Poetika E- Dergi Sayı 6

Page 1



Şiir Yazmak Köleliktir

Dediklerim çıkmamalıydı Sen üzülmemeliydin Gözlerin ağlamamalıydı Ellerin silmemeliydi üzüntülerini Dudaklarına değmemeliydi gözyaşların Ben senin ağlayışını görmemeliydim. Sen ağlarken bende yanında olmalıydım Bende ağlamalıydım senin gibi Benim de gözlerim ıslatmalıydı gamzelerimi. Yere tek düşmemeliydi damlalar. Keşke dediklerim çıkmasaydı Sen üzülmeseydin Ben mutsuz olsaydım. Sevgilim gözlerin bana öyle merhaba sundu ki Sarhoş oldu tüm duygularım, üç günlük dünyada.

Ufuk SİLİK |17.12.2013|


KALABALIK KADIN

Gözlerim yanıyor benim, bazen ağlamaktan bazense uykusuzluktan. Çoğunca ağlamaktan ama… Kirpiklerim hep ıslak, gözlerim kör değil ama göz kapaklarım kor benim. Bu yüzden sıcak ve samimi olduğumu sanıyorlar sanırım. Ben sevgilim, Kalabalık bir kadınım, Çok insan tanıdım. Serseriler, şairler ve yazarlar, patronlar ve patronluk taslayanlar, homolar, heterolar, homofobikler, apolitikler, anarşistler, komünistler, ateistler ve deistler, müslümanlar, korkaklar, anneler ve kız çocukları, saçlarına sigara kokusu sinen kadınlar ve onları terk eden adamlar, kindarlar, dindarlar, ön yargılılar, acemiler, kemalistler, egoistler ve faşistler, aleviler, sünniler, şafiler… Sevgilim bu liste böyle uzar gider. İnsanları sınıflandırmak için çok fazla kategori var, O kadar çok ki insanlar, insanlıklarını unutuyorlar. Sevgilim sen insansın, ve bir adamsın sonrasında. Biraz hatırla. Hangi adam göğsünde uyuttuğu ve omzunda ağlamasına müsaade ettiği bir kadını böyle yaralar?


Sonra o kadının öptüğü teninde bir odayı başka bir kadına, Yalnız duymadın; o odayı başkasına nasıl kiralar? Bak gözlerimin korluğundan yazıyorum bunları, Avuçlarına değil ama omuz çukurlarına bir dünya sığdırdım. Görmezden geldin. Göz çukurlarımı ateşe verdin, iyi mi ettin? “Seviş bir kadınla, bu sorun değil ama Bir kadının saçlarını koklama.” Demiştim sana zamanında. Geçmişten söz etmenin pek zamanı değil ama heybemde bir tek onlar var. -Geleceğinden umudu olmayan bir kadının, Pişmanlık dahi duysa geçmişidir en büyük varlığı.-

Geçmişimden geçip gidişini seyredişim kadar acı vericiydi Başka bir adamın hayaline tutunmaya çalışmak. Yani sevgilim, sen pek anlamazsın fakat çaresizlik epey sakat bir mesele. Senin başkasıyla evleneceğin gerçeği beni tüm uzuvları kesilmiş herhangi bir canlı kadar çaresiz kılıyor, mesela. Sen elbette anlamıyorsun, bunu da. Sağlık olsun sevgilim, solluk olacağına. Solumda bir katliama daha hazır değilim anlayacağın. Ben bir adama “bana aşık ölür müsün” diyorsam, Bu evvela senin yüzündendir. Yüzünde gezinen dudakların sahibi o kadın yüzündendir. Ve sevgilim, bir bak hüznümün güzelliğine Kirpiklerimin taşıyamadığı yaşlar muhtemelen o geceden beri yüzümdedir.

Mavi Tuğba KARADEMİR


RASTGELE Hayatın tüm azizliklerine rağmen ayakta durmaya çalışan bir adamdım aslında.

22 yaşında, boş zamanlarında en güzel intihar eylemlerini düşünen, kalan zamanlarında da bira ve fazlaca sigara içen biriyim. Sabit bir işim olmamakla beraber param bittiği zamanlarda barlarda çalıştıktan sonra paramı bitirene kadar gezip, çarçur eden biriyim.

2008 yılının Haziran ayında Bodrum’a yine barmenlik için gitmiştim. Her şey yine olması gerektiği gibi süregeliyor, işten eve evden işe hayat yaşıyordum. Fazlaca sosyal hayatım olduğu söylenemezdi. Ta ki onunla tanışana kadar.

Sabaha karşı bardan içeri o girdi. Olması gerekenin aksine gözler onun üzerinde değildi ki nedense benim gözüm onda takılı kaldı. Bir an önce gelse de içki ısmarlasam diye gözünün içine bakıyordum. Çok güre geçmeden geldi, bira istedi ikram ettim. Pas vermiyordu bana. Bir kelime konuşsa paragrafları önüne yığacaktım ve belki de hoş bir sohbetimiz olacaktı. Kendi başına yaklaşık 2 saat içtikten sonra tam kalkıyordu ki elimi uzatmamı istedi. Uzattım ve avcuma numarasını yazdı, çekti gitti. Olayların nasıl geliştiğini anlamadan oldu her şey. Anlıktı. Hafif meşrep biri mi yoksa gerçekten bakışlarımdan etkilenen biri mi olduğunu anlamamıştım. Elimdeki numaraya bir kaç dakika bakakaldım ve hemen bir kağıda yazdım. İşten çıktım, evin yolunu tutarken gözleri aklımdan çıkmıyordu ve ne yapacağımı bilmiyordum. Bir sonraki gün işe geç gideceğim için günümün çoğu boş olacaktı. Onu arayıp buluşabilir, bir şeyler içerken sohbet edebilirdik. Evet bu güzel fikirdi. Bunun hayaliyle birden uykuya daldım.

Kalktığımda öğlen olmuştu. Sigara ve kahve ile kahvaltımı yaptıktan sonra bardan aldığım viskiyi yudumlarken elimde numara diğer elimde telefon çılgınlar gibi düşünüyordum. Acaba aramalı mıydım ?


Normalde çekingen bir insan tipiydim. Ama o farklıydı, öyle olmalıydı. Amacım farklı değildi. Bir cafede kahve içerken muhabbet etmek istiyordum. İstediğim çok fazla bir şey değildi aslında. Sonunda aramaya karar verdi. Numarayı çevirirken elim titremedi değil. Telefon çalmaya başladı. Bir, iki derken tam kapanacakken karşıdan kadife sesli bir bayan açtı telefonu.

- Alo - Merhaba ben, şey geçen geceki barmen. Nasılsınız ? - İyiyim teşekkürler, ya siz ? - Teşekkür edrim. Sizinle görüşmek, karşılıklı kahve içmek istiyorum eğer müsaitseniz tabii ki. - Tabii. Saat 18.00 uygun mudur ? - Evet barda buluşalım ordan doğru gideriz. - Peki. Görüşmek üzere.

Yapılan 50 sanielik görüşme sanki bendne habersiz yapılmış, kafama silah dayamışlar ve ölüm tehtidi ederek bu görüşmeyi yaptırmışlar gibiydim. Bir sigara yaktım ve düşünmeye başladım. 5 saatim vardı ve ben ne yapacağımı, ne konuşacağımı henüz bilmiyordum. Tamam buluşacaktık, kahve içecektik ve konuşacaktık. Ama içeriği ne olacaktı ? Sizden hoşlandım diye giremezdim konuya çok abes kaçardı. Çünkü o kadar kısa sürede bir insan başka bir insandan hoşlanamazdı. Yoksa hoşlanabilirmiydi ? Sevmek, hoşlanmak sadece bir ana mı aitti yoksa olayları takip eden süre dahilinde oluşan duygu oluşumu muydu ? Ayrıca bir insandan hoşlanmak, onu sevdiğin anlamına mı gelirdi ? Bir insandan hoşlanmak için sadece dış görünüşü mü etkiliydi ? Eğer bunun cevabı hayırsa benim hissettiklerim hoşlanamak değil, sadece beğenmek olabilirdi. Belki de sizi beğendim diyebilirdim. Ama adını bile bilmiyordum henüz. Bunları düşünürken bir sigara yakıtm. Aklımda onlarca soru vardı ve ben şu anki psikolojimle bunlara cevap verecek güçte değildim. Hepsini bir kenara atıp doğaçlama gelişmeliydi belki de her şey. Eve, bu daha mantıklıydı çünkü karşı tarafın benim hakkımda ne düşündüğünü bilmiyordum. Belki de ilk ihtimal gibi hafif meşrep biriydi ve kahvelerimizi içtikten sonra ücreti karşılığında benimle güzel bir gece geçirecekti. Gece fazla uyumadığımdan biraz uyumaya ihtiyacım vardı. 1-2 saat uyusam iyi olurdu. Telefonumun alarmını kurdum ve uyumaya çalıştım. Cemre BÜKRÜK


