Poetika E- Dergi Nisan Sayısı 9

Page 1



Toprağın Jessica, Avuçlarımın içerisinde süzülürken Bir düşten daha arınıyor ruhum... Yaşanılası en gerçek acı olmalı bu; Yokluğun ! Öyle ki Her dokunuşumda yalnızlığa ‘- İncitiyor.’ İnciniyorum.

Ebru Yenicevardarlı


Bir fısıltı süzülürken dudaklarımdan, Öylece duraksıyorum. Söylemek istediklerim miydi bunlar? Belki de sadece kendimi avutuyorum. Bir düş gibi. Korkuyorum..

Ebru Yenicevardarlı

‘ - Gel.’

‘- İstediğim y

‘- Öyle özled

‘- Benliğimd

‘- Bir uyuştu

‘ - Vazgeçem


AVUNTULAR PART III

yalnızca biraz huzur.’

dim ki.’

de ki sen....’

urucu misali.’

miyorum.’


‘ GÖRÜNMEZ SONSUZLUK ‘ Ben sensizlikle boğuldum gecelerde Hayallerimdi yaşatan, beni hayata bağlayan O hayallerde sen olmadıkça ben neyleyim hayatı Ya benimdin sen Ya da o görünmez sonsuzluğun... Gözlerimi kapattım yalnız seni düşündüm tek başıma Yalnız hissederken kendimi sol yanımdın sızlayan Ya benimdin sen Ya da o görünmez sonsuzluğun..

Ufuk Silik


‘NELER GÖTÜRÜR?’ Kalbimi kafese koyduğumu Aklımı sana bağladığımı Bedenimin sensiz olamayacağını Düşündüğüm an Neden sen beni değil de Başka birinin kalbini seçtin. O kalp sana zarar verir Sana zarar veren o kalp Benim kalbimden neler Götürür bilir misin?

Ufuk Silik


MAHKUM Kuş kafesin içinde ağlıyor Sevgilisinden ayrılmış gibi Kuşu kimse duymuyordu Yanlışlıkla parmaklıkların arasına hapsedilmiş Mahkum gibi feryat ediyordu Elinde olsa ağaçkakan olmak isterdi Tahta kafesi parçalamak için . Hiç düşünmedim bu kuş niye Feryat ediyor diye... Artık kuşun hali kalmamıştı. Kanatları dökülmüş Ayağı kanıyordu. Kafesin yanına gidince anladım, Kuşun niye çırpındığını. Kendisi için değil can çekişen, Dişi kuş için ağlıyormuş. Ufuk Silik




İlk Yalanın Aşk insanın içine düşen alevdir Öyleki uyutmaz seni rüyanda Sende uyumak istemezsin zaten Onu düşünmeden geçen zamanda Ufuk Silik Aklın onu düşünür bedenin Onsuz geçen zamanı hissettirir sana Bedenin ondan uzak Kalbin ona nefesin kadar yakındır Bir anda hiç ayrılmayacağız dersin İşte ilk yalanını o anda söylersin


‘- Oysa Josephine...’ Sen, Tanrı’nın bir ‘an’ için nefesinden süzülüp, Tenime bir rüzgar ile hapsolan, Viran topraklarımı yeşertip, Zihnimdeki karanlığı aydınlatan... ‘- En yüce nur gibi...’ Huzurunda ‘aşk’ dilendiğim kadındın... Öyle ki; Kağıda işlenemeyecek kadar narin, Her harfin bürünebileceği en güzel siluetti, Seninkisi ‘aşk’tı Josephine... Bana hiç yakışmayan... Ebru Yenicevardarlı



Hatalar silsilesi üzerine kurulmuş sapmasapan bir yaşam içinde nefes almaya çalıştım hep. Hayatı -ti ye almak isterken hep “aşk” ın acımasız yüzüyle karşılaştım. Onca yıl bitkisel hayatta bir şeyler kurabilmek için debelendim. Duygularımı ortaya koyarak bir şeyler yapmaya çalıştım, şiirler, yazılar yazdım. Ama nafile. Kim benden daha değerli olabilir gibi cümlelerle kendimi avutmaya çalıştım ama sadece anlık bir başarıydı. Sol yanımda eksik olan birileri hep vardı nefes aldığım her an, her saniye, her salise. Hayaller kırılgan apoletler gibidir. Nefes aldıkça omzunuza bir tane daha hayal eklenir ve o apoletler büyür gider. Ayrıca bunlar domino taşı gibidir. Biri kırıldığı zaman ardı arkası kesilmez, önü alınmaz bir hale gelir. Düzen böyledir, böyle olmak zorundadır. Geç kalınmış elvedalar kadar, erken merhabalar da olacaktır, olmalıdır. Normal insanlarda böyledir ama bende şuana kadar böyle bir oluşum olmadı.


