’li yıllarda olgunluk yaşına erişmiş olanlar için Foucault ayrıca entelektüel ve politik alanda ciddi bir hayat sürmenin ne demek olduğunu gösteren bir örnek işlevi görmesidir. Foucault Nietzsche’nin müridi olduğunu iddia ediyordu. 9


Paul-Michael foucault 1926 yılında Poiters’de doğmuştu. Hali vakti yerinde Katolik burjuvazisi mensubu ailesi Foucault 1945 yılında taşrayı terk ederek bir daha geri dönmemek üzere Paris’e gitmişti. Foucault sadece üç yıl süren Fransız komünist partisi üyeliği ve ilk yılarında psikoloji üzerine Pavlovcu izler taşıyan bir kitap yazması dışında 1950’li yılların Maxsizmi ve stalinizmiyle pek bir alakası yoktu. Foucault bu kopuşunun Nietzsche’nin “vakitsiz düşünceleri” ini keşfetmesine bağlamıştı ve hayatı bu noktadan sonra farklı bir yön almıştır. Foucault 1958 yılında Polonya’da görev yapmaya başlayacakken bir şantaj tezgâhıyla Polonya gizli polisi kendisine eşcinsel olduğu için ülkeyi terk etmeye zorlamış ve Foucault’a sosyal statü çok acımasız bir şekilde hatırlatılmıştır. Daha sonra iki yıl Hamburg’da kalmış ve 1960 yılına kadar Fransa’ya dönmemiştir. Fransa’ya döndüğünde Foucault bir”engage “ yani politik sorunlarla ilgilenen, politik sorunlara kendini adamış bir kişi değildi. Toplumsal ilgiye ilkkez 1961 yılında “deliliğin tarihi” tezi ile mazhar olmuştur.Mayıs 1968 olayları birçok insanı, işçi sınıfının yeni merkezileşmiş bir toplum yaratmak için “proleter-olmayan kitlelerle” bir araya geleceği yeni bir toplum tipinin ortaya çıkmak üzere olduğuna ikna etmişti. Foucualt bir süreliğine Lilla’nın deyimiyle bu ilizyonu paylaşmış ve anti- entelektüel propaganda retoriği için akademik sükûtunu bir kenara bırakarak kendisini bu ilizyonun desteklenmesine

adamıştı.

“mücadelesini

verdiğimiz

şey,

bilinçliliği

uyandırmak

değil.”demiş, bir röportajda ise “iktidarı çökertmek iktidarı ele geçirmektir “ demiştir Foucualt. Mark Lilla’nın deyimiyle “Fransız entelektüel çevresinde 1970’li yılların ortalarında gerçekleşen hızlı politik değişim Foucault’u çok derinden etkilemişti. Nedeni ise Lilla’ya göre Foucault’un asla politik bir lider olmamasıydı. Foucault suiviste (başkalarının izinden giden) türden bir insandı. 999 Foucault artık kendisi gibi düşünen ve kendi beğenilerini paylaşan erkeklerden müteşekkil, burjuva saygınlığının sınırlarının ötesinde yer alan daha küçük bir topluluğa dâhil olmuştu. Faucault ilk çalışmalarının temasına “cinsel ahlak” a geri dönmüştür. “politik olan” bir kez daha “kişisel olana” dönüşmüştür.

JACGUES DERRİDA/6. BÖLÜM

10


Derrida’nın Fransa’da 1980’li yıllarda yıldızı sönmeye yüz tutmuşken, politik bağlılıklarına, ilişkin soruların yeniden gündeme getirildiği İngilizce konuşan ülkelerde parlamaya başlamıştı. Bu gelişme Derrida için birçok açıdan şaşırtıcı olmalıydı, çünkü Derrida’nın düşüncesi “Fransız işi” idi. 1990 yılına kadar Derrida dekonstrüksiyonun barındırdığı politik imaları izah etmeye yanaşmamıştır. Fakat daha sonra on yıl içinde politik konularla ilgili tam altı kitap yayınladı. Derrida insanı “Varlığın Çobanı”