GİDİŞLERİNE SAKLA BENİ Gidişinin ardından durdum öylece, Anılarımdan uzaklaştın, ben sere serpe. Nisan sıcağında, buz kesti ümitlerim. Gözlerimi kıstım, daha iyi baktım. Hangi yüzündü geleceğime perde indiren. Hangi yüzündü onlarca anıları bir anda unutuveren ? Anlayamadım... Bedenimi defnettim, gidişlerini örttüm üstüme. Bir daha hiç acımayacak kadar kalın... Çok sevmiştim aslında. Kalbimi çıkarıp eline verecek kadar, İte kaka oynatacak kadar nedenlerimi, Gururumu yerin dibine sokacak kadar. O, anlamadı... Sigara dumanının paçasına yapıştım. Alkol desen, kanıma karıştı sorgusuzca. Hafif gözlerim de bozuldu, seçemiyorum artık insanları. Her dönüş yolunda, karıştırıyorum bedenini. En sessiz anımda vurdun, hıçkırdım. Sen düşerken kalbimden, Düşlerim düşlerinden düştü. Ölüm bile benden almaya cesaret edemezken seni, Nedenler çiğnedi geçti beni. Kalkamadım, yaralandım. Geceydi, sessizce ardına bakmadan gidişin var gözümün önünde. Beynim narkoz aldı, yürüyemedim ardından. Nereye gitsem şimdi, korku dolu bakışlarımla, Adını bile hatırlayamıyorum darmadağın hafızamla. Şahane ölümler biçiyorum kendime, Adın olmadan ! Çok karanlık, faili belli aslında ama meçhul Ölüm de belli ama zamanı meçhul... Cemre BÜKRÜK


AŞK BİTTİ Ve eminim ki, döneceksin gittiğin yerden. Kapılarımı açık bıraktım kalbime dönebilmen için . Belki bazen aklına geliyorumdur. Gururuna sarılmış, göz kırpıyorsun uzaktan. Yere atıp çiğneyemiyorsun. ağır yüklerini taşıyorsun. Ben kanıyorum, sen bitiyorsun.. Ve bil ki; sen nereye gidersen git, senin kokunu bilirim, kokladıkça şah damarlarıma dolanır hayallerim. Yok sayamam seni, susarım, beklerim.. Takvimimden günlerini eksiltirim bir bir, gelince seni delice öper, ellerine değdiririm çürüyen ellerimi.. Şimdi ben, gözlerim kapalı volta atıyorum sokakları sensiz kalmış virane şehrimde, ellerimde nikotin kokusu, beynimde gelişinin senaryosu, kalemimde sana adamnış vazgeçişlerin bilançosu.. Ne olur dön sevdiğim, sensiz bütün bu yaşadığım olaylar cehennemin fragmanı sanki. İnsanım ya, ottan da olsa yaşamaya çalışıyorum, sokakta ne zaman saçlarını geriye atan tatlı bir kadın görsem, kanım çekiliyor, ölecek gibi oluyorum. Senin sıkıştırdığın gibi, kalbimde sıkıştırıyor o an beni, nefesimi duyamıyorum. Soğuk taş kaldırımlarda, doyuyorum arkadaş tesellileriyle yalan yanlış.. Çok yakında benim doğum günüm sevdiğim. Bilirsin şarabı severim, Kadehim masamda yıllanıyor yenik göründüğüm her yoksul bakışlarında. Telefonun elinde biliyorum, aramak istiyorsun. Cesaretini toplayamasan da inadını çarpıp duvarlara vurup kıramasan da, hasretini gözyaşımdan ıslak kalbine sokamasan da kırılmışlığında, seni bekleyeceğim avuçlarıma bıraktığın hüznün ölüm kokan karanlığında. Hadi sevdiğim al beni kurtar, Beni yaradan almadan yanına, sen al...

Cemre BÜKRÜK


Düş Göçü

Toprağın çekiliyor avuçlarımdan, Bir düş daha göç ediyor ıssız kente... Akrep, yelkovana hasret halde iken Ne zaman geçmek biliyor Ne de hüsran... Sanki Çalan her nota bir dua barındırıyor; Geri dönmen için... Oysa geri dönüş öyle bir hayaldi ki, ‘Biz’ yoksunlarının sefil halde diledikleri... Bu hayallerle avunan her ruha saplanırdı acı Gerçeği göstermek uğruna... Ve gerçek, Tüm masumiyetinden arınmıştı. Aynı, Mezarın gibi...

Ebru YENİCEVARDARLI


Sessizlik Mahzeni Hüznün topraklarında bir melek parçalarken kanatlarını, Bir satırda daha yitip gidiyor aşk ! Ve şair, Son kadehinde sek içiyor anılarını En acımasız notalara basarken sokak kenarında çalan kadın; Yalnızlığı bir darbe gibi savuruyor sonsuzlukta ! Sen 'biz' kalmalıydın Josephine ! Hak etmediğim bir döngü sömürüyor ruhumu, Şimdi; Bu sessizlik bana mezar olmalı. Acımasızlığında çürüyorum.

Ebru Yenicevardarlı


HÜZÜN TUVALİ

'' - Şimdi, Bir melek resmediyor hüznü Ve umut erişiyor göğe; yitik halde... Aşk ise kaybolmuş; Uçsuz bucaksız sokaklarda... Bir tinerciye göre; Cam kırıklarında... Bir çocuğa göre de; Annesinin kalbinde saklanmış. Sığınılmış düşlerin ardında Can çekişen bir duyguydu oysa... Ve Tüm gözyaşları birer birer ' Siktir et' e dönüştüğünde Hüzün en karamsar rengine bürünür Yalnızca sırıtırdı. İşte o an bir meleğin avuçlarında Parçalanırdı bir tuval...

Ebru YENİCEVARDARLI


Saçların Merak Konusu Duygularımda Sen sadece bir bana mı güzel görünüyorsun? İnşallah öyledir, başkasın bakmasın, haram onlara. Bir ben şiir yazmalıyım sana Bide Tanrı yazmalı seni kaderime. Bugün çok güzel giyinmişsin Aslında her zaman öyle giyiniyorsun da, Bilmem işte bugün daha bi güzelsin. Seni yazmam için şiir zaten bahane değil mi? Şiir gibi gözlerin var vesselam. Saçların da merak konusu duygularımda. Bana hiç alıcı gözüyle bakıyor mu kalbin? Öyle mülteci gibi değil ama Anadolu gibi. Gözlerin demiştim, gülün dikeni kadar güzel. O gözler çok can yakar, yakmasın Ben yanayım yeter. Tanrı bizi seviyor, Sevdiği için bizi birbirimizle sınıyor. Tanrı gerçekten bizi seviyor.

Ufuk SİLİK |09.12.13|19.26|


‘‘O Adam’’ Kapının ardından masumca Bakan aşk, bakmıyor artık Gündüzler sıcaklığını kaybetti Sonbahar terk etti ilkbaharı. Gecenin on ikisini bekleyen Bankta oturan Aşk çilesi çeken Sevdiğinin saçlarını okşama hayali Kuran hayalperest Ve lanet olası gururu olan Aşık yok artık. Yalnızlığı bozuk bir saat gibi gösteren Denizlerdeki engelleri tek tek aşan Beyaz pelerinli kadın yok artık. Yelkovan yeni bir günü kucaklarken Yalnızlığı kucaklayan, Gözyaşlarını kâğıda damlatan O duygusal adam yok artık. Yalanların ardına gizlenmiş Gözleri beklemekten yorgun Aklı düşünmekten durgun Bedenler yok artık.


Siyah sis bulutlarını yarıp Saat on ikiyi on gece kapıyı açıp İçeri giren masum kadın yok artık. Gecelerinden sigarayı, içkiyi çıkaracak Sevdiğinin ismini kâğıtlarda buluşturan Sevdalı adam yok artık. Kimse onu bilmesin diye yalandan Yalnızlığı, yazıyorum diyen Yalancı adam yok artık. Yalnızlığa elveda deyip Mutluluğa koşacak O heyecanlı adam yok artık. Sevdiği ağlayınca ona bir şey olunca Sol tarafı acıyan, ruhu azap çeken Seviyorum – sevmiyorum masalını oynayan O çocuk yok artık.

Sevinç ve gözyaşlarını Bavuluna sıkıştırıp başka Şehre kaçacak Korkak adam yok artık.


Dört ay boyunca seni seviyorum diyemeyen Bunun yerine sevdiği için yirmi üç şiir yazan Utangaç adam yok artık. Çünkü o adam Perşembe günü Sevdiğini, şiirlerini yanına alarak Umutsuzluk hapishanesinde İNTİHAR ETTİ!

Ufuk SİLİK


Izinsiz Seviyorum Seni

Beyaz diyorum, sana çok yakışıyor Nur inmiş diyorlar ya İşte aynen öyle görünüyor yüzün, gözlerimden. Bence yağmur damlaları süzülse teninden Kendinden utanır, avuç içlerin.

Bir çukurla bir tepecik, nasıl bu kadar yakışır bir birine. Tepeciğin üstünde uçuşan martılar mı desem Çukurların içinde ise keşfedilmeyi bekleyen iki adacık mı Neresinden tutarsam tutayım güzellik akıyor teninden.

Parmakların ellerine çok yakışıyor Ama parmağındaki yüzük eline hiç yakışmıyor doğrusu.


En azından sağ tarafına takma o yüzüğü O yüzük duygularıma pranga vuruyor. Ve geleceğimi bir yüzüğün mahvetmesini istemem güzel bayan.

Ah! Yüzüğe taktım kafayı Unutuyordum dudaklarını. Bence rujsuz daha güzeller, Zaten küresel ısınma var kalbimde Sürersen onu dudaklarına Maazallah, bu ısınmayı önlemek için Öpmem gerekecek en ücra köşelerinden.

Öptüğüm vakit, Dünya duracak. Yelkovan intihar edecek.


Akrep zaten şokta. Dünya sadece bize güzel olacak o saniye Belki dakika, Kim bilir saat. İşte o an “Allah'ın Emri” diyeceğim sessizce…

Ufuk SİLİK 15.12.2013 01.30



‘ KAMPALA BAND ’ ‘ – Para için yapılan müzik ruhun değil, bedenin gıdasıdır.’ Editör’den...

Bu sayımızda müziğe ruhunu adamış dört adam ile keyifli bir röportaj yaptık. Röportajdan önce kısa bir özet geçmek gerekir ise;

Nedir bu Kampala ? Kampala, Uganda Cumhuriyeti'nin başkentidir. Deniz seviyesinden 1189 m yükseklikte kurulan Kampala'nın nüfusu 1.208.000'dir. Başkent olmasının yanı sıra ülkenin başlıca sanayi, ticaret ve finans merkezi olan kenttir.