Hiç mucizeyle karşılaşmadım. Hep başkaladının mucizesi olmayı umarken bir yığın paramparça hayallerim önümde yığılı halde buldum kendimi. Ama hiç bir şey unutmamak gerek. Hatalarından ders almak diye saçmasapan bir olgu da vardır dünya genelinde. Hiç bir olgunun işlemediği gibi o olgu da işlemedi yaşamın içinde olduğum her anda. Hep bir şeyler ters gitti tam her şey güzel olacak derken. Hep hüzne teslim olacakken aşk kusmayı da bildim. Belki de bu yüzden kaybettim. Edilen vedaların ardı arkası kesilmezken onlardan artakalan bir şey olmadı. Hepsi sol yanımdan bir parça alıp gittiler. Bana bir şey kalmadı. Siz siz olun yüzünüzün çizgileri derinleşmeden tutunmaya çalışın hayata. Bir kulaç bile geç kalmayın yaşam okyanusuna. Geç kalırsanız, gün gelir tutacak bir el bile bulamazsınız. Saçlarınıza kar yağdırmadan bir şeyleri yapın. Baharda tadın yağmuru, sonbaharı beklemeyin sakın. Hayattaki geç mevsimler her zaman acıdır, acıtır. Yalnızlıklar montunu üzerinize giyerseniz kolayca ölemezsiniz. Her gün yüreğinizin depremlerinin enkazında bir yardım eli ararsınız. Ama iş işten geçmiş olur. CEMRE BÜKRÜK


FOTOĞRAFÇILIKTA KOMPOZİSYON ANLAYIŞI Fotoğraflar görünen nesne ya da objeyi fotoğraflamada temel öğe olan kompozisyon kişinin hayal gücünü kullanarak bir fotoğrafta olması yada görünmesi istemediği objeleri kadraj içinde dizayn etmesi olarak bir tanım yapılabilir. Fotoğrafçılığın temel öğesi olan ışık kompozisyon büyük önem teşkil eder. Görüntülenecek olan fotoğraf ışığın geliş yönü hesaba katılması ve kişinin makinede pozlandırmayı sağlayarak objede verilmek istenilen mesaj alıcıda farklı duygular uyandırarak fotoğrafı anlamasına ve yorumlamasına katkı sağlar. Kompozisyonda ışığın farklı şekillerde kullanılmasından bahsedecek olursak şu şekilde bir açıklamada bulunabilirim.


Yanal ışık: Kompozisyondaki konuya ışığın yan taraftan gelmesi ya da bakış açımızı objeye gelen ışığa yan ışık sağlamak için bakış açımızı değiştirerek sağlayabiliriz. Ters ışık: konunun objenin veya nesnenin az veya çok arkasından gelmesiyle oluşur ve objelerde eşit şekilde bir aydınlanma sağlanarak gerçekleşir. Tepe ışığı: Objeye ışığın üst taraftan gelmesiyle oluşur objenin üst tarafı daha ön planda görüntülenirken objenin devamı olan alt taraflar ise leke olarak adlandırdığımız gölge olarak algılanır. Bu şekilde kompozisyonda ışığın önemini açıklamış bulunmaktayız.


Fotoğrafımızı daha da renklendirmek bir heyecan uyandırmak istiyorsak kompozisyonda kullanılan perspektiften yararlanarak gerçekleştirilir. Perspektif uzak nesnelerin uzak yakın nesnelerin yakın görünmesiyle oluşur. Örnek verecek olursak özellikle gün batımlarında güneşin avuç içine alınması, büyük bir binanın küçücük bir tabeladan daha küçük görünmesi gibi örnekler türetilebilir. Perspektifin ayrı bir özelliği ise görüntüde bir hareketliliğin olduğunu izleyiciye aktarır. Bu yöntemle harika görüntüler elde ederiz. Kompozisyondaki bir başka unsur ise Konstrattır. Konstrat fotoğrafta zıtlıkların bir arada kullanılmasıdır. Kompozisyonda diğer öğe armonidir. Armoni ise aynı nesnelerin bir arada kullanılmasıyla oluşan fotoğraflardır.