addederek Heidegger’in

“sanki manyetik bir çekime

kapılmış gibi hümanizme geri döndüğüne işaret etmişti. Ve metafizik geleneğin gerçek anlamda ancak Heidegger’in bile tuzağına düştüğü, felsefe dilinin “dökanstrüksiyona’a tabi tutulmasıyla “ atfedilebileceğini iddia etmişti. Derrida hem yapısalcılığı hem de Heidegger’i kendi temel kavrayışlarını yeterince ileri bir düzeye taşımamakla suçluyordu. Derrida’ya göre dökanstrüksiyonun asit saldırısını anlatabilecek kadar dayanıklı olan bir kavram vardı:”adalet”kavramı 1989 yılında New York’ta “dökanstüriksiyon ve adalet imkanı”konulu bir sempozyumda konuşmaya davet edilmişti. Yaptığı konuşmadaki amacı dökanstrüksiyonu hukuka uygulanabilecek olması da gerektiğine rağmen adalet nosyonun altını boşaltmak için kullanılmayacağını ve kullanılmaması gerektiğini göstermekti. Hukuktaki sorun Derrida’ya göre otorite temelli kurulup uygulanmasıydı ve bu yüzden hukukun şiddete dayandığını söylüyordu. Derrida bir yandan da adalet kavramının “hukukun dışında ve ötesinde” olduğunu iddia etmeye çalışmıştır. Fakat bu adalet akıl ve doğa vasıtasıyla çözülemeyeceği için bunun bir tek anlamına ulaşmanın yolu “vahiy” dır. Derrida’ya göre sonsuz bir adalet iddiası vardır fakat dünyamıza nüfuz etmez edemez. Derrida dökanstrüksiyonun bir politik programa hizmet etmesine ve can çekişen sola umut etmesini istiyor. SONSÖZ SİRAKUSA TUZAĞI Bu bölüm daha çok de Platon’un Sirakusa’ya gidip gelme maceraları anlatılmıştır. l. Dionysius ‘un zamanında Sirakusa’dan ayrılan platon l.Dionysius’un ölümü ile yarine ll. Dionysius’un gelmesiyle Platon’un öğrencisi olan Dion Platon’u ısrar ile tekrar Sirakusa’ya gelmesini ister. Bundaki amacı ise ll. Dionysius’a felsefi eğitimi verip onun tiran idareciliğinin önüne geçmekti. Fakat karşılarında ll. Dionysius görünce bunun imkânsız

11


olduğunu anlamışlardı. Bunun sonucunda Platon Atina’ya dönmüş, Dion ise savaş meydanına çıkmıştır.

SEMİNER GRUBUNDAN PERVASIZ DAHİLER ESERİ HAKKINDA GÖRÜŞLER Aslıhan KÜSDÜL Kitabın önsözündeki Rousseau'nun sözünü çok beğendiğimi belirterek başlamak isterim. Rousseau şöyle diyor "insan kalbini çalmaya bazı özel hayatları inceleyerek başlarım". Burada Mark Lilla kitaba başlamadan yazacağı şeyleri özetliyor diyebiliriz. Entelektüellerden ve onların düşüncelerinden hala neden vazgeçilemediğini bugün hala neden tartışıldığını anlatmaya çalışan Lilla ilginç hayat öyküleriyle karşımıza çıkıyor fikir sahibi olmak için okunması gereken çok güzel bir eser. Selamet AYDIN Martin Heidegger, Cari Schmitt, Walter Benjamin, Alexandre Kojéve, Michael Foucault ve Jacques Derrida gibi yirminci yüzyıl düşüncesine doğrudan yön vermiş büyük filozofların düşüncelerini politikaya angaje oluşlarıyla ilişkilendirerek tartışıyor. Mark Lilla söz konusu düşünürlerin değerlendirmelerinde izlediği yöntemin değeri çok fazla. Çünkü 20. yy ın önemli düşünürlerin hayatlarını bir biyografi tadında anlatmıştır. Tek tek ele alınan entelektüellere değinmek demek tüm kitabı tekrardan yazmak demek olur.

Ayşe TOKAGÖZ Bu birçok düşünürün biyografisi anlatılmıştır ve hepsinin hikâyesi ayrı ayrı farklıdır. En çok ilgimi çeken birinci bölümdeki Jaspers, Arendt, Heidegger biyografileri ve bunlar arasındaki ilişkidir. Heidegger ‘in Arendt ile aşk yaşaması fakat Nazilere katılıp farklı tavırlar sergilemesi ilginç. Foucault

‘un eşcinsel olması ve düşüncelerini bu yönde geliştirmesi

düşünürlerin bilmediğimiz yanları. Hepsi ayrıcalıklı elit ailelerden gelmesine rağmen ailelerinden ayrılıp özellikle çoğunu Nazi partisine katılması açıklaması zor bir durum. Bunlar bu kitapta anlatılanlardan sadece birkaç örnek. Daha çok farklı ve bilinmeyen tarafları var. 12


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.