Neden ‘ Kampala’ ? Grup solistinin Uganda’ya olan merakı ve grup üyelerinin uzak mesafelerden gelip bir olması sebebi ile bu ismi benimsemişlerdir


2012 Yılında Alperen Toprakoğlu’nun bir festival vesilesi ile kurduğu grup, Rock müziğin gelenekçi ve sert ezgilerinden esinlenerek kendilerine özgün besteler oluşturmaktadır. Grup birçok grup üyesi değiştirdikten sonra bir toparlanma evresini atlatarak şuanki kadrosunu oluşturmuştur. Genelde İstanbul – Kadıköy Shaft Bar’da sahne alan bu grup bir yandan kendi albüm çalışmalarını sürdürmektedir.

Grubun Üyeleri; Vokal – Ritim Gitar: Alperen TOPRAKOĞLU Davul: Sina Can SÜRÜCÜ Back Vokal- Solo Gitar: Anıl BİRGİN Bas Gitar: Bugay AKYÜZ


Kampala ile nasıl tanıştınız? Ben Kampala'ya bas gitarist olarak dahil oldum. Benden önce Hakan vardı, onun belli sebepler yüzünden ayrılmak durumunda kalmasından sonra Alperen bana böyle bir teklifle geldi. Ben de kabul ettim.

Kampala sizin için ne ifade ediyor? Benim için önemli olan müzik yapmak, ne tarz olursa olsun. İyi insanlarla müzik yapmak benim için en değerli şeylerden biri. Amacım müziğimize biraz progresif öğeler katabilmek ve bas gitarı arka planda eşlik eden sıradan bi enstrüman halinden çok fark edilebilir kılmak.

Örnek aldığınız isimler kimlerdir?

Daha çok 70ler, 80ler heavy metal ve progresif ağırlıklı müziklerle ilgileniyorum. Sanırım grupta Anıl'la birlikte batı müziklerine daha çok ilgi duyanlardanım. Led Zeppelin, Black Sabbath, Rush gibi gruplar en fazla etkilendiğim gruplardan. Steve Harris, Jaco Pastorius, Roger Waters, Geddy Lee de şu an aklıma gelen favori basçılarımdandır.


Kampala ile nasıl tanıştınız? Kampala grubu ile lise arkadaşım sayesinde tanıştım. Kampalaya girdiğimde üniversitedeydim ve tanıştıran lise arkadaşım kampalanın solo gitaristiydi. Gruplarında davulcuya ihtiyaçları olduğunu söyledi beni çağırdı daha önceden de çalışmalarımız olmuştu kendisi ile.

Kampala sizin için ne ifade ediyor? Grupla çalmaya başladığımda tarz olarak bir bakıma benim sevdiğim tarzın Türkiye’de iş yapabilecek olan türü gibi olduğunu fark ettim. Genel olarak metal çalmayı seviyordum ancak Türkiye’de metalin iyi bir piyasası yok. Kampala’da hem Türkiye’de tutulması mümkün hemde sevdiğim tarza yakın bir müzik yapıyoruz. Bir davulcu olarak şuan piyasadaki rock davulcusundan çok yaptığımız müzikte farklı tarzlardan bölümlere de yer vermeye çalışıyorum. Zaten tanınmanın şartlarından biri de farklı bir şeyler yapmak. Kampala olarak Türkiye’de yapılmayan bir tarsi oluşturmaya çalışarak başarılı olacağımızı düşünüyorum.

Örnek aldığınız isimler kimlerdir? Türkiye’de örnek aldığım davulcu Doğaç Titiz. Çaldığı tarz, davulundaki üretkenliği ve yeni bir şey ekleme çabası olsun etkileyici bir davulcu.


Kampala ile nasıl tanıştınız? Kampala'nın solistiyim. Kurucusu sayılırım gurubun. Anadolu Hard Rock diye tabir ediyoruz yaptığımız müziği. Sahne repertuarımız Cem Karaca'nın Barış Manço'nun bilinen ve bilinmeyen şarkılarından oluşuyor ağırlıkla. Müziği müzik için yapan dört adamız ve en önemli kozumuz arkadaşlığımız. Birbirini seven birbirine güvenen adamların yaptığı türkçe rock diyebiliriz anlayacağın. Beste çalışmalarımıza devam ediyoruz. Özgün bir şeyler yapıyoruz.

Kampala sizin için ne ifade ediyor? Türkçe rock denildiğinde kafada canlananlar değil asla yaptığımız. Kısacası maddi olarak müzikle geçinmektense müzikle iyi geçinmek gayemiz. Bilindik hedeflere gelirsek bu dört adamın adını aynı çatı altında 5 sene sonra heryerde bilinir kılabilirsek (müziğimizle) ne mutlu bize.


Kampala ile nasıl tanıştınız? Kampalaya katılalı yaklaşık 6 ay oldu. Bir mekanda gitar çalarken karşılaştık. Sonrasında tanıştık.

Kampala sizin için ne ifade ediyor? 9 senedir gitar çalıyorum. Asıl tarzım rock blues. Bu gruba güzel şeyler katabileceğimi düşünüyorum.

Örnek aldığınız isimler kimlerdir? Geçmişten en sevdiğim gitarist Jimi Hendrix. Şuan ki sevdiğim gitaristler: Zakk Wyldeve John Mayer.


YEMEK TARIHI ANTİKÇAĞ * İlk insanların mağara duvarlarına çizdiği hayvan resimleri, aynı zamanda korkunun içgüdüsel bir dışavurumuydu belki ama aynı insanlar, o hayvanları avlamak için canlarını tehlikeye atmaktan çekinmediler. * İÖ 10 binli yıllarda Danimarka'da ve Orkney Adaları'nda kabilelerin büyük mutfaklarda yemek hazırlayarak topluca yemek yediklerine ilişkin bulgular var. * Yine, İÖ 5 binli yıllarda İsviçre gölleri civarında toplu yemek yenildiği konusunda kayıtlar bulunmuştur. * Eski Mısır tapınak ve mezarlarında yer alan figürler de bu dönemde insanların toplu yemek hazırlamayı ve sunmayı bildiklerini ve bu resimlerde, hazırlanan yemeklerin pazarlarda satıldığını bile görebiliyoruz. * Yine İÖ'ye dayanan Çin kayıtlarında gezginlerin yollardaki hanlarda konaklayıp yemek yedikleri belirtiliyor. * Büyük Çin şehirlerinde ise yemek, pilav, içki vb. ürünlerin satıldığı bugünkü restoranların ataları sayılabilecek dükkanların varlığı yine aynı kayıtlardan günümüze ulaşıyor.


Antik Yunanistan'da Mutfak Kültürü

* Antik Yunan'da ise yemek olgusu, uygarlığın göstergelerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Şölenler de yaşamın vazgeçilmez bir parçası olmuş; Şarap Tanrısı Bacchus için düzenlenen, yemek ve eğlencenin sınırsız olduğu Bacchanal Festivali bugün bile bilinmekte.

* Bu dönemde beslenme alışkanlıkları, Akdeniz mutfağının üç ana ögesi olan buğday, zeytinyağı ve şarap üzerine kuruludur

Günlük Beslenme

* Antik Yunanistan’da insanlar günde genelde 3 öğün yemek yerlerdi. En önemli öğün deipnon denen öğle yemeğidir. * Kahramanlar üç öğünde de, bir masa çevresindeki sekilere oturarak ve elleriyle yemek yerler. * Çatal kullanımından haberdar olunmamış, katı yiyecekler elle yenmiştir. Bıçaklara sadece et kesmek için başvurulmuş, kaşık bugünkü işlevinde olduğu gibi çorba ve diğer sıvı yiyeceklerin tüketilmesinde kullanılmıştır.


* Arkaik Dönem’de günün ana öğünü akşam yemeğidir. M. Ö. 7. yy’da Yunanlılar kline denen yataklara uzanarak yemek yemeğe başlarlar. Kadınlar erkeklerden önce yemeğini yiyor ve böylece erkek yemeğini yerken kadın da ona hizmet ediyordu.

* Yemekler ekmek arasında ya da kalın ekmekler içine tabağa koyar gibi yenilerek tüketilse de pişmiş topraktan ya da metalden yapılan kase ve tabaklar çok daha yaygın olarak kullanılmıştır. * Tabaklar zamanla daha ince işlenmeye başlamış ve Roma döneminde paha biçilemez metal ve camlardan tabaklar yapılmaya başlanmıştır.

Toplu Yemekler

* Sempozyumlar (symposion) bugünkü kaynaklarda ziyafet olarak çevirilir ve "içenlerin toplantısı" anlamına gelir. Bugünkü anlamda sempozyumların adının ve yapılış amacının kaynağıdır. * Bugün önemli kararların alındığı resmî toplantılara verilen sempozyum terimi, geçmişte Yunan erkekleri arasında sık sık düzenlenir ve genel de yalnızca eğlenme amacıyla yapılan iki bölümden oluşurdu;


-Birinci bölümde hafif bir yemek yenir ya da hızlıca birşeyler atıştırılırdı, - ikinci bölümse bütünüyle içki içmeye ayrılırdı. Hemen hemen her zaman şarabın içildiği toplantıların bu, ikinci bölümlerinde de eğlenceyi uzun tutabilmek amacıyla (tragếmata) adı verilen, kestane, kızartılmış buğday ya da ballı keklerden oluşan çerezler yenirdi. * Ayrıca müzik, dans ve oyunlarla da hoşça vakit geçirilirdi.