Bu açıkladığım unsurların ayrı ayrı kullanılabildiği gibi hepsini bir bütün olarak düşündüğünüzde de bu öğeleri vizörden bakarken aklınızda bulunması fotoğraflarınızı daha anlamlı ve başkalarına hoş görüntüler sunabileceğiniz kareler yakalamanızda katkı sağlayacaktır. Unutmayın, ‘ Fotoğraflar siz hayal ettikçe güzelleşir.’

Samet Köse




47 Ronin, sadakatin ve onurun omuzlarda yükseldiği uzak doğunun gizemli atmosferinde geçen gerçek bir hikayenin filmi. Japonya’nın Shogun liderliğinde eyaletlerle yönetildiği ve her eyalet liderinin samuraylarıyla topraklarını koruduğu dönemde geçen öykü, doğaüstü varlıklar, canavarlar, cadılık ve büyü gibi kavramlarla mistik bir ülke sunuyor. Carl Rinsch’in yönetmen koltuğuna oturduğu filmin senaryosu Hossein Amini ve Chris Morgan tarafından kaleme alınmış. Filmin başrollerinde ise Keanu Reeves, Hiroyuki Sanada ve Kô Shibasaki bulunuyor. Derebeyleri Lord Asano (Min Tanaka), rakip beyliğin derebeyi Lord Kira (Tadanobu Asano) tarafından İmparator Shogun Tsunayoshi’nin (Cary-Hiroyuki Tagawa) Ako’ya düzenlediği ziyaret sırasında suikast ile öldürülmesi ve Shagun tarafından Ronin ilan edilmeleri 47 samurayın intikam almak için birleşmesine sebep oluyor. Bu kan davası uğruna 47 samuray bir araya gelip başa gelen yeni derebeyini devirmek ve derebeylerinin intikamını almak için türlü testlerden geçerek maceraya atılıyorlar. Bütün bunlar olurken birçok Japon efsanesine tanıklık ediyoruz ve 47 ronin ihtişamlı mekanlardan geçerek filmin büyüsüne büyü katıyor. Özellikle mekanların izleyiciye sunum şeklini çok beğendim. Genellikle bu tür filmlerde mekan tasvirleri filmi ayakta tutan ögelerin başında gelir. 47 roninde de buna çok dikkat edilmiş. Kurgu ‘intikam’ olarak algılansa bile özünde intikam olmayan Çin ve Japon kültürlerinin aktarıldığı filmlerde olduğu gibi fedakarlık, sadakat, onur ve irade gibi kavramlar senaryo ile harmanlanarak karakterler aracılığı ile izleyicinin beğenisine sunulmuş. Film ne kadar fantastik kategorisi altında yer alsa da filmde bulunan mitolojik ögeler tam kıvamındaydı. Ne çok efsanevi ne de çok sıradan.


Keanu Reeves, film afişlerinde ne kadar önplanda dursa da filmde tam bir başrol oyuncusu olamamış. Ama izlerken asıl başrol oyuncusunun o olduğunu anlamakta da pek zorlanacağınızı zannetmiyorum. Film ‘PG-13’ sertifikası (+13 yaş sınırı) almış olsa bile ailenizle beraber izleyebileceğiniz ve birçok ders çıkaracağınız muhteşem bir yapım.