ROMA TOPLUMUNDA BESLENME * Roma uygarlığında beslenme, eski Yunan toplumuna bağlı olarak bir gelişim gösterir. * Yiyeceklerden sofra adetlerine kadar her alanda bir gelişme söz konusudur. * Romalılar imparatorluklarını kurduklarında fethettikleri toprakların yemek kültürünü de Roma'ya taşıyıp zengin bir mutfak kültürü yarattılar. Bunda en büyük pay tabii ki yine fethedilen topraklardan getirilen aşçılarındı. * Roma'da aşçılar genellikle Yunanistan'dan getirilen, bu konuda yetenekli erkek köleler arasından seçiliyordu. Roma'da da aşçılık bir sanat olarak değerlendirildiğinden, iyi bir aşçı, efendisinin toplumdaki saygınlığını arttırıyordu. Bu durumdan aşçı da kazançlı çıkıyordu tabii. Efendisinin verdiği para ve


hediyelerle iyi bir birikim sağlayan bir aşçı özgürlüğünü satın alabilecek düzeye bile gelebiliyordu rahatlıkla. Yine de bu konuda en şanslısı Cleopatra'nın aşçısı olsa gerek. Mark Antony, bu aşçının hazırladığı yemeklerden o kadar memnun kalmış ki, koca bir şehir armağan etmiş kendisine!.. * Marcus Gavius Apicius, birinci yüzyılda tarihteki ilk yemek kitabını yazan kişidir. Yazdığı kitapta yer alan yemek tariflerinin kimileri halen New York'un ünlü Forum ve Four Ceasars Restoranlarında kullanılıyor. *** Yemeğe düşkünlüğü ile bilinen Gavius Apicius, bunu o dereceye getirmiş ki, eknonomik sıkıntıya düştüğünde açlıktan öleceği korkusu bastırılamaz hale geldiğinde zehir içerek intihar etmiş. Ancak ölümünden önce yazdığı detaylı yemek tarifleri Roma dönemi mutfağı hakkında detaylı bilgi sunmaktadır. Gavius kitabında düz yuvarlak ekmekler tavuk, çam fıstığı, peynir, sarmısak, nane, biber ve bitkisel yağ ile hazırlanmış reçeteler vermektedir."

* M. Ö. 4. yy.’da tahıl türleri başlıca besin kaynağıydı diyebiliriz. Sebzeler boldur. Salatalık, soğan, pırasa ve kabak hemen hemen her evin bahçesinde yetiştirilmiştir. Bunlar muhtemelen suda haşlanarak tüketiliyordu. * Yabani kereviz otunu ise, Romalılar, günümüzde kullanılan maydanoz kadar çok kullanıyorlardı.En çok kullanılan baharatlar, kişniş, nane, dereotu ve rezenedir. Ayrıca, Yunanlıların da kullandığı silphium denen baharat da Roma mutfak kültüründe çok önemli bir yere sahipti


* Meyvelerin çeşitleri az olmakla birlikte, incir, elma ve muşmulanın tüketildiği bilinir. * Roma sofrasında daha çok bitkisel besinler tüketilirdi ve bu yüzden sağlıklı bir besin tüketimleri vardı. Et ise, şenliklerde yenen bir yiyecekti. * Genellikle beyaz et tüketiliyordu. Bazı kuşların yumurtasından da faydalanıyorlardı. * Et tüketiminde avcılık önemli bir yere sahipti. Çoğu zaman av dönüşü de et ziyafeti yapılırdı.


Şarap * Romalıların da başlıca içeceği şaraptır. * Şarap üretiminde Yunanlılardan öğrenilen teknikler kullanılıyordu ama üzümler artık ayakla değil, preslerde eziliyordu. * Romalılar en iyi şarabın hiçbir katkı içermeyen olduğuna inanmışlar. * Bağcılığı ve şarap yapımını Yunanlılardan öğrenen Romalılar koyu şaraplarını daima sulandırmışlardır.

Sofra Adetleri

* Romalılarda da üç öğün söz konusudur. * Cena adını taşıyan ana öğün öğle saatlerine denk gelir. * Çoğu evde akşam yemeği bir çeşit yemekten oluşurken, soylular aşırıya kaçarak çok çeşitli yemeklerle sofralarını donatmışlardır.


* Başlangıçta oturarak yemek yenirken daha sonra uzanarak yenmeye başlanmıştır. Yunanlılardan farklı olarak kadınlar da bu klineler üzerinde yerlerini alırlardı.

Mutfak Eşyaları

* Erken örneklerde tüm evlerde kullanılan pişmiş toprak kaplar daha sonra yalnızca yoksul kesimin tercihi olmuştur. * Lükse düşkün olan Roma toplumunda madeni kaplar gitgide yaygınlaşmıştır. Yemekler için ise, çukur kâseler, tepsiler, sosluklar, şişeler, testiler kullanılmıştır. Ayrıca tuzluk hemen her sofrada yer alıyordu. Mutfağın ana ögesi, tuğla ve kiremitten yapılmış olan ocaktı. * İnce hamur üzerine yerleştirilen üst malzemeler, Napolililerce tanıyorlardı. Buluşun ilk kim tarafından ve ne zaman gerçekleştirildiği bilinmese de, incecik, pide şeklinde açılarak pişirilmiş ekmeğin tarihi, unun bulunuşu kadar eski. Yani, yaklaşık 15.000 yıl öncesine uzanıyor. * Romalılar çok usta fırıncılara sahiptiler. Bunlar mayalı, mayasız ve bazıları pizzayı andıran en az 15 ekmek çeşidi pişirebiliyorlardı. Napoli yakınlarındaki Pompei’de böyle ince, kömürleşmiş ekmeklere rastlandı.


Delos Tatlısı Apicius'un "De Re Coqvinaria" kitabından günümüze uyarlanmış olan bu tatlının yapımı Türk Mutfağındaki Lokma Tatlısını hatırlatmaktadır. Tarifin orjinalinin böyle yapılıp yapılmadığı ve tam ölçüler bilinmese de yine de o dönemin damak zevklerini canlandırmada yardımcı olabilir. Ne kadar garip görünse de bal ve karabiberin tatları birbiriyle uyumludur. Tarif antik Çağ yemekleri ve Yemek Kültürü Kitabından alınmıştır. Yaklaşık 15 adet çıkmaktadır. Malzemeler:3/4 (170ml) su bardağı su1/2 su bardağı (60gr) unkızartmak için zeytinyağı2 çorba kaşığı (60 gr) BalHaşhaş Tohumu veya taze çekilmiş karabiber (isteğe göre)


Orta Çağ Yemek Kültürü Orta Çağ mutfağı, 5.yüzyıldan 16. yüzyıla kadar Avrupa kültürlerinin besinlerine, yeme alışkanlıklarına ve yemek pişirme yöntemlerine verilen genel addır. Bu dönem boyunca beslenme düzeni ve pişirme yöntemleri Avrupa genelinde değişimlere uğramış ve tüm bu değişiklikler Avrupa'nın modern mutfak kültürünün temelini oluşturmuştur. Orta çağda gün ortasında öğle yemeği ve ilerleyen saatlerde daha hafif bir akşam yemeği olmak üzere günde genellikle iki öğün yemek yenirdi. Gelenek ve görenekler akşam yemeğinin çok erken yenmesini hoş karşılamazdı, bu nedenle din adamları ve seçkinler sınıfı bunu yapmaktan özellikle kaçınırdı. Yiyecekler çoğunlukla tabakta, bazen de güveç içinde servis edilirdi. Konuklar kendi haklarını kaşık yardımıyla ya da elleriyle önlerinde bulunan ve tahta ya da kalaydan yapılmış tabaklara alırlardı.

Sofrada bıçak kullanılır ancak konukların kendi bıçaklarını kendilerinin getirmesi beklenirdi. Yalnızca çok seçkin konuklara evden bıçak çıkartılırdı. Bıçaklar iyi tanıdığı olması ya da çok seçkin bir konuk olmaması şartıyla diğer konuklardan en azından biriyle ortaklaşa kullanılırdı.


Çatal ise Avrupa'da 15.yüzyıla kadar yaygın değildi ve en çok İtalya'da kullanılırdı.

Avrupa'da tüm pişirme yöntemleri ateşin kullanılmaya başlanması ile gelişti. Sobalar, 18.yüzyıla dek kullanımda değildi ve bir aşçının yemeği açık ateş üzerinde pişirmeyi bilmesi gerekiyordu. Ocak ve şömineler ise pahalı olması nedeniyle sadece büyük malikânelerde ve fırınlarda bulunurdu.

Yiyeceklerin Saklanması ve Korunması Orta Çağ’da yiyecekleri saklama ve koruma yöntemleri hemen hemen antik dönemlerde olduğu gibiydi. 19.yüzyılın başlarında konserveleme yöntemi bulunana kadar da çok büyük bir değişiklik göstermedi. Kullanılan en kolay ve yaygın yöntem, yiyecekleri nemini yitirmesi için ısıya ya da rüzgara maruz bırakmaktı. Bu yöntemle, yiyecekler üzerinde bulunan su mikroorganizmaları yok edilir, bunun sonucunda da tahıllardan et türlerine her türlü besinin dayanıklılık süresi uzatılabilirdi.


Sıcak iklimlerin hâkim olduğu bölgelerde yiyeceği doğrudan güneş ışığına bırakmakla da yapılırdı. Soğuk bölgelerde ise başta tuzsuz balıklar olmak üzere besinler güçlü rüzgârlara bırakılır, sıcak ocaklara atılır ve mahzenlerde, tavan aralarında ve hatta oturma odalarında bile saklanabilirdi. Toplu Yemek Ortaçağda toplu yemek üretim hizmetlerinin belirli esnaf loncalarınca yürütüldüğünü biliyoruz. XII. yüzyılda Paris'te Chaine des Rotisseurs (Izgaracılar Loncası) kuruluyor. Bu lonca bugün de aynı adı taşıyan bir gurme kulübü olarak sürdürüyor yaşamını. Zamanla bu loncalar profesyonel mutfak ekipleri yetiştirmeye başladılar. Bu ekipler bugünkü aşçıbaşı ve yardımcıları grubunun çekirdeğini de oluşturmuş oldu. Günümüzde uygulanan profesyonel mutfak standartları ve geleneklerinin bir bölümü o dönemden günümüze kadar süregelmiştir. Sözgelimi, uzun şapkanın aşçıbaşı, kısa yuvarlak şapkanın ise çıraklar tarafından kullanılması geleneği de o dönemden kalma. Daha sonra siyah başlık kullanıma giriyor ama bu şapkayı meslektaşları tarafından usta aşçıbaşı unvanı verilen aşçılar takabiliyorlar yalnızca.


Siyah, ortaçağda asaleti simgeleyen renkti. Günümüzde ise "Golden Toque" (Altın Aşçı şapkası) adıyla ABD'de faaliyet gösteren bir dernek tıpkı ortaçağ Fransasında olduğu gibi meslektaşlarınca usta seçilen aşçıbaşılarına bu siyah şapkaları birer şeref ünvanı olarak veriyor.

RÖNESANS DÖNEMİ MUTFAK KÜLTÜRÜ Rönesans, XIV. yüzyıl ortasında İtalya'da meydana gelen, XV. ve XVI, yüzyıllarda Batı Avrupa'daki ülkelere yayılan, edebiyat, sanat ve bilim alanındaki uyanışa verilen addır. Rönesans, Avrupa'da, Orta Çağ'dan Yeni Çağ'a geçişi, hazırlayan bir harekettir.

Avrupa'da Ortaçağı izleyen birkaç yüzyıllık süreçte mutfak kültürü önemli bir gelişim gösterdi. Bu gelişmede ticaretin yaygınlaşmasının, yeni teknikler geliştirilmesinin büyük payı oldu. Aynı süreçte kralların, asillerin ve ruhban sınıfın zenginleştiğini görüyoruz. Bunun en önemli göstergelerinden biri de şato ve manastırların duvarlarını süsleyen büyük ziyafet resimleri tabii. Bu dönemde iyi yemek-iyi içki, özellikle zenginler arasında refah göstergesiydi. Bu ziyafetler müzik ve dansla da süsleniyordu.


Yüksek Rönesans diye nitelenen 15.yy. sonunda, Fransa Kralı II.Henry ile evlenen Kraliçe Catherine de Medici, İtalyan yemek kültürünü Fransa’ya taşımıştır. Sofra örtüsü, peçete ve yemeğin çatal-bıçakla yenmesi de Fransız soylularına yine bu kraliçe tarafından öğretilmiştir. Yemekte kaşık ve bıçak kullanımı oldukça eski bir gelenek olsa da Avrupa’da 16. yy.da yaygınlaşmıştır. Çatalın Doğu’da icat edildiği ve nasıl kullanıldığını Bizans’ta öğrenen Venedikliler tarafından Avrupa’ya tanıtıldığı düşünülmektedir. Yeni Gıda Maddeleri

16. yüzyıl, Avrupa'nın Colomb'un denizaşırı keşfedilmiş yerlerden ve diğer kaşiflerin Ortadoğu ve Asya seferlerinden dönerlerken getirdikleri hindi, patates, mısır, yeşil ve kırmızı biber, domates, kahve ve çikolata (kakao) ile tanıştığı yüzyıldır. Fransa, o dönemde henüz kaliteli yemekleriyle ünlenmemişti. Ortaçağ Fransasında yemekler pek özenle hazırlanmıyordu. İtalya'da Roma İmparatorluğu döneminden kalma mutfak kültürü, bazı zengin ailelerin mutfaklarında yaşatılıyordu yalnızca. Bu mutfak da bütün görkemini Akdeniz ülkelerinin zengin gıda maddelerine ve pişirme tekniklerine borçluydu II. Henry'nin ölümünden sonra IV. Henry olarak tahta geçen yeğeni Navarreli Henry (1589 - 1610) saraya sıkça yaptığı ziyaretler sonucu iyi sofra anlayışına alıştı ve bundan büyük zevk duymaya başladı.


Daha sonra tahta geçince de iyi yemek kavramının gelişip yerleşmesine büyük destek verdi. Böylelikle Fransa'nın önde gelen aileleri de kaliteli sofralar kurmaya özen gösterdiler. Navarreli Henry'nin tarihe bir gurme olarak geçtiğini de belirtmekte yarar var. Ayrıca içinde büyük tavuk ve biftek parçaları bulunan bir çorba da IV. Henry'nin (Potage Henry IV) adıyla anılıyor bugün. Fransız aşçılar yeni mutfak kültürünü çabuk öğrenip benimsediler ve birkaç kuşak sonra şimdilerde çok beğeni toplayan Fransız mutfağına ulaşacak gelişmenin temellerini attılar. Ağır, çok baharatlı ortaçağ yemeklerinin yerini giderek daha lezzetli ve hafif yemekler aldı. Sebze ve meyvenin yanı sıra çiçekler bile mutfak sanatının öğeleri haline geldiler. IV. Henry'den sonra Fransa kralları ve saray sosyetesinin "iyi yemek hizmeti"ne ilgileri artarak devam etti. Nitelikli sofralar kurmak, usta şeflerin, mutfak personelinin gelişmesi ve rafine yemek tariflerinin ortaya atılmasını desteklemek incelik göstergesi olarak değerlendirilmeye başladı.


1600'lü yılarda Bourbonların, XII. Louis ve XV. Louis'nin sofralarında da mutfak sanatının gelişimi ve ustaların eğitimine büyük önem verildi. İhtişam ve lükse düşkünlüğünden dolayı "yüce" lakabı ile anılan XIV. Louis (1643-1715), usta ve aşçıların yetiştirileceği okulların kurulmasına öncülük etti. Dönemin bazı asilleri de sofraları ile ün kazandılar. Sözgelimi, Kont Beşamel ve Kont Mornay'ın isimleri, bugün bile adlarını taşıyan soslarla anılıyor... Yine bol soğanlı rafine bir sos, Kont Soubisse'nin adıyla geliyor sofralara. Cemre Bükrük


‘SONA GELDIM’ Sona Geldim Sana geldim yani son’a… Denizim olur musun matmazel, okyanusum ya da? Yakamozsuzum sızımın inci tanesi gözyaşlarım arasında. Suya hasret toprak kadar çatlak. Sokak lambası altında titreyen bir damla kadar yüreğim… Elinin ayasıyla sev beni denizim tokat atarcasına Titresin gamzelerim, sımsıkı sar bu gece üşümesin benliğim. Sensizim… Denizim olur musun matmazel? Son’a geldim matmazel yani sana… Ufuktaki ince bir çizgi gibiyim, Yolunda fırtınalar koparsan da düşürmezsin yapraklarımı toprağa, okyanusa… Denizim olur musun matmazel? Karanlıktaki bir fısıltı kadar duyulur şimdi çığlığım, Bir haykırsam… Kalabalık cümlelerin düşüncesiz yüklemlerini, Siyah beyaz eski fotoğraflarımı yaksam… Kimse duymaz matmazel, denizim olur musun? Maviliğinde beni yeniden doğurur musun?

Sema AYGÜN


FOTOGRAF ÇEKEREK PARA KAZANMANIN 6 YOLU Çoğ u insan etrafında gö zü ne çarpan kareleri ö lü msü zleştirmek ister. Bunun için bir fotoğ raf makinesi alır ve çekimlere başlar. Fotoğ raf çektikçe kendinde bir cevher olduğ unu dü şü nü r ve bunu hobi haline getirir. Bu zincir profesyonel bir fotoğ raf makinesi alma halkası ile devam eder. Peki bundan sonra fotoğ raf çekmek yeterli olur mu? Fotoğ rafları başkalarına gö stermeyip onların çektiğ imiz fotoğ raflar karşısındaki dü şü ncesinin almayacaksak fotoğ raf çekmenin ne anlamı kalır? Işte bu yü zden her fotoğ rafçının bir portfö y sayfası olması gerekir.

Kendinizi Tanıtın


Eğer fotoğraflarınızdan para kazanmak istiyorsanız kendinizi her yerde reklam etmelisiniz. Müşteri bulmak için bu olmazsa olmaz bir adımdır. Bunu yapabilmek için de bir platform gerekir. Günümüz şartlarında en ekonomik ve en basitinden hazır site hazırlama servislerinden birini kullanarak site hazırlayarak bu platformu oluşturabilirsiniz. Size tavsiyem Tumblr veya 500px. Şu an için en popüler olanlar bunlar.

Topluluklara Katılın

Kendinizi tanıttıktan sonra çektiğiniz fotoğraflara göre size teklif gelebilir. Bu teklifleri değerlendirerek bir stüdyoda işe başlayabilirsiniz. Eğer teklif gelmezse


teklifi sizin yapmanız gerekir. Bunu yaparken de karşı taraf sizden bir portföy isteyeceği için bir sitenizin olması şart. Buradaki topluluk kavramını sadece stüdyo ile nitelendirmek doğru olmaz. Bir başka yol olarak yarışmalara katılabilirsiniz. Eğer yarışmayı kazanırsanız kendinizi tanıtmanıza fazlasıyla faydası olacaktır. Kazanamazsanız bile yarışmaya katılan kişilerle kaynaşıp tecrübelerinizi paylaşırken de bir çevre edinebilirsiniz.