Furkan Özden





Elsa (Idina Menzel) ve Anna (Kristen Bell) oyun oynarken yaşadıkları bir kaza sonucunda Anna’nın Elsa’nın sihirli güçlerinden haberi olmaması gerekmektedir. Bu olaydan sonra Elsa ve Anna’nın ailesi sarayı dışa kapalı bir hale getirir ve kimsenin Elsa’nın gücünü öğrenmemesi için çaba sarf eder. Gün geldiğinde Elsa reşit olur ve taç giyme töreni düzenlenir. Bu sırada gücünü kontrol edemez ve işler karışır. Bu saatten sonra Anna, kız kardeşi Karlar Kraliçesi Elsa’yı Arendelle üzerine getirdiği kış mevsimini yaz mevsimine çevirmesi için ikna etmesi gerekmektedir. Anna, masalsı mekanlar ve sihirli yaratıklar eşliğinde bu yolculukta birçok kişiyi arkadaş edinir. Senaryosu Jennifer Lee, Shane Morris ve Hans Christian Andersen tarafından yazılan animasyon filmi Frozen 2014 yılında düzenlenen 86. Oscar ödül töreninde “En İyi Animasyon Film” ödülünü aldı. Müzikal yönü ağır basan filmde genelde her animasyon filminde olduğu gibi olumlu ve hayata dair mesajlar verilmiş. Mekanların senaryoya uygun bir şekilde muhteşem ve büyüleyici bir havası vardı. Efektler oldukça kaliteli ve bir o kadar da şirindi. Karakterlerden sandığımın aksine Anna daha önplandaydı. Elsa olsa daha mı iyi olurdu bilemem ama Anna da yakışmış başrole. Başrolde olabilir ama favori karakterim Elsa’ydı. Erkek karakterlerden Kristoff senaryonun kopmamasını engelleyen karakterdi. Olaf ’da da Buz Devri serisindeki Sid havası vardı. Ortama neşe katan küçük sevimli yaratık... Öte yandan Anna karakterini seslendiren Kristen Bell’in sesi karaktere tam oturmuş. Aynı şeyi Elsa’yı seslendiren Idina Menzel için de söyleyebilirim. Ve filmin beni en çok etkileyen kısmı, soundtrack. Filmde Idina Menzel’in seslendirdiği “Let it Go” şarkısı harikaydı. Aynı şarkıyı Demi Lovato’dan da dinledim. O da süper. Ama Idina Menzel’den dinleyince film kafamda canlanıyor ve Elsa’nın özgürlüğüne kavuştuğu an aklıma geliyor. Filmi izlemeden önce bir anlam ifade etmezdi ama şimdi...


Özellikle o sahnede tüylerim diken diken oldu. Hemen burada klibe ve şarkı sözlerine yer veriyorum: Let it go Boş ver, bırak kendini. Let it go Boş ver, bırak kendini. Can’t hold you back anymore Seni artık tutamam. Let it go Boş ver, bırak kendini. Let it go Boş ver, bırak kendini. Turn my back and slam the door Dönüp git, çarp kapıyı yüzlerine. The snow blows white on the mountain tonight Kar, dağların üstünde parıldıyor bu gece. Not a footprint to be seen Görünmüyor tek bir ayak izi. A kingdom of isolation and it looks like I’m the Queen İzole edilmiş bir krallıkta ve görünüyor ki bende kraliçeyim. The wind is howling like the swirling storm inside Rüzgâr, içimdeki girdap gibi uğulduyor.


Couldn’t keep it in, heaven knows I tried Elimden geleni yapsam da içimde tutamadım, Tanrı biliyor. Don’t let them in, don’t let them see Görmesinler, alma onları içeri. Be the good girl İyi bir kız olman gerek, You always had to be her zamanki gibi. Conceal, don’t feel Gizle, hissetme. Don’t let them know Onların bilmesine izin verme. Well, now they know Peki, şimdi biliyorlar. Let it go Boş ver, bırak kendini. Let it go Boş ver, bırak kendini. Can’t hold you back anymore Seni artık tutamam. Let it go Boş ver, bırak kendini.


Let it go Boş ver, bırak kendini. Turn my back and slam the door Dönüp git, çarp kapıyı yüzlerine. And here I stand, and here I’ll stay İşte buradayım ve burada kalacağım. Let it go Boş ver, bırak kendini. Let it go Boş ver, bırak kendini. The cold never bothered me anyway Soğuk bana dokunmuyor nasılsa. It’s funny how some distance Ne tuhaf, biraz uzaklaşınca Makes everything seem small her şey ne kadar da küçük göründü. And the fears that once controlled me Bir zamanlar beni kontrol eden korku... Can’t get to me at all artık işleyemez bana. Up here in the cold thin air Buranın yukarısı soğuk ince havada


I finally can breathe Sonunda nefes alabiliyorum. I know left a life behind but I’m to relieved to grieve Biliyorum arkamda bir hayat bıraktım ama yas tutmak için rahatlamak üzereyim. Let it go Boş ver, bırak kendini. Let it go Boş ver, bırak kendini. Can’t hold you back anymore Seni artık tutamam. Let it go Boş ver, bırak kendini. Let it go Boş ver, bırak kendini. Turn my back and slam the door Dönüp git, çarp kapıyı yüzlerine. And here I stand, and here I’ll stay İşte buradayım ve burada kalacağım. Let it go Boş ver, bırak kendini.


The cold never bothered me anyway Soğuk bana dokunmuyor nasılsa. Standing frozen in the life I’ve chosen Seçtiğim hayatta donmuş duruyorum. You won’t find me, the past is so behind me Beni bulamayacaksın, geçmiş benim çoktan arkamda kaldı. Buried in the snow Karın içinde gömülü kaldı. Let it go Boş ver, bırak kendini. Let it go Boş ver, bırak kendini. Can’t hold you back anymore Seni artık tutamam. Let it go Boş ver, bırak kendini. Let it go Boş ver, bırak kendini. Turn my back and slam the door Dönüp git, çarp kapıyı yüzlerine. And here I stand, and here I’ll stay İşte buradayım ve burada kalacağım.


Let it go Boş ver, bırak kendini. Let it go Boş ver, bırak kendini. The cold never bothered me anyway Soğuk bana dokunmuyor nasılsa.

Furkan Özden





Türkçeye Hız Tutkusu şeklinde çevrilen Need for Speed filminin yönetmenliğini Scott Waugh, senaristliğini ise George Gatins ve John Gatins üstlendi. Başrollerde Breaking Bad dizisinin yıldızı Aaron Paul’a, Dominic Cooper ve Imogen Poots eşlik ediyor. 130 dakikalık aksiyon ve gerilim dozajı yüksek filmin tüm sahneleri Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde çekildi. Filmin hikayesi ise şöyle; Ailesinin Marshall Motors adlı otomobil tamirhanesini arkadaşlarıyla birlikte işleten Tobey Marshall (Aaron Paul), babasının ölümünün ardından kendilerine kalan borçları temizleyebilmek için var gücüyle çalışmaktadır. Mesai saatlerini otomobil tamiratıyla geçiren Tobey, hafta sonlarını da otomobil yarışlarında yarışarak geçirmektedir. Yarışlarla birlikte arabalara ve adrenaline duyduğu tutku gün geçtikçe artarken, Dino Brewster (Dominic Cooper) isimli düşmanından büyük bir teklif alır. Son derece zengin bir adam olan Dino, Tobey’den dünyanın en hızlı ve donanımlı Mustang’ini yapmasını ister. Tobey de borçları için gerekli olan parayı böylece tamamlayabileceğini düşünürek bu teklifi kabul eder. Bu esnada yeni bir yarış hazırlığı başlar ve bu yarışta Tobey ile Dino rakip takımlarda yarışacaklardır. Ancak bu yarış bir ölümle sonuçlanır ve Dino suçu bir şekilde Tobey’nin üstüne yıkar. Tobey iki yılını hapishanede geçirecek, ardından intikam hırsıyla Dino’yu esaslı bir yenilgiye uğratmaya çalışacaktır.


Film vizyona girmeden önce senaryoyu okuduğumda güzel bir şeye benzeyebilir belki daha ilk filmden Hızlı ve Öfkeli serisine rakip olabilir diye düşünmüştüm. Filmi izledikten sonra bu düşüncemden eser kalmadı. O kadar vasat bir film değil ama yönetmenin neye dikkat çekmek istediği apaçık ortadaydı. Filmin başrolüne Aaron Paul’u koyarak rant elde etmeye çalıştığı ortada. Çünkü kadro öyle ahım şahım bir kadro değil. Filmdeki tüm araçların milyon dolarlık araçlar olması hiç de şaşırılacak bir durum değil. Çünkü, filme bakıldığında diyalogların sığ kaldığını fark etmemek elde değil. Oyunculuklar da bir o kadar sıradan. Mimikler desen zorla yaptırılıyormuş gibi. Senaryo iki kişi tarafından yazılmasına rağmen çok basit kalmış. O milyon dolarlık araba filosuyla bambaşka bir film çekilebilirdi. Dikkat ettiyseniz araçların markalarının geçtiği diyaloglarda marka isimleri sonuna kadar söyleniyor. Özellikle Ford Mustang Shelby filmde sürekli tekrarlanan araba markalarında başı çekiyor. Filmden çıkınca zengin bir iş adamı veya o tür biri bana ‘Hangi arabayı tavsiye edersin?’ diye bir soru yöneltse anında Ford Mustang Shelby markasını verirdim. O kadar beynime işledi yani.