Yeniliklere Açık Olun Yuvarlanan taş yosun tutmaz misali sürekli kendinizi geliştirmeye bakın nerede bir etkinlik var hemen ona katılın. Profesyonel fotoğrafçılarla görüşün, tanışın. Yeni çıkan fotoğrafçılıkla ilgili kitapları hemen temin edin.

Rahat edeceğinizi düşünerek yalnız başınıza doğanın derinliklerinde sürekli fotoğraf çekerek de kendinizi geliştirebilirsiniz ancak bu diğer yöntemden daha uzun sürebilir. Fakat uygulama odaklı olduğundan kalıcı olabilir. Yine de iki yöntemi bir eşit tutarsanız sizin için daha iyi.


Dü ğ ü n Fotoğ rafçılığ ı

Bu işi yapmak büyük sorumluluk gerektirir ve profesyonellik ister. Bu kadar zorluğuna rağmen getirisi de çoktur. Daha çok referans ve daha çok ödeme gibi. Bu işe geleneksel düğün fotoğrafçılığından daha yenilikçi ve farklı bir stil ile yaklaşmanız gerekir ki diğer fotoğrafçılardan farkınız olsun. Bu işin şöyle de bir durumu var: Siz ne kadar profesyonel olursanız olun karşınızdaki çift, çektiğiniz fotoğrafların hiçbirini beğenmeyebilir. Bu durum da sizin motivasyonunuzu düşürüp ilerde yapacağınız işleri de etkiler. O yüzden bu alana yönelecekseniz kendinizi iyi tanıyıp karşılacağınız durumlara hazırlıklı olmanız gerekir.


Spor Fotoğ rafçılığ ı

İşin aslı günümüz şartlarında spor fotoğrafçılığı bu sektörün en iyi dalı. Spora büyük ilgi duyan bir topluluk olarak spor haberlerini de okumadan edemiyoruz. Demek istediğim şu: Mesela gittiğiniz bir maça bu sefer fotoğraf çekmek için gidin. Çektiğiniz fotoğrafları internet sitenizde yayınlayın. Belirli bir takipçi kitlesi edindiğinizde fotoğraflarınız için birkaç medya sitesinden teklif gelecektir. Eğer çekimleriniz beğenilirse uzun süreli bir anlaşma yapıp geçiminizi dahi bu yolla sağlayabilirsiniz. Buradaki kilit nokta sporu bir türle sınırlandırmamanız. Mesela beğenmeseniz bile bir tenis maçına gidin. Yüzme yarışmasına gidin. Fotoğraf çekme bahanesiyle farklı spor dallarıyla da tanışmış olursunuz.


Baskılarınızı Satın

Bu yöntem para kazanmanın en zor yoludur. Çünkü baskıları çıkarttıktan sonra elinizde kalma ve boşa gitmesin diye evinizin duvarlarına asma ihtimaliniz var. Ama bu yöntemin güzel bir yanı var. Eğer çekimlerinizin kaliesine güvenmiyorsanız fotoğrafınızın üstüne etkileyici bir söz yazıp albenisini artırabilirsiniz. Düzenlenen fotoğraf galerilerinden haberdar olup baskılarınızı galerilerde sergiletebilirsiniz. İşinizi büyüttükçe fotoğraflarınız için bir sponsor bulup kendi galerinizi bile açabilirsiniz. Rahat bir uğraş için fotoğrafçılık gayet iyi bir hobi. Ancak yeteneklerini ciddiye alanlar için neden bu hobinin bir getirisi olmasın?

Hayalini bir tutkuya dönüştürmek için imkânın varsa bunu gerçekleştirmek için elinden geleni yap.

Furkan ÖZDEN


TURK DIZILERI VE TURKIYEDE DIZI ANLAYIŞI Türk televizyon tarihi birçok diziye ev sahipliği yaptı. Bunlardan bazıları efsane olacak kadar güzel, bazıları da üç bölüm bile yayınlanmadan yayından kaldırılacak kadar kötüydü. 90'lı yıllarda yayınlanan kaliteli dizileri hatırlayın. Şimdiki dizilerle arasında ne kadar fark olduğunu düşünün. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Günümüzde odaklanılan şey sadece 'para'. Eskiden oyuncular oynadıkları diziye değer veriyor, oynadıkları rol ile bütünleşiyorlardı. Şimdi öyle mi? Yönetmenler 'Nasıl reyting kazansam?', 'Kimi öpüştürsem de izlenme sayım artsa?', 'Ne yapsam da olay olsam; gündem de yer alsam?' gibi sorularla dizi çekiyorlar. Doğal olarak diziler bu gibi sorularla çekilince istenilen sonuca ulaşılamıyor. Ya üç bölüm sonra dizi bitiyor ya da bir sezon düşe kalka yayınlanıp öyle bitiyor. Zaten internette bir dizi hakkında arama yaptığınızda o diziyle alakalı ne kadar izleme indirme bağlantısı çıkar. Burada da reyting kaygısının yerini hit kaygısının aldığını görüyoruz. Görsellere girildiğinde ise o diziyle ilgili çarpıcı başlıklar göze çarpar. Bir poster çalışması ya da fan art'a rastlayamazsınız. Varsa üç beş tane vardır. Bu aramayı yabancı diziler için yaparsak sonuçlarda o dizi ile ilgili çekim yerleri, kadrosu, senaryosu gibi bilgiler yer alır. Aşağıya doğru indikçe hayran forumları ve sayfaları gözümüze çarpar. Arada iki üç tane izleme veya indirme bağlantısı olsa da bunların büyük çoğunluğu beşinci ya da altıncı sayfalara doğru artış gösterir.

Karşılaştırma yapmadan önce Türk dizilerinden izlediğim iki tanesini senaryosuyla beraber örnek vermek istiyorum. 'Ömre Bedel'i ele alalım:


Dizi, Kilis'te bir köyde düğün hazırlıkları ile başlıyor. Kilis'in önde gelen Göçer Ailesinin Ağa Oğlu Cesur Göçer (Murat Han), gönlünü mütevazi bir ailenin kızı olan İlknur‘a (Özlem Conker) kaptırır. Evliklik hazırlıkları başlamıştır. Ama İlknur, Cesur Ağa’yı sevmiyordur. Gönlü başkasındadır. Evlilik gerçekleşir ve zifaf gecesi yüzleşilir. İlknur başka birnin helali olduğunu söyler ve Cesur Ağa delirir. Silahı İlknur’a doğrultur. Bu sırada görüntü başka bir yerdedir ve izleyici bir el silah sesi duyar. İlknur’un intihar ettiği söylenir. Seyirci gerçeği bilmiyordur çünkü sadece silah sesini duymuştur. Töre konuşmaya başlar ve İlknur’un kız kardeşi Ömür (Begüm Bingören) hedef gösterilir. Ömür Ablasının ölümü ile yıkılmış bir durumdayken, ölümü ile suçladığı eniştesinin koynuna girmek zorundadır. Bunu reddeder ve Cesur’un aile dostları olan Soykan Ailesine sığınır. Soykan’ların oğlu Erdem (Mehmet Ali Nuroğlu), Ömür’den çok hoşlanmıştır ve ölümü pahsına Ömür’ü bu töreden ve Cesur Ağa’dan koruyacaktır. Aradan 1 sene kadar zaman geçer. Erdem ve Ömür’ün evlilik hazırlıkları yaptığı görülür. Evlilikleri mutluluklarını daha da perçinler. Ama pusuda yatan bir avcı gibi Cesur Ağa bunca zaman beklemiştir. Ömür’ü kaçırır ve yüzleşirler. Cesur Ağa, Ömür’ün kocasını öldürmekle tehdit eder. Bir tek isteği vardır. Ömür Kocası ile birlikte yaşayacak ama Cesur Ağa’nın tohumunu taşıycaktır... İşte böyle bir senaryoya ve son yılların Türk Sineması ve televizyonlarında popüler olan isimlere sahip olan dizi sadece bir sezon hayata tutunabildi. Ama hakkını vermek gerekiyor. Olduğu gibi yabancı bir diziden kopyalanmamış en azından.


Parmaklıklar Ardında Dizinin konusu mahkûmlar ve cezaevi yetkilileri arasında var olan ilişki üzerinden genişlemektedir. Aynı koğuşta yer alan (B2 koğuşu) kadın mahkûmların kendi aralarında var olan mücadeleleri, cezaevi yetkilileriyle olan sorunları dizinin genel konusunu oluşturmaktadır. Bu diziyi izlerken şahit olduğum kalitesi üzerine hakiki bir Türk yapımı olduğunu düşünmüştüm ama bu yazıyı yazarken yaptığım araştırmalara göre bu dizinin de Almanya'nın RTL kanalında 'Hinter Gittern' adıyla yayınlanan bir televizyon dizisi olduğunu gördüm. Dizi üç sezon yayında kaldıktan sonra bütün ekip dağıldı. 'Dizi bitti.' yerine 'Ekip dağıldı.' diyorum. Çünkü bu dizi bittikten sonra oyuncuları birçok popüler yapımda yer aldı. Bu dizi onlar için kendilerini gösterme yeri oldu belki. Bu iki örnekten sonra bir de adam gibi bir orjinal yapıma yer verelim. Bizimkiler... 1989'dan başlayıp 2002 yılına kadar devam etti. Ve dahası... Yılan Hikayesi, Deli Yürek, Kaygısızlar, Çılgın Bediş, Mahallenin Muhtarları, Eyvah Babam, Ekmek Teknesi, Kurtlar Vadisi, Avrupa Yakası ve eski yapımlardan günümüze kadar yayın hayatını devam ettiren Çocuklar Duymasın. Tabi ki 'Arka Sokaklar'ı da unutmamak gerekiyor. Şimdi ilk paragrafta bahsettiğim sebeplerden dolayı yayınlandığı yerde sevilen ve benimsenen dizilerin olduğu gibi kopyalanıp Türkiye'de yayına sürülmüş hâlleri:


1 Kad覺n 1 Erkek (Un Gars, Une Fille)

Umutsuz Ev Kad覺nlar覺 (Desperate Housewives)


Tatl覺 Hayat (The Jeffersons)

Say覺n Bakan覺m (Yes Minister)


Intikam (Revenge)

Medcezir (The OC)


Kavak Yelleri (Dawson’s Creek)

Kü çü k Sırlar (Gossip Girl)


Muck (Glee)

Galip Derviş (Monk)

Evli ve Çocuklu (Married with Children)


Doktorlar (Grey’s Anatomy)

Dadı (The Nanny) Cumaya Kalsa (According to Jim)


Asl覺 ile Kerem (Dharma and Greg)

Acemi Cad覺 (Sabrina)


Kuzey Gü ney (Rich Man Poor Man)

Altın Kızlar (The Golden Girls)


Kopya yapımların arasında "Muck :)" gibi üç bölümde biten dizilerin yanında "Tatlı Hayat" gibi hayatımıza renk katan bizi güldüren diziler de var. Bunun yanında belki de kültürümüzden kaynaklanıyor olsa gerek; bazı dizilerde oyuncuların rolleri acayip yapmacık. Bu dizileri izleyen kitle de mimiklere önem vermediğinden; sadece senaryoya odaklandığından reyting konusunda sıkıntı olmuyor.