Arabalardan bahsederken şu konuya da değinmeden edemeyeceğim. Dünyada çok nadir bulunan o arabalardan filmin sonuna geldiğimizde kaç tanesi sapasağlam duruyordu dersiniz? Bir mi? İki mi? Yoksa üç mü? Oysa ki filmde en az 10’u aşkın son model araçlar vardı. Yönetmenimiz belki de bu kadar arabayı parçalayıp izleyiciye bir şeyler kanıtlamaya çalışıyordu? Belki de senaryonun basitliğine takılmamamız için bize uğraşacak bir şey verdi? Film genel itibari ile çok kopuk ilerledi. Bunun nedeni de yine yönetmenin birçok yerde ‘2 yıl sonra’, ‘178 gün sonra’ gibi ifadelere yer verip herşeyin aynen devam ettiğini göstermesiydi. Düşünsenize adam filmde hapse giriyor. 5 saniye sonra ‘2 yıl sonra’ yazısı geçtikten sonra adam hapisten çıkıyor. Sonra yarışlara aynen devam. Hayır yani bu adamda 2 sene de hiç mi değişiklik olmadı? Sakalla bıyığı geçtim. Hiçbir şey olmamış gibi yarışlara devam etmek ne kadar gerçekçi? En azından geçmişinden ders alması gerekmez miydi?




Nedense bunlara rağmen filmi sıkılmadan izledim. Özellikle üstüne basa basa söylüyorum. Ses efektleri muhteşemdi. Yönetmeni bu konuda takdir ediyorum. Sağ olsun motor seslerinin olduğu sahnelerde motor seslerine karışacak başka bir ses koymamış. Böylece motor sesleri kulaklarımızın derinliklerine kadar girmeyi başardı. Zaten filmin Türkçeye çevrilmiş adına ve karakterlerin davranışlarına bakarsanız filmde önplana çıkan sadece ‘Hız’dı. Son olarak söylemek istediğim bir şey daha var. Sinemadan çıktığımızda saat 00:10’u gösteriyordu. Alışveriş merkezinden uzaklaşırken otoparktan çıkan araçları görmeniz lazım. Motoru bağırttıran mı dersin, arabayı otoparktan kaydırarak çıkaran mı dersin? E yani adamlar da bir yerde haklı. O kadar hızlı giden aracı görüp o kadar motor sesi duyup o kadar yarış izleyip o arabayı düzgün kullanmak olur mu? Filmi bu kadar olumsuz eleştiri yağmuruna tutmama rağmen izlemeyin demiyorum. O kadar kötü yanı olduğu halde kendini izlettiriyor. Gitseniz pişman olmazsınız. Furkan Özden






Filmin fragmanını gördüğümdeki ilk tepkim ‘- Bu film izlenir.’ olmuştu. Başarılı isimlerden oluşan, İnsana izlediğinde insanlığını yeniden hatırlatan, Sorgulatan bir yapıt. İlk başta izlemeyenler için bir ön bilgi verelim; Nuh peygamber rolünde Akademi ödüllü Russell Crowe ve ona eşlik eden diğer isimlerden Jennifer Conelly, Emma Watson ve Anthony Hopkins… - Kabil’in soyundan gelen insanoğlu, Tanrı’nın yolundan saparak kötülük ile dünyayı yaşanmaz bir hale getirir. Hırsızlık, ahlaksızlık, cinayet normal bir hale gelir. Bir gün Nuh, rüyasında Tanrı’nın onu tufana karşı uyardığını görür. Nuh’un bu tufan için bir gemi inşa etmesini ve yaşayan tüm hayvan cinslerinden bir çift almasını ister. Tufandan haber alan insanoğlu geminin içine girmek için Nuh’a saldırı düzenler. Açıkçası anlatılmak istenilenin yüzde doksanının seyirciye eriştiği bir film olmuş. Gelişme bölümünden sonuca gidilirken biraz bocalanmış ve basit bir final ile son bulmuş. Beklenilenin çok altında bir sahne olduğundan dolayı filmde tek beğenmediğim sahne, son sahnesiydi. Birde kendini anımsatmak için ortaya çıkan elma ve yılandan oluşan o küçük sahne filmin yine bocalamasına sebep olan sahnelerdendi. Bir nevi gerçeklik kaybı oluşturan etkenlerdi.