Burada oturup da yabancı dizileri övecek değilim ama karşılaştırıldığında siz de hak verirsiniz ki yabancı yapımlar açık ara önde. Örneğin Kurtlar Vadisi bazı yönleriyle kendini sevdirdiği halde efekt konusunda çıtayı aşamıyor. Çocukları Duymasın dizisinde Haluk karakterini canlandıran Tamer Karadağlı rolüne öyle bürünüyor ki dışarda görsek "Haluk abi!" diye çağırırız. Ama gel gör ki Zeyno Günenç'in karakterini canlandırırken kullandığı mimikler artık sanki aynı kalıptan çıkmış gibi duruyor.


Yabancı yapımların Türk yapımlara nazaran daha iyi olmasında belki de Amerika'nın birçok kültürü bünyesinde barındırıyor olmasıdır. Bu sebeple de bir dizide farklı ülkelerden farklı kültürlerden gelen insanlar rol almış oluyor. The Walking Dead dizisinden örnek vermek gerekirse; Dizinin başrol oyuncusu Andrew Lincoln, Rick Grimes adlı karakteri canlandırıyor ve Londra, İngiltere doğumlu. Steven Yeun, Lauren Cohan'ın (Maggie Greene) erkek arkadaşı rolündeki Gleen Rhee karakterini canlandırıyor ve Güney Koreli. Dizinin siyahî oyuncularından biri olan Danai Gurira ise Zimbabwe'li.


Durumla pek ilgisi olmayabilir ama dizilerimizde yaşamın her yönünü işleyemeyişimiz devletin başındaki yönetim kadrosundan da kaynaklanıyor olabilir. Mesela Revolution dizisinde senaryo gereği Amerika bayrağı açıp Amerikayı tekrar kurma taraftarı olan kişilerin evlerinde Amerikan bayrağı bulunduğunda o kişi öldürülüyor ve bayrak da yakılıyordu. Söz konusu senaryo Türkiyede işlense... İşlenemez bile yani. Ya da işlenir de bayrağı yakma sahnesi gösterilmez. Çünkü tarihte bizim bize göre ve diğer milletlere göre bambaşka bir yerimiz var. Her milletin bayrağına saygısı bir değil. Öte yandan Under the Dome dizisinde lezbiyen bir çifte yer verilirken gay kavramı da Supernatural dizisinde çokça yer almıştır. Günümüzdeki sansür ve yasaklar ele alınırsa bunları düşünmek bile mümkün değil. Gönül ister ki Doctor Who, The X-Files, How I Met Your Mother, Supernatural, Criminal Minds, Two and a Half Man gibi yapımlarımız olsun da izleyelim. Tabii ki özgün olmak şartıyla.

Furkan ÖZDEN


Benim Dü nyam ( 2013)

Yapımı TMC film tarafından yönetilen ve başrollerini Uğur Yücel ve Beren Saat'in paylaştığı film, Helen Keller'in otobiyografik romanı Yaşadığım Dünya'dan uyarlanan Hint yapımı Black ( 2005) filminin remake'idir. Klasik senaryoların aksine tüm duyguları barındıran ve özellikle dram odaklı filmlere ön yargıyla yaklaşanlar için diyebileceğim şu ki; izlenmeye değer. Filmden kısa bir özet; Umutsuz bir aile, kıskanç bir kardeş, kendini alkole vuran bir öğretmen ve dünyayı ne duyabilen ne görebilen ne de dünya ile iletişim kurabilen bir kız çocuğu... Böyle bahsedince pek de iç açıcı gözükmese de izlediğinizde konunun gidişatını gördükçe etkilenmekten kendinizi alıkoyamayacaksınız. Devam edelim; '' Beren Saat doğuştan kör, sağır ve dilsiz ' Ela ' karakteri ile karşımızda. Ela'nın davranışları o büyüdükçe ailesini rahatsız eden hale gelince Babası ( Turgay Kantürk) onun tımarhaneye gönderilmesi üzerine bir karar verir. Annesi ( Ayça Bingöl) buna izin vermemek için bir öğretmen bulur. Ve Mahir öğretmen ( Uğur Yücel) Ela'nın hayatında büyük bir yer edinir. Başta hiç umudu olmayan aile Mahir öğretmenin Ela'ya katkılarını gördükten sonra yaklaşımlarını değiştirir.


Mahir öğretmen Ela'yı bıkmadan usanmadan eğitir ve elinden gelen tüm gücü ile destekler. Ona inanarak Ela'nın karanlığında ki bir ışıktan farksız olan Mahir öğretmen onun dünyasının yaratıcısı olarak ona özgüven kazandırır. Başarılarında olduğu kadar başarısızlıklarında da yanında olur. Her ne kadar Ela'nın başarısızlığını görmeye tahammülü olmasa da... Ela büyüdükçe Mahir öğretmen yaşlılığın verdiği yorgunluğa boyun eğmeyerek onunla bu yolda devam etmek ister. Yalnız bu durum onun istediğinin aksine gelişir Ela ile Mahir öğretmen arasındaki o ışık birden söner. Ve Ela, o karanlıkta Mahir öğretmenini bulma arayışına düşer. ''

Filmin en dikkat çekici sahneleri;

'' - Mahir öğretmenin Ela'yı yetiştirme şekli, - Ela'nın olgunluk çağında aşkla tanışması, - Mahir öğretmenin hastalığı, - Ve son sahne...''


Filmin hem oyunculara hem de izleyicilere kattığı yoğun bir farkındalığın olduğunu düşünüyorum.

Ve Helen Keller hakkında;

17 Haziran 1880 günü Alabama kırsalında küçük bir kasabada (Tuscumbia) Yüzbaşı Arthur Henley Keller ve Kate Adams Keller'ın kızı ve sağlıklı bir bebek olarak doğan Helen Keller, on dokuz aylık iken geçirdiği bir ateşli hastalık sonucu görme, işitme ve konuşma yetilerini yitirdi. Çok huysuz ve bakımı zor bir çocuk haline gelen Helen'in ailesi çok zor duruma düşmüştü. Helen 6 yaşında iken Charles Dickens'in Genel Okur için Amerikan Notları adlı eserini okuyan annesi Kate Keller, başka bir kör ve sağır çocuk olan Laura Bridgman için yapılanlardan etkilenmişti. Bunun üzerine Baltimore'da bir uzman doktorla görüşmeye gittiğinde Helen'in bir daha asla görme ve duyma yetilerine kavuşamayacağı bilgisi teyit edilmişti ancak doktor, çocuğun eğitilebileceğini, bunun için sağır çocuklarla çalışan bir uzmanla görüşmelerini önerdi. Böylece Helen'in ebeveynleri Graham Bell ile temas kurdular. Graham Bell, telefonun icadından sonra kendisini sağır çocukları eğitmeye adamıştı. Bell, aileye Perkins Enstitüsü ve Massachusetts Sağırlar Evi ile görüşerek bir öğretmen bulabileceklerini belirti. Böylece efsanevi öğretmen Anne Mansfield Sullivan ile tanıştılar. Kendisi de çok az görme yeteneğine sahip olan ve aynı kurumda eğitim görmüş bulunan Anne Sullivan, Hellen'a okuma - yazmayı, konuşmayı öğretti ve normal bir eğitim almasını sağladı.


Helen'in öğrenmeye başlaması, yaşamının ilk on dokuz ayında zihninde yer etmiş "su" sözcüğünden yola çıkarak başladı. Öğretmeni Anne Sullivan, Hellen'i bir su pompasının yanına götürüp elini oraya tutmuş ve hemen ardından eline "su" sözcüğünü yazmıştı. Bu ilk sözcüğü takip eden birkaç saat içinde Helen, 30 yeni sözcük daha öğrenmeyi başardı. Perkins Enstitüsü, Hellen'in başarılarını kamuoyuna duyurduğunda

Helen Keller, tüm dünyada tanınan bir karaktere dönüştü. Gençlik yıllarından arkadaşı Mark Twain, onun ünü hakkında şöyle dedi:

"Sezar, Büyük İskender, Napolyon, Homeros, Shakespeare ve bütün ölümsüzlerle aynı kulüpte buluşan insan. Bundan bin yıl sonra da en az bugünkü kadar ünlü olmaya devam edecek." Helen Keller, 1890'dan itibaren konuşma dersleri almaya başlamıştı; ancak çok çabalaması, farklı kişilerle birlikte farklı teknikler deneyerek çalışmasına rağmen konuşması, Anne Sullivan ve birkaç yakınının anlayabileceği sesler çıkarmak seviyesine gelebildi. Helen Massachusetts'da körler okulunda, New York'ta sağırlar okulunda okuduktan sonra eğitimini Massachusetts'da, Anne Sullivan'la birlikte 1896'da gittiği Cambridge School for Young Ladies adlı okulda sürdürdü. 1900'de ise günümüzde Harvard Üniversitesi ile birleşmiş olan, kadınların devam ettiği Radcliffe College adlı yüksek öğrenim kurumuna devam etti. Eğitimi boyunca ve yaşamının geri kalanında yanında Anne Sullivan vardı. Bu okuldaki zorlu çalışma, Anne Sullivan'ın gözlerinin daha da bozulmasına yol açmıştı. Helen, 1904 yılında mezun olduğunda lisans derecesi alan ilk kör-sağır kimse ünvanını kazandı. Resmi eğitimi burada bitse de hayatı boyunca pek çok üniversiteden onursal doktora derecesi aldı.


Üniversite eğitimi sırasında Helen, hayat hikâyesini kaleme aldı. Hem normal, hem braille daktilosu ile yazdığı bu kitabı 1903'te yayımladı. Başlangıçta çok satılmasa da "Hayatımın Öyküsü" adlı bu kitap, sonradan bir klasik halini aldı. Kitaplarının en popüleri olan Hayatımın Öyküsü, 50 dile çevrildi. 1953 yıllında Helen Keller'in hayatı hakkında bir belgesel film yapıldı. "The Unconquered" adıyla çekilen film, daha sonra "Helen Keller in Her Story" adını aldı ve 1955 yılında "En İyi Uzun Metrajlı Film" dalında Oscar ödülü kazandı.

1961'de ilk kalp krizini yaşayan Helen, sosyal yaşamdan uzaklaştı. Katıldığı son etkinlik Washington, D.C.'deki Lions toplantısı oldu. Washington'a bu gidişinde Başkan Kennedy tarafından da Beyaz Saray'da ağırlandı. Sosyal hayattan uzaklaşsa da Helen Keller unutulmamıştı ve 1964'te ulusun en büyük sivil madalyası olan Özgürlük Madalyası'nı Başkan Johnson'dan aldı. 1 Haziran 1968'de uykusunda iken hayatını kaybetti.

Ebru YENİCEVARDARLI


KIZILIRMAK KARAKOYUN Kızılırmak Karakoyun, tiyatro sahnesine ve beyazperdeye taşınan şanslı halk hikâyelerinden biri. Bu sezon İstanbul Devlet Tiyatroları tarafından bir kez daha perde açıyor. 1800’lerden bu yana sözlü kültürün bir ürünü olarak nesilden nesile aktarılan bu halk masalı ilk kez 1945 yılında Nazım Hikmet’in hikayesinden yola çıkılarak Muhsin Ertuğrul tarafından sinemaya aktarılmış. Daha sonra 1967’de Ömer Lütfi Akad’ın ustalığını konuşturduğu, sinemamızın klasikleri arasında giren Yılmaz Güney’in başrolünü oynadığı versiyonu çekilmiş. 1993 yılında ise Şahin Gök tarafından filme çekilmiş. Tiyatro sahnelerinde ise belki yüzlerce kez farklı farklı tiyatro grupları tarafından oynanmış. Bu sezon İstanbul Devlet Tiyatroları, Tuncer Cücenoğlu’nun senaryolaştırdığı halk hikayesini Kızılırmak adıyla sahneliyor. Kalabalık bir oyuncu topluluğunun görev aldığı oyunda Enver Necmettin Amaç, Hakan Güneri, Faruk Acar, Serdar Akülker, Alayça Öztürk ve Zümre Ertürk başlıca rolleri üstleniyor. Bir müzikâl olarak sahnelenen oyunda müziklerde Orhan Şallıel gibi bir ustanın imzası dikkat çekiyor. Kızılırmak Karakoyun bilindik bir hikâyeyi konu alıyor. Hüseyin Ağa’nın genç ve güzel karısı Zehra, aklını sürünün çobanı olan Selim’e takmıştır. Ağanın kızı Hatice ise Selim’in tek aşkı ve gözünün tek gördüğüdür. Aynı şekilde Hatice de Selim’e aşıktır. Hüseyin Ağa’nın borçlarını erteleyen Ali Ağa, oğlu Mehmet ile birlikte yemeğe gelir. Amacı Hatice’yi oğlu Mehmet’e istemektir. Ama


önce davranan Selim olunca işler değişir. Ağalık adına Selim’e hayır diyemeyen Hüseyin Ağa, Ali Ağa'nın tavsiyesi üzerine tüm sürüye bir gün boyunca tuz yedirdikten sonra Kızılırmak üzerinden su içirmeden geçirme hünerini, kızıyla evlenmesi için Selim’e şart koşar. Bu gerçekleşmesi imkânsız görünen istek, Selim’in ve Hatice’nin, aynı zamanda aşkın kaderine koyulmuş bir şerhtir. Gerçekleşmesi ise Selim’in hünerine kalmıştır.

Genel itibarı ile oyuna can veren ve onu ayakta tutan şüphesiz koyun sürüsüydü. Hele o kara koyun yok mu? Söylediği ezgilerle ve yaptığı mimiklerle beni derinden etkiledi. Sürünün bir aşk arasında çıkmaza girmiş olması ve çaresizlikleri karşısında ellerinden birşey gelmemesi duygu dolu anlar yaşamama sebep oldu. Kara koyun'un (Ezgi Bektaş) eğitimli sesi ve oyunculuğu tüm izleyicileri büyüledi. Bunu oyun sonundaki alkışlar da destekledi. Bu oyunda kara koyunu bir koyundan farklı olarak o dönemin feodal yapısına direnen ve haklı bir davaya kendini siper eden bir düşünce olarak görmek gerekir. Bunun yanında koyun - çoban ilişkisi üzerinden oyun boyunca iletilen mesajlar da oldukça önemliydi.


Sahne tasarımı o kadar büyük kadro düşünüldüğünde yeterli olarak değerlendirilebilir. Işıklandırmayı ise çok başarılı buldum. Akın Yılmaz gerçekten görevini fazlasıyla yerine getirmiş. Hele o kesilen her kuzu için sahnenin kıpkırmızı kesilmesi ve koyun sürüsünün sessizliğe bürünmesi yürekleri sızlatmaya yetti. Oyunun sonunda ışık tasarımından yararlanılarak tasvir edilen kızılırmak sahnesi de başarılı bulduğum bölümlerden biriydi. Koronun o güzel ve büyülü sesi yanında orkestranın da başarısını göz ardı etmemek gerekir. Koro ve koronun değişken kullanımı oyunu sıradanlıktan uzaklaştırmış. Işın Mumcu'nun tasarladığı minimalist dekor, kostümlerle birbirini dengelemiş. Oyunda söylenen türkü sözleri ise gerçekten etkileyiciydi.

FURKAN ÖZDEN

THE HOBBİT


The hobit smaugun çorak topraklarında Peter Jackson beklenenin üzerine çıkamasa da 1 ölçüde bekleneni karşıladı.Aksiyonun bir an bile duraksamadığı Orta dünya eserinde kitapda ismi geçmeyen Evangeline Lilly(Tauriel) ve Orlando Bloom( Legolas) filmi sırtlayan 2 aktör oldu.Görsel efectlerin yüksek olduğu heyecanın bir an bile dinmediği Hobit 2 izlenmeye değer bir fantastik eser olduğu kanıtladı.Daha önceden Lord of The Rings filmlerini çeken Peter Jackson 'ın serinin son filmi olan Return Of The King filmine daha çok önem verdiğini biliyoruz .Hobit serisinde de aynı yolu izliyen Peter Jackson serinin son filminde ortalığı kasıp kavuracak gibi duruyor.Her nekadar Lord Of the Rings filmlerinin daha öncesini anlatsa da kesilmiş sahneleriyle birlikte Lord of The Rings 3 lemesini izledikten sonra Hobit filmi izleyiciye daha çok hitap edebilir.Muhtemelen 2014 Aralık ayında çıkacak olan serinin son filmini sabırsızlıkla bekliyor, 2.filmi İzleyecek olan arkadaşlara iyi seyirler diliyorum.

TANER DEDEOĞLU


SİZDEN GELENLER Şimdi yanımda olsan sevgilim. Kadehlerimize yudum yudum aşk koysan. Sonra kurduğum hayallerden, bir gerçek olup, Kadehimden yudum aldıkça, içime dolsan. Bugün ya da yarın seni istiyorum sevgilim. Bekletme beni kalbinin kuytu köşelerinde. Yeter bu kadar yalnız bıraktığın sevgilim. Sarıl seni isteyen bu yüreğime...

Karahan Düğücü

Sende sev artık beni, arama bahane. Aşkından olmuşum deli divane. Bir çift sözüne, tatlı gülüşüne, Vuruldum belki de güzel gözlerine. Anlatmak çok zor, bendeki bu aşkı. Ne Kerem ne Mecnun belki de yaşamadı. Kapatma gönül kapılarını, bu aşka. Sen'de gör artık beni, bu kadar da yorma!

Karahan Düğücü

Seninle bi huzurlu uyuyamadık, bu yüzden zaman kavramına kıl kapıyorum. Kısıtlamalara uyuz oluyorum, devrim yapasım geliyor güneş ve ay'a ama uzanamıyorum. Sonra koyuyorum ellerimi başımın üstüne teslim oluyorum. Dar ağacındayım seninleyken, bi solcu vardı diyorlar sonra iyi adamdı yapamadı ama sevdi.

Mert TEKİNLER



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.