Ebru Yenicevardarlı


Vera Kissel tarafından kaleme alınan ve 1 saat 20 dakika süren oyunu Türkçeye Yücel Erten uyarlamış. Oyuncu kadrosunda Mine Tüfekçioğlu, İpek Büyükakın, Kutay Şahin, Mehlika Balkan, Sevinç Erol, Tuba Karabey, İdil Arıkan ve Suna Selen’in bulunduğu Kalpak bir perdeden oluşuyor ve İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinin denk geldiği Nazi Almanyasında geçiyor. Almanya’nın mağlubiyetinin belirginleşmeye başladığı zamanlarda Elsbeth (Mine Tüfekçioğlu) adındaki bir kadın evine sığınan bir Rus askeri olan Nikolay Kalpak’ı (Kutay Şahin) saklamaktadır. Birlikte geçirilen vakitler, savaşın acı yüzüyle birleştiğinde, Elsbeth ve Kalpak’ın birbirleriyle ilişkileri enteresan bir boyuta ulaşır. Savaş yalnızca iki düşman taraf arasında verilmez. Asıl savaş insanın, özellikle de bir kadının kendisiyle verdiği savaştır. Oyun savaş atmosferine uygun bir şekilde tasarlanmış siyah-beyaz bir dekora sahip. Oyunun dekor tasarımcısı Behlüldane Tor savaşın karamsar ruhunu seyirciye yaşatmak istemiş anlaşılan. Fakat biraz daha sade olsa daha iyi olurdu sanırım. Karakterlerin davranışları ve ruh halleri tamamen savaş ruhuna bürünmüş haldeydi. Sekiz oyuncu da bütün oyun boyunca birbirini tamamlar nitelikte oyunculuk sergiledi. Suna Selen Nine rolüyle dikkatleri üstüne çekti kanımca. Suna Selen’i bu zamana kadar hep televizyonda görürdüm. Canlı bir oyununu izlemek bugüne kısmetmiş. Kendisini yüzünden değil de sesinden tanıdım açıkcası. Mine Tüfekçioğlu’nun canlandırdığı karakter Elsbeth ise oyunu ayakta tutan karakterdi. Nikolay Kalpak ve Elsbeth arasında geçen diyaloglarda mimikler oldukça belirgindi. Martha rolünü üstlenen İpek Büyükakın’ın da oyunculuğuna diyecek yok. Yapmacıklıktan uzak, kaliteli bir oyun sergiledi. İkiz rolleriyle öne çıkan Tuba Karabey ve İdil Arıkan’ın da oyuna tat veren oyunculuklarını unutmamak gerek. Bayan Münchberger rolündeki Mehlika Balkan olmasa oyun pek birşey kaybeder miydi? Sanırım hayır. Arada bir sahneye gelip gitti. Oyuna izlenebilirlik açısından katkısının olduğunu söyleyemeyeceğim. Ama rolünün de hakkını verdi.


KALPAK ( 2014 ) İSTANBUL DT

Baş kahramanımız Nikolay Kalpak’a gelelim. Senaryoya baktığımızda Kalpak’ın savaşta esir düşmüş ve Alman toplama kamplarında kalmış bir Rus askeri olduğunu görebiliriz. Ama oyuna baktığımızda ne kadar omuzlarını düşürmeye çalışsa da gayet iyi beslenmiş ve fit bir vücuda sahip olduğu gözlerden kaçmıyor. Sergilediği monologlarla da beni derinden etkilediğini söylemeden edemeyeceğim. Kalpak oyunu için Hakan Ateş’in derlediği müzikler ve Sena Pınar Sum’un seçtiği gri renk tonu ağır basan kıyafetler ile dekordaki savaş atmosferi seyirciye her dakika hatırlatılmak istenmiş.

Furkan Özden



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.